Ahmed Kalkan
Nifak
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -15-
NİFAK
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
NİFAK
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-15-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
Üç insan tipinden en tehlikelisi ve âhirette en şiddetli azâba atılacak olanı: Münâfık. İnanmadığını açıkça ifade edecek kadar cesur olamayan, ikiyüzlü tip. Hastalıklı, anormal bir karakter. Tedavisi küfür illetinden daha zor. Hasta olduğu halde, doktorun önünde hastalığını gizleyen insan gibidir münâfık. Kapısı, penceresi belli değil; nereden nasıl nüfuz edileceği meçhul, tebliğ için alıcılarını kapatmış. Ama, köstebek gibi kendisi için kaçacak delikleri önceden hazırlayan, kaçak güreşen, kalleş bir tip. Vücudun zayıf ânını kollayan mikroplar gibi; İslâm toplumu içinde kritik anları kollayan zihniyet.
Kâfirler, küfründe açık olduğu halde, münâfıklar casus gibi kendilerini gizlerler. Kâfir, küfründen taviz vermez ve tavırları net iken; münâfık, imanı konusunda yalancı, mü’minlerle alay eden, hangi gruptan ve hangi görüşten olduğu belli olmayan bukalemun gibi her boyaya girebilen bir tiptir. Hangi otobüs geldiyse ona binip durakta beklemeyen, rüzgâr nereden kuvvetli esiyorsa oraya yönelen, menfaati nerede ise orada yuvalanan karakter. Kimin ekmeğini yiyorsa onun kılıcını savuran, ekmeğini yediği kimseden daha fazla ekmek yedirene rastlayınca eski velinimetine karşı da kullanabilir menfaat kılıçlarını.
Yaşadığımız çağ, her şeyiyle kandırmacaya, hile ve aldatmaya, sömürmeye dayandığı için tam nifak çağı. Cilalı imaj devri, makyajın ve vitrinin, reklamın ve sanallığın prim yaptığı anlayış. Bütün bunlar çifte standartı besliyor, yani nifakı. Çoğu insan, birbirine rol yapıyor, doğal davranmıyor. Düzenin kendisi de münâfık. İslâm düşmanlığını diliyle itiraf etmiyor, davranışı da İslâm’la bağdaşmıyor. Anaç, doğurgan münafık hem de. Düzenin yetiştirmek istediği ideal tip de münâfık. Vatandaşını münâfıklaştırmak istiyor. Tâğutlar, hakla bâtılı karıştırarak kalleşçe çıkıyorlar halkın karşısına. Politikacılar genellikle nifaktan beslenir. ikiyüzlü, hatta ikiyüz yüzlüdürler. Halka karşı bir yüzle, mecliste başka yüzle gözükürler. Halka taktıkları maskeyi, dost ve müttefik kabul ettikleri Batılılar karşısında çıkarırlar. Aslında ne onlardan, ne diğerlerindendirler. “Onlar, iman ile küfür arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne onlara (bağlanıyorlar), ne bunlara.” 1
1 4/Nisâ, 143
Tarihî süreç içinde ilk defa, yaşadığımız zaman diliminde tersine münâfıklığı da gördü insanımız. Münâfık içindeki küfrü gizleyen, mü’minmiş gibi davranan insan iken, günümüzde nice insan içindeki imanı gizleyip dışarıdan kâfir gibi davranmak zorunluluğunu hissediyor. Namaz kılan bir subay namazını ve (varsa) imanını gizlemek ve görünüşte kâfir gibi davranmak zorunda kalıyor. Öğretmen için, memurların çoğu için durum yine aynı.
Bu karmaşa ve kargaşa içinde kendimizi nifaktan nasıl koruyacağız, münâfıkları nasıl tanıyacağız, onlara nasıl davranacağız, onları İslâm’a nasıl kazandırmaya çalışacağız veya şerlerinden nasıl korunacağız gibi sorular cevap bekler. İşte bu kitapta bu soruların cevaplarını bulacaksınız. Bireysel nifak kadar, toplumsal ve siyasal nifaktan da korunmak gerekiyor. İtikadî nifaktan korunduğumuz gibi, amelî nifaktan da korunmamız icap ediyor. Bunun için Kur’an’la daha sıcak ilişkimiz, dâvâ kalesine sığınmamız, toplu olarak vahdet gemisine binmemiz, ihlâslı şekilde yolculuğumuzu sürdürmemiz, sırât-ı müstakim rotasından ayrılmamamız lâzım. Hayırlı yolculuklar…
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye
İÇİNDEKİLER
Nifak Nedir, Münâfık Kimdir? / 10
Nifakın Kısımları / 11
a- İtikadî (İnançla İlgili) Nifak / 11
b- Amelî (Davranışlarla İlgili) Nifak / 11
Nifakın Riyâ ile Alâkası / 12
Kâfirlerle Münâfıkların Karşılaştırılması / 13
Münâfıkların Alâmetleri / 14
a- Kur’ân-ı Kerim’e Göre Münâfıkların Özellikleri / 14
b- Hadis-i Şeriflere Göre Münâfıkların Özellikleri / 19
Münâfıkların Mescid ve Benzeri Faâliyet Yerleri Açmaları / 21
Küfür ve Nifak Psikolojisi / 22
Münâfıklarla Mü’minlerin Toplumsal Bağları / 25
Münâfıkların Cezası / 25
Günümüzde Münâfık / 25
Münâfıkların Kalpleri Hastadır / 28
Kalbin Bozulma Safhaları / 38
Kalp Hastalığı / 43
Kalbin Mühürlenme Keyfiyeti / 50
Gizli İnkâr (Nifak) / 50
Kur’an’da Ruh Sağlığı, Gönül Huzuru ve Psikolojik Denge / 59
Münâfıkların Tutarsızlığı / 60
Kur’anın Sefih Dedikleri / 62
Münâfıkların Karakteri / 66
Münâfıklar Kördür, Doğruyu Görmez / 74
Münâfıkların Melekeleri/Yetenekleri Dumûra Uğramıştır / 75
Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar / 78
Sağırlar, Dilsizler, Körler! / 78
Münâfıkların Işığı Kısa Sürelidir / 83
Münâfıklık Küfre Götürür / 88
Münâfığın Işığı Kısa Sürelidir / 89
- 9 -
NİFAK - MÜNÂFIK
•
Nifak ve Münâfık; Anlam ve Mâhiyeti
•
Nifakın Kısımları
a- İtikadî (inançla ilgili) nifak
b- Amelî (davranışlarla ilgili) nifak
•
Nifakın Riya ile Alâkası
•
Kâfirlerle Münâfıkların Karşılaştırılması
•
Münâfıkların Alâmetleri
a- Kur’an-ı Kerim’e Göre Münâfıkların Özellikleri
b- Hadis-i Şeriflere Göre Münâfıkların Özellikleri
•
Münâfıkların Mescid ve Benzeri Faaliyet Yerleri Açmaları
•
Küfür ve Nifak Psikolojisi
•
Münâfıklarla Mü’minlerin Toplumsal Bağları
•
Münâfıkların Cezası
•
Günümüzde Münâfık
•
Münâfıkların Kalpleri Hastadır
•
Kalbin Bozulma Safhaları
•
Kalp Hastalığı
•
Kalbin Mühürlenme Keyfiyeti
•
Gizli İnkâr (Nifak)
•
Kur’an’da Ruh Sağlığı, Gönül Huzuru ve Psikolojik Denge
•
Münâfıkların Tutarsızlığı
•
Kur’anın Sefih Dedikleri
•
Münâfıkların Karakteri
•
Münâfıklar Kördür, Doğruyu Görmez
•
Münâfıkların Melekeleri/Yetenekleri Dumûra Uğramıştır
•
Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar
•
Sağırlar, Dilsizler, Körler!
•
Münâfıkların Işığı Kısa Sürelidir
•
Münâfıklık Küfre Götürür
•
Münâfığın Işığı Kısa Sürelidir
“İnsanlardan bazıları vardır ki, inanmadıkları halde ‘Allah’a ve âhiret gününe iman ettik’ derler.” 1
“Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.” 2
1 2/Bakara, 8
2 2/Bakara, 9
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 10 -
Nifak Nedir, Münâfık Kimdir?
Nifak: ne-fe-ka kökünden türemiştir. Nefeka kelimesi: Eşyaya
rağbeti olmak, tükenmek, azalmak, ruhu çıkmak, ölmek, tünel,
tarla faresinin (köstebek) deliğinden çıkıp girmesi gibi anlamlara
gelir. İnfak kelimesinin de türediği nefeka kelimesinin bitmek,
tükenmek, azalmak ve ölmek anlamlarından yola çıkarak;
münâfıkların bitmişliğini, tükenmişliğini, imanda azalmayı ve ölü
bir kalbe sahip oluşlarını ifade için bu kelime seçilmiş olmalıdır.
Münâfık, nifak kelimesinin ism-i failidir; yani nifak yapan, nifak
sahibi demektir. Istılah (terim) anlamı ise, bazı sebepler yüzünden
İslâm’a girip zahiren müslüman görünmek, içten içe ise kâfirliğini
gizlemektir. Yani dıştan müslüman gözüküp içinden inanç ve düşünce
olarak küfürde olmaktır. Bu tanım ve yargı, içinde gizlediği
şey, iman esaslarına ait bir inkâr ve yalanlama olan, itikadî
münâfıklık içindir; bu kimse, hâlis münâfıktır. Eğer içinde gizlediği
şey, İslâm inanç esaslarının inkârının dışında başka bir husus
ise, yani sadece amelle ilgili nifak alâmetlerine sahip ise, o ancak,
Allah’a karşı işlenmiş bir günah olur.
Bazı Arap dilcilerinin tespitine göre; nifak, nâfika kelimesinden
türemiştir. Nâfika, köstebek deliğine verilen addır. Köstebeğin
yuvasının iki kapısı vardır. Kapıların birinden girerken, öbüründen
çıkar. Köstebek, çıkacağı bu kapıyı, başıyla vurup dışarı
çıkmasına imkân verecek şekilde ince tutar ve bunu da başkası
sezemez. Kendisini tehdit eden tehlike, âşikâr ve belli olan giriş
kapısı istikametinden gelince, hemen saklı tuttuğu bu dayanıksız
kapıdan dışarı çıkar. Kaçmak için yaptığı bu ikinci kapıya nâfika
denir. Kelimenin kaynağını bu şekilde tespit, münafığın teşhisine
çok yarayacaktır. Çünkü beşer suretindeki münâfık, bir tarafıyla
dine girerken, daima kendisi için sakladığı diğer yönden de ondan
çıkar. İçinden inanmadığı halde, inanıyor gözüken birine münâfık
denilmiştir; çünkü küfrünü örter, gizler. Böylece sırf zahirî lafız ve
kımıldanışlarla İslâm’ın içine girip bu aldatıcı gösteriş içinde küfrünü
gizlediği için, bir tünele giren ve onun içinde gizlenen köstebeğe
benzetilir. Kalbinde nifak hastalığı olanlar, köstebekler gibi
yeraltı faaliyetlerinde bulunmayı meslek edinmişlerdir. Münâfık,
girdiği kapının dışında tıpkı köstebek gibi aksi bir taraftan kaçış
yolu bulur, dinden çıkar. Nitekim münâfıklarla ilgili şu âyet-i kerime
bu durumu açıkça ortaya koyuyor: “Eğer sığınacak bir yer veya
(barınacak) mağaralar, yahut (sokulabilecek) bir delik bulsalardı; koşarak
o tarafa yönelip giderlerdi.” 3
3 9/Tevbe, 57
NİFAK - MÜNÂFIK
- 11 -
Nifakın Kısımları
İman ve küfrün dereceleri, çeşitleri olduğu gibi, nifakın da
kendine göre kısımları vardır. Bunlar, itikadî ve amelî olmak üzere
iki ana grupta toplanır.
İtikadî (İnançla İlgili) Nifak
Mutlak anlamda nifak dendiği zaman bu kısım kastedilmiş
olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de de münâfıklar ve onların vasıfları
belirtilirken meselenin daima itikadî yönüne işaret edilmiştir.
Bu duruma göre münâfık denince: İslâm toplumu içinde can ve
mal emniyetini sağlamak; evlenme, boşanma, miras, ganimet gibi
müslümanların sahip olduğu her türlü nimetlerden istifade edebilmek
veya birtakım gizli yollar ve entrikalarla İslâm toplumunu
içten yıkmak için, asıl mahiyetini ustaca gizleyip kalben inanmadığı
halde müslümanlara karşı kendisini inanmış gösteren kimse
anlaşılmalıdır. Bu türlü nifak; doğrudan doğruya küfür olduğu
için sahibini ebedî azaba götürür. Hem de cehennemde en şiddetli
azaba uğrayacak grup bunlardır.
Amelî (Davranışlarla İlgili) Nifak
İmana aykırı olmayarak, sadece amelle ilgili olan nifakın bu
çeşidi, küfür değildir; fakat büyük günahtır. Bir kimsenin, müslüman
olduğu halde, imanla ilgili olmamak şartıyla yalan, emanete
hiyânetlik, sözde durmama, hile ve riya gibi bazı münâfık alâmetlerini
üzerinde taşıdığı olur. Zira bu çeşit nifak alâmetlerinden tamamen
sâlim olmak, hayli güçtür. O yüzden, bazen farkında olmadığı
halde bir mü’minde münâfıkların sıfatlarından bulunabilir. Çünkü
bazı nifak alâmetlerinin İslâm’la bir arada bulunması mümkündür.
Nifak, kalpte, inançta olursa küfür; amelde olursa suçtur,
günahtır. Amelle ilgili nifak vasıfları insanı küfre götürmez. Bu
bakımdan bir insanın, inanç yönünden nifakı apaçık olmadıkça;
ihmal, tembellik ve ihtiras gibi birtakım nefsânî zaaflar yüzünden
ortaya çıkan kusurları sebebiyle münâfıklığına hükmedilmez.
Çünkü genel anlamda münâfık sözü, meselenin iman – küfür yönünü
ifade eder. Hadis-i şerifte belirtilen (bazı rivâyetlerde üç;
bazı rivâyetlerde dört) vasıf aynı anda bir kişide tümüyle bulunsa
dahi, imanla ilgili olmadıkça, o kimseye münâfık denmemelidir.
Ama bu vasıflara sahip isek, bunların büyük günahlar olduğunu
aklımızdan çıkarmamalı, hemen bunlardan tevbe etmeli; çevremizde
bu vasıflara tümüyle sahip insanlardan da kendimizi korumaya
çalışmalıyız.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
Nifakın Riyâ ile Alâkası
Bir şeyi olduğundan başka türlü göstermek bakımından nifak
ile riya (ikiyüzlülük) arasında sıkı bir ilgi vardır. Münafığın temel
vasıflarından biri ikiyüzlü riyakâr, içi başka dışı başka olmasıdır.
Bu özellikler müslümanda olmaması gereken çirkin sıfatlardır.
Bununla beraber, her münâfık, aynı zamanda mürâîdir; fakat
her mürâî, münâfık değildir. Riya, imana muhalif olmayarak bazı
amelde de olabilir. Asıl münâfıklık ise, akidenin hilafına imanda
mürâîliktir.
Diğer taraftan, kişinin inanç ve ibâdet yönünden her an aynı
heyecan ve canlılığı göstermesi mümkün değildir. İçinde bulunulan
maddî ve manevî şartlara göre insanın manevî hayatı birtakım
iniş ve çıkışlara sahne olabilir. Bu bakımdan bir mü’minin,
iman ve amel yönünden her an aynı zevki duyamaması, onun
münâfıklığını veya riyakârlığını ortaya koymaz. Çünkü muayyen
bir çizgi üzerinde daima aynı seyri devam ettirebilmek insan ruhu
için son derece güçtür. Kalbimize, sık sık değişik durumlar aldığı
için değişken anlamında “kalb” adı verilmiştir. Bu konuda ashabdan
Hanzala’dan (r.a.) nakledilen bir hadis-i şerif, oldukça enteresandır.
Hanzala (r.a.) şöyle anlatıyor:
Biz Rasülullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve
cehennemden bahsettiler. O derece tesirli anlattılar ki; âdeta cennet
ile cehennemi gözle görüyor gibiydik. Ben bir ara kalkıp eve
gittim. Çoluk çocuğumla gülüp eğlenmeye başladım. Bu sırada
Rasulullah’ın huzurundaki manevî vecd halimi hatırladım. Allah
rasülüne gitmek üzere derhal evden dışarı fırladım. Yolda Ebû Bekir
Sıddık’la karşılaştım. Kendisine:
Ya Ebâ Bekr! Hanzala münâfık oldu, dedim. Ebû Bekir Şaşırarak:
Hayrola! Ne oldu, deyince, ben de:
Biz Rasülullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve
cehennemden bahsettiler. Öyle ki; cennet ve cehennemi gözlerimizle
görüyor gibiydik. Bir ara kalkıp eve gittim. Rasulullah’ın yanındaki
hali unutup çoluk çocuğumla gülüp oynamaya başladım,
dedim. Bunun üzerine Ebû Bekir Sıddık:
Biz de senin gibi yapıyoruz, başka türlü değil, dedi. Hanzala
(r.a.) devam ederek diyor ki: Sonra Rasulullah’ın yanına vardım ve
vaziyeti aynen anlattım. Buyurdular ki:
Ya Hanzala! Eğer siz evlerinizde de benim yanımda iken yaşamış olduğunuz
hali yaşayıp o manevî zevki aynen duyabilseydiniz, muhakkak ki
NİFAK - MÜNÂFIK
- 13 -
melekler, yatarken, yolda giderken bile sizinle tokalaşırlardı. Ya Hanzala!
Bu vecd hali, devamlı değil; ancak zaman zaman olur.” 4
Kâfirlerle Münâfıkların Karşılaştırılması
Kur’ân-ı Kerim, insanları mü’min, kâfir ve münâfık olmak üzere
üç grupta toplar. Bakara sûresinin ilk beş âyeti mü’minlerden
ve özelliklerinden bahsederken, sonraki iki âyet5 kâfirlerden, ondan
sonraki 13 âyet de6 münâfıklardan ve onların özelliklerinden
bahsetmektedir.
Küfür, bütün inkâr çeşitlerini içine alan ve nifaka göre daha
şümullü olan bir kavramdır. Nifak ise, genel anlamdaki bu küfrün
en bayağı ve en iğrenç şubelerinden birisidir. Bu bakımdan her
münâfık, aynı zamanda kâfirdir; fakat her kâfir, münâfık değildir.
Kâfirlerde bulunmadığı halde sırf münâfıklara has bazı çirkin
vasıflar vardır. Bunlar:
Münâfık, casus gibi kendini gizleyerek her topluma karışıp insanları
aldatmak ister. Kâfir ise her haliyle bellidir.
Kâfir mert; münâfık ise nâmert karakterlidir; kaypak ve kalleştir.
Kâfir kendi menfaati için imanı konusunda yalana tenezzül
etmez, hakkına razı olur. Yani menfaat uğruna küfründen taviz
vermez. Münâfık ise bunun aksinedir.
Münâfık, kâfirin aksine, inanmış gözükerek inkârına bir de
istihza karıştırır ki, böylece küfrü katmerleşmiş olur. Mü’minlere
karşı inanmış gözükmek de bir nevi onları alaya alma anlamı vardır.
e- Kur’ân-ı Kerim’de münâfıkların vasıfları daha çok belirtilmekte
ve mü’minlere, onlardan şiddetle sakınmaları ve tedbirli
olmaları tavsiye edilmektedir. 7
Müslümanlar için en tehlikeli olan grup münâfıklardır. Çünkü
onlar, bize benzer, bizim gibi görünür, bizim toplantılarımıza katılır,
fikir beyan eder. Hacca gider, bazen namaz kılar, ama bizim
gibi iman etmez. Sadece kendi basit çıkarlarını düşünür. Küfürlerine
bir de hile ve alay karıştırdıkları için münâfıklar, kâfirlerin
en âdi, en bayağı ve en alçaklarıdır. Münâfıklar, kâfirlerin aksine,
4 Tirmizî, hadis no: 2633; Müsned, Ahmed bin Hanbel, IV/346
5 6. ve 7. âyetler
6 2/Bakara, 8-20. âyetler
7 Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb (Tefsir-i Kebir), c. 2, s. 27
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
müslümanlarla iç içe yaşadıkları ve her an, insan ruhunun en aziz
gıdası ve beşer hayatının vazgeçilmez unsuru olan imanın nice
olumlu tecellilerine yakinen şahit oldukları halde bile gerçek imana
eremeyip daima zikzaklar içinde yaşamaları, onların ne kadar
idrâkten ve kalbî duyarlılıktan mahrum olduklarını gösterir. “Doğrusu
münâfıklar, cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onları (kurtarmaya)
bir yardımcı da bulamayacaksın.” 8
Ayrıca, nifak hastalığının tedavisi, küfür illetinden daha zordur.
Çünkü münâfık, hasta olduğu halde doktorun önünde hastalığını
gizleyen kimseye benzer. Kâfirin hastalığı meydanda olduğu
için, birtakım yollarla kendisine yaklaşılıp tedavisi mümkün olabilir.
Münâfık ise, kapısı penceresi belli olmayan yuvarlak, yamuk
bir kişilik (kişiliksizlik) olduğundan kendisine nüfuz etme yolu
bulunamaz. İslâm davasına zararları açısından ise, münâfıkların
kâfirlerden daha tehlikeli olduğu münakaşa götürmez bir gerçektir.
Vücudun zayıf ânını kollayan mikroplar gibi; İslâm toplumu
içinde daima onların kritik anlarını fırsat telakki edip her türlü
mel’aneti yapan münâfıklar; bizim davamızın baş düşmanlarıdır.
Nerede, ne zaman ve nasıl karşımıza çıkacakları belli olmadığı için
kendilerine karşı tedbir alma imkânı da olmamaktadır.
Münâfıkların Alâmetleri
a- Kur’ân-ı Kerim’e Göre
Münâfıkların Özellikleri
Müslümanları aldatmaya çalışırlar: “Allah’ı da, mü’minleri de
güya aldatırlar. Hâlbuki onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar da
yine farkına varmazlar.” 9
Kalplerinde hastalık vardır: “Onların kalplerinde hastalık vardır.
Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle
de onlar için acıklı bir azap vardır.” 10
Fesatçıdırlar: “Kendilerine yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği
zaman ‘biz ancak ıslah edicileriz’ derler. Gözünü aç, onlar muhakkak ki
fesatçıların ta kendileridir. Fakat farkında değildirler.”11 Münâfıklar, fesatçıdır;
fakat bunu bilmeyebilir, kendilerinin fesatçı olduklarını
kabul etmezler. Fesat; günah işlemek ve günahı topluma yaymaya
çalışmaktır. Bu, sözlü ve amelî küfürdür. Yeryüzünde Allah’a isyan
eden ve isyanı emreden kişi, fesat çıkaran kimsedir. Zira yeryüzünün
ıslahı Allah’a itaat ile; fesadı da Allah’a isyan iledir.
8 4/Nisâ, 145
9 2/Bakara, 9
10 2/Bakara, 10
11 2/Bakara, 11-12
NİFAK - MÜNÂFIK
- 15 -
Müslümanları Küçümserler: “Onlara ‘İnsanların (müslümanların)
inandığı gibi inanın’ denilince, ‘biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?’
derler. Dikkat et ki (asıl) beyinsizler hiç şüphesiz kendileridir. Fakat
bilmezler.”12 Günümüzde müslümanlara, gerici, mürteci, irticacı,
yobaz, çağ dışı’ gibi damgalandırmalar yapanların kimler olduğu
rahatlıkla değerlendirilebilir.
Müslümanları alaya alırlar: “Onlar mü’minlerle karşılaştıkları zaman
‘(biz de) iman ettik’ derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile başbaşa
kaldıklarında ise: ‘biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz’
derler.” 13
Kâfirleri dost edinirler: “Onlar, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost
edinenlerdir. İzzeti (güç ve şerefi) onların yanında mı arıyorlar? Bilsinler ki
bütün izzet yalnızca Allah’a aittir.” 14
İman ile küfür arasında bocalarlar: “Onlar, iman ile küfür arasında
bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne onlara ne (bağlanıyorlar), ne
bunlara.” 15
Dini, yalnız bir tarafından tutup, bir yönüyle kulluk ederler:
“İnsanlardan kimi, Allah’a (dinin yalnız bir tarafından tutup) yalnız bir yönden
kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa buna pek memnun
olur, yapışır. Eğer bir musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüzçevirir).
O, dünyasını da âhiretini de hüsrana uğratmış, kaybetmiştir. Bu, apaçık
zararın ta kendisidir.” 16 Günümüzde İslâm’ı yaşarken menfaatı bozulanlar
veya başına bir bela gelenler, bu yüzden İslâmî yaşantıyı terkedip
eyyamcı oluyor veya başka yollara sapıyorlarsa, bu âyetteki
tehditten korksunlar!
Allah’ın indirdiği ile değil; tâğutun hükmü ile hükmedilmek
isterler: “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri
sürenleri görmedin mi? Tâğuta küfretmeleri (inanmamaları) kendilerine
emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek, onun hükmüyle
hükm edilmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan, onları büsbütün saptırmak
istiyor. Onlara Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) ve Rasül’e gelin (onlara başvuralım,
onlarla hükm edelim) denildiği zaman, münâfıkların senden iyice
uzaklaştıklarını görürsün.”17 Değişik izmlere, İslâm dışı düzenlere
bağlanıp onları hakem yapanlar, onların hükmünü, uygulamalarını
tercih edenlerin bu âyetlere göre hükmü çok nettir.
12 2/Bakara, 13
13 2/Bakara, 14
14 4/Nisâ, 139
15 4/Nisâ, 143
16 22/Hacc, 11
17 4/Nisâ, 60-61
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
Yalan yere yemin ederler: “Onlar, yeminlerini bir kalkan edindiler
de (bununla insanları) Allah yolundan çevirdiler. İşte onların hakkı, horlatıcı
bir azaptır.” 18
Cihaddan kaçarlar: “Allah’ın peygamberine muhalefet için (savaştan)
geri kalan (münâfık)lar, oturmalarıyla sevindiler, Allah yolunda mallarıyla,
canlarıyla cihad etmeyi çirkin gördüler ve ‘bu sıcakta harbe çıkmayın’
dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi daha sıcaktır’ iyice bilmiş olsalardı.” 19
Mü’minlere kin beslerler: “Onlar sizinle buluştukları zaman ‘inandık’
derler; Sizden ayrıldıklarında size olan kinlerinden dolayı parmaklarının
uçlarını ısırırlar. De ki: Kininizden (kahrolup) geberin! Şüphesiz Allah
kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir.” 20
Mü’minlerin iyiliğe uğramalarına üzülüp başlarına bir bela
geldiğinde sevinirler: “Eğer size bir iyilik dokunursa onları tasaya düşürür;
başınıza bir musibet gelse, buna sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız,
onların hilesi size hiçbir zarar vermez.” 21
Kötü propaganda yaparlar: “Onlara güven veya korkuya dair bir
haber gelse onu yayarlar. Hâlbuki onu Peygamber’e ve aralarında yetkili
kişilere götürselerdi, içlerinde işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne
olduğunu bilirlerdi.” 22
Korkaktırlar: “Sizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler. Hâlbuki
onlar sizden değillerdir, fakat onlar korkak bir topluluktur.”23; “Her gürültüyü
kendi aleyhlerine sanırlar.” 24
Ellerine fırsat geçince müslümanlara suikast tertip eder ve gizli
planlar kurarlar: “Andolsun ki onlar, daha önce de fitne (ve fesat)
çıkarmak istemişler, senin hakkında birtakım işler (dolaplar) çevirmişlerdi.
Nihâyet hak (nusret) geldi ve onlar istemedikleri halde Allah’ın emri yerini
buldu (Allah’ın dini galebe çaldı).” 25
Mü’minlere iftira atarlar: “O uydurma haberi (iftirayı) ortaya
atanlar, içinizden (belli) bir gruptur... Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve
kadın mü’minlerin, kendi vicdanlarıyla hüsn-i zanda bulunup da: ‘Bu
apaçık bir iftiradır’ demeleri gerekmez miydi?” ...Onlar yalancıların ta
kendisidirler.” 26
18 58/Mücâdele, 16
19 9/Tevbe, 81
20 3/Âl-i İmran, 119
21 3/Âl-i İmran, 120
22 4/Nisâ, 83
23 9/Tevbe, 56
24 63/Münâfıkun, 4
25 9/Tevbe, 48
26 24/Nur, 11-13
NİFAK - MÜNÂFIK
- 17 -
Namaz konusunda üşengeç ve tembeldirler. Gösteriş yaparlar:
“Namaza kalktıkları zaman üşene üşene gelirler, istemeye istemeye infak
ederler.”27; “Onlar, namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara
gösteriş yaparlar. Allah’ı da çok az hatıra getirip anarlar.” 28
Kâfirler hesabına casusluk yaparlar: “Onlar durmadan yalana kulak
verirler ve senin huzuruna gelmeyen diğer bir kavim hesabına casusluk
eden kimselerdir. Kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler.” 29
Allah’tan kork denilince, tersini yaparlar: “Ona ‘Allah’tan kork’
dendiği zaman izzet(-i nefsi, cahilane kibri), kendisini (daha çok) günah
işlemeye götürür. İşte öylesine, cehennem yetişir. O, gerçekten ne kötü
yataktır.” 30
Kur’an’ı yanlış yorumlarlar: “İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar,
sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) ve (kendi arzularına göre)
te’viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar.” 31
Peygamber’in hükmüne razı olmazlar: “Öyle değil, Rabbine andolsun
ki; onlar aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kabul edip
sonra da verdiğin hükümden hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle
teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” 32
Müslümanları kâfir yapmaya çalışırlar: “Onlar, kendilerinin küfrettikleri
gibi sizin de küfredip inkâr ederek onlarla beraber olmanızı arzu
ederler.” 33
Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde, Kur’an’ın bir kısmını
kabul etmezler: “Yoksa siz, Kitab’ın bir kısmına inanıp da bir kısmını
inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında
rezil ve rüsvaylıktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde de
onlar, azabın en çetinine iletileceklerdir. Alla, yaptıklarınızın hiçbirinden
gafil değildir.” 34
Dış görünüşleri aldatıcıdır: “Onları gördüğün zaman, kalıpları (kıyafetleri)
hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerini dinlersin. Onlar sanki
duvara dayanmış kütükler (giydirilmiş odunlar) gibidir. Her gürültüyü
kendi aleyhlerinde sanırlar. Asıl düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah
gebertsin onları. Nasıl da bu hale geliyorlar?” 35
27 9/Tevbe, 54
28 4/Nisâ, 142
29 5/Mâide, 41
30 2/Bakara, 206
31 3/Âl-i İmran, 7
32 4/Nisâ, 65
33 4/Nisâ, 89
34 2/Bakara, 85
35 63/Münâfıkun, 4
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
Kötülüğü emredip, iyilikten men ederler: “Münâfık erkekler de,
münâfık kadınlar da birbirinin (tamamlayıcı) parçasıdırlar (hepsi birbirine
benzer). Onlar kötülüğü emrederler. İyilikten vazgeçirmeye uğraşırlar.
Ellerini (cimrilikle sımsıkı) yumarlar. Onlar, Allah’ı unuttular (O’na tâatı
bıraktılar). Allah da onları unuttu (onlara lütfunu terketti). Şüphesiz ki
münâfıklar, fâsıkların ta kendileridir.” 36
Zekât vermek istemezler, dönektirler: “Onlar, istemeye istemeye
infak edip harcarlar.”37; “Onlardan kimi de, ‘Eğer Allah lütuf ve kereminden
bize verirse, mutlaka zekât vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız’
diye Allah’a and içti. Fakat Allah lutfundan onlara (zenginlik) verince,
onda cimrilik edip (Allah’ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler.
Onlar öyle dönektirler.” 38
Kur’an’ın “Doğrusu münâfıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar.
Onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.”39 diye hüküm verdiği
münâfıkların kimliklerini, yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak
şu şekilde özetleyebiliriz:
İnançla ilgili kimlikleri: İnanç konusunda kesin bir tavır ortaya
koyamayan, müslümanların arasında olduklarında imanı;
kâfirlerin arasında bulunduklarında şirki açığa vuran insanlardır.
İbâdetlerle ilgili kimlikleri: İnanmadan, riya eseri olarak ibâdet
yapar, namaza kalktıklarında tembel tembel kalkarlar.
Sosyal ilişkilerde kimlikleri: Kötülüğü emreder, iyilikten alıkoyar,
müslüman saflar arasına fitne sokmaya, insanları aldatmaya
çalışırlar. Dinleyenleri etkilemek için efsunlu söz söyler, doğruluklarına
insanları inandırmak için çok yemin eder, onların dikkatini
çekmek ve kendilerine etki etmek için güzel elbise giymekle dış
görünüşlerini süslü gösterirler.
Ahlâk ve karakterle ilgili kimlikleri: Kendilerine karşı güvensizlik,
ahdi bozma, randevularına ve sözlerine uymama, riya, korkaklık,
yalan, cimrilik, menfaatçilik, fırsatçılık ve hevâ ü heveslerine
uyma.
Tepkisellik ve duygusallıkla ilgili kimlikleri: Korku, gerek
mü’min, gerekse müşrik olan herkesten korkmak, ölüme karşı yüreksizlikleri
müslümanlarla beraber cihada gitmekten geri bırakmış,
müslümanlardan hoşlanmayan ve onlara karşı kin besleyen
bir psikoloji.
36 9/Tevbe, 67
37 9/Tevbe, 54
38 9/Tevbe, 75-76
39 4/Nisâ, 45
NİFAK - MÜNÂFIK
- 19 -
Akılsal ve bilgisel kimlikleri: Yargıda bulunma ve karar alma
konusunda tereddüt, şüphe ve güçsüzlük. Hakkı kabul etme konusunda
kalbi ve kulakları mühürlenen insan tipi. İman ile küfür
arasında tereddüt, fırsatçı ve faydacı. Müslümanların ellerinde
faydalanacakları bir imkân olduğunda bundan pay almak için,
kendisinin de onlardan olduğunu; müşriklerin imkânları varsa, o
paydan mahrum olmamak için aynı tavrı onlara da göstermeleri.
Kısaca; kaypak, kalleş, dönek, şahsiyetsiz, her boyaya giren,
fitne ve fesatçı, riyakâr, ikiyüzlü, yüzsüz, yılışık, söz ve dış görünümle
adam kandırmaya çalışan bir tip.
b- Hadis-i Şeriflere Göre
Münâfıkların Özellikleri
Hadis-i Şeriflerdeki münâfık alâmetleri, genellikle amel münafığına
aittir. Bu davranışlar, çirkin ve günah olmakla birlikte küfür
değildir: Bu hususa dikkat edilerek, bu vasıfları taşıyanlara hemen
(itikat açısından) münâfık veya kâfir damgası vurulmamalıdır. Bu
nifak alâmetleri, itikadî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler
ve uyarılar cinsindendir. Zira, amelî nifak çoğalınca, ileride müslümanın
itikadî nifaka yaklaşma tehlikesi doğabilir.
“Münâfığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Va’d ettiği, söz
verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman
hiyânet eder.” 40
“Dört şey kimde bulunursa hâlis münâfık olur. Kimde bunlardan bir
kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıktan bir haslet
kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyânet
etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü
tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır.” 41
“Yalan, nifak kapılarından bir kapıdır.” 42
“Münâfıklara sabah ile yatsı namazlarından daha ağır hiçbir namaz
yoktur. Hâlbuki bu iki namazın cemaatinde olan sevabı bilselerdi, emekleye
emekleye (sürtüne sürtüne) de olsa, onlara gelip hazır olurlardı.” 43
“Münafığa, seyyid (efendi, sayın) demeyin. Çünkü o sizin efendiniz
olursa aziz ve celil olan Rabbinizı gazaplandırmış olursunuz.” 44
40 S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 31; Tirmizî, İman 14
41 S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32
42 Râmuz el-Ehadis, no: 1443
43 S. Buhâri, Tecrid, II, no: 283
44 Buhâri, Edebü'l Müfred II, h. no: 760
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
“Ümmetimdeki münâfıkların çoğunu okuyanlar teşkil eder.” 45
“Ümmetim hakkında en çok korktuğum, güzel konuşmasını bilen ve
kalbi cahil olan her münâfıktır.” 46
“Haya ve tutukluk imanın iki şubesidir. Bezâ (açık saçık konuşmak),
beyan (lüzumundan fazla konuşmak) münâfıklığın iki şubesidir.” 47
“Mü’min yiğittir, zekidir, dikkatlidir, itaatlidir, acele etmeyendir, âlimdir,
takva sahibidir. Münâfık ise, insanları arkalarından çekiştiren ve yüzlerine
karşı dil uzatan bir cehennem odunudur. Şüpheli şeylerde durmaz, harama
riâyet etmez, tıpkı gece odun toplayan kimse gibi, nereden kazandığına,
nereye harcadığına ehemmiyet vermez.” 48
“Mü’min rüzgârdan etkilenen ekin gibidir; devamlı belâ içinde olur.
Münâfık ise, kesilinceye kadar etkilenmeyen çınar ağacına benzer.” 49
“Kim insanlara, Allah korkusundan daha fazla korku gösterirse, o
münâfıktır.” 50
“Kim Allah’ı çok hatırlar ve zikrederse nifaktan uzak olur.” 51
“Münâfık, iki koyun sürüsü arasında görülen ve bir bu sürüye, bir öbür
sürüye koşan; hiç birinden olmadığı için birinde duramayan koyuna benzer.”
“Bir kimse, gaza etmeyerek ve cihada gitmeyi gönlünden geçirmeyerek
ölürse, bir nevi nifak üzere ölür.” 52
“İnsanların en şerlisi, şunlara bir yüzle, diğerlerine başka bir yüzle gelen
iki yüzlüler, münâfıklardır.” 53
“Mü’min, günahını üzerine düşüverecek bir dağ gibi görür ve günahtan
böylece korkar. Münâfık ise, günahını burnunun üzerine konmuş
uçan bir sinek gibi görür.” 54
“Ümmetim için korktuğum şeylerin en korkuncu Allah’a şirk koşmaktır.
Dikkat edin, ben, onlar güneşe, aya, puta taparlar demiyorum. Ancak
onlar, Allah’tan başkası için amel işlerler.” 55
45 Râmuz el-Ehadis, no: 1104
46 Râmuz el-Ehadis, no: 1535
47 Tirmizî Terc. C. 3, no: 2096
48 Râmuz el-Ehadis, no: 2860
49 Râmuz el-Ehadis, no: 4817
50 Râmuz el- Ehadis, no: 5957
51 Râmuz, no: 5060
52 Riyâzü's-Sâlihin, II. No: 1346
53 Seçme Hadisler, Diyanet Y., 101, 102
54 S. Buhâri, Deavât 4
55 İbn Mâce, 105
NİFAK - MÜNÂFIK
- 21 -
Münâfıkların Mescid ve Benzeri
Faâliyet Yerleri Açmaları
“Bir de (müslümanlara) zarar vermek için, küfür için, mü’minlerin arasına
ayrılık sokmak için ve daha evvel Allah ve Rasülü ile harb edeni(n
galip gelmesini iştiyakla) beklemek ve gözetmek için bir (bina yapıp, onu)
mescid (câmi) edinenler vardır. Allah şahitlik eder ki, onlar şüphesiz yalancıdırlar.
O mescidin içerisinde hiçbir vakit namaz kılma. İlk gününde
temeli takva üzerine kurulan mescid, senin, içinde namaz kılmana daha
lâyıktır.” 56
Bu âyet-i kerime, münâfıkların, Peygamberimiz (s.a.s.) zamanında
yaptıkları bir tuzak ve komplodan bahsetmektedir. Bunlar,
Kuba mescidine, oranın cemaati olan mü’minlere karşı Mescid-i
Dırar denilen bir mescid inşa etmişlerdi. Bunu, Allah ve Rasülü’nü
inkâr, Allah ve Rasülü’ne karşı savaşanları bu mescid vesilesiyle
gözetlemek, kontrol altında tutmak için yapmışlardı. Maksatları
bu olduğu halde, mescidi güzel bir niyetle mü’minlere takdim
ediyor görünümündeydiler. Bu mescidi, hayır olsun diye, hasta ve
fakirlerin namaz kılmaları için inşa ettiklerine dair yemin etmişlerdi.
Hâlbuki Allah, onların bu yeminlerinde yalancı olduklarına
şehadet etmektedir. Allah, Peygamberine bu mescidin durumunu
haber vererek onu yıkmayı ve içinde namaz kılmamasını emretti.
Görünürde Peygamberimiz zamanında kalmış olan bu olay ve
binası yıkılmış, çöplük yapılmış olan bu zararlı mescid, münâfıkların
ve İslâm düşmanlarının kirli emelleri ve entrikaları için çeşitli şekillerde
ve nice yerlerde günümüzde de yaşamaktadır. Dıştan İslâmî
görüntü verilmeye çalışılan, içten İslâm’ı yıkmak, tahrif etmek, dejenere
edip tâğutî düzenlere hizmet ettirmek için bu tip mescid
veya teşkilatlar her dönemde münâfıklar tarafından devrin şartlarına
ve ortamlarına uygun şekilde ortaya konulmaktadır.
Çeşitli kurum ve kuruluş şekilleri, çeşitli kitaplar, çeşitli konferanslar,
çalışma, ve araştırmalar yapılmaktadır. İsimleri farklı ve
çeşitleri çok olan bu dırar mescidlerinin açığa çıkarılması, aldatıcı
tabelalarının tanınması ve bunların gerçek yüzlerinin tesbiti gerekir.
Peygamberimiz zamanındaki bu Dırar Mescidinin keşfedilip
ortaya çıkarılması ve tavır alınmasında bizim için büyük ibretler
vardır. Her zaman ve her yerde böyle Dırar Mescidlerinin, münâfık
yuvalarının bulunacağı için, Kur’an, münâfıkların bu çirkin tavırlarını
açıklamakta bu derece kesin ve sert davranıyor. Yüzlerindeki
maskeyi yırtarak Dırar Mescidinin iç yüzünü bu derece kesin ve
56 9/Tevbe, 107-108
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
sarih olarak açıklayan âyet-i kerimede bizim için bitmez tükenmez
örnekler vardır. 57
Küfür ve Nifak Psikolojisi
İnsanların davranışlarını incelerken, onların psikolojik yapılarını
göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü gerek olumlu, gerek
olumsuz bütün hareketler, bir psikolojik temele dayanır. İnsanlar,
basit içgüdülerle değil; belli birtakım fikir ve inanç ölçüleri doğrultusunda
hareket ederler. Doğal insiyak ve refleksler hariç, insanın
hiçbir hareketi bu çerçeve dışında değildir. İnsanların davranışlarının
birbirinden farklı olması, dayandıkları dünya görüşlerinin
farklılığından ileri gelmektedir.
Âhiretin varlığına inanmayarak hayat yolculuğunu, ölümle biten
ebedî bir son olarak kabul edenlerle; hayatı bir imtihan sahası,
ölümü ise bu sınavın neticelenip değerlendirileceği ebedî hayata
geçiş olarak görenlerin davranışları elbette aynı olmayacaktır.
Kâfir; bizzat kendi eliyle inşâ ettiği karanlık inkâr zindanı içinde
ve her türlü metafizik ürperti ile ilgisini kesmiş durumda yaşayan
zavallı bir mahkûmdur. Ruh ve aklın, sırlar ve gayb âlemine
açılan bütün pencerelerini tıkadığı için, sahip olduğu ve olabileceği
her şey bu dünyadan ve onun yanıp sönen fâni lezzetlerinden
ibarettir. Bu fâni lezzetlere ulaşabildiği oranda dünya onun cenneti,
erişemediği veya kaybettiği nisbette de cehennemidir. “Dediler
ki, hayat ancak bizim bu dünya hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi
ancak zaman helâk eder.”58 Dünya hayatı onlar için biricik gayedir.
Bütün çabaları bu gayeye biraz daha fazla ulaşabilmektir. Maddeden
daha değerli bir şey tanımadıkları için en ufak dünyevî bir
menfaat uğruna sarf etmeyecekleri şey yoktur. Hak, hukuk, günah,
sevap, cennet, cehennem gibi kavramlardan habersiz veya
onlara ilgisiz yaşadıkları için fazilet ve fedakârlık gibi insanı yücelten
yüce değerlerden mahrumdurlar.
Hayvanlar gibi başıboş ve sorumsuz yaşarlar. “Kâfir olanlara gelince,
onlar (dünyada sadece) zevk ve sefa ederler. Hayvanların yediği
gibi yerler. Onların yeri ateştir.”59; “Bırak onları; yesinler, eğlensinler, onları
emel oyalıya dursun. Sonra bilecekler onlar.”60 Bütün işleri tuvalet
ile yemek ve yatak odası arasında mekik dokumaktır. Onlar
için her şey boştur. Mide ve şehvetin dışında, uğrunda mücadele
57 Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an, Hikmet Y., c. 7, s. 402
58 45/Câsiye, 24
59 47/Muhammed, 12
60 15/Hicr, 3
NİFAK - MÜNÂFIK
- 23 -
edecekleri hiçbir davaları yoktur. Kemik başında dalaşanlar gibi
onlar da sadece çıkar ve rantlarının kavgasını yaparlar. Kendilerini
topyekün maddenin esaretine verdikleri için ruhî ve fikrî
bir özgürlüğe sahip değillerdir. Maddenin ve hevâlarının âzat
kabul etmez köleleridir. Ulvî değerler, yüce duygular onları hiç
ilgilendirmez. Hele din, iman gibi konuları hiç duymak istemezler.
“Onların kalpleri vardır; bunlarla idrâk etmezler. Gözleri vardır; bunlarla
(hakikati) görmezler. Kulakları vardır; bunlarla (gerçeği) işitmezler. Onlar
dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar. Onlar gafillerin
ta kendileridir.”61; “Kendilerine âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldırıverecek
olurlar.” 62
Münâfıklar, kâfirlerin aksine, belirli bir yolun ve istikrarlı bir
hayatın sahibi olamadıkları için, mevsimlere göre değişik yerlerde
konaklayan göçebeler misali oradan oraya göçer dururlar. Sadece
menfaatlerinin sevki ile hareket ettikleri için, samimi olarak bir
tarafa bağlanamazlar. “Onlar (küfür ile iman arasında) bocalayan bir
sürü kararsızlardır. Ne mü’minlere, ne de kâfirlere bağlıdırlar.”63 İnanç
ve hareketlerinde zikzak çizdikleri için şahsiyet bütünlüğünden
mahrumdurlar. Hiç sevmediği bir rolün, mecburen aktörlüğünü
yapan kimse gibidirler. İslâm’ı ve müslümanları sevmezler. Hele
içinde yaşadıkları toplumda İslâm şeriatının hükümlerine tâbi olmayı
hiç istemezler. Müslüman rolünü tam beceremeseler de zorla
becermeye çalışırlar. “İstemeye istemeye zekât verirler.”64; “Tembel
tembel namaza kalkarlar.”65 Fakat yerine göre sözün en yaldızlısını
konuşurlar; böylece müslümanlara karşı itimat telkin etmeye çalışırlar.
Perde gerilerinde ise onlar aleyhinde şeytanî planlar ve haince
komplolar hazırlarlar. İhanetleri ve iç yüzleri meydana çıkacak
diye de daima şüphe ve korku içinde yaşarlar.
Mayın tarlasında yürüyen kimsenin tereddüt ve telaşını hissederler.
Her şeye kulak kabartırlar. “Her gürültüyü kendi aleyhlerine
zannederler.”66 Onların şüphe, korku ve tereddütlerle dolu olan bu
çalkantılı kaos hayatı Kur’an’da şöyle anlatılır: “Onların hali (korkulu
bir sahrada) ateş yakan kimsenin hali gibidir ki; o (ateş), etrafındakileri
aydınlattığı sırada Allah ışıklarını söndürüp, kendilerini karanlıklar içinde
bırakıvermiştir.”67 Bakara sûresinin 17-20. âyetlerinde münâfıkların
hâlet-i rûhiyeleriyle ilgili tablodan anlıyoruz ki; Münâfıklar;
61 7/A’râf, 179
62 22/Hacc, 72
63 4/Nisâ, 143
64 9/Tevbe, 54
65 4/Nisâ, 142
66 63/Münâfıkun, 4
67 2/Bakara, 17
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
kalpleri dirilten, insanî duyguları yücelten Kur’an âyetleri, müslümanların
nezih davranışları ve feyizli sohbetleriyle daima karşı
karşıya bulundukları halde, yine de iç âlemlerindeki inkâr, şüphe,
vesvese ve kirli duyguların karanlığı içindedirler.
İçyüzlerini açığa çıkaran, cehennemin şiddetli azabıyla kendilerini
tehdit eden Kur’an âyetlerini işittikleri zaman, şiddetli gök
gürültüsü karşısında dehşete düşen kimse gibi âdeta çarpılırlar,
suçluluk psikolojisi içinde erirler. Buna mukabil, inkâr karanlıklarından
sıyrılıp iman aydınlığına çıkışın yollarını gösteren âyetler,
çeşitli deliller, mü’minlerle ilgili ilahî müjdeler ve cennet vaadleri
karşısında az da olsa kalplerinde bir ürperti, bir ferahlık meydana
gelir, fakat bir türlü inanamazlar. Nedense inkâr karanlığını yırtamazlar.
Küfür ve nifak pisliği benliklerine o derece sinmiştir ki;
alışa geldikleri bu hayatın dışına çıkmak, onlar için bir nevi ölümdür.
Şehvetlerin, kirli emellerin, âdi menfaatlerin bataklığından
kurtulmak onlar için sanki intihardır. İşte bu sefil hayatın dışına
çıkmamak için; kendilerini hakka, hidâyete çağıran seslere karşı
kulaklarını tıkarlar. Rahmanî ışıklara karşı gözlerini kaparlar; ilahî
davetin nurundan gözleri kamaşır, âdeta kör olurlar.
Ama İslâm’ın kendilerine sağlamış olduğu izdivaç, miras, ganimet
veya bulundukları yerde makam, mevki, koltuk kapmak
gibi dünyevî menfaatler karşısında ise keyiflerine diyecek yoktur.
Onları elde edebilmek için koşarlar, çırpınırlar. Göstermelik
imanlarının zırhına bürünerek herkesten fazla pay elde etmeye
bakarlar. Ne vakit de cihad, zekât, namaz, oruç vs. gibi tekliflerle
karşılaşırlarsa, işte o zaman dizlerinin bağı çözülüverir, yerlerinde
kalakalırlar. Bahane üstüne bahane uydururlar, müslümanları
kandırmanın bin bir yolunu ararlar. Yalanlar, yeminler, kendilerini
temize çıkarma gayretleri birbirini takip eder. İşte sahte imanları
sayesinde elde etmiş oldukları dünyevî menfaatlerin karşılığını,
daha ölmeden önce korku ve zillet içinde böylece ödemiş olurlar.
Karanlıkların, gök gürültülerinin, şimşeklerin o ürpertici atmosferinde
yaşamak ne kadar fecidir. Her an ölmek... Her an dirilmek...
Ne imanın engin ve ebedî saadeti, ne de mutlak küfrün ölü
veya felçli bir uzvun duygusuzluğu içindeki donmuş ve taşlaşmış
hayatı... İkisi arasında daima bocalayıp durmak... Kendine mahsus
bir barınaktan mahrum olup, onun bunun yanında sığıntı hayatı;
iğreti, sahte, taklitten ibaret bir yaşayış... Zillet ve meskenet
içinde her an suçüstü yakalanmanın, maskesinin düşüp foyasının
meydana çıkacağı endişesinin, koğulmanın, her an açıkta kalmanın
ıstırabını duymak... İşte münâfık hayatı!.. 68
68 Ali Rıza Temel, İslâm Dâvâsı ve Münâfıklar, Bahar Y., s. 9 ve devamı
NİFAK - MÜNÂFIK
- 25 -
Münâfıklarla Mü’minlerin Toplumsal Bağları
Münâfıklar, her ne kadar mü’min sıfatını taşımıyorlarsa da,
insanların gözünde kesin kâfir sıfatını da taşımazlar. İç dünyalarındaki
dalgalanma, bazen iman yönüne, bazen de küfür yönüne
yelken açar. Tabii ki durum, Allah katında münafığın küfür safında
olduğu gerçeğini değiştirmez. Yalnız toplum içinde, kalplerindekini
sakladıkları için müslümanmış gibi muâmele görürler. Bu
durum, eylem olarak fesat, anarşi, terör çıkarmadan oturdukları
zaman için geçerlidir. Fesat çıkarmaya, toplumun huzurunu bozmaya
yönelik hareketlere giriştikleri anda onlara gereken ceza
verilir.
Her ne kadar sessizce oturdukları zaman onlara müslüman
muâmelesi yapmak gerekirse de, bu onlarla dost olmayı, velâyet
bağlarını gerektirmez. Onlardan her zaman sakınmak, temkinli
olmak müslümanların yararınadır. Onların getirdikleri haberlere
araştırmadan inanmamak gerekir. Yoksa toplumu ifsad edici sonuçlar
ortaya çıkabilir. “Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla cihad
et, onlara sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Ne kötü yer!”69;
“Ey Peygamber, Allah’tan sakın, kâfirlere ve münâfıklara itaat etme!”70;
“Kâfirlere ve münâfıklara itaat etme, eziyetlerine aldırma. Allah’a tevekkül
et, vekil olarak Allah yeter.” 71
Münâfıkların Cezası
“Şüphesiz ki münâfıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar.
Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın.”72; “Ey Peygamber, kâfirlerle ve
münâfıklarla cihad et, onlara sert davran. Onların barınakları cehennemdir.
Ne kötü yer!” 73 Kur’ân-ı Kerim’de münâfıkların cezâlarıyla ilgili
yeterli derecede bilgi verilir.
Günümüzde Münâfık
Münâfıklığın İslâmî bir toplumun oluşumu ile ortaya çıktığına
göre, günümüzde de İslâm egemenliği altında yaşamadığımız
düşünüldüğünde, münâfıklar bugün de var mıdır? Bunları hangi
ölçüye göre tespit edeceğiz?
İçinde yaşadığımız dünya, İslâmî kurallar üzerinde ayakta durmuyor.
Zâlimlerin, sömürücülerin ve aldatıcıların tahakkümü ve
zorbalığı ile câhillerin ifsâd ettiği dünyamızda buna dur diyecek
69 9/Tevbe, 73; 66/Tahrim,
70 33/Ahzâb, 1
71 33/Ahzâb, 48
72 4/Nisâ, 145
73 9/Tevbe, 73; Tahrim, 9
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
bir etkin İslâmî toplum da mevcut değil. Fakat Kur’an’da ve sünnette
tanıtılan nifak özelliklerine sahip münâfık karakterli insanların
oldukça fazla olduğunu görmemek için çok cahil veya kör
olmak gerekiyor. Münâfıkların, İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde
de bulunmasının sebebi, toplumların geleneksel de olsa, arı duru
ve tevhide dayalı olmasa da bir İslâmî kültüre sahip olmaları, birtakım
normlar oluşturmuş ve bu toplum içinde insanların bunlara
uymak zorunda kalışı münâfık tavırları ortaya çıkarır. Örneğin
oruç yemenin çok ayıp sayıldığı Anadolu’nun bazı bölgelerinde
oruç tutmayan ve gönlünde oruca bir saygısı olmayan kimseler
bile oruç tutuyor görünürler. İslâm’a saygılı ve dinî duyguları
güçlü olan kitlelerin oylarını alabilmek için seçim dönemlerinde
camilere giden, namaz kılan, ezan okunurken konuşmasını kesip
dinleyen, konuşmalarında Allah’ın adını sıkça anan politikacılar,
seçildikten sonra başörtü düşmanlığı, laikliğin savunuculuğunu
yapıyorlarsa, Allah’ın indirmediği yasalara ses çıkarmıyorlar, hatta
kendileri böyle yasalar çıkarıyor ve tâğutun hükümleriyle hükmediyorlarsa...
münâfıkları çok uzaklarda, sadece Medine’lerde aramamak
gerekiyor.
Münâfıklığın karakteristik özelliği, iki yüzlülüktür. Günümüz
tabiriyle çifte standartlıktır. Müslüman müşterileri çekebilmek için
İslâmî kıyafetlere bürünen tezgâhtarlar bulundurup, ölçü ve tartıda
adaleti gözetmeyen, insanları sömürmek için her yolu meşru
gören, yalan söyleyen, aldatan tüccar ve esnaflar her tarafta boy
atarken, münâfıkları uzayda mı aramak gerekiyor? Müslümanlarla
birlikte olduğu zaman İslâmcı kesilen, onlardan ayrıldığında
İslâm dışı hayat sürenlerle bir araya gelince, müslümanların arkasından
konuşan, onların taklidini yaparak eğlenen ve onları karalayan
kimselerin münâfık olma ihtimali büyüktür. Müslümanların
dikkatle sakınmaları gereken münâfıkların başında İslâmî grupların,
cemaatlerin içine sızan ajan-provakatör münâfıklar gelir. Bunlar,
müslümanların arasını açmak, onları birbirine düşman ederek
güçlenmelerini ve tehdit unsuru olmalarını önlemek için çalışırlar.
Müslüman cemaatlerin birbiri aleyhinde asılsız yalanlar ve iftiralar
üretirler.
Müslüman, münâfıklık özelliklerini bilmeli, bu tür özellikleri
taşımaktan şiddetle kaçınmalı ve bu tür özellikleri taşıyan
kimselerle dostuk ve velâyet bağı kurmamalıdır. Yoksa zamanla
onun davranışlarında da aynı tür özellikleri görmek kaçınılmazdır.
İnsanı nifaka, münâfıklığa sevk eden şey dünyevî menfaatler
ve şeytanî telkinlerdir. Dünyanın gelip geçici, âhiretin ise kaçınılmaz
son olduğunu aklından çıkarmayan müslümanlar şeytanın
NİFAK - MÜNÂFIK
- 27 -
etkisinden kolay sıyrılarak nifaktan uzak durabilirler. Ama dünyayı
Allah’tan çok seven, âhireti aklına getirmeyen kimseler, Allah’a
ve âhiret gününe iman ettiklerini söyleseler bile bu onlara bir fayda
sağlamaz. “İnsanlardan bazıları Allah’a ve âhiret gününe iman ettiklerin
söylerler; oysa onlar mü’min değillerdir. Onlar, Allah’ı ve mü’minleri
aldatmaya uğraşırlar; fakat kendilerinden başkalarını aldatamazlar da farkında
olmazlar.” 74
İslâm ile küfür arasındaki mücadele kıyâmete kadar devam
edecektir. Kâfirlerin verdikleri mücadele yöntemlerinden biri de
nifaktır. İslâm itikadını içten yıkıp, ümmeti birbirine düşürerek
parçalamak için, müslümanların arasına satılık uşaklar vasıtasıyla
girerek faaliyet gösterirler. Bu nifak hareketleri, asr-ı saâdetten
günümüze kadar devam edegelmiştir. Kur’an ve hadisler, her
dönemde görülecek bu fitneci tavırları, komplo ve ifsad hareketlerini
uzun uzun üzerinde durarak mü’minlere haber veriyor.
Münâfıkların şeytanî oyun ve hileleri için mü’minler uyarılarak,
onlara karşı uyanık olmaya çağrılıyor.
Bir kimsenin münâfıklığına kesin olarak hükmetmemiz her zaman
mümkün olmamakla beraber, nifak alâmetlerini taşıyan kimselere
saygı ve sevgi göstermek, onları sırdaş ve dost kabul etmek
câiz değildir. Onlara liderlik, yöneticilik gibi görevler vermemiz,
kurda kuzuyu teslim etmekten daha az bir tehlike değildir. Onlara
toplum içinde şahsî itibar sahibi olmalarına zemin hazırlayacak
ilgi ve teveccühden kaçınmak şarttır. İzzet, şeref ve itibar sadece
Allah’a, Rasülü’ne ve mü’minlere ait olduğu halde; münâfıkların
kof ve yaldızlı varlıkları önünde küçülüp onları efendi, sayın denilecek
saygın mevkie getirenler, onları sevenler, beraber olanlar o
zümreye dâhil olanlardır. Kişi sevdiği ile beraberdir.
Tavuklara, özgürce kümeslerini seçme hakkı verilen tilkilerin
rejimi diyebileceğimiz demokrasi yönetimlerinde, kitleleri avlamak
için münâfıklar tarafından kurulmuş sihirbaz göz boyamaları
ve soytarı sahneleri iletişim kolaylıklarıyla her tarafa etki edebilmektedir.
Özellikle seçim zamanlarında veya iş başındaki aktörlerce
sürekli olarak zavallı kitleler kolayca avlanmakta, oyunlarla,
hilelerle toplum uyuşturulmaktadır. Münâfıkların tek korkuları,
maskelerinin düşmesi ve hileli oyunun iç yüzünün anlaşılmasıdır.
Bunun için de gerektiğinde ve gerektiği kadar, toplumun inançlarını
savunur gözükmekte ve müslüman rolüne girmeğe çalışmaktadırlar.
Politika, günümüzde nifakın en etkin alanlarından
biridir. Düzen de her zaman açık bir şekilde putçu değildir; bazen
74 2/Bakara, 8-9
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
cahil kitleyi kandırabilmek için gerektiğinde münâfıkça tavırlara
girebilmektedir. Zaman zaman sahnelenen İslâmizasyon oyunları,
verilen tavizler, nifak düzenlerinin sırıtan maskeleridir. Her biri
başarılı birer aktör olan münâfıkların, bazı cemaatleri bile cezbeden
bu İslâmcılık oyunu, cahil müslümanları yanıltmaktadır. Bu
oyunlar, diğer taraftan da İslâm adına girişilen her türlü samimi ve
ciddî çalışmaları baltalamakta; dâvânın kara sevdalıları ve gerçek
temsilcileri, aldatılan çoğunluğun uyarılması için alternatif oluşturamamakla
suçlanmaktadır.
“Mü’min, bir delikten iki defa ısırılmaz.” Müslümanlar, üç buçuk
münafığın oyuncağı olmaya devam eden körler ve avanaklar topluluğu
değildir. İzzet ve itibarımıza tekrar kavuşabilmek için, bu
dâvânın en sinsi ve en tehlikeli düşmanları olan münâfıkları tanımak
ve onların oyununu bozmak zorundayız. Müslümanların
hâlâ birtakım canbazlık ve sahteliklere kanıp şeytanların oyuncağı
olmağa hakkı yoktur. Her şeyden evvel müslüman, ferâset sahibidir.
Herkesin ve her şeyin yerini en hassas şekilde tayin eden bu
manevî sezgi gücüne, yani ferâset ve basirete erdirecek Kur’an’a
sarılmalıyız.
Münâfıkların Kalpleri Hastadır
“Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını daha
da arttırmıştır...” 75
Kalbi bozuk olan münâfıklar, Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e
ve mü’minlere çeşitli lutuflarını gördükçe, İslâm’ın adım adım
tamamlanarak yerleştiğini
müşâhede ettikçe haset ve kinleri artmakta,
bu da bozuk kalplerini daha bozuk hale getirmektedir.
Ruh ve beden sağlığı bakımından kalp çok önemli bir organdır;
o
sağlıklı olunca bütün vücut sağlıklı olur. Kur’an dilinde kalp daha
ziyade vicdan, iman ve ahlâkın merkezî mânâsında kullanılmaktadır.
Münâfıklık, ikiyüzlülük
bir ahlâksızlıktır; vicdanda, ahlâk merkezinde
mevcut bir bozukluğun acı meyvesidir, nifak devam ettikçe
bozukluk da nicelik ve nitelik yönünden artarak devam eder. 76
Meraz/Hastalık
Hastalık, sağlık ve sıhhatin az veya çok, geçici veya kalıcı olarak
bozulması, kaybolması demektir. Arapça’da hastalık karşılığı
olarak “meraz” kelimesi kullanılır. “Meraz”, bedensel hastalıklar
için kullanıldığı gibi, Kur’an’da çoğunlukla mecaz olarak mânevî
75 2/Bakara, 10
76 Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Heyet, DİB Y., c. 1, s. 26
NİFAK - MÜNÂFIK
- 29 -
hastalık için kullanılır. Haktan, doğruluktan ve güzel ahlâktan ayrılma,
nifak (ikiyüzlülük), hased (kıskançlık), şehvet (aşırı şehvânî/
hayvanî duygular ve meyiller), fücur (günah ve zinâ arzusu şeklinde
ahlâksızlığa) niyetlenme gibi nefsî hastalıklar için kullanılır.
Kalbin Meraz Hali: Meraz, insanın, sıhhat ve itidalden ayrılmış
olduğu hali ifade eden bir durumdur.77 Cismanî anlamda kullanıldığı
gibi mânevî anlamda da kullanılır. Cismanî açıdan meraz
(hastalık), bedene sonradan ârız olan ve dengeyi bozan bir haldir.
Mânevî yönden ise meraz, kalbin, dinin gerçeklerini idrâk kabiliyetinin
zaafa düşmesini’78 belirten bir durumdur.
Günahların kalpte açtığı manevî yaralar, Kur’ân-ı Kerim’de
-gerek faziletlerin elde edilmesine engel olmaları yönüyle, gerekse
uhrevî hayatın kazanılmasına engel teşkil etmeleri cihetiyle
hastalıklara benzetilmiştir.
Tabatabaî, Kur’ân örfündeki kalp hastalığını, Allah’a ve onun
âyetlerine taalluk eden meselelerde, insan idrâkine ârız olan şek,
şüphe ve kalbin dinî inanca sarılmadaki gevşekliği79 olarak tanımlar.
İbn Ebi’l-İzz ise, Kur’ân’da söz konusu edilen merazı,80 şüphe
ve şehvet marazı olmak üzere iki grupta toplar.81
İnsanın idrâk, hitap ve hakikat yanını ifade eden ve hükemânın
da nefs-i nâtıka dediği Rabbânî bir latife olan kalp,82 Allah’ı tanıyıp
sevme ve O’na şükranda bulunmak için yaratılmıştır. Nitekim
bazı dinamikleriyle kalp, bir âyette dikkatlerimize şöyle arzedilir:
“...Şükür (ve şükrânınızı) izhar edesiniz diye Allah size görme, işitme ve
akletme güçleri (ef’ide) vermiştir.” 83
Demek ki insanın maddî-mânevî her bir uzvu, belli bir iş için
yaratılmıştır. Yaratıldığı işi yapmıyorsa hastadır. Aynen öyle, kalp
de vazifesini yapmıyorsa hasta demektir.84 Kur’ân Yüce Yaratıcı’ya
teveccüh ve şükür için yaratılmış bulunan kalbin, bu görevlerini
yerine getirememesine sebep olan marazı (hastalığı), Kur’an,
77 el-İsfehanî, el-Müfredat, s. 707; İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alil, s. 171
78 el-Merağî, Tefsiru'l-Merağî, I, 51
79 et-Tabatabai, Muhammed Huseyn, el-Mizan fi Tefsiri'1-Kur'ân,
Müessesetü'l-Âlemî, Beyrut, 1973, V, 378; Keza Bk. Elmalılı Hamdi Yazır,
Hak Dini Kur'ân Dili, 1, 227, 230
80 Bk. 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/
Nûr, 50; 33/Ahzâb, 12, 32; 47/Muharnmed, 20, 29; 63/Münâfikun, 3
81 İbn Ebi'1-İzz, Şerhu Akideti't-Tahaviyye, Müessesetü'r-Risale, Beyrut,
1984, II, 360. Keza Bk. İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alîl, 8, 171
82 el-Cürcani, et-Ta'rifât, s. 178
83 16/Nahl, 78
84 el-Gazalî, İhya, III, 80
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
izahını yaptığımız bu âyette ele almaktadır: “Onların kalplerinde
hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını daha da artırmıştır...” 85
Bu âyette söz konusu edilen insanlar, niyet planında kötülüklerle
içli-dışlı olanlar ve de bununla kalmayıp fırsat buldukça bu
kötü niyetlerini gerçekleştirmeye çalışanlardır. Sebeplerin artışıyla
neticenin katlanması demek olan bu durum, tam bir fâsit dairedir
(kısırdöngüdür). Yani bir türlü kalpten sökülüp atılamayan, hatta
sökülüp atılması dahi düşünülmeyen kötü niyetler, başka kötü niyetleri
doğurmuş, bu kötü niyetler üzerine yapılan ameller, yeni
kötü ameller doğurmuş ve netice itibariyle böyle bir fâsit daire
içinde kalmışlardır. 86
“Allah, onların kalplerindeki hastalığı artırmıştır” şeklindeki ifadeye
gelince bu, olayın Allah’a bakan yönüyle ilgili olup kulun niyet ve
tavırlarına bağlı olarak kalpteki marazın yaratılma açısından O’na
ait olduğunu göstermektedir.
Her bir hatadan başka bir hataya, her bir günahtan daha büyük
bir günaha, -hatta mâsiyetlerin en büyüğü olan küfre- değişik
yollar bulunması itibariyle, başlangıçta kalpte küçük bir
sapma olarak beliren marazın, nihayetinde katı bir inkârla noktalanması
imkânsız değildir. Bir diğer ifadeyle, mânen hastalanan
kalbin, bir gün fonksiyonunu icrâ edemez hale gelip bütünüyle
körelmesi mümkündür. İnsan için asıl körlüğün ifadesi olan bu
durum Kur’ân’da sıklıkla ifade edilir. Söz gelimi, kalbi kararmışlardan,
münâfıklardan şöyle söz edilir: “Görürsün sana bakıyorlar
(yenzurûne), ama görmüyorlar (lâ yubsirûne).” 87
Marazlı kalplerin bir mânâ etrafında birleşmeleri de, mümkün
değildir. Çünkü vahdetin en emin yolu olan tevhidi kabullenmeyerek
kaosa düşmüşlerdir; artık birleşemezler. Onların birlik ve beraberliği
ancak dışta, yani bedenî ve maddî planda olabilir: “Sen
onları toplu, bir sanırsın; oysa ki onların kalpleri parça parçadır.” 88
Özetle ifade edecek olursak, mânevî yönden başlangıçta
her kalp sıhhatlidir. Ancak dikkat edilmediği durumda kalbin de
hastalanması
mukadderdir. Zira onun da -kasvetten küfre, ucbdan
kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete kadar- hastalanmasına
sebep olabilecek pek çok düşmanı vardır. Bu itibarla ona
mânevî karantina
şartları hazırlamak, sahibi için son derece önem
arzeden bir husus olmaktadır. 89
85 2/Bakara, 10
86 Abdulfettah Şahin, Kur'an'dan İdrâke Yansıyanlar, Feza Y., İst. 2000, I, 37
87 7/A'râf, 198
88 59/Haşr, 14
89 Yener Öztürk, Kur’an’da Kalp ve Mühürlenmesi, Işık Y., 107-111
NİFAK - MÜNÂFIK
- 31 -
“Münâfıklardaki bu hileciliğin ve bu şuursuzluğun sebebi nedir?”
denilirse, onların kalplerinde, yani ruhanî kalplerinde hiç
görülmedik yok edici bir manevî ve ahlâkî hastalık vardır. Maraz
(hastalık), bedeni sağlam alışkanlığından döndürüp dengesini bozan
ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan bir aksama
durumudur. Fakat maddî şeylerde kullanıldığı gibi, manevi
hususlarda da kullanılır. Sıhhat esas, hastalık ârızîdir, ikinci derecedir.
İlk yaratılışta kalp sağlamdır. Fakat bunlar kalbin sıhhatini
muhafaza etmeye bakmamışlar, kalplerinde büyük bir hastalığa
mübtela olmuşlardır. Burada “maraz” kelimesindeki tenvin, korkutmak
içindir. Demek korkunç bir hastalık var. Bütün ahlâksızlığın
başlangıcı olan büyük bir hastalık var. İdrak ve irâdenin âfeti olan
bir hastalık var. Bu hastalık, inançsızlık hastalığı, şek, şüphe, kuşku
hastalığı, özetle şüphe ve nifak hastalığıdır. Bunlar bütün kötü
niyetlerin başıdır. Buna yakalanan kimse, hak tanımaz, Allah’tan
şüphe eder, Allah’ın emrinden şüphe eder. Allah’ın “onda şüphe
yoktur.”90 buyurduğu kitabından şüphe eder. Allah’ın peygamberinden
şüphe eder. Allah’ın hâlis mü’min kullarından ve onların
doğru olan fiil ve hareketlerinden şüphe eder. Her şeyden şüphe
eder, hatta kendinden şüphe eder. Bilginin kıymeti kalmamıştır.
Fakat benlik, şuurundan da hiç çıkmaz. Onun gözüne hak ve hakikat
kendinden ibaret görünür. Bakar ki kendisi şek ve şüphe ile
doludur. Kendine benzeterek hükmeder. Herkesi ve her şeyi şüpheli
görür. Yerler, gökler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, insanlar, Allah,
Peygamber, hep onu aldatıyor zanneder. Kötü zan ile dolar. Her
şeyden kuşkulanır. Fakat bütün fiil ve hareketiyle yine kendisine
karşı kendisini yalanlar. Zevkine, keyfine, şehvetlerine o kadar tutkundur
ki, onlardan hiç şüphe etmez. “Acaba bunların aslı var mıdır,
bunun sonu ne olacaktır?” demez. Hepsine atılır, sarılır. Onun
için hak ve hayır hiç, zevk her şeydir ve her şey kendisidir. Onu,
ilmî şüphe içinde benlik derdi, kibir, mevki hırsı, baş olma sevdası
sarmıştır. Bunun için imansızken, kendini imanlıyım zanneder. Aldatmayı,
hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar.
Mü’minle mü’min, kâfirle kâfir görünür. Bütün bunları ne zorunlulukla
yaptığını düşünmez. Böyle yapması, bütün uğraştığı bu
şeylerin kendisinden başka bir varlıktan yansıyan bir baskı olduğunu
fark etmez. Böyle hile ve düşmanlık yerine bir temelli sevgi
kurmak için samimi olmaya çalışmanın kendisi için de daha kârlı
olduğunu anlamaz. Bunlar dünya nimetlerine gömülseler, yine iğneli
beşikte gibi yaşarlar. Şüphe ve ara bozma hastalığı böyle can
sıkıcı bir şeydir. O münâfıkların kalplerinde işte bu hastalık vardır.
Ve her hastalık, huy ve tabiat olmadıkça tedavisi mümkündür.
90 2/Bakara, 2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
Bunlar ise bu hastalığı tedavi etmek için gelmiş olan hak dine sarılmazlar
da ondan da kuşkulanırlar.
Bunun üzerine Allah Teâlâ bunların hastalığını arttırmıştır.
Şöyle ki: Allah Teâlâ bir peygamber göndermiş ve ona “kendisinde
şüphe olmayan” bir kitap indirmiş ve onu doğup büyüdüğü
Mekke’de bırakmayıp bütün dünyaya, kıyâmete kadar nur saçmak
için buraya, onların bulundukları yere getirmiş ve insanlar yavaş
yavaş ona iman ederek büyük bir topluluk kurmaya başlamışlar,
eğriliği kaldırıp doğruluğu yayıyorlar, doğru yoldan başka bir şey
istemiyorlar, kuvvetlilerin zayıfları ezmesine imkan vermiyorlar,
hak denildi mi, hatır gönül tanımıyorlar, herkesi eşit tutuyorlar;
zor kullanmakla insanlardan faydalanmak yasak, dalavere yasak,
rüşvet ve adam kayırma yasak, fuhuş ve ahlâksızlık yasak, özetle
her kötülük ve çirkinlik yasak. Bunlardan başka vazifeler, görevler,
mücâhedeler, intizamlı şekillerde muntazam vakitlerde çalışmalar,
uğraşmalar, özetle her türlü güzellik ve hayırlar var. Aç kal,
sabreyle fazilet saç; tok ol, şükret, yine fazilet saç. Putlara tapma,
zevkine esir olma, Allah’tan başka tapılan bir şey tanıma ve ancak
ondan yardım iste. Bu olur mu? Bu hal ile Abdullah b. Übeyy
b. Selûl gibilerin hükümdarlığına nasıl imkân kalır? Sadece para
kazanma hırsına kapılanların ticareti nasıl döner? Allah’ın verdiği
söz, yapacağı bu muydu? “Bu tedavi değil, bir tuzaktır.” diyorlar.
Artık o hastalık, Allah katından bunların kalplerine basılıyor. İkinci
bir huy oluyor da gittikçe artıyor. Onlar da bu yüzden Allah’a ve
mü’minlere hilekârlık yapmaya başlıyorlar.
Maraz (hastalık), bedenin sağlam alışkanlığından sapması ve
görevini istenilen şekilde yapamamasına sebep olan aksaklık durumudur
ki, buna “illet=dert” de denilir. Demek ki şüphe, imansızlık,
inançsızlık da insanda asıl değil, ikinci derecede bir şeydir.
Ve hastalığa mahsus bir durumdur. Her çocuk doğarken iman ve
itikad fıtratıyla/yaratılışıyla doğar, şüphe nedir tanımaz. Bunun
için Hak inancı, Allah’a inanmak fıtrîdir. Bu esas yaratılış, insana
ileride şüpheye düşmesi için değil, şüpheleri atması, doğru yolu
bulması ve geliştirme yoluyla da imanı huy edinmesi için verilmiştir.
Şu halde kalplerinde bu hastalık zorlayıcı değildir. Bunu yapan,
tecrübe güzergâhında nefislerin sağlam yaratılışı gözetmemesi,
kalbin sağlığını korumaması, ahlâkî hastalıkları tedavi etmemesi,
özetle zevk duygusuna çok düşmesi ve her şeyde kendini ve
kendi zevkini görmek istemesidir. Bazı insanlar tecrübe ile bunu
tamamen bulamayınca, hatalar ve isabetsizlikler vâki olduğunu
görünce, kendisinin “hakkın kendisi” olmadığını takdir ve kendinden
önce hakka iman edecek yerde, ilk yaratılışta aldandığını
NİFAK - MÜNÂFIK
- 33 -
söylemeye ve her şeyden şüphe etmeye başlar. Ve bu şüphe ile
mücadele ederek hakkı görmeye ve vücut cereyanının, kendisinin
değil, Hak Teâlâ’nın hükmünde bulunduğunu teslime ve kendisinin
Allah için bir kulluk görevine mahkûm olduğunu itiraf etmeye
benlik sevdası ve irâde zayıflığı engel olur da, şek ve şüpheyi esas
kabul eder. Ve bu şekilde ancak şüpheye inanır ve şüphe kendisi
için hem huy ve hem gaye olur. Ve hayır adına da herkese onu
tavsiye eder, bu yönüyle Reybiyyûn (şüpheciler) ve Sofestaiye (safsatacılar)
bile bir inanışın esiridirler: Şüpheye inanmak. Bu inançta
sâbit bir “ben” yoktur. Çelişme yığını olan bir akıcı fikir, bir (ben)
hayali vardır. Yani hiç gizlenmek istemeyen bir “benlik” dâvâsı,
bencillik, hodgâmlık (kendini beğenmişlik) vardır.
Fakat onlar, bu hastalık ile ve bu hastalığın artmasıyla kalmayacak,
onlar için ahirette ve hatta dünyada pek elem verici, gayet
acı bir azap da vardır. Bu azap, özellikle yalan söylemeleri veya
doğruyu yalan saymaları sebebiyledir. Bunlar, devamlı yalan söylerler,
imanları yokken “imanımız var” dedikleri gibi, eğriyi doğru,
doğruyu eğri gösterirler. Azaplarına sebep de özellikle budur.
Çünkü yalan, önce dünyada büyük bir vicdan azabına sebeptir.
Yalancılar, su üstünde bir yonga gibi çalkalanır ve her an bir iğneli
beşikte yatıyor gibi yaşar. Gerçi dünyada bu da bir alışkanlık olur
ve o azap git gide bir çeşit tatlılığa döner, onu -âdeta- kaşındırır.
Bununla beraber bu kaşınmanın tadı bir uyuz hastalığının kaşıntıları
gibi kanatan, boğucu elemlerle karışık bir taddır. Fakat bunun
ve bu yalan alışkanlığının âhiretteki azâbı büsbütün dehşet vericidir.
Çünkü yalan söyleye söyleye kalp, devamlı yalancı intibâlarla
kaplanır. Ruh artık bununla gelişir. Ruhî hayat bir evham (kuruntular)
âlemi, bir batıllık sahası olur kalır. Hak nuru oraya, ara sıra
yanar döner bir yıldız böceği halinde görünen bir fener gibi gelir.
Artık o kalp ve onun gözleri, kulakları fayda ve zararı, hayır ve
şerri seçemez olur. Kâr der, zarara koşar; iyilik der, şerre koşar;
bahçeyi ateş görür kaçar, ateşi cennet sanır atılır. Derken Hakk’ın
rahmeti ile arasına kalın bir sur çekilir ve fakat bu surun ara sıra
açılır bir kapısı bulunur, o açılırsa Hak nuru rahmet ve saadet oradan
ara sıra imrenmek için görünür ve kapanır.
“Mü’minlerle onların (münâfıkların) arasına bir duvar çekilir ki, onun
bir kapısı vardır; içerisi rahmet, dış tarafı ise azaptır.”91 âyeti gereğince
nihayet bir kapanır, bir daha açılmaz olur. Onlar bâtılın karanlığı
içinde sonsuzluğa kadar hasretle yanarlar, sönmek bilmez kara
bir ateş ile yanarlar. Bu âyette “Allah onların hastalığını artırmıştır.”
buyrulduğu gibi, diğer bir âyette de “Kalplerinde (şüphe ve nifak)
91 57/Hadid, 13
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
hastalığı bulunanların ise, (indirilen sûre), inkârları yüzünden murdarlıklarına
murdarlık katar ve onlar kâfir olarak ölüp giderler.”92 buyrulmuştur
ki, hastalık ile pisliğin ilişkileri de açıktır ve bütün bunlar İlâhî kanunlardır.
İman eden kazanır, etmeyen de yanar, yakılır. 93
İnsanda maddî kalp bir tane olmasına rağmen mânevî kalp
türlü türlüdür. Bunlardan biri de “hasta kalp” ya da “içinde hastalık
olan kalp”tir. Nefis tarafından
işgal edilmiş kalp bu adı alır.
İnsanın iç âleminde akıl ile nefis, kalp ülkesinde savaşmaktadır.
Kalbin siyasî erki nefsin eline geçince, kalpteki bütün
güçlerin
hastalanması mukadder olur. Nefisten, iki yüzlülük, aldatma ve
yalan gibi hastalıklı davranış virüsleri kalbe sızınca, gönül hastalanır.
Hasta kalp hangi davranış bozukluklarına sebep olur?
1. Hastalık derecesinde insana korku getirir: “Kalplerinde hastalık
bulunanların; ‘başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz’
diyerek
onların arasına koşuştuklarını görürsün.” 94
Hasta gönle sahip olanlar korkaklık psikolojisine bürünürler;
yapmamaları
gereken davranışları sergilerler. İnkârcıların düşmanlıklarından
korktukları
için, onlarla dost olmanın çarelerini
ararlar. Kendilerine, toplumlarına ve düşmanlarına karşı ikiyüzlü
bir tavır içinde olurlar.
2. Değerlendirmelerinde hata yaparlar: “O zaman münâfıklarla,
kalplerinde hastalık bulunanlar: ‘Bunları, dinleri aldatmış’ diyorlardı.
Hâlbuki kim Allah’a dayanırsa, bilsin ki Allah mutlak gâliptir, hikmet
sahibidir.”95 Müslümanlara bakıp, dinlerinin onları aldattığını söyleyecek
kadar yanlış değerlendirme yapmak, münâfıklık alâmetidir.
3. Haktan uzaktırlar: “Kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar
için, şeytanın attığı şeyi bir deneme yapsın. Zâlimler, haktan uzak
bir ayrılık içindedirler.”96 Kalbi hasta olanlar, Rahmanî olan mesajla,
şeytanın iğvâsını (vesvesesini) ayıramaz ve bunun neticesinde haktan
uzakta kalırlar. Hastalık, insanla hakikat
arasında bir mesafe
oluşturur. Hasta kalpli insanlar, haktan o kadar uzağa düşerler ki,
ona uzanma imkânları kalmaz.
92 9/Tevbe, 125
93 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Zaman Y., Bakara, 10. âyetin
tefsiri.
94 5/Mâide, 52
95 8/Enfâl, 49
96 22/Hacc, 53
NİFAK - MÜNÂFIK
- 35 -
4. Cinsel sapıklıkları vardır. Aklın nefis üzerindeki kontrolü ortadan
kalkınca, cinsel arzular öne çıkmaktadır.
Öne çıkan cinsel
arzular, insan davranışlarını etki altına alır ve erkek kadını
sadece
bir seks âleti olarak görmeye başlar. Bu tip istismarın sınırı yoktur.
Yüce
Allah, bu sınırsızlığı anlatarak dikkat edilmesinin önemine
işaret etmektedir: “Ey Peygamber hanımları! Eğer korunmak istiyorsanız
çekici bir edâ ile konuşmayın;
sonra kalbinde hastalık bulunan kimse,
size karşı niyetini bozar. Doğru/güzel söz söyleyin.”97 Yüce Allah bu
âyette, kalp hastalığının tanımını yapmakta, insan davranışlarına
olan etkisini belirtmekte ve kalbi hasta olan insandan korunmanın
zorunluluğuna dikkat çekmektedir.
Yüce Allah hasta olan kalbin hastalığını depreştirecek hareketi
tasvip etmemektedir.
Âyeti başka bir açıdan ele alınca şu gerçeği
de yakalamamız mümkündür: Kalp hastalığına dönüşen cinsel içgüdünün
tedavisi çok zordur; bu hastalığın etkisinde kalanların
ondan sakınması en doğru yoldur. Kalp hastalığı denecek kadar
yozlaşmış bir cinsel içgüdü sınır tanımaz.
5. Yapılan bir işten netice çıkartamazlar. Kalbinde hastalık
olanların anlayış ve değerlendirme kapasiteleri kıttır. Bu hastalık,
aklın meselelere sonuç çıkartacak bir şekilde yaklaşmasını önler.
Meselelerin sadece zâhirini görür, iç yüzünden haberi olmaz ve
onlar dünyadaki olayların sadece zâhiri ile ilgilenirler; bilgileri yüzeyseldir:
“Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise,
onlar tamamen gafildirler.” 98
Meselenin iç yüzüne inmek, özünü anlamak ve ondan neyin
kastedildiğini bilmek, hastalıklardan uzak bir kalp ister: “Kalplerinde
hastalık olanlarla kâfirler, ‘Allah bu misalle ne demek istemiştir’ desinler.”
99
Kalplerinde hastalık olanların anlayış kanalları gerçekten başka
yönlere çevrilmiş olduğundan, anlamaları imkânsızdır. Hasta
olan kalp, ıstırap içinde
olduğundan sağlıklı düşünemez, olumlu
değerlendirme yapamaz ve kendisine
sunulan bilgilerin neden ve
niçinini anlayamaz. Kalbi hasta olan insana bir şey öğretemez, onu
herhangi bir konu üzerinde
yoğun bir şekilde düşündüremezsiniz;
zira o, hasta kalbinin meseleleri ile meşguldür. Kalbi hasta olan
kişi, meselelerin özünü anlayamadığı gibi, küfrü
de artar. Bunu
şöyle açıklayabiliriz: İnkâr eden kalp, hastalanır; hastalanan kalp
küfrünü daha da artırır. Böylece, inkâr ile kalp hastalığı arasında
97 33/Ahzâb, 32
98 30/Rûm, 7
99 74/Müddessir, 31
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
derinden
bir ilişki olduğu esası kendini göstermiş olur: “Kalplerinde
hastalık olanlara gelince, onların da inkârlarını (ricslerini) kat kat arttırır ve
onlar artık kâfir
olarak ölürler.” 100
Demek ki kalp hastalığı, inkârı, tükenmeyen bir süreç haline
getirmektedir.
Kur’an, kalp hastalığı ve inkâr gibi üç önemli kavram
bir araya gelince, ilginç bir tavır ve davranış biçimi ortaya çıkmaktadır.
Hasta kalp Kur’an’la karşılaşınca, öylesine aşırı bir tepki
göstermektedir ki, inkârını kat kat artırarak,
Kur’an’a karşı kendi
etrafında bir çeşit duvar örmektedir. İşte o zaman, insan aklının
Kur’an’a uzanan anlayış kanalları tıkanmakta; aşılması zor perdeler
oluşmaktadır.
Yukarıda meali verilen Tevbe sûresi 125. âyetteki “rics” kelimesi,
devenin kükremesi, bulutların şiddetli gürlemesi, çirkin iş, pislik,
binanın sarsılması, murdar mânâlarına gelir. Fahruddîn Râzî rics
kavramına bâtıl inançlar yahut kötü huylar mânâsını vermektedir.
Birinci mânâya göre, söz konusu kişiler, Kur’an’a karşı inkârlarına
inkâr eklemişlerdir. İkinci mânâya göre ise, haset ve düşmanlıklarını
ileri götürmüşlerdir. 101
Rics kavramının lügat mânâsı ile Râzî’nin verdiği anlamları
birleştirdiğimizde
ilginç bir psikolojik analiz ortaya çıkacak, davranış
psikolojisinin önemli bir boyutu tesbit edilmiş olacaktır. Hasta
kalp cerahatlenmiş bir çıban gibi depreşmektedir. Depreşen bu
yaraya dışarıdan dokunulduğunda sancısı iyice artar ve kişi, çıbanlı
organına dokunan şeyden âni bir refleksle uzaklaşır.
Hasta gönle,
Kur’an tedavi etmek üzere dokununca, dokunanın doktor olup
olmadığına bakmaksızın kükrercesine bir tepki gösterir. İşte bu
tepkinin adı rics’dir. Bu tepki zamanla -Râzî’nin dediği gibi- huy
halinden mizaç halini
alır. Bu öylesine bir depremdir ki, şahsiyet
binasını temelinden sarsar. İnsanı murdarlaştıran bu tepkinin şiddetini
Yüce Allah şöyle anlatmaktadır: “Böyle iken onlara ne oluyor
ki, âdeta
arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi Kur’an’dan (öğütten)
yüz çeviriyorlar?” 102
Yüce Allah’ın “Onlara ne oluyor ki?” sorusunun cevabı, kalplerindeki
hastalığın
verdiği rahatsızlıktır. Kalp hastalığı, insanı
“gerçek”ten uzaklaştırır. Hz. Nuh’un dâvet olayında da aynı gerçek
yaşanmıştır: “Nuh, ‘Rabbim!’ dedi, ‘Doğrusu ben kavmimi
gece gündüz
davet ettim. Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını
arttırdı.” 103
100 9/Tevbe, 125
101 Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), c. 12, s. 236
102 74/Müddessir, 49-51
103 71/Nûh, 5-6
NİFAK - MÜNÂFIK
- 37 -
Âyetteki “kaçmalarını arttırdı” ifadesi, gönül hastalığına tedavi
için dokunan
dâvetin, büyük bir tepkiyle karşılaşmasını anlatmaktadır.
Bir dâvetin, öğretilen
bir bilginin her zaman olumlu tepkiyle
karşılanması mümkün değildir. Fakat tepkinin, insanın psikolojisine
göre oluşan kısmıyla, olumlu veya olumsuz olması aynı derecede
muhtemeldir. Bu ihtimali olumsuz yöne kaydıran
şey, kalp
hastalığıdır. Âyette şöyle buyrulmaktadır: “Kendilerine
bir uyarıcı
gelirse, herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklarına dair
bütün güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi. Fakat onlara
uyarıcı gelince, bu,
onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şeyi artırmadı.” 104
“Haktan uzaklaşmayı artırmak” beklenenin ve verilen sözün aksine
hareket etmektir. İnsan hakikate, uyarıcıya, Kur’an’a sırtını
dönünce, Bakara, 10. âyetinin
ikinci bölümü olan “Allah da onların
hastalığını artırmıştır” eylemi gerçekleşmektedir.
Allah durup dururken,
kulunun mânevî hastalığını arttırır mı? O zaman kuluna
zulmetmiş olmaz mı? İşte yukarıda verilen âyetlerin bütünü ele
alınınca şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Kul hakikat karşısında gösterdiği
tepkilerini
kat kat artırınca, Allah da bunu onaylamaktadır.
Allah’ı ve iman edenleri aldatmayı amaçlarken, şuursuzca
kendilerini aldatan
bu insanların kalplerindeki mânevî hastalığı
Yüce Allah daha da arttırmaktadır.
Kalbi hasta olduğu halde
doktordan kaçan insanın hastalığı nasıl artarsa, Allah’tan uzak
kalan insanın da manevî hastalığı da öyle artar.
Kalp hastalığının Allah tarafından artırılışının ardından, bu
insanlar yalan konuşmaları nedeniyle elem veren azâba uğrayacaklardır:
“Yalan söylemeleri nedeniyle, onlar için elîm bir azap vardır.”105
Elîm azâbın kula gelmesi, kendi yaptığı amelin neticesidir. Âyetin
bu kısmında,
yalan söylemenin karşılığının elîm azap olduğu söylenmektedir.
Kul kendi azâbını, kendi elleriyle hazırlamakta, kendi
amelleriyle tutuşturmaktadır: “Gerçekten ‘Allah fakir, biz ise zenginiz’
diyenlerin sözünü, yemin olsun Allah işitmiştir. Onların dediklerini,
haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile birlikte yazacağız
ve diyeceğiz
ki: ‘Tadın o yakıcı azabı.’ Bu, dünyadayken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun
karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.”106 Bu ve benzeri
âyetler, kulun azâbını, kendi elleriyle hazırladığını göstermektedir.
107
104 35/Fâtır, 42
105 2/Bakara, 10
106 3/Âl-i İmrân, 181-182
107 Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c. 1, s. 211-
216
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
Kalbin Bozulma Safhaları
Kur’ân’da geçen üç kelime vardır ki, bunlar hemen hemen günahın
kalpteki oluşumuna hasrolunmuştur: Zeyğ, rayn ve kasvet.
Kalbin mâruz kaldığı zeyğ ve rayn, kasvet’e kadar, inkâra uzanan
yolda iki alt safhayı teşkil etmekte; kasvet ise, kalbin bütün hayır
ve gerçekler için kapalı, her türlü kötülük ve günah için ise açık
ve hazır olduğu durumu resmetmektedir.108 Şimdi bu kavramları
sırasıyla ele alıp kısaca değerlendirmeğe çalışacağız.
a- Zeyğ: İstikametten sapmak, meyletmek anlamına gelen
bu kelime109 Kur’ân’da sekiz yerde geçmektedir. Üç yerde bakışlar
(ebsâr) için110 bir yerde de İlâhî emirden sapma anlamında111
kullanılmıştır.
Diğer dört yerde ise tamamen kalbin haktan, doğru
olandan aksi istikamete meyletmesi mânâsına kullanılmıştır. 112
Dinin emir ve kayıtlarından kalbin sapmasını ifade eden zeyğden,
tevbe yoluyla kurtulup, yeniden aslî çizgiye dönmek mümkündür.
Nitekim Tevbe sûresinin bir âyetinde, başlangıçta kritik
bir anda Tebük seferine çıkmaya pek arzulu olmadıkları halde, nefislerinde
gerçekleştirdikleri bir mücâhedeyle zaaflarını aşan bazı
müslümanlar için şu ifadelere yer verilir: “Allah, Peygamberini savaşa
katılmayanlara izin verdiğinden ötürü afetti(ği gibi), o güçlük saatinde
ona uyan muhâcirleri ve ensârı da affetti. O zaman içlerinden bir kısmının
kalpleri zeyğe (kaymağa) yüz tutmuşken, yine de onların tevbesini kabul
buyurdu.” 113
Haktan sapma basit bir muhâlefetle başlar; günah adına atılan
bir adımla genişler. Söz gelimi, bir kere yalan söyleme, inkâra doğru
atılmış bir adım ve aynı zamanda imandan da o miktar soğuma
demektir. Keza, bir kere zinâya yaklaşma, küfre doğru bir adım
ve imana da o ölçüde yabancılaşma demektir. Kur’ân-ı Kerim’in
tam bu noktada -Cenâb-ı Hakk’ın vermiş olduğu hidâyetten sonraiman
eden insanların kalplerinin zeyğe düşmemesi
için şu duâyı
öğütlemesi gayet dikkat çekicidir: “Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten
sonra kalplerimizi eğriltme (lâ tuziğ -zeyğ etme-).” 114
Bu sapmaların kalpte etkilerinin yaratılması ise, Allah’ın bir
kanunudur.115 Bu bağlamda bir âyet-i kerimede
şöyle buyrulur:
108 Bk. Sadık Kılıç, Kur'ân'da Günah Kavramı, Hibaş Y., Konya, 1984, s. 168
109 el-İsfehanî, el-Müfredat, s. 318
110 Bk. 33/Ahzâb, 10; 38/Sâd, 63; 53/Necm, 17
111 Bk. 34/Sebe', 12
112 Bk. 3/Âl-i İmrân, 7, 8; 9/Tevbe, 117; 61/Saff, 5
113 9/Tevbe, 117
114 3/Âl-i İmrân, 8
115 Esasında, Kur'ân'ın, insanlığa verdiği en büyük ders olan tevhid ilkesi de
NİFAK - MÜNÂFIK
- 39 -
“...Onlar (haktan) sapınca (felemmâ zâğû) Allah da onların kalplerini
(hidâyetten) uzaklaştırdı/saptırdı...” 116
Pek çok âyette vurgulandığı üzere, kalpte meydana gelen
müsbet veya menfi her türlü oluşum Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşir.
Nitekim bu âyette, izâğe (saptırma/eğriltme işi) açık bir
şekilde Allah’a isnad edilir. Ancak bu âyetin baş tarafında ‘felemmâ
zâğû’ şeklinde yer alan cümle ile buna sebep olanların, insanların
bizzat kendilerinin olduğu hatırlatılır ve böylece bunun,
‘cezanın cürme terettübü’ (cezanın amel cinsinden olduğu) nevinden
bir durum olduğu vurgulanır.
Netice olarak diyebiliriz ki zeyğ, başlangıçta Yaratıcı tarafından
istikamete programlanmış kalbin, iman ve sâlih amelle
işlettirilmeyip hevânın etki alanına terk edilmesiyle, duyarlılığını
kısmen veya tamamen kaybettiği halin ifadesidir. Başka bir ifadeyle,
zeyğ, boşluk kabul etmeyen kalbin, istikametten ayrılması
neticesinde, yerini kaçınılmaz olarak bir eğriliğe/bozukluğa bıraktığı
durumun adıdır. Gerçeğin iz’an ve kabulüne güçlük teşkil
eden bu durumu, Kur’ân’da günahların kalpte meydana getirdiği
ifsâdın bir ilk parametresi olarak değerlendirebiliriz. 117
b- Rayn: Lügatte, pas, is ve kir118 gibi anlamlara gelen rayn,
Kur’ân’da, günahların kalbi istilâ etmesi anlamında kullanılır. Bu
kelimenin geçtiği bir âyette şöyle denir: “Doğrusu, (işleyip) kazandıkları,
kalplerinde rayn/pas olmuştur/tutmuştur.” 119
Üst üste işlenen ve nihâyetinde kalbin körelmesine yol açan
bir maraz olarak da tarif edilen120 rayn, Hz. Peygamber’in (s.a.s.)
beyânında ise, şu ifadelerle ele alınır: “Kul bir günah işlediğinde kalbinde
siyah bir nokta belirir. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar
ederse (ondan sıyrılırsa) kalbi yine parlar/saydamlaşır. Yok, (tevbe ve istiğfar
etmeyip) günaha devam ederse bu leke çoğalır. Nihayet arta arta öyle
bir raddeye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi istilâ eder; işte Allah’ın
Kur’ân’da zikrettiği rayn budur.” 121
bunu gerektirir. Allah, gerek mülkünde, gerekse icraatında tektir, yani
kalpte hidâyetin oluşması O'nun irâde ve kudretine bağlı olduğu gibi;
zeyğ de, yalnızca O'nun izni ve yaratmasıyla meydana gelir. Onsuz ve
O'na rağmen ne enfüste ne de âfakda bir şeyin varlık sahasına çıkma
imkânı vardır.
116 61/Saff, 5
117 Yener Öztürk, a.g.e., s 112-113
118 el-İsfehani, el-Müfredat, s. 303
119 83/Mutaffifin, 14
120 eş-Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, V, 450; Yine Bk. İbn Teymiyye, el-İman, s. 29
121 Tirmizî, Tefsiru sûre (83), 1; İbn Mâce, Zühd 29; Ahmed bin Hanbel, Müsned,
II, 97
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
Amellerin, kalbi nasıl etkilediğini çarpıcı bir biçimde ortaya
koyan söz konusu bu ayet ve hadisler göstermektedir ki, günahlar
devam ettikçe kalpleri bir kılıf gibi kaplamakta ve kalpte silinmesi
güçleşen ikinci bir tabiata sebep olmaktadır. Bununla birlikte
‘rayn, tab’ kadar bir olumsuzluk ifade etmez.’ 122
Söz konusu bu kalpler, işledikleri günahlar içinde öylesine
örtülmüş kalmıştır ki, fıtratlarında hakka müteveccih olan kabiliyetleri
kapanır hale gelmiştir. Zira işlenen her bir günah, emsali
günahlara birer çağrı ve davetiye mesabesinde olması hasebiyle
fasit bir dairenin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Hemen belirtmiş
olalım ki, burada da ‘müsebbebi (sebebe bağlı olarak meydana
gelen böyle bir neticeyi) Allah yaratmıştır. Ancak müsebbebin yaratılmasına
sebeb olan yine insanın kendisidir.’
123
Bu bağlamda, rayn ile yakın bir anlamda Kur’ân’da zikredilen
diğer bir ifade de rics kelimesidir. Lügat anlamı itibariyle, ‘ters,
pislik’ manasına gelen rics, kendisi pis ve kirli olan şeyler için kullanıldığı
gibi, kalbi bir ters tabakası gibi örten pislikleri ifade için
de kullanılır. 124
İnsanın gerçek benliği kalpte olduğundan kalbini ricsin kapladığı
insanlar da, bütünüyle rics olma noktasına gelmişlerdir;
bu bakımdan ehl-i nifak ve küfrün amelleri de rics sayılmıştır.
Kur’ân’da, kalplerinde maraz bulunanların rics üstüne ricse maruz
kalacakları ve bunun küfr içinde bir ölümü netice vereceği
bildirilmiştir: “Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden biri çıkar, ‘bu sure
hanginizin imanını artırdı?’ der. Fakat mü’minlere gelince, her inen sure,
onların imanını arttırmıştır, ve onlar birbiriyle müjdeleşip durmaktadırlar.
Kalplerinde hastalık olanlara gelince; (bu sureler) onların ricslerine rics
katmıştır. Ve onlar kâfir olarak ölüp gitmişlerdir.” 125
Günahlarla kararmış bir kalpte, -tâbir yerindeyse- güneşin ışınlarından
daha parlak ve daha müessir vahyin manevî şuaları kolayca
yer bulamaz; göz bakar, kulak dinler ama, ne baktığından
ne de dinlediğinden bir şey anlar.
Kısaca ifade edecek olursak, gerek düşünce gerekse amel bazında
üst üste işlenen günahlar kalbin, ‘hakkı anlama ve kabul
etme kabiliyetinin’ sönmeye yüz tutmasını netice verir ki, bu durum,
Kur’ân dilinde ‘rayn/pas’ esprisi içinde somut bir ifadeyle anlatılmıştır.
126
122 Bk. İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alil, s. 164
123 İbn Kayyim el-Cevziyye, aynı yer
124 el-İsfehani, el-Müfredat, s. 274
125 9/Tevbe, 124-125
126 Yener Öztürk, Kur’an’da Kalp Ve Mühürlenmesi, Işık Y., s. 114-115
NİFAK - MÜNÂFIK
- 41 -
c- Kasvet: Lügatte, katılık, sertlik ve kuruluk anlamlarına gelen
kasvet,127 kalp ile birlikte kullanıldığında kalbin kararması ve
katılaşmasını ifade eder.128 ‘Böyle bir kalp, bütün fıtrî ünitelerini
kaybetmiş demektir.’ 129
Kur’ân’da inkâra saplanmışların/şartlanmışların kalpleri bu katılığa
benzetilmiştir.130 öyle ki, kalpleri taştan daha da katı hale
gelen131 bu insanlar için, dağlar yerinden oynasa, yer yarılsa 132
gökten onlara melekler inse yahut ölüler kendileriyle konuşsa 133
yine de onların kalbine hiç bir hayır işlemez.134 Bütün bu ifadeler
ilahî sadânın çağrısına inatla direnen kâfir/inkârcı yüreklerin halini
anlatmak için kullanılır. 135
Âyet-i kerimelerde, inkârcıların, inanma kabiliyetlerini yitirmiş
kalplerinin kasveti, taşın katılığına/sertliğine benzetilmiştir.
Kur’ân’daki bu teşbihleri değerlendiren Ebû Mansur el-Maturidî,
‘kalbin, katılık hususunda başka bir şeye/madene değil de taşa
benzetilmesinin hikmetiyle’ alakalı olarak şu ifadeyi kullanmıştır:
“Ateş, demir ve madenleri eritebildiği halde, taşı eritememektedir.”
136
Kur’an, bitmez zannedilen hayat içinde, nefsin uzayıp giden
tutkularını ve Allah’a verilmiş olan ahdin/sözün dikkate alınmayıp
bile bile çiğnenmesini, kalp kasvetini besleyen sebepler arasında
zikreder: “Mü’minlerin Allah’ı anma ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle
kalplerinin ürpermesi/yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Sakın onlar
ehl-i kitab gibi olmasınlar. (Zira) onların kalpleri, uzayıp giden zaman
içinde (kapıldıkları nefsanî arzuların ağında) katılaşmış ve çoğu fâsık (fısk-ı
fücur sahibi) olmuşlardı. Ahitlerini/sözlerini bozduklarından ötürü, onları
rahmetimizden
mahrum bıraktık, kalplerini de kaskatı hale getirdik.” 137
Geçmişte yaşamış insanların şahsında, Kur’ân’ın, kalp kasvetini
sık sık gündeme getirmesi, hal-i hazırdakileri ve gelecektekileri
bu tehlikeli akıbetten sakındırmak içindir.
127 İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, XV, 181
128 İbn Manzur, a.g.e., XV, 181
129 el-Merağî, Tefsiru'l-Meraği, I, 51
130 el-İsfehani, el-Müfredat, s. 609
131 2/Bakara, 74
132 13/Ra'd, 30
133 6/En'âm, 111
134 Fahruddin er-Razî, Mefahitu’l-Ğayb, III, 129
135 Toshihiko Izutsu, Kur'ân'da Dini ve Ahlakî Kavramlar, Pınar Y., s. 175
136 el-Maturidî, Ebu Mansûr, Tevilatu Ehli's-Sunne, (thk. İbrahim Avadîn ve
es-Seyyid Avadîn), Kahire, 1971, s. 197
137 5/Mâide, 13
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
Kasvetin beşer tarihinde en tipik temsilcileri olarak karşımıza,
İsrailoğulları çıkmaktadır. Tevhidden sonra şirke kayan bu tiplerin
halini, Kur’ân, bir başka ayetinde şöyle aktarır: “Bunun arkasından
yine kalpleriniz katılaştı. Şimdi o taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşın
öylesi vardır ki, yarılıp ondan su fışkırır, öylesi vardır ki, ondan ırmaklar
akar, öylesi de vardır ki, Allah korkusundan aşağıya düşer.” 138
Bu âyet, yahûdilerin kalplerinin, hakkı kabul etmeme ve yapılan
öğütlerden etkilenmeme hususundaki sertlik ve katılıklarının,
taşları bile imrendirecek bir dereceye vardığını anlatmaktadır.139
Aynı insanların daha sonra, Hz. Peygamberi birçok sıfatı ile tanımış
olmalarına rağmen iman etmemeleri de, ancak böyle bir katılıkla
izah edebilir... 140
Kalp kasveti, ilahî hidayet ve rahmetten nasibini almamış her
bir insan için söz konusu olabilecek bir durumdur, bunun özel bir
dönemi ve coğrafyası yoktur.
Dün, arena ve hipodromlarda ellerindeki esirleri aç arslanlara
parçalatanların sahip oldukları kalplerle, bugün, eskisini aratmayan
usullerle çaresizlere eziyet edenlerin kalpleri aynı kasveti taşımaktadır.
Kasvetin, bütün günah ve kötülüklerin kaynağı olması ve bu
durumun kulu Rabbinden uzaklaştırması141 sebebiyledir ki, Kur’an,
kasvetli kalpleri ayıplayıcı bir üslûpla kınamıştır: “Allah’ın zikrine
(mesajına ) karşı kalbi kasvet kesilmişlere yazıklar olsun.” 142
Kısaca ifade etmek gerekirse, Kur’an’da ‘kasvet’ ifadesiyle dile
138 2/Bakara, 74. Katı kalpler için 'taş gibi, demir gibi' benzetmesi, sıkça karşılaşılan
bir husus olmakla beraber, Kur'ân'ın 'o kalpler taşlar gibi daha
da kasvetli' dedikten sonra, bu durumu açıklayıcı mahiyette ifadeler serdetmesi
gayet dikkat çekicidir:a- Taşların öylesi var ki, içinden nehirler
kaynıyor: Pek çok nehrin, kayalıklardan müteşekkil dağlardan kaynadığı
bugün ilmen de bilinen bir gerçektir.b- Öylesi var ki, çatlıyor da bağrından
sular fışkırıyor: Meselâ, Hz. Mûsâ bir taşa vurunca, on iki musluklu
bir çeşme olur ve on iki İsrailoğlu boyu, her biri ayrı bölümden suyunu
alır. (Bk. 2/Bakara, 60)c- Taşların öylesi de var ki, Allah korkusundan yerlere
yuvarlanıyor: Meselâ, Hz. Mûsâ Cenâb-ı Hakk'ı görme talebinde bulununca,
Allah dağa tecelli eder, dağ paramparça olur (Bk. 7/A'râf, 143).
İşte taşlar o sertliğiyle beraber, böyle tecellilere mazhar olmuşlardır. Bu
insanların kalbi ise öyle kasvet bağlamış ki, o kalplerden ne marifet nehri
akıyor, ne kalp gözlerinden yaşlar dökülüyor, ne de İlâhî tecelliler karşısında
bir yumuşama gözüküyor. (Bk. Şadi Eren, Kur'ân'da Teşbih ve Temsiller,
Işık Y., İstanbul, 2001, s. 159)
139 Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, 1, 101.
140 Hayati Aydın, Kur'ân'da insan Psikolojisi, Timaş Y., İst, 1999, s. 193
141 Kemâlüddin İbn Hümam, Kitabu'l-Müsâyere, Çağrı Y., İstanbul, 1979, s. l94
142 39/Zümer, 22
NİFAK - MÜNÂFIK
- 43 -
getirilen bu kerte/aşama, “Allah onların kalplerini mühürlemiştir”143
âyetindeki haberin tahakkuk ettiği bir durumdur. Artık ne imana
yol kalmıştır ne de küfürden kurtuluş çaresi. Böyle bir neticeye kul
yönelmiş, Allah da yaratmıştır. 144
Kalp Hastalığı
Kur’an, kalbin görevini lâyıkıyla yapmasını engelleyen hastalıktan
bahsetmektedir. Kalp nefsî ve ruhî hastalıklarla kirlenir.
Kalbi kuşatan bu kirler onun sağlıklı düşünmesini, hakkı ve doğruyu
bulmasını engeller. Günah kirleri kalpte arttıkça daha şiddetli
hastalıklara yakalanır; bunların en tehlikeli olanları nifak ve küfür
hastalıklarıdır. İnsan kalbindeki hastalıkların tedavi edilmemesi;
başka bir ifâdeyle insanın yaptığı hatalardan pişman olmaması
ve günah işlemeye devam etmesi kalbini daha da karartır, kalp
kararması arttıkça kalbin katılaşması da daha fazla artar ve kalp
gittikçe taşlaşır, hatta taştan da daha fazla katılaşır. Artık bu derekeye
düşen kalp Allah’ın zikri karşısında duyarsız
hale gelir, olay
ve hâdiselerden ders ve ibret almaz, öğütler kendisine fayda sağlamaz.
Geçici dünya zevkleri peşinde
koşar, günah bataklığının
dibine çöker, hayatı oyun ve eğlenceden ibaret hale gelir. Bu tür
kalbe sahip olan insanlar,
sadece baş gözüyle görür ve sadece baş
kulağıyla işitirler ve aynı zamanda hakikatin sadece bunlardan
ibaret olduğunu sanarak dalâlet bataklığında bir ömür tüketirler.
Artık bu insanların rehberi akıl değil, hevâ ve nefsî arzulardır.
Kalp kirliliği derece derecedir. Kimi kalp kirliliği hafiftir.
İnsanın
günlük hayatında yaptığı rutin ibâdetlerle temizlenir.
Bunlar
kalbin yapmaya meylettiği ve insan hatırına gelen kötü düşünceler
gibi hafif kirlerdir.” 145
Yüce Allah, sahâbenin Hz. Peygamber’e karşı olan ilişkilerini
belirlerken, izinsiz evine girmemelerini ve hanımlarından
bir şey
isteyecekleri zaman bir perde arkasından sormalarını,
bunun her
iki tarafın kalbi için de daha temiz olduğunu
bildirmektedir: “Ey
iman edenler, (rasgele) Peygamber’in evlerine girmeyin.
Ancak yemek
için size izin verilir de girerseniz (erkenden gelip) yemeğin pişmesini beklemeyin,
çağrıldığınız zaman
girin; yemeği yiyince dağılın, (birbirinizle
veya ev halkı ile) söze dalmayın. Çünkü bu (hareketiniz) Peygamber’i incitiyor,
fakat o, (size bunu söylemekten) utanıyordu. Ama Allah, hakkı söylemekten
utanmaz. Onlardan (yani Peygamber’in hanımlarından) bir şey
istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem
143 2/Bakara, 7
144 Yener Öztürk, a.g.e., s. 116-118
145 Bk. et-Taberi, Câmiu’l-Beyân, XII, 131-132
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
de onların kalpleri için daha temizdir.”146 Bu âyette Hz. Peygamber’in
hanımlarından perde arkasından olmaksızın bir şeylerin istenmesinin
kalp kirliliğini gerektirecek bir davranış olduğu ve bundan
kaçınmanın
gerekliliği vurgulanmaktadır. Bu âyetten hareketle
mahrem olmayan erkeklerle kadınların birbirlerine karşı mesafeli
durmalarının gereği anlaşılmaktadır. Doğal olarak erkeklerle kadınların
birbirlerine karşı bir meyli vardır.
İslâm bu fıtrî meyli dikkate alarak bu meyil ve ilişkinin karşılıklı
rızâya dayanan meşrû evlilikler yoluyla yerine getirilmesini istemiştir.
İslâm’da insanın harama muhtaç olmayacak kadar geniş bir
helâl sahası vardır. Kur’an’da Hz. Peygamber’in hanımlarına da
hitap edilerek,
yabancılarla konuştuklarında yumuşak bir edâ ile
konuşmamaları
gerektiği, çünkü yumuşak bir edâ ile konuşmaları
halinde, bunun, kalbinde hastalık bulunanların kötü şeyler ümit
etmelerine yol açabileceği belirtilmektedir: “Ey peygamber kadınları!
Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’ın buyruğuna
karşı gelmekten) korkuyorsanız, sözü yumuşak (tatlı bir edâ ile) söylemeyin
ki, kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin; uygun ve ciddi
(kuşkudan uzak bir biçimde) söz söyleyin!’ 147
Âyetten anlaşıldığı üzere bir kadının bir yabancı erkekle
konuşmasında
herhangi bir sakınca bulunmamaktadır.
148 Ancak böyle
bir durumda kadının ses tonu ve konuşma tarzı, karşıdaki erkeğin
ilgisini çekmeyecek bir ciddiyette olmalıdır. Kadının ses tonunda
bir yumuşaklık, konuşmasında
kadınsı bir sıcaklık ve karşıdaki erkeğin
duygularını tahrik edecek, hasta kalpleri ümitlendirecek ve
nefsî arzuları heyecanlandıracak bir tatlılıkta olmamalıdır.
Kalp kirliliğinin en kötüsü nifak ve küfür kirliliğidir; çünkü bu,
insanın cehennem azâbına çarptırılmasını gerektirir
ve bu kişilerin
affedilmesi de söz konusu olmaz: “Ey Rasûl, ağızlarıyla ‘inandık’
dedikleri halde kalpleri inanmamış olanlar arasında küfürde yarış edenler
seni üzmesin.
Yahûdiler arasında da yalana kulak veren, sana gelmemiş
olan bir kavme kulak verenler vardır Onlar kelimeleri yerlerinden kaydırırlar:
‘Eğer size bu verilirse alın, bu verilmezse sakının!’ derler. Allah birini
şaşırtmak isterse, sen onun için Allah’a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar
öyle kimselerdir ki Allah, onların kalplerini temizlemek istememiştir.
Onlar
için dünyada rezillik var ve yine onlar için âhirette de büyük bir azap
vardır.” 149
146 33/Ahzâb, 53
147 33/Ahzâb, 32
148 Bk. M. Zeki Duman, Beş Sûrenin Tefsiri (Fatiha, Ahzâb, Hac, Hucurât,
Mümtahine), Ankara, 1999, s. 97-98
149 5/Mâide, 41
NİFAK - MÜNÂFIK
- 45 -
Âyette anlatılanların kalpleri, en kötü addedilen bir pislikle
kirlenmiştir. İşte bu pislik, küfür pisliğidir. Bunlar kendi irâdeleriyle
küfrü seçip ısrar ettiklerinden, dünyevî imtihan gereği Allah da
kalplerini temizleyip onları bağışlamaz.
Aksine kalp kirliliklerine
kirlilik ekler, çünkü onlar irâdelerini ve tercihlerini kötü yolda kullanmaktadırlar:
“Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını
arttırmıştır. Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azap vardır.” 150
Bu âyet, “nifak”tan, bir kalp hastalığı olarak bahsetmektedir.
Çünkü kalp aynı zamanda dönekliğin, değişkenliğin,
inkârın ve
gerçekleri gizlemenin de yeridir. Nifak hastalığına yakalanan kalp,
hep korku ve endişeler içinde olur. Bu durumda olan kalp, görevini
lâyıkıyla yerine getirmediğinden
cehennem azâbını hak eder.
Çünkü şüphe pençeleri
iman derisine takıldığında onu param parça
eder. Fitne kıvılcımları kalbine ilişen, yakıcı azâba girer. Kuşku
ve desiselerin,
kulaklarını tıkadıkları ise kalbi ile tasdik arasına bir
engel teşkil eder.151 Bu hastalığa yakalananlar, yeryüzünde bozgunculuk
yaparlar, fitne ve fesad çıkarırlar: “Onlara: ‘Yeryüzünde
bozgunculuk yapmayın’ dendiği zaman: ‘Biz sadece düzelticileriz’ derler,
iyi bilin ki, onlar fesatçılardır/bozgunculardır; fakat anlamazlar.” 152
Diğer bir âyette, Kur’an’ın bir sûresi indiğinde kalplerinde
hastalık olanların pisliklerine pislik kattığı ve onların kâfir olarak
ölecekleri bildirilir: “Fakat yüreklerinde hastalık olanlara gelince (bu),
onların
pisliklerine pislik katar. Ve onlar kâfir olarak ölürler.” 153
İsfehânî’nin belirttiğine göre, kalp inançların tarlası konumundadır.
Kalpteki inançlar da tohum gibidir. Yüce Allah’ın
Kelâm’ı ise tarlayı sulayan yağmura benzemektedir. Yağmurun
suladığı tarlanın bitkileri farklı tohumlara göre farklılık arz ettiği
gibi, Kur’an’ın da aynı şekilde kalplerde kök salan inançlar üzerinde
etkisi farklı olur.154 Şu âyet buna işaret eder: “Güzel olan ülkenin
bitkisi, Rabbinizin izniyle çıkar; kötü alandan ise yararsız bitkiden başka
bir şey çıkmaz.” 155
Âyette geçen rics kelimesi, soyut pisliklerin en kötüsüdür.
Kalplerinde hastalık bulunanlar, içlerinde nifak pisliğini taşıyanlar,
pisliklerine pislik katarlar ve bu pislik kâfir olarak
ölmelerine de
150 2/Bakara, 10. Diğer Örnekler için Bk. 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe,
125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50; 33/Ahzâb, 12, 32, 60; 47/Muhammed, 20, 29;
74/Müddessir, 81
151 İbn Kayyım el-Cevzîyye, Medâricu's-Sâlikîn, Dâru'l-Hadis, Kahire, trs., I, 379
152 Bk. 2/Bakara, l1-12
153 9/Tevbe, 125
154 el-İsfahanî, ez-Zeri'a, s. 208
155 7/A'râf, 58
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
neden olmaktadır. Çünkü onlar kendilerini düşünmekten ve aklî
muhâkemeden alıkoyarak akıllarını işlevsiz hale getirmiş ve gerçeği
yalanlamaya, nankörlüğe ve inkâra kalkışmalarıdır: “Allah’ın
izni olmadan hiç kimse inanmaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını
kullanmayanların üzerine kor.” 156
Yüce Allah küfür ve nifâkı rics/pislik olarak nitelendirdiği
gibi,
münâfıkları da pislik olarak nitelendirmektedir. Çünkü onlar pislik
işleye işleye bizzat kendileri de pislik olurlar: “Siz yanlarına geldiğiniz
zaman kendilerinden vazgeçesiniz
diye Allah’a yemin edecekler. Onlardan
vazgeçin, çünkü onlar murdardır. Kazandıkları işlerin cezası olarak
varacakları yer de cehennemdir.” 157
Nifak hastalığına yakalanan kimse, her şeyden kuşku duyar;
Allah’tan şüphe eder, Allah’ın emrinden şüphe eder, Allah’ın peygamberinden
şüphe eder, mü’minlerden ve onların
iyi niyetli fiil
ve hareketlerinden şüphe eder. Onun nazarında
bilginin ve marifetin
kıymeti kalmamıştır. Kendisi şüphe içinde olduğu için herkesi
ve her şeyi de şüpheli görür. Aldatmayı, hile yapmayı, entrika
çevirmeyi üstünlük ve başarı
sayar. Mü’minle mü’min, kâfirle kâfir
görünmekte bir beis görmez. Onun herhangi bir değer yargısı
yoktur; her şey menfaat ve çıkar esasına dayanır. 158
Münâfıkların âhiret inancı olmadığı için ölmekten korkarlar,
bunun için savaşa gitmek istemezler: “Ancak Allah’a ve âhiret gününe
inanmayan, kalpleri kuşkuya düşmüş ve şüpheleri içinde bocalayıp
duranlar, (savaştan geri kalmak için) senden izin isterler.” 159
Münâfıklar, bu durum üzerine ısrar edip öldüklerinde Yüce
Allah’ın rahmetiyle aralarına kalın bir duvar örülür ve artık rahmet
kapısı yüzlerine kapanır ve bir daha açılmaz olur: “O gün münâfık
erkekler ve münâfık kadınlar (cennete gitmekte olan) mü’minlere derler
ki: ‘Bize bakın da sizin nurunuzdan yararlanalım.’ Onlara: ‘Arkanıza dönün
de nur arayın!’ denilir. Derken aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun
içinde rahmet vardır, dış yönünde de azap.” 160
Kalplerinde hastalık olanların özelliklerinden birisi de, gelecekten
kaygı duyma ve endişelenmedir. İslâm’ın zayıflamasından,
müslümanların güçsüz hale gelmesinden ve kâfirlerin
güçlenip
hükümran olmalarından dolayı da endişe duyarlar. Bu durumda
kâfirlerden kendilerine bir zarar gelmemesi
için onlarla diyalog
156 Bk. 10/Yûnus, 100
157 9/Tevbe, 95
158 Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y., c. 2, s. 1208
159 9/Tevbe, 45
160 57/Hadîd, 13
NİFAK - MÜNÂFIK
- 47 -
kurarlar. Bununla sözde, bir darlık zamanında müslümanlara fayda
sağlamayı amaçlayıp ihtiyatî bir tedbir alıyorlarmış gibi görünmek
isterler. Oysa onlar gerçekte Hz. Peygamber’in başarısından
ve İslâm dininin
getirmiş olduğu gerçeklerden kuşku duyarlar.161
İşte Yüce Allah bu korku psikolojisi içinde yaşayan hasta kalplilere
bu endişelerinin yersiz olduğunu, aksine O’nun Peygamber ve
müslümanları fetihler veya başka yollarla üstün kılacağı, onların
da içlerinde gizledikleri bu korku ve endişelere pişman olacaklarını
bildirmektedir: “Kalplerinde hastalık bulunanların: ‘Bize bir felâket
gelmesinden korkuyoruz!’ diyerek onların arasına koşuştuklarını
görürsün.
Belki Allah fetih ya da kendi katından bir iş getirir de onlar, içlerinde
gizlediklerine pişman olurlar.” 162
Hasta kalpliler, iman gücünden mahrum oldukları için korkaktırlar.
Bir avuç mü’minin kendilerinden sayıca ve kuvvet bakımından
çok üstün olan düşmana karşı savaşmalarına
bir anlam
veremeyip onların güçlü imanlarından aldıkları
cesaret ve gücü
anlamakta zorluk çekerler: “Münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar
(sizin için); ‘Bunları dinleri aldatmış’ diyorlardı. Oysa, kim Allah’a
dayanırsa şüphesiz Allah, daima gâlip, hüküm ve hikmet
sahibidir.” 163
Münâfıklar ve kalp hastalığıyla malûl olanlar, Allah ve
Rasûlünün verdikleri vaadlere inanmazlar: “Münâfıklar ve kalplerinde
hastalık bulunan kimseler: ‘Allah ve Rasûlü bize sadece boş vaadlerde
bulundu’ diyordu.” 164
Münâfıklar, zâhiren müslüman fakat içten kâfir oldukları
için
bu ismi almışlardır. Onları bu nifaka sürükleyen ise kalplerindeki
hastalıktır ve toplumda kötü haberler yayıp kargaşa çıkarmaya çalıştıkları
için de mürcif/provokatör diye isimlendirilirler: “Andolsun,
münâfıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar,
şehirde kötü haberler yayanlar
(mürcifler), (bu yaptıklarından) vazgeçmezlerse seni onların üstüne
süreriz (onlarla savaşmanı ve onları şehirden sürüp çıkarmanı sana emrederiz);
sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler.” 165
Kişinin gerçek anlamda iman edip etmediği ancak sıkıntılarla
sınandığı zaman ortaya çıkar. İşte savaş, gerçek mü’minle kalbinde
hastalık olan münâfığı birbirinden ayıran bir mihenk taşıdır.
Savaşla ilgili bir âyet indiğinde hasta kalpliler tıpkı ölmek üzere
olan kişi gibi baygın bir şekilde bakarlar: “İman edenler: “(Cihad
161 Elmalılı, Hak Dini, III, 266
162 5/Mâide. 52
163 8/Enfâl, 49
164 33/Ahzâb, 12
165 33/Ahzâb, 60
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
hakkında) bir sûre indirilmeli değil miydi?” derler. Fakat hükmü açık bir
sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık bulunanların
sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün.
O da onlara daha uygundur.” 166
İmanın kalplerinde kök saldığı müslümanlar, vahye olan özlemlerinden
ve Allah yolunda cihad etmeye can atmalarından
dolayı, yeni bir vahyin ne zaman geleceğini sorup duruyorlardı.
Mü’minler, bir an önce savaş izninin verilmesini
istemekteydiler.167
Müslümanların arasında olan hasta kalpliler ise böyle bir dertleri
olmadığı gibi, Allah yolunda savaşacak durumları da yoktu. Ama
onlar tehlikenin olmadığı
durumlarda müslümanlardan görünüyorlardı.
Savaşla ilgili emir geldiğinde ise gerçek mü’minlerle
münâfıklar birbirinden
ayrıldılar. Savaşla ilgili emir gelmeden
önce mü’minlerle münâfıkların görünüşte aralarında herhangi bir
fark görülmemekteydi. Mü’minlerle birlikte namaz kılıyor, oruç
tutuyorlardı. Fakat canlarının tehlikeye gireceği savaş gerçeğiyle
karşı karşıya geldiklerinde göstermelik imanlarından
bir eser
kalmadı ve gerçek yüzleri belli oldu, foyaları ortaya çıktı. Başka
bir âyette münâfıkların içine düştükleri bu halleri şöyle ifâde edilmektedir:
“Kendilerine: ‘Ellerinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekâtı
verin!’ denilenleri görmedin mi? Kendilerine savaş yazılınca hemen içlerinden
bir grup, insanlardan, Allah’tan korkar gibi hatta daha fazla korkmaya
başladılar: ‘Rabbimiz, niçin bize savaş yazdın? Bizi yakın bir süreye
kadar ertelesen (savaş emrini bir süre geciktirsen) almaz mıydı?’ dediler.
De ki: ‘Dünya geçimi azdır, takvâ sahibi olanlar için âhiret daha hayırlıdır.
Size kıl kadar haksızlık edilmez.” 168
Kalp hastalığının belirtilerinden biri de kuşku ve tedirginliktir.
Bu hastalığa müptelâ olanlar, kendilerini ölçü aldıklarından
dolayı,
başkasına revâ gördükleri şeylerin başkaları
tarafından kendilerine
de yapılacağından endişe duyarlar.
İçlerine kök salan bu
endişeyi Allah ve elçisi hakkında
bile duyarlar: “Onlar, aralarında
hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman hemen onlardan
bir grup yüz çevirirler.
Eğer hüküm kendi lehlerine olursa itaat ederek
gelirler.
Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa
Allah’ın ve Elçisinin kendilerine haksızlık yapacağından
mı korkuyorlar?
Hayır, onlar zâlimlerdir.” 169
Son âyette Allah ve Rasûlünün verdiği kararlardan yüz
çevirmenin nedenleri takriri soru şeklinde belirtilmektedir:
166 47/Muhammed, 20
167 el-Cevzî, Zâdu'l-Mesir, VII, 405
168 4/Nisâ, 77
169 24/Nûr, 48-50
NİFAK - MÜNÂFIK
- 49 -
“Kalplerinde bir hastalık mı var?” derken soru sormaktan
ziyâde
kalplerinde hastalığın olduğu vurgulanarak tescil edilmektedir.
Çünkü hasta bir kalbin bu tür şeyleri yapması, beklenen bir husustur.
İç benliği bozulmamış birinin bu denli derin bir sapıklığa
düşmesi mümkün değildir. Kalp hastalandığında,
onun iman
gerçeğine varması ve imanın gereğini eylemleriyle pratize etmesi
beklenemez.
İkinci soruda Allah ve Rasûlünün kendilerine haksızlık etmesinden
kuşkuya düşenlerin, içine düştükleri güven bunalımı ifâde
edilmektedir.
Âyette belirtilen üçüncü soruda ise bu psikoza yakalananların
içine girdikleri
tuhaf durumları kınanmaktadır. Çünkü evrenin
yaratıcısı
ve her şeyi yerli yerinde yapan Yüce Allah’ın haksızlık
yapacağını düşünmek kadar abes bir şey olabilir mi? Bu, Allah’ı
gerçek anlamda tanımamanın ve sağlıklı olmayan kalbin vardığı
yersiz bir yargı olsa gerektir.
Âyetin sonunda bu niteliklere sahip olanların zâlim oldukları
vurgulanmaktadır. Çünkü kalplerine iman yerleşmeyenlerin ve
kuşku içinde olanların, müslüman olmadıkları halde kendilerini
onlardan göstermeleri, böylece birtakım avantajlar elde etmeleri,
insanın kendi onurunu hiçe saydığından
ve kişiliğini zedelediğinden
dolayı bu eylem zulüm sayılmaktadır. Ayrıca diliyle mü’min
olduğunu söylediği için onu kendilerinden biri sayan müslüman
topluluğuna da haksızlık
yapılmaktadır.170
Hasta kalpliler Şeytan fitnesine yataklık ederler: “(Allah, böyle
yapar ki) şeytanın attığını, kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar
için bir imtihan yapsın; elbette onlar (haktan) uzak bir ayrılık
içindedirler.”171 Şeytanın verdiği vesvese hasta ve katı kalpliler için
bir sınavdır. Onlar şeytanın dediklerine kanarak ona uyarlar. Çünkü
hastalık kalplerini sardığından ve akılları arasında bir irtibat
kalmadığından sağlıklı düşünemezler.172
170 Bk. et-Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVIII, 156; el-Beğâvî, Meâlimü't-Tenzil, III,
352; Kadı Nasırüddin Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, Envâru't-Tenzil ve
Esrâru't-Te’vîl, thk. Ahdulkadir Arafat, Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1996, IV, 196;
Mahmud Ebu'1-Fadl el-Alusî, Rûhu'l-Meânî li Tefsiri'l-Kur'âni'l-Azîm ve's-
Seb'i'1-Mesânî, Dâru’l-İhyâi't-Türâsil-Arabî, Beyrut, XVIII, 196.
171 22/Hacc, 53
172 Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk
Yayınları, İstanbul 2003, s. 83-96
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
Kalbin Mühürlenme Keyfiyeti
Kur’ân’da, kalbin olumsuz tavırlarını gösteren değişik tabirlere
yer verilir. Bu cümleden olarak, kalbin dağınıklığı,173 kalbin zeyği/
kayması,174 kalplerin kör olması,175 kalplerin eğlencesi,
176 kalplerin
gafleti,177 kalplerin kilitlenmesi,178 kalplerin paslanması179
ve nihayet
kalbin kasveti/katılığı180 gibi ifadeler Kur’ân’da mânâsı kalbe
yüklenen sıfatlar olarak arzedilir.
Bazen de, kalbin sarfı181, kalbin taklibi182, iğfâl edilmesi183, kalbin
kaydırılması184, kalbin üzerine perde çekilmesi185, kalplerin
mühürlenmesi186 gibi ifadeler Kur’ân’da doğrudan Allah’a isnad
edilerek anlatılır. İlk bakışta bu ikinci ifadelerden insanların irâde
ve ihtiyarlarını
devre dışı bırakma gibi bir anlam zihne gelebilir.
Ancak mesele Kur’ân’ın bütünlüğü ve onun yerleştirmek istediği
‘tevhid’ gerçeği içinde ele alındığı zaman bunun böyle olmadığı
görülür.
Allah’ın insanların kalplerini başlangıçta mühürlü veya kilitli
yaratıp iman etmelerini engellemesi düşünülemez. Zira, O kendisini
kullarına zerre miktar zulmetmeyen187 bir Rab olarak tanıtmaktadır.
Gizli İnkâr (Nifak)
“Nifak” ve “Münâfık” kavramlarının İslâm itikad literatüründeki
mânâsını anlayabilmek için filolojik içeriğine de bakmak
yerinde olur. Bu kavram, dehliz, in, tünel, menfez anlamına
gelen
en-nefeku’dan gelir.188 Tıpkı kalbinde nifak hastalığı
bulunan
münâfık da, bir tür yeraltı faaliyeti içerisindedir. Açıktan İslâm’a
girer, gizlice İslâm’dan çıkar, kalbinde küfrünü gizler, dışarıya
inancı varmış imajını yansıtır.
173 Bk. 59/Haşr, 14
174 Bk. 9/Tevbe, 117
175 Bk. 22/Hacc, 46
176 Bk. 21/Enbiyâ, 3
177 Bk. 23/Mü'minûn, 63
178 Bk. 47/Muhammed, 24
179 Bk. 83/Mutaffifin, 14
180 Bk. 2/Bakara, 283
181 Bk. 9/Tevbe, 127
182 Bk. 6/En'âm, 110
183 Bk. 18/Kehf, 28
184 Bk. 61/Saff, 5
185 Bk. 59/Haşr, 10
186 Bk. 6/En'âm, 46; 40/Mü'min, 35
187 Bk. 4/Nisâ, 40
188 El-İsfehanı, a.g.e., s.765.
NİFAK - MÜNÂFIK
- 51 -
İslâm itikad literatüründe en genel ifadeyle nifak, kalben ve
gizliden gizliye inanmaz iken, dil ile iman ikrarında bulunmaktır.
189
Bazı sebepler, yüzünden İslâm’a girip dışarıdan müslüman görünmeye
çalışan münâfık, içten içe inançsızlığını ve inkârını gizleyen
kimsedir.
Münâfık, kişilik açısından kendine özgü öyle net ve derin şahsiyet
çizgilerine sahiptir ki, bunlar onu başkalarından ayırır. Kur’ân-ı
Kerim’in detaylıca üzerinde durduğu, münafığın şahsiyet yapısını
oluşturan pek çok karakter özelliği vardır. İkiyüzlülük
(riyakârlık),
psikolojik bakımdan kalplerinin hasta oluşu, inanç noktasında
kararsızlık (tezebzüb), korkaklık, büyüklenme, döneklik, aldatıcı
dış görünüş, alaycılık, yalancılık, kötülük ve bozgunculuğa eğilim
gibi karakter çizgilerinin bir araya gelmesinden
münâfık portresi
teşekkül eder.190
Kalplerinde Hastalık Vardır: Kur’ân-ı Kerim iki tür hastalıktan
söz eder. Biyolojik hastalıklar191 ve ahlâkî, psikolojik hastalıklar...192
Münâfıkların kalplerindeki hastalık ikinci türden psikolojik hastalıktır.
Hatta kalbi hastalıklı olmak münâfıklığın ayrılmaz bir niteliği
olmuştur.193 “Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da hastalıklarını
gittikçe arttırmıştır. Söyledikleri yalandan ötürü onlar için acıklı
bir azap vardır.” 194
Âyette geçen “maraz” kavramına birbirine yakın keder, küfür,
kalp elemi gibi mânâlar yüklenmiştir. Keder anlamında “maraz”:
Münâfıklar her geçen gün Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sebatkârlığının
artması ve şânının yayılması karşısında kederlendiler,
kalpleri hastalandı.
Küfür anlamında maraz; şer’î teklifler
arttıkça onların
küfürleri ve hastalıkları da artmıştı. Bu tür hastalıktan maksat,
niyette meydana gelen gevşemedir. Onların kalpleri başlangıçta
savaşma ve düşmanlıklarını ortaya koymada
kararlı iken, daha
sonra bu azimleri kırıldı, korkaklık ve çekingenliklerinden dolayı
münâfıklık yapmaya başladılar. Kalp elemi mânâsında maraz:
İnsanın, istemediği şeylerle karşılaştığında
haset ve nifak eğilimi
göstermesidir. 195
Bu açıdan bakıldığında nifak insanın içini kemiren psikolojik
189 Toshihiko İzutsu, Kur'ân'da Dini ve Ahlâkî Kavramlar, s. 238
190 Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Y., İstanbul,
1997, s. 236-237
191 24/Nûr, 61; 48/Fetih, 7; 2/Bakara, 184
192 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52
193 Beyzavi, a.g.e., I/26
194 2/Bakara, 10
195 Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, II/71
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
bir hastalıktır. İnsan bir şeye ya iman eder ya da etmez.
Her iki durum
normal ve sağlıklı kabul edilebilir. İnsan iman veya inkârdan
hangisini tercih etmişse bu tercihine göre yaşayıp gider. Nifak hastalığı
kişinin düşünce ve tutumlarının toplum ile çelişmesi durumunun
doğurduğu korku ve endişeden veya kişinin özel beklenti
ve isteklerinden kaynaklanabilir. Ya da kişi, inancı doğrultusunda
hareket ettiği takdirde maddî çıkarlarının tehlikeye girebileceği
endişesine kapılabilir. Bu tutumun sebebi aşırı bir şüphecilik de
olabilir. Birtakım endişeler
taşıdığından sağlıklı bir tercih yapma
imkânı bulamamış olabilir. Bu ve benzeri tesirlerin etki alanında
kalan münâfık196 hayatını başka bir varlık olarak sürdürmek durumundadır.
197
Kur’ân-ı Kerim’de Meraz/Hastalık Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “meraz/merzâ (hasta ve hastalık) kelimesi
ve türevleri 24 yerde geçer.198 “Şifâ” kelimesi ve türevleri ise, 8
yerde kullanılır.199
Meraz/hastalık kelimesi, Kur’an’da fiziksel hastalıklar için de
kullanılmakla birlikte, çoğunlukla mecaz olarak mânevî hastalık
için kullanılır. Haktan, doğruluktan ve güzel ahlâktan ayrılma,
nifak (ikiyüzlülük)200, hased (kıskançlık), şehvet (aşırı şehvânî/
hayvanî duygular ve meyiller), fücûra (günah ve zinâ arzusu şeklinde
ahlâksızlığa) niyetlenme201 gibi nefsî hastalıklar için kullanılır.
Şâfî olan, şifâ veren sadece Allah’tır. O, hastalanan kimseye
şifâ verendir.202 Kur’an sûreleri ve âyetleri de, mü’minler için
şifâ ve rahmettir.203 Kur’an, doğru yolu gösteren bir kılavuz ve
şifâdır.204 O, Rabbimizden bir öğüt, gönüllerde olan (dertlere) bir
şifâdır, mü’minler için bir hidâyet ve rahmettir. 205
196 Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi'l-Kur'ân, Çev. Mehmet Yolcu,
Akademi Y., İstanbul, 1990, 1/80-81
197 Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Y., İstanbul,
1997, s. 239-240
198 Kur’ân-ı Kerim’de meraz/merzâ (hasta ve hastalık) kelimesi ve türevlerinin
geçtiği âyetler (24 yerde): 2/Bakara, 10, 10, 184, 185, 196; 4/Nisâ, 43,
102; 5/Mâide, 6, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 91, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50,
61; 26/Şuarâ, 80; 33/Ahzâb, 12, 32, 60; 47/Muhammed, 20, 29; 48/Fetih,
17; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 31.
199 Kur’ân-ı Kerim’de Şifâ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (8 yerde):
3/Âl-i İmrân, 103; 9/Tevbe, 14; 9/Tevbe, 109; 10/Yûnus, 57; 16/Nahl, 69; 17/
İsrâ, 82; 26/Şuarâ, 80; 41/Fussılet, 44.
200 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr,
50; 33/Ahzâb, 12-32
201 33/Ahzâb, 32-60; 47Muhammed, 20-29; 74/Müddessir, 31
202 26/Şuarâ, 80
203 17/İsrâ, 82
204 41/Fussılet, 44
205 10/Yûnus, 57
NİFAK - MÜNÂFIK
- 53 -
Kur’an, mü’minlerin imanlarını kuvvetlendirip,206 onlara devâ
olurken, münâfıkların da kalplerindeki hastalıklarını arttırmaktadır.
207 Kur’an, zâlimler için şifâ olmak bir tarafa, onların yalnızca
ziyanını arttırır.208 İman etmeyenler için Kur’an bir körlüktür. 209
Kur’an’a göre esas önemli olan hastalık, kalplerde olan mânevî
hastalıktır, inanç hastalığıdır. Münâfıkların kalplerinde hastalık
(nifak ve haset hastalığı) vardır. Allah da onların bu hastalığını
çoğaltmıştır.210 Kur’an açısından hastalığın en önemlisi, mânevî
olduğu gibi; şifâ da, esas olarak mânevî alan için sözkonusudur.
Onun dışındaki hastalıklar, nice hikmetlerle ilgili olarak peygamberlere
ve takvâ sahibi mü’minlere de verilmiştir. Bu hastalıkların
imtihan, günahlara keffâret, derecelerin arttırılması, sabır ve direnme
gücü vererek insanı olgunlaştırması... gibi olumlu yönleri
de vardır. Hâlbuki kalbî hastalıkların hiçbir olumlu yönü yoktur.
Kâfir ve münâfıklarla savaş, onların mü’minler eliyle rezil edilip
Allah’ın azâbına uğramaları için gerekli olduğu gibi, Allah’ın
mü’minleri gâlip kılması ve mü’min toplumun kalplerine şifâ vermesi
için de bir sebeptir.211 Bu sünnetullahtan yola çıkarak, bugünkü
toplumun stres gibi çeşitli bunalımlar ve problemler içinde
yüzmesinin bir sebebi de Allah yolunda cihadı terk etmeleridir
diyebiliriz.
Kur’an’da, kalplerin günah ve şirkle hastalıklı hale gelmiş değişik
durum ve özellikleri şöyle sıralanabilir: Galiz (kaba ve katı)
kalpler,212 eğri kalpler,213 gâfil ve gaflete düşürülmüş kalpler,214
taş gibi katı kalpler,215 kılıflı kalpler,216 hasta kalpler,217 mühürlü
kalpler,218 bağlı kalpler,219 kapalı kalpler,220 kör kalpler221 ve kilitli
kalpler. 222
206 9/Tevbe, 124
207 2/Bakara, 10; 9/Tevbe, 125
208 17/İsrâ, 82
209 41/Fussılet, 44
210 2/Bakara, 10
211 9/Tevbe, 14
212 3/Âl-i İmran, 159
213 3/Âl-i İmran, 7
214 18/Kehf, 28
215 2/Bakara, 74
216 2/Bakara, 88
217 2/Bakara, 10; 33/Ahzâb, 32
218 45/Câsiye, 23
219 7/A'râf, 100
220 41/Fussılet, 5
221 22/Hacc, 46
222 47/Muhammed, 24
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
Kalplerin hastalığı ve giderek mühürlenmesinin sebepleri:
Kur’an’dan yola çıkılarak kalbin hastalıklarına ve mühürlenmesine
sebep olan mikropları şöyle sıralayabiliriz: Dünya sevgisi, kötü
çevre, kötü kimselerle arkadaşlık, çok yemek ve çok gülmek, başta
büyük günahlar olmak üzere her çeşit haramlar, en sinsî hastalık:
Nifak ve ölümcül hastalık: Şirk.
Kalp hastalıklarının ilâcı ise; Kur’ân-ı Kerim’i düşünerek, anlayarak
okuyup kendi hayatına ve toplum hayatına geçirmeye çalışmak.
Öğüt dinlemek. Zikir, tevbe ve istiğfar. Huşû ve anlayış. Kalbi
arındırma yollarına mürâcaat edip güzel ahlâk ve ihlâslı ibâdet
üzere olmak. Cesâret, ins ve cin şeytanlarına tavır almak.
Kur’an’ı gerektiği gibi anlamak için kalbin kilitli olmaması gerekir.
223 Kalbin, görevini yapabilmesi için, selîm olması; hastalıklı
ve ârızalı bulunmaması gerekir. Kalplerin selim olmayıp marazlı
(hastalıklı) olmasını Kur’an, hemen daima nifak illetiyle irtibatlı
gösterir.224 Bu âyetlerden yola çıkarak şu tespitleri yapabiliriz:
Kalbi perişan eden hastalıkların başında samimiyetsizlik ve
riyâkârlık gelmektedir. Münâfıklığın en tipik özelliği kalp hastalığıdır.
225 Kalp hastalığının diğer belirtileri arasında doymazlık,
hırs,226 rics (pislik, iğrençlik, sefihlik) ve şeytan fitnesine yataklık
dikkat çeker.227 Kalp marazı/hastalığı; kalp katılığı, kalp kararması
(kasvet) getirir. Kur’an, bu kalp kasvetinden çokça bahseder ve
onu insanın sonsuzluğa, güzele, iyiye, kısaca Allah’a giden yolunu
tıkayan bir belâ olarak gösterir. “Yazıklar olsun kalbi kasvetle dolmuş
olanlara.”228 Kalp kasvetini azdıran en önemli sebep, sonu gelmez
arzu ve emeller, hırslar ve tutkulardır.229 Kalp kasvetinin en tipik
temsilcileri yahûdilerdir.
İnsanın kalbini tahrip eden tutum ve davranışları, giderek
kalbi paslandırır. Kalbin paslanması, hak ve hakikate açılabilecek
pencerelerin kapanma noktasına yaklaşması demektir. Bu duruma
gelen kişi, Yaratıcı ile arasına tam bir perde çekmiş olur.230 Hastalanan
ve paslanan kalp, nihayet körleşir. Ve insan için esas körlük
223 47/Muhammed, 22
224 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nur,
50; 33/Ahzâb, 12...
225 2/Bakara, 10
226 Bk. 33/Ahzâb, 32
227 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53
228 39/Zümer, 22
229 57/Hadîd, 16
230 83/Mutaffifin, 13-15
NİFAK - MÜNÂFIK
- 55 -
budur.231 Kalbin körelmesi, kalp gözünün, yani basîretin kör olmasıdır
ki, insanın kâinatı, varlıkları ve kendi nefsini okumasını (en
azından doğru okumasını) engeller. Böyle olunca da, kalp körlüğü
insan ve evrenin sırlarını çözmeye götüren bütün organ ve araçları
dumûra uğratır ve bütün girişimleri aksatır. Nitekim Kur’an,
kalple akıl arasında devamlı ilişki kurmuş, iş görmez hale gelen bir
kalp gözünün akıl faâliyetini de fonksiyonunu icra edemez hale
getireceğine işaret etmiştir.232 Kur’an, bu konuda “akıl işleten, akıl
faâliyeti yürüten kalpler” deyimini kullanır. Yine Kur’an,233 inceden
inceye düşünüp sırları keşfedemeyen kalplerden söz eder ve
bu kalplerin sahiplerini gözleri görmez, kulakları işitmez olarak
nitelendirdikten sonra onların yerlerini hayvanlardan daha aşağılarda
gösterir.
Kalp körlüğünü; kalbin damgalanması, kilitlenmesi, perdelenmesi
ve mühürlenmesi izler. Bu son aşama, insanın evrensel hak
ve hakikate, imana açılan tüm kapılarının kapanmasıdır. Bu aşamadan
dönüş yoktur. Dünya planındaki imtihanın kesin kaybıdır
bu. Kur’an’da bu son aşamayı ifade için kalbin tab’ edilmesi,234
hatmedilmesi/mühürlenmesi235 ve kalbe kilit vurulması,236 kalbe
perde çekilmesi237 deyimleri kullanılmaktadır. Bu hale düşenlerin
diğer duyu organlarının da ödevlerini insana yaraşır biçimde yapamayacağına
dikkat çekilir.
Kalbi taşlaşmışların gözleri yaşsız olur.238 Bu hal, kalp mühürlenmesi
açısından önemlidir. Kalbin sevgi ve merhametten aldığı
öyle yüce bir zevk vardır ki; böyle zengin gönüllerde dokulara kan
veren kalp, sanki bir başka zevkle çarpmaktadır.
Kalp hastalığı ve giderek kalbin mühürlenmesi, boş arzuları
ilâh edinme,239 Allah’ın nimetlerine nankörlük,240 azgınlık,
zulüm,241 bilgisizlik242 gibi sebeplerden olmaktadır. Kalbi mühürlenenler
artık insanca ne görebilir, ne duyabilir, ne anlayabilir, ne
231 22/Hacc, 46
232 22/Hacc, 46
233 7/A’râf, 179
234 7/A’râf, 101; 9/Tevbe, 87, 93; 10/Yûnus, 74; 30/Rûm, 56
235 2/Bakara, 7; 45/Câsiye, 23; 6/En’am, 46
236 4/Nisâ, 155; 47/Muhammed, 24
237 6/En’âm, 24; 18/Kehf, 57
238 2/Bakara, 74
239 45/Câsiye, 23
240 7/A’râf, 101
241 10/Yûnus, 74
242 30/Rum, 56; 9/Tevbe, 87, 93
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
de yaşayabilirler.243 Küfre götüren günahlar açısından önemli bir
konu, günahın cinsidir. Her günah çirkindir, kaçınılması gereken
bir yasaktır. Ama şeytan, bazen küçük günahları gözümüzde büyütürken;
büyük günahları ve şirki basitleştirir. Elfâz-ı küfür, şirk
ihtimali olan konular, müslümanın gözünde cehenneme düşmekle
eş görünümünde olmalıdır. Namazı terk etmeyi alışkanlık haline
getirmek de küfür yoluna sapmaktır. Bunun yanında, insanın kendini,
hevâ ve hevesini putlaştırmaya götüren gurur ve istiğnâ çok
önemli bir günahtır. Bir günah, zulümle ilgiliyse, gönül incitiyorsa
çok ciddi sonuçları olacak bir vebaldir. Zulüm, Kur’an’ın üzerinde
ısrarla durduğu kalbi mühürlü kâfirlere ait bir özelliktir. Zâlimin
kalbi mühürlenmeye baş adaydır. Ve şirk en büyük zulümdür.244
Yine, küfre düşmemek açısından günah üreten günahlardan şiddetle
sakınmamız gerekmektedir. Bazı günahlar, başka günahlara
yataklık ederler. Bunların başında yalan ve içki gelir. Yalanın günah
barajını aşarak, nifak ve küfrü temsil ettiği konusunda ciddi
uyarılar vardır.
Hastalık ve bozukluklardan arınmış bir kalp, Kur’an dilinde
selîm kalp adını almaktadır. 245 Allah’ın, insandan son hesap gününde
istediği tek şey, O’nun huzuruna selîm bir kalple gelmiş
olmasıdır.246 Din hayatının, müslümanca yaşayışın amacı, insana
selîm kalbi kazandırmaktır. Selîm kalbin olmadığı kişide, din sadece
bir kuru iddia ve aldanıştır. İlginçtir ki, gâye olan, kalbe sıfat yapılan
“selîm” kelimesi, tevhid yolunun genel adı olan İslâm’la aynı
köktendir. Yani selâm ve selâmet kökünden. O halde selîm kalp
barış, huzur, güven, aklık ve sükûnetle dolu olan kalp demektir ki,
İslâm da bu değerlerin elde ediliş yoludur. Bu değerlerin sembol
ve ufuk adı Allah’tır. Bu yüzden İslâm’ın teknik anlamı, Allah’a
teslimiyet olarak verilmiştir. Buradan bakınca selîm kalp, Allah’a
gereğince teslim olmuş kalp demek olacaktır.
Kalbin imtihanını247 başarıyla verenlerin onu rahmet ve re’fet
(sıcaklık, merhamet, kaynaşma) ile doldurduklarını görüyoruz.248
Bu kalpler kasvete uzaktır. Hasta kalbin yolu kasvete; rahmetle
dolu kalbin yolu lînete, yani yumuşaklığa çıkar. Kalp yumuşaklığının
yokluğu, kalp gılzatı, yani katılık ve kabalık getirir ki, bu,
insanları nefretle kaçıran bir illettir.249 Kur’an, kalplerin, Allah’ı zi-
243 2/Bakara, 7; 63/Münâfıkun, 3; 9/Tevbe, 87, 93; 6/En’âm, 46
244 31/Lokman, 13
245 26/Şuarâ, 89; 37/Saffât, 84
246 26/Şuarâ, 89
247 49/Hucurât, 3
248 57/Hadîd, 27
249 3/Âl-i İmrân, 159
NİFAK - MÜNÂFIK
- 57 -
kirle yumuşadığını belirtir.250 Allah’ı zikir, yani şuurlu anma, kalbi
titretir, yumuşatır ve daha sonra da onu itmînân ile yani sükûnet,
ferah, huzur ve doygunluk ile doldurur. Ve Kur’an’a göre kalplerin
itmînânı yalnız ve yalnız Allah’ı zikirle mümkündür. Allah yerine
başka şeylerin sevgili seçildiği bir kalbin doyması, mutlu olması
beklenemez.251
Kalp hastalığının ve bozukluğunun insan hayatındaki en tehlikeli
pratik görünümü, insanın kalbiyle dilinin farklılığıdır. Kur’an
bunu imansızlığın, şahsiyetsizliğin, dejenerasyonun bir belirişi
olarak tespit ediyor. Kalple dilin uyuşmazlığı, insanın kalbine karşı
günah işlemesi, kalbine ihânetidir. 252
Kur’an’ı, tedebbürle yani düşünerek, anlayarak okumamak,
kalbin ölümcül hasta ve kilitli olmasının en önemli belirtisidir.
“Peki, bunlar, Kur’an’ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı: Yoksa
kalpleri üzerinde kilitler mi var?”253 Âyette geçe tedebbür, okunan şeyin
anlamı üzerinde iyiden iyiye düşünmek demektir. Bu âyetten
anlaşılmaktadır ki, Kur’an’ın ne dediğini anlamadan okumanın
insanı bir yere getirmesi mümkün değildir. Kur’an’ın mânâsı üzerinde
düşünmemek veya “biz Kur’an’dan bir şey anlayamayız”
diyerek Allah’ın kelâmını rafa kaldırmak, kalbin hasta olduğuna
ve mühürlendiğine işarettir. Nitekim, bu âyetin öncesinde254
lânetlenmiş, kulakları tıkanmış, gözleri körelmiş insanlardan söz
ederek dolaylı bir yoldan Kur’an’ı tedebbür etmeyenlerin kimler
olduğuna dikkat çekilmiştir. “Kalpleri üzerinde kilitler mi var?” sorusundan
şu sonuçlar çıkmaktadır: Ya bu insanlar Kur’an’ı dikkatle
okuyup anlamamaktadırlar veya anlamaya çalışmalarına rağmen
onun emirleri, anlamları ve amaçları kalplerine yerleşmemiştir.
“İman edenlerin, Allah’ı zikir ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin
ürperip saygı dolu bir korku ile yumuşaması zamanı daha gelmedi
mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların
üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu
yoldan çıkmış fâsık kimselerdi.”255 Âyet, iman ettikten sonra ayağı
sürçen ve Allah’ın kitabına farkında olmadan sırt dönen insanları
uyarmakta mûcize bir beyandır. Aynı hatalı yoldan giderek perişan
olan kitap ehli örnek gösterilmiştir. Hitap, son derece açık
ve ürperticidir. İman sahipleri Allah’ın zikrine, yani Kur’an’a sırt
250 39/Zümer, 23
251 13/Ra'd, 28; 57/Hadîd, 16; 22/Hacc, 35; 23/Mü'minûn, 60; 8/Enfâl, 3
252 2/Bakara, 283; Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 269 ve devamı
253 47/Muhammed, 24
254 47/Muhammed, 23. âyette
255 57/Hadîd, 16
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
dönmemek konusunda uyarılmaktadır. İkinci olarak, ehl-i kitabın
zamanla bozulduklarına, kalplerinin hastalanıp karardığına
ve saptıklarına dikkat çekilerek Allah’ın kitabına uzak kalmanın
sonucu örneklendirilmiştir. Bu âyet, zaman içinde Kur’an’a uzak
düşüp vahyin kabulleri yerine, geleneğin kabullerini koyan İslâm
dünyasına mûcize bir Kur’an ihtarıdır. Kalpler katılaşmış, şekil
ruhu örtmüş, iç dünyalar kararmıştır. Bu çoraklık ancak Kur’an’ın
nefesiyle canlılık ve berekete döndürülebilir.
Kalplerin hastalanmasından ve katılaşmasından sonra
fâsıklıktan başka ne gelir? Doğrusu şu insan kalbi çabucak değişiverir,
çabucak unutuverir. Kur’an nûruyla aydınlandıktan sonra
uzun bir süre Allah’ı zikretmekten uzak kalınca hastalanıp katılaşır,
aydınlığını yitirir, körelir ve kararıp söner. Gönüllerin huşû ve
huzur ile Allah’ı anmaları gerekir. Aydınlanıp arınmalar için sürekli
uyanık tutulması icap eder. Fakat donmuş, katılaşmış, hareketsiz
hale gelmiş bir kalpten hemen ümit kesilmemelidir. Çünkü onda
yeniden hayat emâresinin görülmesi, aydınlıkların parlaması ve
böylece Allah’ın zikrine koşması mümkündür. Çünkü Allah, öldükten
sonra yeryüzünü de diriltir, hayat doldurur, bitkilerle süsler,
yiyecek meyveler bitirir. Kalpler de tıpkı böyle Allah dilediği
zaman dirilir. Allah, ölüden diri çıkarır.256 Yeryüzünün dirilişi gibi
bu Kur’an da kalpleri diriltir. Ona gıda verir, sular, yumuşatır ve
ısındırır.
Allah, kâfirlere sevgi göstermeyip buğz eden, onları dost kabul
etmeyen mü’minlerin kalplerine imanı yazar ve onlara yardım
eder. 257
İnsanın kalbi, iki farklı ânında aynı durumda olmaz; her şeyden
daha çok kendi amellerinden etkilenir. İyi ve nurlu bir eylem
kalbe nur verir; kötü ve karanlık bir amel ise kalbin nurunu alır,
onu karartır. Sâlih amel, insanın kalbini yumuşatır, öğütleri, hakkı
ve hakikati kabul etmesini sağlar. İnsanın fıtratıyla bağdaşmayan
ameller ise, insanın kalbini hastalandırır, sertleştirir, katılık getirir.
İnsanın kalbi, Kur’an’dan ışığını kesip, Allah’ın nuruyla bağını koparınca
öylesine hastalanıp kararır ki, Kur’an tâbiriyle artık onun
işi bitmiş ve onun kalbi mühürlenmiş sayılır.
Takvâ sâyesinde Kur’an’ın hidâyetiyle, Allah’ın nûruyla bakıp,
görünmezleri keşfeden, perdenin arkasındaki parıltıları görebilen
insan; bu ışıkla irtibatı kendi irâdesiyle kestiğinde körlüğü seçmiş
olur. Artık, her şeye perdelenmiş gözlerle bakar. Görülmesi
256 3/Âl-i İmrân, 27
257 Bk. 58/Mücadele, 22
NİFAK - MÜNÂFIK
- 59 -
gerekenleri göremez. Kendi gözleriyle bazı şeyleri görür, ama
sanki hiç görmemiş gibidir; sanki gözlerinin önüne perde çekilmiş
olur. Kalbi de imandan, sevgiden, ibâdetten zevk almaz olur ve
küfrü, isyânı, fesâdı güzel görmeye başlar. Bunlar küfrün etkileridir;
küfrün nedenleri değildir. “Onlar sapınca, Allah da kalplerini
saptırmış, eğriltmiştir.” 258
Kur’an’da Ruh Sağlığı, Gönül
Huzuru ve Psikolojik Denge
Kur’ân-ı Kerim, hastalık nedenleri olarak rûhî etkilere büyük
ölçüde yer verir. Üzüntü ve rûhî bunalımları hastalıkların baş nedeni
sayar: “Dediler ki: ‘Vallahi sen, Yusuf’u ana ana hasta olacaksın yahut
öleceksin!”259 Hastalıkların nedenlerini genellikle rûhî etkenlerde
gören Kur’an, ruh hekimliğinin önemine işaret etmiştir. İnsanları
özellikle psiko-somatik hastalıklardan korumayı hedeflemiştir.
Ruh hastalıkları daha çok, sıkıntı, elem, çatışma, kaldıramayacak
kadar ağır yük yüklenme gibi nedenlerden kaynaklanır.
Kur’an Allah’a, kadere, âhirete imanı, tevekkül ve sabrı emrederek,
ruhsal gerilimleri hafifletici, sıkıntıları giderici, bunalımları
yok edici esaslarıyla psikoz ve nevroz gibi hastalıkların büyük ölçüde
önüne geçer.
Kur’anda ruhsal hastalıkları önlemeye yönelik genel esaslar
vardır: “De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden
ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan
ve çok merhamet edendir.”260; “Sapıklardan başka kim Rabbinin
rahmetinden umut keser?”261; “Ve de ki: ‘Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden
Sana sığınırım.”262; “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa
onu, yine O’ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilerse,
O’nun keremini de geri çevirecek yoktur. Hayrını, kullarından dilediğine
verir. O bağışlayan, merhamet edendir.” 263
Kur’an, insanın ruh sağlığının esası olan iç huzurunun sağlanması
yolunda somut adımlar atar. Bu somut adımların başında
“zikrullah” gelir. İman eden insanlar Allah’ı zikredip anmakla,
Allah’a bağlılıklarını hissetmekle iç huzuru elde ederler. Yalnızlıktan
doğan tedirginlik ve gerginlikten kurtulurlar. Bu iddiâyı
özellikle hastalar ve yaşlılar üzerinde yapılan gözlemler isbat
258 61/Saff, 5
259 12/Yûsuf, 85
260 39/Zümer, 53
261 15/Hicr, 56
262 23/Mü’minûn, 97
263 10/Yûnus, 107
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
etmektedir. Yalnız kimselerin “zikrullah”ın verdiği iç huzuru
sâyesinde psikolojik bir dinamizm kazandıkları görülmüştür. Ruhun
dinçleşmesi insan bedenine de müsbet bir şekilde yansımaktadır.
Bu gerçek Kur’an’da şöyle ifâdesini buluyor: “Onlar iman
eden ve Allah’ı zikretmekle gönülleri huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki
ancak Allah’ı zikretmekle gönüller huzur bulur.”264 Bu âyet-i kerimede,
ancak Allah’ın zikriyle gönüllerin mutmain olup huzur bulacağı
belirtiliyor. Gönüllerin huzur bulacağı, doyuma ulaşacağı zikir;
Kur’an okumak, dinlemek, sübhânallah, elhamdü lillâh, Allahu
ekber, lâ ilâhe illâllah gibi ifâdelerle Allah’ı hatırlayıp anmak veya
Allah’ı kalpte ve zihinde tutmaktır. Allah’ı zikir, insanın gönlüne
sevinç ve huzur verir.
Gönüller Allah’tan başka hangi şeye yönelip ulaşsa, hepsinin
ötesi bulunduğundan hiç birinde karar kılamaz, hiç biri ruhunu
doyuramaz, heyecanını dindiremez. Haz ve lezzette daha yükseğe
erişmek ister. Fakat Allah’ı zikretmekten zevk almağa başladığında
bütün arzuların ve isteklerin Allah’a râci olduğunu anlar
ve artık ondan yüksek bir mercî ve maksûda yönelmeye imkân
bulunmadığını anlar. Bundan dolayıdır ki, iman etmeyenlerin ve
gâfillerin kalpleri hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, iç huzuru
bulamaz, çırpınır durur. Sıkıntı, bunalım ve huzursuzluklar ise ruh
sağlığını tehdit eden en büyük etmenlerdendir. Bu etmenlere ve
bunları doğurabileceği psikolojik hastalıklara şifâ olarak Kur’an
reçetesi, “zikrullah” ilâcını teklif ve tavsiye eder. 265
Münâfıkların Tutarsızlığı
“Onlara: ‘İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin’ denildiği vakit
‘biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder
miyiz!’ derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler
(veya bilmezlikten gelirler).”
“(Bu münâfıklar) mü’minlerle karşılaştıkları vakit ‘(biz de) iman ettik’
derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise: ‘biz
sizinle beraberiz, biz onlarla (mü’minlerle) alay ediyoruz’ derler.”
“Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de tuğyanlarında (azgınlıklarında)
onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.”
“İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu
ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” 266
264 13/Ra’d, 28
265 Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da insan Psikolojisi, Yalnızkurt Y., s. 97-
99
266 2/Bakara, 13-16
NİFAK - MÜNÂFIK
- 61 -
“Onlara: ‘İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin’ denildiği vakit
‘biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder
miyiz!’ derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler
(veya bilmezlikten gelirler).” 267
Münâfıklar, mü’min olmayı; fakirlere, düşkünlere, zayıflara
mahsus kabul ediyorlar ve şan, şöhret, makam sahibi kimselerin
iman etmelerini düşüklük addediyorlardı. Mü’minlere beyinsiz
diyenlerin, asıl kendileri beyinsizdir, fakat bunu bilmezler ki! Beyinsizler,
beyinsizliklerini ne zaman bildiler ki? Doğru yoldan sapanlar,
sapıklıklarını ne zaman anladılar ki?
Özellikle tartışmalarını sağlayan bir kültüre sahip oldukları
zaman bu iddiayı daha rahat bir şekilde ileri sürerler. Tartışmaya
girerler, olayları çözümlemeye, yorumlamaya ve değerlendirmeye
çalışmak için bilimsel terminolojiye dayanarak ahkâm keserler.
Böylece sözleri bilimsellik(!) kazanmış olur. Yine bu tip insanlar,
sosyal nitelikli problemleri normal şartları içinde değil; kendi anlayışları
çerçevesinde ele alır ve bunların düşünce ile inançla hiçbir
ilgisi olmadığını ileri sürerler. Bu problemleri, insanları Allah’a
bağlayan ve iman etmeye sevk eden dinî ve evrensel gerçeklerle
izah etmeye kalktığımız zaman, onlar, “bu yaklaşım, bilimsel değildir”
deyip işin içinden çıkmakta, kolaylıkla reddetmektedirler.
Bizim yaklaşımlarımızı halk kitlelerinin yaklaşımı olarak nitelemekte,
onun basit bir düşünce, inanç olduğunu ileri sürmekte ve
bu yaklaşımların bilim ve felsefenin uzmanları tarafından ileri sürülen
düşünceler olmadığını söylemektedirler.
“Biliniz ki, asıl sefihler/beyinsizler ancak kendileridir.” Çünkü beyinsiz;
zayıf iradeli, cahil, yararını ve zararını iyi bilemeyen kimsedir.
İşte onların, cehalet ve düşünce zayıflığını somutlaştıran, içlerindeki
küfre bağlılıklarıyla imanın sağlam ilkeleri arasında kesin bir
tercih yapamamaları, onların beyinsiz olduğunu pekiştirmektedir.
Çünkü onların bu eylemleri, kendilerini hem dünyada hem de
âhirette felâkete götüreceği halde onlar bunu kestirememektedir.
Özellikle böyle çifte standartlı bir hayata yönelmeleri, içlerindeki
küfürlerin deşifre edilmesinden duydukları endişenin kalplerinde
sürekli bir rahatsızlığa sebep olması ve nifak eylemleriyle bunu
gizlemeye çalışmaları da beyinsizliklerini ortaya koymaktadır. Onlar,
düşüncelerinde ve hareketlerinde gerçekten beyinsizlik yapmaktadırlar.
Ama bunu bilmiyorlar. Çünkü onlar, ilmin, marifetin
geniş ufuklarına açılmıyorlar. İşlerin gerçek sonuçlarına varmak
istemiyorlar. İlmin değerinin, gerçeği yansıtmasında olduğunu
267 2/Bakara, 13
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
idrâk edemiyorlar. İşin sonunda bu bilimsel verilerin sağlıklı fıtrat
ve vicdanın sağduyusu ile bağdaşması gerektiğini düşünemiyorlar.
Sefihlik
‘Sefih’, ‘sefh veya sefeh’ fiilinin fâil ismidir. ‘Sefh veya sefeh’
sözlükte görüş ve gidişatta hafiflik ve gevşeklik demektir ki, akıl
noksanlığından meydana gelir. Her türlü işte aklın hafifliği, düşüncesizlik,
önem vermemek, akla ve dine aykırı hareket etmek
demektir. Bir ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik ve aklı kullanmamaktır.
Dinen sefihlik de, akıl ve dinin gereği zıddına hareket etmektir
ki bunun karşıtı ‘rüşd’dür. Dilimizde kullanılan ‘sefâhat’ kelimesi
de bu anlamda aklı kullanmamayı, görüş ve fikirde zevk ve
şehvete uymayı ifade eder. Bu, daha çok budalalıktan ya da aklı
yeterince kullanmamaktan kaynaklanır. ‘Sefh veya sefeh’ sahibi
kimselere ‘sefih’ denilmektedir.
Fıkıh dilinde ‘sefih’, aklı olduğu halde şeriatın ve aklın gereklerine
aykırı bir şekilde hareket eden, malını gereği gibi kullanmayan
demektir. Nitekim aklı başında, aklını iyi kullanan, doğru
yolu bulabilen kimselere ‘rüşd’ sahibi denir. Sefih, aklı ve dini
noksan kimsedir. Aklın ve dinin gereklerine aykırı hareket eder.
Ya ahmaktır ya da yaptığı hatayı görmeyerek fâsık olan kimsedir.
Fâsıklık yaparak Allah’a isyan eder, aklını iyi işlerde kullanmayarak
da bir sürü zarara uğrar.
Kur’anın Sefih Dedikleri
Kur’ân-ı Kerim, sefih’i ve türevlerini, kâfirler, münâfıklar ve
bazı müslümanlar hakkında kullanmaktadır. Ancak bu üç kullanış
arasında farklı değerler bulunmaktadır. Kâfirler ve münâfıklar,
İslâm’ı kabul etmedikleri için sefihlikle suçlanırken, müslümanlardan
aklı zayıflayan ihtiyarlara ve henüz aklı ermeyen çocuklara
sefih denmektedir.
Münâfıklara “siz de diğer mü’minler gibi iman edin” denildiği
zaman onlar, kendilerini çok akıllı sanarak mü’minlere ‘sefih’
derler ve onlarla alay ederler. Bunun sonucu olarak da sefih ve
aşağı saydıkları kimselerin dinine inanmalarının mümkün olmadığını
söylemeye çalışırlar. Kur’an onlara şu cevabı veriyor: “…Ìyi
bilin ki asıl sefih (beyinsiz) kimseler onlardır; fakat bunu bilmiyorlar.”268
Aklını kullanmayan, hafif karakterli, ciddi bir düşünceden yoksun
olan birtakım kimselerden başkası İbrahim’in dininden,
268 2/Bakara, 13
NİFAK - MÜNÂFIK
- 63 -
dolayısıyla İslâm’dan yüz çevirmez. Henüz rüşd yolunu bilemeyenler,
derince düşünüp ibret almayanlar şüphesiz Allah’ın dininden
yüz çevirirler. 269
Kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye çevrilmesini hazmedemeyen,
Allah’ın gönderdiği kitabı bozan ve Hz. Muhammed’e inanmamak
için bahane arayanlara da ‘sefih’ denmektedir.270 Allah’ın
rızık verici olduğunu unutarak bilgisizce çocuklarını öldürenler
de, sağlam düşünceden, akletmekten ve imandan yoksun sefihlerdir.
271 Birtakım inkârcılar da kendilerini akıllı zannedip, kendilerine
gönderilen peygamberlere ‘sefih’ demek terbiyesizliğini gösterirler.
Hâlbuki bütün elçiler hem akıllı insanlardı, hem sağlam
karakterli idiler, hem de Allah tarafından seçilmiş kimselerdi. 272
Kur’an, ayrıca malları üzerinde gerektiği gibi tasarruf yapamayacak
çocuklar ile aklı yeterince normal olmayan kimselere de
sefih demekte ve bu gibi kimselere yardımcı olunmasını emretmektedir.
273
Sefih kelimesi olumsuz manasıyla kâfir, münâfık, müşrik, müstekbir,
mütref gibi insan gruplarını kapsamaktadır. Bu gibi kimseler
kendilerini çok akıllı zanneden, ama aslında aklını, hidâyeti
bulma yolunda kullanmayan, kibirli, sağlam düşünceden yoksun,
biraz da ahmak kimselerdir. Eğer akıllarını kullansalardı, Allah’ın
dâvetine uymakla elde edecekleri mükâfatı kaybetmezler, Allah’a
isyan etmekle uğrayacakları zararı ve korkunç sonucu düşünürlerdi.
Küfrün ve şirkin çirkin hayat anlayışından, cehennemin azap
kucağından İslâm’ın mutluluk yurduna göç ederlerdi. Mükâfat
yerine azabı satın almazlardı. Güzellikleri terk edip, karanlıkları
ve bitmez tükenmez azabı tercih etmezlerdi. Onlar ahmaklıkları
yüzünden Rableri ile mücadeleye kalkışıyorlar ve bunun kendileri
için ne denli zararlı olacağını hesap etmiyorlar.
Günümüzde de Allah’a ortak koşan bu müşrikler ve inkârcılar
mü’minlere sefih, gerici, beyinsiz, aşağı; gittikleri yola ve sahip oldukları
anlayışa da çağdışı demeye ve onlarla alay etmeye devam
ediyorlar. İman edenleri kendilerinden aşağı görüyorlar, onları küçümsüyorlar,
mü’minlerin üzerinde bulundukları yolu beğenmiyorlar.
Hâlbuki asıl beyinsiz, sefih, yarım akıllı olanlar kendileridir.
Mü’minler, onların düştüğü sefihliğe düşmezler. Allah’ın verdiği
269 2/Bakara,130
270 2/Bakara, 142
271 6/En’âm, 140
272 7/A’râf, 66-67
273 4/Nisâ, 5; 2/Bakara, 282
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
akıl nurunu iyi kullanarak zararlı ve tehlikeli sonuçları tercih etmezler.
Onlar bütün sefihlerle ve onların zararlarıyla, fitneleriyle,
ifsatlarıyla mücâdeleye devam ederler. 274
Ayrıca onlar sefihlerin ahmaklıkları yüzünden belâya uğramamak
için Hz. Mûsâ (a.s.) gibi duâ ederler: “Ya Rabbi içimizdeki süfehâ
(sefihler) yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu senin imtihanından başka
bir şey değildir.” 275
“(Bu münâfıklar) mü’minlerle karşılaştıkları vakit ‘(biz de) iman ettik’
derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise: ‘biz
sizinle beraberiz, biz onlarla (mü’minlerle) alay ediyoruz’ derler.” 276
Onların şeytanları, çoğunlukla yahûdilerdir. Siyonistleri kendilerine
destek ve sığınak yaparlar. Yahûdiler ve yahûdileşenler
de, İslâm saflarını parçalamak ve dağıtmak yolunda münâfıkları
istedikleri gibi kullanırlar. Kur’an, çizdiği bu portre ile toplum
içinde sürekli olarak münâfık tipine karşı uyanık hareket etmemiz
gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu duruma göre, biz insanlara karşı
ilme dayanmadan zanlarla hüküm vermeyecek, fakat onları tam
güven ve gönül huzuru ile tanımadan işlerimizi teslim etmeyeceğiz.
Bu konuda, özellikle lider adayı ve önderlik ilişkilerinde daha
titiz olacağız. Toplumun gözüne girmek için yapılan çalışmaları bu
ilkeye göre değerlendirmek gerekir. İlişkilerde ve önderlik makamında
sosyal hayatımıza girme çalışmalarında önemli bir konumu
bulunan, ciddi bir görevi bulunan şahısların arkasındaki güçleri
de göz önünde bulundurmak zorundayız. Onları harekete geçiren
politika ve düşüncenin ana ilkelerini kavramak zorundayız.
Liderliğimizi ve eğer varsa sırlarımızı ancak pratik olarak denemeden
geçirdiğimiz, içe yönelik yapısını araştırdığımız ve iyi sonuçlara
vardığımız şahsiyetlere verebiliriz. Ta ki, böylece kurumlarımız
sağlıklı bir temele otursun, sarsıntıya uğramasın, tahrif edilmesin,
başkası tarafından sömürülmesin ve ihanete uğramasın.
“Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de tuğyanlarında (azgınlıklarında)
onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.” 277
Onlara, bu hilelerinin mü’minler tarafından yutulduğunu ve bu
çifte standartlı kişiliklerinin deşifre edilmeyeceğini düşünmelerini
sağlayan Allah’tır. Azgınlıklarında debelenmeye bırakan Allah’tır.
Onları ânında cezalandırmayan, güvenle yollarına devam ettiklerini
hissettiren, plan ve hilelerinde, içleriyle dışları arasındaki
274 Hüseyin Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 585-587
275 7/A’râf, 155
276 2/Bakara, 14
277 2/Bakara, 15
NİFAK - MÜNÂFIK
- 65 -
uyumsuzlukla debelenip durmalarına izin veren Allah’tır. Hâlbuki
onların bu tutumları gerçekten gülünçtür, eğlencelidir. Hangi tutum,
toplum içinde ürkek tavşan gibi hareket eden, herhangi bir
hareketinden dolayı cezalandırılmaktan korkan, tespit edilecek
bir suçundan dolayı endişe eden münâfıkların tutumundan daha
alaya müsait olabilir? Alay kelimesi, horlamayı ve aldırmamayı
ifade eder. Burada sanki Allah, onların azgınlıklarını arttırmak
suretiyle onlarla alay etmiş olmaktadır. Mü’minleri aldattıklarını
zannederlerken kendileri maskara olurlar.
“İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu
ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” 278
Münâfıklar, hidâyeti verdiler, karşılığında dalâleti satın aldılar.
Cenneti verdiler; cehennemi satın aldılar. İzzeti verip zilleti satın
aldılar. Sonunda her iki dünyada zararlı çıktılar. Kur’an’ın bu
âyette ve başka bazı âyetlerde kullandığı “satın alma” kavramı
üzerinde biraz durmak gerekir. Âyetlerden anlaşıldığına göre satın
alma, insanın işlediği iyilik ve kötülük sonuçlarına dayanan her
türlü eylemini kapsamaktadır. Yani insanın tüm yaptığı işler, bir
ticaret niteliğinde; özel ve genel yapısında kâr ve zarara elverişli
birer eylemdir. İnsanın ortaya koyduğu her harekette, her sözde
kâr-zarar söz konusudur. İnsan bazı eylemleriyle kendisini, hayatını,
cenneti satın alabilir. İnsanın, canını ve malını feda ettiği durumlar
da bu ticaret alanına girer. Çünkü bu durumlarda eylemler
karşılıksız kalmaz. Karşılık, mü’minler için esas olarak âhirette verilecektir,
ama bu veresiye satış da mü’mini psikolojik olarak daha
dünyadayken bile rahatlatmaktadır.
“Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın
almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu,
Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan
daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde, O’nunla yapmış
olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük
kazançtır.”279 “Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti
size göstereyim mi? Allah’a ve Rasülü’ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla
Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden
ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar.
İşte en büyük kurtuluş budur.” 280
Böylece hayatın tamamı, tüm alanlarında ve tüm
278 2/Bakara, 16
279 9/Tevbe, 111
280 61/Saff, 10-12
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
mücadelelerinde ya Allah’la; ya da şeytanla bir alışveriş eylemine
dönüşür. İnsan ne yaparsa, ne verirse mutlaka onun bir karşılığı
vardır. Eğer sonuçlar iyi, yararlı ise, alışveriş kâr; değilse zarar getir.
Münâfıkların ne tür bir ticaret yaptıklarını bu konular ışığında anlayabiliriz.
Onlar, hem dünyada hem de âhirette kendilerini zarara
sokacak bir şeyi satın almışlardır. Yaptıkları ticaret, kendilerine
umdukları kârı sağlamayacaktır.
Allah’a dâvet yolunda çaba sarfeden mü’minlerin, Kur’an’ın
kullandığı bu yöntemi kavramaları ve uygulamaları gerekmektedir.
Dünya hayatını kâr ve zarar açısından yaptıkları hesaplara
göre değerlendiren tüccar zihniyetli insanlarla karşılaşacaklardır.
Bu durumda, onların bu arzularını âyetlerde gösterilen kârlı ticaret
mantığıyla kanalize etmeleri gerekir. Dâvetçiler, sapıklığın
olumsuzluklarını, hidâyetin de dünya hayatındaki fonksiyonunu
ciddi bir şekilde değerlendirebilmelidir. Ondan sonra insanları
âhiret yurdunun problemlerine yöneltmeli ve bu alanın da diğer
alanlar gibi kâr ve zarar hesaplarına dayanan bir hayat olduğunu
kavratmaya çalışmalıdır.
“…Bilin ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya
bilmezlikten gelirler).” 281
Münâfıkların Karakteri
“Onların (münâfıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan
kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen
onların nûrunu (aydınlığını) giderir ve onları zulümât (karanlıklar) içinde
bırakır; (artık hiçbir şeyi) görmezler.”
“Onlar sağır, dilsiz ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönmezler.” 282
Münâfıklar, kâfirlerin yaptığı gibi başlangıçta hidâyetten
yüz çevirmiş; kulakları duymaktan, gözleri görmekten, kalpleri
idrâkten mahrum kalmış kimseler değildirler. Aslında bunlar, gerçeğe
ulaşmak için gayret göstermişler ve önlerinde hak apaçık tecelli
ettikten sonra gözlerini kapamışlar, sonra yüz çevirmişlerdir.
Bir ateş yakıyorlar, ateşin nûru kendilerine aydınlık temin ediyor
ve önceden arzuladıkları bu aydınlıktan faydalanmıyorlar, faydalanmak
istemiyorlar. Aydınlanmak için ateş yaktığı halde, sonra
gözlerini kapayan kişinin budalalığı nasılsa, aydınlanmak için
iman edip sonra kâfirlerin yanında İslâm’a göz kapayanlar da aynıdır.
281 2/Bakara, 13
282 2/Bakara, 17-18
NİFAK - MÜNÂFIK
- 67 -
Kulaklar, diller, gözler; nur ve hidâyeti bulmak yolunda vazife
görmek için yaratılmıştır. Bunlar ise, kulaklarını hakkı duymaz
hale getirdikleri için sağır, dillerini hakkı söylemez hale getirdikleri
için dilsiz ve gözlerini hakkı görmez hale getirdiklerinden kördürler.
Hakka dönemezler, hidâyete ve nûra giden yollar kapanmıştır
bunlara.
Benzetmeler yaparak, misaller vererek, ilgili hikâyeler ve geçmiş
vakalardan
istifade ederek anlatma usûlü çok eski zamanlardan
beri bütün toplumlarda olduğu gibi İslâm’ın ilk muhâtabı
olan Araplarda da kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm de bu usûl ve
üslûba sık sık başvurmuş, eğitim ve öğretimde sesli ve görüntülü
yayınlardan istifade edercesine bunlardan yararlanmıştır.
Münâfıkların durumunu
misallerle tasvir eden bu âyetleri tefsir
edenler çeşitli yorumlar yapmışlar; ışığı
İslâm’ın nûru, karanlığı
imansızlık, yağmuru rahmet, ganimet vb., gök gürültüsünü
ve
şimşeği inkârcıları tehdit eden âyetler olarak açıklamışlardır. Biz
bu iki âyetteki ışığı ve aydınlığı “güdüler, duyu organları, akıl”
gibi beşerî bilgi kaynaklan
ve araçları; karanlık, yağmur, gök gürültüsü,
yıldırım, şimşek ve bunlar arasında
ilerlemeye, yol almaya
çalışan insanı da “bütün iniş ve çıkışlarıyla, maddî ve mânevî
meseleleriyle insanın dünya hayatı” olarak anlıyoruz. İnsanoğlu
dünyada
problemleriyle başa çıkmaya çalışırken ya sadece beşerî
güç ve imkânlarıyla yetinir veya bunlara İlâhî yardım ve irşâdı da
ekler, Kur’an’ın ve Sünnet’in rehberliğinden faydalanır. İnkârcılar
dini, hayatlarının dışına attıkları için akıl, duyular
ve tecrübelerle
-daha çok ve kısmen- maddî problemlerini çözüyorlar, bu alanda
hayatlarını düzene koyabiliyorlar. Beşerî bilgilerin yeterli olmadığı
ilişkiler, varlıklar, olaylar ve oluşlar alanına gelince karanlıklar
içinde kalıyor, meçhuller arasında bocalıyorlar. Bu alana karşı
idrâk kanallarını kapatmak, görmezlikten gelmek, düşünmemeye
çalışmak, yok saymak fayda vermiyor. Şuur altının derinliklerinde
fırtınalar kopuyor, şuurda huzursuzluklar su yüzüne çıkar gibi oluyor,
bunları bastırmak, madde ötesini ve beşerî gücün çözümden
âciz kaldığı problemleri
unutmak için başvurulan tedbirler (zevk u
safâ âlemleri, iş, sanat, spor vb. alanlardaki
faâliyetler, içki, uyuşturucu...)
fayda vermiyor, faydası şimşek hızıyla gelip geçiyor. Bunlar
insanı bir müddet oyalasa bile kaçınılmaz sonla karşı karşıya
gelindiğinde gerçek anlaşılıyor, fakat artık çok geç oluyor, iş işten
geçmiş bulunuyor.
Allah Teâlâ’nın kullarına verdiği beşerî bilgi
araçları, hem geçerli ve yeterli oldukları alanlarda kullanılmaları,
hem de insanın içindeki ve dışındaki işaretleri (âyetleri) okuyarak
Rabbini bulması, O’nun irşâdına kulak vermesi içindir. Bunları yerli
yerinde ve amacına uygun olarak kullanmayan insan, bunlardan
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
mahrum bulunan
yaratıkların seviyesine inmiş olur. Ancak her nimetin
bir hesabı olacağı için, o yaratıklardan farklı olarak insan
sorumlu bulunuyor, emanetten hesaba çekiliyor. Münâfıklar da
bir yandan akılları, diğer yandan zâhiren uyum gösterdikleri müslümanların
dinden gelen bilgileri sâyesinde dünya hayatlarını kısmen
düzgün götürebiliyorlar. Fakat sıra iç dünyalarına, madde ve
ölüm ötesi âleme ve ilişkilere gelince karanlıklar ve ıstıraplar içinde
kalıyor, bocalıyor ve çıkmaza saplanıyorlar. Kesintisiz İlâhî irşad
ve nurla/ışıkla desteklenmediğinde bir yakımlık ateşin, bir kibritin,
bir şimşeğin ışığı kadar kısa ve yetersiz olan akıl ve beşerî bilgiler
onları bu çıkmazdan
kurtaramıyor. 283
“Onların durumu, bir ateş yakan kimsenin durumu gibidir ki, etrafını
aydınlatınca Allah onların nûrunu giderdi ve onları karanlıklar içerisinde
görmez bir halde bıraktı.” 284
Hakiki münâfıkların durumu, İslâm’a girip, İslâm’ın nûru kendilerini
ve etrafı aydınlatınca, bile bile haktan yüz çevirmeleri
sebebiyle Allah’ın, İslâm’ın nûrunu kendilerinden giderip şüphe
ve korku içerisinde hakkı göremez bir halde bıraktığı kimselerin
durumu gibidir.
Münâfıkların hakka dâvet karşısındaki davranışları, insanlığın
kurtuluş ateşini, müjde ve uyarı ateşini yakan kimsenin etrafında
bekleşen, kuşkucu, kararsız kimselerin haline benziyor. Şöyle
ki, alevler, Kur’an âyetleri, peygamberin sünneti, Muhammed’in
(s.a.s.) çevresindeki münâfıklara da aydınlık sağlarken, iki yüzlülükleri
sebebiyle, Allah onlara hak ve hakikati gösterecek aydınlığı
yok ederek, onları, şüphe, nifak ve inkâr karanlıklarında bırakıyor.
Ne doğru, hak yolu görebiliyorlar, ne de hayrı şerden ayırt
edebiliyorlar.
Bu âyetlerin devamında bu grubun karakter yapısı daha açık
ve net biçimde ortaya çıksın diye yüce Allah bize onlarla ilgili aşağıdaki
örnekleri veriyor:” 285
İlâhî ışığa gözlerini yumdukları için kör adam gibi olmuş karanlıklara
gömülmüşlerdir. “Onların durumu, bir ışık yakmak isteyenin
durumuna benzer” denmesi şunu gösteriyor. Onlar başlangıçta ilahi
tebliğle aydınlanmak istemişler. Gerçekler ortaya çıkınca rahatsız
olmuş, onları görmezlikten gelmişler, sağır, dilsiz ve kör olmuşlardır.
Doğruları, artık ne duymak, ne görmek, ne konuşmak isterler.
283 Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş,
Kur’an Yolu, DİB. Y., I/28-29
284 2/Bakara, 17
285 Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Y., 1/60
NİFAK - MÜNÂFIK
- 69 -
Vazgeçme niyetleri de yoktur. 286
Allah (c.c.) hakiki münâfıkların durumunu bir örnekle açıklıyor:
Münâfıklar kendilerini ve çevrelerini aydınlatacak bir ateş
yaktılar. Yani; İslâm’a girdiler. “Ateş çevresini aydınlattığı zaman Allah
onun ışığını giderdi.” Burada kastedilen ateş İslâm’dır. İslâm’ın nûru
onların çevresini aydınlattığı zaman Allah (c.c.) İslâm’ın nûrunu
onlardan giderdi ve karanlıklar içerisinde onları görmez bir vaziyette
bıraktı.
Onları karanlıklar (küfür, şüphe ve korku) içerisinde bıraktı.
Artık onlar hakkı hiçbir zaman göremeyeceklerdir.
Bunun sebebi
ise hakkı kabul edip sonra bundan yüz çevirmeleridir. Çünkü onlar
şüphe ve nefislerine ağır gelen şeylerden dolayı küfre girmişlerdir.
Allah bu şekilde onların yaktıkları ateşin nûrunu giderince ateşten
geriye sadece yakıcı sıcaklık kalır. İslâm’a girip de daha sonra sapan
bu gibi kimseler İslâm’a hiç girmemiş kimselerden daha sapık
ve daha aşağılık bir durumdadırlar. 287
Münâfık Körlüğü
“Onların durumu bir ışık yakmak isteyenin durumuna benzer. Işık çevresini
aydınlatınca, Allah göz nurlarını gidermiş ve onları karanlıklar içinde
bırakmıştır. Göremez hale gelmişlerdir. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.
Artık onlar vazgeçmezler.” 288
Münâfık, önce inanan, sonra Allah’ı görmezlikten gelmeye
başlayan, yine de kendini inançlı gören veya gösteren kişidir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: “O münâfıklar sana geldiklerinde şöyle dediler:
‘Biz tanıklık ederiz ki, sen, gerçekten Allah’ın elçisisin’ Allah biliyor
ki, sen elbette kendi elçisisin. Ama Allah tanıklık eder ki, o münâfıklar
kesinlikle yalan söylüyorlar. Yeminlerini kalkan edip Allah yolundan çekildiler.
Ne kötü şey yapıp duruyorlar! Bu, şundandır: Onlar önce inandılar,
sonra görmezlik ettiler, sonra kalplerinde farklı bir yapı oluştu. Artık anlamazlar.”
289
Hiç inanmadığı halde kendini inançlı gösterenler de vardır. Allah
Teâla şöyle buyurur: “İnsanlardan “Allah’a ve âhiret gününe inandık”
diyenler vardır. Oysa onlar inanmış değillerdir. Allah’a ve mü’minlere
tuzak kurarlar. Oysa tuzağı sırf kendilerine karşı kurarlar da farkına varmazlar.”
290
286 Abdulaziz Bayındır, Kur’an-ı Kerim’in Açıklamalı Meali, Süleymaniye Vakfı
Y., 36
287 Seyfuddin el-Muvahhid, Davetçinin Tefsiri, Hak Y., 1/53-54
288 2/Bakara, 17-18
289 63/Münâfikun, 1-3
290 2/Bakara, 8-9
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
Bakara 7. âyette, Allah’ı görmezlikten gelen kâfirlerin, gerçekleri
görmeme alışkanlığı kazandığı ve bu yüzden gözlerinde
perde oluştuğu bildirilmiştir. Aynı perde, münâfıklarda da oluşur.
“Onların durumu, bir ışık yakmak isteyenin durumuna benzer” buyrulması,
başlangıçta İlâhî tebliğle aydınlanmaya istekli olduklarını
gösterir. O tebliğ, gerçekleri ortaya çıkarınca rahatsız olur,
onları görmezlikten gelerek tekrar karanlıklara dalarlar. Kendilerini
sağır, dilsiz ve kör konumuna sokarlar. Doğruları; ne duymak,
ne görmek, ne konuşmak isterler. Bundan vazgeçme niyetleri
de yoktur. 291
Mevdûdi diyor ki: “Bu misâl şunu anlatmak ister: Bir kimse -Hz.
Muhammed (s.a.s.)- doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan ayıran Hakikat
ışığını yaymaya başladığında, yeteneklerini iyi kullanabilen
kimseler bunları ayırdetmeye başladılar. Fakat kişisel çıkarlarının
kör ettiği münâfıklar bu ışıkla bile doğru yolu görmeyi başaramadılar.
“Allah onların nûrunu giderdi” ifadesi hakkı görememenin
sorumluluğunu onlardan kaldırmaz. Bu da 7. âyette anlatılan tabiat
kanununun aynısıdır. Onlar karanlıkta salınmayı seçtiklerinde,
Allah da onları bu sapık yolda bırakmıştır. 292
Seyyid Kutub diyor ki: “Bilindiği gibi münâfıklar, kâfirler gibi,
daha baştan hidâyete yüz çevirmiş; kulaklarını işitmekten, gözlerini
görmekten ve kalplerini algılamaktan alıkoymuş değillerdir.
Fakat onlar işin içyüzünü açık-seçik biçimde anladıktan sonra körlüğü
hidâyete tercih ettiler. Yani ateş yakmak istemişler ve yakmışlar,
yaktıkları ateş çevrelerini aydınlatmaya başlayınca kendi istekleri
ile yaktıkları bu ateşten yararlanmamışlardır. O zaman yüce
Allah önce isteyip sonra yararlanmaktan vazgeçtikleri “aydınlıklarını
gidererek” kendilerini “hiçbir şey göremeyecekleri koyu bir
karanlıkta bıraktı”. Tabii ki, aydınlıktan yüz çevirmiş olmalarının
cezası olarak.” 293
“Onların örneği tıpkı (karanlıkta) bir ateş tutuşturan adamın örneğine
benzer...” Bu, münâfıkların durumlarını somutlaştıran bir örnektir.
Onlar, koyu bir karanlığın içine düşmüş gibidirler; o karanlıkta
iyiyi kötüden ve zararlıyı yararlıdan ayırt edemiyorlar. Bu yüzden
aydınlanma gereçlerinden birine başvurma gereğini duyuyorlar.
Bir ateş yakıp çevreyi görmek istiyorlar. Ateş tutuşup çevrelerini
aydınlatınca yüce Allah, rüzgâr ve yağmur gibi bir sebebi devreye
291 Abdulaziz Bayındır, Kur’an-ı Kerim’in Açıklamalı Meali, Süleymaniye Vakfı
Yayınları: 104-105.
292 Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, insan Y., 1/49
293 Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Y., 1/60
NİFAK - MÜNÂFIK
- 71 -
sokarak ateşi söndürür. Böylece eski karanlığın içinde kalmaya devam
ederler. Hatta bu defa iki karanlığın ortasında bocalarlar: Bir,
çevrelerini saran karanlık; bir de şaşkınlık karanlığı, aydınlanma
gerecinin devreden çıkması ile yaşadıkları psikolojik karanlık.
Bu örnek, münâfıkların durumunu gözler önüne seriyor. Bunlar
mü’min gibi görünerek, mü’minlerle iç içe yaşamaktan dolayı
dinin sağladığı bazı nimetlerden yararlanırlar. Miras ve nikâh gibi.
Fakat imandan asıl yararlanma dönemi olan ölüm vakti gelip çatınca,
yüce Allah, nurlarını giderir, amellerini geçersiz kılar, onları
koyu bir karanlığın ortasında bırakır. Burada ne yapacaklarını, nasıl
edeceklerini bilemezler. Hem eski karanlığın ve hem de amellerinin
yol açtığı karanlığın içinde bocalayıp dururlar. 294
Münâfıkların Çirkin Özellikleri
“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; artık onlar dönmezler.”295
Münâfıklar bile bile haktan yüz çevirdikleri için duyan kulakları
hakkı duyamayacak kadar sağır, konuşan dilleri hakkı söyleyemeyecek
kadar dilsiz, gören gözleri hakkı göremeyecek kadar kör olmuşlardır.
Bu yüzden artık küfür, şirk ve nifaklarını bırakıp doğru
yola, hakka dönmezler. Bu şekilde haşrolunacaklardır.
Münâfıklar artık hakkı duyamayacak kadar sağır, hakkı
söyleyemeyecek
kadar dilsiz, hakkı göremeyecek kadar
kör olmuşlardır.
Bunların kulakları hakka karşı tıkanmış,
gözleri hakka karşı kapanmış,
dilleri de hakka karşı kilitlenmiştir. Bunlar bundan böyle
hakka dönemeyeceklerdir.
Bu duruma düşmelerindeki tek sebep;
İslâm’ı bilip kabul ettikten sonra onu terk etmeleridir. 296
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bunlar sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler, bu halden dönüp önceki nurlu hali bulamazlar.
Daha açığı: Artık kendilerine gelemezler, tamamen sersem, şaşkındırlar.
Şu halde yolu nerede bulacaklar? Bu şekilde sönen yalnız
göz nurları değil, bütün şuur nûru, idrâk nûru olduğu anlaşılıyor ki,
bu mânâ “Hatemallahu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim ve alâ ebsârihim
ğışâveh” “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların
gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir.”297 şeklindeki kâfirler hakkındaki
durumdan münâfıklardaki bu mühürleme ve basım daha kuvvetlidir.
Bu şekilde hikâyedeki ateş yakan, nurları gidenlerin dışında
kalır. Rasûlullah’ın dâvet ve hidâyeti (doğru yolu göstermesi)
294 Allâme Muhammed Hüseyin Tabatabai, El-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’an, Kevser
Y., 1/ 87
295 2/Bakara, 18
296 Seyfuddin el-Muvahhid, Davetçinin Tefsiri, Hak Y., 1/54
297 2/Bakara, 7
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
karşısında münâfıkların durumlarının da, tıpkı ateş yakıcının parlattığı
ışık karşısında gözleri Allah tarafından görmez oluverenlerin
durumu gibidir. Araplarda ateş yakmak, ışıklandırmak maksadıyla
da yapıldığından, bu mânâlarda kullanılır. Aynı şekilde yangın çıkarmak
gibi sûikastla da olabileceğinden fitne ve fesat çıkarmak
mânâsına da gelir. Ve burada ikisine de ihtimali vardır. Bundan
başka dâvet, hayra da olur, şerre de. Şu halde yangın çıkarmak ve
kötülüğe dâvet etmek mânâlarına alındığı zaman, nûrun alınması,
ateşin söndürülmesi demek olacağı açıktır. Ve bu şekilde ateş yakan,
karanlıkta kalanlardan olur ki, bu ateşi yakan münâfıkların
başıdır. Işık dururken şuurun, görme kabiliyetinin esasından kayboluvermesi
İlâhî bir hârikadır. Ve meselin en güzel noktasını teşkil
eder. Peygamberin dâvet ve hidâyeti karşısında münâfıkların, “ateş
yakıcı” karşısında etrafındakilerin bir kısmı, Muhammedî dâvet ve
onun irşâdı ebedî olduğu halde, münâfıkların anlayış nurlarını Allah
almıştır. Ve belki bunların içinde başlangıçta kalbî iman da nasip
olduğu halde, sonra bozgunculuğa sapan, kalben dinden dönerek
imanının nûrunu kaybedenler bile bulunmuştur. Kur’an’ın nazmı
işte bu temsili, böyle mânâ tabakaları ile çok yönlü olarak açıklamıştır
ki, her birinin bir sahih yönü vardır. Muhammedî dâvetin
ateş yakma ile gösterilmesi ise ikinci temsilde görüleceği üzere
şunu anlatır: Bu dâvet, bir taraftan müjdeleme, diğer taraftan korkutmayı
ihtiva eder. Bu dâvet, cennetin karşısında bir de cehennem
ateşini gösteriyor. “Bu ateşten kaçın, şu cennete koşun.” diyor.
Münâfıkların da bu müjdelere ağızları sulanıyor; korkutmadan da
başları dönüyor, ağızdan “âmennâ; inandık” diyorlar, hidâyet buraya
kadar geliyor, fakat kalplerine iman girmiyor. Çünkü anlayışlarının
nûru sönmüş, fenalığa ceza veren adil bir Allah’a inanmak
istemiyorlar. Her türlü emellerine kul gibi hizmet edecek adâlet
etmekten âciz bir ilâh istiyorlar. 298
Mevdûdi diyor ki: “Onlar Hakk’ı duymakta sağır, Hakk’ı konuşmakta
dilsiz ve Hakk’ı görmekte kördürler. 299
Seyyid Kutub da diyor ki: “Kulaklar, diller ve gözler sesleri, ışıkları
algılamak hidâyetten ve aydınlıktan yararlanmak için yaratıldığına
göre, bunlar kulaklarını fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı
“sağır”, dillerini fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı “dilsiz”,
ve gözlerini fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı “kör”dürler. Bu
yüzden hakka dönmeleri, hidâyete yönelmeleri, başka bir deyimle
hidâyete ve ışığa kavuşmaları sözkonusu değildir. Âyette verilen
298 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları:
1/219-221.
299 Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, insan Yayınları: 1/49.
NİFAK - MÜNÂFIK
- 73 -
şu örnek de onların içinde bulundukları durumu tasvir etmekte,
duygu dünyalarına egemen olan kargaşayı, şaşkınlığı, endişeyi ve
kaygıyı gözlerimizin önüne sermektedir.” 300
Yüce Allah bu âyet-i kerimelerde durumlarını açıklamak, onların
kötü işlerini,
kötü fiillerini beyan etmek, onları ibretli bir
şekilde cezalandırmak, gizlediklerini
açığa çıkartıp rüsvay etmek
üzere münâfıkların durumuna dair misaller vermektedir. Çünkü
münâfıklar insanlık için bir fitnedir, ümmet içerisinde
bir hastalıktır.
Misaller vermek ise birtakım hususları açıklamak, gizli ve ancak
düşünülerek anlaşılan şeyleri açık ve hissedilir olarak açığa çıkartmak
için Kur’an’ın izlediği bir yöntemdir. Bu misaller münâfıkların
huzursuz, şaşkın
ve tutarsız durumlarını, işlerinin içyüzlerinin çabucak
açığa çıkışını tablolaştıran örneklerdir:
Onların işlerinin çabucak açığa çıkışını canlandırmaktadır: Şöyle
ki münâfıkların sadece kısa bir süre için müslüman olduklarını
söylemeleri,
kendilerinin ve çocuklarının güvenliklerini sağlama
halleri, tıpkı kendisinden
yararlanmak için ateş yakan kimselerin
haline benzer. Bu ateş çevrelerinde bulunan yerleri ve eşyayı
aydınlatıp kısa bir süre çevrelerini görmelerini sağladıktan
sonra
Yüce Allah bu ateşi şiddetli yağan bir yağmur yahut şiddetli esen
bir rüzgâr ile söndürüverir. Böylelikle onların hiçbir şey görmeyecek
hale gelmelerini sağlar; gecenin, üst üste yığılmış bulutların
ve ateşin sönmesinin sebep olduğu
karanlıkların içerisinde bırakır.
Çünkü artık aydınlık ortadan kalkmıştır.
Münâfıklar ise duygu ve hislerini işlemez hale getirmişlerdir.
Onlar işitmenin
sağladığı faydayı, akıllarını işletmediklerinden
dolayı öğüt verenin öğüdünü,
doğru yol gösterenin irşâdını işitemezler.
İşitseler bile anlayamazlar. O bakımdan onlar hakkı işitemeyen,
hakka karşı sağır kimseler gibidirler. Aynı zamanda onlar
konuşma ve tartışmadan da yararlanamazlar. Herhangi bir meseleye
karşı delil, herhangi bir meseleye dair açıklama istemezler.
Onlar sanki konuşmayan dilsizler gibidirler. Onlar görmenin sağladığı
faydayı da işlemez hale getirmişlerdir. O bakımdan başlarına
gelen türlü fitneler ile ümmetlerin mâruz kaldığı hallerden ibret
almazlar. Sanki onlar hidâyeti göremeyen körler gibidir. Onlar
hiçbir zaman bulundukları sapıklık hallerinden vazgeçip hidâyete
yönelmezler. O bakımdan sen de onlar için üzülme, tasalanma! 301
Münâfıklar Kördür, Doğruyu Görmez
Allah, yukarıdaki âyetlerde münâfıkların özelliklerini
300 Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 1/60
301 Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Y., 1/79
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
zikrettikten sonra onların şahsiyet modelini ortaya koymaktadır.
Münâfıklık onların önünü karartmakta,
akıl ışıklarını söndürmekte
ve kalp gözünü kör etmektedir. Gözleri
kör, ışıksız ve karanlıkta
kalmış bir insanın doğru yolu bulması imkânsızdır.
Hidâyet, insanın
kalp gözü ve akıl ışığıdır. Bu ışık insanın önünü aydınlatır,
nerede
olduğunu ve ne yöne gideceğini gösterir. Işıksız hedefi bulmak
ve amaca ulaşmak mümkün değildir. Münâfık, hedefi şaşıran
ve amaca ulaşamayan
kişidir.
Yüce Allah münâfıkların durumunu örnekle anlatmaktadır. Bu
örnekte ateş, aydınlatmak, nur, karanlık ve görme kavramları bir
araya gelmiştir. Ateş kelimesi burada ışık mânâsında kullanılmaktadır.
Yolunu kaybeden insan ateş yakar ki, nerede olduğunu insanlar
anlasınlar. Diğer taraftan ateş, yolunu ormanda kaybetmiş
insana vahşi hayvanların saldırmasını da önler. Aynı zamanda o,
soğuktan donma tehlikesi geçiren kişinin hayatını da kurtarır. Ayrıca
ateş, yemekleri pişirip yenecek hale getirir.
İşte ışık, insana kendisinin ne olduğunu bildirir, insana kendisini
tanıtır ve yolunu aydınlatır. Aklın ışığı, vahşi hayvanı andıran
nefsin arzularına, şeytana ve yanlış düşüncelere karşı insanı korur.
Yanan aklın ışığına onlar yanaşamaz. Donan insan zihnini ve gönlünü
ölümden kurtarır. Aklın ışığı, insanın hamlığını pişirir ve olgun
hale getirir. İkili oynamaları, iman etmediği halde iman ettik
demeleri, Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya teşebbüs etmeleri,
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları, iman edenleri beyinsizlikle
itham etmeleri, mü’minlerle alay etmeleri ve tercihlerini kötüden
yana kullanmış olmaları nedeniyle Allah, onların yanan ışıklarını
söndürmektedir. Onları, artık göremeyecekleri karanlıkların içine
terk etmektedir.
Akıl ışığı yanan ve aydınlanan insanlar yukarıdaki davranışlara
asla girmezler. Demek ki, münâfıkların zoru akıllarındadır.
Beynindeki ışığı sönen insan, ne yaptığını, neyi satın aldığını ve
insanlığın neresinde olduğunu bilemez. Bu beyin, yani akıl ışığı
ferdi olduğu kadar toplumsaldır da. Fertlerin akıl ışığı, birleşince
toplumu aydınlatır. 302
302 Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları:
1/225-226.
NİFAK - MÜNÂFIK
- 75 -
Münâfıkların Melekeleri/Yetenekleri
Dumûra Uğramıştır
“Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; geri dönüşleri mümkün değildir.” 303
Bu âyette, zamirlerin çoğul olarak kullanılmasından, bir grup
insandan bahsedildiği anlaşılmaktadır, böylece âyet, toplumsal
ışığa ve toplumsal görmeye işaret etmektedir. Kulak, dil ve göz
organlarına dikkati çeken Allah, duyu organlarının birlikte
bir bütün
oluşturduklarına işaret etmektedir. Buna psikolojide algı aktı
denmektedir. Algı aktı duyu organlarının birlikte ve organize olarak
görev yapmasını ifade eder. Bu birleşme işlemi beyinde olur.
Allah parçaları zikrederek,
bütünü (İnsan beynini ve düşüncesini)
kasdetmektedir.
Allah “sağır” kavramıyla münâfıkların dinlemediklerini, gerçeğe
kulak vermediklerini,
uyanlara karşı aldırış etmediklerini kasdetmektedir.
Onlar öylesine sapık bir yola girerek öylesine mesafe
alırlar ki, yapılan uyarıları duymaz hale gelirler. Hastalanmış kalp,
akıl ışığının sönmesi ile kulakları sağırlaştırır: “Kulaklarımızda ağırlık
(vakr) vardır.” 304
“Vakrun” kavramı, kulağı ağır işitmek, duymamak, sağır olmak
anlamlarını ifade eder. Âyetteki sağırlık, mânevî sağırlıktır.
Gerçeğe karşı insanların takındıkları menfî bir tavır ve tepkidir.
Âyette bu itirafı, tepkiyi gösterenlerin kendileri yapmaktadır.
Hz.
Peygamber’in yaptığı uyarı, getirdiği nûra/ışığa ve müjdeye karşı
olanların çok uzak mesafedeymiş gibi tepki göstermelerini ifade
etmektedir. Allah, Hz. Nûh’un dâvetine, kavminin benzer bir tepki
gösterdiğine de işaret etmektedir: “Onları ne zaman dâvet ettiysem
parmaklarını kulaklarına tıkadılar.”305 Kulakları tıkamak ve dinlememek,
bir insana gösterilecek tepkilerin en ağırıdır, haktan kaçışın
ifadesidir. Dinlemeyen insanın gerçeği anlaması çok zordur; hatta
imkânsızdır denebilir.
“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, sanki kulaklarında
ağırlık varmış gibi kibirlenerek yüz çevirir. Sen de ona acıklı bir
azabın müjdesini
ver.”306 Anlatılan veya okunanlara kulak vermemenin
arkasındaki neden kibirdir. Âyet, Allah’ın âyetleri okunduğunda,
kibirlenerek yüz çevirenlerin psikolojik yapısını açıklamaktadır.
Âyetlerden yüz çevirmek gibi ağır bir tepkinin iki büyük nedeni
vardır: Kibir ve dinlememek. Bir taraftan kibir, dinlememeye
303 2/Bakara, 18
304 41/Fussılet, 5; 6/En'âm, 25; 17/İsrâ, 46; 18/Kehf, 57; 41/Fussılet, 44.
305 71/Nûh, 7
306 31/Lokman, 7
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
sebep olurken, diğer taraftan dinlememek de kibre sebep olabilir.
Bu davranış biçimleri ya da tavırlar, birbirinin sebebi ve sonucu
olabilirler. Sanki işitmemiş
veya kulaklarında sağırlık varmış gibi
davranarak, kibirle âyetlerden uzaklaşmak, insanı elîm bir azâba
götürmektedir.
“Onlar dilsizdirler.” Doğuştan dili tutuk mânâsına gelen bu kavram,
cehâletten veya kasden konuşmamayı
da ifade eder. Sağırlıkla
dilsizlik arasında sıkı bir bağlantı vardır. Dilsizler
-genelliklesağır
da olurlar. Dinlemeyen insan, konuşacak bir şey bulamaz.
Dil kavramı, gönül mânâsına da gelir. Ağızdaki dil, gönül dilindekileri
anlatır.
Gönül boş olunca, dilin de anlatacağı bir şey olmaz.
Dilin konuşması, bir işin başarılmasını ifade eder. Bu sebeple
dil, kültürün en önemli vâsıtası ve unsurudur. Allah buna şöyle
işaret ediyor: “Allah, şu iki kişiyi de misal verir: Onlardan biri dilsizdir,
hiçbir şey beceremez ve efendisinin
üstüne bir yüktür.” 307
Dilsizlik, burada beceriksizlik anlamında kullanılmıştır. Beceriksiz
insanlar kültür meydana getiremez ve başkalarının kültürüne
tâbi olarak onlara yük olurlar.
Manen sağır ve dilsiz olanlar,
manevî hayat, peygamber ve Allah için yüktürler.
Kibirli ve iş göremeyen
insanlar tabii olarak insanlığa yük olacaklardır: “Onları
nereye gönderseniz bir hayır getiremezler.” 308
Demek ki iş becermek, başlı başına bir değerdir ve bu değer
kültürün temelidir.
Kültür bir topluma anlam kazandıran değerler
sistemi ve hayat nizamıdır.
Toplumlar kültür vasıtasıyla bütünlük
kazanır ve hayat bulurlar.
Bakara, l8. âyette geçen “bukmun/dilsiz” kavramını, 17. âyetle
birleştirerek şu genellemeyi yapmak
mümkündür: Akıl ışığı sönmüş
insan, karanlıktaki insana benzer. Karanlıkta kalan insan da
hiçbir iş beceremez. Dilsiz olan insan, karanlık içinde kalan
ve hayırlı
bir eylemde bulunamayan insandır. Karanlıktaki insanı, ne tarafa
yönlendirirseniz yönlendiriniz, hayırlı bir iş yapması mümkün
değildir: “Âyetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde kalmış sağır ve
dilsizlerdir.”309 Allah’ın âyetlerini yalanlamak, insanı sağır ve dilsiz
bir halde karanlıkların içine gömer. Manevî karanlık içinde kalmış,
akıl ve gönül ışığından yoksun insanlar, artık karanlık içinde hayırlı
bir iş üretemezler.
“Onlar kördürler.” Akıl ve gönül ışığından yoksun olan insanın,
307 16/Nahl, 76
308 16/Nahl, 76
309 6/En'âm, 39
NİFAK - MÜNÂFIK
- 77 -
gözü görse bile kalp gözü kördür. Karanlık içinde kalan insanın
gözlerinin görmesi mümkün olmadığı gibi, kalp gözü kör olan
münâfığın da gerçeği görmesi mümkün değildir.
Sağırlık, dilsizlik ve körlük insanı girdiği yanlış yoldan geri çevirmez,
geri
dönmek istese bile dönemez: “Onlar geri dönemezler.”
Sağırdırlar, kendilerini bulmaya çalışan insanların sesini duyamazlar;
dilsizdirler,
yollarını kaybettiklerini söyleyemezler, kördürler,
bir çıkış yolu bulamazlar.
Âyetteki dönemezler ifadesini,
başka bir âyetle tefsir edebiliriz: “Hidâyet çağrısına kulak vermeyen
kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını
işiten hayvanların
durumuna benzer. Çünkü onlar, sağır, dilsiz ve kördürler.
Bu sebeple akıllarını
kullanıp düşünemezler.” 310
Dönemezler demek, “akıllarını kullanıp düşünemezler” demektir.
İnsanın girdiği
yanlış yoldan dönebilmesi için, önce, yanlış
yolda olduğunu anlaması gerekir. Aklını kullanamayan, onun ışığından
mahrum olan insan bu dönüşü nasıl başarabilir?
Münâfıkların dönemedikleri tutum ve davranışlar nelerdir?
Bu soruya Fahruddîn Râzî şu şekilde cevap vermektedir: Sımsıkı
sarıldıkları nifaklarıdır; hidâyeti satıp dalâleti satın almaları;
bulundukları
yerde çakılı kalıp, ileri mi geri mi gideceklerini bilememeleri
ve bu nedenle
başlangıç noktasına dönememeleridir.311
Münâfıklık bir inanç biçimi ve bir ahlâk anlayışıdır. Münâfıkların
ahlâkını çifte standart, bilinçsizlik ve dalâleti hidâyete tercih
etmek
gibi yanlış bir mânevî ticaret oluşturmaktadır. İşte bu
ahlâktan dönmelerinin
imkânı yoktur.
“Dönemezler” ifadesini eğitim açısından da değerlendirebiliriz.
Eğitimciler, insanların tümünün eğitilebileceği fikrinden
hareket ederler. Fakat eğitim süreci
ilerledikçe, bazı insanların
eğitilemeyeceği ortaya çıkar. “Uyarsan da uyarmasan da onlar iman
etmezler”312 ifadesi ile 18. âyette yer alan “dönemezler”
ifadesi bazı
insanların eğitilemeyeceklerine işaret etmektedir. Sağır, dilsiz, üstelik
kör olan, akıl ışığından da yoksun olan insanın eğitilmesinin
imkânsızlığı vurgulanmaktadır.
Çünkü eğitim-öğretim göze,
kulağa, beyne ve gönle hitap etmelidir.
Bunlardan yoksun olan
insanın eğitilmesi imkânsızdır. Kendileri, bulundukları o karanlığı
aydınlığa çeviremedikleri gibi, başkalarını da aydınlığa kavuşturamazlar.
Dönemezler ifadesi, dönüşümü, değişimi, yeniliği, gelişimi
310 2/Bakara, 171
311 Fahruddîn Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, 11/62
312 2/Bakara, 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
ifade etmektedir. Yenilik, gelişim ve değişim akıl işidir. Beynini yenileyemeyen
insan, hayatım da yenileyemez. Yeniliğe kapalı olan
da, değişim meydana getiremez. Yenilik ve değişim,
bir atılım ve
bir beceri işidir. Münâfık, bütün bu oluşumlara kapalıdır. 313
Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar
Kurtubî, bu âyetteki münâfığın durumunu şöyle izah etmektedir:
Münâfığa dair verilen misal ateşi yakanın durumu açıklanarak
tamamlanmış olur. Çünkü ateşi yakanın görmez bir halde
karanlıklar içerisinde
kalması münâfığın şaşkınlık ve tereddüt
içerisinde kalışını andırır. Âyet-i kerime ile anlatılmak istenen ise,
münâfıklara bir misal vermektir.
Evlilik, mirasçı olmak, ganimet almak, kendilerinin, çocuklarının
canlarının güven
altına alınması, mallarının dokunulmaz olması
gibi müslümanlar ile ilgili
olan hükümlerin kendileri için de
geçerli olmasını sağlayan, açığa vurdukları
imanlarıdır. Bununla
da karanlık bir gecede bir ateş yakıp onun vâsıtası
ile aydınlananın,
sakınması ve kendisini güven altına alması gereken şeyleri
görenin
durumuna benzerler. Bu ateş sönüp yahut ortadan kalkınca,
yine
onu rahatsız edici şeyler gelir, onu bulur ve şaşkın şaşkın kalmaya
devam eder. İşte münâfıkların durumu da böyledir. Onlar
iman edince İslâm’a girdiklerini
belirten sözlerine aldandılar. Fakat
ölümden sonra can yakıcı acıklı azap ile karşı karşıya kalacaklardır.
Yüce Allah’ın şu buyruğunda haber
verdiği gibi: “Şüphesiz
münâfıklar, cehennemin en aşağı tabakasındadırlar.”314 Ve Allah onların
nurlarını giderir. İşte bundan dolayı
şöyle diyeceklerdir: “Bize
bakın da sizin nûrunuzdan aydınlanalım.” 315
Bu benzetme şöyle de açıklanmıştır: Münâfıkların müslümanlara
yönelmesi,
onlarla konuşması ateşe benzer. Onlara duydukları
sevgiden yüz çevirip onlar önünde tökezlemeleri ise, bu ateşin ışığının
gitmesi gibidir. Bu konuda
başka açıklamalar da yapılmıştır.
Sağırlar, Dilsizler, Körler!
“Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.”
Sağırlık, Arap dilinde aslında tıkanıklık demektir. Eğer tıkalı
ise, bir kanal ve boru hakkında denilir. Sağır, buna göre işitmesini
sağlayan deliklerin tıkalı olduğu kimse demek olur. Dilsiz
313 Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Y.,
1/226-230
314 4/Nisâ, 145
315 57/Hadîd, 13
NİFAK - MÜNÂFIK
- 79 -
(el-ebkem) ise konuşamayan ve konuşulanı da anlayamayan kimsedir.
Eğer konuşulanı anlıyor ise buna ahras denilir. İkisi arasında
bir fark olmadığı da söylenilmiştir.
Onların sağır, dilsiz ve kör olmalarından maksat, onların bütün
duyularının idrâk etmediğini anlatmak değildir. Maksat, herhangi
bir açıdan onların idrâk etmediklerini
ifadedir. Mesela: Filan kişi
kötü sözlere karşı sağırdır derken, böyle
bir özel durumu anlatmış
oluruz. Katâde der ki: Onlar hakkı işitmeyen “sağırlar” hakkı dile
getirip söylemeyen “dilsizler” ve hakkı göremeyen “körler”dir.
Peygamber’in (s.a.s.) Cibril hadisinde âhir zamandaki yöneticileri
şu şekilde nitelendirirken bu anlamı dile getirmek istemiştir:
“Ve sen çıplak ayaklı, elbisesiz, sağır ve dilsiz kimselerin yeryüzünün
hükümdarları olduğunu
gördüğün vakit, işte bu da Kıyâmetin
alâmetlerindendir.”316 Doğrusunu
en iyi bilen Allah’tır. 317
Bu âyetler münâfıkların tablolarını, şaşkınlıklarını,
yıkılmışlıklarını
ve umutlarının suya düşüşlerini tasvir ediyor. Önceki
âyetlerde onların iç dünyasını gözle görülebilecek
şekilde tasvir
ettikten sonra, ikinci olarak bu alana yönelmektedir. Onların hayattaki
realitelerini, yaşadıkları
olayları izah ederek ve örnekler
vererek açıklamaya
çalışmaktadır. Bu yöntem Kur’an’ın çoğu zaman
soyut
konuları açıklarken başvurduğu etkili bir yöntemdir. Bu
örneklerle mesele, daha net ve canlı bir şekilde ortaya
konulmaktadır.
Kur’an soyut şeyleri açıklarken maddî
örneklerle meseleyi
izah eder; göze, vicdana ve bilince etki edecek, onları sarsıp harekete
geçirecek bir tasvir metodu kullanır. Böylece mesele insanın
gönlünde daha derin bir düşünceye dönüşmekte ve insanın vicdanına
da dal salmaktadır. Somut örneklerle izah edilerek konunun
daha net biçimde anlaşılması sağlanmaktadır. Çünkü somut şeyler
insanın hayatı üzerinde soyut şeylerden daha fazla etkili olmakta
ve onun benliğinde daha derin tesir bırakmaktadır. Onun içindir
ki, tasvir ve temsil (resimleme, şemalandırma ve örneklendirme)
yöntemi çocukların eğitiminde tercihe şayan bir eğitim yöntemidir.
Çünkü çocuklar, soyut şeyleri somut şeyler örnek verilmeden
anlayacak kapasitede değildirler. Çocuk, gördüğü ve yaşadığı örneklerle
o soyut konuyu muhâkeme ederek anlamaya çalışır. Örnek
vermek sûretiyle
insanın zihnine ve rûhuna yerleştirilmek istenen
düşünceye
nakşedilmek istenen yakınlığıyla pratik bir sonuca
da dönüşebilir. Kur’ân-ı Kerim’in pratik hayatta yaşanan,
gözle
316 Cibril hndisi" diye meşhur olan hadis, temel hadis kaynaklarında çok yerde
geçmekle
birlikte; bu ifadeleri ancak, Müslim, İman 7'de tesbit edebildik.
317 İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Y., 1/475-477
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
görülen örneklerle onların iç dünyasını ortaya
koymaya çalışmasının
sırrı şudur; Cenâb-ı Allah, hak-bâtıl konusunda insanları bu
tür sapık yönelişlerden uzaklaştırmak
istemiştir. Burada kullanılan
yöntemde olayın çirkinliği ve nefret edilecek yönleri, olabildiğince
geniş ölçüde somut örneklerle ortaya konmakta, bu karanlık,
boğucu ve katı atmosferden tiksindirilmeye çalışılmaktadır.
Cenâb-ı Allah münâfıkların durumlarını tabiattan verdiği somut
örnekle tasvir etmiştir: “Onların durumu karanlıkta ateş yakan
kimse gibidir. Ateş etrafını aydınlattığı zaman Allah Onun aydınlığını
gidererek, kendisini, hiçbir şey göremeyeceği koyu bir karardığa bırakır.
Onlar sağır, dilsiz ve kördürler bu yüzden geri dönmezler.” 318
Kendini karanlık bir sahrada düşün. Orada hiçbir aydınlık
parçası
yoktur. Uzaktan şeffaf ve güzel mehtabıyla kumların üzerine
dökülen ay ışığı, bir mehtap da gözükmüyor. Uzaktan coşup gelen
karanlığın etrafını, yine uzaktan gelen beyaz aydınlığı ile parlatan,
utangaçlığı
ve mahcûbiyetiyle kucak açan yıldızlar da yoktur
ki, kişinin önündeki yolun hiç olmazsa bir kısmını aydınlatabilsin.
Senin önünde karanlıklarla kuşatılmış karanlıklardan
başka bir
şey yok... Sonra... Sen birdenbire bir ateş yakmayı başardın. Ve
ateşinin alevleri havaya yükseldi.
Etrafını, yolunu ve bulunduğun
yeri aydınlattı. Sonra
bir rüzgâr hemen ateşini söndürdü. Ortada
kopan fırtına sonucu,
yakmaya çalıştığın ateş birden kül oluverdi.
Hedefe yaklaşma amacıyla girişilen bu eylemin umutsuzluk ve
perişanlıkla sona ermesiyle, insanın psikolojisi üzerinde ne kadar
olumsuz etki bırakacağını düşün. Ümitsizlikten sonra bir aydınlığa
kavuşan ve fakat bu aydınlığı acımasız
bir şekilde söndürülen adamın
durumundan daha kötü
durum ne olabilir? Adam aydınlığa
muhtaç olduğu halde
bu aydınlığı elinden alınmaktadır.
İşte bu; kuşkudan, şaşkınlıktan başıboşluktan, darmadağınıklıktan
oluşan karanlıkların içinde yaşayan münâfığın halidir. Onun
durumu da; küfrü, inkârı ve reddetmeyi
yaşayan diğer insanların
haline tıpa tıp benzemektedir.
Sonra Allah’ın Peygamberi’ne indirdiği
nur gelmiş Onlara yollarını göstermeye, hedeflerini belirlemeye,
kendilerini
şaşkınlıktan, kaostan ve başıboşluktan
kurtarmaya
çalışmıştır. Onlara gönül huzuru ve netlik
kazandıracak bir
görüş, doğru hedeflerini belirleyecek bir düşünce vermeye çalışmıştır.
Onlar bununla iman ve itaat eylemine girebilir, karanlıklardan
aydınlığa çıkabilirlerdi.
Fakat onların içinde hastalığa dönüşen
köklü bir kompleks olduğundan, bu aydınlık ile karşılaşmaları
ve hidâyete doğru yol almaları mümkün olmamıştır. Dolayısıyla
318 2/Bakara, 17
NİFAK - MÜNÂFIK
- 81 -
onlar çeşitli şeytanî oyunlarla, yöntemlerle o komplekslerini süslemeye
çalışan tavırlarını sürdürmüşlerdir.
Hem kâfirlerden, hem
de iman edenlerden yararlanarak planladıkları sonuçlara varabileceklerini,
katma ve katıştırma yöntemi ile kurtulabileceklerini
telkin eden bir oyundur bu. Bu nedenle, Allah’ın nûrunu tepkiyle
karşıladıklarından dolayı Allah nûrunu geri çekmiş ve onları yeniden
karanlığa terk etmiştir. Zira onlar, ne istediğini ve ne yapmayı
planladığını bilmeyen çılgın irâdelerinin (hevâlarının) etkisinde
kalmışlardır. Dolayısıyla tercihlerini aydınlığa kavuşmak için değil,
karanlıkta kalmak için kullanmışlardır.
Allah da onları yüz üstü
bırakmış, kendi halleriyle baş başa kalmalarını sağlamış ve onları,
hiçbir şeyi göremeyecekleri
karanlıklara terk etmiştir.
İkinci âyet, onların bu sapık yönelişe neden kapıldıklarını
açık
bir biçimde ortaya koymaktadır ve onların Allah’ın kendilerine
verdiği vâsıtaları kapsamlı bir bilgiye ulaşmak için kullanmadıklarını
öğretmektedir. Onlar Allah’ın
verdiği imkânları dondurmaya
çalışmışlardır. Cenâb-ı Allah onlara işitme organı bahşetmiş, böylece
apaçık
gerçekleri ifade eden sözlere kulak vermelerini, işittikleri
bu sözleri düşünmelerini, ölçüp tartmalarını
istemiştir. Gerçek
bir mârifete kavuşabilmeleri için, bilmedikleri ve şüphe ettikleri
her şeyi sorabilmeleri için onlara dil ve konuşma yeteneği vermiştir.
Allah’ın her türlü sırlarla ve delillerle donattığı insanları,
Allah’ın azametinin bilincine varmaya ve O’nun birliğine iman etmeye
sevk eden evrensel âyetleri görebilmeleri için onlara
görme
imkânı vermiştir. Cenâb-ı Allah onlara tüm bu imkânları verirken
onları ilme varmak için, mârifete ulaşmak için kullanmalarını dilemiştir.
Fakat onlar bu imkânlardan yararlanmamış ve bu imkânları
bulunmayanlarla
aynı düzeye düşmüşlerdir. Zira insandaki duyu
organlarının değeri, onları dondurmakla değil, onları hareketli
bir
şekilde kullanmakla ancak anlaşılabilir. İnsanlara
ilimi ve mârifet
bahşedecek, hayatı daha iyi anlamaya etki edecek, insanın kalbine
düşünmek için yol açacak her türlü eylemle değerleri anlaşılacaktır.
İşte bu organlarını bilgi yolunda kullanmayan ve onların
doğal birer araç olduğunu düşünüp onları değerlendirmeyenlerin
hakka ve doğruya dönüş yapmaları asla mümkün değildir. 319
“Onların örneği şu misal gibi ki! Ateş çevresini aydınlatınca da: Allah
onların nûrunu gideriverdi. Onları zulmetler içinde görmezler olarak
kapkaranlık
bırakıvermiş.”
Kur’an’ın bir anlatım üslûbu, bir ifade
mantığı vardır. Allah soru sorar Rasûl-i Ekrem’e. Farklı sorular sorar.
Ama arkasından bakıyoruz:
“İşte bunlar gayb haberlerindendir
ki; biz sana bunları
vahyediyoruz. Sen de, kavmin de daha önce bunları
319 Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Y., 1/92-96
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
bilmezdiniz.”320 deniliyor. Bunlar gayb haberleridir ki biz onu sana
vahyediyoruz,
öğretiyoruz deniliyor. Peki şimdi bu ne biçim iş mi
diyeceğiz? Yâni ne bilecekti Rasulullah da Allah bunları soruyor
mu diyeceğiz? Hayır böyle bir şey demeye hakkımız yoktur. Çünkü
Allah’ça ifade böyledir diyoruz. Allah böyle ifade etmeyi murad
etmiştir, kimse ona hesap sorma hakkına sahip değildir. Amenna.
Meselâ bakın Cenâb-ı Hak yine soruyor: “Kaaria nedir? Bilir misin
kaaria’nın ne demek olduğunu?
Ama sen nerden bileceksin bunu?”321
diye bir soru soruyor. Ama aynı Allah yine kitabının başka bir yerinde
kendisine soru sorulan bu insan için: “Hakikaten o çok zâlim,
çok cahildir.”322 buyuruyor.
Yâni soran kim? Allah. Allâm’ul guyûb olan, âlim’ul gaybi veşşehadeh
olan, yâni gaybın da, şehâdetin de bileni, en bileni, mutlak
bileni olan, Alîm olan, Habîr olan, Semî olan, bilgi kendisinden
olan, bilginin kaynağı olan, tam bilen, mükemmel bilen, eksiksiz
bilen Allah soruyor. Peki kime soruyor Allah? Sorulan kim? diye
tarif buyurduğu insana soruyor. Yâni zâlim, kendisine zulmeden,
ya da cahil, bilgisizin bilgisizi olan insana soruyor. Ha! Öyleyse bu
soru değildir diyoruz. Yâni cevap isteyen bir soru değildir bu. Ama
Allah sordu diye soru diyoruz. Değilse Rabbimiz için bilmediği bir
konuda cevap bekleyen bir soru soruyor dememiz câiz değildir.
Ve işte Kur’an’ın böyle bir anlatım modeli
vardır diyoruz.
Cenâb-ı Hakk’ın anlatım modellerinden biri de; burada olduğu
gibi kişiyi mücerret konularla, soyut konularla sanki zor durumda
bırakıp da onun bocalaması söz konusu olacaksa, yâni o
konuyu hayata
indirgemesi problem olacaksa, o zaman örnekleme
yaparak anlatmasıdır. Konunun anlaşılabilmesi için örnek verir
Rabbimiz.
Burada da Rabbimiz bize münâfıkların
karakteristik özelliklerini
anlatırken belki anlayamazsınız, diyerek bir örnekle konuya
açıklık getiriyor: “Onların örneği şu misal gibi ki!” dedi ve bir tablonun
önüne çekti bizi. Veya bir pencere açtı Kur’an bize, bir ekran
çıkardı karşımıza ve şu örneği önce bir anlayın
dedi. Yani formüle
edilen bir problem vardı ortada, onu bir kenara
aldı ve onu anlamanız
için size yeni bir tablo çiziyorum dedi Allah.
“Bunların durumu şu şahsın örneği gibi ki, ateş yakıyor. Ateş
yakmak için çabalıyor adam.” Açıkta, meydanda, boşlukta ateş yakıyor.
Adam ateş yakıyor: “Ateş çevresini aydınlatınca da, Allah onların
nûrunu gideriverdi.”
320 11/Hûd, 49
321 101/Karia, 1-3
322 33/Ahzâb, 72
NİFAK - MÜNÂFIK
- 83 -
Bir kişi ateş yakıyor. Ateşi yakan
bir kişi olduğu halde ardından
da Allah onların nûrunu giderdi
deniyor. Allah o ateş ile beraber
olup o ateşin yakılmasıyla birlikte çevresini aydınlatan insanların
gözlerinin görme özelliğini alıveriyor. Birisi ateş yakmış obanın
kenarında, köyün kenarında
veya bir kampın kenarında.
O ateş
çevreyi aydınlatmış, birileri
var tabii orada, o ateşle ilgi kurmuşlar.
Sonra aydınlanmışlar, dünyaları aydınlanmış. Sonra da Allah onların
gözlerinin nûrunu alıvermiş. Ateş yanıyor, çevreyi aydınlatıyor,
aydınlatmaya devam ediyor; ama adamların ateşle ilgileri kalmamış.
Ondan sonra da: “Onları zulmetler içinde görmezler olarak kapkaranlık
bırakıvermiş.” Ondan sonra da: “Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve
kördürler.” Şimdi bu adamlar, artık dünyaları karardığı için, eşya ile
irtibatları
kesildiği için, ne yapacaklarını şaşırmış haldedirler. Az
evvel görüyorlardı,
ama şimdi görmüyorlar. Her şey bitmiş; sağır,
kör ve dilsiz hale gelmişler.
“Onların (münâfıkların) misali, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimsenin
misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen
onların nûrunu (aydınlığını) giderir ve onları zulumât (karanlıklar) içinde
bırakır (artık hiç bir şeyi) görmezler.” 323
Münâfıkların Işığı Kısa Sürelidir
“Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde
yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin
durumu) gibidir. O münâfıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla
parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Hâlbuki Allah, kâfirleri çepeçevre
kuşatmıştır.”
“(O esnâda) şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar, onlar için
etrafı aydınlatınca orada birazcık yürürler, karanlık üzerlerine çökünce
de oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır,
gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz her şeye kaadirdir.” 324
Münâfıkların ışığı kısa sürelidir. Atasözündeki ifade ile: Yalancı
münâfıkların mumu, yatsıya kadar yanar. Allah, bu zümrenin
halini tasvir için bir misal daha veriyor. Bu örnek, onların içinde
bulundukları korku, endişe, ıstırap ve dehşeti canlandırmaktadır:
Müthiş bir tablo bu. Hareket ve ıstırapla dolu. Sapıklık ve şaşkınlık.
Korku ve heyecan. Dehşet ve endişe. Ses ve ışık bu tabloda
billûrlaşıyor. Bulutlardan boşanıp gökleri yırtarcasına inen yağmur.
Bu yüzden meydana gelen korkunç karanlık. Gök gürültüsü
ve şimşek. Şimşeğin ışığı altında yürümeye çalışmaları ve dünya
323 2/Bakara, 17
324 2/Bakara, 19-20
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 84 -
tekrar zindana dönünce dikilip kalıvermeleri. Hayrette kalmışlar.
Nereye gittiklerini bilmiyorlar. Korku ve dehşet içinde şaşkına
dönmüşler.
Münâfığın nifak içindeki hali, karanlık bir gecede gök gürültüsü,
yağmur ve yıldırımların altında yürümesine benzer. Her yer
karanlık, arada bir şimşek çakıyor ve etrafını görüyor, bir iki adım
attıktan sonra yine karanlığın içinde kalıveriyor. İşte münâfığın bu
müslümanlar arasında söylediği İslâmî sözler ve davranışlar ona
yıldırım ışığı gibi geçici menfaatler sağlayabilir. Ama sonu yine karanlık,
yine hüsran.
Bu tablodaki şiddetli yağmurlardan karanlıklara, gök gürültülerinden
yıldırımlara, dehşet içinde kalanların titrek adımlarından
mıhlanıp kalmalarına kadar her hareket, münâfıkların acı ve mustarip
hayatını canlandırmaktadır. Onların mü’minlerle buluşmaları,
sonra şeytanlarına dönmeleri. Bir an için söyledikleri sözler
ve bundan derhal dönüş yapmaları, bir taraftan hidâyet ve nûru
arzularken, diğer taraftan kendilerini dalâlet ve karanlığın kucağına
atışları. Bu, bir zümrenin hâlet-i rûhiyesini ve karakterini aksettiren
canlı bir tablodur.
Müslümanlara şirin görünerek köşeyi dönen bazı politikacı ve
liderler, sonra imansızlara hizmet edenler, bilsinler ki bu aydınlık
geçicidir. Câmi ile puthane arasında kalmış bu şaşkınlar, kâfirler tarafından
değilse bile mü’minler tarafından hesaba çekilecektir. 325
Bu âyetler, münâfıkların şaşkınlıklarını, huzursuzluklarını ve
fırsatçılıklarını dile getirmektedir. Kur’ân-ı Kerim, onlara İlâhî irşadlarda
bulunmuştur. Ancak onlar bunlardan yüz çevirmişlerdir.
Onların bu durumları, karanlık bir gecede, gök gürültüleri ve çakan
şimşeklerle beraber şiddetle yağan bir yağmura tutulan
topluluğa
benzer. İşte bu kapkaranlık atmosfer içerisinde kurtuluş
yolunu araştırırlar ve ufukta gördükleri tek aydınlığa umut bağlarlar;
yani apaçık âyetlerin getirdiği hakka uymayı kararlaştırırlar.
Fakat aradan fazla zaman geçmeden karanlıklara düşer; yine huzursuzluğa,
çalkantıya yuvarlanırlar. Eğer Allah dilese gök gürültüsünün
gürültüsüyle kulaklarını sağır eder. Gözleri
kör etmeye
yetecek şimşeğin parıltısıyla onları kör eder. Fakat bir hikmet ve
bir maslahat dolayısıyla o bunu murad etmez. Çünkü onlara bir
mühlet vermek, doğruya dönsünler diye fırsat tanımak istemektedir.
325 Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Y., 1/60
NİFAK - MÜNÂFIK
- 85 -
Özetle; nifak kısa bir süre için bazen münâfık kimsenin yolunu
aydınlatabilir.
Ancak ateşin sönmesi gibi bu da çabucak sönüverir.
Bu ise münâfıklığın sürekliliğine
son verir, devamını önler.
Münâfık herhangi bir amacını gerçekleştirmek
ve basit maddî
bir kazanç elde etmek amacıyla münâfıklığına umut bağlayabilir.
Fakat kısa bir müddet içinde bu umutlar darmadağın olur gider.
Münâfıklar böylece huzursuzluk ve çalkantı içerisinde kalırlar.
Çünkü bir âyetin nüzûlü ile gösterdikleri zahirî sevinç, mü’minlerle
birlikte cihad etmeleri istendiği
zaman ortadan kalkar. Kısacası iyi
günlerinde müslümanlara destek vermek ve onların mutluluğunu
zâhiren paylaşmak, ibtilâ ve imtihan dönemlerinde
ise nankörlük
edip müslümanlara sırt çevirmek münâfıkların misali ve tavrıdır. 326
İşte münâfığın bu müslümanlar arasında söylediği İslâmî sözler
ve davranışlar ona yıldırım ışığı gibi geçici menfaatler sağlayabilir.
Müslümanlara şirin görünerek köşeyi dönen milletvekili
bakan olanlar
sonra da imansızlara hizmet edenler bilsinler ki bu
aydınlık geçicidir. Ya kâfirler tarafından veya mü’minler tarafından
hesaba çekilecektir. Çünkü münâfık camiyle kilise arasında
kalmış şaşkın insandır. 327
Yahut o münâfıkların hali bir yağmur kıssasına, diğer ifadeyle
yağmura tutulanlar kıssasına benzer ki, semânın her tarafından
“bardaktan dökülür gibi” boşanmış kuvvetli bir yağmur, onda türlü
türlü karanlıklar var. Gece karanlığı, kara yağmur bulutu dünyayı
kaplamış, yağmurun yoğunluğu da bunlara eklenmiş, insanın
içini sıkıyormu sıkıyor; göz, gönül kararıyormu kararıyor. Şu halde
karanlıklar katmerleşmiş, iç dış zifiri karanlık, bundan başka dehşetli
bir gök gürültüsü, titretici bir patlayışı, gürleyişi var ki, beyinlerde
çatlıyor, ufuklarda gürlüyor, bir de şimşek, şimşek çakışı.
Çakıp şakıdıkça, parladıkça bir ümit ışığı gibi karanlıkları yarıyor,
yürekleri ağza getiren bir halecan (yürek çarpıntısı) veriyor. Bunlara
tutulanlar parlayarak geldiği için yıldırım, çarptığını mahvettiği
için sâika (ve çoğulunda savâık) denilen, gözlere şimşek, kulaklara
gök gürültüsü halinde gelen, ucu nereye dokunursa yo k eden,
insanı ve hayvanı bir anda mahveden, madenleri eriten, demiri
mıknatıslayan, mıknatısların kutuplarını alt üst eden, özetle (es-
Savâık) denilince her türlü felaket ve yok ediciliği ile bilinen o
âteşîn kamçılardan, o dehşetli kıvılcımlardan, yıldırımlardan parmaklarını
kulaklarına tıkıyorlar, bunu da ölüm korkusuyla, ölümden
sakınmak için yapıyorlar. Fakat kulak tıkamak neye yarar, korkunun
ecele faydası ne?
326 Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Y., 1/80
327 Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/105-106.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 86 -
Allah bütün kâfirleri her taraflarından, içlerinden, dışlarından,
dünyalarından, âhiretlerinden kuşatmıştır. İlâhî kudretin
kuşatmasının dışına çıkmak mümkün mü? Allah’ın izni olmadıkça
bundan kurtulmalarına ihtimal mi var? Yıldırımdan korkulmaz
mı? Ölümden sakınılmaz mı? Evet, ama bunlardan daha önce
Allah’tan korkmak ve O’nun azâbından sakınmak gerekir. Yıldırımları
yapan kim? Bütün bu alâmetleri belirten kim? Bulutların
arasından, o su hazinelerinin içinden bu ateşleri çıkartan kim?
Onları tâ uzaklardan kulaklara işittiren, gözlere gösteren kim?
Sakınmak hissini veren, ona göre tedbir almak kabiliyetini ihsan
eden kim? O yıldırımların çıkış noktalarını, isabet noktalarını tayin
eden ve bulutları ona göre sevk ve idare eden kuvvetler, melekler
kimin? Hepsi hepsi Allah’ın, yıldırımlar da Allah’ın bir belâsı,
azâbının bir örneğidir. Bunlardan korkup sakınmak isteyenlerin
daha önce Allah’tan korkmaları ve onun emirlerine, kanunlarına
uyarak felâketten sakınmanın, nimetine ermenin yolunu bilmeleri
gerekir. Bir Allah korkusu, insana bütün korkuları attırıp yok
ettirir. Allah’ın izniyle her korkudan kurtulmanın bir çaresi vardır.
Fakat Allah’tan, O’nun azâbından kurtulmanın imkânı yoktur. O
da iman ve kulluk etme ister; kanunlarının, emirlerinin tatbikini
ister. Ona bununla yaklaşılır; azaplarından bununla korunulur,
kurtuluş bulunur. Yoksa gök gürültüsü ve şimşeği gördükten sonra
yıldırımdan korkmanın, kulak tıkamanın hiçbir faydası yoktur.
Şimşek çakınca olan olur, yıldırım yerini bulur. Gök gürültüsü işitildiği
zaman da bunlar beş on saniye önce olmuş bitmiştir. Ümit
ve müjde, şimşeğin yaldızlı çakışında değil, gök gürültüsünün
gümbürtülü gelişindedir. Bilmeyenler gök gürültüsünü şimşekten
sonra, yıldırımı da bu gürültü ile beraber gelir zannederler.
Hâlbuki yıldırım şimşekle düşer. Esas itibarıyla gök gürültüsü de
onunla beraber patlamıştır. Daha esasında gök gürültüsü, o yıldırımı
çıkaran sarsıntıda, sadmede, vuruştadır. Bulutlara, havaya
bu darbeyi vuran bir kuvvet, onu idare eden bir melek vardır ki,
“ra’d” yani “gök gürültüsü” ismi ona kadar dayanır. Bu kuvvet, bu
melek buluttan buluta, buluttan havaya darbeyi indirdiği zaman
sarsıntıdan bir gürültü ile bir ateş, bir kıvılcım çıkar, şimşek bu
kıvılcımdır, yıldırım bundadır. Ses ağır gelir, sonra işitilir ve geldiği
zaman, “Size geçmiş olsun, Allah’ın izniyle yıldırımı düşürdüm, siz
kurtuldunuz.” der.
Şu halde olay dıştan zannedildiği gibi şimşek, sonra gök gürültüsü
ve yıldırım değil, gerçekte ve Allah katında gök gürültüsü,
şimşek ve yıldırım şeklindedir. Size de şimşek, yıldırım ve gök
gürültüsü şeklinde görünür ve işitilir. Bunu bilmeniz, anlamanız
gereklidir. Bunun için Allah Teâlâ (ra’dün ve berk) buyurmuş. Gök
NİFAK - MÜNÂFIK
- 87 -
gürültüsünü öne almakla beraber, aralarını mutlak cem’ için olan
“vav” ile bağlamış, (şimşek, sonra gök gürültüsü) buyurmamıştır.
Bunu Fen Bilimlerini okumamış ve ümmî olan Hz. Peygamber,
kendi kendine elbette bilemezdi. Allah bildiriyor, ilim ve fen ehli
de bunu tasdik edeceklerdir. Ederken İlâhî vahyin hakikatini anlamaları
gerekir. Hele elektrik olaylarıyla delil getirerek görülmeyen
esiri (cevheri) bulmaya çalışanlar, Allah’ı daha önce anlamalı,
Peygamberine vahyinin hak olduğunu da hiç olmazsa bu gibi ince
noktalardaki fennî te’yitlerle itiraf etmelidirler. Gök gürültüsünün
bir tesbih olduğunu,328 bunu işitenlerin hamd ve şükretmesi
gerektiğini de unutmamalıdırlar. Yıldırım hakikaten müthiştir. Bir
İlâhî belâdır. Ve şimşek ile beraberdir. Fakat bundan korunmak;
önceden, maddî ve mânevî bir yıldırım siperi bulmak gerektir. O
da Allah’ı, emirlerini ve kanunlarını tanımakla olur. Şimşek çaktıktan
sonra kulak tıkamanın hiçbir mânâsı yoktur. O zaman insan
kurtulursa sırf Hakk’ın yardımı ile kurtulur ve gök gürültüsünü
işittiği zaman da kurtulmuş olduğunu bilir. O zaman Allah’ın
kudretine hamd ve şükretmesi gerekir. Bunlar ve bunları anlatan
Kur’an hep hak âyetlerdir. Bu dâvetlere ve bu irşadlara kulak tıkamak
ne bedbahtlıktır!
İşte Cenâb-ı Hak münâfıkların durumunu bir de böyle “sayyib
= yağmur” meseliyle tasvir buyurmuştur. Bu teşbih, teşbih-i
mürekkeb (temsilî benzetme) olduğuna göre ayrıntılarında benzerlik
aranılmayarak hepsinde münâfıkların hayretini, şaşkınlığını
hayal etmek yetecektir. Bununla beraber bunu teşbih-i mefrûk
olarak ayrıntılı bir şekilde düşünmek de mümkün olmuştur. Şöyle
ki: İslâm dini hayat sebebi olmakta kuvvetli bir yağmura, Peygamberimizin
gönderildiği zamanda dünyanın hali ve her zaman
İslâm’a karşı olan kâfirlerin şüpheleri karanlıklara; dinin va’di
ve vaîdi (korkutmas) şimşek ve gök gürültüsüne; kâfirlerin ve
münâfıkların namzet oldukları musibetler ve ceza, yıldırımlara
benzetilmiştir. Sonrası da İslâm’a münâfıkların bakışını ve fırsat
buldukça ondan istifade şekillerini temsil ediyor. Bu iki temsilin
nüzûl sebebi hakkında, yahudilerin de bazı rivâyetlerde bahis konusu
edildiğini görüyoruz.329
Parmaklarıyla kulaklarını tıkayarak, felâketten kurtuldukları
konusunda kendilerini bir müddet daha avuturlar. Fakat gerçekte
onlar kendilerini kurtaramazlar; çünkü Allah, kudretiyle onları
her taraflarından kuşatmıştır.
328 13/Ra’d, 13
329 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 88 -
Bu misaller, İslâm’a kalpten inanmayan, fakat çıkarları nedeniyle
“müslüman” görünen kimseleri anlatır. Bu ikinci misal, şüphe,
iman zayıflığı ve tereddüt içinde olan münâfıkları anlatmaktadır.
Bunlar tamamen kâfir değillerse de, İslâm’ı, ancak kendilerini tehlikeye
sokmayacak derecede uyguluyorlardı. Bu misalde yağmur,
tüm insanlığa rahmet olarak gelen İslâm’ı temsil eder; karanlık,
gök gürültüsü ve şimşek ise öne çıkan engelleri, İslâm düşmanlarının
ortaya koyduğu güçlü savunma nedeniyle yaşanan tehlike ve
güçleri temsil eder. Durum biraz yatıştığında onlar İslâm’a doğru
yönelirler, fakat zorluk bulutları ortaya çıktığında veya kendi çıkarlarına,
bâtıl inançlarına, önyargılarına ters düşen emirler verildiğinde
öylece şaşkınlık içinde kalakalırlar.
Eğer dilerse Allah, bir önceki misaldeki münâfıklara yaptığı
gibi bu kimselerin de Hakk’ı görmelerini tamamen engelleyebilir.
Fakat bunu yapmaz; çünkü Allah, görmek ve duymak istedikleri
sürece onların Hakk’ı görüp duymalarına fırsat vermeyi dilemiştir.
Allah’ın onlara Hakk’ı görüp duymalarına yetecek kadar güç vermesinin
nedeni işte budur. 330
Münâfıklık Küfre Götürür
“Yahut onların durumu, gökten sağanak halinde boşalan,
içinde yoğun
karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan
yağmura tutulmuş insana
benzer. O münâfıklar yıldırımlardan
gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını
kulaklarına
tıkarlar. Hâlbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.”
Allah, münâfıkların durumunu, manevî yapılarını anlatırken
tabiattan örnekler vermektedir. Bu tür benzetmeler, ortaya konulmak
istenen gerçekleri
daha iyi anlamamız için yapılmaktadır.
İnsanın, duyu organlarına hitap eden gerçekleri anlaması daha
kolaydır. Bu nedenle Allah, bu tür karşılaştırmalar
yaparak insan
idrâkini harekete geçiriyor. İç âleminin dengesi bozulmuş
insanın
yaşadığı mânevî fırtınalar ile tabiat âlemindeki fırtınalar birbirine
oldukça benzemektedir. Onun için din eğitimcileri mânevî konuları,
dış âlemden örnekler vererek anlatmalıdırlar. Bilimsel bilgi
vasıtasıyla, mânevî oluşumların isbatına gidilmelidir.
Dış âlemin kanunları ile insanın iç âleminin kanunlarının çakıştığı
noktada
hakikat meydana çıkar: “İnsanlara dış ve iç âlemlerindeki
kanunlarımı öğreteceğim (göstereceğim) ki, Kur’an’ın gerçek olduğu onlara
iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması
yetmez mi?” 331
Allah, bu âyetlerde dış âlemdeki tabiat olaylarının kanunlarını
330 Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, insan Y., c. 1, s. 55
331 41/Fussılet, 53
NİFAK - MÜNÂFIK
- 89 -
anlatmakta
ve bununla da münâfıkların iç âlemlerindeki oluşumları
izah etmektedir. 20. âyette geçen gök kavramını, psikolojik, ya
da metafizik mânâda ruhlar ve akıllar âlemi332 şeklinde anlayabiliriz,
O zaman âyette yer alan “sayyib” kelimesi Fahruddîn Râzî’nin
anladığı gibi iman ve Kur’an333 mânâsına gelir. Bu durumda gök
‘akıl’ olunca, âyetteki karanlık ve gök gürültüsü de, münâfıkların
tahammül edemediği aklın öğretileri olacaktır. Böyle olunca da
beyni ve gönlü nefsin işgaline uğrayan insanlar (münâfıklar), aklın
öğretilerinden
tiksinecekler, dünyaya, yani gönül ve nefis alemine
rahmet olarak inen bu hakikatleri kabul etmek, nefislerine
çok ağır gelecektir. İşte bu ağırlık
nedeniyle münâfıklar, aklın bu
gerçekleri karşısında parmaklarıyla kulaklarını
tıkayacaklardır.
Eğer gök, İlâhî âlemi ifade ediyorsa, sayyib de Kur’an’ın kendisi
olur. Kur’an bir rahmet olduğuna göre, âyetteki yağmur Kur’an’ın
rahmet olmasına işaret etmektedir. Bu durumda âyeti, “Kur’an’ın
öğretileri münâfıklara ağır geldiği için, onu karanlık ve gürültü
olarak değerlendireceklerdir” şeklinde anlayabiliriz.
Âfetler şeklindeki tabiat olayları, insanı ölümle burun buruna
getirir ve onda bir ölüm psikolojisi doğurur. Bu durumda insanın
yapacağı ilk iş onu kabullenmemek veya âyetteki tabiri ile ona
karşı “kulaklarını tıkamak”tır. Bu ise gerçeğin kabullenilmemesini
ve gerçekten kaçışı ifade eder. İşte Yüce Allah,
münâfıkların
Kur’an’ın gerçeklerinden nasıl kaçtıklarını böyle bir benzetme
ile
ortaya koymaktadır.
Kur’an gerçekleri karşısında münâfıklar, kulaklarını tıkayarak
kendi karanlık
dünyalarında Kur’an’ın sesini ölüm olarak algılamaktadır.
Çünkü onlar
cehâletleriyle uyum içinde yaşıyorlardı.
Kur’an öğretilerinin meydana getirdiği o fırtına, cehâletin tüm
putlarını yıkmaktadır. Bu da münâfığın ve münâfıklığın yok olması
demektir. 334
Münâfığın Işığı Kısa Sürelidir
“Neredeyse gözlerini kapıverecek olan şimşek önlerini aydınlattı mı
onun ışığında yürürler, üzerlerine karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah
dikseydi, elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Şüphesiz
Allah, her şeye kadirdir.” 335
Kur’an’ın getirdiği aklın ışığı, münâfıkların iç âlemi için yıldırımları
andırmaktadır,
münâfıklar ancak şimşeğin aydınlatması ve
332 Elmalıh Hamdi Yazır, age, 1/221.
333 Razî, age, 11/64.
334 Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları:
1/230-232.
335 2/Bakara, 20
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 90 -
aydınlatma süresi oranında, Kur’an’ın ve aklın ışığından istifâde
ederler. Nefis tarafından karartılmış
kalpte, sadece anlık aydınlanmalar
meydana gelebilmektedir. Bir anlık ışıkta gerçeklerle
karşı karşıya kalan münâfık, “iman ettim” diyor, fakat az sonra
karanlığa gömüldüğü için, bunu bir serap kabul ederek, bu anlık
imanının
bir aldanma olduğu sonucuna varıyor. Böylece karanlık
dünyalarında yaşamaya devam ediyorlar. Bu nedenle Allah,
münâfığın dönekliğini ve çifte standardını, aklın ışığından
yeterince
istifade edememesine bağlamaktadır.
Münâfıklar, Kur’an’ın ışığının, şimşeğin ışığı gibi gözlerini
kör edecekmiş
gibi davranırlar. Akim ve Kur’an’ın nûru, onların
gözlerine ağır gelir ve o nûra tahammül edemezler. Yüce Allah
“Dileseydim onların işitme ve görme duyularını giderirdim” buyuruyor.
Gidemediğine göre, onların yine de Kur’an’ın ve aklın
ışığının cazibesine kapılarak gerçekleri görebilme kapısını açık
bırakmaktadır. Zira şok edici durumlarda insanlar, ani değişimler
yaşayabilirler.
Karanlık çökünce dikilip kalırlar ifadesi, aklın ve Kur’an’ın
getirdiği faydalan anlayıp onlardan istifade edemeyince, dinin
kapısında dikilip kalırlar demektir. Aklın ve Kur’an’ın öğretilerinin
onlara getirdiği faydanın farkına
varamamaları ve onlardan
istifade edememeleri, münâfıkların gönlünü karartmaktadır. İşte
bu karanlık, onları dine giden yolun kapısında durdurmakta
ve
içeriye girmelerini engellemektedir.
“Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” Yüce Allah, Bakara sûresinin
baş kısmında yer alan münâfık ve kâfirlerin durumunu
anlatan
âyetlerin peşinden, Şüphesiz Allah her şeye kadirdir buyuruyor.
Müfessirler âyetteki şey kavramı üzerine durarak içini doldurmaya
çalışmaktadırlar.
Biz burada şey kavramını farklı bir açıdan
açıklamaya çalışacağız.
Bakara, 7’den itibaren, Yüce Allah’ın, tasvir ettiği fiilleri gerçekleştirmeye
kadir olduğunu belirtmek için, âyetin sonunda Allah
her şeye kadirdir buyrulmuştur. Yüce Allah, hak ettikleri takdirde
insanların kalbini ve kulaklarını mühürleme
ve gözlerine perde
çekme; münâfıkların manevî hastalığını artırma, Kur’an gerçekleriyle
alay etmelerine karşılık münâfıklarla alay etme; münâfıkların
nûrunu giderme, isyanlarını artırma; kâfirleri ihata etme ve
dilediği takdirde
onların işitme ve görme duyularını giderme gücüne
sahiptir. İşte bu eylemleri
yapabilecek olan Allah, her şeye
kadir olmalıdır. Bir bakıma, Bakara l’den Bakara, 20 âyetine kadarki
bütün konular, her şeye kadir olan Allah’ın hükmüyle
karara
NİFAK - MÜNÂFIK
- 91 -
bağlanmıştır. Ancak, her şeye kadir olan bir varlık, müslümanların,
kâfirler
ve münâfıkların iç âlemini bu şekilde bilip açıklayabilir. Bu
güce sahip olmayan
insanların, birbirlerini kâfir ve münâfık diye
itham etmelerinin doğru olmayacağı
da, zımnen anlamamız gereken
bir gerçektir. 336
Bu âyetlerde geçen bazı Kur’an kavramlarını özet olarak izah
etmek gerekir diye düşünüyorum. Bunlar: “sayyib/şiddetli yağmur”
“semâ/gök” ve “hazera’l-mevt/ölüm korkusu”.
Yağmur ve Tûfân Gibi Şiddetli Olanı
“Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşalan… yağmur
gibidir.”337
Sayyib kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de sadece bir yerde geçer; o
da bu işlediğimiz Bakara sûresi, 19. âyetidir. Bu kelime, sağanak
halinde, göklerden boşalmış gibi yağan şiddetli yağmur anlamına
gelmektedir. Yaratıcı’nın koyduğu kanunların zincirleme işlemesiyle
atmosfere gelen güneş ışınlarının, ancak canlıların ihtiyacı
kadar olan üçte biri yeryüzüne ulaşır. Bu da rahmetin/yağmurun
devamlılığını temin eden buharlaşmayı sağlar. Denizlerden ve
toprak üzerinden kaldırılan su aynı oranda buharlaşır, tekrar yere
iner ve hayatın devamında görev alır. Sonsuz kudret sahibi Allah,
bir yılda 450 katrilyon litre suyu buharlaştırmaktadır. Keza, dakikada
yeryüzüne yaklaşık bir milyar ton, saniyede 16 milyon ton
su, yağmur olarak indirilmektedir. Yağışlar, yeryüzünün değişik
bölgelerinde farklı miktarlarda olmasına rağmen, evrende israfa
yer verilmeyerek bu rakam korunur ve bir yıl içerisinde dünyaya
düşen toplam yağmur miktarı, diğer yıllarda da hep aynı kalır ve
bütün zaman boyu böylece devam eder.
Yağmur damlaları, dengelenmemiş bir yerçekimi kuvvetinin
etkisinde kalsalardı; yere düşene kadar hızları devamlı artarak
çok büyük değerlere ulaşırdı. Bu da, dolayısıyla muazzam hareket
enerjisi kazanmış damlaların yeryüzüne taş gibi düşen felâketi
olurdu. Bunun hiç de böyle olmadığını, ilmi sonsuz bir Yaratıcı’nın
tecellisiyle başlangıçta hareketsiz olan her bir damlanın, yerçekiminin
ters yönünde artan bir hava direncinin etkisinde hareket
ettiğini görüyoruz. Bu şekilde damlaların hızları, yukarı yönlü
hızla artan hava direnci ile aşağı yönlü yerçekimi kuvvetinin birbirine
eşit olmasına kadar artarak sonunda sabit kalmaktadır. O
336 Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları:
1/232-233.
337 2/Bakara, 19
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 92 -
aktif, berrak ve tatlı su, hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmet’ten
gönderildiği hem cahillerce hem bilginlerce kabul edilir ki, sanki
rahmet, tüm canlıların ihtiyaçlarına cevap vermek için tebessüm
ederek damlalar suretinde ilahî hazine çeşmesinden akmaktadır.
Yağmurda görülen bu ilahî yardım tecellisinden dolayı ona rahmet
adı verilmiştir. 338
Denizler dolusu su, gökler dolusu su... Bir senede yağan yağmurları
bir araya toplamak mümkün olsaydı, belki Akdeniz’i doldururdu.
Demek ki, bir senede Akdeniz’i gökyüzüne çıkarıp yere
indiren, onları toprağın altına geçirip, yeraltı kanallarında dolaştırıp,
tekrar yeryüzüne ulaştırıp, insanların hizmetine sokan
var. Nil, Fırat ve Amazon nehirlerinin çıkışı, insanı hayretler içinde
bırakmaktadır.
“Hiç yağmur yağmasaydı ne olurdu?” “Yağan yağmurlar, hiç
durmasaydı ne olurdu?” “Yağmurlar tane tane değil de oluktan
boşanırcasına yağsaydı, kaya gibi başımıza düşseydi ne olurdu?”
Bu üç sorunun cevapları aynı olacaktı: Tek kelimeyle “felâket!”
Öyleyse yağmurun yağışında üç felâket gizlenmiş. Bizi bu üç
felâketten koruyan var. Şükretmeyelim mi?
“Yağmur, doğanın sevinçten ağlamasıdır.” Bir yağmur damlasının
buharlaşıp gökyüzüne çıkması ve yoğunlaşıp yağmur halinde
yeryüzüne inmesi esnasında; şiddetle inmeden, rahmet olarak
başımızı okşaması, canlıların imdadına yetişmesi, şefkatle üzerine
düştüğü en nazenin yaprak ve çiçeklere dahi zarar vermemesi, bütün
bu olayların, üstün bir ilim ve kudret çerçevesinde gerçekleştiğini
göstermez mi? 339
“O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı.
Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler
çıkardı. Artık bunu bile bile Allah’a şirk koşmayın.” 340
“Rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip
çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığına ve birliğine)
deliller vardır.” 341
“Gökten belli ölçü ve miktarda su indirdik de onu yerde durdurduk.” 342
338 Mehmet Buharalı, Sızıntı, c. 12, s. 323
339 Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, İlimler ve Yorumlar, Türdav Y., s.
279-280
340 2/Bakara, 22
341 2/Bakara, 164
342 23/Mü'minun, 18
NİFAK - MÜNÂFIK
- 93 -
“İçtiğiniz suyu düşündünüz mü? Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa
indiren Biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez
mi?” 343
“De ki: (Sabahın birinde) Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size
kim bir akar su getirebilir?” 344
Şiddetli Yağmur
Su Tûfandır aynı zamanda; Firavunları ve destekçilerini de
boğandır. Gökten sadece rahmet yağmaz; gazab yağdığı da olur.
Rahmet, özdeki zehri artıran işlev de görür. Yağmur, kirazın tadını
arttırır, ama Ebûcehil karpuzu, bundan yararlanmasını bilmediğinden,
ancak acılığı çoğalacaktır. Kur’an’ın mü’minlere şifa ve
rahmet yağdırırken; zâlimlerin hüsranlarını/ziyanlarını arttırdığı345
gibi. Sen de rahmet ol; ince ince ve latifce yağ gül tomurcuklarına,
güldür yüzünü güllerin. Ama gülle olmasını da bil, suya
düşman olanlara. Sun rahmeti, rahmet ol, yağ insanların başlarına;
tufan ol, sertleşip dolu olarak in, rahmete sövenlere, bakma
timsah gözyaşlarına. Binecek başka gemileri olmadığı halde, göz
önündeki Nuh’un gemisini reddeden için kaçınılmaz sondur tufanla
helâk. Mûsâ’nın Rabbine ve mesajına kör ve sağır olanlar
için su, ne hayat kaynağı ne de dosttur. Onlar, suya akseden kendi
canavar görüntülerinin pençelerinde kıvranacaktır. Saydamdır su,
aynadır; bakan göze göre değişir rengi. Yeşil gözle bakan yeşili,
kızıl gözle bakan kızılı görecektir. Firavunlar Kızıldeniz’de boğulurken,
Mûsâlar yemyeşil ova gibi sıratta, sırat-ı müstakimde yol
almıştır, yol alacaktır.
343 56/Vâkıa, 68-70
344 67/Mülk, 30
345 17/İsrâ, 82
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 94 -
Nifak ve Münâfıklarla İlgili Âyet-i Kerimeler
Nifak, Münâfık ve Çoğulu Münâfıkun Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 37 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 167; 4/Nisâ, 61, 88, 138, 140, 142, 145; 8/Enfâl,
49; 9/Tevbe, 64, 67, 67, 67, 68, 68, 73, 77, 97, 101, 101; 29/Ankebût, 11; 33/
Ahzâb, 1, 12, 24, 48, 60, 73; 57/Hadîd, 13; 73; 48/Fetih, 6, 6; 57/Hadîd, 13; 59/
Haşr, 11; 63/Münâfıkun, 1, 1, 7, 8, 9.
Münâfıkların İmandan Yüz Çevirmeleri
Münâfıklar, İnanmadıkları Halde İnandık Derler: Bakara, 8, 14; Nisa, 60, 81;
Maide, 61; Tevbe, 56, 62; Nur, 47; Münâfıkun, 1-3.Münâfıklar, İman Etmezler:
Bakara, 8, 13, 18; Nisa, 65, 82; Enfal, 20-24; Tevbe, 127.Münâfıklar, Kibirleri
Yüzünden İmandan Kaçınırlar: Bakara, 206; Münâfıkun, 5-6.Münâfıklar,
Allah’ın ve Rasülü’nün Hükmüne Razı Olmazlar: Nisa, 60-62, 64, 66; Nur, 48-50.
Münâfıklar, Şeytanın Adamlarıdır: Mücadele, 19-20; Haşr, 16-17.Münâfıklar,
İnkarcıdırlar: Tevbe, 54, 124; Muhammed, 25-26.Münâfıklar, Kur’an Ayetleriyle
Alay Ederler: Tevbe, 124-125, 127.Münâfıklar, Peygamberlerle Alay Ederler:
Muhammed, 16.Münâfıkların Kalpleri Mühürlü, Kulakları Sağır, Gözleri
Kördür: Muhammed,16, 23-24; Münâfıkun,3. Münâfıklar, Peygamberimiz’e
Suikast Düzenlediler: Tevbe, 74; Münâfıkun, 8.Münâfıklar, Peygamberimiz’i
Saflıkla Suçladılar: Tevbe, 61-63.Münâfıklar, Peygamberlere İftira Ederler:
Al-i İmran, 161.Münâfıklar, Doğruluğa Karşılık Sapıklığı Satın Almışlardır:
Bakara, 16.Münâfıklar, Peygamber’in Yanında Fısıldaşarak Konuşurlar: Mücadele,
8.Münâfıklar, Kalplerinde Olana Allah’ı Şahit Tutarlar: Bakara, 204.
Münâfıklar, Fasıktırlar: Tevbe, 67, 84; Münâfıkun, 6.Münâfıklar, Fitne Çıkarmak
İçin Mescid-i Dırar’ı İnşa Ettiler: Tevbe, 107-110.
Münâfıkların Bazı Özellikleri
Münâfıklar, Allah’ı ve Mü’minleri Aldattıklarını Zannederler: Bakara, 9;
Nisa, 142; Hud, 5.Münâfıkların Kalplerinde Manevi Hastalık Vardır: Bakara,
10; Nisa, 143; Maide, 52; Muhammed, 29,Münâfıklar, Yalan Konuşurlar: Bakara,
10; Maide, 41; Tevbe, 74; Nur, 19.Münâfıklar, Fesat Çıkarırlar: Bakara,
11-12, 205; Nisa, 83; Tevbe, 107; Muhammed, 22; Münâfıkun, 7.Münâfıklar,
Kalıplarıyla Adama Benzerler: Münâfıkun, 4.Münâfıkların Misali: Bakara, 17,
19-20, 264, 266; Haşr, 16; Münâfıkun, 4.Münâfıkların Sözleri Hoşa Gider: Bakara,
204; Münâfıkun, 4.Münâfıklar, Kalplerinde Olmayanı Dilleriyle Söylerler:
Fetih, 11.Münâfıklar, Fedakarlıklardan Kaçarlar: Nisa, 66-68; Tevbe, 42;
AnkEbût, 10-11.Münâfıklar, Namaza Üşenerek Kalkarlar ve Namazlarından
Gafildirler:Nisa, 142; Tevbe, 54; Maun,4-6Münâfıklar, İbadetlerinde Gösteriş
Yaparlar: Nisa, 142; Tevbe, 107.Münâfıklar, Küfür ile İman Arasında Kararsızdırlar:
Nisa, 143; Muhammed, 25-26.Münâfıklar, Zekât Vermezler: Maun,
7.Münâfıklar, Günah İşlemekte, Düşmanlık Yapmakta, Haram Yemekte Yarış
İçindedirler: Maide, 62-63Münâfıklar, Verdiklerini İstemeyerek Verirler:
Tevbe, 54. Münâfıklar, Korkaktırlar: Tevbe, 56-57; Haşr, 13.Münâfıklar, Mal
Sevgisi İle Doludurlar: Tevbe, 58-59, 67, 75-76; Fetih, 15; Hucurat, 14, 16-17.
Münâfıkların Kalpleri Birbirine Benzer: Tevbe, 67, 69.Münâfıklar, Kötülüğü
Emreder, İyilikten Alıkoymaya Çalışırlar: Tevbe, 67; Münâfıkun, 7.Münâfıklar,
Sözlerinde Durmazlar: Tevbe, 75-78.Münâfıklar, Yalan Yere Yemin Ederler:
Tevbe, 74, 96, 107; Mücadele, 14, 16, 18; Münâfıkun, 1.ü- Münâfıklar, Akrabalık
Bağlarını Keserler: Muhammed, 22.Münâfıkların Dünyaya Bakışı: Kasas,
60.y- Münâfıklar, Nankördürler: Tevbe, 74.Münâfıklar, Kâfirlere Karşı Bile Vefasızdırlar:
Haşr, 11-12.
Münâfıkların Cezası
Münâfıkların Ölümü: Muhammed, 27.Münâfıklara Allah’ın Mühleti (Süre
Tanıması): Bakara, 15.Münâfıkların Öldürülmesi: Nisa, 89, 91; Ahzab, 60-62.
Kıyamet Günü Münâfıkların Durumu: Nisa, 138, 145; Maide, 41; Tevbe, 55, 68,
NİFAK - MÜNÂFIK
- 95 -
74, 101, 126; Muhammed, 27-28; Fetih, 6; Hadid, 13-15; Mücadele, 15-17; Haşr,
16-17.Münâfıkların Tevbesi: Nisa, 146; Tevbe, 74; Ahzab, 24.Münâfıkların
Yaptıkları İyilikler Boşa Gider: Maide, 53; Tevbe, 53, 69, 107-110, Muhammed,
28-29,Münâfıklar, Kur’an Ayetleriyle Açığa Çıkarılmalarından Korkarlar: Tevbe,
64, 127.Münâfıklar, Allah’ın Rahmetinden Koğulmuşlardır: Muhammed,
2-3; Fetih, 6, 12.Münâfıklara Allah Hidayet Etmez: Münâfıkun, 6.Kıyamet
Gününde Münâfıklarla Mü’minlerin Konuşmaları: Hadid, 13-14.Münâfıklara
Malları ve Evlatları Fayda Vermez: Al-i İmran, 10, 91, 116; Maide, 36; En’am,
70; A’raf,48; Ra’d, 18; Meryem, 77-80; Casiye, 10; Mücadele, 17; Hakka, 25-29;
Leyl, 8-11; Hümeze, 2-6; Leheb, 1-3.
Münâfık-Mü’min İlişkisi
Münâfıklar, Mü’minlere Karşı Çok Zayıftırlar: Haşr, 14; Münâfıkun,
4.Münâfıkların Dostlukları Yoktur: Bakara, 204; Nisa, 89, 139, 140; Maide, 41,
52, Tevbe, 50-51; Mücadele, 14; Münâfıkun, 4, 8.Mü’minlerin Münâfıklara
Karşı Davranışları: Tahrim, 9.Savaşta Münâfıklar: Al-i İmran, 154, 156, 166-
168; Nisa, 72-73, 77-78, 91, 141; Enfal, 49; Tevbe, 42- 53, 65-66, 81-83, 86-
87, 90, 93-95; Nur, 53; Ahzab, 9-20, 24; Muhammed, 20-21; Fetih, 11-12,
15-16.Münâfıkların Bilinmesi: Al-i İmran, 179; Nisa, 63; Maide, 52-53; Tevbe,
101; Muhammed, 30.Münâfıkların Sözlerine İnanılıp Özürleri Kabul
Edilmez: Nisa, 63; Tevbe, 94; Fetih, 15.Nifakı Bırakmaları İçin Münâfıklara
Öğüt Vermek: Nisa, 63; Tevbe, 73.Münâfıklara Tesirli Söz Söylemek: Nisa,
63; Tevbe, 73, 126.Münâfıklardan Yüz Çevirmek: Nisa, 81, 88; Tevbe, 95-
96; Münâfıkun, 4.Münâfıklar, Mü’minleri Saptırmak İsterler: Nisa, 89; Nur,
19.Münâfıklarla Mü’minler Hakkında Hükmü Allah Verecektir: Nisa, 141;
Tevbe, 94.Münâfıklarla Mü’minlerin Misali: A’raf, 58; Enfal, 20-23; Tevbe,
109.Münâfıkların Malları ve Evlatları Mü’minleri İmrendirmesin: Tevbe, 55,
69, 85.Münâfıklar İçin Mağfiret Dilenmez: Tevbe, 8-, 84, 113; Münâfıkun,
6.Münâfıkların Cenaze Namazları Kılınmaz: Tevbe, 84.Münâfıklara İtaat Etmekten
Sakınmak: Ahzab, 1-3, 48.Münâfıklar, Mü’minlerle Alay Ederler: Tevbe,
79; Bakara, 14.Münâfıklar, Mü’minleri Bırakıp Kâfirleri Dost Edinirler: Nisa,
139; Maide, 52; Mücadele, 14.Münâfıkların Dostluğu: Bakara, 105; Maide, 82;
En’am, 106; Tevbe, 7-8, 10, 12; İsra, 73-75; Kasas, 87; Mümtehine, 1-2, 6-9.
Münâfıklar Fesat Çıkarırlar: Bakara, 11-12, 205; Nisa, 83; Tevbe, 107; Muhammed,
22; Münâfıkun, 7.Münâfıkların Kabri: Tevbe, 84.Münâfıkların Kinini Allah
Ortaya Çıkarır: Muhammed, 29.Münâfıklar, İbadeti Gösteriş İçin Yaparlar:
Nisa, 142; Tevbe, 107.Münâfıklar, Mal Sevgisi İle Doludurlar: Tevbe, 58-59, 67,
75-76; Fetih,15; Hucurat, 14, 16-17.Münâfıklar, Yalan Yere Yemin Ederler: Tevbe,
74, 96, 107; Mücadele, 14, 16, 18; Münâfıkun, 1.Münâfıkları, Yerli Yersiz
Haberler Yayarlar: Nisa, 83.
Nifak ve Münâfıklarla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
1. Münâfık Kimdir? Kütüb-i Sitte, 3, 520
2. Nifak Bölümü: Kütüb-i Sitte, 16, 177-179
3. Nifak: 7, 111
4. Nifak Faaliyetlerinin Muhtevası Kütüb-i Sitte, 3, 523-524
5. Münâfıkların Öldürülmesi İsteğine Peygamberimiz’in Cevabı: 2, 260
6. Münafığın Cezası: 14, 378
7. Münafığın Hastalanmasının Misali: 7, 275-276
8. Münâfıkların Azabı, Kâfirlerin Azabından Daha Şiddetlidir: 16, 180
9. Münâfıkların Bedir’den Önceki Tutumu: 16, 431
10. Münâfıklarla Müslümanlar Arasındaki Bir Fark: 17, 384
11. Münâfık ve Müşriklerle İstişare: 16, 133
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 96 -
12. Bir Münafığın Müslüman Oğlu: 12, 161
13. Cemel Vakasını Hazırlayan Münafığın Talimatı: 7, 318
14. Din Adamı Kisvesindeki Münâfık Tahribatçılar: 7, 316-317
15. İçimizdeki Münâfıklara Dikkat: 7, 316-317
16. Kritik Anlarda Münâfıkların Rasülüllah’ı Terketmeleri: 3, 525-526
17. Hz. Peygamber’in Münâfıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset: 3, 521-528
18. Rasülullah’ın Münafığı İdare Etmesi, Onu Öldürmemesi: 2, 260; 12, 161
19. Rasülullah Zamanında Münâfıkların Bir Vasfı: 7, 311
20. Münâfıkun Suresi: 4, 322
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 201-230
2. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 185-208
3. Tefsir-i Kebir (Mefatihu’l-Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 23-73
4. Fi Zılali’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 84-93
5. Tefhimu’l-Kur’an, Mevdudi, insan Y. c. 1, s. 53
6. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 98-104
7. El-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’an, M. Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 87-88
8. Min Vahyi’l-Kur’an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 66-83
9. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 45-58
10. Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 121-148
11. Nifak Münâfık, Salih Çavuşoğlu, Hanif Y.
12. Kur’an’da Nifak Olayı, Gübeddin Hikmetyar, Düşünce Y.
13. Kur’an’da Nifak, Sadık Kılıç, Furkan Y.
14. Kur’an’da Münâfık Karakteri, Cavit Yalçın, Vural Y.
15. Münafığın Sırları, Harun Yahya, Vural Y.
16. İslâm Davası ve Münâfıklar, Ali Rıza Temel, Bahar Y.
17. Kur’an ve Sünnete Göre Yahudilik ve Münâfıklık, Mustafa Özçelik, Sabır
Y. s. 87-133
18. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 4, s. 356-358
19. Kur’an Ölçülerine Göre Mü’min, Kâfir, Münâfık, Ahmed Taşgetiren,
Büşra Y.
20. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 84-95
21. Kur’an’da insan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 187-214
22. Kur’an-ı Kerim’de insan Tipleri, M. Fatih Kesler, Akçağ Y.
23. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. 353-360
24. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. 271-277
25. Kur’ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s. 98-100
26. Kur’ani Araştırmalar, Mutahhari, Tuba Y. c. 2, s. 37-82
27. Kur’an’da Ölçü ve Ahenk, Abdürrezzak Nevfel, İnkılab Y. s. 104-106
28. Kur’an Kültürü, Muzaffer Can, Cantaş Y. s. 20-28
29. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 159-170
30. İslâm’a İtirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç
Kitabevi s. 433-468
31. Kur’an’da Tartışma Metodları, Zahir b. Awad el-Elmai, Pınar Y. s. 471-478
32. Kur’an ve Psikoloji, M. Osman Necati, Fecr Y. 211-216
NİFAK - MÜNÂFIK
- 97 -
33. Kur’an Okulu, Hanif Y. sayı 10, s.474-480
34. İman Küfür Sınırı, Ahmet Saim Kılavuz, Marifet Y. 65-68
35. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, insan Y. s. 130-141
36. Kur’ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s.142-143
37. Kur’an’da Sembolik Anlatımlar, Necmettin Şahinler, Beyan Y. s. 13, 16,
70, 312
38. İslâm Davetinin Esasları, Abdülkerim Zeydan, Risale Y. c. 2; s. 135-149
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…
Küfür, Kâfir ve Tekfir
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -14-
KÜFÜR, KÂFİR ve TEKFİR
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
KÜFÜR, KÂFİR ve TEKFİR
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-14-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
Düzen kendi insanını yetiştirdi. İnsanımız, öyle yozlaştı, öyle seküler bir hayatı içselleştirdi ki, artık söylediği bir söze “bu küfürdür” denildiğinde, yaptığı bir davranışa, “bu davranış insanı kâfir yapar” diye ikaz edildiğinde hiç etkilenmiyor. Duyarlılığını kaybetmekten de öte bir husus bu. İman ve küfrü önemsememek, Allah rızâsını önemsememek, cenneti ve cehennemi önemsememek demektir. Küfrün temel sebebi kibir ve cehâlettir.
Küfür, realiteyi, hakikati çarpıtmaktır. Küfür, varlıktaki, yaratılıştaki güzellik ve mükemmelliği, nimet ve lütfu görmeme, görmezlikten gelme illetidir; bir fıtrat nankörlüğüdür. Akı kara, karayı ak görmektir; Görülmesi gerekeni görmemek, bakar körlüğü tercih etmektir. Küfür, bir hastalıktır, bir ârızâ ve anormalliktir. Doğal olanın, fıtratın dışına çıkmaktır. Kalpte başlayan bu hastalık, kafaya ve bütün organlara yayılır. İmanla tedavi edilmedikçe çabuk büyüyen ve tüm vücudu kaplayan bu kanser mikrobu, kişinin âhiretini ve dünyasını mahveder. İslâm’ın hâkim olmadığı çevre şartları, bu küfür mikrobunun alabildiğine yayıldığı hastalıklı ortamlardır.
İman ve küfür hükümlerinde tebliğ esastır. Tebliğ kendilerine gitmeyen ve kendilerinin de anlayıp öğrenmesine imkân bulunmayan kişileri tekfir etmemek, İslâm’ın kaidesidir. Bunlara, kâfir değil, müstaz’af adı verilir. Hakiki küfür, zarûrât-ı diniyyeden olduğu kesinlikle bilinen şeylerin tamamını veya bir kısmını kalbin tasdik etmemesidir.
İman gibi “küfür” de nötr bir kavramdır. Nesnesine (neyin küfredildiğine) göre olumlu veya olumsuz anlamda kullanılır. Meselâ tâğuta küfür, her mü’minin imandan önce yerine getirmesi gereken temel görevidir. “… Kim tâğuta küfredip inkâr eder ve Allah’a iman ederse, o, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, (her şeyi) işitir ve (her şeyi) bilir.”1 Tâğutlar (onların yaptıkları) inkâr edilecek, onların (varsa) iyiliklerine, nankörlük yapılacaktır. Müslümanın küfrü küfr-i berâedir. Teberrî etmek, (tâğutardan, küfür toplumundan) uzaklaşmak, tanımamak, reddetmek, hâkimiyet ve otoritelerini kabul etmemek, “küfr”ün anlam sahası içerisindedir.
1 (2/Bakara, 256)
Küfür, bir kimsenin iman edilmesi gerekli esaslara iman etmemesidir ki, yalanlama ve inkârı, tasdiki terk etmeyi, ikrah, yani şiddetli zorlama ve engel bulunmadığı halde ikrarı terk etmeyi de içine alır. İmandaki tasdik gibi, küfürdeki tekzib (yalanlama) de kalble, sözle veya davranışla olur. Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, ikrah (zorlama) olmaksızın sözlü yalanlama da öyledir. Hatta, elfâz-ı küfrü (küfür sözünü) böyle sözle ifade etmek, daha çirkin bir düşmanlığı açığa vurmak olur. Aynı şekilde fiilî (davranışla) yalanlama da böyledir.
Küfür ehlinin sahip bulunduğu dünya imkân ve nimetlerine bakarak onların kemal ve mutluluğuna hükmetmek yanlıştır. “Küfre sapanların beldeler boyu işten işe geçip, (refah içinde) diyar diyar dolaşmaları seni sakın aldatmasın! Bütün bunlar azıcık menfaatlenmedir. Onların son varış yerleri cehennemdir. Ve ne kötü varış yeridir o!”2; “Küfre sapanlar asla sanmasınlar ki, bizim onlara mühlet vermemiz nefislerinin lehinedir.”3; “Küfredenler sakın sanmasınlar ki, yarışı kazandılar. Onlar kimseyi âciz bırakamazlar.”4; “Rablerini inkâr edenlerin durumu; amelleri fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer.”5
İşte bu eserde küfür konusu enine boyuna tahlil edilmekte, haksız tekfirin zararları ve tekfir için gerekli şartlar gibi hususlar açıklanmaktadır. Gençler arasında giderek artan dozda haksız tekfircilik yaygınlaşmakta, tekfircilik bir hastalık, hem de çabuk bulaşan bir maraz halini almaktadır.
Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım Müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usulüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor. Tekfir hastalığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. Genelde tekfir hadisesi ilimde sığ olanlar ve genç Müslümanlar tarafından gündeme getirilmektedir. İslâmî yorum farklılıkları, Müslümanların kardeşliğini, yardımlaşmasını ve aynı safta ibadet ve cihad etmesini engellememelidir.
Tekfirci akımlar; ümmetin sorunlarını çözmek güdüsüyle mi bu işe kalkıştılar, İslâmî birlikteliğe katkı sağlamak ve Müslümanların yararına dönük mü hareket ediyorlar, yoksa grup, mezhep taassubu, intikam ve sığ düşünceleriyle mi hareket ediyorlar? Tekfir
2 3/Âl-i İmran, 196-197
3 3/Âl-i İmran, 178
4 8/Enfâl, 59; 24/Nur, 57
5 14/İbrahim, 18
hastalığına yakalanan bir Müslüman için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendi cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır.
Hâlbuki Yüce Allah bize şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da gücünüz gider. Sabredin şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.”6; “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız ve bir birinizden ayrılmayınız.” ve “Allah kalplerinizi birleştirdi de onun nimeti sebebiyle kardeş oldunuz.”7
Küfürden sakınan, haksız tekfirden kaçınan şuurlu muvahhid mü’minlere selâm olsun!
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye
6 8/Enfâl 46
7 3/Âl-i İmran 103
İÇİNDEKİLER
Küfür; Anlam ve Mâhiyeti / 11
Kur’an’da Küfür Kavramı (Nankörlük ve İnkâr) / 17
Küfrün Anatomisi / 26
Kâfirin Kalbi / 31
Küfrün Sebepleri / 32
Müslüman-Kâfir İlişkisi / 33
Kâfirlerle İlişki Çeşitleri; Savaş ve Barış / 34
Kâfir Akrabalarla İlişki / 38
Elfâz-ı Küfür / 43
Ef’âl-i Küfür / 52
Tekfir ve Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu / 55
Haksız Tekfir; Bir Müslümanı Küfre Nispet Etme / 60
İtidâl/Denge / 60
Dinde Aşırılık / 61
Tekfircilik Hastalığı / 66
Tekfir Konusunda Âyet ve Hadisler / 66
Tekfir Konusunda Kurallar / 77
Tekfîre Engel Olan Mâniler / 105
Tekfîr Konusunda Yetkili Merci / 126
Mü’minlerin İnsanlar Hakkındaki Kanaati / 130
Küfrün Kısımları; Büyük ve Küçük Küfür / 132
Haksız Tekfirin Tehlikesi / 141
Küfürden Korunma Yolları / 142
- 11 -
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
•
Küfür; Anlam ve Mâhiyeti
•
Kur’an’da Küfür Kavramı (Nankörlük ve İnkâr)
•
Küfrün Anatomisi
•
Kâfirin Kalbi
•
Küfrün Sebepleri
•
Müslüman-Kâfir İlişkisi
•
Kâfirlerle İlişki Çeşitleri; Savaş ve Barış
•
Kâfir Akrabalarla İlişki
•
Elfâz-ı Küfür
•
Ef’âl-i Küfür
•
Tekfir ve Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu
•
Haksız Tekfir; Bir Müslümanı Küfre Nispet Etme
•
İtidâl/Denge
•
Dinde aşırılık
•
Tekfircilik Hastalığı
•
Tekfir Konusunda Âyet ve Hadisler
•
Tekfir Konusunda Kurallar
•
Tekfire Engel olan Mâniler
•
Tekfir Konusunda Yetkili Mercî
•
Mü’minlerin İnsanlar Hakkındaki Kanaati
•
Küfrün Kısımları; Büyük ve Küçük Küfür
•
Haksız Tekfirin Tehlikesi
•
Küfürden Korunma Yolları
“Gerçekten kâfir olanları (küfürlerinde bilinçli olarak ısrar eden kimseleri) inzâr etsen de etmesen de (azap ile uyarıp korkutsan da korkutmasan da) müsâvidir. Çünkü onlar iman etmezler.” 1
Küfür; Anlam ve Mâhiyeti
Küfür, “ke-fe-ra” fiil kökünden masdar olup, lügatta ‘bir şeyi örtmek’ demektir. Bu anlamıyla tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye küffar denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta da kâfir denir. Bazı ibâdetler ve tevbe de birtakım günahları örttüğü için bunlara da keffâre(t) denilmiştir. Yine aynı kökten gelen “küfrân” ise, nimeti örtmek, yani nankörlük yapmak demektir.
1 2/Bakara, 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
Günahları örten bedele de “keffâret” denilir. Kâfir kişi de Allah’ın
varlığını, âyetlerini, nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten,
bilmezlikten gelip inkâra gittiğinden bu ismi almıştır.
Küfre sapan kimseye kâfir (çoğulu: küffâr, kâfirûn, kefere)
denilir. Küfür, imanın zıddı olduğu gibi, kâfir de mü’minin zıddıdır.
Kâfir, gerçeği örten, nimeti saklayıp inkâr eden kişi demektir.
Yaratıcı’nın en büyük nimetleri olan Allah’ın âyetleri, tevhidî iman,
peygamberlik, din, hidâyet vb. hususları saklamak veya görmezlikten
gelmek kâfirliğin en belirgin şeklidir.
Küfür, realiteyi, hakikati çarpıtmaktır. Küfür, varlıktaki, yaratılıştaki
güzellik ve mükemmelliği, nimet ve lütfu görmeme,
görmezlikten gelme illetidir; bir fıtrat nankörlüğüdür. Akı kara,
karayı ak görmektir; Görülmesi gerekeni görmemek, bakar körlüğü
tercih etmektir. Küfür, bir hastalıktır, bir ârızâ ve anormalliktir.
Doğal olanın, fıtratın dışına çıkmaktır. Kalpte başlayan bu hastalık,
kafaya ve bütün organlara yayılır. İmanla tedavi edilmedikçe
çabuk büyüyen ve tüm vücudu kaplayan bu kanser mikrobu, kişinin
âhiretini ve dünyasını mahveder. İslâm’ın hâkim olmadığı çevre
şartları, bu küfür mikrobunun alabildiğine yayıldığı hastalıklı
ortamlardır.
Küfür, bir kimsenin iman edilmesi gerekli esaslara iman etmemesidir
ki, yalanlama ve inkârı, tasdiki terk etmeyi, ikrah, yani
şiddetli zorlama ve engel bulunmadığı halde ikrarı terk etmeyi de
içine alır. İmandaki tasdik gibi, küfürdeki tekzib (yalanlama) de
kalble, sözle veya davranışla olur. Kalp ile yalanlama nasıl küfür
ise, ikrah (zorlama) olmaksızın sözlü yalanlama da öyledir. Hatta
elfâz-ı küfrü (küfür sözünü) böyle sözle ifade etmek, daha çirkin
bir düşmanlığı açığa vurmak olur. Aynı şekilde fiilî (davranışla) yalanlama
da böyledir. İman edilmesi arzu edilen mukaddes şeylere
fiilen hakaret ve alay etmek, küçümsemek ve hafife almak, bunları
bozmaya çalışmanın en çirkin küfür olduğunda şüphe yoktur.
Yalnız kalpte gizlenen küfre küfür denip de, sözlü veya fiilî olarak
açıklanan ve ilan edilen küfre küfür denilmemesi nasıl mümkün
olur? Ancak, o sözlü veya fiilî küfür izharı, “kalbi imanla dolu olduğu
halde inkâra ikrah olunan, zorlanan değil”2 şer’î istisnâyı bildiren bu
âyet gereğince zaruri bir zorlamaya dayanması hâriç. Fiilî tekzib
(davranışla ilgili küfür), iman ile bir araya gelmesi mümkün olmayan
fiili yapmaktır. Ancak fiilî tekzib (davranışla ilgili küfür) ile fiilin
yokluğu arasında büyük fark vardır. Mesela, namaz kılmamak
başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse
2 16/Nahl, 37
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 13 -
bile haça tapmak kesin küfür olur. Bu bakış açısından, amelin terkinin
fiilî yalanlama olup olmadığı şüpheli olduğundan, küfrü gerektiren
bir durum olup olmayacağında ihtilaf edilmiştir. Hâlbuki
hakaret ve hafife almayı ifade eden, aynı şekilde Mushaf’ı çirkefe
atmak, güneşe tapınmak, putlara veya heykellere secde etmek,
küfrü yayıp neşretmek, günahı ve haramı helâl; helâli de haram
saymak... gibi bizzat küfür eseri şeyler; küfür delili olduğu belli
bulunan yalancıların fiilleri -bir ikrah, yani zorlama zarureti yoksaküfür
olduğunda hiç ihtilaf edilmemiştir.
Yukarıda açıklama yapıldığı üzere, ameli terk etmenin ve her
günahın küfrü gerektirdiği söylenmiyor. Fakat bu mesele, istismar
edilerek kötüye kullanılmıştır. Ameli terk etmek iki türlüdür: Birisi
cüz’î (kısmen) terk, diğeri küllî (tamamen) terk. Yani biri terk
etmek, biri de terk etmeyi alışkanlık edinmektir. Meselâ, bazen
namaz kılmayan ile namazı terk etmeyi alışkanlık haline getiren
arasında büyük fark vardır. Namaza imanı olan, onu vazife tanıyan
kimsenin -beşer hali- ara sıra bazı üşengeçliğinin bulunabilmesi
akla uygundur. Şu halde cüz’î terk, küfür olmayabilir. Fakat
ameli terki alışkanlık edinen, namaz kılmayı hiç hatırına getirmeyen,
ömründe hiç kılmayan ve hatta kılmamaya azmetmiş bulunanların
kıble ehli (müslüman) olduklarına, Allah’a, Peygamber’e
ve peygamberlere, Kur’an’a ve âhirete, farz olan vazifelere imanı
bulunduğuna nasıl hükmedilebilir? Özetle iman, tevhid tertibiyle
bütün inanılacak şeylere bölünmez bir bağlılıkla uymak; küfür de
onlardan, birinin bile olsun, bulunmamasıdır. Yani küfür için iman
edilecek şeylerin hiçbir ine inanmamak şart değildir. Birine veya
bir kısmına inanmamak da küfürdür. İman, bir bütünlüğü gerektirir.
Küfür ise, onun tersi olduğundan, bir kısmı inkâr ile de vâki
olur; tamamının inkârı şart değildir. İman ile küfür, sade zıt değil;
birbirinin tersidirler. Ne toplanırlar, ne yükselirler; arada vasıta, iki
menzil arasında bir menzil (el-menzile beyne’l-menzileteyn) yoktur.
Bir insan ya kâfirdir; ya mü’min. Fâsık (günahkâr) da işlediği
suça göre bunlardan biridir.
İman ile küfür, iki görüş açısından düşünülür. Birisi, insanın
yalnız Allah’a karşı vaziyeti; diğeri de mü’minlere karşı vaziyetidir.
Birincisinde mü’min, yalnız Allah’ın ilmini düşünerek imanını
ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Bu noktada hem
içinden ve hem dışından sorumludur. İkincisinde, insanların ilmi
ve onlara kendini ne şekilde tanıttığını, ne gibi muâmele yaptığını,
onların ilmine karşı kendisinin ne gibi bir muameleye tabi
tutulması gerektiğini düşünerek imanını ve kendini ona göre
kontrol ve teftiş eder. Çünkü İslâm’da Allah’ın hakları, bir de
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
kulların hakları yönü; imanın bir ferdî, bir de sosyal durumu vardır.
“Allah’a, Peygamber’e kalbimde imanım var” deyip de insanlara
karşı hep küfür muamelesi yapmak İslâm imanının şiarı değildir.
Din ve imana muhtaç olan Allah değil, insanlardır.
Küfretmek, dilimizde kaba bir şekilde sövmek manasında da
âdet olmuştur ki, bu, Arapça’da yoktur. Halk arasında yaygın olan
bu mana, esasında dinî manadan alınmıştır. Önceleri küfrü gerektiren
sövmelere kullanılırken, biraz genişletilmiştir. 3
Küfür, İslâm’ın karşıtıdır. İslâmın gönderilişi sebebi, insanların
fıtrat dini olan İslâm’dan uzaklaşıp, Allah’ın ‘küfr’ dediği inkâra
düşmeleridir veya kendi hevalarına uyarak yanlış yola gitmeleridir.
“Küfür”, din dilinde, imanın zıddıdır yani imansızlıktır. Bir insanın
iman etmesi mümkünken, iman etmesi gerekirken iman etmemesidir.
Bu çeşit küfr, yalanlamayı, inkârı ve iman ilkelerini ikrar
(söylemeyi) terketmek demektir. Nasıl ki iman; imanın şartlarını,
inanç esaslarını zorlama olmadan kalp ile tasdik dil ile ikrar ise,
küfr de tam bunun karşıtıdır. İnanç esaslarını kabul etmediğini dil
ile söylemektedir veya gönlünden inanmamaktır. İman ilkelerini
yalan saymak veya açıktan açığa inkâr etmektir. Başka bir deyişle,
Allah’ın varlığını ve birliğini, peygamberliği, Hz. Muhammed’in
getirip tebliği ettiği şeyleri inkâr etmek, onları kabul etmemektir.
İman kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için “küfür” kavramı
üzerinde durmak gerekir. İslâm’ın iman kavramına yüklediği
bütün olumlu mânâların tam karşıtı “küfür” kavramında vardır.
Esasen küfr de bir iman çeşididir. Yani bazı insanlar İslâm’a inanmamayı
inanç haline getirirler veya onun yerine bir başka din bulurlar;
bunlara genel olarak “kâfir” denir.
Küfre düşene, küfre sapana veya İslâm’a inanmadığını açıktan
açığa söyleyene dinimiz “kâfir (gerçeği örten, inkâr eden)”
demektedir. Bunun çoğulu küffâr, kâfirûn veya kefere’dir. Küfür,
sözle olduğu gibi fiil (eylem) ile de olabilir. Bir kimse sözüyle,
“ben islâma, Kur’an’a, Hz. Muhammed’e inanmıyorum” veya “ben
İslâm’ın dışında başka dinlere inanıyorum” der; böylece sözüyle
küfür içinde olduğunu açıklar. Kimileri de bu sözleri söylemeseler
bile hareketleriyle, meselâ putlara taparak da küfre düşebilir.
İslâm inanç esaslarının bir kısmını inkâr eden, onlarla alay
eden veya onları küçümseyen kimseler de küfre düşerler. İman
bir bütündür, bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemek
olmaz. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı (küfür)
3 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., c. 1, s. 191-192
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 15 -
ediyorsunuz? Sizden böyle yapanların cezası ancak dünya hayatında rüsvaylıktır,
rezilliktir. Kıyâmet gününde de en şiddetli azâba itilmektir. Allah,
sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.”4 Bir insan “ben
müslümanım” dedikten sonra, Kur’an’da olan bütün âyetleri ve
Peygamberimizden geldiği kesin olan her şeyi kabul etmek zorundadır.
İslâm’ın ilkelerini kabul etmeyen, onları aklına sığdıramayan,
İslâm’ın prensiplerini zamana ve çağa uygun görmeyen kimselerin
bu tutumu küfürden başka bir şey değildir. Çünkü düşünerek,
aklını kullanarak iman eden kimseler, İslâm’ın prensipleri noktasında
eksiklik görmezler. İslâm Allah’ın dinidir. İlkeleri ve prensipleri
Allah tarafından tespit edilmiştir. O prensipleri beğenmemek
Allah’ın hükmünü beğenmemektir.
Müslüman olduğu halde küfür hali sayılan veya insanı küfre
götürebilecek sözleri söyleyen, bunda da ısrar edenlere İslâm mürted
demektedir. Mürtedin din yönünden hükmü “kâfir” sıfatıdır.
İman, Tevhid tertibiyle inanılması gereken bütün inanç esaslarına
inanmak ve bu esaslara uymak; küfür de bunun karşıtı bir
tutum içerisinde olmaktır. Küfür, bütün sapıklıkları kuşatan genel
bir çerçevedir. Küfür; şirk koşmak, irtidat etmek, tâğutluk yaparak
Allah’a karşı gelmek, İslâm dışı dinleri kabul ederek sapıklığa düşmek
gibi fiilleri kapsar. Şirk ve tâğutluk gibi sapıklıklar küfr içerisinde
olan kimselerin fiillerinin sonuçları ve bazı görüntüleridir.
Ancak, şirkin özel bir yeri vardır. Şirk, bir nevi Allah’ı kandırmaya
kalkışmanın, O’na inanıyor gibi görünüp O’nun yerine bir sürü
tanrılar koymanın adıdır. Küfür ise, açıktan bir inkârdır; bile bile
hakkın/gerçeğin üzerini örtmedir veya inat ederek inanmamadır.
İnsan, Allah’ın kendisine verdiği nimetlere şükretmesi için,
yani kulluk ve ibâdet için yaratılmıştır. İnsanın fıtratı da İlâhî nimetlere
şükretmeye uygundur. İnsan, Rabbini bilmeli, O’na teslim
olmalı ve O’nun verdiklerine nasıl şükredilmesi gerekiyorsa öylece
şükretmelidir. Ancak, insan unutkan ve haksızlığa meyilli olduğu
için, hem nimetin Sahibini unutuyor, hem de haksızlığa kalkışarak
başka tanrılara kulluk yapıyor. Elde ettiği mal ve servetle şımarıyor,
yeryüzünde kibirleniyor, haddi aşıyor, hevâ ve hevesine
uyarak yoldan çıkıyor. Mal ve dünyalıklarla eline güç geçiren kimselerin
çoğu azar ve yoldan çıkarlar. Bunlar ya kendi kafalarından
uydurdukları tanrılara inanırlar, ya da çıkarlarını sürdürmeye yarayan
atalar dinine bağlı kalırlar. Onlara; “gelin Allah’ın Dini olan
İslâm’a teslim olun” denildiği zaman kibirlenerek yüz çevirirler.
4 2/Bakara, 85
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
Bu gibi kimseler Allah’tan peygamberler vâsıtasıyla gelen
âyetleri kabul etmezler ve kâfir olurlar. Böylece hem nimetin
Sahibine karşı “küfran” gösterirler, nankör olurlar; hem de
İlâhî âyetlere karşı inkârcı kesilirler. Allah’a karşı küfre yeltenen
inkârcıların çoğu yeryüzünde haksız yere şımaran ve kibirlenen
kimselerdir. Kimileri de kendi aklına veya keyfine uymayı en doğru
yol olarak bilir ve kendi görüşünden başka kutsal bir şey kabul
etmez. Bazıları da atalarının izi üzerine gider. Babasını hangi din
üzerinde görmüşse körü körüne o dinin peşine gider. Doğru mu
yanlış mı, hak mı bâtıl mı diye düşünmez. Kimileri de iktidar sahibi
olunca, kendini müstağnî (kimseye ve Allah’a ihtiyacı yok) zanneder,
Allah’a ve O’nun emirlerine karşı büyüklük taslar. Allah’ın
önünde secde etmeyi kibir ve gururuna yediremez. Allah’ın gönderdiği
hükümleri beğenmez, kendi fikirlerini daha üstün tutar.
Ya da kutsal saydıkları sahıs veya putları tanrı haline getirir. Onlarla
Allah’a şirk koşarlar, o putlar adına uydurdukları inanç ve ilkeler
doğrultusunda yaşarlar ve böylece küfre düşerler.
Küfür; ortaya çıkışı açısından iki çeşittir:
Birincisi, İslâm’a göre aşağılanması (tahkir edilmesi) gereken
bir şeyi yüceltmek (tazim etmek), İkincisi de, yüceltilmesi (tazim
edilmesi) gereken şeyi aşağılamak (tahkir etmek).
İslâm’ın aşağı gördüğü, kötü veya fena dediği, günah ve haram
saydığı şeyleri yüceltmek, onları doğru saymak, o türlü düşünceleri
savunmak küfürdür. Yine İslâm’ın üstün tuttuğu (aziz
saydığı), doğru kabul ettiği bir şeyi beğenmemek, aşağı görmek,
kabul etmemek de küfürdür.
Küfredenler aslında, evrende ve insan hayatında olan realiteyi
(devam eden gerçeği) çarpıtan insanlardır. Onlar, insana ve evrene
hâkim olan gücü görmezler ve inkâr ederler. Onlar, âhiret gerçeğinin
üzerini kapatırlar. Onlar, çok açık ve anlaşılır olan âyetlere
karşı duyarsızdırlar. Onlar, şaşmaz ölçüler olan İlâhî vahyi inkâr
ederler. Daha önemlisi onlar, Allah’ın varlıklara yaptığı iyiliklere
karşı nankördürler, nimetlerin Sahibinin hâkimiyetinin üzerini
örtmeye, Onu yok saymaya çalışırlar.
Küfre düşenler; açıktan açığa Allah’ı inkâr ederler; âhirete
inanmazlar ve o güne inananlarla alay ederler. Dünya hayatını
ve onunla oyalanmayı tercih edip Allah’a ibâdet etmeyi kabul etmezler.
İslâm’ı uydurma bir din, çağın gerisinde kalmış bir düşünce
olarak düşünürler. Kur’an hakkında ileri geri konuşurlar. Allah’ın
hükümlerini reddedip kendi görüşlerini ve büyük saydıkları kimselerin
görüşlerini Allah’ın hükmüne üstün tutarlar.
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 17 -
Bazı insanlar da Allah’ın kitabının bir kısmına inanıp bir kısmına
inanmazlar. Bunlar, Kitabın tümüne inanmıyor sayılırlar.5
Kur’an, küfredenlerin özelliklerini çeşitli âyetlerde sıralamaktadır.
Onların en önemli özelliği Allah’ın âyetlerini ve O’nun rızık verdiğini
yalanlamaktır. Allah’ın insanlara nimetleri yalnızca maddî
şeyler değildir. Akıl, his, idrâk, sevgi, merhamet gibi şeyler, ayrıca
Allah’ın gönderdiği hidâyet, din ve peygamberler de birer nimettir.
Küfre düşenler bunları da inkâr ederler.
Küfredenlerin dünyada mal ve güce sahip olmaları onların
mutlu ve doğru yolda olduklarını göstermez. Bilakis onlar cehennem
odunudurlar.6
Onlardan bazıları zanneder ki, kendilerine hemen acıklı bir
azap verilmemesi onların lehinedir ve dünya yarışını kazanmışlardır.
Bunlar onların boş hayalleridir. Onlar çok büyük zarara uğrayanlardır.
7
Allah, küfredenlerin dostluğunu kabul etmiyor ve onlara
düşman olduğunu açıkça beyan ediyor.8 Bu yüzden küfredenler
mü’minlere de velî (dost) olamazlar. Onlar ancak birbirlerinin
velîsi/dostu olurlar.9
Müslümanlar onlara velî ve yardımcı olmadığı gibi, onları
dâvâlarında, fikirlerinde ve mücâdelelerinde de asla desteklemezler.
10 Allah, kendi dinini alaya alay kâfirleri velî kabul eden, onlara
destek olan müslümanları yüzüstü bırakır.11
Kur’an’da Küfür Kavramı (Nankörlük ve İnkâr)
“Küfür” kelimesi ve türevleri Kur’an’da 525 yerde geçmektedir.
İnkâr edip küfreden anlamındaki “kâfir” kelimesi ve çoğulu
da Kur’an’da 158 defa zikredilmiştir. Kur’an, imana yüklediği tüm
anlamların zıtlarını küfür kelimesine yüklemiştir. Zaten küfür de,
bir inançtır; olumsuz bir inanç. Göğüsler iman için açıldığı gibi,
küfür için de açılır.12 Kur’an’a göre, küfrün en sık belirişi insanın
nimetleri inkârı, yani nankörlüğüdür. Allah, insanların yaratıcısı,
onları rızıklandıran, onlara sayısız nimet veren, yaşatan... bir İlâh
ve Rab’dir ki, en küçük bir iyilikte bulunana teşekkür edildiği gibi,
5 2/Bakara, 84-85
6 3/Âl-i İmrân, 196
7 3/Âl-i İmrân, 178; 8/Enfâl, 59
8 3/Âl-i İmrân, 151; 2/Bakara, 96
9 8/Enfâl, 73; 3/Âl-i İmrân, 28; 4/Nisâ, 139
10 28/Kasas, 86
11 3/Âl-i İmrân, 149
12 16/Nahl, 106
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
nimetleri karşısında Allah’a da şükretmek gerekir. “Beni zikredin,
ben de sizi anayım; bana şükür edin; küfr (nankörlük) etmeyin.”13
Allah’a şükretmek, sahip olunan nimetlerin yalnızca O’ndan
olduğunu kalpten kabul etmek olduğu gibi, bu kabulü de gerek
sözlü, gerek fiilî amellerle göstermektir. Fakat insan, unutkan ve
haksızlığa eğilimli, aynı zamanda iyilikleri kendinden, kötülükleri
başkasından bilen bir niteliğe sahip olduğundan iki durumda
sahip olduğu nimetlerin Allah’tan olduğu gerçeğini gizlemeğe
kalkışır. Bu iki durumdan biri ve en çok görüleni; aşırı nimetler,
zenginlik, mal, evlat ve refah içinde yüzme; diğeri ise darlık ve
sıkıntı içinde bulunmadır. Bunlardan birincisi şükretmemenin en
önemli nedenidir ve bu yüzdendir ki, kâfirler daha çok zenginler
içinden çıkar. Çünkü onlar, zenginliklerinin ve içinde bulundukları
refah durumunun sona ermeyeceği, bunun kendi kazançları olup
akıl ve becerilerinden kaynaklandığını zannederler. “İnsanlar (küfür
üzerinde) tek bir ümmet olmayacak olsalardı Rahman’ı küfür/inkâr edenlerin
evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine binip çıkacakları merdivenler
yapardık. Ve evlerine kapılar ve üzerlerine yaslanacakları koltuklar, kanepeler
ve nice süsler. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçimliğidir.
Âhiret ise Rabbi’nin katında müttakîler içindir.”14
“Karun, Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı bağy etti. Biz kendisine
öyle hazineler vermiştik ki, onun anahtarlarını taşımak güçlü bir topluluğa
ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma, Allah şımaranları
sevmez...’ ‘Bu, bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi’ dedi.”15
İnsan, bazen darlık ve sıkıntı ânında da küfürde bulunur: “İnsana
Kendimiz’den bir rahmet tattırsak onunla sevinir. Ellerinin öne sürdüğünden
dolayı kendilerine bir kötülük dokunsa, muhakkak insan çok
küfredici (olur).”16
İşte, gerek sıkıntı ve darlık, gerekse bolluk ve ferah anında tiksindirici
bir istiğna ve şımarıklıkla veya umutsuzlukla insan Allah’a
karşı kâfir kesilir. Demek ki, küfrün temelinde, aynı şirkte olduğu
gibi bir bakıma nefse tapınma, bencillik ve istiğna vardır ve küfür
Allah’ı hakkıyla tanımamak, O’nun verdiği nimetlerin O’ndan
olduğu gerçeğini sözle, davranışla ve kalben örtmek, gizlemektir.
Sözgelimi, insan fizikî yapısını beğenir ve ‘şükredeyim diye Allah
beni güzel yarattı’ demez; ‘ne kadar güzelim!’ der ve insanlar karşısında
güzelliğiyle övünür. Sahip olduğu yetenek ve becerilerin
13 2/Bakara, 152
14 43/Zuhruf, 33-35
15 28/Kasas, 76, 78, 81; ve yine Bk. 18/Kehf, 32-37
16 26/Şuarâ, 48
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 19 -
bütünüyle Allah’tan olduğunu unutur, insanların içine çıkıp ‘şunu
şöyle yaptım, şu kadar kabiliyetliyim’ der; fakat ‘Allah, bana bu
beceri ve yetenekleri vermiş, o halde bunları verene teşekkür olarak
O’nun yolunda kullanayım’ diye düşünmez.
Çok mala sahiptir, güzel bir evde oturmaktadır, güzel giysiler
içindedir; Hz. Süleyman gibi “Bu, Rabbimin fazlındandır; şükür mü
edeceğim, yoksa küfür mü, diye beni denemek için. Kim şükrederse kendisi
için şükreder; kim de küfrederse muhakkkak Rabbim müstağnîdir,
çok kerem sahibidir.”17 demesi ve bunun bilinciyle hareket etmesi
gerekirken, Karun gibi ‘bu bana bilgimden dolayı verildi’ der,
hele bir de güç ve kuvveti varsa insanlar üzerinde bağy eder ve
tam bir tağut kesilir. İnsan, bu şekildeki küfrüne haset, hırs, kibir
gibi olumsuz nitelikler de ekleyince, artık Allah düşüncesini zihninden
atmaya, O’nu evrende hüküm sahibi görmemeye ve yok
saymaya kadar gider. Bazılarıysa kendilerine daha önceden apaçık
delillerle bildirilen Allah’ın âfakta ve enfüsteki âyetlerinden
bazılarını örtmeğe girişir. Kitaplarını veya gönderdiği kitaplardan
birini, peygamberlerin tamamını veya bir kısmını, âhireti, melekleri
veya kaderi, peygamberlerin Allah’tan getirdiği esaslardan birini
veya bir kaçını kabul etmemeğe yönelir. Bazıları, “peygamber
Allah’tan ne getirdiyse inandım” der, fakat hareketleriyle bunu
yalanlar. Temel emir ve yasaklarlardan bazılarını yerine getirmez,
getirmeye getirmeye bu emir veya yasağın üzerine bir örtü çeker
ve artık yanında “yok” hükmüne geçer.
Allah’ı, âyetlerini veya hükümlerini örten, daha çok da Allah’ı
ve O’nun hükmünü yok saymaya çalışan, nedenleri görüp ötesini
göremeyen, duyularının ulaşamadığı şeyleri yok sayan, evrenin
yaratılışını, meydana gelen olayları rastlantı, zorunluluk gibi bir
takım hayalî etkenlere bağlayan, bilmeden her bir zerreyi ilahlaştıran
veya Allah’ın âyetlerinin birini, bir kaçını veya tamamını
tanımamaya yönelenlerin artık kalpleri de örtülür; basiretleri yok
olur, akılları işlemez, dilleri hakkı söylemez hale gelir. Böylelerinin
kalpleri mühürlenmiştir ve bunlar için uyarı, korkutma hiçbir etki
yapacak değildir: “Gerçek şu ki, kâfir olanları uyarsan da uyarmasan
da onlar için birdir, iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını
mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için
(dünya ve âhirette) büyük bir azap vardır.”18; “Andolsun, elçilerimiz onlara
açık deliller getirmişlerdir. Fakat, önceden yalanladıklarından ötürü
inanmaya yanaşmadılar. Allah, kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler.”19;
17 27/Neml, 40
18 2/Bakara, 6-7
19 7/A’râf, 101
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
“Kalpleri vardır, ama onlarla gerçeği kavramazlar; gözleri vardır, fakat onlarla
görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. Hayvanlar gibidir onlar,
hatta daha da sapık/yoldan çıkmış...”20; “Allah katında bütün hayvanların
en şerlisi, akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”21
Bu anlatılanlar, küfrân-ı nimet yani nimetlere küfürdür. Bu
küfrün çeşitlerinden biridir. Türkçede nankörlük denen nimetlere
küfür, küfrün temelini oluşturduğu gibi, nimet kelimesinin kapsamı
içine mal, mülk, göz, kulak gibi maddî ve yetenek, beceri, düşünce,
akıl gibi manevî varlıklardan daha çok; risâlet, din, hidâyet
vb. girer. Şu halde, Allah’a ve O’ndan gelen herhangi bir şeye yönelen
örtme, gizleme, tanımama işi, küfür kavramının kapsamı
içindedir.22
Nimetlere nankörlük (küfran-ı nimet), nimetin eksilmesine ve
azaba sebep olur. Küfrânın zıddı olan şükrân (şükretmek) ise, nimetlerde
artışa yol açar. “Eğer şükrederseniz, (nimetlerimi) arttırırım;
eğer küfrâna giderseniz, muhakkak ki azâbım çok şiddetlidir.”23
Küfrâna karşı böyle sert bir tavır takınılması sebepsiz değildir.
Kur’an, küfrün her türünde nankörlükle yalanlamanın beraber
bulunduğuna dikkat çeker.24 İmandaki tasdik ve itiraf, burada yerini
inkâr ve yalanlamaya bırakmaktadır. İnsana şah damarından
daha yakın olan Allah’ı25 görmezlikten gelmeye kalkmak, insan
onuruna yakışmamaktadır. Bunun içindir ki Kur’an, küfre sapanları
sözü değil; bağırıp çağırmayı duyan sağır, dilsiz ve körlere
benzetmektedir.26 Şuur ve iman nimetini teperek hayvanlaşan bir
varlığın, hayvan olarak yaratılan bir canlıya denk olmak gibi bir
şansı ve liyakati de olamaz. Böyle birisi, hayvandan daha aşağılara
iner ve hayvanların en kötüsü, en zararlısı olur. “Şu bir gerçek ki, Allah
katında hayvanların en şerlisi, küfre sapıp da imana gelmeyenlerdir.”27
Durum böyle olduğuna göre, küfür ehlinin sahip bulunduğu
dünya imkân ve nimetlerine bakarak onların kemal ve mutluluğuna
hükmetmek yanlıştır. “Küfre sapanların beldeler boyu işten işe
geçip, (refah içinde) diyar diyar dolaşmaları seni sakın aldatmasın! Bütün
bunlar azıcık menfaatlenmedir. Onların son varış yerleri cehennemdir. Ve
20 7/A’râf, 179
21 8/Enfâl, 22
22 Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 339-340
23 14/İbrahim, 7
24 Bk. 84/İnşikak, 22; 85/Bürûc, 19; 57/Hadîd, 19; 64/Teğâbün, 10
25 50/Kaf, 16
26 2/Bakara, 171
27 8/Enfâl, 55
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 21 -
ne kötü varış yeridir o!”28; “Küfre sapanlar asla sanmasınlar ki, bizim onlara
mühlet vermemiz nefislerinin lehinedir.”29; “Küfredenler sakın sanmasınlar
ki, yarışı kazandılar. Onlar kimseyi âciz bırakamazlar.”30; “Rablerini
inkâr edenlerin durumu; amelleri fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu
küle benzer.”31
Ne yazık ki, işin esasını göremeyen küfür mensupları, bir kuruntu,
bir kasılma, yani istikbar ve istiğna içindedirler.32 Küfür ehlinin
sayısız nimete nankörlük içinde bulunmalarından dolayı, Allah
onları dostluğa kabul etmez; ancak mü’minler, Allah’ın dostları
olarak anılır. Allah da kendisini onların dostu olarak belirtir.33 Allah,
kâfirleri sevmez. Onların gönüllerine dostluk ve muhabbet
duygusu yerine korku yerleştirilmiştir.34
Durum böyle olduğu içindir ki, mü’minler de küfre sapanları
dost edinmemelidirler. Kâfirler ancak birbirlerine dost olur,
mü’minlere dost olamazlar.35 Mü’minler, onları veli, dost edinemedikleri
gibi, onlara arka çıkma, destek verme yönüne de asla
gidemezler.36 Hele onlara boyun eğmek, bir mü’minin onuruyla
asla yan yana gelemez. Onlarla mücadele etmek gerekir. Ve bu
mücadelede onlara şiddetli davranmak da esastır. “Kâfirlere boyun
eğme, itaat etme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle
büyük cihad yap, büyük bir savaş ver.”37; “Ey Peygamber! Kâfirlere ve
münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.”38; “Muhammed
Allah’ın rasulü, elçisidir. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı şiddetli,
çetin; kendi aralarında merhametlidirler.”39
Mü’min, dinini alaya alıp eğlence yerine koyan ve Allah’ın nimetlerini
inkâr ve nankörlük yolunda kullanan,40 nimetlerden yararlanıp
yemede hayvanları andıran41 bir topluluğu ne sevip onlarla
dostluk kurabilir, ne de onlara güvenebilir.42 Onlara güvenenler,
28 3/Âl-i İmran, 196-197
29 3/Âl-i İmran, 178
30 8/Enfâl, 59; 24/Nur, 57
31 14/İbrahim, 18
32 Bk. 38/Sâd, 2; 67/Mülk, 20
33 47/Muhammed, 11
34 Bk. 3/Âl-i İmran, 151; 30/Rûm, 44; 2/Bakara, 276; 3/Âl-i İmran, 32
35 Bk. 8/Enfâl, 73; 3/Âl-i İmran, 28; 4/Nisâ, 139, 144
36 28/Kasas, 86
37 25/Furkan, 52
38 9/Tevbe, 73
39 48/Fetih, 29
40 14/İbrahim, 28
41 47/Muhammed, 12
42 5/Mâide, 57
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
yüzüstü bırakılırlar.43 Zaten güven, imanla ilgilidir; inkârla değil.
İman’ın bir anlamı emin olmak, güvenmek (Allah’a) ve güvenilir
olmaktır (insanlara). Mü’min, küfrün alay konusu ettiği iman kardeşlerine
onur ve güç; kâfirlere ise zillet ve eziklik getirici, aziz ve
üstün olmalıdır.44
Küfre sapanlar zâlimdirler45 ve zâlimler, düşmanlığa müstahak
biricik hedeftirler. Tâğut uğruna savaşan46 ve mallarını Allah yolundan
insanları alıkoymak için harcayan,47 Allah’ın indirdiği ile
hükmetmeyen48 ve mü’minlere gelen hakikatlere sırt çevirenlere
gönülden sevgi ve güven (meveddet) beslemek, destek vermek
akıl işi değildir.49 Bunlar, iflâh etmeyecek bir güruhtur.50
Küfür, üretilen değerleri, sergilenen amelleri işe yaramaz hale
getirir. “İnkâr edenlerin ve Allah yolundan alıkoyanların işlerini Allah
boşa çıkarmıştır.”51 “Fitne, adam öldürmekten daha büyük bir günahtır.
Onlar(kâfirler) eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar
size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak
ölürse, onların yaptıkları işler, dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır.
Onlar cehennemliktir ve orada devamlı kalırlar.”52 Ceza suç cinsinden
verilir. Onlar, Allah’ın âyetlerini ve nimetlerini görmezden
geldikleri için, onların yaptıkları gerçekten iyi şeyler varsa onlar
da görmezden gelinip yok sayılıyor. Allah’ın nimetlerine nankörlük
yapanların, kendi küçük iyiliklerinin takdirle karşılanmasını
beklemeleri ikinci bir nankörlük olduğu gibi, aynı zamanda zulümdür
de.53
İslâm âlimleri, meydana geliş şekli, sebebi ve yeri itibariyle
küfrü beşe ayırmışlardır:
1- Küfr-i inkârî: Allah’ı, Peygamber’i ve onun Allah’tan getirmiş
olduğu esasları kalpten kabullenmemek ve dille de inkâr etmek.
2- Küfr-i cühud: Kalben Allah’ı bilip kabul etmek, fakat dille
inkâr etmek.
3- Küfr-i inâdî: Kalben hakikatı bilip dille de zaman zaman itiraf
43 3/Âl-i İmran, 149
44 5/Mâide, 54
45 2/Bakara, 254
46 4/Nisâ, 76
47 8/Enfâl, 36
48 5/Mâide, 44
49 60/Mümtahine, 1
50 23/Mü’minûn, 117; 28/Kasas, 82
51 47/Muhammed, 1
52 2/Bakara, 217
53 Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 333
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 23 -
etmek, fakat haset, kin, şan, makam gibi endişelerle İslâm’ı kabullenmemek.
4- Küfr-i Nifak: İnanılması gereken şeyleri dille ikrar etmek, fakat
kalben inanmamak.
5- Küfr-i Cehlî: İnsanın iman ettiği halde, cehalet sebebiyle
zarurat-ı diniyyeden olan şeyleri inkâr etmesi. Günümüzde en
yaygın küfür çeşidi budur.
Yukarıdaki tasniften yola çıkarak kâfirlerin de kendi aralarında
şu kısımlara ayrıldığını söyleyebiliriz:
a- Allah hakkında bilgisi olmayan, bildirildiğinde de kabul etmeyen
kâfirler. Firavun bunlardandır. Mûsâ (a.s.) ona İslâm’ı tebliğ
ettiğinde, Firavun “Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka ilah
bilmiyorum.”54 demişti. Yani, kanunu ben koyarım, sizi ben yönetirim
diyor.
b- Allah’a ve Rasülü’ne inanır, inandığını Ebû Talip gibi ikrar
da eder, ama makamı, şanı, şöhreti, rütbesi uğruna İslâm’ı kabul
edemez.
c- Diliyle inandığını söyler, ama kalbinden iman etmez;
münâfıklar gibi.
Kalbinde imanı olmadığı halde, dışa karşı mü’min görünene
“münâfık”; Müslümanlıktan sonra dinden dönene “mürted” denir.
İki veya daha çok ilah olduğunu söyleyen, Allah’a başkasını ortak
koşan kimseye “müşrik”; Yahudilik veya hıristiyanlık dinine bağlı
olanlara “kitabî” veya “ehl-i kitap” adı verilir.
İman esaslarından birini inkâr etmek küfürdür. İslâm’da iman
konuları bir bütündür. İnanılması gereken esaslardan herhangi
birisini inkâr etmek, bütünü inkâr etmek anlamına gelir. Kur’ân-ı
Kerim’in tamamını veya bir âyet ya da bir hükmünü, bir emir ve
yasağını bile inkâr etmek küfürdür. Kur’an’a bir şey ilave etmek,
Kur’an’ın kendisi, bir sûresi veya bir âyeti ile ya da dinden olan bir
hükümle alay etmek, onu küçümsemek ve hafife almak da kişiyi
iman dairesinden çıkarıp küfre düşürür. Kur’an’da veya sahih hadislerde
bildirilen ve üzerinde ihtilaf bulunmayan İslâmî emir ve
yasaklardan birisini inkâr etmek küfürdür. İçki, kumar, zina gibi
yasakları helâl saymak bu niteliktedir. Allah’ın haram kıldıklarını
işleyip, farzlarını yerine getirmemek, onları küçümsemekten,
inanmamaktan kaynaklanıyorsa, bu durum da küfürdür. Kısaca,
Allah’ın emir ve yasaklarını, bütün İslâmî hükümleri kabul ederek
54 28/Kasas, 38
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
İslâm’ı bir nizam olarak görmek iman gereğidir. Bunlardan bir kısmını
reddetmek veya İslâm’ın, çağımızda uygulanmasının mümkün
olmadığını ileri sürerek bir hümünü bile olsa reddetmek küfürdür;
bunu yapan kimse kâfir olur.
İslâm’ın itikadî, iktisadî, ictimaî, hukukî ve ahlâkî kanunlarıyla
hükümran olmadığı toplumumuzda, mü’minler, günah olmasına
rağmen amelî yönden bazı tavizler verse bile iman bakımından
taviz veremezler. Aksi takdirde kâfir olur, âhiretin ebedî azabına
müstahak olmuş olurlar.55 Allah’a, O’nun seçtiği hayat önderi Hz.
Muhammed’e (s.a.s.) ve Kur’an kanunlarına imanı korumak, her
türlü küfre ve nifaka karşı nefretle direnç göstermek her mü’minin
baş görevi ve ebedî azaptan korunmanın biricik vesilesidir.
Allah’a inandığı halde, O’na tam anlamda güvenememek,
şartlar ne olursa olsun mutluluk ve kazancın, Allah’ın emir ve
yasakları çevresinde olduğuna itimat edememek küfre götürür.56
Bütün nimetlerin Allah’tan olduğuna, O’nun takdiri ile insanlara
ulaştığına, Rabbimizin sebepler yaratarak insanları nimetlendirebileceğine,
dolayısıyla Allah’ın haram kıldığı yollardan rızık
aramamak gerektiğine bütün varlığımızla inanmamak da küfre
götürür.57
Yapılan amelleri Allah’a kulluk için, O’nun emri olduğu için
değil de; çeşitli gayeler için yapmak imansızlığa ileten bir davranış
şeklidir.58 Mü’minin bütün söz, iş ve davranışları, tüm hayatı ve
ölümü, âlemlerin Rabbi Allah içindir. Mü’min; ahlâk, ilim, sanat,
vatan, bayrak ve halk için değil; yalnız ve yalnız Allah için, O’nun
emri ve yasağı olduğu için konuşur ve susar; yapar ve sakınır.
Mü’min, bu sayılan değerleri ancak Allah’a kulluk için ve O’nun
izin verdiği şekilde yüceltir ve uğrunda mücadele verir.
Yaratmak ve kanun yapmak hakkı yalnız Allah’a ait iken;
Allah’tan gayrı güçlerin, fert ve kurumların, kesin emirler vermek,
yasaklar koymak, helâl kılmak, haram kılmak hakkı olduğunu kabul
etmek de küfre götürür. Çünkü İslâm’da egemenlik/hâkimiyet
yalnız Allah’a aittir. Halkın, parlamentoların, Allah’ın emir ve yasakları
ile çelişen ve çatışan karar alabileceğine ve bu kararların
İslâm açısından meşru olabileceğine inanmak, böyle düşünmek
kesinlikle küfürdür.59
55 2/Bakara, 217
56 10/Yûnus, 54; 14/İbrahim, 31
57 16/Nahl, 53; 65/Talak, 3
58 6/En’âm, 162; İbn Mâce, hadis no: 4205
59 7/A’râf, 54; 9/Tevbe, 31; 33/Ahzâb, 67
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 25 -
Hakkında kesin İlâhî hükümler olmayan konularda, -bilim, uzmanlık,
istişare ve referandum verilerine itaat gibi- Allah’ın itaat
edilmesine izin verdiklerinin dışındaki düşünce sistemlerine
ve gayr-ı İslâmî kurumlara itaat da küfre götürür. Mü’min, İslâm
nizamına teslim olmayan kendi nefsine, ilahî kanunlar açısından
değerlendirme yapmayan bilim ve politika adamlarına ve İslâm
dışı temeller üzerine kurulmuş kurumlara itaat edemez. Allah’a
isyan hususunda insanlara ve kurdukları kurumlara itaat yoktur.60
Din hürriyetimizi kısıtlayan toplumumuzda, aramızda vasiyet,
miras, alım-satım, nikâh, boşanma gibi işlerimizi, Allah’ın indirdiği
ölçülere göre değil de; bu ölçülere zıt prensiplere göre -gönül
rızâsıyla- düzenlemek, “devir değişti” gibi hezeyanlarla Allah’ın
kanunlarının geçerli olamayacağına inanmak da küfre götürür.61
İslâm’ın iman, ibâdet, hukuk, iktisat ve ahlâk dallarına ait bir
tek hükmünü dahi küçümsemek, modası geçtiğine inanmak; yani
artık kısas fikri geçerliliğini kaybetti; faiz yasağına yer yok; kadınların
örtünmelerine gerek yok; karşılıklı rızâ oldukça, ya da devletin
korumasına aldığı ve uygulanması için gösterdiği yerde zinada
sakınca yok; beş vakit namaz biraz fazlacadır gibi ve benzeri fikirlerin
bir tekini dahi benimsemek küfürdür. Zira İslâm bir bütündür.
Onun bütün hükümleri yücedir ve tartışma üstüdür.62
Amel bakımından kusurlu olsalar da, mü’min iş, sanat ve ilim
adamları dururken onlara ilgisiz kalıp; kâfir ve münâfıklara muhabbet
beslemek ve onlarla Allah’ın müsaade etmediği konularda
yardımlaşmak da İslâm’a ve mü’minlere ihânet olduğu için küfürdür.
63
Mal ve mevki gibi dünya nimetlerini düşüncelerimizin ve çalışmalarımızın
tek gayesi edinmek, âhiret hayatını hedef alarak
yaşamamak, öz ifadeyle dünyayı âhirete tercih etmek de yalnız
inkârcıların vasfı olduğundan, neticesi İslâm’dan kopmak olan bir
tutumdur.64
İslâm’la tezat teşkil eden bu tür zihniyet, iş ve davranışlardan
kafamızı, kalbimizi ve diğer organlarımızı arındırmazsak, imanımızı
kaybetmemiz kaçınılmaz olur. Mü’min, amelden küçük tavizler
vermekle, yani Allah’ın emir ve yasaklarının tümüne göre
hayatını düzenlememekle imanını zaafa uğratır, ama mümkün
60 33/Ahzâb, 48; 68/Kalem, 9
61 5/Mâide, 50; 4/Nisâ, 60
62 5/Mâide, 44-45; 4/Nisâ, 14; 58/Mücadele, 20
63 4/Nisâ, 44; 9/Tevbe, 23-24; 58/Mücadele, 22
64 11/Hûd, 15-16
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
ki imanını yitirmez. Fakat yukarıda sunulan örneklerde olduğu
gibi, İslâm’ın iman nizamı ile ilgili konularda önem vermemezlik
sebebiyle tâviz verirse imanını yitirir. Dünyası manasını kaybeder.
Bâtıl fikir ve yaşantıların kölesi olur, tüm yaptığı hayırları neticesiz
kalır, ahiret hayatı mahvolur. “Gerçek mü’minler, Allah’a ve rasulü
Hz. Muhammed’e iman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen, (inancının
hâkimiyeti uğrunda) mallarıyla ve canlarıyla mücadele vermiş olanlardır.
İşte gerçek doğrular onlardır.”65
Küfrün Anatomisi
Zaman içerisinde peygamberlerin yolundan sapanlar, Allah’ın
büyüklüğünü inkâr ederek kendilerinin büyüyebileceklerine inanmışlar.
Kendi akıllarını kendilerine put yapmışlar. İçlerinde soyut
bir şekilde olan putlarını dışarıda somutlaştırarak tapınma ihtiyacını
gidermişler. Ateşe, Zeus’a, Minerva’ya, ineğe, Ahuramazda’ya,
Apollon’a tapınanlar, aslında kendilerine tapınmakta ve kendi çıkarlarını
güvence altına almaktalar. Hz. İbrahim, bu kendi çıkarları
için put yapan putperestlere: “Aranızda muhabbet vesilesi olsun
için Allah’ı bırakarak putları tanrı edindiniz”66 diyerek onların putperestlik
hâlet-i rûhiyelerini çizmiştir. Aslında putperestler, putların
konuşmadığını, fayda ve zarar veremeyeceğini, başına konan bir
sineği kovamayacağını biliyorlardı. Günümüzdeki putperestler de
ataları gibi putu maske olarak kullanıp kendi menfaatlerine tapınmaktadırlar.
“Ben ateistim, hiçbir tanrıya inanmam” diyen insanın kendine
tapındığını haber verir Rabbimiz.67 Kendine tapınan bu insan, birgün
kendinin de öleceğini, kendisini bu dünyaya getiren gücün
mutlaka bir gün onu götüreceğini görünce, kendinden daha güçlü
birine inanma ihtiyacını hissetti. Nuh’un (a.s.) oğlu gibi koca
dağlara sığınmaya,68 tabiata iman etmeye başladı.69
Karıncanın incecik belindeki çelik kuvvet, bülbülün minnacık
göğsünde şakıyan ve hiç tekrarı olmayan musiki, aynı toprakta
biten mor menekşe, kırmızı lale, beyaz gül, şeker kamışı, acı biber,
bir damla kanda milyonlarca canlıya verilen rızık, kendi iç dünyasında
meydana gelen değişimler, bütün bunları evirip çeviren
birinin ilmini ve kudretini gösteriyor. Son dönemlerde batıda yapılan
araştırmalar, insanları Rabbine biraz daha yaklaştırdı. Deniz
65 49/Hucurât, 15; Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Y., c. 2, s. 30-32
66 29/Ankebut, 25
67 25/Furkan, 43
68 11/Hûd, 43
69 45/Câsiye, 14
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 27 -
altında yaşayan binlerce canlının doğumu, yaşamı ve ölümünde
tesadüfe yer olmadığı, aynı topraktan meydana gelen şeker pancarıyla,
bir kazandaki yiyeceği acı yapacak acı biberin şekerli çıkmadığı
görülünce bütün bu elementleri birleştiren fotosentezi
oluşturan ve keşfedilen bu kanunları koyan biri arandı ve neticede
Allah inancına dönüldü. Bütün bunları bilen ve görenler, bunları
yaratan üstün güce inanmak mecburiyetinde kaldılar. Çünkü
kendileri dahi o kanuna uygun olarak doğup büyüyüp ölüyorlar.
Fakat tabiattaki âyetlerin yaratıcısının Allah olduğuna inananlar,
Kur’an âyetlerine inanmak istemediler. Çünkü Kur’an
âyetlerine inanmak, çıkarlarını zedeliyordu. Mekke müşrikleri de
Allah’ın tabiattaki tek egemen güç olduğunu kabullenmelerine
rağmen, İslâm’ı kabullenmiyorlardı. İslâm, monarşik bir idare olan
Mekke yönetimine son veriyor, insanın insana hâkimiyetini ortadan
kaldırıyordu. İslâm; kumara, faize, rüşvete, karaborsaya, aldatmaya
dayalı haksız kazancı yasaklıyordu. Kadının şehvet metaı
gibi alınıp satılmasını engelliyordu. Aklı perdeleyen, ailelerin sönmesine
sebep olan uyuşturucuları yasaklıyordu. Bütün bunlardan
çıkar sağlayanlar inkâr ettiler.
Allah’a inandıkları halde, bu tip insanların müslüman olmalarını
engelleyen kara perde, gönül cevherlerini kapatan kara pas,
benlik pisliğinin kalplerine attığı pastır. “Hayır, onların kazandıkları
kalplerini paslandırdı.”70 Allah’ın varlığına inandılar, ancak O’nun
adâleti, kendilerinin zulme dayalı çıkarlarını engellediği için atalarının
koyduğu cahiliyye dönemi kanunlarının yürürlükte olmasını
istediler.
Rabbimiz: “Câhiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen
bir millet için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?”71 âyetiyle,
Allah’tan daha güzel hüküm koyacak birinin olmadığını ilan ederken,
bir kısım insanlar Allah’ın dışında tağutlar huzurunda yargılanmak
istedikleri, ‘Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve O’nun Rasûlüne
gelin’ dendiğinde O’ndan yüz çevirdikleri için kâfir oldular. Tapındıkları
putlara kendilerini Allah’a yaklaştırması için tapındıklarını
söyleyen müşrikler, diktikleri putlarla gönül ufuklarını kapatmışlar.
72
“Onlar, Allah’ı bırakıp kendilerine fayda da zarar da vermeyen şeye
taparlar. Kâfir, Rabbine karşı olanların yardımcısıdır.”73
70 83/Mutaffifin, 14
71 5/Mâide, 50
72 Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 92 -96
73 25/Furkan, 55
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
Kâfirler
Kâfir Kelimesinin Anlam Sahası
Sözlükte, bir şeyin üzerini örten demektir. “Küfr” kelimesinden
türemiştir. Nitekim, insanları tamamen örttüğü için geceye,
tohumun üzerini örttüğü için çiftçiye bu anlamda “kâfir” denilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’e göre “kâfir”; küfr/inkâr eden, İslâm’ı kabul
etmeyen, İslâm’ı ve Kur’an’ı inkâr eden demektir. Kâfir, bir anlamda,
Allah’tan gelen Hakk’ı kabul etmeyip, üzerini örten kimsedir.
Kur’an, “küfr” kelimesini ve türevlerini sık sık kullanmaktadır.
Çünkü küfr imanın, kâfir ise mü’minin karşıtıdır. “Kâfir”, inkârcıdır
ve nankördür. Hem Allah’tan gelen haberleri kabul etmez, hem
de Allah’ın kendisine verdiği nimetlere şükretmeyip nankörlük
yapar. Kâfir, Allah’ın âyetlerine karşı inatçıdır. Peygamberler onları
Hakk’a dâvet ettikleri halde onlar, inkârlarına devam etmişlerdir.
Bir çoğu Hakk’ın ne olduğunu bildikleri halde, çeşitli sebeplerden
dolayı Hakkın üzerini örtmektedirler.
Kur’an’ın Kâfir Dedikleri
Kur’an, bütün inkârcılara “kâfir” demektedir. Bu isim onların
ortak ismidir. Böyle bir ismi yaptıkları fiiller, tuttukları yol veya kabul
ettikleri inanç sebebiyle almışlardır. Kur’an’da bu şekilde anılan
bütün grupların özelliği, Allah’tan gelen Hakk’a uymamaları,
Peygamberleri dinlememeleri, Hz. Muhammed’ten sonra Kur’an’ı
inkâr etmeleridir.
Kur’an, bazen müşriklere (Allah’a ortak koşanlara)74, bazen
“ehl-i kitap” da dediği hıristiyan ve yahûdilere,75 bazen âhireti
inkâr edenlere,76 bazen Allah’ın rahmetinden ümidini kesenlere,77
bazen de Allah’ı ve Peygamberi inkâr edenlere “kâfir” demektedir.
78
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim.
Bana şükredin, küfr etmeyin (nankörlükte bulunmayın).”79 Allah’a
şükretmek, eldeki nimetlerin hepsinin Allah’tan geldiğini kabul
etmek, bunu diliyle itiraf ettiği gibi tavır ve davranışlarla, Allah’ın
sözünü dinlemekle yerine getirmek demektir. Ancak insan kimi
74 25/Furkan, 55
75 5/Mâide, 17, 52, 73; 9/Tevbe, 307
76 6/En’âm, 150
77 12/Yusuf, 87
78 4/Nisâ, 150-151
79 2/Bakara, 152
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 29 -
zaman gaflet eder, şeytana aldanır, hevasına uyar ve ni’metlerin
asıl sahibini unutur. Elindeki mal, refah, bolluk, çocuk, zenginlik
gibi rızıkları veren Yaratıcının adının üzerini örtmeye çalışır. Elindeki
her şeyin kendi çabasının sonucu olduğunu zanneder. Kişi o
zaman zenginlik ve güçlü olma (istiğnâ) duygusuna kendini kaptırır,
âlemlerin Rabbine karşı “kâfir” olur.
Allah’a karşı “kâfir” olanlar, genellikle kibirlenenler ve şımaranlardır.
Bunlar aşırı bir bencillikle kendi hevalarına uyarlar ve
Allah’ı ve O’na ait ilâhlığı tanımazlar.
Kâfir olan kimseler aynı zamanda “câhil” olan kimselerdir.
Çünkü onlar ne kendilerini tam olarak tanıyabiliyorlar, ne de
Allah’ın yüceliğini. Nitekim aklını kullanan kimseler yerlerde ve
göklerde yaratılan her şeyin birer ‘âyet’ olduğunu ve bunların da
Allah’ın yüce kudretine delil olduğunu anlar. Bunları ve niçin yaratıldıklarını
düşünmeyenler, Yaratıcıyı inkâr etmeye devam ederler.
Birtakım insanlar da, âlemlerin Rabbini kendi anlayışlarına
göre düşünürler. Peygamberlerin ve Kur’an’ın anlattığı Allah
inancı yerine, kendi akıllarından uydurdukları ilâhlara Allah diye
inanırlar. Bunlar da inkârcı kimselerdir.
Peygamberleri ve onların getirdiği ilâhî vahyi inkâr edenler
de elbette ‘kâfir’ olurlar. Çünkü Kur’an’ın anlattığı peygamberlerin
hapsi de Tevhid dinini tebliğ etmişlerdir. Kur’an’da yer alan
bütün hükümleri ve konuları kabul etmek, Peygamberimiz Hz.
Muhammed’ten bizlere ulaşan kesin haberlere inanmak imanın
gereğidir. Bunlardan bir kaçını veya hepsini reddeden elbette
müslümanlıktan çıkar, kâfirler grubuna girer. İslâm’ın iman konuları
bir bütündür. Kelime-i Tevhid söyleyen herkes bunlara tümüyle
iman eder. İman ilkelerinden birini veya bir kaçını kabul etmemek,
insanı kâfirliğe götürür.
Kâfirler mü’minlere, velî olamazlar. Onlar birbirlerinin velisidir.
80 Onlar âireti, Allah’a kavuşup hesap vermeyi, Allah’ın indirdiği
hükümlerle hükmetmeyi, Peygamberlerin dâvetine uymayı,
mü’minlerin ibâdet ettiği Allah’a ibâdet etmeyi, Hakkın hakim
olmasını kabul etmezler.
Allah kâfirleri kesinlikle sevmez,81 Allah, kâfirlere düşmandır.82
Onlar için cehennem hazırlamıştır.83 Bu âyetler gibi Kur’an’da
80 5/Mâide, 51
81 3/Âl-i İmran, 32
82 2/Bakara, 198; 4/Nisâ, 102
83 2/Bakara, 104; 4/Nisâ, 37; 17/İsrâ, 8 vd.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
kâfirler ve onların özellikleri hakkında çok sayıda âyet vardır.
Kur’an, bütün insanları güzel bir dil ile İslâm’a inanmaya, Rab
olarak yalnızca Allah’a bağlanmaya ve yalnızca O’na kulluk yapmaya
dâvet ediyor. Kim bu çağrıya olumlu cevap verirse kurtulur.
Kur’an’ın bu dâveti kıyâmete kadar devam edecektir.84
Kâfirlerin Özellikleri
Küfredenlerin bazı özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1- Onların kalpleri hakka karşı kapalıdır; çünkü onu duymak,
onu kabul etmek istemiyorlar.85
2- Onlar hak ile sürekli bir mücadele içerisindedirler, hakkın
duyulmaması, insanların hakka yanaşmaması için, Allah hakkında
İslâm hakkında sürekli mücadele eder, karşı korlar.86
3- Onlar müslümanlara ve İslâma karşı hoşgörülü değillerdir,
saldıracakmış gibi davranırlar. Ellerinden gelse müslümanları kendi
dinlerine döndürmeye çalışırlar.87
4- Onlar şeytanın en iyi dostları ve askerleridirler.88
5- Kendi hevâlarına (aşırı isteklerine) tanrı gibi önem verirler,
hevalarının peşinden giderler.89
6- Gözleri hakka karşı kör olduğu için, yaptıkları kötü işleri iyi
zannederler.90
7- Onlar İslâmla, onun ilkeleriyle ve müslümanlarla alay eder
dururlar, müslümanları ve dinlerini eğlence yerine korlar.91
8- Onlar, İslâma ve onun ilkelerine karşı kibirli davranış gösterirler,
Allah’a karşı büyüklenirler.92
9- Onlar dünyaya, dünya malına, paraya, makamlara aşırı bir
şekilde bağlıdırlar.93
10- Küfredenler aslında kendilerine ve başkalarına çok zarar
verdikleri ve İslâm karşısında direnip, günahlara, kötülüklere,
84 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 326-327
85 17/İsrâ, 46
86 31/Lokman, 20; 22/Hacc, 3
87 2/Bakara, 217
88 7/A’râf, 146; 16/Nahl, 63
89 30/Rûm, 29; 25/Furkan, 43
90 18/Kehf, 100-101; 23/Mü’minûn, 63
91 7/A’râf, 51; 2/Bakara, 22; 25/Furkan, 41
92 39/Zümer, 59-60; 71/Nuh, 7; 41/Fussilet, 15
93 45/Câsiye, 114
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 31 -
fesatlara, isyanlara sebep oldukları için zâlimdirler. Şüphesiz ki
Allah’ın âyetlerini yalan sayandan zâlimi olamaz.94
11- Onlar, Hakkı duymadıkları için ölü gibidirler.95
12- Ölümden ötesine bakmazlar.96
13- Onlar bâtıl olan şeylere iman ederler.97
14- Onlar eninde sonunda pişman olacaklar, yaptıkları hatayı
anlayacaklar, tuttukları yolun yanlışlığının farkına varacaklar ama
iş işten geçecek.98
Kâfirin Kalbi
Kâfirin nankörlük fiilini işlerken, kalbinin nasıl bir durumda
bulunduğu Kur’an’da açıklanır: “Hiç olmazsa azabımız kendilerine
gelince yalvarmaları gerekmez miydi? Fakat kalpleri katılaşmış ve şeytan
yaptıklarını onlara cazip göstermişti.”99; “Eğer, Kur’an’la dağlar yürütülse
de, yer parçalansa da, ölüler onunla konuşsa da (kâfirler yine ona
inanmazlardı).”100; “Bizimle olan antlaşmalarını bozdukları için, onları lanetledik
ve kalplerini katılaştırdık.”101; “Biz, onlara göz, kalp ve kulak verdik,
işitmeleri ve kalpleri onlara fayda vermedi. Çünkü her zaman Allah’ın
âyetlerini inkâr ettiler. Şimdi de dört bir yandan bir zamanlar alay ettikleri
şey kendilerini kuşattı.”102; “Kur’an’ı düşünmeyecekler mi, yoksa kalpleri
üstünde kilitler mi var?”103; “Yaptıkları şey, kalplerini pasa boğdu.”104
Kâfirlerin uğrayacağı cezalar hakkında Kur’an’ın yer yer ayrıntılara
girerek izah ettiği çok sayıda âyet vardır.105
94 6/En’âm, 21; 7/A’râf, 37
95 39/Zümer, 45
96 13/Ra’d, 5; 23/Mü’minûn, 35-37
97 29/Ankebût, 67
98 25/Furkan, 27-28; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s.
369- 372
99 6/En'âm, 43
100 13/Ra'd, 30-31
101 5/Mâide, 14
102 46/Ahkaf, 26
103 47/Muhammed, 24
104 83/Mutaffifin, 14
105 Meselâ, bk. Bakara, 39, 104, 161-162, 210, 217, 257; Al-i İmran, 11, 56, 151,
176-177; Nisa, 56; Maide, 36-37; 86; En’am, 70; A’raf, 38, 40-41, 50-51; Yunus,
4, 7-8; Hud, 111; Ra’d, 5; İbrahim, 2-3; 16-17; Nahl, 24-25, 29, 104;
Kehf, 29, 106; Hacc, 19-22, 51, 57; Nur, 57; Furkan, 34; Ankebut, 68; Secde,
14; Ahzab, 64-65; Fâtır, 7, 36; Zümer, 32; Fussılet, 26-28; Şura, 8, 26; Zuhruf,
74-76; Casiye, 10-11; Muhammed, 11; Teğabün, 10; Hakka, 35; İnşikak,
24; Fecr, 1-5.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
Küfrün Sebepleri
a- Büyüklenme (istikbar): Küfrün sebeplerinin başında büyüklük
taslama gelir. “Küfredenler, cehenneme sunuldukları gün, onlara
‘Siz, dünya hayatında bütün iyi şeylerinizi tükettiniz ve onlardan gönlünüzce
faydalandınız. Fakat bu gün, hem dünyada haksızca büyüklük taslamış
olmanız, hem de fasıklık etmeniz dolayısıyla alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız’
denir.”106 Cehennemdeki kâfir kuluna Allah şöyle
seslenir: “Sana, âyetlerim gelmişti de, onları yalanlamış, büyüklük taslamış
ve kâfirlerden olmuştun.”107 “Mûsâ şöyle dedi: ‘Ben, hesap gününe
inanmayan her kibirlenen (mütekebbir)den Rabbime sığınırım.”108 İblis’in
Âdem için Allah’a secde etmemesinin sebebi de kibir idi. “Meleklerin
hepsi onun için secde etmişti; yalnız İblis hâriç. O, büyüklenmiş ve
kâfirlerden olmuştu.”109
b- Haddi aşmak (taşkınlık): Küfrün sebeplerinden biri de
Kur’an’da “beğâ” fiili ile anılan Türkçesi “başkalarına karşı aşırı
kibri yüzünden haksız ya da hukuksuz davranışlarda bulunmak”
olan durumdur. “Eğer Allah, rızkı kullarına (ölçüsüz) verseydi, mutlaka
yeryüzünde bağy ederler, küstahlaşırlardı. Ama O bir ölçü dâhilinde
dilediğini indiriyor.”110 “Karun, Mûsâ ümmetindendi. Ama o, toplumda
kendini bilmez bir bağî/taşkın oldu. Biz ona öyle bir hazine vermiştik ki,
onun anahtarları güçlü bir topluluğa ağır geldi. Milleti ona, ‘böbürlenme,
Allah, taşkınlık edenleri sevmez. İyilik yap, Allah’ın sana verdiği ile dünyadan
nasibini unutmadan âhiret yurdunu ara ve dünyada fesat çıkarmaya
niyetlenme. Allah, bozgunculuk yapanları hiç sevmez.”111
c- Haset: Küfrün sebeplerinden birisi de haset, yani çekememezliktir.
Bilhassa Yahudi ve Hıristiyanlar, bekledikleri son peygamberin
kendi içlerinden değil, Arap kavminden çıkmış olmasını
hazmedemediler ve inkâr ettiler. Oysa peygamberi kendi öz
çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlardı.112 “Kitap ehlinden olanların
çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki haset yüzünden,
imanınızdan sonra sizi tekrar küfre çevirebilmeyi arzularlar.”113
d- Düşmanlık: Haset, düşmanlığı doğurur. Bu sebeple küfürde
inat baş gösterir. “Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil
106 46/Ahkaf, 20
107 39/Zümer, 59
108 40/Mü'min, 27
109 38/Sâd, 72-74
110 42/Şûrâ, 27
111 28/Kasas, 76-77
112 Bk. 2/Bakara, 146
113 2/Bakara, 109
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 33 -
ve Mikâil’e düşman olursa, Allah da şüphesiz kâfirlerin düşmanıdır.”114
e- Utüv ve tuğyan (çılgınlık, azgınlık): İnsanlar bilhassa refah
içinde zengin bir hayat yaşamaya başladıkları zaman çılgınlık ve
azgınlık sebebiyle Allah’a ve O’nun vahyine karşı burun kıvırıp,
meydan okuyarak küfrün alçaklığına saplanıyorlar. “Oysa biz, bize
kavuşmayı ummayanları azgınlıkları (tuğyanları) içinde bırakırız da bocalayıp
dururlar.”115
f- İstiğnâ (kendisini yeterli görmek zannı): İnsanın kendi kendini
yeterli görmesi ve kendi dışında ilahî bir güce ihtiyacı olmadığını
zannetmesi yeni değildir. Teknolojinin baş döndürdüğü dünyamızda,
insanlar, bu ürünlerinin kulu olarak Allah’ı unutmuşlar
ve yaptıklarına tapınmaya başlamışlardır. “Hayır, doğrusu insan, istiğna
ederek (kendi kendine yeterli olduğunu zannederek) tuğyan/azgınlık
etmektedir. Oysa dönüş Rabbinedir.”116
g- Cebbarlık: İnsanın büyüklük taslayarak, kendi kendine yeterliliğini
tahakküm biçiminde ortaya koymasına cebbarlık denir.
Bu da küfrün sebeplerindendir. Kendini bu pozisyonda gören bir
insan, Allah’a iman ihtiyacı duymaz, O’nu tanımaz. “İşte Allah, her
büyüklük taslayan ve cebbar kalbe böyle mühür vurur.”117
Müslüman-Kâfir İlişkisi
Küfür ehliyle mücâdele esastır. “İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur,
Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya
emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden
korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/
muhâsebesi ise Allah’a aittir.”118
Küfür ehliyle mücâdele esastır. Müslüman, zaman ve şartların
durumuna göre savaş(a)mıyorsa bile onlara en azından “Ey kâfirler!
Ben sizin tapmakta olduklarınıza ibâdet etmem. Sizin dininiz size; benim
dinim bana!”119 deyip, onları reddettiğini göstermek zorundadır.
“Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylerinize, putlarınıza da
yuh olsun! Siz, akıllanmaz mısınız?”120
114 2/Bakara, 98
115 10/Yûnus, 11
116 96/Alak, 6-8
117 40/Mü'min, 35
118 Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104;
Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
119 109/Kâfirun, 1, 6
120 21/Enbiyâ, 67
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
Kâfirlerle İlişki Çeşitleri; Savaş ve Barış
İslâm’ın temel hedefi barıştır. Çünkü Yüce Allah insanlığın huzurunu
istemektedir. Bunun sağlanması, İslâm’ın bütün insanlara
tanıdığı temel hakların verilmesiyle mümkündür. Zira bu haklar,
bütün insanlara yaratılışta Allah tarafından verilmektedir. Allah
Teâlâ, ilâhî temele dayalı tahrif edilmemiş bütün dinlerde (ki bütün
ilâhî dinlerin aslı ve temel adı İslâm’dır) bu hakları insanlara
eşit olarak vermiş, üstünlüğü de iman ve takvâya bağlamıştır.121
İslâm dışındaki tüm dinler, haktan uzak olduğu veya tahrif edilip
hakla bâtıl karıştırıldığı için, günümüzde bu temel hakları gereği
gibi insana veren sadece İslâm’dır. Başka dinler, ideolojiler ve dünya
görüşleri, dün olduğu gibi bugün de insanı doğru bir şekilde
tanımadıkları için insan hakları konusunda da aşırılıklardan, istismar
ve zulümlerden, oyalama ve kandırmacalardan kurtulamamışlardır.
İslâm’a göre, bütün insanlığın temeli birdir.122 Allah’ın
bildirdiği esasları kapsamayan Ehl-i Kitab’ın içinde bulunduğu
muharref dinin, istenilen huzuru ve dostluğu sağlaması da mümkün
görülemez. Çünkü ilâhîlik vasfını kaybeden inançlar, insanlığın
fıtratına uymamaktadır.
Kur’an’ın hedefi sulh ve barıştır. “...Sulh daha hayırlıdır.”123 Düşmanlık
ve kötülük, aslında ve temel olarak Allah’ın istemediği,
şeytanın arzu ve isteklerinden ibarettir. Dolayısıyla insanlar arasında
fesadın, fitnenin, kötülüğün olması, insanların Allah’ın
emirlerinin dışına çıkmalarından kaynaklanır. “Ey iman edenler!
Hep birden silm’e/barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın. O sizin apaçık
düşmanınızdır.”124 Âyette geçen “silm” kelimesi, hem İslâm, hem
de barış anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber’in yaptığı savaşları
incelediğimizde, savaşların hakkın önüne konulan engellerin
kaldırılması amacını güttüğünü, saldırılara karşı müdâfaa özelliği
taşıdığını, savaşa mecbur kalındığı için böyle bir yola başvurulduğunu
görürüz. Bu savaşların birtakım haklı gerekçeleri vardır.
Geçerli meşrû sebep olmadan savaşa izin verilmez. Bu sebepler
şunlardır:
a- Haksızlığa Uğramak: Konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle
buyurur: “Zulme/haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin
karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye
elbette kadirdir.”125 Dikkat edilirse, izin verilen savaş değil;
121 49/Hucurât, 13
122 4/Nisâ, 1
123 4/Nisâ, 128
124 2/Bakara, 208
125 22/Hacc, 39
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 35 -
savunmadır. İslâm’a göre savaş, sadece Allah için (fî sebîlillâh)
ve Allah’ın kendileriyle savaşılmasına izin verdiği kimselere karşı
yapılır. İslâm devletinin varlık hikmeti ve ana görevi olarak koruması
gereken insanların temel hakları beş madde ile değerlendirilir.
Bunlar; din (özgürce dinini yaşayıp uygulama ve tebliğ hakkı),
can (yaşama hakkı), akıl, nesil (ırz, şeref ve namusun korunması,
nesilleri her yönüyle sağlıklı yetiştirme hakkı) ve mal emniyetidir.
Bunları ve bu gibi hakları korumak için savaş, mazlum duruma
düşene yardım ederek zulme karşı koymak, bir insanlık görevidir.
Savaş; hak ve hukuku korumak, adâleti tesis etmek, kötülükleri
önlemek, insanların temel görevlerini rahatça yerine getirebilme
ve temel haklarını koruyabilmelerini sağlamak için yapılır. Yoksa,
başkasının hak ve hukukunu elinden almak için savaş yapılmasını
İslâm doğru görmez.
b- Fitneyi Önlemek, Tevhîdi/Allah’ın Birliğini Ortaya Koymak:
“Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın; din yalnız Allah’ın olsun. Eğer
onlar (fitneden ve savaştan) vazgeçerlerse, artık zâlimlerden başkasına
düşmanlık yoktur.”126 İmtihan gereği insanların başlarına belâlar
gelebilmektedir. Çünkü kalbinde Allah korkusu olmayan insanın
yapamayacağı kötülük yoktur. Allah’tan korkmayan insan fitne
de çıkarır, iftira da edebilir, başka insanların haklarını da çiğneyebilir.
İşte Yüce Allah, insanların huzurunu temin için gerekirse
savaş yapılmasını, yerine göre farz veya mubah kılmaktadır. Burada
fitne kavramı, başta “Allah’a şirk koşmak, başkalarına kulluk,
fesat/anarşi, öldürme, zulüm, müslümanlar arasında çıkarılan
tefrika, İslâm’ın dışındaki Allah’ın râzı olmadığı dinlerin ve hayat
görüşlerinin yayılması” olarak anlaşılır. Fitne, başta münâfıklar
olmak üzere, müşrikler ve ehl-i kitap olanlar ve hatta bazı müslümanlar
veya müslüman zannedilenler tarafından çıkarılabilir, ya
da körüklenebilir. Kur’an, bütün insanları, insanlar arasında fitne/
huzursuzluk çıkaranları haber vermekle kalmayıp bunun neticesinin
herkesi etkilediğini belirtir: “Öyle bir fitneden sakının ki, aranızda
yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize zararı erişir). Bilin ki
Allah’ın azabı çetindir.” 127
Hangi Kâfirlerle Savaşmadan İyi Geçinilebilir? Allah Teâlâ,
dostlarımızı ve düşmanlarımızı sayar. Mü’minleri bırakıp kâfirleri
dost kabul etmemize izin vermez. Ancak bu durum, onlarla her
durumda ilişkileri kesmemizi veya savaşmamızı gerektirmez. Aksine,
tüm insanlara iyilik esastır. Savaş da, muhâtaplarımızı yok
etmeyi değil; onları İslâm’laştırarak kurtarmayı veya kurtulmak
126 2/Bakara, 193
127 8/Enfâl, 25
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
istemeyen o zâlimlerden diğer insanları kurtarmayı hedeflemek
şartıyla meşrû görülür. İslâm, hangi inanç ve anlayıştan olursa olsun,
birtakım özellikleri taşıyan insanlarla müşterek hareket etmeye
engel olmaz; aksine teşvik eder. Zira, insanlar arasında barışın
temini, öncelikle müslümanlarla, daha sonra diğer insanlarla
karşılıklı ilişki içinde bulunmakla sağlanır.
Dünyada her insanın müslüman olması beklenilemez; bu,
Allah’ın sünnetine ve sınavına aykırıdır. “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin
hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, mü’min olmaları
için insanları zorluyor musun? Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman edemez.
O, murdarlık (azabını), akıllarını kullanmayanlara verir.”128 Kâfirlerle,
iman eden insanlar, devamlı beraber yaşamak mecbûriyetinde kalabilir.
Hz. Peygamber, Medine vesikasında farklı din mensuplarıyla,
müşrik ve ehl-i kitap bütün insanlarla savunma anlaşması
yapmıştır. 129
Bunun için, kendileriyle bazı ilişkiler kurulabilecek, anlaşma
yapılabilecek gayr-ı müslimlerde bulunması gereken, temel özellik;
İslâm’a ve müslümanlara düşman olmamalarıdır. Kendi inanç,
düşünce ve yaşantıları doğrultusunda hareket edip mü’minlere
düşman olmayan ve müslümanların düşmanlarına yardım etmeyenlerle
dünyevî bazı anlaşmalar yapabilir, onlarla bazı ilişkilere
girebilir, onlarla iyi geçinebiliriz. “Allah sizinle din uğrunda savaşmayan,
sizi yurdunuzdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı
yasak etmez. Allah adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda
savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım
edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler
onlardır.”130
Alım ve satımda, hediyeleşmede kâfirlerle muâmelede bulunmak
gibi şeyler, onları velî ve dost kabul etme kapsamına girmez.
Ancak, haram işlerde bunlara yardım ve gayr-ı meşrû konularda
kâfirlere yararı dokunacak şeylerin alınıp satılması, meselâ, savaşta
yararlanılacak silâh gibi araç gereçlerin onlara satışı câiz değildir.
“İyilik ve takvâda (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın;
günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun;
çünkü Allah’ın cezası çetindir.”131 Peygamberimiz de (s.a.s.) zaman zaman
müşriklerle alım satımda bulunmuştur.132 Ancak, kâfirlerden
alınan şeyler hakkında ve onlarla her türlü ilişkiler konusunda çok
128 10/Yûnus, 99-100
129 Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 226-228
130 60/Mümtehine, 8-9
131 5/Mâide, 2
132 Buhârî, 4/410, hadis no: 2216; Ahmed bin Hanbel, 5/137, hadis no: 3409
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 37 -
titiz ve ihtiyatlı davranılmalı, onların İslâm’a ve müslümanlara
düşmanlıklarından dolayı verebilecek zararlar düşünülmelidir.
Her türlü kültürel faâliyetler, özellikle İslâmî ilimler ve yorumlar,
sanat etkinlikleri, eğlence araç ve yöntemleri gibi itikadı,
toplumun ifsâdı ve salâhını, fıkhı (haram-helâlı) ilgilendiren konularda
kılı kırk yaran bir tavır takınılmalıdır. Unutmayalım ki zehir,
billûr kâseler içinde ve leziz gıdalar içine gizlenerek sunulur.
Bugün insanlar eliyle üretilen fikir ve düşünce sistemleri, düzenler,
eğitim ve çevre şartları gibi insanları derinden etkileyen
araçlar, Allah ve Rasûlüne savaş açmış durumdadır. Eğitim ve öğretim,
düşünce sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler,
misyoner faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyalizm,
sosyalizm, siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı,
sanat faâliyetleri, sinema, tiyatro, medya, ilân ve reklâm
araçları, dünya görüşleri, futbol ve müzik tutsaklığı, kapitalizm
ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından ve Allah’ın dostu
olma özelliklerinden sıyırmak için en dehşetli silâhlar ve şeytanî
araçlar olarak kullanılıyor. Bu kadar çok yönlü ateş altında kalan
savunmasız, câhil ve her şeyden önemlisi kâmil imandan mahrum
bırakılan halk, elbette Allah’a dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz
de olsa şeytanın dostluğuna meylediyor.
Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın, İslâm akîdesi ile çelişen
her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın indirdiğine aykırı
her kanun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak
olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki,
gerçekten tüm ilâhları reddetmiş olsun. Peygamber’in amcası Hz.
Abbas’ın dediği gibi, lâ ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün
(kâfir) dünyaya savaş açmış olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün
güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara saldırırken, müslümanın
gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması düşünülebilir mi?
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve
şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe
yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.”133 Çağdaş müslümanın
öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve keyfiyle meşgul. Bahâneler de
çok: “İmkânlarımız yok, taşlar da bağlı...” Filistin’li çocuklardan
öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın yolunu, imanın en büyük
imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin direnişini...
Gayri müslimlerin ziyâret edilmeleri de, onlara dinin tebliğini
amaçlıyorsa meşrûdur. Dinî bir maslahat ya da önemli mâzeret
yoksa ziyaret uygun görülmemiştir. Gayri müslimlere ait küfür
133 4/Nisâ, 76
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
şiarları ve alâmetleri ile ilgili olarak kendilerini tebrik etmek, onları
kutlamak, bayramlarını tebrik ittifakla haram kabul edilmiştir.
Kim bir kulu, bir isyanından, haram fiilinden, bid’atinden ve
küfründen ötürü tebrik eder veya kutlarsa, bu kimse Allah’ın sınırını
aşmış, Allah’ın gazabını üzerine çekmiş olur. Müslüman da
kabul edilseler, zâlimlerin belli bir makama gelmelerini kutlamak
da böyledir; hele kutlanılan o makam tâğutî bir makamsa, bu,
tâğutun kabulü anlamına gelir ki, imanla bağdaşmaz.
İslâm’a aykırı davranışlarda bulunan fâsık kimselere tâzimde
bulunmak, onlara “efendim, beyim, paşam!” demek de haramdır.
“Münâfık olan kimseyi ‘efendim’ (sayın, saygıdeğer, paşam, beyefendi!)
diye çağırmayın. Şayet o kimse efendi, bey yapılacak olursa, siz
bu durumda aziz ve celil olan Rabbinizin gazabını çekmiş olursunuz.”134
İbn Kayyım’ın belirttiği gibi, bu tür insanlara; “devlet büyüğü, ulu
devlet başkanı veya ey yüce falan” diye de lakap verilip bu tür ünvanlar
kullanılamaz. İbn Kayyım’ın belirttiği gibi, bu tür insanlara;
“devlet büyüğü, ulu devlet başkanı veya ey yüce falan” diye de lakap
verilip bu tür ünvanlar kullanılamaz. Sözgelimi ilköğretimde
çocuklara küfrü dayatan “andımız” denilen ifadeleri bir mü’min
söyleyemez, bir mü’min öğretmen söyletemez: “Ey Büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime
ant içerim.” Bu sözler elfâz-ı küfürdür.
Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük
ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman
edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır.
Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli,
Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini
düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak
davranışlarda bulunmaktır.
Kâfir Akrabalarla İlişki
İslâm’da esas bağ, din bağıdır. Hangi ırktan, hangi soydan olursa
olsun sadece müslümanlar birbirlerinin kardeşidir,135velîsidir.136Bir
mü’min, aralarında din bağı bulunmayan yakın akrabalarını velî/
dost kabul edemez.
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve
kardeşlerinizi velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte
134 Ebû Dâvud, Sünen, Edeb, hadis no: 4977; Mişkâtu’l-Mesâbih, 3/1349,
hadis no: 4780
135 49/Hucurâct, 10
136 9/Tevbe, 71; 5/Mâide, 55
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 39 -
onlar zâlimlerin kendileridir.” 137; “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından
korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar,
köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten
daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah
fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” 138; “Allah’a ve âhiret gününe
iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da
olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin.
İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir.
Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada
ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut
olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır/Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki
hizbullah/Allah taraftarları, kuşkusuz felâha/kurtuluşa erenlerdir.” 139
Ashâb-ı kiram, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına
düşmanlığın en güzel örneklerini vermişlerdir. Meselâ Ebû
Ubeyde, Uhud’da babası Cerrah’ı öldürmüş, Hz. Ebû Bekir de savaşta
oğlu Abdurrahman’a karşı çıkmak istemiş, ama Hz. Peygamber
izin vermemiş, Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da kardeşi Ubeyd bin
Umeyr’i öldürmüştü. Aynı şekilde Ömer bin Hattâb, Bedir’de dayı
Âs bin Hişam’ı, Hz. Ali, Hz. Hamza ve Ebû Ubeyde amcazâdeleri
olan Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe’yi öldürmüşlerdi.
İnsanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah’ın
dinine inanmış ve peygamberleri tasdik etmiş kimseler birbirlerinin
mânevî akrabası, yakını ve dostudurlar. Bunların aralarında
mânevî bir birlik (vahdet) vardır. Mü’minlerle kâfirler ırk ve soy
bakımından birbirlerinin akrabası olsalar bile bu akrabalığın Allah
katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un oğlu iman
etmediği için, Allah Teâlâ onu Nûh peygamberin âilesinden saymamıştır:
“Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş
olan) oğlum da âilemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen
hâkimler hâkimisin.’ Allah buyurdu ki: EyNûh! O asla senin âilenden değildir.
Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi (kâfirdi). O halde hakkında
ilmin olmayan bir şeyi Benden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı
tavsiye ederim.”140
Bütün bunlarla birlikte İslâm, âile bağlarına çok önem verir.
Mü’min olmayan akrabalarla her durum ve şartta ilginin kesilmesini
emretmez. Onlardan İslâm’a ve müslümanlara düşmanlık gelmez
ise, İslâm onlara karşı iyilik yapmayı ve onları ziyâret etmeyi
137 9/Tevbe, 23
138 9/Tevbe, 24
139 58/Mücâdele, 22 Ve yine bk. 64/Teğâbün, 14.
140 11/Hûd, 45-46
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
yasaklamaz. “Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın.
Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya (eş dost ve
arkadaşa), uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın;
Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.”141
Özellikle müşrik de olsalar, ana babaya ihsanla/iyilik ve güzellikle
davranmayı, onlarla sıcak ilişkiler içine girilmesini arzular: “Biz insana
ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu
nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun
için) önce Bana, sonra da ana babasına şükretmesini tavsiyede bulunmuşuzdur.
Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan
bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat
etme. Onlarla dünyada iyi geçin...”142
Bu âyette de görüldüğü gibi, şirk konusunda ana baba dâhil
hiçbir kimseye itaat edilmemesi, ama müşrik bile olsalar ana babaya
iyilik yapılması emredilmektedir. Nitekim Hz. Âişe’nin kardeşi
Esmâ’ya (r.a.), müşrik annesini ziyâret edip iyilik yapması için Hz.
Peygamber’in izin verdiği bilinmektedir.143
Müslüman olmayan ebeveyne de infak vâciptir; dinleri farklı
da olsa, kişi muhtaç olan anne babasına bakmakla yükümlüdür.
Bir müslümanın durumu müsait iken, ana babasını sıkıntı ve zorluk
içinde kıvranır vaziyette bırakması, tabii ki, bir iyilik ve ihsan
sayılmaz. Halbuki Kur’an, her şartta ana babaya ihsan ve iyiliği
emretmektedir.144 Allah, akraba ile ilgisini keseni kötülemiş,145
akrabanın haklarına riâyet etmeyenin günah işlediğini bildirmiş,
yakınları kâfir de olsalar, Allah, bunların haklarını yakınlarına
vâcip kılmıştır.”Akraba ile alâkayı kesen cennete giremez.”146 Demek
ki, sevgi, velî kabul etmek, onları sırdaş edinmek başka şeydir;
kâfir akrabaya nafaka temin etmek, onları ziyâret etmek, onlara
ihsanda bulunmak ise daha başka bir şeydir; bunlar birbirine karıştırılmamalıdır.
“Eşleriniz ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır, sakının
onlardan!”147
Bir Müslümanı Kâfir Yapan Tavırlar
Bir müslümanın İslâm’dan çıkmasına sebep olacak bazı durumları
şöylece özetleyebiliriz.
141 4/Nisâ, 36
142 31/Lokman, 14-15
143 Buhârî, Hîbe hadis no: 2620; Müslim, Zekât hadis no: 1003
144 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23; 31/Lokman, 14-
145 4/Nisâ, 1
146 Buhârî, Edeb, hadis no: 5984; Müslim, Birr, hadis no: 2556
147 64/Teğâbün, 14
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 41 -
Müslüman olduğu halde, Allah’a şirk koşmak; Allah’ın dışında
bir kimseye, bir otoriteye, putlara tapınmak, Allah’tan istenecek
yardımı ölülerden veya mezarlardan istemek, birtakım örgütleri
veya devletleri Allah gibi düşünmek kişiyi İslâm’dan çıkarır, müşrik
yapar.
İslâm’ın küfür dediği şeyler konusunda şüphe etmek de küfrü
gerektirir. İslâm da bellidir, onun dışındaki bâtıl yollar da bellidir.
148 Küfür olan konularla ilgili olarak “acaba onlar da doğru olabilir
mi?” düşüncesi İslâm inancına aykırıdır. Onlar doğru olsaydı,
İslâm’ın Hz. Muhammed ve Kur’an’la gönderilmesine ne lüzum
vardı? Bütün bâtıl dinler, bütün İslâm dışı ideolojiler, insanlar adına
nisbet edilen hayat sistemleri İslâm tarafından reddedilmektedir
(Kapitalizm, Komünizm, Hinduizm, Yahûdilik, Hıristiyanlık,
Demokrasi, Marksizim, laisizm, Kemalizm ve diğerleri).
Peygamberimiz’in bize bildirdiği bazı şeyleri beğenmemek,
onlara karşı yüzü buruşturmak, râzı olmamak.149
Müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, onlara yardım
etmek.150
İslâm’ın ilkelerine, şeriata karşı gelmek, onlarla alay etmek,
onların yerine başka otoritelerin veya kişilerin görüşlerini daha iyi,
güzel veya çağdaş bulmak.
Kesin deliller ile ümmetin icmâsı ile sâbit olmuş, dinden sayılan
hükümlere karşı gelmek, onları kabul etmemek.
Bunlar veya bunlara benzer davranışlar ve sözler bir müslümanı
dinden çıkarabilir, mürted yapabilir. Bunlar birer hükümdür
ve müslümanları din konusunda dikkatli olmaya teşviktir, onları
tehlikeden sakındırmaktır. Kişi ya inanır, ya inanmaz. Ama tutarlı
olması gerekir; inandığı dinin gösterdiği gibi inanması ve yaşaması
lâzımdır. İslâm, Allah’ın dinidir ve ona nasıl inanılması gerektiği
ortaya konulmuştur. O, insanların görüşü değildir ki, dileyen dilediği
gibi kullansın. 151
Ortam ve çevre şartları İslâmî değil; câhiliyye yapısı arzettiğinden,
günümüzde insanlar, İslâm’ı doğru bir şekilde kavrama ve
sırât-ı müstakîm çizgisini kolaylıkla sürdürme imkânlarına yeterince
sahip değildir. İslâm dışı, hatta İslâm’a düşman düzen ve buna
bağlı kurum ve kuralların etkisiyle her an bâtıl yollara bilinçsiz
148 Bk. 2/Bakara, 256
149 Bk. 47/Muhammed, 9
150 Bk. 9/Tevbe, 65-66
151 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 458-459
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
de olsa dalma riskiyle karşı karşıyadır günümüz insanı. Bunlardan
bazısı, belki imanını tümüyle giderecek ve kişiyi mürted yapacak
durumda değilse de, bir kısım insan bilerek ve seçerek İslâm’dan
farklı yollar/ideolojiler/dinler edinmektedirler. Bu kimselerin
mâzîsinde İslâm’ı gerçek anlamıyla bilip bir bütün halde kabul
etme ve yaşama gayreti var iken, sonradan bilinçli bir tercih sonucu
dinini değiştirme sözkonusu olmuş ise, -neûzü billâh- mürtedlik
vuku bulmuş olur. Mü’min iken kişinin müşrik ve mürted olması
sonucunu veren birtakım söz ve fiillere şunlar örnek gösterilebilir:
Müslüman bir kimsenin kendi irâdesiyle açıkça; ‘Ben Allah’a
ortak koşuyorum’ demesi yahut Allah’ın varlığını inkâr etmek,
peygamberleri reddetmek ya da bir tek peygamberi dahi yalanlamak
gibi küfrü gerektirici bir söz söylemek, açıkça küfrü gerektiren
-Mushaf’ı ya da bir parçasını pisliğe atmak gibi- bir fiil işlemek,
namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi İslâm’ın kesin bir
hükmünü inkâr etmek, farz namazların, -bunların bir rekâtinin
bile olsa- farz olduğunu, dinin emri olduğunu reddetmek gibi
veya farz olmadığı kesin delillerle sâbit bir hükmün farz olduğuna
-meselâ farz namazlara bir rekât ilâve etmek gibi- inanmak,
peygamberliğin insanların kendi gayretiyle kazanılabileceğini ileri
sürmek gibi hususlar küfrü gerektirir. Bu gibi küfrü gerektiren
inanç ve tavırlar önceden müslüman bir kimse tarafından kabul
ediliyorsa, bu kimse mürted olur.
Çağımızda ortaya çıkan birtakım şartlar vardır ki, müslüman
kimse iman açısından bunların da hükmünü bilmelidir. Bunların
en başında hiç şüphesiz Allah’ın indirdiği hükümlerin dışındaki
hükümler ile hükmetmek gelir. Konuyla ilgili olarak Abdülkadir
Udeh’den alıntı yapalım: “Çağımızda reddetmek, kabul etmemek
yoluyla küfrün açık örneklerinden bir tanesi de, Allah’ın şeriatiyle
hükmetmeyi kabul etmemek ve onun yerine insanlar tarafından
konulmuş hükümleri, kanunları uygulamaya koymaktır. Çünkü
İslâm dininde asıl olan kural, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin
farz, ondan başka kanun ve hükümler ile hükmetmenin ise
haram olduğudur. Kur’ân-ı Kerim’in bu hususa dair nasları gâyet
açık ve kesindir.
İslâm şeriatine aykırı her türlü yasa ve hükmün bâtıl olduğu
hususunda fakîhler ile ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmamaktadır.
Yine onların ittifakına göre İslâm dışı hükümlere
itaat gerekmez, hatta İslâm şeriatine aykırı olan her şey, müslümanlara
haramdır. İsterse bu haramı emreden ya da mubah kılan
egemen otorite ya da başkası olsun. Yine ittifakla kabul edilen hususlardan
bir tanesi de şudur: Sahih olduğuna inandığı bir te’vile
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 43 -
dayanmaksızın müslümanlardan her kim Allah’ın indirdiklerinden
başka hükümler ortaya atarsa, o kimseler hakkında Yüce Allah’ın
verdiği “kâfir, zâlim ve fâsık” hükümleri verilir. Meselâ, başka
bir hükmü ondan daha üstün, daha güzel gördüğü için İslâm’ın
öngördüğü cezaları ve hükümleri uygulamaktan yüz çeviren bir
kimse, kesinlikle kâfirdir, daha önce iman etmiş ise bu tavırlarıyla
mürted olur.
İttifakla kabul edilen hususlardan bir diğeri: Allah’ın ya da
peygamberinin emirlerinden herhangi birisini reddeden bir
kimse, bunu ister şüphe ve tereddüt yoluyla, isterse de terk ve
kabul etmemek yoluyla, isterse de o hükme teslim olmamak dolayısıyla
reddedecek olursa İslâm’dan çıkar, mürted olur. Çünkü
sahâbe-i kirâm, zekât vermeyi kabul etmeyenleri mürted olarak
değerlendirmişlerdir. Yüce Allah kendisinin ve Rasûlünün hükmünü
teslimiyetle kabul etmeyenlerin kâfir olduklarına dair açık
hükmünü indirmiştir: “Rabbine andolsun ki, onlar kendi aralarındaki
anlaşmazlıklarda Senin hükmüne başvurmadıkça ve verdiğin hükmü,
içlerinde bir sıkıntı olmaksızın tam bir teslimiyetle kabul etmedikçe
iman etmiş olmazlar.” 152
Elfâz-ı Küfür
Elfâz’ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir.
Küfür ise “kefera” fiilinden masdar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek
anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden
münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren
ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere “elfâz-ı küfür” adı
verilir.
Bir mü’mini küfre düşüren sözler beşe ayrılır. Bunlar: İstihzâ,
istihfaf, istihkar, istihlâl ve istinkârdır. İstihzâ, dinin esaslarından
birini alaya almak; istihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye
denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar, dinle
ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek,
çirkin sözler söyleyip sövmek; istihlâl, bir haramı helâl kabul etmek
veya bir helâlı haram saymak; istinkâr ise bir İslâmî hükmü
açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp
küfretmek.
Allah’ın varlığı veya birliğini inkâr etmek, bu konuda şüphe
içinde olmak, bunu sözle ifade etmek insanı küfre sokar. Allah’ın
zâtı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka
152 4/Nisâ, 65; Abdülkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinî el-İslâmî, Beyrut, 2/708-710
-İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah’a çirkin
sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır. “Allah ile O’nun âyetleriyle,
O’nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın.
Siz imandan sonra küfre düştünüz.”153 Allah’ın sıfatlarından
birini dahi olsa inkâr etmek küfürdür. Allah’ı yarattıklarından
herhangi bir kimseye veya şeye benzeten; bir canlı veya cansız
varlığı Allah’a, sıfatlarını Allah’ın sıfatlarına benzeten; Allah’ın
doğmuş veya nesil bırakmış olduğuna inanmak veya Allah’ı herhangi
bir eksiklik ya da kusurla itham edip bunu dille söylemek
kişiyi İslâm’dan çıkarır.
“Allah bile bana bunu emretse bu işi yapmam.” diyen kimse;
Allah’ın affedeceği konusunda ümidini tümüyle kesen kişi kâfir
olur. Yine, aşırı umutla Allah tarafından hiçbir hesaba çekilmeyeceğine
veya cezaya uğramayacağına inanan kimse kâfir olur.
Yine kendisinden veya Allah’a yakın olduğunu sandığı bir kişiden
ibâdetlerin düştüğünü, ibâdet yapma gereği kalmadığını kabul
eden veya şatahat cinsinden küfür sözleri söyleyen kimse, meselâ
“Ene’l-Hak; ben Hakk’ım, Cenâb-ı Hakk’ım” diyen kimse kâfir olur.
Peygamberlik kurumunu önemsememek ve peygamberlikle
alay etmek, onlar hakkında küçük düşürücü sözler söylemek istihkar
(hakaret ve sövme) sayılır. Bu yüzden herhangi bir peygamberi
küçük gören, alay eden ve O’na ezâ veren dinden çıkar. “Şüphe
yok ki, Allah’a ve Rasûlü’ne eziyet verenlere Allah dünyada ve âhirette
lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap hazırlamıştır.”154;
“Münâfıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve ‘O her söyleneni
dinleyen bir kulaktır’ diyorlar. De ki, ‘O sizin için bir hayır kulağıdır;
Allah’a da inanır, mü’minlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir.
Allah’ın Rasûlüne eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır.”155
Hz. Peygamber’e hakaret dinden çıkardığı gibi, mukaddes kitaplara
ve Kur’ân-ı Kerim’e hakaret veya mukaddes kitapların aslını
inkâr edici sözler söylemek küfürdür. Kur’an’la, bir sûresi veya
âyetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür. Meleklere hakaret
etmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür.
Cebrâil’in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla
Hz. Muhammed’e (s.a.s.) vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden
çıkartır. Azrâil’e, ölüm meleği olduğu için hakaret etmek, meleklerin
dişi olduğunu söylemek de küfürdür. Sahâbeleri tekfir ederek,
onların mü’min olmadığını söylemek de küfür kabul edilmiştir.
153 9/Tevbe, 65
154 33/Ahzab, 57
155 9/Tevbe, 61
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 45 -
Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğz etmek ise
bid’at ve sapıklıktır.156 Bir kimsenin, kendisine ya da bir başkasına
vahiy indiğini iddia etmesi ya da değişik ifadelerle peygamber
olduğu iddiası küfürdür. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) son peygamber
olduğunu kabul etmemek, yeni bir peygamberin geleceğini
bekliyor olmak insanı kâfir yapar. Herhangi bir şahsı (meselâ Hz.
Ali’yi, şeyh ya da evliya kabul edilen birini veya Atatürk’ü) Hz.
Muhammed’den (s.a.s.) üstün görmek ya da onunla eş değerde
tutmak küfürdür.
“Filan kimse peygamber bile olsa ona inanmam” demek;
“Eğer Hz. Muhammed’den sonra bir peygamber gelecek olsaydı,
filan zât peygamber olurdu” demek;
“Eğer Âdem suç işlemeseydi cennette yaşayacaktık. Bütün bu
belâlar onun yüzünden başımıza geldi” demek de insanı kâfir yapar.
Kur’an’ı, Kur’an’dan bir âyeti veya hükmü yalanlamak, çarpıtmak,
alay konusu yapmak, saygısızlık yapmak kişiyi küfre sokar.
Kur’an hükümlerinden birini olsun yürürlükten kaldıran veya uygulanmasını
engelleyen yönetici kâfir olur. Kur’an ahkâmı içinde
yürürlükten kaldırılmış bir hüküm varsa, bu hükmün yerine konmuş
olan yasayı uygulayan, uygulanmasını kolaylaştıran ve bu durumun
farkına varıp rızâ gösteren kimselerin İslâm dini ile hiçbir
ilişkileri kalmaz.157
Bir müslümanın kitabına sövmek,
Kur’an’da eksiklik veya fazlalık olduğunu ileri sürmek,
Kur’an’ı çağdışı, çöl kitabı, bedevî kanunu olarak nitelemek,
Kur’an’ın öngördüğü ceza ve miras âyetlerini acımasız ve
adâletsiz bulmak ve bunu söz veya tavırlarıyla ifade etmek,
Yine Kur’an’ın nassıyla kesin şekilde yasaklanmasına rağmen
(fâizle işlem yapmayı, alkollü içki kullanmayı, zina etmeyi ve benzer)
yasakları yasallaştıran “mürted” ülkelerin kanunlarına gönülden
saygı beslemek ve bu yasaları Kur’an’a tercih etmek insanı
kâfir yapar.
Allah’ın haram kıldığı bir şeye başlarken besmele çekmek,
Haram bir fiil işledikten sonra, dünyevî kazançtan dolayı
156 Bk. 48/Fetih, 18; 9/Tevbe, 100
157 5/Mâide, 44; F. Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 114
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
Allah’a şükretmek veya haram bir şey yedikten sonra “El-hamdü
lillâh” demek,
Kur’an okuyan kimse ile -okuduğu sırada- alay etmek,
Kur’an’a uymayı öğütleyen veya Kur’an hükümlerine dâvette
bulunan kimseye eziyet etmek, onu meczup ve mecnun gibi sıfatlarla
niteleyerek hakarette bulunmak,
Kur’an’da fal açmak, onu büyü, üfürük gibi çirkin işlerde araç
olarak kullanmak,
Kur’an’ın ölü ruhuna okunmak üzere indiğine inanmak,
Tevrat, Zebûr, İncil ve suhuflara hakaret etmek, onların hiç
tahrif edilmediğini (değiştirilmediğini) veya içlerinde vahiyden
hiçbir eser bulunmadığını ileri sürmek insanı İslâm dairesinden
çıkarır, kâfir yapar.
Helâlı haram, haramı helâl sayan, sihirle/büyüyle uğraşan, fala
inanan, kâfirle dost geçinen, ilme söven, ilacın iyileştirici etkisini
Allah’ın irâde ve kudretine bağlamayan, fânî tanrılaştıran, “kahrolsun
şeriat!” diye slogan atam; Pozitivizmi, Darvinizmi, Sosyalizmi
(Laikliği, Kemalizmi, Demokrasiyi ve her türlü beşerî ideoloji ve
düzenleri) İslâm’dan üstün tutan, sütkardeşle evliliği meşrû gören
insan, -kim olursa olsun- hem mantıksız, hem ahlâksız, hem de
imansızdır! Çünkü imansızlık gerçek anlamıyla ahlâksızlık ve mantıksızlık
demektir; Allah’ın yasalarına kafa tutmak demektir.158
Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana
getirmesi için hür bir irâde ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit,
zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, ikrâh-ı
mülcî yani tam zorlama ile öldürme, kesme, bedene zarar verme
ve şiddetli dövme gibi işkence veya bu tehditler varsa küfür sözü
söyleyebilir. “Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ
olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah’tan onlara
bir azap vardır.”159 Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını
gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı
Sümeyye’yi İslâm’dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini
de öldürmüştü. Yâsir’in oğlu Ammâr’ı da bir kuyuya atarak
işkence yapmışlar, Ammâr işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla
dolu olduğu halde, diliyle İslâm’dan döndüğünü söylemiş ve
canını kurtarmıştı. Haber Hz. Peygamber’e ulaşınca, kendisiyle
158 F. Aydın, a.g.e., s. 119-120
159 16/Nahl, 106
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 47 -
görüşmüş ve yine işkenceye mâruz kalırsa aynı sözleri söylemesine
ruhsat vermişti. Yukarıdaki âyet-i kerime bu olay üzerine inmiştir.
Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret
taşıyan, kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah’ı sever gibi
sevme ifadeleri “müslümanım” diyen insanlar tarafından rahatlıkla
söylenebilmektedir. Bir futbol takımı ekber, yani Allah’a ait
olan “en büyük” ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte, öğrencilere
bir şahıs hakkında ilâhî özellikler verilerek antlar, şiirler söylettirilebilmektedir.
Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı
küfür rahatlıkla ağızlardan çıkabilmektedir. “İşimiz Allah’a kaldı”,
“Allah’lık” gibi ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler
söylenebiliyor. Azrâil’e kızılıp ileri geri sözler söylenebiliyor. Bir
kıza “Melek” ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle göklerin insan
kaderi üzerinde etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler
edilebiliyor. Açıkça kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor.
Cennet ve cehennemle ilgili fıkralar anlatılarak Allah’ın ödül ve
cezası şaka konusu edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları
veya dinin kutsallarını küçük düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor.
Allah’ın sıfatları başkasına verilebiliyor. Allah’tan başkasına
duâ edilip medet ve yardım istenebiliyor. Allah’tan başkası adına
yemin edilebiliyor. İnsanın ağzından çıkan her sözün hesabının
isteneceği unutularak küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor.
Bütün bunlar, elfâz-ı küfür, küfür, şirk, irtidat gibi Akaid
konularının kapsamına girmektedir.
Çevrede Çokça Duyulan Elfâz-ı Küfürden Bazıları
(Söyleyeni Şirke Düşürmesinden Korkulan Çirkin Sözler)
a- Allah’la İlgili
“Allah’lık” (saf bir insan için)
“Allah’sız” (Bunun Allah’ı yok, bu kimseyi Allah yaratmamıştır
anlamında),
“İşimiz Allah’a kaldı” (İşimiz yaş, netice beklemeyin anlamında),
“İnşâallah deme, kesin söz ver” (İnşâallah, yani Allah dilerse
sözünün yanlış ve yetersiz olduğu anlamında),
“Seni Allah gibi seviyorum” (Allah’ı sever gibi çok sevmek, fanatiklik
anlamında),
“Seni elimden Allah bile kurtaramaz” (Allah’ın gücü bile yeterli
olmaz anlamında),
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
“Burada Allah yok, Peygamber izinde” (Karakolda, hapishanede
vb. Allah’ın yardım edemeyeceği anlamında),
“Allah’ın olmadığı, şeytanın bol olduğu yerde elime geçecek,
ciğerlerini sökerim” (Allah’ın olmadığı yer olabileceği anlamında),
“Allah, ondan verdiği canı alamıyor” (Borcuna sâdık olmayanlar
hakkında, Allah’ın âcizliği anlamında),
“Allah’ın hükmü burada geçmez” veya “o eskidendi, şimdi
Allah’ın hükmü uygulanmaz, devir değişti” (Allah’ın hükmünün
geçersizliğini iddia veya tüm zamanlara ait olduğunu inkâr anlamında),
“Şu işin (şeyin) Allah’ını yapar” (Allah’ı herhangi bir şeye benzetme
anlamında),
“Sen Allah mısın be?” (Bir yaratığın Allah olma ihtimalini çağrıştıracak
anlamda),
“Ye Allah ye”, “vur Allah vur” (Allah’ı kula benzetmek anlamında),
“Allah Baba”, “Allah’ın oğlu gelse...” (Allah’a çocuk isnad
etme anlamında),
“Tapılacak kadın” (Allah’tan başka tapılacak/ibâdet edilecek
mâbud kabulü anlamında),
“Futbol/müzik ilâhı, ...tanrıçası” (Allah’tan başka ilâh kabulü
anlamında),
“Hâkimler hâkimi” (Allah’ın dışında bir varlığa Allah’ın bir sıfatını
verme, her şeyi yönlendiren anlamında),
“Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” (Allah’a denk
başkasının hakkı olduğu, Allah’ın her yerde tek güç olmadığı anlamında),
“Allah bizi unuttu” (Allah’ın zorluklarla denemesi konusunda
Allah’ı unutma gibi bir eksiklikle vasfetme anlamında),
“Filan kimse şu şeyi yarattı” (Yaratma fiilini gerçek anlamda,
yani yoktan var etme mânâsında başka birine verme, Allah’ın fiiline
ortak kabulü anlamında),
“Allah’ın başka işi mi yok, bununla uğraşacak?” (Allah, her
şeyi takdir edip, her şeye hükmünü geçirmez, O’nun dediğinin ve
müdâhalesinin dışında da işler olur anlamında),
“Allah bilir ki, şu iş şöyledir”; “Allah şâhit şunu şöyle yaptım”
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 49 -
dediği halde, yalan söylemiş olsa; Allah’a iftira atmak ve gizli-açık
her şeyi bildiğini kabul etmemek anlamında),
“Hâkimiyet/egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir, ulusundur,
meclisindir” (Hâkimiyetin/egemenliğin Allah’ın dışında başkalarına
ait olduğunu kabul ve Allah’ın hükmünün üstünde hüküm
olduğu anlamında),
“En büyük filân takım, başka büyük yok” (Ekber/en büyük sıfatının
Allah’tan başkasına verilmesi ve başka büyüğün olmadığı,
Allah’ın büyüklüğünün inkârı veya büyüklükte ortağı olduğu anlamında),
“Allah’ımı inkâr edeyim ki, şu şöyledir” (Söylediği söz, doğru
bile olsa; Allah’ı inkâr etmeyi ihtimal olarak kabul ve inkârı basite
almak anlamında),
“Allah, şunu şöyle yaratsaydı, şu işi şöyle yapsaydı ne iyi olurdu”
(Allah’ın yarattığını beğenmemek, O’na eksiklik ve kusur isnad etmek
anlamında),
“Allah, keşke şunu haram kılmasaydı, şunu farz etmeseydi”
(Allah’ın hükmünü beğenmemek anlamında),
“Allah emretse bile şu işi yapmam” veya “Allah istemese bile
bu işi yaparım.” (Allah’ın emri veya yasağı önemsizdir, beni bağlamaz;
beni kararımdan Allah’ın hükmü bile caydıramaz, anlamında)
“Allah onu özene bezene yaratmış” ya da tersine bir inanış ve
ifade ile Allah’ın bazı kimselere torpil geçtiğini, bazı kimselere de
(hâşâ) zulmettiğini ifade etmek.
(O konuda âyet ve hadis olmadığı halde,) “Allah şöyle buyurmuştur”
demek (Kur’an’da olmayan, ispatlanamayan cümleleri
Allah’a isnâd etmek, dolayısıyla Allah’a iftira etmek anlamında),
(Allah’ın kesin olarak haram kıldığı bir şeyi yiyip içerken
“Allah’ın ismiyle (Bismillâh)” demek (Allah’la, Allah’ın haram hükmüyle
alay etme anlamında),
Allah’ı, O’nun kurallarını, O’nun dinini, kitabını... istihzâ/alay,
küçük görme, hakaret, inkâr etme,
Allah’a, dine, dince mukaddes sayılan şeylere küfür, sövme
veya çirkin söz söyleme,
Allah’tan başka mutlak gaybı bilen olduğunu kabul etme,
Allah’tan başkasına söylenmesi câiz olmayan şeyleri başka
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
şeyler için söyleme: “Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım, Diz çöküp
önünde yıllarca taptım.”; “Mihrâbım diyerek yüz sürdüm”;
“Bir Allah’a, bir de sana taptım”; “Kâbe Arab’ın olsun, bize Çankaya/
Anıtkabir yeter”; “Ey, bugünleri borçlu olduğumuz ulu Atatürk”
vb. sözleri ikrâh olmadan söylemek,
Allah’tan başkasına duâ etmek veya bir kuldan meded istemek,
Allah’ın helâllerini helâl; haramlarını haram kabul etmemek,
Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan başkasına
adak adamak,
Allah’ın kesin yasağına rağmen Allah’ın düşmanlarını, kâfirleri
sevmek, küfre rızâ göstermek, kâfirlere -hidâyetleri dışında- duâ
etmek,
Tâğutların resim ve heykelleri önünde kıyâma durarak tapınırcasına
saygı göstermek,
Allah’ın şeriatından/hükmünden daha üstün yönetim şekilleri
olduğunu belirtmek: “Demokrasi/halk idaresi en iyi idare şeklidir”;
“Kemalizm, Kapitalizm insanları mutluluğa götürür” demek,
Allah’ı, sadece göklere ve tabiata hükmü geçen bir zat olarak
kabul edip, yeryüzünü insanların kendi bağımsız arzularına
bırakıp Allah’ı dünya işlerine karıştırmamak, insanların sosyal ve
siyasal ilişkilerini düzenleme konusunda Allah’ın dışında otoriteler
tanımak,
Fayda ve zararı Allah’tan bilmemek, “şu doktor benim hayatımı
kurtardı”; “frene basmasaydı ölmüştüm”; “şu hap bana şifa
veriyor, beni iyi ediyor”; “Devlete karşı çıkılır mı, ezer geçer”,
İbâdet kapsamına girecek tüm amelleri, sadece Allah için yapmamak,
gösteriş veya dünyevî bir menfaat için yapmak.
b- Dinle İlgili
“Din ayrı, dünya ayrı” (Dünyayı dinin dışına itmek, dini dünyaya
karıştırmamak ve laiklik anlamında),
‘’Din ayrı, siyaset ayrı” (İnsanların yönetiminin dinle ilgisi yok,
siyaset dinden bağımsız olmalıdır anlamında),
“Dinde zorlama yoktur” (Din seçme konusundaki özgürlükle
ilgili Bakara sûresi, 256. âyetini farklı ve yanlış bir konu için delillendirerek,
bir müslümana karışılamayacağı, onun haramları
işlemede özgür olduğu anlamında; dinin ahkâmla/muâmelâtla
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 51 -
ilgili konularını inkâr etmek veya geçerli olmayacağını iddia anlamında),
“Zevklere ve renklere karışılmaz” (Arzu ve heveslere hiç kimsenin
müdâhale etme hakkı yoktur, ben hangi şeyden zevk alıyorsam
onu yaparım, din adına bile olsa hiç kimse ona karışamaz
anlamında),
“Bu benim özel hayatımdır, kimse karışamaz.”; “Demokrasi
var, bana kimse karışamaz, canım ne isterse onu yaparım” demek
(Allah’ı, Allah’ın hükümlerini önemsememek ve O’na teslim olmamak,
nefsini, hevâ ve hevesini putlaştırıp ilâhlaştırmak anlamında),
“Biz babamızdan, atalarımızdan böyle gördük” (geleneği, ataların
yolunu mutlak doğru olarak kabul etmek, dine ters düşse de
atalarının yolunun en doğru yol olduğunu kabul anlamında),
“Din şöyle diyor, doğru ama...”; “haklısın, fakat...” (Dinin emir
ve yasaklarının doğru olduğunu kabul etmekle birlikte, hayata
geçirmenin imkânsız gibi çok zor olduğu, yaşanamayacağı, başka
alternatiflerin zarûri olduğu anlamında),
“İslâm dini akıl dinidir, mantık dinidir” (Nakli dışlama, vahyi
temel ölçü almama, aklı putlaştırma anlamında),
“İslâm şeriatı eskidenmiş, bundan sonra din hâkim olamaz.”
(Dini, eski zamana ait tarihî bir vaka gibi kabul etme ve gelecekle
ilgili Allah’ın vaadlerini inkâr anlamında),
“Dine bağlı yaşamanın, dindâr olmanın zamanı geçti; doğru
olursan bu devirde aç kalırsın” (Dinin bütün zamanlar için geçerli
olmasının reddi anlamında),
“Dinî günler” (Zamanı, günleri dinî olan ve dinî olmayan diye
ayırıp, bazı günlerin dinle ilişkilerinin olmaması gibi anlaşılabilmesi
anlamında),
“Hayat yalnız bu dünyadadır” (âhireti inkâr anlamında),
“Sen benim kalbime bak, kalbim temiz” (Dinin bazı emirlerini
yerine getirmeyişin mâzereti olarak kalbin temizliği anlayışı ve
ibâdet edenlerin kalbi temiz değil ki ilâhî emirleri yerine getiriyorlar
anlamında),
“Paranın açmadığı kapı yoktur” (Parayı putlaştırmak, kapitalizmin
her şey olduğu anlamında),
“Demokrasilerde çare tükenmez” (Beşerî bir düzen olan demokrasinin
(halkın kendi kendisini yönetmesinin) her konuya
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
çözüm getiren en üstün idare şekli olduğu; İslâm’ın siyâset ve devlet
anlayışından daha üstün bir yönetim şekli olduğu anlamında),
“Aşırı dinciler”; “dinciler”; “fundamantalistler”; “dinci teröristler”
gibi çirkin ithamları gerçek mü’minlere etiket olarak takmak,
müslümanları, dolayısıyla İslâm’ı kötülemek anlamında);
İslâm’a irticâ, gericilik, fundamantalizm, taassup ve benzeri
çirkin sıfatlar takmak,
İslâm’a, şeriata, tesettüre karşı tavır almak veya bu tür dinle
ilgili hususlara düşman olanları desteklemek,
İslâm’ın kutsal kabul ettiği hususların dışında, özellikle de
İslâm’a düşman olan rejimlerin sembollerini yüceltmek veya onlara
saygı duymak.
c- Cennet, Melek ve Kaderle İlgili
“Eşek cennetini boyladı” (Cenneti küçümsemek, cenneti yakışıksız
bir şeyle vasıflandırmak anlamında),
“Sensiz cennet kötü, seninle cehennem bana ödül” gibi sözler
(Cenneti, cehennemi önemsiz görmek veya âşık olduğu bir insanı
bunlardan daha önemli kabul etmek anlamında),
Bir insana “Meleğim” demek, “Çarli’nin melekleri” veya bir
kıza “Melek” ismi vermek, ya da birine “melek gibi” demek (Meleklerin
insan gibi olduğunu, şekillerinin, yapılarının insana benzediğini
kabul etmek anlamında),
“Azrâil onun canını yanlış yere aldı”; “Azrâil’le savaşıyor” gibi
sözler, Azrâil’e hakaret etmek, onu eleştirmek anlamında),
“Kader utansın” gibi kadere isyan anlamında sözler,
“Felek”le ilgili hem hakaret, hem kaderi belirlediği inancı, göklerin
(yıldız ve burçların) insan üzerinde etkinliğini, insanların kaderini/
geleceğini gök cisimlerinin tayin ettiğini kabul anlamında),
Ve bunlara benzer, düşünmeden, ya da bilinçli olarak söylenen,
şirk düşüncesini yansıtan nice sözler...
Ef’âl-i Küfür
Ef’âl-i küfür, küfür fiil ve davranışları demektir. İnsanların bazı
hareket, kıyafet ve davranışları küfre alâmet sayılmıştır. Bu fiillerin
bir kısmı müslüman olmayan toplumlara benzemek kastıyla
yapılan hareket ve davranışlardır.
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 53 -
Küfre alâmet sayılan, ef’âl-i küfür kabul edilen hareketleri şu
şekilde sıralamak mümkündür:
a- Puta tapmak: Puta tapmak, Allah’a şirk/eş koşmak demektir.
“Nihâyet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikleri zaman şöyle
diyecekler: ‘Allah’ı bırakıp da tapındığınız putlar nerede?’ Onlar şöyle
cevap verecekler: ‘O putlar bizi bırakıp kayboldular.’ Onlar kendi aleyhlerine
kâfir olduklarına şâhitlik edeceklerdir.”160; “Onlar Allah’ın yolundan
saptırmak için Allah’a eşler uydurdular. De ki: ‘Eğlenip keyfinize bakın!
Çünkü gidişiniz muhakkak ateştir.”161 Allah’tan başkasına tapmanın
küfür alâmeti/ef’âl-i küfür olduğu kesindir.
b- Mushaf’ı pisliğe atmak gibi saygısızca davranmak: Mushaf’ı
pisliğe atmak da küfür fiillerinden biri sayılmıştır. Üzerinde
Kur’an’dan bir bölüm, Yüce Allah’ın veya Peygamberin adı yazılı
bir kâğıdı pisliğe atmak da aynı hükme tâbi tutulmuştur. Tabii
ki atma, kasden ve bilerek olursa, kâğıdın üzerindeki şeyi inkâr
sözkonusu olacağından küfür davranışı kabul edilmiştir. Zaman
zaman medyaya yansıdığı gibi, üzerinde âyet veya Allah lafızlarının
yazılı olduğu ayakkabıyı, bayan elbisesini vb. şeyleri kutsal değerleri
eğlence yapacak ve aşağılayacak tarzda giymek de aynıdır.
c- Gayr-i müslimlerin tapınaklarına ibâdet kasdıyla gitmek:
Kilise, havra, katedral, puthane gibi yerlerde ibâdet ve duâ etmek,
veya buralarda Allah’a ibâdet etmenin daha faziletli olduğuna
inanmak da kişiyi İslâm’dan çıkarır. Fakat bu tür yerlere ibâdet
kasdı olmaksızın, bilgi edinmek veya incelemek için gitmekte bir
sakınca yoktur.
d- İbâdet kasdıyla herhangi bir şahsa secde ve benzeri davranış
yapmak: Bir kimse tapınma kasdı olmadan sadece hürmet
ve saygı için bir büyük karşısında eğilse, yeri öpse bu günah kabul
edilse bile küfür kabul edilmez. Kişiye tapmak anlamına gelecek
davranış ise küfürdür. Tâğutların heykeli veya tâğutların kutsalları
karşısında saygı durmak da itikad açısından çok tehlikelidir.
e- Duâ ederek ölülerden bir şey istemek, kabirleri tapınak
yapmak: Sadece Allah’a yapılması gereken ibâdet ve duâyı162
Allah’tan başkasına, ister ölü ister diri olan birine yapmak küfürdür.
Allah’tan başkasına kesilen kurban, Allah’tan başkasına adak,
kabirleri tavaf, kabirde yatandan duâ ile bir şey istemek, ölülerden
imdat ve medet istemek küfür davranışlarıdır.
160 7/A'râf, 37
161 14/İbrahim, 30
162 1/Fâtiha, 5
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
f- Haç takınmak: Hıristiyanların takındıkları madalyon olan
haç, onların iddiasına göre Hz. İsa’nın çarmıha gerilmiş şeklinin
remzidir ve onlara göre kutsaldır. İslâm âlimleri, haç takınmanın
küfür davranışı olduğunda hemfikirdirler. Günümüzde de böyle
bir madalyonun ancak hıristiyanlar tarafından takıldığını unutmamak
gerekir.
g- Ğıyar ve zünnâr: Ğıyar, zimmîlerin omuzlarına attıkları
alâmet yahut kumaş parçasıdır. Zünnâr da hıristiyan ve mecûsîlerin
küfür alâmetleri olan bir çeşit kuşaktır. Bunlar gayr-i müslimlerin
özel giysileri ve dinlerinin alâmetleri olarak sembol olduğundan,
bunları kullanmanın küfür fiilleri olduğu belirtilmiştir.
h- Mecûsî ve yahûdi şapkası: Mecûsîlerin ve yahûdilerin mümeyyiz
vasfı olan şapkalarını onlara benzemek kasdıyla giymek
de küfür sayılmıştır.
Bu alâmetler, her asırda ve bölgede değişiklik gösterebilir. Buradaki
temel espri, İslâm’ın dışındaki dinleri benimsemiş kişilerin
özel kıyafetleri, dinlerine ait kıyafetleridir. Tabii, râhibe elbisesi ve
papaz cübbesi giymek de küfür fiillerindendir. Her devrin küfür
alâmeti değişik olmaktadır. Belli bir zaman küfür alâmeti olan şey,
belki kısa zaman sonra küfür alâmeti olma özelliğini kaybedebilmektedir.
Bu konuda en açık örnek, şapkadır. Belli bir döneme
kadar şapka, özellikle fötr küfür alâmeti sayılırdı; İskilip’li Âtıf
Hoca gibi nice âlimler ve müslümanlar şapka giymediği ve bunun
küfür olduğunu belirttikleri için idam edilmiştir. Bu âlimler, küfrün
sembolü olduğunu bildiklerinden dolayı buna karşı çıkmayı
idamı göze alma pahasına sürdürmüşlerdir. Ama şimdi şapkanın
küfür ve kâfir özelliği olduğunu iddia güçtür. Artık şimdi gayr-i
müslimler, müslümanlar kadar bile şapka giymemektedirler. Dolayısıyla
küfür alâmeti değişince, hüküm de değişmektedir. Küfür
alâmetlerinin çağlara göre farklılık arzetmesi sebebiyle, eskiden
küfür sayılan giysilerle ilgili bir husus, bugün küfür olmayabilir
(Veya tersi; eskiden küfrün sembolü sayılmayan bazı şeyler, sonradan
kâfirlerin simgesi olarak kabul edilebilir).
i- Sihir/büyü: Sihri öğrenip öğretmenin, sihir yapmanın haram
oluşunda mezhepler arasında ihtilâf yoktur. Bütün mezhepler, sihrin
mubahlığına inanmanın küfür olduğunda da müttefiktir. Fakat
sihrin haram olduğuna inanmakla beraber, sihir/büyü yapan kimsenin,
bu davranışıyla kâfir olup olmadığında ihtilâf vardır. Ebû
Hanife ve tâbileri, İmam Mâlik, Ahmed bin Hanbel ve tâbilerine
göre büyücü/sihirbaz kâfirdir. Bu gruba göre, sihirbaz sihrin haramlığına
inansa da inanmasa da tekfir olunur ve öldürülür. İmam
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 55 -
Şâfii’ye göre ise kendisinde küfrü gerektirecek bir inanç, söz ve fiil
bulunmayan sihir küfür değil, sadece haramdır.163
Tekfir ve Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu
Tekfîr, bir müslümanı veya müslüman kabul edilen bir kimseyi
küfre nisbet etmek; küfre girdiğini söylemek anlamına gelen dinî
bir kavramdır.
Küfür içerisinde olan bir kişi bu durumdan kurtulup müslüman
olabileceği gibi; müslüman olan bir kişi de dinden dönerek
küfre girebilir. Ancak müslüman olan bir kimsenin hangi durumlarda
küfre girebileceği; küfür ile iman arasındaki sınırın tayini
tarih boyunca mezhepler arasında ihtilâf konusu olmuştur. Hatta
aynı mezhebe bağlı âlimler bile bazen farklı görüşler ileri sürebilmektedir.
Bu konudaki tartışma, Hâricîlerin ortaya çıkışıyla, yani
Hz. Ali’nin hilâfeti döneminden günümüze kadar devam ede gelmektedir.
Hz. Ali ile Muâviye arasındaki anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması
için hakeme gidilmesini isteyen, sonra hakem olayının
arzu edilen şekilde sonuçlanmaması üzerine daha önce Hz. Ali
ordusunda bulunan, hatta hakemi kabul etmesi için ısrarda bulunanlardan
bir gurup başkaldırmış ve Hz. Ali’yi, Allah’ın hükmünü
bırakarak beşerin hakemliğine başvurmakla itham etmiş ve Hz.
Ali ile hâlâ ona taraftarlık yapanların küfre girdiklerini ileri sürmüşlerdi.
Hâricî olarak adlandırılan bu grubun bu davranışlarıyla
İslâm tarihinde tekfir meselesi gündeme gelmiş, bilâhare çeşitli
nedenlerle bazen haklı ve bazen haksız olarak tekfir daima müslümanların
gündemini işgal etmeye devam etmiştir.
Hâricîlerin bu şekilde davranmaları onların sert mizaçlı, müsamahasız
ve nassların anlattığı incelikleri anlamaktan uzak kimseler
olduklarını ortaya koymaktadır.
Amel-iman ilişkisine dair belli başlı mezheplerin görüşlerini şu
şekilde özetlemek mümkündür:
a) Hâricîler
Değişik fırkalara bölünmüş olan Hâricîler, büyük günah işleyen
ve tevbe etmeden ölen kişinin ebedî olarak cehennemde
kalacağına dair ittifak etmişlerdir. Ancak böyle bir günah işleyen
kimse, müşrik anlamında bir kâfir midir, değil midir? Bu konuda
aralarında ihtilâf vardır. Bazılarına göre, bu kimse mü’min değildir,
163 A. Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, Marifet Y., s. 160-165
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
ama muvahhiddir. Küfre girmiştir, ama onun küfrü, küfrân-ı nimet
kabilinden bir küfürdür. Tevbe etmeden öldüğü takdirde cehennemde
ebedî olarak kalacaktır.
Hâricîler, büyük günah işleyen kimseyi tekfir ederken, şeytanın,
Hz. Âdem’e secde etmemesinden dolayı küfre girdiğini bildiren
şu âyeti delil olarak zikrederler; “Bir zamanlar Biz, meleklere (ve
cinlere); ‘Adem’e secde edin’ dedik. İblis hâriç hepsi secde ettiler. O, yüz
çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.”164 Onlara göre
şeytan Allah’a itaatkâr ve O’nu bilen biriydi. Hz. Âdem’e secde
etmekten kaçınarak büyük günah işlemişti. Bu nedenle kâfir olarak
lânetlenmiş ve cehennemde ebedî olarak kalacağına hükmolunmuştur.
165 Böylece onlara göre her büyük günah işleyen kişi,
Allah’a başkaldırma ve O’na isyan etme kasdıyla günah işlemektedir
ve bu nedenle de imandan çıkmış, küfre girmiştir.
b) Mu’tezile
Onlara göre müslüman iken büyük günah işleyen kimse tekfir
edilemez, ama bu kimse mü’min de değildir. İki makam arasında
bir yerdedir ve bulunduğu mertebe fısk olarak adlandırılır. Tevbe
etmeden öldüğü takdirde ebedî olarak cehennemde kalacaktır.
Mü’min, övgüye lâyık bir kimsedir. Oysa büyük günah işleyen
kişi, Kur’an’da kötülenmekte ve aşağılanmaktadır. Bu durumda
olan kişi kâfir de değildir.166 Bu konuda delil olarak ileri sürdükleri
âyetler:
“Mü’min olan hiç fâsık gibi olur mu? Onlar elbette bir olamazlar.”167
“Hayır, her kim bir kötülük işler de onun kötülüğü kendisini çepeçevre
kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktir. Onlar orada devamlı kalırlar.”168
“Kim bir mü’mini kasten öldürürse cezası ebedî kalmak üzere
cehennemdir.”169
Mu’tezile bu ve benzeri âyetlere dayanarak büyük günah işleyenin
mü’min olmaktan çıktığı ve fâsık olduğunu, cehennemde
de ebedî olarak kalacağını iddia etmektedir. Hadislerden getirdikleri
deliller ise; “Emanete riâyet etmeyen kimsenin imanı yoktur”
hadisiyle, benzeri hadislerdir. 170
164 2/Bakara, 34
165 Şehristânî, Nihayetu'l-İkdam fî İlmi'l-Kelâm, Bağdat t.y 471.
166 Kadî Abdulcebbar, Şerhu Usûli'l-Hamse, Kahire, 1965, 712.
167 32/Secde, 18
168 2/Bakara, 81
169 4/Nisâ, 93
170 Bk. Taftazânî, Şerhu'l-Akaid, çev: S. Uludağ, Dergâh Y., İstanbul 1980, s.
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 57 -
Mu’tezile’nin görüşleri şöylece özetlenebilir: Kişi, ya hep günah
işleyen biridir veya hep iyilik. Yahut iyiliğin yanında kötülük
de işlemektedir. Sadece iyilik işliyorsa mü’mindir ve kurtuluşa ermiştir.
Sırf kötülük işliyorsa, o zaman tâati yok demektir ve kâfirdir.
Ama hem iyilik ve hem de kötülük işliyorsa, böyle bir kimsenin
iyilikleriyle kötülüklerinin eşit olması düşünülemez. Ya iyiliği, yani
tâati fazladır veya kötülüğü, yani günahı fazladır. Hangisi fazla
ise, kişi ona nisbet edilir. İyiliği fazla olan kurtuluşa erer, kötülüğü
fazla olan ise küfre nisbet edilir ve amellerinin boşa gittiğine
hükmolunur.171
c) Mürcie
Hâricîlerin aksine, tekfir konusunda fırkalar arasında en yumuşak
davranan fırka Mürcie’dir. Onlara göre amelin iman üzerinde
herhangi bir etkisi yoktur. İman, Allah ve Rasûlünü bilmektir.
Küfür ise, onlar hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmamaktır.172
Sevap işlemenin bir kâfire faydası olmadığı gibi, büyük günah işlemenin
de mü’mine bir zararı yoktur.
d) Ehl-i Sünnet
İnsanı günah işlemeye sürükleyen birtakım etkenler vardır.
Günah işlemenin sebebi, küfür olabileceği gibi hevâ ve şehevî
arzular da olabilir. Kişi, şehevî arzularını tatmin için günah işler.
İşlediği günah büyük de olabilir. Bu nedenle Ehl-i Sünnet, günah
işlemiş olmasından dolayı kişiyi tekfir etmez. Ama sırf Allah’ın
emirlerine karşı gelmek için günah işliyorsa, elbette ki böyle biri
mü’min değil, kâfirdir.
Bununla birlikte amelin iman ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını
söylemek mümkün değildir. Selef, kalp ile tasdik ve dil ile ikrarı
imanın temel direği, tâatleri de (Allah’ın emirlerini yerine getirme
ve yasaklarından sakınmayı da) imanın dalları olarak değerlendirmişlerdir.
İman ağacı ancak temel direk ve dallardan meydana
gelir. Hiç dalı bulunmayan bir ağaç düşünülemez, ama birkaç
dalı eksik olan ağaç ise ağaç olmaktan çıkmaz. Eksik bir ağaçtır
sadece. Selef, “iman eksilir ve artar” derken dallar mesâbesinde
olan tâatlerin eksilip artabileceğini kastederler. Böylece tâatleri
de imandan sayarlar. Yani amel imanın bir cüz’üdür. Ancak bu
cüz’den bir şeylerin eksilmesiyle iman ortadan kalkmaz. İmam
Eş’arî (ö. 324/936) Ehl-i Sünnet âlimlerinin, imanın eksilme ve
265
171 Kadî Abdulcebbar, a.g.e., 624
172 Eş'arî, Makalâtu'l-İslâmiyyîn, Wıesbaden 1980, s. 132.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
artmayı kabul ettiği görüşünde olduklarını belirtir.173
Kalp ile tasdik ve dil ile ikrar kişiyi küfürden çıkarıp iman dairesine
sokar. Buradaki iman, küfrün karşıtı olan imandır, kâmil
bir iman değildir. Kâmil iman, Allah’ın emirlerine riâyet ve yasaklarından
sakınmakla gerçekleşir. Küfür nasıl kademe kademe ise,
iman da öyledir. Her ne kadar bu derecelerin tamamı tek isim altında;
iman ismi altında toplanıyorsa da dereceler birbirlerinden
farklıdır.
Günah işleyen kimsenin küfre girmeyeceği âyetlerle de
sâbittir. Adam öldürmek büyük günahlardandır. Bununla birlikte
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler, adam öldürmek
hâdiselerinde üzerinize kısas farz kılındı.”174 Âyetin devamında da şöyle
buyrulmaktadır: “Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse, o zaman
kısas düşer.” Görüldüğü gibi âyet katili, öldürülenin velîsinin kardeşi
olarak nitelemektedir ki, buradaki kardeşlik ile iman kardeşliğinin
kastedildiği apaçıktır. Yüce Allah, yine şöyle buyurmaktadır:
“Mü’minlerden iki gurup birbirleriyle savaşırlarsa, aralarını bulunuz.”175 Bu
âyette de Allah, birbirleriyle savaşan iki grubu da mü’min olarak
nitelemektedir.
Ehl-i Kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesin olarak
bilinen kimselerin tevbe etmeden ölmeleri halinde cenaze namazlarının
kılınacağı, onlar için duâ edilerek affedilmelerinin istenebileceği
konusunda, Peygamber (s.a.s)’in asrından çağımıza
kadar olan zaman içinde ümmetin kesintisiz icmâı vardır. Hâlbuki
bu gibi şeylerin mü’minden başkası için câiz olmadığı meselesinde
ümmet yine ittifak halindedir.176
Ehl-i Sünnet, Mu’tezile tarafından delil olarak ileri sürülen
âyetlerde kastedilenlerin, mü’min oldukları halde o günahları işleyen
ve böylece küfre girenler olmayıp daha önce de kâfir olanlar
olduklarını söylemektedir.
Tekfiri Gerektiren Hususlar
Allah’ın varlığını inkâr etmek, ulûhiyetinde ve rubûbiyetinde
O’na ortak koşmak, Kur’an’da zikredilen isim ve sıfatlarını inkâr
etmek insanı küfre düşürür. Mu’tezile ve müteahhir Ehl-i Sünnet
kelâmcılarının, bazı sıfatları te’vil etmeleri her ne kadar sağlıklı
173 Risâletu Ehli's-Sağr, Mısır-1987, 93; Ayrıca Bk. 8/Enfâl, 2; 9/Tevbe, 124; 48/
Fetih, 4
174 2/Bakara, 178
175 49/Hucurât, 9
176 Taftazânî, a.g.e., 264
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 59 -
bir yol değilse de küfre sebep değildir. Allah’a, sıfatlarının zıddını
isnâd etmek, meselâ âciz olduğunu söylemek ya da eksiklik ifade
eden sıfatlarla O’nu nitelemek, eşyaya hulûl ettiğini iddia etmek
yine küfürdür.
Peygamber ve peygamberlik kurumu konusunda küfre götüren
hususların belli başlı olanları ise şunlardır: Peygamberlik müessesesini
inkâr etmek, Kur’an’da ismi geçen peygamberlerden
birini veya bazısını inkâr etmek, peygamberlerden birine ulûhiyet
isnâd etmek, peygamberleri veya onlardan birini tahkir ederek
onlarla alay etmek, evliyânın peygamberlerden üstün olduklarını
iddia etmek küfürdür.
Kur’ân-ı Kerim’in tamamını veya bir kısmını inkâr etmek,
Kur’an’da zikredilen şeylerin varlığına inanmamak, Kur’an’dan
olmayan bir şeyi Kur’an’a ilâve etmek. (Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı
meselesi Ehl-i Sünnet ve Mu’tezile arasında tartışma konusu
olmuş ve bundan dolayı taraflardan bazıları birbirlerini tekfir
etmiş iseler de böyle bir meseleden dolayı tekfir doğru değildir.)
Allah’ın indirdiğinden başkasını Kur’an’a üstün tutan ya da
başka bir düzeni benimseyen, İslâmî emir ve hükümlerin devrinin
geçtiğini savunan kişinin küfre girdiğinde şüphe yoktur. Ehl-i
Sünnet’in mûtemet kaynaklarından biri olarak kabul edilen
“Şerhu’l-Akaidi’t-Tahâviyye” isimli eserde hükümle ilgili olarak
şöyle denilmektedir: İster yönetici olsun, ister idare edilen halktan
herhangi biri olsun, her kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmenin
gerekli olmadığını, kişilerin onları uygulayıp uygulamamakta serbest
olduklarını iddia eder ya da bu konudaki Allah’ın emirlerini
küçümseyecek olursa yine küfre girmiş olur. Ama Allah’ın emirlerinin
üstünlüğüne ve bu hükümlere uymadığı takdirde âhirette
cezaya çarptırılacağına inandığı halde bu emirleri uygulamıyorsa
küfre girmez.177
İslâm inancında, bir kimseyi tekfir etmek son derece tehlikeli,
son derece büyük vebâli olan bir davranıştır. Hz. Peygamber şöyle
buyurur: “Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur.
Eğer itham edilen kâfir değilse; küfür, ithâm edene döner.”178 Bu hadiste
dile getirilen tehdîdin ciddiyetini belirtmek için şunu kaydedelim
ki, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat dışında kalan sapık mezheplerden
Hâricîler’in tekfîr edilip edilemeyeceği münâkaşasında bâzıları, bir
Müslümanı tekfir etmenin mesûliyetinin büyüklüğünü gözönüne
177 İbn Ebi'l-İzz el-Hanefî, Şerhu'l-Akideti't- Tahâviyye, Beyrut 1988, 323-
324; M. Sait Şimşek, Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 6, s. 167-168
178 Buhârî, Edeb 73, 44; Müslim, İman 111
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
alarak, ortadaki mübhemiyet sebebiyle, müsbet veya menfî hiçbir
şey söylememeyi tercih ederken, tekfîr edilmeleri gerektiğine
kaail olanlardan bir kısmı da görüşlerine delil olarak yukarıdaki
hadis-i şerifi zikretmişler ve: “Onlar İslâm ümmetini tekfir ettiklerine
göre kendileri kâfir olmuştur” demişlerdir. Bu düşüncede
olan Kadı İyaz eş-Şifâ’da aynen şunları söyler: “Ümmeti, dalâlet
ve bütün Ashâb’ı küfürle ithama müncer olan herhangi bir söz
sarfeden herkesin kesinlikle küfrüne hükmediyoruz.”
Burada kaydı gereken bir başka mühim hadis, Hz. Peygamber
(s.a.s.)’in İslâm ümmetinin 73 fırkaya ayrılıp bunlardan sâdece birinin
fırka-ı nâciye (yâni kurtuluşa erecek olan hak yoldaki fırka)
olacağını haber verdiği rivâyettir. Muhtelif vecihlerle gelmiş olan
hadisin bir vechinde, hidâyet üzere olup kurtuluşa erecek bu grubun
kimler olduğunu, dinleyenlerden bazıları sorunca şu cevap
verilmiştir: “Onlar, benim yolum üzerinde olanlar; ashâbım, Allah’ın dini
üzerinde cidal ve münâkaşaya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle
tevhîd ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir.”179
Özetle, İslâm âlimlerinin, ittifakla Muhammed ümmetinin dikkatlerini
çektikleri bir husus, tekfir meselesi olmuştur. Buradaki
titizliği Gazâlî’nin şu sözleriyle hülâsa edelim: “İmkân nisbetinde
bir Müslümanı kâfirlikle ithamdan (tekfîrden) kaçınmak gerek...
Zira, tevhîd’i (Allah’ın bir olduğunu) ikrâr eden Mûsâllî kimselerin
kanını helâl saymak hatâdır. Hatâen bir Müslümanın kanını dökmektense
hatâen bir kâfire hayat hakkı tanımak evlâdır.”180
Haksız Tekfir; Bir Müslümanı Küfre Nispet Etme
İtidâl/Denge
İtidal, konu ne olursa olsun, herhangi bir şeyde ifrat veya tefrite
düşmemek, vasat derecede olmaktır. İfrat ve tefrit denilen her
iki aşırı ucun tanımlanmasında yarar vardır.
İfrat: Bir konuda ölçüyü aşma, ileri gitme, normali aşma, aşırılık,
haddini aşma ve tâkatin üstünde üzerine iş alma demektir.
İstenenden fazla yoğunlaşmayı da içerir. Kraldan fazla kralcı olma
deyiminde anlatılmak istenen budur. Tefrit ise; Ortalamanın, yani
vasatın çok altında olmak, geride kalmak, normalden aşağıda bulunmaktır.
179 Tirmizî, İman 18, hds. no: 2779; İbn Mâce, Fiten 17, hds. no: 3992
180 İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/261-
266.
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 61 -
Bu iki terimin iyi tanımlanması, itidali anlamamıza yardımcı
olacaktır. İtidal, bir dengedir. İfrat ve tefrit, bu dengeyi bozan birbirine
tamamen zıt iki ucu temsil eder. Buna en çarpıcı örnek, dini
daraltanlara Peygamberimizin buyurduğu şu sözdür: “Aşırı gidenler
helâk olmuştur” 181 Rasûlullah (s.a.s.) bu hükmü üç kere tekrar eder.
Yine O, dinde aşırılığın helâk sebebi olduğunu vurgular: “Dinde
aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü
helâk oldular.” 182
Dinde Aşırılık
Kur’an, din bahsinde bir tehlikeye dikkat çekmektedir: Bu,
dinde gulüvdür/aşırılıktır. Dinde gulüv: Azgınlık, doymazlık, haddi
aşmak, dine ilâvelerde bulunmak demektir. Hz. Peygamber’in
gulüv konusundaki beyanları bize gösteriyor ki, dinde gulüvün
temelinde, birtakım insanların dinde olmayan bazı şeyleri Allah’a
yaranmak adı altında dine yamatmaları ve esası kolaylık olan hak
dini çekilmez hale getirmeleri vardır. Dinde aşırılık, âyetler çerçevesinde,
öncelikle yanlış bir Allah inancında belirir. Daha sonra ise
başkaldırma, aşırı gitme ve yapılan kötülükleri önleme çabasından
yoksunluk olarak kendini gösterir.
Ehl-i kitapla ilgili bu aşırılık ve taşkınlığın yasaklanışı, dinlerin
en ortayolcusu/dengeli olanı Hz. Muhammed’in dinine uymaya
teşvik amacı taşır. Kur’an, hıristiyanlığın dinde gulüv yüzünden
Hakk’a yüz çevirip hak dini dejenere ettiğini söylemektedir: “De ki:
Ey kitap ehli, haksız/yanlış yere dininizde taşkınlık etmeyin, dininiz konusunda
aşırı gitmeyin. Daha önce sapıtan, pek çok kişiyi saptıran ve doğru
yoldan ayrılan bir kavmin hevâsına/keyiflerine uymayın. İsrâil oğullarından
inkâr edenler, Dâvud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdi.
Bu, başkaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi. Birbirlerinin yaptıkları kötülükleri
önlemezlerdi. Yaptıkları ne kötüydü!”183
Kur’an, dinde aşırılıktan şiddetle kaçındırmaktadır.184; “Kalbini
Bizi zikirden/anmaktan alıkoyduğumuz, keyfine uyan ve işi hep aşırılık
olan kişiye itaat etme!”185 Bu âyet de, aşırılıktan kaçınmayı, aşırılara
uymamayı emretmektedir. Çünkü dinde aşırılık, dini amacından
saptırır. Allah’ın koymadığı hükümlerin konmasına, yasaklamadığı
şeylerin yasaklanmasına yol açar. Bu da insanların hareket
alanlarını daraltır. Dinin amacı, insanın elini kolunu bağlayıp onu
181 Müslim, İlim 7; Ebû Dâvud, Sünnet 5; Ahmed bin Hanbel, I/386
182 Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, 4/127, 5/318, 330
183 5/Mâide, 77; ayrıca Bk. 4/Nisâ, 171
184 5/Mâide, 77; ayrıca Bk. 4/Nisâ, 171
185 18/Kehf, 28
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
vehimlerin tutsağı yapmak değil; hurâfelerden kurtarıp özgür, sadece
Allah’a tertemiz kul yapmaktır. Din, ruhu bezeme yöntemidir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi; Enes bin Mâlik’in (r.a.)
rivâyetine göre, üç sahâbe, mü’minlerin annelerine müracaat etmiş
ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) gizlice yaptığı ibâdetleri sormuşlardı.
Aldıkları cevap kendilerini tatmin etmemiş ve “Biz nerede, Rasûl-i
Ekrem nerede?! Allah, O’nun gelmiş geçmiş bütün günahlarını
affetmiştir” diyerek, değişik bir yorumda bulunmuşlardı. Bu üç
sahâbeden biri, “Ben geceleri hep namaz kılacağım”, diğeri “Ben
hayatım boyunca ara vermeksizin oruç tutacağım”, öbürü de “Ben
evlenmeyeceğim” taahhüdünde bulunmuştu. Bunu haber alan
Peygamberimiz, onlara “Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz?” demiş
ve “Vallahi, şunu iyi bilin ki, ben sizin Allah Teâlâ’dan en çok korkan ve
sakınanızım. Fakat bazen nâfile oruç tutar, bazen tutmam. Bazen nâfile
namaz kılar, bazen uyurum. Ben evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz
çevirirse, o benden değildir.”186 buyurmuştur. (Bu üç sahâbenin Hz.
Ali (veya Ebû’d-Derdâ), Abdullah bin Amr bin Âs ve Osman bin
Maz’un olduğu rivâyet edilir.) Bu hadis-i şerif, sünnete göre amel
etmenin önemini açıklar; dünyadan el etek çekme gibi aşırılıkların
yanlışlığını vurgular. Ölçüsüz bir şekilde dünyaya sarılmak kadar;
bir tür ruhbanlık hayatına yönelmek de sünnet ölçülerine göre
doğru bulunmamıştır. 187
Yüce Rasûl, burada, din adına dini daraltanları uyarmak istemiştir;
bu, aslında bir ifrat halidir. Dini olduğundan fazla genişletenler
de tefrit halindedir. İslâm, her konuda ifrat ve tefritten
uzak olmayı, aşırılıklardan kaçınmayı, dengeyi tavsiye eder. Hıristiyanlar
ifrât yoluyla, Yahûdiler de tefrit yoluyla sırât-ı müstakîm
olan dengeden uzaklaşmışlardır. O yüzden bu sapmalar, Hıristiyanlaşma
ve Yahûdileşmeye giden yolu açar.
Ashâb-ı kiramdan bazılarının “cinsî duygularını köreltmek”,
bazıları “et yememek”, bazıları da “şükrünü edâ edemeyecekleri
nimetlerden uzak durmak” gibi aşırı taahhütlerde bulunmaları
üzerine şu âyet nâzil olmuştu: “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl
ettiği şeyleri haram kılmayın, hudûdu aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri
sevmez.”188 Yani, aşırı gitmeyin, helâli haram ve haramı helâl
saymayın denilmiştir. 189
186 Buhârî, Nikâh 1; Nesâî, Nikâh 4; Dârimî, Nikâh 3
187 Ahmed bin Hanbel, IV/226; Dârimî, Nikâh 3
188 5/Mâide, 87
189 Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, 6/263
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 63 -
“Kitab, mîzan/ölçü, demir (güç, yaptırım) ve takvâyı yoğurup
adâleti (itidali) yerine getirmek190 ve toplumu, yönetimi İlâhî istikamet
doğrultusunda değiştirmek için insanların kendi nefislerini
değiştirmeleri gerekmektedir.191 Kargaşa ile nizamı, fesat ile salâhı,
anarşi ile huzuru, terör ile cihadı, korkaklık ile sabrı, acelecilik ile
tedrîcîliği, lüzumsuz bilgi ile ilmi, şekilcilik ile takvâyı, yıkıcılık ile
yapıcılığı, propaganda ile tebliği, çığırtkanlık ile dâveti, delilik ile
cesaret ve kahramanlığı, tedbir ile uyuşukluk ve korkaklığı, eylem
ile amel-i sâlihi, geçici heyecan ile muhâkeme ve istikrarı, taklit ile
tahkîki, işgal ile fethi, haksız tekfîr ve haksız teslîm ile adâlet ve
sorumluluk bilincini kuşanarak hüküm vermeyi, yani her türlü aşırılıkla
dengeyi birbirinden ayırmayı, birbirine karıştırmamayı hem
teoride kabullenmeli ve hem de pratikte ortaya koyabilmeliyiz.
Sırât-ı müstakîm üzere bir İlâhî yürüyüş programındaki ifrat
ve tefritin ne büyük zararlar açtığını görmemek mümkün değildir.
En temel konu olan tevhid akîdesini anlamaktan tutun da, İslâmî
dâvet sürecinin içerdiği bütün konulara varıncaya kadar, tarih
boyunca bu iki uç, kendini hissettirmiştir. Örneğin, ifrat ehli öyle
bir tevhid tanımlaması yapar ki, muvahhid bir mü’min olmak, bu
tanımlamaya göre (istisnalar dışında, hemen hemen) mümkün değildir.
Tefrit ehli de, öyle bir tevhid tanımlaması yapar ki, küfürde
ileri gitmiş aşağılık insanlar bile sanki tevhid ehli gibi görünür.
Dâvet çalışmalarında da aynı probleme şahit olmaktayız: İfratçı
dini tekeline alır, tüm muhâtaplarına en katı, en sert tanımlamaları
getirir; tefritçi ise, doğruyu yanlıştan ayırt edemeyecek kadar
ortamı ve ortalığı süt-liman görür. Burada, “denge”nin önemi ortaya
çıkmaktadır. Her iki aşırılıktan korunmanın yolu, “delile dayalı
bakış açısı”nın egemen kılınmasıdır. Deliller, bütün açıklığıyla
ortaya konmalı, duygusallığa yer verilmeden ilmî bir etüd içinde
konular irdelenmelidir.
İfrat ve tefrit, Kur’an ve Sünneti anlama yönteminde de tarih
boyunca kendini hissettirmiştir. Kur’an’ı merkeze almayan ve
O’ndan doğrudan yararlanılamayacağını öngören geleneksel yaklaşım
ile Kur’an’ı anlamanın göreceliğini veya tarihselciliği öngören
modern yaklaşım, birbirine zıt iki ucu temsil ederler. Kur’an’ın
anlaşılmasını ve belirleyiciliğini İslâm tarihi içinde “üretilmiş” kaynaklara
bağlayan taklitçi ve gelenekçi anlayışlar ile; Kur’an’ın
tarihî şartların bir ürünü olduğunu iddia eden oryantalist zihniyet,
yani tarihselcilik, her ikisi de itidalden sapmadır. Bu uçlar, her ne
kadar birbiriyle zıt olsalar da, ortaya çıkan sonuç bakımından aynı
190 Bk. 57/Hadîd, 25
191 Bk. 13/Ra’d, 11
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
noktada birleşmektedir: Kur’an’ın hayatın içinden bir şekilde çekilip
alınması.
Aynı şekilde bu iki uca kaymalar, Sünneti algılamada da kendini
göstermektedir. Yalan-yanlış her türlü rivâyeti ilmî elemeye tâbi
tutmadan, Hz. Peygamber’e mal eden aşırı gelenekçi ve taklitçi
sünnet anlayışı ifrâtı temsil ederken; Hz. Peygamber’i bir postacı
konumuna indirgeyen ve onun örnekliğinin ve önderliğinin kuşatıcılığını
göremeyen modernist anlayış, tefriti temsil eder. Her
iki uç da, yine aynı noktada, sonuç itibarıyla buluşmaktadır: Yüce
Peygamber’in örnekliğinin hayatın içinden çekilip alınması. Dikkat
edilirse ifrat ve tefritin pratiği, sonuç itibarıyla, ortak bir noktada
buluşmaktadır.
İfrat ve tefrit çizgisindeki savrulmalar, bu konuların dışında
pek çok alanlarda da kendini göstermektedir. İslâm bilginlerini
“yanılmazlık” mertebesine yükseltenler ifrâtı, onların ictihadlarını
tahkir ya da tezyif edenler tefriti temsil ederler. Orta yol ise, onların
görüş, ictihad ya da kanaatlerini sâlih gayretlerinden dolayı
takdir etmek, duâ etmek, onlardan yararlanmak, ancak bu kanaat
ya da ictihadları her dönemde ve her toplumda geçerli nass mertebesine
yükseltmemektir. Toplumu değerlendirmede de vasatı
temsil eden anlayışa ulaşmak için çaba göstermek gerekir. İçinde
yaşadığımız ülke ne dâru’l-harptir, ne de dâru’l-İslâm. Toplumu
değerlendirmede ölçülü olmak, dengeyi yakalamak, İslâmî anlayış
ve tevhidî yürüyüşün selâmeti açısından çok önemlidir.
Sâbiteler bağlamında her bireyin hassas olması esas olmakla birlikte;
muvahhid Müslümanlar arasında bireysel hassâsiyetlerin varlığı
anlayışla karşılanmalıdır. Sıklıkla karşılaştığımız hassâsiyetler:
Kesilen hayvanların etleri, tâğûtî vasfa sahip olanlar hâricindeki
devlet memurluğu, askerlik, çocukların okula gönderilmesi, vergi,
emekli maaşı alma vb. konulardır. Buradaki mûtedil çözüm;
hassâsiyetlerin, bir bireysel özellik olarak kabul edilmesi, ancak
bunun çevremizdeki müslümanlara dayatılmaması, hassâsiyet sahibi
mü’minlerin örnekliklerini dayatmadan sürdürmeleri, güçle
ve ideal anlamda çözümünün ancak İslâm devletiyle ilintili bu tür
fedâkârlıkları herkesten beklememeleridir. Hassâsiyetini tevhidî
ilkelerin olmazsa olmaz bir gereği gibi görmemek, ancak bunları
koruyarak örnek olmak, hassâsiyet sahibi mü’minlerin görevi iken;
bu hassâsiyetlere katılmayan mü’minlerin görevi de kardeşlerini
rencide etmemeleri, onları hoş karşılamalarıdır. Bu tür farklılıkların
varlığı, bir zenginlik olarak kabul edilmelidir. Burada da her
iki aşırı uca kaymadan, dengeli ve ölçülü hareket etmek esastır.
Ancak, unutulmamalıdır ki, sâbiteler bağlamındaki hassâsiyetler,
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 65 -
bu konunun dışındadır. Örneğin, tâğutları ve tâğûtî vasfa sahip
kurumları birtakım maslahatlarla desteklemek, bireysel hassâsiyet
değil, bir sapma olarak değerlendirilmelidir.
Toplumu dönüştürme çabalarında da her iki aşırı uç, yine boy
göstermektedir. Toplumu şiddet yoluyla aceleci adımlarla dönüştürmek
isteyen şiddet yanlıları ifrâtı temsil ederken; örnek Kur’an
neslini oluşturmak yerine bireyci, mevziî kültürel ve eğitsel çalışmalarla
yetinen ya da sadece bunları savunanlar tefriti temsil
etmektedir. Yaşadığımız coğrafyada cami ve mescidleri topyekün
mescid-i dırar ilan edenler ifrâtı, onları şimdiki konum ve kullanım
şekliyle İslâm toplumunun emrinde ideal birer kurum olarak görenler
de tefriti temsil etmektedir. Resmî otoritenin kurumlarında
çalışan herkesi tekfir eden tekfirci anlayış ile ayrım yapmadan
hepsini olumlu sayan, tâğûtî kurumları güçlendiren kişi ve zihniyetleri
tasvip eden gevşek anlayış, yine iki aşırı ucu temsil ederler.
Mezhep bağnazlığı içinde olup mezheplere “dokunulmazlık” zırhı
giydirenler ifrâtı, mezhep olgusunu yok sayan ya da görmezden
gelenler ve mezhepsizliği, yani disiplinsizliği savunanlar ise tefriti
temsil ederler. Muharref din kültürünün toplumumuzda hâkim
olduğu bir gerçektir. Ancak bu kültürü temsil edenlere de ölçülü
davranmak ve uygun bir dil geliştirmek gerekir. Bunu temsil eden
grup ya da cemaatleri bir düşman gibi algılamak da, onları ümmetin
onurlu birer temsilcisi gibi görmek de yanlıştır.
İtidalin yakalanmasında, Şeriatin maksat ve gayelerini anlamaya
mâtuf bir ilmî disiplinin varlığı önem kazanmaktadır. Dengeyi
(itidali) elde etmede; derinlikli, hikmetli ve kapsayıcı bir bakış açısı
devreye konulmalıdır. Aşırılıkları tamponlayabilmek için, hakikatin
derinliğine nüfuz etmede acele etmemek, her gruptan müslümanlarla
ve farklı cemaatlerle diyalog ve karşılıklı fikir alışverişini
önemsemek, hâdiselere çok yönlü ve geniş bakmaya gayret
etmek, araştırmaya önem verip taklit ve donukluktan kurtulmak,
ahlâken de sabırlı ve hoşgörülü olmak gerekir. Bu konularda, ilmî
derinliği olan muttakî ve muvahhid ulemâya büyük görevler düşmektedir.
Örnek ve öncü bir Kur’an neslinin motoru konumunda
olması gereken ulemânın toplum içindeki savrulmaları murâkabe
edecek ilmî bir ağırlığı ortaya koymaları, vazgeçilmez bir zorunluluktur.
Vasat/dengeli bir temsiliyetin gerekliliği, ümmetin fertlerinin
aşırı uçlara kaymasını önlemek açısından da bir kez daha net
olarak ortaya çıkmaktadır.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
Tekfircilik Hastalığı
Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış
ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar.
Bu yaklaşım Müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor,
usulüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor. Tekfir
hastalığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde
en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı Müslüman cemaatleri içten
içe kemiren bir virüs olmuştur. Genelde tekfir hadisesi ilimde sığ
olanlar ve genç Müslümanlar tarafından gündeme getirilmektedir.
İslâmî yorum farklılıkları bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir.
Uluslararası istikbârın yönlendirmesiyle bazı kesimlerin, İslâm
dairesi içerisine sadece dört mezhebi koymaları ve Müslümanların
bir kısmını sırf farklı mezhep ve fırkalara mensubiyetlerinden
ötürü tekfir etmeleri, ciddi şekilde yadırganacak bir davranıştır.
Tekfirci akımlar; ümmetin sorunlarını çözmek güdüsüyle mi bu
işe kalkıştılar, İslâmî birlikteliğe katkı sağlamak ve Müslümanların
yararına dönük mü Hareket ediyorlar, yoksa gurup, mezhep taassubu,
intikam ve sığ düşünceleriyle mi hareket ediyorlar? Tekfir
hastalığına yakalanan bir Müslüman için öncelik, Müslümanların
ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendi cemaatinin düşüncesi
ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma
gayreti olmaktadır.
Hâlbuki Yüce Allah bize şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve
Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız
da gücünüz gider. Sabredin şüphesiz Allah sabredenlerle
beraberdir.”192; “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız ve bir birinizden
ayrılmayınız.” ve “Allah kalplerinizi birleştirdi de onun nimeti sebebiyle
kardeş oldunuz.”193
Tekfirde aşırılığa götüren bir husus da; “Kâfire kâfir demeyen
kâfirdir.” hükmüdür. Hâlbuki Ebû Hanife bu fetvâyı, açıkça kâfir
olduğu bilinen birisini o haliyle tasdik sadedinde söylemiştir.
Tekfir Konusunda Âyet ve Hadisler
a) Âyetler
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa veya sefere çıktığınız zaman
iyi dinleyip anlayın. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine
192 8/Enfâl 46
193 3/Âl-i İmran 103
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 67 -
göz dikerek ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin…” 194
“Çok yemin edene, haysiyetsiz kimseye, kusur arayana, söz taşıyana,
hayırdan alıkoyana, haddini aşana, çok günahkâr olana... iltifat etme!” 195
“Yazıklar olsun arkadan çekiştirmeyi ve yüze karşı kaş göz işaretiyle
eğlenip ayıplamayı âdet edinene” 196
“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı
günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırıp tecessüs etmeyin, kimse kimseyi
gıybet etmesin. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır...?” 197
“Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size haber getirirse onun doğruluğunu
araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra
yaptığınıza pişman olursunuz.” 198
“Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin.
Yoksa
çözülüp yılgınlaşırsınız da gücünüz gider. Sabredin,
şüphesiz Allah sabredenlerle
beraberdir.” 199
“Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, onun dışında kalan günahları
dilediği kimseden affeder” 200
“…Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan
başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez.” 201
“De ki: ‘Sapıklar dışında Rabbinin rahmetinden kim ümit keser.” 202
“De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım,
Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları
bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhamet sahibidir.” 203
b) Hadisler
“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna
şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır.” 204
“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, O’nun elçisi
194 4/Nisâ, 94
195 68/Kalem, 10-12
196 104/Hümeze, 1
197 49/Hucurât, 12
198 49/Hucurât, 6
199 8/Enfâl, 46
200 4/Nisâ, 48
201 12/Yusuf, 87
202 15/Hıcr, 50
203 39/Zümer, 54. Tâkip eden âyetlerde bu bağışlamanın, ancak tevbe ederek
Allah'a teslim olmakla ve Allah'tan gelene (Kur'an'a) uymakla mümkün
olabileceği vurgulanmaktadır.
204 Buhârî, İlim, 49
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
olduğuna şehâdet ederek Allah’a kavuşan kimse cennete girecektir.” 205
“Allah’a inanıp O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan Cennet’e girmiştir.
Allah’a inanıp da O’na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir.” 206
“…Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse,
onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı
Allah’a kalmıştır.” 207
“Ölen bir kimse (ölüm ânında) Allah’ın bir ve benim Allah elçisi olduğuma
şehâdet (tanıklık) eder ve kalbi de bu işi tasdik ederse, Allah ona
mutlaka mağfiret eder.” 208
“Kim bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir, bizim kestiğimizi
yerse işte o, müslümandır.” 209
“Bir kimsenin mescide alâkasını görürseniz, onun mü’min olduğuna
şehâdet edin. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: ‘Allah’ın mescidlerini
ancak Allah’a ve âhiret gününe iman edenler imar eder.” 210
“Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana
kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk bulûğa erene kadar. Bu üç
zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar.” 211
“Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları
şeylerden sorumluluğu kaldırmıştır.” 212
“Müşrik olarak ölenle, bir müslümanı haksız yere öldüren hâriç, Allah
bütün günahları affedebilir.” 213
“Üç şey vardır ki imanın aslındandır: 1- Lâ ilâhe illâllah diyene saldırmamak;
İşlediği herhangi bir günah sebebiyle bu kimseyi tekfir
etmemek, herhangi bir ameli sebebiyle de İslâm’dan dışarı atmamak,
2- Cihad, bu Allah’ın beni peygamber olarak gönderdiği günden, bu
ümmetin Deccâl’e karşı savaşacak en son ferdine kadar cereyan edecektir.
Onu, ne imamın zâlim olması, ne de âdil olması ortadan kaldıramayacaktır,
3- Kadere iman. 214
205 Kenzü’l Ummâl, naklen Şamil İslâm Ansiklopedisi, 3/340; Benzer bir
rivâyet için Bk. Nesâî, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyleti; K. Sitte, 17/492
206 Müslim, İman, 152
207 Müslim, İman 35, hadis no 21
208 İbn Mâce, Edeb 54, hadis no 3796
209 Nesâî, İman 9, hadis no: 8, 105; Buhârî, Salât 28; Tirmizî, İman 2, hadis no:
2611; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no: 2641
210 9/Tevbe, 18; Tirmizî, Tefsir sûre 2, hadis no: 3092
211 Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak,
15
212 Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27; İbn Mâce, Talâk, 16
213 Ebû Dâvud, Fiten 6, hadis no 4270
214 Ebû Dâvud, Cihad 35, hadis no: 2532
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 69 -
“Kalbinde zerre kadar hayır (iman) bulunduğu halde “lâ ilâhe illâllah”
diyen bir kimse (bile) cehennemden
çıkacaktır.” 215
“Mü’min, haram kana bulaşmadıkça dininde genişlik içindedir.” 216
Ebû Zer (r.a.) rivâyet ediyor:
Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelmiştim, uyuyordu. Uyanınca yanına
oturdum. (konuşmamız) sırasında: “Lâ ilâhe illâllah deyip sonra da bu
söz üzerine ölen her kul cennete gider” buyurdu. (Hayretle) sordum:
“Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı?” Cevâben:
“Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!” dedi. (Ben hayretimi yenemeyerek
yine) sordum:
“Zina etse de hırsızlık yapsa da mı girer?” Rasûlullah (s.a.s.)
yine:
“(Evet) Zinâ etse de hırsızlık yapsa da” cevabını verdi. Bu sözünü üç
defa tekrar etmişti. Dördüncü seferde: Yine,
“Evet, Ebû Zerr’in burnu toprakla sürtülmesine rağmen zina etse de
hırsızlık yapsa da (o kul cennete girecektir) buyurdu...” 217
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’
deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu
söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar
müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah’a aittir.” 218
Üsâme (r.a.) savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürüyor.
Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu
öldüren kişiye “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün
ha!?” diye sordu. O da, “sadece korkusundan, öldürüleceği
endişesiyle ‘Lâ ilâhe illâllah’ dedi” diyor. “Hel lâ şekakte kalbehu =
kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin!
Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?” dedi
ve bu sözü çokça tekrarladı.219
“Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını araştırmam
emredilmedi.”220
215 Buhârî, Tevhid 24, 36; Müslim, İman 81, 82, 83
216 Buhârî, Diyât 1
217 İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., c. 2, s. 269
218 Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis
no 2623; Tirmizî, Tefsir 78, hadis no 2606-2607; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce,
Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
219 Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis
no 2643
220 Buhârî, Meğâzî 61; Müslim, Zekât 144
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
“Bir kimse diğerine (din kardeşine), ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden
biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise adam doğru söylemiştir; yok
eğer itham edilen kâfir değilse ona söylediği küfür sözü kendine döner
(söyleyen kâfir olur).” 221
“Kim bir kimseyi ‘kâfir’ diye çağırır veya öyle olmadığı halde (ona)
‘Allah’ın düşmanı’ derse o söz kendisine döner.” 222
“Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şâyet itham altında
bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa o söz, onu söyleyene döner.” 223
“Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak küfürdür.” 224
“Kul, herhangi bir şeye lânet ettiğinde o lânet gökyüzüne çıkar.
Semânın kapıları ona kapanır. Sonra yere iner, yeryüzünün kapıları da
ona kapanır. Sonra sağa sola bakınır, girecek yer bulamaz da lânet edilen
kişiye döner. Eğer gerçekten lânete lâyık ise onda kalır, değilse lânet
edene döner.” 225
“Kim bir mü’mini bir münâfığa (gıybetçiye) karşı himâye ederse Allah
da onun için, Kıyâmet günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir
melek gönderir. Kim de müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira
atarsa Allah onu, kıyâmet günü, cehennem köprülerinden birinin üstünde,
söylediğinin (günahından paklanıp) çıkıncaya kadar hapseder.”
226
“Kim din kardeşinin ırzını/nâmusunu onun gıyâbında müdâfaa ederse
Allah, kıyâmet
günü onu cehennem ateşinden uzaklaştırır.” 227
“Bana kimse ashâbımın birinden (canımı sıkacak bir) şey getirmesin
(söylemesin). Zira ben, sizin karşınıza, içimde hiçbir şey olmadığı halde
çıkmak istiyorum.” 228
“Hayır, ben ashâbımı öldürmem!” 229
“Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden
ötürü helâk oldular.” 230
221 Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111; Tirmizî, İman 16; Ebû Dâvud, hadis no
4662; Muvatta, 2/984
222 Müslim, 61/112
223 Buhârî, Edeb 44
224 Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman
15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4
225 Ebû Dâvud, Edeb 45, Tirmizî, Birr 48
226 Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no 4883
227 Ahmed bin Hanbel, VI, 449-450
228 Tirmizî, Menâkıb hadis no 3893; Ebû Dâvud, Edeb 33, hadis no 5860
229 Fethu'l-Bârî, 12/293
230 Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, 4/127, 5/318, 330
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 71 -
“Heleke’l-mütenattıûn -Taşkınlar/aşırı gidenler (Sözde ve işte ince eleyip
sık dokuyan, haddi aşan kimseler) helâk oldu.-” Bunu Rasûlullah üç
defa söyledi. 231
“Dinle yarışa giren her insan, mutlaka yere serilir.” 232
“Şüphesiz ki bu din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan ) bu dini zorlaştırırsa
altında kalır. Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde
uygulayın.” 233
“Dinin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.” 234
“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” 235
“Din kolaylıktır.” 236
“Kul, Rabbinin affını nasıl seviyorsa, Allah da koyduğu kolaylığın uygulanmasını
öyle sever.” 237
Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay,
biri daha zor iki seçenekle karşılaştığında, mutlaka kolay olanı seçerdi.”
238
“Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi helâk eder ve yerinize,
günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler
yaratırdı.” 239
“Mü’minler Allah’ın azâbını ve azâbının çokluğunu/büyüklüğünü bilselerdi
hiçbir i Cennet’i ümit etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne
kadar çok olduğunu bilselerdi hiçbir i O’nun rahmetinden ümit kesmezdi.”
240
“Allah Teâlâ buyurdu ki: ‘Şüphesiz rahmetim gazâbımdan öne geçmiştir.”
241
“Allah, insanların şekillerine (ve mallarına) değil, gönüllerine ve niyetlerine
(ve amellerine) bakar.” 242
Rasûl-i Ekrem (ashâbına): “Sizce pehlivanlık nedir” diye
sordu.
231 Müslim, İlim 7
232 Buhârî, İman 69
233 Buhârî, İman 29
234 Ahmed bin Hanbel, III/479
235 Buhârî, İlim 12, Cihad 164; Müslim, Cihad 5, Eşribe 70-71
236 Buhârî, İman 30; Nesâî, İman 28
237 et-Terğîb ve’t-Terhîb, II/135
238 Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80; Müslim, Fezâil 77-78
239 Müslim, Tevbe, 9, hadis no 2748; Tirmizî, De'avât 105, hadis no 3533
240 Müslim, Tevbe 23
241 Buhârî, Tevhid 15, 22; Müslim, Tevbe 14-16
242 Müslim, Birr 32; İbn Mâce, Zühd 9; Ahmed bin Hanbel, 2/285, 539
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
Onlar da “Adamların güreşte yenemedikleri kimsedir”
dediler.
Rasûl-i Ekrem bunun üzerine şöyle buyurdu: “Hayır, gerçek pehlivanlık,
kızgınlık ânında nefsine hâkim olmaktır.”
243
“Kim, yerine getirmeye gücü yettiği halde öfkesini yenerse Kıyâmet
günü bütün mahlûkatın önünde Allah onu çağıracak ve sonunda onu
cennet kızlarından dilediğinde (istediğini almakta) muhayyer kılacaktır.”
244
“Allah rızâsını dileyerek öfke yudumunu yutan bir kulun yudumundan
sevabça daha büyük (ve faziletli) bir yudum Allah katında yoktur.” 245
“Müflis kimdir bilir misiniz?” Ashâb: “Bizim aramızda müflis, hiçbir
dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir, demişler. Bunun üzerine:
“Gerçekten benim ümmetimden müflis, kıyâmet gününde namaz, oruç ve
zekâtla gelecek olan kimsedir. Amma şuna sövmüş, buna zinâ isnâdında
bulunmuş (fâhişe, namussuz demiş), şunun malını yemiş, bunun kanını
dökmüş, diğerini de dövmüş olarak gelecektir. ve buna hasenâtından,
şuna hasenâtından verilecektir. Şâyet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse,
onların günahlarından alınacak, bunun üzerine yüklenecek, sonra cehenneme
atılacaktır.” 246
“Kattat (söz taşıyan) cennete girmeyecektir.” Müslim’in rivâyetinde
“nemmâm cennete girmeyecektir” şeklinde gelmiştir. 247
“Ey diliyle müslüman olup da kalbine iman nüfuz etmemiş olan
(münâfık)lar! Müslümanlara ezâ vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını
araştırmayın. Zira, kim bir müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa Allah
da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa onu,
evinin içinde (insanlardan gizli) bile olsa rüsvay/kepaze eder.” 248
“Kim bir ayıp görür de onu örterse, (Câhiliyye devrinde) toprağa diri
diri gömülen kızları diriltmiş gibi olur.” 249
“Bir kul dünyada bir kulu örterse, Allah Kıyâmet günü onu mutlaka
243 Buhârî, Edeb 139; Müslim, Birr 106, hadis no: 2608; Ebû Dâvud, Edeb 3,
hadis no: 4779
244 Tirmizî, Birr ve's-Sıla 73, hadis no: 2090, Sıfatu'l-Kıyâme 15, hadis no:
2611; Ebû Dâvud, Edeb 3, hadis no: 4777; İbn Mâce, Zühd 18, hadis no:
4186. Bu hadis, hasen-ğariptir.
245 Buhâri, Edebu'l Müfred, B.640, no.1318; İbn Mâce, Zühd 18, hadis no:
4189
246 Müslim, Birr ve's-Sıla, 59 hadis no: 2581
247 Buhârî, Edeb 50, Müslim, İman 169, hadis no 105; Ebû Dâvud, Edeb 38, hadis
no 4771; Tirmizî, Birr 79, hadis no 2027
248 Ebû Dâvûd, Edeb 40, hadis no 4880; benzer rivâyetle, yakın bir mânâda
İbn Mâce, Hûdûd 5, hadis no 2548; Tirmizî, Birr ve's-Sıla 84, hadis no 2101
249 Ebû Dâvud, Edeb 45, hadis no 4891
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 73 -
örter.” 250
“Sakın (sebepsiz ve kötü) zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en
yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin,
hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey
Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın
kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik
etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir.
Her müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır.
Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize
bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın
kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi
helâl olmaz.” 251
“Kim (bir müslümana) zarar verirse Allah da ona zarar verir. Kim de
(bir müslüman) ile nizâya, husûmete girerse Allah da onunla husûmete
girer.” 252
“Enes (r.a.)’den rivâyet edilmiştir: O der ki: “Din üzerinde
münâkaşa yapıyorduk ki, üzerimize Hz. Peygamber (s.a.s.) geldi.
Bizi münâkaşa (mirâ) eder halde görünce, şimdiye kadar hiç görülmemiş
derecede kızdı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed’in ümmeti,
nefislerinizi bu derece ateşlendirmeyin; siz bununla mı (din ve akîde
konularında münâkaşa ile mi) emrolundunuz? Bundan nehyedilmediniz
mi? Sizden öncekiler de sadece bu sebepten yok olmadılar mı? Hayrı az
olduğu için mücâdeleyi terk edin. Münâkaşayı terk edin; zira münâkaşa,
kardeşler arasına düşmanlık sokar. Münâkaşayı terk edin; zira fitnesinden
emin olunmaz. Münâkaşayı terk edin; zira o, (zihinlerde) şüphe meydana
getirir, amelleri yok eder. Münâkaşayı terk edin, zira mü’min (dinde)
münâkaşa yapmaz. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşa yapanın
haserâtı (zararı) tam olmuştur. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşada
devam, günah için kâfidir. Münâkaşayı terk edin, zira o, Rabbim’in putlara
tapmak ve şarap içmekten sonra beni nehyettiği ilk şeydir. Münâkaşayı
terk edin, zira şeytan ibâdetten ümitsiz olduğu halde, aranıza fitne ve fesat
sokmaktan ümitvârdır. İşte bu, dinde münâkaşadır. Münâkaşayı terk
edin, zira İsrâiloğulları (bu yüzden) 71 fırkaya, hıristiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar.
Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların bir kısmı (biri) hâriç,
hepsi de dalâlet üzerindedir.” ‘Bu kurtulan kısmın kimler olduğu’ sorulduğu
zaman Rasûlullah şu cevabı verdi: “Benim yolum üzerinde
250 Müslim, Birr 72, hadis no 2590
251 Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34, hadis no 2563;
Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18, 55, hadis no 2055; İbn Mâce, Zühd
23
252 Ebû Dâvud, Akdiye 31 hadis no: 3635; Tirmizî, Birr 27, hadis no: 1941; İbn
Mâce, Ahkâm 17, hadis no: 2342
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
olanlar, ashâbım, Allah’ın dini üzerinde mücâdele ve münâzaraya girmeyenler
ve herhangi bir günah sebebiyle tevhid ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir.”
253
“İsrâiloğulları yetmiş bir fırkaya bölündü; içlerinden biri kurtuldu, diğerleri
ateştedir. İsa’nın ümmeti yetmiş iki fırkaya ayrıldı; biri kurtuldu,
diğerleri ateştedir. Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, biri kurtulur, diğerleri
ateştedir.” 254
“Eğer sen, insanların ayıplarını araştırmaya kalkışırsan, onları ifsad
eder veya ifsad etmeye yaklaştırırsın.” 255
“Kim, hürmeti düşecek, şerefinden noksanlık olacak bir yerde müslümana
yardımcı olmaz, onu yalnız bırakırsa Allah da yardımını istediği
yerde onu yalnız bırakır. Kim şerefinden kaybedeceği, saygının azalacağı
bir yerde müslümana yardımcı olursa yardımını istediği yerde Allah, ona
yardımcı olur.” 256
“Kardeşinin derdine sevinip gülme! Sonra Allah onu esirger de, senin
başına verir.”257
“Kim bir mü’mini, bir münafığın şerrinden korursa Allah (c.c.), ona bir
melek gönderir. Kıyâmet gününde onun etini cehennem ateşinden korur.
Kim bir müslümanı kötülemek isteyerek ona söz (iftira) atarsa söylediği
sözü gerçekleşinceye kadar Allah, onu cehennem köprüsü üzerinde hapseder.”
258
Abdullah İbn Utbe (r.a.), şöyle demiştir: Ben, Ömer İbn
Hattab’dan (r.a.) işittim. O, şöyle diyordu: Bazı insanlar Rasûlullah
(s.a.s.) zamanında vahy ile (sırları meydana çıkar da) yakalanırlardı.
Şimdi ise, vahy kesilmiştir. Biz, şimdi ancak sizleri amellerinizden
bize açıklanan suçlar sebebiyle yakalarız. Böyle olunca kim
bize bir hayır hali meydana korsa, biz onu emin kılarız ve onu
kendimize yakınlaştırırız. Onun gizli işlerinden hiçbir şey (i araştırmak)
bize ait değildir. Gizli işleri hususunda onu, Allah hesaba
çeker. Kim de bize bir kötülük ve şer ortaya koyarsa o, gizli işlerinin
güzel olduğunu söylese de, biz, onu bir emin saymaz ve onu
253 El-Âcurrî, eş-Şerîa, s. 55; T. Koçyiğit, Hadisçiler ve Kelâmcılar Arasındaki
Münakaşalar, s. 225-226) (Not: Bu hadis rivâyeti, Kütüb-i Sitte ve benzeri
sahih hadis kitaplarında yer almaz, hadisin sıhhati bilinmemektedir.)
254 İbn Mâce, hadis no: 3991-3993. Bu hadisin sıhhati de hadisçiler ve bazı
araştırıcılarca tartışılmıştır.
255 Ebû Dâvud, Edeb 44, hadis no4888
256 Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no 4884
257 Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame, 18, hadis no 2621; Bu hadis, hasen ğaribtir.
258 Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no 4883
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 75 -
doğrulayıp tasdik etmeyiz.” 259
“Mü’min; insanları kötüleyen, lânetleyen, kötü söz ve çirkin davranış
sergileyen kimse değildir.” 260
“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların emin olduğu kişidir.
Muhâcir de Allah’ın yasakladıklarını terk edendir.” 261
“Koğuculuk yapan cennete giremez.” 262
“Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iki budu arasındaki (üreme)
organını koruma sözü verirse ben de ona cennet sözü veririm.” 263
“Kim (din) kardeşinin ırz ve nâmusunu onu gıybet edene karşı savunursa
Allah da kıyâmet günü o kimseyi cehennemden korur.” 264
“Size oruç, namaz ve sadakanın derecesinden daha üstün olan şeyi
haber vermeyeyim mi?” “Evet (Ey Allah’ın Rasûlü, söyleyin!)” dediler.
“İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki bozukluk
(dini) kazır.” Tirmizî’de şu ziyade gelmiştir: “Ben saçı kazır demiyorum,
velâkin dini kazır (diyorum).” 265
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona hıyânet etmez, yalan söylemez
ve yardımı terketmez. Her müslümanın, diğer müslümana ırzı, malı
ve kanı haramdır. (Kalbini işaret ederek:) Takvâ buradadır. Bir kimseye şer
olarak müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.” 266
“Şeytan, Kıbleye dönen (mü’minlerin artık kendisine ibâdet etmesinden
ümidini kesmiştir; fakat onları birbirine düşürmekte (hâlâ ümitlidir).”
267
“Müslüman bir kimse asıl babası dururken bir başkasının, kendisinin
babası olduğunu söylerse ve bu iddiasını da o kimsenin babası olmadığını
bilerek yaparsa, cennet ona haramdır.” 268
“Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden
259 Buhârî, Şehâdet 6
260 Tirmizî, Birr 48, hadis no 1978; Ahmed bin Hanbel, I/405, 416
261 Buhârî, İman 4, 5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65; ebû Dâvud, Cihad 2;
Tirmizî, Kıyâmet 52, iman 12; Nesâî, İman 8, 9, 11
262 Buhârî, Edeb 49, 50; Müslim, İman 168, 169, 170; Ebû Dâvud, Edeb 33;
Tirmizî, Birr 79
263 Buhârî, Rikak 23; Tirmizî, Zühd 61
264 Tirmizî, Birr 20
265 Ebû Dâvud, Edeb: 58, hadis no: 4919; Tirmizî, Kıyamet: 57, hadis no: 2511
266 Tirmizî, Birr 18
267 Tirmizî, Birr 25; Müslim, Münâfıkun 65
268 Buhârî, Ferâiz 29, Meğâzî 56; Müslim, İman 114, hadis no 63; Ebû Dâvud,
Edeb 119, hadis no 5113
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
cehennemin, doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.” 269
“Kul, Allah’ın râzı/hoşnut olduğu bir sözü önemsemeksizin söyleyiverir
de Allah onun derecesini yüceltir. Yine bir kul Allah’ın gazabını gerektiren
bir sözü hiç önemsemeksizin söyleyiverir de Allah onu bu sözü sebebiyle
cehennemin dibine atar.” 270
“İnsan sabahlayınca, bütün organları dil’e başvurur ve (âdeta ona) şöyle
derler: ‘Bizim haklarımızı korumakta Allah’tan kork. Biz ancak senin
söyleyeceklerinle ceza görürüz. Biz, sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan,
biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar,
senin gibi oluruz.” 271
“... İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir.”
272
“Her duyduğunu nakletmesi, kişiye yalan olarak yeter.” 273
“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/
ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’
demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde
meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine
ve arzularına göre iş yapacaklardır.” 274
“Zinâ eden, zinâ ettiği anda mü’min değildir. Hırsızlık eden, çaldığı
anda mü’min değildir. Şarap içen, içtiği anda mü’min değildir.” 275
Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten
sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.”
İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından
daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey
Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız.
Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”276 buyurdu.
269 Buhârî, Rikak 23; Müslim, Zühd 49, 50
270 Buhârî, Rikak 23; Tirmizî, Zühd 10; İbn Mâce, Fiten 12
271 Tirmizî, Zühd 61
272 Tirmizî, İman 8, İbn Mâce, Fiten 12
273 Müslim, Mukaddime 5
274 İbn Mâce, hadis no 4205
275 Buhârî, Mezâlim 30, Eşribe 1; Müslim, İman 100-104; Ebû Dâvud, Sünnet
15; Nesâî, Kat'u's-Sârik 1, Kasâme 49; İbn Mâce, Fiten 3; Dârimî, Eşribe 11;
Ahmed bin Hanbel, II/317
276 İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93,
hadis no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s.
504, hadis no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hadis no: 716; Münzirî,
Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hadis no: 33; İbn Hacer el-
Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hadis no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-
273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 77 -
Tekfir Konusunda Kurallar
1- Belli bir şahısla, grubu tekfir konusu farklıdır; hükümleri
ayrı ayrıdır. Fiille fâil farklıdır. Peygamberimiz’in genel olarak ifade
ettiği içinde “şunu, şunu yapan” şeklinde “iman etmiş olmaz”,
“kâfir olur”, “şirk koşmuş olur” diye ifade ettiği birçok hadisi, olayın
vehâmetini, günahın önemini belirtmek için söylenmiş tehdit
içerikli ifadelerdir. Peygamberimiz’in bu hadislerinde genel olarak
kullandığı “küfür” ifadesi, o işi yapan belirli kimsenin “kâfir”
olmasına delil olmaz. İbn Teymiyye bu konuda şöyle der: Bir söz
küfür olup onu söyleyen de alelıtlak (genel) tekfir edilebilir. Mesela:
“Kim şunları, şunları söylerse kâfirdir, demek gibi.” Fakat o
sözleri söyleyen müşahhas bir kişi olduğunda hüccet ona ikame
edilinceye kadar küfrüne hükmedilmez, müşahhas (belirli, muayyen)
kişiyi tekfir ettirici şey, hüccetin ikamesidir. Vaîd (Tehdidi
ifade eden, kötü âkıbet, cehennemde azab ile korkutucu naslar)
ifade eden nasslarda da kaide böyledir. Zira Allah Teâlâ “Yetimlerin
mallarını zulümle yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar
ve çılgın bir ateşe girecekler.” (Nisa:10) buyurmuştur. Bu ve benzeri
vaîd ifade eden nasslar haktır. Ancak müşahhas/belirli bir kişi
aleyhine vaîdle şahitlik edilmediği gibi, ehl-i kıbleden muayyen
bir şahsın aleyhine de ateşle şahitlik edilmez. Zira o şahsa vaîdin
tahakkuk etmesine şartlarının bir arada bulunmaması veya başka
bir engelin sabitliği mâni olabilir. Haram ona ulaşmamış olabildiği
gibi, ulaşmış da o kimse haramdan tevbe etmiş olabileceği gibi,
çok fazla hasenâtı olup, irtikâp ettiği haramı onunla bertaraf da
edebilir. Veya Allah Teâlâ onu büyük bir imtihana tabi tutar o da
sabreder ve bu sebeple günahlarına keffâret olarak affedilebilir.
O kimsenin Allah’ın şefaat için izin verdiği kimselerin şefaatine
mazhar olması da mümkündür.
Sahibini tekfir ettiren sözlerin durumu da böyledir. Hakkı bilmeyi
gerektiren nasslar bir kimseye ulaşmamış olabilir yahut nasslar
ulaşmış da onun yanında sâbitlik derecesinde olmayabilir. Veya
nassları anlamak onun için mümkün olmamıştır ya da Allah’ın
mâzur göreceği başka şüpheler olmuş da olabilir. Mü’minlerden
herhangi bir kişi hakkı elde etmede çaba harcar da bununla beraber
hata ederse, Allah onun hatasını -nasıl olursa olsun- affeder.
Hata ister nazarî/fikrî, ister amelî meselelerde olsun aynıdır. İşte
bu kaide Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbının ve imamların üzerinde olduğu
kaidedir. 277 Bu konu, ileride daha geniş ele alınacaktır.
277 İbn Teymiyye, Mecmûu Fetavâ, c. 3, s. 345
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
Mutlak Küfür – Muayyen Küfür
Mutlak tekfir: Kitap ve sünnette karşılığı küfür ve şirk olan
amelleri işleyen fâili belli olmadan “şunu yapan kâfirdir” veya
“şunu söyleyen müşriktir” gibi durumlarda ilim sahiplerinin bu
fiillere kanun koyucunun bildirdiği hükümleri genel anlamda
vermesine mutlak tekfir diyoruz. Mesalâ “teşrî’ parlemanterlerin
hakkıdır’ diyen kişi kâfirdir” deriz. Bu mutlak anlamda bunu diyen
herkesi kapsar. Fakat tek tek fertlere indirgediğimiz zaman
(muayyen tekfir edeceğimiz zaman) durum değişir ve aslen müslüman
olan birisi için tekfir etmeden önce şart ve engellerin kaldırılması
ve kadı nezdinde delillerin sâbit olması gerekir. Bu meselede,
söylenen bu söz veya işlenen fiilin, büyük küfür olduğuna
dair delâleti kesin olan şer’î delile bakılır. Bu delil, delâleti değişik
ihtimallere açık olan türden olmamalıdır. Küfür hükmünü vermek
için mutlaka delilin hem sabit olması ve hem de delâlet yönünden
kesin olması gerekir.
İbn Teymiye şöyle der: “Kitap, sünnet ve icmâ ile küfür olduğu
sabit olan bir söz için “Mutlak küfürdür” denir. Şer’i deliller bunu
göstermektedir. İman, Allah Teâlâ ve Rasûlü’nden öğrenilen hükümlerdendir.
İnsanların zan ve hevâlarına göre karar verecekleri
bir konu değildir. Hakkında tekfirin şartları sâbit olmadıkça ve engelleri
ortadan kalkmadıkça, bu tür sözleri söyleyen her kişi hakkında
küfür hükmü verilmez. İslâm’a yeni girmiş olması veya ilimden
uzak bir yerde yetişmiş olması sebebiyle içkinin veya fâizin
helâl olduğunu söyleyen kişi bu kabildendir.” 278
2- Te’vil edilebilecek bir durum varsa, bu te’vil, bizim açımızdan
geçersiz ve hatalı da olsa te’vil sahibi tekfir edilmez.
Hâricîlerin tekfir edilmemesi örneğinde olduğu gibi.
Müfessir Kasımî, İbn Teymiyye’den naklen şöyle dedi: Kasdımız
imamların mezhebi, mutlak küfürle onun çeşitlerini
birbirinden ayırmakla ilgili tafsilat üzere bina edilmiştir.
Bu meselede dört mezhep imamının sözleri birbirinin aynıdır.
Onlar, “İman, amelsiz sadece sözden ibarettir.” diyen Mürcieyi
tekfir etmemişlerdir. Hâricîleri, Kaderiyyeyi vb. bid’at fırkalarını
tekfire mâni naslar çok açıktır.279
Kasımî şöyle der: İmam Şâfiî, sıfatları inkâr eden kimselerin
imamlarından Hafsu’l-Ferd’le ‘Kur’an’ın mahlûk olmadığı’ meselesinde
münâzara ettiğinde ona: ‘Azim olan Allah’ı inkâr ettin’ demiş,
küfre nispet etmişti, fakat ona mürted hükmünü vermemişti.
278 Mecmûu’l-Fetavâ, 35/101
279 Kasımî, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1313
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 79 -
Eğer İmam Şâfiî onun mürtedliğine ve İslâm’dan çıktığına kanaat
getirseydi onun öldürülmesine çaba harcardı. Bununla beraber,
Geylân-ı Kaderî, el-Ca’d bin Dirhem, Cehm bin Safvân ve benzeri
dalâlet imamlarının öldürülmesine fetvâ vermişti. Bunlar öldürüldüğünde
insanlar cenaze namazlarını kılmış, Müslümanların mezarlığına
gömmüşlerdi. Bu gibi dalâlet imamlarının öldürülmeleri
dini koruma babından olup zararlarına engel olmak içindi; mürted
oldukları için değildi. Onlar irtidat eden kâfirler olsalardı Müslümanlar
onları diğer kâfirler gibi görür ve ona göre muâmele
ederlerdi.280
3- Cehâlet, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı yerde, avam
için mâzeret olabilir. Özellikle, günümüz câhiliyye ortamlarında
insanlar, müslüman olduğunu iddiâ edenler ya da müslümanların
yaşadığı yerlerdeki insanlar, çevrelerinden İslâm’ı ne kadar, doğru
bir şekilde öğrenme, güzel örneklerini görme imkânlarına sahiptir?
Çoğunlukla bid’at ve hurâfelerle yer yer tahrife uğramış din
anlayışının, medyada, okullarda, hatta nice câmide tanıtılan ve
yaşanılan İslâm’ın ne oranda gerçek İslâm olduğu sorgulanmalıdır.
Ve bütün bu olumsuz şartlar içinde insanın bazen hurâfelere,
zâlimlerle işbirliği yapanlara karşı çıktığını zannedip değerlendirerek
hak adına hakka karşı çıkabildiğini unutmamak gerekiyor.
Câhillik, bilinmeyen İslâm’a karşı çıkmayı neticelendirdiği gibi, bazen
bu câhiller sevdiği(ni zannettiği) dinin gerçeklerine karşı çıkıp
çıkmadığını bile bilip değerlendirmeden aklına göre bir hükmü
kabul etmeyebiliyor. Nice insan İslâm için kendini belki fedâ edebilecek
durumda Allah’ı ve Rasûlünü sevdiği halde, düzen ve ortamın
kurbanı olarak, ilim ve amel konularında da ihmalin neticesi,
bazı müslümanlarca mürted ilan edildiği için onlara göre idamı
hak eden duruma düşebiliyor. Acınması ve kurtarılması gereken
bu zavallılara karşı görevlerini yerine getirmeyen müslümanların,
bunları asılması gereken insanlar olarak ilân etmeleri ne kadar
doğru olur? Bunlara ne verdik ki, ne istiyoruz? Bataklıktan, hele
gübrelikten çok güzel kokulu güller mi çıkacak? Tek tük çıksa
bile gübreliğin gülistan olmasını beklemek idealizmin anormallik
boyutu değil midir? Bataklık/gübrelik kurutulmadan b... böceklerinin
veya sivrisineklerin önüne geçmek mümkün mü? Cehâlet,
aldatmalar, saptırmalar, akın kara, karanın da ak gösterilmesi gibi
tavırlar değerlendirilmeden ve bunlara çözümler bulunmaya çalışılmadan
insanların hakka tümüyle nasıl teslim olabileceğini düşünmek
gerekiyor.
280 Kasımi, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1314
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten
sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.”
İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından
daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey
Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız.
Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”281 buyurdu.
Gördüğümüz gibi Rasûlullah bizlere şirkin birisi bizim
tarafımızdan
bilinen, diğeri bize gizli kalan olmak üzere iki çeşit
olduğunu öğretmek üzere ve bizleri bilmediğimiz ve düşme ihtimalimizin
olduğu şirkten dolayı
Allah’tan mağfiret dilememizi
emretmiştir. Kesinlikle
biliyoruz ki, Rasûlullah (s.a.s.) bizlere
ancak Yüce Allah’ın mağfiret edeceğini belirttiği şeylerin mağfiret
edilmesinin istenebileceğini emreder, böyle olmayanları
ise
emretmez. Dolayısıyla kişinin bilemeyeceği bu şirk çeşidi, Yüce
Allah’ın: “Muhakkak Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez,
fakat bunun dışında kalanları; dilediği kimseler için mağfiret eder.”282
buyruğunda
kast edilen şirk değildir. Ve yine aynı şekilde bu, Şeriatın
müşrik olarak nitelendirdiği kimselerin şirki de değildir. Yine
bundan, câhil kişinin, bilgisizliği dolayısıyla
mâzur olduğu sahih
olarak anlaşılmaktadır. Çünkü ümmet ittifakla ve ihtilâfsız olarak
şunu kabul etmiştir: Eğer bir kimse, şirkin herhangi bir türünün
şirk olduğunu
açıkça görüp biliyorsa ve buna rağmen şirk olan bir
sözü söyleyecek veya şirk olan bir davranışı işleyecek olursa o kişi
kâfirdir, müşriktir ve (daha
önceden müslüman ise) mürted olduğuna
hüküm verilir.
Âlimlere, Allah’ın dinini insanlara ulaştırmakla kendini görevli
kabul eden dâvâ adamlarına farz olan ise, bilmesi gereken şeyleri
bilmeyen, kendisinin ihtiyaç duyduğu bilgileri öğrenememiş bulunan
bilgisiz kimselere, dinde gerekli bilgiyi
kazandırmaktır. Ta
ki bu câhil kimseler, şirkin ve sapıklığın uçurumlarına yuvarlanmasınlar.
Çok sayıda âyet ve hadisten anlaşılacağı gibi; bilgisiz olan bir
kimsenin delilden haberdâr oluncaya kadar, bilgisizliği dolayısıyla
mâzûr olduğunu kabul etmek gerekir. İnsanlar kendilerine
281 İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-
93, hds. no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s.
504, hds. no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hds. no: 716; Münzirî,
Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hds. no: 33; İbn Hacer el-
Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hds. no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-
273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir
282 4/Nisâ, 48, 116
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 81 -
delil belirtilmedikçe
bilgisizlikleri dolayısıyla Allah yanında mâzur
olabilirler; biz onların mâzur olabileceği anlayışını öne çıkarmak
ve böyle kimseleri tekfirden kaçınmak zorundayız. Bu durumda
olanlar âlimlerin çoğunluğuna göre müslümandırlar, âsi değildirler,
fâsık değildirler. Yüce Allah’ın gerçek emrinin ne olduğunu
bile bile Allah’a isyanı emreden tâğutları rab edindiğini şer’î delille
tesbit etmiş olduğumuz muayyen kişiler ise bu genel hükmün
dışındadır. Bir kimseye delil açıklandıktan sonra, şer’î bir belge
ve
delil ile onun şer’î hükmü bilmiş olduğu sâbit olan ve bile bile
Allah’ın hükmünü kabul etmediği kesin olan bir kimsenin kâfir
olduğunda şüphe yoktur.
4- İctihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda
tekfirden kaçınılmalıdır. Suç, şüphe ile zâil olur; hadler şüphe
durumunda düşer. Tekfir, had cezası gerektiren suçlardan daha
büyük bir suçlamadır. Ümmetin ve âlimlerin küfür veya şirk olduğunda
icmâ etmeyip ihtilâf ettikleri yoruma dayalı hususlarda,
biz delili en kuvvetli olan görüşü, yorum veya ictihadı kabullenmeliyiz.
Ama bizim en kuvvetli delil olarak kabul ettiğimiz görüş,
başkalarınca kabul edilmeyebilir, delil onlara göre kuvvetli görülmeyebilir.
İhtilâf edilen konuların dışında, sahih olduğu kesinlikle
kabul edilen icmâ’ konusunda muhalefet eden kişi, bu genel hükümden
müstesnâdır. Çünkü böyle bir icmâ’ onun delilini zaten
apaçık çürütüyor, icmâ’a muhalefet edenin, tekfir edilmesi gereği
herkesin ittifakıyla sâbittir. Hakkında farklı ictihad ve âlimlerin
farklı görüşleri olan konularda ise tekfir etmekten kaçınmak mutlaka
gereklidir. Çünkü Akaid, zanna dayandırılamaz. Her ictihad,
her yorum zannı içerir. Günümüzdeki tekfirle ilgili konuların çoğu
bu kapsamdadır. Demokrasi bize göre küfür kabul edilebilir. Ama
başkası, onun içini farklı dolduruyor, onu farklı şekilde anlıyor olabilir.
Her ne kadar onların delili bize çok kuvvetli gelmiyorsa bile
bu te’vil, onları tekfir etmemize engeldir. Halktan herhangi bir
kimsenin; düzenin devamından yana, tâğut kabul ettiğimiz kimselere
oy vermesi de böyledir. Bu tavır, bize göre küfürdür, ama
sadece oy verdiği için insanlara kâfir demenin çeşitli mahzurları
vardır. Bir şahsın yanlışına karşı çıkıp onu uyarmanın ve ona doğru
din anlayışını tebliğ etmenin, o kimseye “kâfir” demeden onlarca
çeşit yolu vardır. Mevcut şartları ve karşısındaki mü’minlerin
imkânını değerlendirmeden; tâğutların emrinde askerlik yapanlara,
mecbur olduklarında istemeyerek de olsa mahkemeye çıkanlara,
vahyi reddeden okullara gidenlere veya çocuklarını bu
tip okullara gönderen kişilere, “ikrâh”ı yanlış yorumlayıp bazı
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
pislikleri283 ve imzaları formalite kabul edip şirke bulaşanlara, ya
da sadece tarikata bağlı olduğu bilinenlere; bunlarla birlikte “ben
Müslümanım” diyen, Allah’ı ve Peygamberini sevdiğini tahmin ettiğimiz
ve namaz kılanlara “kâfir” hükmü vermek, yanlıştır. Bu
yanlışlık; hem ictihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda
tekfirden kaçınma ile ilgili ve hem de aşağıdaki maddelerde
anlatılacak hususlar açısından değerlendirilmelidir. Câhilliye toplumunda
yaşadığı için bazı problemlere sahip olan, ama İslâm’ı
tek din, Şeriat’ı en doğru dünya düzeni kabul eden, ama hatalı
te’vili veya yanlış anladığı nasslar neticesi, savunduğu ve gittiği
yolun “Nebevî bir metod” olmadığını bilemeyenler İslâm’ın dışına
çıkarılmamalıdır.
Dikkat ederseniz, biz bu kimselere “kâfir” damgası vurmanın
yanlışlığından bahsediyoruz. Yoksa, bu eylemleri hiçbir şekilde
savunmuyoruz. İçinde zehir olma ihtimali olan bir suyu ölmek istemeyen
kimse nasıl içmezse, cehenneme gitmek istemeyen kimsenin
de özellikle akaid açısından şüpheli şeylerden kaçınması, %
1 ihtimalle şirk olan husustan kaçınması gerektiğini, bunun imanı
ispat anlamına geldiğini belirtiyoruz. Bu eylemlerden bazılarının
küfür olduğu görüşüne de katılıyoruz; ama her küfrün kişiyi kâfir
etmediğini ve ihtilâflı konularda kişilere “kâfir” damgası vurmanın
yanlışlığını belirtiyoruz. Bu insanları tekfir edip dışlamak değil;
tevhidi, tüm boyutlarla anlatmaya çalışmanın bizim görevimiz
olduğunu söylüyoruz.
Bununla birlikte; halk ile aydınlar (dini iyi bilen ya da bilecek
imkânı olanlar), oy verenle oy verilenler, hükmedilenlerle hükmedenler,
istemeden mecbur olanlarla isteyerek ve adâlet bekleyerek
mahkemeye müracaat edenler, gücü ve imkânı olmayan
mustaz’aflarla her imkânı elinde olanlar, câhillerle âlimler, te’vil
ederek bir yoruma katılmayanlarla açıkça hükmü kabul etmeyenler
aynı kategoride değerlendirilemez; aynı şekilde hüküm verilemez.
5- Mü’minlere yönelik sûizan yasaklanmış; hüsn-i zan tavsiye
edilmiştir. Kur’an, zanla hüküm verilemeyeceğini açıklar: “Şüphesiz
zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz.”284 Yine Kur’an, sûi
zandan, kötü sanıdan kaçınmayı emreder: “Ey iman edenler! Zannın
çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu
araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirip gıybet yapmasın…”285;
283 Şirk ve müşrikler pisliktir. Bk. 9/Tevbe, 28
284 10/Yunus, 36; 53/Necm, 28
285 49/Hucurât, 12
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 83 -
“Bilmediğinin peşinden gitme.”286 Bu hükümleri bilen ve Allah’ın hatadan
koruduğu mâsûm Peygamberinin: “Zandan çokça sakının.
Çünkü muhakkak zan sözlerin en yalanıdır.”287 beyanını işitmiş kimselerin,
başkasına yapabileceği en şenî, en ağır itham olan tekfirden
kaçınması gerekir. Bu konuda şer’î kesin delil ile hiçbir zanna ve
şüpheye yer vermeyen deliller ortaya konulmadıkça asla böyle bir
işe kalkışmamalı ve şahsî görüşüne, yani zannına tâbi olarak, Yüce
Allah’ın öyle bir kimse hakkında vermesini emretmiş olduğu hüküm
olan İslâm hükmünün dışında herhangi bir hükmü zannına
uyarak vermemelidir.
6- Suç, şüphe ile sâkıt olur. Tekfir gibi büyük bir suçlama da şüphe
ile düşmelidir. “Şüphelerden dolayı hadleri kaldırın (uygulamayın).”288
Hanefî Fakîh ve Usûlcülerinin Bu Konuda Açıklamaları:
Hanefî kitaplarından Câmiu’l-Fusûleyn’de denilir ki: “Tahâvî,
arkadaşlarımızdan şöyle rivâyet eder: “Bir kişi, imandan ancak
imana girdiği şeyi inkâr ettiği zaman çıkar. Böyle bir şey vuku bulmadıkça
dinden çıkmaz. Sonra da böyle bir husus vuku bulsa da
kesin kanaat oluşmadıkça bu kişinin mürtetliğine hükmedilmez.
Şüpheli bir durum varsa mürtetliğine hükmedilmez. Çünkü sabit
olan İslâm şüphe ile izale edilemez. Ki İslâm yücedir, hiçbir şey ona
üstün gelemez. Bir âlime, Ehli İslâm’ı tekfir hususu sorulduğunda
bu hususta soruya cevap verirken aceleci olmamalı, bu konuda
iyi bir araştırma yapmalıdır.” el-Fetevâ es-Suğra adlı eserde şöyle
denilmektedir: “Bir kimsenin tuttuğu yol (te’vil yolu) onu tekfir
etmeyi engeller. Müftî bir yöne meyleden (te’vil eden) kişiyi tekfir
etmemelidir.” el-Hulâsa ve diğer eserlerde de şöyle denilir: “Bir
meselede tekfiri gerektiren birçok ihtimal varsa, ancak bir tek yön
tekfiri engelliyorsa bu yöne itibar edilmeli, kişi hakkında genellikle
Müslüman olduğu zannı beslenmelidir.” el-Bezzaziye’de ziyade
ile denir ki: “Ancak, küfrü gerektiren hali kişi kendi irâdesi ile
te’vile izin vermeyecek şekilde tasrih ederse o zaman başka.” Şöyle
ki: “Şâyet bir adam Müslüman birinin dinine söverse, bu sövgü
dini hafife alma olduğu için tekfir edilmesi gereken bir husustur.
Ama böyle bir olayla karşılaşan bir kimse şöyle bir ihtimali gözden
kaçırmamalıdır: Bu sövgü, o kişinin ahlâkî çirkinliğinden mi kaynaklanıyor,
yoksa o kişinin Din-i İslâm’a karşı bir garazı mı vardır?
Eğer dine karşı olan bir garazdan dolayı ise o zaman bu kişi tekfir
edilir. Yok, ahlâkî bozukluktan kaynaklanan bir husussa o zaman
286 İsrâ:17/ 36
287 Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud,
Edeb 40; Tirmizî, Birr 18
288 Ebû Dâvud, Salât 14; Tirmizî, Hudûd 2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 84 -
tekfir edilmez. Bazı Hanefî âlimleri bunu özellikle belirtmişlerdir.”
el-Fetevâü’l Hayriyye adlı eserde şu durumda olan kişi hakkında
fetvâ sorulur: “Şâyet hâkim, birine: ‘Sen şeriata râzı mısın?’
diye sorsa ve adam da ‘hayır, kabul etmiyorum’ dese müftî de
onun kâfir olduğunun fetvâsını verse -ki bu fetvâdan dolayı karısı
da ondan ayrılır-, peki, bu cevabından dolayı bu kişinin küfrü
sâbit olur mu, olmaz mı?” Buna şu şekilde cevap verilir: Âlim
olan kişi ehl-i İslâm’ı tekfir hususunda acele etmemelidir. Daha
önce bu durumda olan için tâzir ve cezalandırma uygulanır. Yoksa
böyle çirkin ve uygunsuz söz söyleyen kişiyi tekfir etmemişlerdir.
İhtimaldir ki kişi bu sözü şeriatten tiksindiği veya ona karşı istikbarda
bulunduğu için değil de hasmına olan aşırı öfke ve kızgınlığından
dolayı söylemiş olabilir.” Fetevâ Tatarhaniye’de ise: “İhtimaller
gözönünde bulundurularak tekfir hükmü vermekte acele
edilmez. Çünkü tekfir cezalandırmada nihâî noktadır. Nihâî nokta
da cinâyetin son haddini gerektirir ki o da öldürmedir. İhtimallerin
olduğu bir hususta ise böyle kesin hüküm verilmez.” Bahr’da
ise bu ihtimaller sayıldıktan sonra şöyle denir: “Eğer Müslüman
birinin sözü güzel bir noktaya hamledilebiliyorsa tekfirine fetvâ
verilemez. Velev ki zayıf bir rivâyet de olsa bu kişinin küfrünü gerektiren
hususta ihtilâf sözkonusu ise fetvâ o zayıf rivâyet dikkate
alınarak ona göre verilir. Durum böyle olmasına rağmen yukarıda
zikredilen tekfiri gerektiren lafızlar, te’villerine bakılmaksızın,
temel alınarak çokça kişi hakkında tekfir fetvâları veriliyor. Ben
nefsime bunlarla hiçbir fetvâ veremeyeceğimi gerekli kıldım.”
Reddu’l Muhtar’da İbn Âbidin el-Hayr er-Remlî’den, o Bahr’ın sahibinin
yaptığı açıklamanın peşinde şöyle der: “Velev ki zayıf bir
rivâyet olsa dahi... Derim ki şâyet mezhep ehlinin dışında olanların
yanında dahi zayıf bir rivâyet varsa, zayıf da olsa bu ihtimal
değerlendirilir. Ki küfrü gerektiren hususların tayininde icmânın
var olma şartı da bu görüşü desteklemektedir.” Hanefi tahkikçilerinden
Kemaleddin İbn Hümam der ki: “Mezhep ehli, tekfiri çokça
yapar. Fakat fakîhler böyle değildir. Onlar itidallidirler. Bunlar
müctehid imamlardır. İşte bu hususta fakîhlerden başkasına itimat
edilmez.”
7- Berâat-ı zimmet asıldır. Fıkhın genel prensiplerinden biri
de budur. Aksine bir hüküm veya delil bulunmadığı sürece, kişinin
hukukî ve cezâî sorumluluğunun olmaması demektir. Bu prensibe
göre, Allah’ın hükmü bulunmadan fert herhangi bir yükümlülükle
mükellef tutulamaz. Aynı şekilde, aksine bir delil bulunmadıkça
kişinin suçsuzluğu ve borçsuzluğu esastır. Mecelle’de: “Berâet-i
zimmet asıldır” şeklinde küllî kaide olarak yer alır. Suçluluğu hükmen
sâbit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 85 -
8- İnsan ne ile İslâm’a girerse, onlardan birini inkârla dinden
çıkar. İnkâr edilen şeyin tevhid kelimesinin zarûrî ve kesin izahı
veya zarûrât-ı diniyeden olması gerekir ki, tekfir edilebilsin.
Zarûrât-ı dîniyye, yani dinden olduğu zorunlu olarak bilinen
şeyler, âlim ve câhilin bildiği hususlardır. Bu iş aynı zamanda nisbî/
izâfî bir duruma dönüşüp zaman, mekân ve şahıslara göre değişebilir.
Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen, şeriat güneşinin her
tarafa ışık saçtığı parlak döneminde olup insanlara Allah’ın dinini
tebliğ eden ve onlara hüccet ikame eden, ilmiyle âmil âlimlerin
çok olduğu dönemler farklıdır. Şeriat güneşinin battığı, âlimlerin
-insanlara dinlerini bulandırıp gerçekleri örtbas eden- kötü kişiler
olduğu, hak ehli kişilerin de az olup herkese seslerini duyuramadıkları
dönemler daha farklıdır.
Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeyi kişi bilerek inkâr
ederse inkârı sebebiyle o kimse tekfir edilir ve âlimlerin kararlaştırdığı
gibi İslâm ümmetinden dışarı çıkar. Nevevî şöyle demiştir:
“Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeyi inkâr eden kişiye
mürtedlik ve küfür hükmü verilir. Meselâ: Zina, içki haksız yere
adam öldürme gibi haram olduğu kesin bilinen şeyleri helâl sayan
kimsenin durumu böyledir.”289
Hattâbî şöyle demiştir: “Ümmetin icmâ ettiği ve bilgisi yaygın
olup herkes tarafından bilinen bir hükmü inkâr edenin durumu
da aynıdır.290 İbni Ebi’l-İzz de şöyle der: “Kitab’ın hükmünü reddeden
kimsenin tekfir edilmesinde şüphe yoktur. Fakat Kitab’ın
hükmünü kendisine ârız olan bir şüpheden dolayı tevil eden kimse
hemen tekfir edilmez, tevilinden dönmesi için ona meselenin
doğrusu açıklanır.291
Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeye cehâletin
mâzeret olmamasının sebebi, onların herkes tarafından biliniyor
olmasındandır, Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeyleri bilmeyen
bazı şahısların herhangi bir zaman ve herhangi bir mekânda
var olduğu farz edilse, bu gibi şahısları âlimler cehâletine binâen
mâzur görürler.
Zârûrât-ı Diniyyeden birini inkâr eden, bu sözün dinden çıkardığını
bilmese dahi kâfir olur. Örneğin haram olduğunu bildiği
hâlde içki içmenin helâl olduğunu söylemesi gibi, işte o kâfir olur.
O hâlde zârûrât-ı Dîniyyeden olduğu bilineni inkâr eden kâfir olur,
ancak şu durumlardan birinde olması müstesnâdır:
289 Müslim, Nevevi Şerhi 1/100
290 A.g e., 1/100
291 İbni Ebi’l-İzz, Şerhut-Tahâviye, sb 223
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 86 -
a- İslâm’a yeni girmiş olması,
b- Gerçek âlimlerden uzak bir beldede yetişmiş olması,
c- Müslümanlar arasında yetişip meselenin hükmü kulağına
çok tekrarlanmadığı için İslâm’a yeni girene benzer bir durumda
olması. Bu durumlardan biri veya birkaçı bulunduğu için; inkâr etmiş
olduğu hükmün, Allah’ın Dini İslâmda bulunduğunu bilmemiş
olması şartıyla müstesna tutulur ve tekfir edilmez. Aynı şekilde,
dinî veya akîdevî bir konuda bir te’vilde bulunup, farklı yorumlayarak
yorum ve te’vilinde yanılan bir kişi de müstesna tutulur,
tekfir edilmez. Yaşadığımız ülkede ilmî çalışmaların yeterli şekilde
yapıldığını iddia etmek zordur. İstisnâlar dışında tevhid ve şirk
insanlara anlatılmadığı gibi, Cumhuriyet’ten sonra özellikle iman
konusu bulandırılmaya çalışılmıştır. Hocalardan çoğunun, insanlara
hakla bâtılı karıştırarak ve onlara şirki süslü göstererek din
anlattığını hesaba katmak gerekiyor.
9- Kelime-i şehâdet veya tevhid kelimesiyle İslâm’a girilir.
Bu sözü söyleyen bir kimsenin müslümanlığını kabul etmeli; bu
şehâdet veya tevhid kelimesine ters bir söz veya davranışta bulunan
kimsenin niçin bu şehâdet ve tevhidi reddettiğini açıklaması
istenmelidir.
İslâmî bağ, kelime-i şehadeti telaffuz etmekle gerçekleşir.
Birçok âlim ve yazar bu hususta icma olduğunu nakletmişlerdir.
Kelime-i şehadetten sonra namaz, zekât vb. şer’î ibâdetler taleb
edilir. Kişi bu ibâdetleri terk etmesinden dolayı şeriatın belirlediği
cezaya çarptırılır. Günümüzde bazı kimselerin; İslâmî bağın
gerçekleşmesine bazı âlimlerin mesaj ve şuur vermek için kelime-i
şehâdetin iyi anlaşılması konusunda şart olarak zikrettiği; ilim,
sevgi, bağlanma, yakîn vb. şeyleri zorunlu görmesi cehâlettir, taşkınlıktır.
Çünkü zorunlu görülen bu şeylerin çoğu kalbî amellerdir,
bedenî ameller değildir. Kalbî amelleri tahkik etmeye, başkası
için yol yoktur. Sonra dünya ile ilgili ameller zâhire göre tertip
edilmiştir, sırları ise sadece Allah bilir. Bazı kimseler de İslâmî bağın
gerçekleşmesi için kişinin namaz kılıp zekât vermesini de şart
koşmuşlardır. Bu hükmün tersine selefin icmâ etmesi sebebiyle bu
söz bid’attir. Bu sözün bid’at oluşuna delil ise; Kitab ve Sünnette
sayılmayacak kadar çoktur. Meselâ: “...Eğer tevbe ederler, namazı
kılarlar ve zekâtı verirlerse dinde sizin kardeşlerinizdirler...”292 Eğer tevbe
ederler, yani; “Tevhidi ifade eden kelime-i şehâdeti söyleyerek
tevbe ederlerse...” demektir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’
292 9/Tevbe, 11
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 87 -
deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu
söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî
cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah’a aittir.” 293
Ashâb’dan Üsâme’nin savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği
halde öldürmesi üzerine; Peygamberimiz’in şiddetle kızması ve:
“Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha!?” diye
tepki göstermesi ve: kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle
mi söyledi, bilseydin! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap
vereceksin?” deyip bu sözünü çokça tekrarlaması294 hangi sözle
İslâm’a girileceğini açık şekilde belirtir.
Rasûlullah (s.a.s.), amcası Ebû Tâlib’e ölüm vaktinde: “Lâ ilâhe
illâllah de, kıyâmet gününde onunla senin lehine şehâdet edeyim” dedi.
Ebû Tâlib: “Kureyş’in beni ayıplaması ve hakkımda ‘Ebû Tâlib
bunu korktuğu ve sabredemediği için yaptı’ demeleri olmasaydı,
o kelimeyi söyler ve senin gözünü aydın ederdim” dedi. Bunun
üzerine Allah Teâlâ: “Muhakkak ki sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin.
Fakat Allah kime dilerse ona hidâyet verir.”295 âyetini indirdi.296 İslâmî
bağ, Müslüman baba ve anneden dünyaya gelmekle gerçekleştiği
gibi, bülûğ çağına gelmeden önce küçüklüğünden beri Müslümanların
velâyeti altında yetişen kimselere de gerçekleşir. Buna
delil olarak Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu mübârek hadisini zikredebiliriz:
“Dünyaya gelen her insan, fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası
onu yahûdi, hıristiyan, mecûsi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik)
yapar.” 297 Bu hadiste Rasûlullah (s.a.s.): “anne ve babası Müslüman
yapar” dememiştir. Çünkü her doğanın, doğduğu fıtrat, İslâm’dır.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Sen, yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları
hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir. Zira Allah’ın yaratmasında
değişiklik olmaz. İşte dosdoğru din budur. İnsanların çoğu bilmez.”298
Rasûlullah’ın (s.a.s.): “Her Müslümanın kanı, malı ve ırzı diğer
Müslümana haramdır.”299 hükmünden dolayı İslâmî bağı gerçekleşen
kimsenin kanı, malı ve ırzı korunma altına alınmış olur. Böyle
bir kimseyi bilmeden amelî küfrü irtikâp etmesi veya itikadî küfre
293 Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis
no 2623; Tirmizî, Tefsir 78, hadis no 2606-2607; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce,
Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
294 Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis
no 2643
295 28/Kasas, 56
296 Müslim, 25/42
297 Buhâri, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264; Müsned-i Ahmed,
II/ 233, 435
298 30/Rûm, 30
299 Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34, hadis no 2563;
Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18, 55, hadis no 2055; İbn Mâce, Zühd 23
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 88 -
düşmesi sebebiyle tekfir etmek ve İslâm milletinden çıkartmak
kimseye câiz değildir. Ancak bu, şer’î hüccetin/delilin ikamesinden
sonra mümkündür. Şer’i hüccetin ikamesi ise İbn Hazm’ın ifade ettiği
gibi şöyledir: “Hücceti kişiye öyle ulaştıracaksın ki artık ondan
sonra hiçbir dayanağı kalmasın ve ona teslim olsun. Bu mevzuda
Şeyhülislâm şöyle demiştir: “Terk ettiğinde tekfir edilen hüccet,
kişiye şer’î hükümleri bilen sultan ve itaat olunan emir gibi kimseler
tarafından tebliğ edilip ikame edilmelidir.”
Şeyh Süleyman b. Sehman şöyle demiştir: “Hüccet ikamesini
güzel yapamayan kimsenin, hüccet ikame etmemesi gerekir. Allahu
a’lem bu benim için açık bir durumdur. Bildiğime göre, hüccet
ikamesini güzel yapamayan, dininin hükümlerinden habersiz
câhil kimseler, bu fiili yapsalar da âlimlerin ifadelerine göre onların
hüccet ikamesiyle hüccet ikame edilmiş olmaz.300 Öncelikle
hüccetin Kitap ve Sünnetten olması, çok açık olup karışık olmaması,
hüccet ikame edilen kişinin bütün şüphelerini iptal edici kesin
deliller olması gerekir. (Muhâtaba en güzel ahlâk örneği sunarak
nezakete, güzel üslûba dikkat edilmesi gerektiğini unutmamak
gerekir. Muhâtabı küçümseyerek hırçın ve zorbalıkla hüccet ikame
etmeye çalışanlar, insaf edip bu işten vazgeçmeli ve insanları
dinden soğutmamalıdır.) Bazı meseleler âlime ihtiyaç duymaz.
Meselâ: Kur’an’dan bir âyette hata eden kişiye Kur’an’ı getirip
göstermek yeterlidir. Bundan sonra büyüklük taslar ve âyeti
Kur’an’da gördükten sonra inkâr ederse küfre girer.
10- Müslümanlık iddiası, şehâdet kelimesi gibi kişinin müslümanlığıyla
ilgili söylediği söz, bâtıl ve yalan olduğu ortaya çıkıncaya
kadar hak ve doğru kabul edilir. Bir kimse hakkında şüphe
ve zan ise, hakikati ve doğruluğu çıkıncaya kadar geçersizdir,
yalan sayılır.
11- Ehl-i kıble tekfir edilmez. Ehl-i kıble: Kıbleye, yani Kâbe’ye
doğru yönelerek namaz kılmanın farz olduğuna inanan, ancak
inanç esaslarını değişik şekillerde yorumlayan farklı mezheplere
bağlı bütün Müslümanları ifade eder. Kelime-i şehâdeti söyleyip
içeriğine iman eden, zarûrât-ı diniye adı verilen İslâm’ın temel hükümlerini
kabul eden ve namaz kılan kimsenin tekfir edilmesine
Ehl-i Sünnet karşıdır. Ehl-i kıble olan Müslümanların tekfir edilemeyeceği
hususu, Ehl-i Sünnet’in genel prensipleri arasında yer
almaktadır.
12- Peygamberimiz, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları
ashâbına bildirmedi. Onlara Müslüman muâmelesi yapılmasına
300 Minhâcu Ehl-i Hak ve’l-İttibâ
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 89 -
izin vermiş, hatta mecbur etmiş oldu. Ama savaşta “lâ ilâhe
illâllah” diyen birini öldürdü diye sahâbisi Üsâme’yi şiddetli şekilde
azarladı.
Peygamberimiz, kendisine vahiyle bildirilen (kâfirlerin en
tehlikelisi olan ve cehennemin en alt tabakasında azap görecek)
“münâfıklar”ı ashâbına bildirmedi. Kendi zamanında yaşayan
münâfıkların listesini, başka hiçbir kimseye söylememesi şartıyla,
sır olarak sadece Huzeyfe’ye bildirdi. Diğer ashâbının, aralarına
karışarak, kendilerini gizleyen ve böylece fitne çıkarmak isteyen
münâfıklara Müslüman muâmelesi yapmasını sağlamış oldu. Hayatında
da, kendisini Müslüman olarak tanıtan hiç kimseyi tekfir
etmedi. Ashâbın da şehâdet kelimesi getiren herhangi bir Müslümanı
tekfir ettiğini bilmiyoruz. İlk tekfir, bilindiği gibi, Hâricîler
tarafından büyük bir bid’at olarak ortaya çıktı.
Üsâme (r.a.) savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürüyor.
Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu
öldüren kişiye “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün
ha!?” diye sordu. O da, “sadece korkusundan, öldürüleceği
endişesiyle ‘Lâ ilâhe illâllah’ dedi” diyor. “Hel lâ şekakte kalbehu =
kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin
ya! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?”
dedi ve bu sözü çokça tekrarladı.301 Hz. Peygamber: “Kelime-i
tevhîdi getireni niye öldürdün ey Üsâme?” diye o kadar çok tekrar ediyor
ki, Hz. Üsâme üzüntüsünün büyüklüğünden: “Keşke o güne
kadar İslâmiyet’e girmemiş olsaydım da böyle bir cinâyeti işlemekten
uzak kalsaydım” temennisinde bulunur. Ashâbdan Sâ’d’ın
(r.a.): “Üsâme öldürmedikçe, ben bir Müslümanı öldürmem” sözü,
bu hâdisenin hem Üsâme (r.a.), hem de diğer sahâbîler üzerindeki
etkisini ve önemini gösterir.
13- Bir kâfiri mü’min sanmakla yapılacak hata, bir müslümanı
kâfir saymakla yapılacak hatadan çok daha hafiftir. Çünkü
Kur’an’da ve hadislerde haksız tekfir yasaklanmış, ama açıkça küfürleri
belli olmayan ve ben müslümanım diyen kâfir olma ihtimali
olan kimselere Müslüman muâmelesi yapılması yasaklanmamış,
tam tersine; ashâbdan ve diğer Müslümanlardan (küfrünü kısmen
gizleyen) münâfıklara Müslüman muâmelesi yapması istenmiştir.
“Kâfir Zannedilene Kâfir Demeyeni Kâfir Kabul Etmemek; İki
Müslüman, Üçüncü Bir Kişinin Şüpheli Durumundan Dolayı Biribirlerini
Tekfir Etmemelidir”
301 Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis
no 2643
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 90 -
Günümüzde şöyle bir durumla karşılaşılıyorsunuz:
Bir insan,
toplumda başka bir insanı tekfir ediyor ve onu kâfir-müşrik ilan
ediyor. Bunu yaparken
de te’vile/yoruma başvuruyor. Siz de o kişinin
müslüman olduğuna inanıyorsunuz. Yani karşınızdaki
kişi,
üçüncü bir kişiyi kendi yorumuyla kâfir sayarken siz de kendi yorumunuzla
o üçüncü kişiyi kâfir saymıyorsunuz. Bu defa karşınızdaki
kişi sizi de kâfir sayıyor. Sebebi de -ona göre- “kâfire, kâfir”
dememeniz, işte böyle zincirleme bir metotla bir kişiden
hareketle
bazen yüzlerce ve binlerce kişi kâfir sayılabilmekte bugün. Şimdi
konuyu İslâm tarihinden
bazı olaylarla, te’vile-yoruma başvurmadan
nakledelim: Müctehid imamlarımızdan İbn Teymiyye’nin
de bu mevzûları anlatırken zikrettiği olaydır ki, ashabdan Hatıb
Bin Ebi Belta, Mekke fethedileceği sırada, Mekke’deki müşrik akrabalarını
korumak amacıyla onlara haber göndermek
ister. Bu
niyetini de gerçekleştirir. Ne var ki Hatıb Bin Ebi Belta’nın müslümanlar
aleyhine Mekke’ye gönderdiği casus kadın yakalanır ve
Hz. Peygamber’in
huzuruna getirilir. O sırada Hz. Ömer oradadır.
Hz. Ömer, Hatib’e çok kızar ve onun münâfık olduğuna inandığını
söyler. Hz. Peygamber ise Hatıb’ı savunur ve onu koruyarak: “Hayır,
o münâfık değildir. O, Bedir ehlindendir.” der. Bu olaydan anlıyoruz
ki iki Müslüman, üçüncü bir kişinin tekfir edilmesi konusunda
farklı görüşlere varabilirler. Bu da insanların algılayış ve tefakkuh
durumuna bağlı olup normaldir. İbn Teymiyye bu olaydan dersler
çıkararak iki müslümanın, üçüncü bir kişinin şüpheli durumundan
dolayı birbirlerini tekfir etmeyebileceğini beyan ediyor. 302
Evet, bu tespiti yapan İbn Teymiyye gibi sert üslûplu biri. Diğer
ulemâda zaten daha esnek üslûplar mevcuttur. 303
14- Kur’an’ın şu ihtarını akıldan çıkarmamalıdır: “Ve lâ tekûlû
li men elgâ ileykumu’s-selâme leste mü’minâ tebteğûne arada’l-hayâti’ddünyâ…
(Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine
göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin…)” 304
15- Haksız tekfir bumerang gibidir; karşısındaki mü’min olduğu
halde onu tekfir eden kişinin kendisine bu sıfat döner.
Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: “Bir kimse diğerine,
‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir
ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği
küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” 305; “Hiç kimse, bir
302 İbn Teymiyye, Külliyat, c. 3, Tevhid Yay, s. 238-239
303 Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Y., 35-37
304 4/Nisâ, 94
305 Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 91 -
başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şâyet itham altında bırakılan kişide
bu sıfatlar yoksa o söz, onu söyleyene döner.” 306
16- İhtiyatlı davranmak gerekir. “Tekfir ettiğimiz şahıs ya kâfir
değilse?” diye düşünülüp yapılan tekfirin isabet edememesi halindeki
feci durum değerlendirilmelidir.
17- Te’vilsiz tekfir, şeksiz küfürdür. Muvahhid mü’minlerin
görevi tebliğdir. Tebliğ, kesinlikle tekfirden üstündür. Müslümanların
hedefi, kişiyi küfre teslim etmek değil; aksine küfrün pençesinden
kurtarmaktır. Küfrüne delâlet edecek kendisine göre ciddi
deliller olmadan bir müslümanı tekfir, kişinin kendisinin kâfir olmasına
sebep olur. Kabul edilebilecek bir te’vili olanı da bizim tekfir
etmemiz câiz olmaz. Müslümanlar, yargıç rolünü üstlenmemeli,
tebliğle görevli olduklarını unutmamalıdır.
18- Tekfir kararı şahıslara bırakılmış değildir. Tekfire İslâm
mahkemesi karar verir. İslâm devletinde bir müslümanın küfre
girip girmediğine Ulu’l-emr veya nâibi (onlar adına kadı/hâkim);
İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde ise, mü’minlerin kendi içlerinden
seçtiği imam karar verir. Tekfîrle ilgili soruşturma, yargılama
ve ilgili işlemleri yürütme mercii, İslâm Devleti’nin makamlarıdır.
Bir müslümanın küfür suçu işlediğine karar verip onu tekfir edip
“kâfir” muâmelesi yapmak ve hakkında gerekli işlemleri yaparak
suçluyu cezalandırmak, yalnızca İslâm devletinin güvenlik ve yargı
makamlarının yetkisindedir.
19- Büyük günahlar imanı zedeler, zayıflatır, ama iptal etmez.
Bu konu, “Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu ve Tekfîr” başlığı
ile ileriki sayfalarda işlenecek, konu hakkında geniş bilgi verilecektir.
20- Dinden çıkarmayan bazı günahlar hakkında “küfür” kelimesini
kullanmak câizdir. Bu kullanış, tağlîz ve korkutma gayesini
güder. Bu çeşit tağlîz, yani ağır sözlerle caydırma işi, hadislerde
bazen imanın nefyedilmesi ile yapılmıştır. “… Ve tekfurne’l-aşîr (…
Kocalarınıza karşı kâfir oluyorsunuz; yani nankörlük ediyorsunuz).” 307 Bu
konu da ileriki sayfalarda daha geniş şekilde açıklanacaktır.
21- Naslarda ortaya çıkan küfür veya şirk, büyük ve küçük
küfür (veya şirk) diye ikiye ayrılır. Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle
buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın
kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü,
306 Buhârî, Edeb 44
307 Buhârî, Hayz 6, Zekât 44, İman 21, Küsûf 9, Nikâh 88; Müslim, Küsûf 17,
hadis no 907; İman 132, hadis no 79
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 92 -
karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir
şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir
şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden
mağfiret dileriz’ deyin”308 buyurdu.
Şirkin küçüğü, gizlisi vardır. Küfür de bazen nankörlük anlamında
kullanılır; kâmil iman yokluğu gibi anlamlara gelebilir. “Onların
çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler”309 Allah Rasûlü (s.a.s.)
bu konuda şöyle buyurdu: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük
şirktir.” ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır.
Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman:
‘Dünyada kendilerine riyâ/gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin.
Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?’ buyurur.”310
Kasimî, tefsirinde şöyle demiştir: “Herhangi bir hadiste “Kim
şöyle bir şey yaparsa ... o kimse şirke düşmüştür veya küfre düşmüştür.”
şeklinde vârid olan ifadelerden, kişiyi İslâm milletinden
çıkaran küfür veya sahibine mürtedlik hükümlerini icrâ ettiren
şirk kastedilmemektedir. (Bu konuda çokça hadis rivâyeti vardır.
Onlardan birkaçı: “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din
kardeşi için de sevip istemedikçe iman etmiş olmaz.” 311; “…Birbirinizi
sevmedikçe iman etmiş olmazsınız…”312). Meselâ Buhârî: “Küferâni’l-
Aşîre; Küfrün dûne Küfür” (İnsanı kâfir yapan “küfr”ün dışında
“küfür”) diye bab açmıştır.313
İbn Kayyım şöyle demiştir: Küfrü bu şekilde kısımlara ayırmak;
Allah’ın kitabını, İslâm’ı, Küfrü ve gereklerini en iyi bilen
sahâbelerin sözüdür. Bu önemli meseleler de onlardan başka
kimseden öğrenilmez. Muteahhirîn (sonradan gelenler), onların
murâdını anlayamadıkları için iki kısma ayrıldılar. Birinci kısım,
günah-ı kebâir (büyük günah) işleyeni İslâm milletinden ihraç
edip cehennemde ebedî yanmaya mahkûm ettiler (Hâricîler
gibi). İkinci kısım ise, onları imanları kâmil tam mü’minler yaptılar
(Mürcie gibi). İkinci gurup, kelime-i şehâdet getiren herkese kâmil
308 İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-
93, hds. no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s.
504, hds. no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hds. no: 716; Münzirî,
Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hds. no: 33; İbn Hacer el-
Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hds. no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-
273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir
309 12/Yûsuf, 106
310 Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457
311 Buhârî, İman 6, 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19,
33; İbn Mâce, Mukaddime 9
312 Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no: 54
313 Kasimî, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1307
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 93 -
iman sahibi mü’min demek sûretiyle haddi aştı. Birinci gurup da
her günah işleyeni cehenneme mahkûm edip Allah’ın rahmetini
iptal edip kuruttu. Allah Teâlâ, Ehl-i Sünneti doğru yola iletip sözlerin
en âdiline ulaştırdı. Ehl-i Sünnetin, dalâlet fırkalarına karşı
konumu, İslâm’ın muharref dinlere karşı konumu gibidir.314
Ebû Bekir b. el-Arabî şöyle der: Buhârî “Hayat yoldaşına nankörlük
etmek bir nevi küfürdür ve kâfirliğin berisinde kâfirlik vardır
babı” derken muradı; İtaatlere iman ismi verildiğini açıklamak
ve mâsiyetlere de dinden çıkarıcı küfür mânâsı kastedilmeyen
küfür ismi verileceğini beyan etmektir. Buhârî, günah çeşitleri
arasından hayat yoldaşına nankörlük küfrünü hârika bir dikkatle
seçmiştir. O da hadis rivâyetinden yola çıkarak kadının kocasına
yaptığı nankörlüğe “küfür” kelimesini genel anlamıyla kullandı.
Ancak buradaki küfür, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür değildir.
315
Büyük günahlara küfür kelimesinin genel olarak kullanılması
o günahlardan nefret ettirmek ve onları işlemeye mâni olmak
içindir. Ancak genel olarak kullanılan küfür kelimesinden kastedilen;
kişiyi İslâm milletinden çıkarıcı küfür olmadığı ortadadır.
Meselâ Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Müslümana sövmek
fâsıklık, onunla savaşmak, onu öldürmek küfürdür.”316; “Her günahı
Allah’ın mağfiret buyurması muhtemeldir. Ancak, bilerek mü’mini öldüren
veya kâfir olarak ölen kimse hâriç.”317; “Benden sonra birbirinin
boyunlarını vuran kâfirlere benzemeyin.”318 Sahâbe arasında fitnenin
zuhuruyla meydana gelen savaşta onlar birbirlerini tekfir için bu
vb. nasları delil olarak kullanmamışlardır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bizlerle
onlar arasındaki ahit namazdır; kim de onu terk ederse küfre girer.”
“Muhakkak ki namaz, insan ile küfür ve şirk arasında bir perdedir. Namazı
terketmek bu perdeyi kaldırmaktır.”319 Nitekim bazı rivâyetlerde, namazı
bilerek terkedenin kâfir olacağı, bazı rivâyetlerde ise “Allah’ın
zimmetinden uzaklaşacağı”320 hadisinde âlimlerin sahih, râcih görüşlerine
ve cumhurun üzerinde olduğu görüşe göre namazı tembellikle
terk eden kimse tekfir edilmez. “Kim Allah’tan başkasına yemin
ederse muhakkak şirk koşmuştur yahut küfretmiştir.” 321 Rasûlullah’ın
314 İbn Kayyım, Kitabus-Salât, 26
315 Fethu’l-Bârî, c. 1, s. 104-105
316 Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman
15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4
317 Nesâî, Tahrîm 1 -7, 81-
318 Buhâri, 7080; Müslim, 65/118
319 Müslim, İman 134
320 Ahmed b. Hanbel, V/238; İbn Mace, 4034
321 Müslim, Eymân 4
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 94 -
(s.a.s.) bu hadisinde kastedilen küfür; sahibini İslâm milletinden çıkaran
küfür olmayıp küçük küfür olduğu mâlumdur. Riyâ da aynı
kısımdandır. “Şüphesiz riyâ şirktir.”322; “Riyâ/gösteriş için oruç tutan, namaz
kılan, sadaka veren kimse Allah’a şirk koşmuştur.” 323
İman ve küfrün dereceleri, çeşitleri olduğu gibi, nifakın da
kendine göre kısımları vardır. Bunlar, itikadî ve amelî olmak üzere
iki ana grupta toplanır. Kur’an’da belirtilen münâfıklar ve onların
özellikleri açıklanırken, itikadî münâfıklara işaret edilmiştir.
Hadis-i şeriflerde gündeme getirilen münâfıklar ve özellikleri ise,
amelî münâfıklardır. İmana aykırı olmayarak, sadece amelle ilgili
olan nifakın bu çeşidi, küfür değildir; fakat büyük günahtır. Bir
kimsenin, müslüman olduğu halde, yalan, emânete hıyânetlik, sözde
durmama, hile ve riya gibi bazı münâfık alâmetlerini üzerinde
taşıdığı olur. Zira bu çeşit nifak alâmetlerinden tamamen sâlim
olmak, hayli güçtür. O yüzden, bazen farkında olmadığı halde bir
mü’minde münâfıkların sıfatlarından bulunabilir. Çünkü bazı nifak
alâmetlerinin İslâm’la bir arada bulunması mümkündür.
Nifak, amelde olursa suçtur, günahtır. Amelle ilgili nifak vasıfları
insanı küfre götürmez. Bu bakımdan bir insanın, inanç yönünden
nifakı apaçık olmadıkça; ihmal, tembellik ve ihtiras gibi birtakım
nefsânî zaaflar yüzünden ortaya çıkan kusurları sebebiyle
münâfıklığına hükmedilmez. Çünkü genel anlamda münâfık sözü,
meselenin iman – küfür yönünü ifade eder. “Münâfığın alâmeti üçtür.
Söz söylerken yalan söyler. Vaad ettiği, söz verdiği zaman sözünde
durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder.” 324;
“Dört şey kimde bulunursa hâlis münâfık olur. Kimde bunlardan bir kısmı
bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıktan bir haslet
kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet etmek,
söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü
tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır.” 325 Hadis-i şerifte
belirtilen (bazı rivâyetlerde üç; bazı rivâyetlerde dört) vasıf aynı
anda bir kişide tümüyle bulunsa dahi, imanla ilgili olmadıkça, o
kimseye münâfık denmemelidir.
22- İman, bazen küfür, nifak veya câhiliye ile birlikte bulunabilir.
İbn Kayyım şöyle der: “Bir adamda küfürle beraber
iman, şirkle beraber tevhid, takvâ ile beraber fücur... olabilir. Bu,
Ehl-i Sünnetin en önemli usullerinden biridir. Ehl-i Sünnete bu
usûlde Hâricîler, Mu’tezile ve Kaderiye gibi Ehl-i Bid’at muhâlefet
322 İbn Mâce, Fiten 16
323 et-Terğîb ve't-Terhîb, 1/32
324 S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 31; Tirmizî, İman 14
325 S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 95 -
etmiştir. Günah-ı kebâir sahibi kimselerin ateşten çıkışı ve orada
ebedî kalmamaları işte bu usul üzere bina edilmiştir. Kur’an, sünnet,
sahâbenin icması ve fıtrat, bu usûlün doğruluğuna delâlet
etmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Onların çoğu, Allah’a şirk
koşmadan iman etmezler.”326 Bu âyette şirkle beraber Allah onların
imanını ispat etmiştir. “Bedevî Araplar; ‘İman ettik’ dediler. De ki: Siz
iman etmediniz, fakat ‘Müslüman olduk’ deyin. Henüz iman kalplerinize
girmedi. Eğer Allah’a ve Rasûlüne itaat ederseniz Allah, yaptığınız
amellerinizin karşılığını eksiksiz -tam olarak- öder ve siz haksızlığa uğratılmazsınız.
Allah ğafûr ve rahîmdir.”327 Allah Teâlâ bedevîlerin imanını
nefyederken (olumsuz kılarken) Müslüman olduklarını, Kendisine
ve Rasûlüne itaat ettiklerini ifade etmiştir. “Mü’minler o kimselerdir
ki Allah’a ve Rasûlüne iman ettiler, sonra şüpheye düşmediler; Allah yolunda
mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte (iman iddiasında) doğru olanlar
bunlardır.” 328 Bedevîler iki görüşten doğru olanına göre; münâfık
değillerdi. Allah’a ve Rasûlüne itaatleri sebebiyle Müslüman idiler.
Bununla beraber kendilerini kâfirlerden ayırt edici bir nevi iman
olsa da, kâmil mü’minler değillerdi. 329 Bu konu hakkında da ileriki
sayfalarda yer yer tamamlayıcı bilgi verilecektir.
23- Kâfirde mü’min amelinden bazıları, onu mü’min yapmadığı
gibi, bazen mü’minde de kâfir ameli bulunabilir; bu da
mü’mini kâfir yapmaz. İbn Kayyım şöyle diyor: Bir kulda iman şubelerinden
bir şubenin olması onun mü’min diye isimlendirilmesini
gerektirmez. Her ne kadar o kuldaki şube iman ise de sahibi
mü’min diye isimlendirilmez. (Doğru sözlü veya sadaka veren bir
kâfirin mü’min diye isimlendirilmediği gibi veya insanlığa yararları
dokunan kâfirlerin mü’min olmadığı gibi.)
Küfür de öyledir, bir kulda küfür şubelerinden bir şubenin olması
onun kâfir diye isimlendirilmesini gerektirmez. Her ne kadar
o şube küfür ise de sahibi kâfir diye isimlendirilmez. Bir kimsede
az bir ilmin olması onun âlim diye isimlendirilmesini gerektirmiyorsa
fıkhın veya tıbbın bazı meselelerini bilen kimselerinde fakîh
veya tabip olarak isimlendirilmelerini gerektirmez. İman şubesinin
iman, nifak şubesinin nifak, küfür şubesinin de küfür olarak
isimlendirilmesine bunlar mâni değildir.
Bir kimseden küfür alâmetlerinden bir alâmet sâdır olduğunda
alelıtlak (genel olarak) kâfir sıfatı verilmez. Haram olan bir şeyi
irtikâp (kötü bir iş işlemek) eden kimseye “o fâsıktır” denilmemesi
326 12/Yusuf, 106
327 49/Hucurât, 14
328 49/Hucurât, 15
329 İbn Kayyım, Kitabu’s-Salât, s. 25
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 96 -
de yine böyledir.330 Ancak burada, o kimse haram olan bir şeyi
irtikâp ettiği halde fıska düşmedi denmek istenmiyor. Onun
“fâsık” sıfatı -fıskta ısrarı sebebiyle- o fiilin sahibine galebe gelmesinden
sonra gerçekleşir. Zinâkâr, hırsız, gâsıp vb. kimseler mü’min
olmakla beraber kâmil mü’min diye isimlendirilmedikleri gibi, küfür
alâmetlerinden herhangi bir alâmeti bulunduran kimseye de
kâfir denilmez. Her ne kadar işlediği fiil küfür hasletlerinden olsa
da durum böyledir. Zira masiyetlerin (isyan etme) hepsi küfür şubelerinden
olduğu gibi, Allah’a itaat olan bütün ameller de iman
şubelerindendir.331
24- Bazen bir fiil küfür olduğu halde, işleyen kâfir olmayabilir.
Allah Rasûlü’nün (s.a.s.): “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük
şirktir.” ‘buyurması üzerine ashâb: “Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?”
diye sordular. Rasûlullah: “Riyâdır…” buyurur.332 İnsanı müşrik
yapmayan şirk için bir örnektir riyâ. Hadis-i şeriflerde geçen
münâfık alâmetlerinin herhangi birisi veya birkaçı üzerinde görülen
bir müslümana “münâfık” veya “kâfir” denilemez, bu vasıflardan
dolayı bu kimseye bu hüküm ona verilemez.
Kasimî, tefsirinde şöyle demiştir: “Herhangi bir hadiste “Kim
şöyle bir şey yaparsa... o kimse şirke düşmüştür veya küfre düşmüştür.”
şeklinde vârid olan ifadelerden, kişiyi İslâm milletinden
çıkaran küfür veya sahibine mürtedlik hükümlerini icrâ ettiren
şirk kastedilmemektedir. (Bu konuda çokça hadis rivâyeti vardır.
Onlardan birkaçı: “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din
kardeşi için de sevip istemedikçe iman etmiş olmaz.” 333; “…Birbirinizi
sevmedikçe iman etmiş olmazsınız…”334 Meselâ Buhârî: “Küferâni’l-
Aşîre; Küfrün dûne Küfür” (İnsanı kâfir yapan “küfr”ün dışında
“küfür”) diye bab açmıştır.335
İbn Kayyım şöyle demiştir: Küfrü bu şekilde kısımlara ayırmak;
Allah’ın kitabını, İslâm’ı, Küfrü ve gereklerini en iyi bilen
sahâbelerin sözüdür. Bu önemli meseleler de onlardan başka
kimseden öğrenilmez. Muteahhirîn (sonradan gelenler), onların
murâdını anlayamadıkları için iki kısma ayrıldılar. Birinci kısım,
günah-ı kebâir (büyük günah) işleyeni İslâm milletinden ihraç edip
330 “Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında
bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa o söz, onu söyleyene döner.” (Buhârî,
Edeb 44)
331 İbn Kayyım, es-Salât, s. 19
332 Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457
333 Buhârî, İman 6, 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19,
33; İbn Mâce, Mukaddime 9
334 Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no: 54
335 Kasimî, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1307
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 97 -
cehennemde ebedî yanmaya mahkûm ettiler (Hâricîler gibi). İkinci
kısım ise, onları imanları kâmil tam mü’minler yaptılar (Mürcie
gibi). İkinci gurup, kelime-i şehâdet getiren herkese kâmil iman
sahibi mü’min demek sûretiyle haddi aştı. Birinci gurup da her
günah işleyeni cehenneme mahkûm edip Allah’ın rahmetini iptal
edip kuruttu. Allah Teâlâ, Ehl-i Sünneti doğru yola iletip sözlerin
en âdiline ulaştırdı. Ehl-i Sünnetin, dalâlet fırkalarına karşı konumu,
İslâm’ın muharref dinlere karşı konumu gibidir. 336
Ebû Bekir b. el-Arabî şöyle der: Buhârî “Hayat yoldaşına nankörlük
etmek bir nevi küfürdür ve kâfirliğin berisinde kâfirlik vardır
babı” derken muradı; İtaatlere iman ismi verildiğini açıklamak
ve mâsiyetlere de dinden çıkarıcı küfür mânâsı kastedilmeyen
küfür ismi verileceğini beyan etmektir. Buhârî, günah çeşitleri
arasından hayat yoldaşına nankörlük küfrünü hârika bir dikkatle
seçmiştir. O da hadis rivâyetinden yola çıkarak kadının kocasına
yaptığı nankörlüğe “küfür” kelimesini genel anlamıyla kullandı.
Ancak buradaki küfür, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür değildir.
337
Büyük günahlara küfür kelimesinin genel olarak kullanılması
o günahlardan nefret ettirmek ve onları işlemeye mâni olmak içindir.
Ancak genel olarak kullanılan küfür kelimesinden kastedilen;
kişiyi İslâm milletinden çıkarıcı küfür olmadığı ortadadır. Meselâ
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Müslümana sövmek fâsıklık,
onunla savaşmak, onu öldürmek küfürdür.” 338; “Her günahı Allah’ın
mağfiret buyurması muhtemeldir. Ancak, bilerek mü’mini öldüren veya
kâfir olarak ölen kimse hâriç.” 339; “Benden sonra birbirinin boyunlarını
vuran kâfirlere benzemeyin.”340 Sahâbe arasında fitnenin zuhuruyla
meydana gelen savaşta onlar birbirlerini tekfir için bu vb. nasları
delil olarak kullanmamışlardır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bizlerle onlar
arasındaki ahit namazdır; kim de onu terk ederse küfre girer.” “Muhakkak
ki namaz, insan ile küfür ve şirk arasında bir perdedir. Namazı terketmek
bu perdeyi kaldırmaktır.”341 Nitekim bazı rivâyetlerde, namazı bilerek
terkedenin kâfir olacağı, bazı rivâyetlerde ise “Allah’ın zimmetinden
uzaklaşacağı”342 hadisinde âlimlerin sahih, râcih görüşlerine ve
cumhurun üzerinde olduğu görüşe göre namazı tembellikle terk
336 İbn Kayyım, Kitabus-Salât, 26
337 Fethu’l-Bârî, c. 1, s. 104-105
338 Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman
15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4
339 Nesâî, Tahrîm 1 -7, 81-
340 Buhâri, 7080; Müslim, 65/118
341 Müslim, İman 134
342 Ahmed b. Hanbel, V/238; İbn Mace, 4034
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 98 -
eden kimse tekfir edilmez. “Kim Allah’tan başkasına yemin ederse
muhakkak şirk koşmuştur yahut küfretmiştir.” 343 Rasûlullah’ın (s.a.s.)
bu hadisinde kastedilen küfür; sahibini İslâm milletinden çıkaran
küfür olmayıp küçük küfür olduğu mâlumdur. Riyâ da aynı kısımdandır.
“Şüphesiz riyâ şirktir.”344; “Riyâ/gösteriş için oruç tutan, namaz
kılan, sadaka veren kimse Allah’a şirk koşmuştur.” 345
25- “Lüzûm-i küfür değil de, iltizâm-ı küfür küfrü gerektirir.”
H. Karaman bu usûl kuralını şöyle açıklar: “Bir kimsenin belli bir
davranışı, dış görünüşü itibarıyla küfrü gerektiriyor, “bunu ancak
kâfir olan yapar, söyler” kanaatini veriyorsa buna “küfr-i lüzûmî”
denir. Bu durumda kişi, mezkûr davranışının küfrü gerektirdiğini
bilmiyor yahut bunu yaparken kâfir olmayı kast etmiyor olabilir.
Eğer şahıs, yaptığı (davranışının) ve söylediğinin küfrü gerektirdiğini,
müslümanın dinden çıkmasına sebep olduğunu biliyor ve bu
maksatla mezkûr davranışta bulunuyorsa, küfrü iltizam ediyor ve
benimsiyor demektir; işte buna da “küfr-i iltizâmî” denir.
Şimdi farklı düşünen, farklı davranışta bulunan iyi niyetli,
samimi müslümanlarla tartışmak, kardeşçe ve “birbirlerine karşı
merhametlidirler”346 ferman-ı İlâhîsine uygun üslupta karşı fikir ileri
sürmek, uyarmak... mümkündür, câizdir. Fakat onları tekfir etmek
câiz değildir. Çünkü bir kimsenin kâfir olmasının şartı iltizamdır
(küfrü benimsemesidir) yahut da söz ve davranışının İslâm içinde
kalmasına müsait hiçbir te’vile ihtimal taşımamasıdır.
Bu kurala göre bir kimsenin İslâm dairesinden dışarı çıkması,
müslümanlara göre yabancı sayılabilmesi için küfrü (müslümanlığa
sığmayan bir düşünce ve inancı) bilerek ve gönülden benimsemiş
olması gerekir. Kişi, küfrü gönülden ve bilerek benimsemediği
müddetçe, onun bir yorum veya davranışı, bir başkasına göre dinden
çıkmasını gerektiriyor diye o kâfir sayılamaz (böyle bir kimse
tekfir edilemez). Te’vîlin (yorumun) usûlüne uygun olarak yapılmamış
olmasından önemli hatalar doğabilir; böyle yorumlar kişi
ve grupları, Allah ve Rasûlü’nün (s.a.s.) murâdı olan İslâm yolundan
uzaklaştırabilir, ancak te’vil bulundukça küfre hükmetmek,
te’vil sahiplerini İslâm ümmetinden dışlamak oldukça düşünülmesi
gereken, sorumluluk getiren bir hüküm olur. Te’vîl, kişinin
şahsî düşünce, keşif, ilhâm ve temâyülünü vahyin üstüne çıkarıyor,
vahyi geri plâna itiyor, açıkça veya doğurduğu sonuç itibârıyla
akla ve ilhâma dayanan bir din getiriyorsa bu te’vil sahipleri ile
343 Müslim, Eymân 4
344 İbn Mâce, Fiten 16
345 et-Terğîb ve't-Terhîb, 1/32
346 48/Fetih, 29
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 99 -
birleşilemez. İslâm adına ortak bir hizmet gerçekleştirilemez
(Çünkü bunlar akaidî bir sapma içindedir). İhtilâf vahye öncelik
vermemekten değil de, onun sübutu (bize sağlam olarak intikali;
ki, bu ancak hadisler için sözkonusudur), yahut usûlünce yorumdan
kaynaklanıyorsa bu ihtilâf grupları ile işbirliği mümkündür ve
gereklidir.
Tekfir ve usulsüz tenkit... Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına
uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr
ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım müslümanları
parçalıyor, birbirine düşürüyor, usulüne göre tenkit ve düzeltme
kapısını da kapatıyor.” 347
26- Şirke bulaşan veya akîde
ve amelinde şirk izleri bulunan
her kim olursa (müslümanlardan) ona ne ıstılah mânâsıyla “müşrik”
diye hitab edilebilir ve ne de müşriklere yapılan muâmele
ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve davranışa,
ancak, tevhid
inancını temel inanç olarak kabul
etmeyen, vahiy, nübüvvet ve
Allah’ın kitabı’nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen
ve asıl dinleri şirke dayalı kimseler müstehaktır.
Küfre girip kâfir oldukları halde348 Yahûdi ve Hıristiyanlar
için Kur’ân-ı Kerim’de müşrik lafzı kullanılmayıp
başka bir ıstılah,
“ehl-i kitap” ıstılahı kullanılmıştır.
Dahası, onlarla müşrikler arasında
sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, müslümanların
onlarla olan ilişkileri, müşriklerle olan ilişkilerinden
ayrı ele
alınmıştır. “Allah’a şirk/ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar
evlenmeyin.”349 diyen Kur’an’ımız Kitap ehlinden olan, İncil’e veya
Tevrat’a inanmış bir kadınla müslüman bir erkeğin evlenmesine
izin/ruhsat vermiştir. 350 Ayrıca, Kur’an, ehl-i kitabın yiyeceklerini
müslümanlara helâl kılmıştır. “Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır.
Kendilerine kitap verilenlerin (yahûdi ve hıristiyanların) yiyeceği
size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir.” 351
Ancak, bütün bunlara rağmen Eğer Yahudi ve Hıristiyanlar
gerçekten de müşrik olarak görülse idi, onların da kadınlarıyla
evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Aynı şekilde Ehl-i Kitab’ın
kestiklerinin hükmü de müşriklerinkinden tamamen farklıdır.
Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke
bulaşmalarına rağmen tevhidi, asıl din olarak kabul etmektedirler.
347 Hayreddin Karaman, www.hayrettinkaraman.net
348 9/Tevbe, 30; 5/Mâide, 73
349 2/Bakara, 221
350 5/Mâide, 5
351 5/Mâide, 5
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 100 -
Bundan dolayı onlara
Müslümanlarla aralarında eşit olan kelimeye,
tevhid’e gelmeleri için çağrı yapılır:352 “Deyin ki, “Bize indirilene
de size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin tanrınız da birdir...”
353
Bunun aksine, Allah Teâlâ “müşrik” ıstılahını şirki
asıl din olarak
benimsemiş kimseler için kullanmıştır.
Onlar Peygamber Efendimize
(s.a.s.) şöyle itiraz
ediyorlardı: “Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor?
Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir” dediler.” 354 Onlar dinin akîde ve
amellerinin de vahiy ve risâletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı:
“Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denilince “hayır
biz baba ve
dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız’ derler.” 355
27- Mü’min süpürücü değildir. O, her şahıs hakkında özel
hüküm vermenin gereğine inanır. Bilir ki, içinde doksan dokuz
câninin yanında bir mâsum insan olan bir gemi varsa, aralarında
tek bir mâsum olduğu için o geminin batırılması câiz olmaz. İçinde
taş var diye pirinci atmadığı gibi, hatta taşların içinde pirinç
varsa onu da ayıklar.
Tebliğci, gönül doktoru olmalıdır. Küfür ve şirkle ilgili virüsler
bünyesine az-çok sızmış veya bu ihtimal olan hastalara nezâket
ve hassâsiyetle yaklaşmalı, onu tedavi etmeye çalışmalı; tedavisi
için kendisi faydalı olamayacaksa, başka branşları ilgilendiriyorsa,
başka doktorlardan yardım istemeli ve bir can kurtarmaya çalışmalıdır.
“Kim haksız yere bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi
olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibidir.”356
Adam öldürmekle suçlanan birinin “katil” olup olmadığına,
varsa hafifletici duruma ve verilecek cezanın ne olduğuna karar
vermek, halka düşmez; İslâm devletinin organlarının görev alanına
girer. Katil hükmü vermekten çok ağır olan “kâfir” hükmü
vermek için, genel hükümler kâfi gelmez; âlim ve müctehid de
olmayan bazı gençlerin, birtakım sathî bilgilerle nassları kendilerine
göre yorumlayarak hüküm çıkarmaları doğru ve geçerli değildir.
O şahsın hangi sebepten dolayı ve neyi kastederek bir sözü
söylediği veya davranışta bulunduğu ciddi şekilde araştırılır; kendi
gerekçeleri ve savunmaları dinlenir. Kalbi ve niyeti okunmaya
çalışılmaz. Zâhirle ve kendisini İslâm’a nisbetiyle karar verilir. Ben
İslâm’ın hiçbir hükmünü reddetmiyorum deyip şehâdet kelimesini
söylemesi onun Müslümanlığına hüküm vermeye yeterli gelir.
352 3/Âl-i İmran, 64
353 29/Ankebut, 46
354 38/Sâd, 5
355 2/Bakara, 170; Mevdûdi, Fetvalar, Nehir Yay, c. 2, s. 125-129
356 5/Mâide, 32
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 101 -
Nasslarda belirtilen açık bir küfür inancını savunuyorsa kendisine
delillerle doğru din tebliğ edilir, şüpheleri giderilir ve bu hastalık
tedavi edilmiş olur.
28- Tevhid konusunda aşırı hassâsiyet, tekfir konusunda da
aşırı ihtiyat gerekir. Milyonda bir ihtimalle şirk kabul edilebilecek
bir konuda kendimizi ısrarla korumak, yani böyle küçük çaplı
da olsa riskli söz ve davranışlardan kaçınma duyarlılığı göstermek
gerekir. Tekfir konusunda ise, bir söz veya davranış yüzde bir ihtimalle
küfür sayılmayabilen bir şey ise, muhâtabı tekfir etmemek
şiarımız olmalıdır.
İtici değil, çekici olmalıyız. Mıknatıs gibi olmalıyız; içinde az
da olsa iman cevheri olan bize yaklaşmalı. Zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcı;
nefret ettirici değil, müjdeleyici olmalıyız. “Kolaylaştırın,
zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”357 Ağzından köpük saçarak
kendi anlayışı dışındaki tüm Müslüman ve cemaatleri ağır
ifadelerle suçlayıp eleştirerek hayırlı bir yere varılamaz. İnsanları
tekfir edip kendisiyle aralarına duvar örerek onlara karşı tebliğ ve
örnekliği terk etmek, ancak hastalıklı bir tip oluşmasını sonuçlandırır.
Kardeşlik ve ümmet hukukuna riâyet edilmeden Allah’ın râzı
edilmesi mümkün değildir. Tek önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurur: “Nefsim yedinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe
cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.
Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi?
Aranızda selâmı yayın.” 358; “(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi) kişinin, müslüman
kardeşine hakaret etmesi kendisine (kötülük olarak) yeter. Her müslümanın
diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.” 359
Derdimiz bağcı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Yargı
yerine dâvet öne çıkmalı, tekfir ve mürtedlik damgalamasıyla
öldürülecek adam aramak yerine; ihyâ edilecek, hidâyetlerine
sebep olunacak tavırlar gerekiyor. Mesleğimiz yargıçlık değil,
itfaiyecilik ve doktorluk olmalı. Bilinçli şekilde savaşçı konumunda
olmayanları öldürmeye değil; onları kurtarmaya, ihyâ
etmeye koşmalıyız. Militanlık değil, merhamet fedâiliği gerekiyor
ıslah için, amel-i sâlih için, hakkı ve sabrı tavsiye için.
Unutmayalım ki, bir canı kurtaran/ihyâ eden, bütün insanları
kurtarmış gibi; haksız yere birini öldüren de bütün insanları
öldürmüş gibi olur. 360
357 Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5
358 Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no 54
359 Müslim, Birr 32; Ebû Dâvûd, Edeb
360 Bk. 5/Mâide, 32
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 102 -
29- İmanı izhar, kalpte de iman olduğunu gerektirmez. Biz
bir şahsın Müslüman olduğunu -zâhirine bakarak- söylüyor veya
mü’min olduğuna hükmediyorsak bu o şahsın bâtınının şirkten
sâlim olup cennete gireceğine hükmettiğimiz anlamına gelmez.
Bilâkis kişiye Müslüman hükmü dünya hayatındaki muâmelât için
verilir. Öyle bir kişi Müslüman babasına vâris olur, Müslümanlardan
biriyle evlenir ve Müslümanların mezarlığına defnedilir. Bununla
beraber o kişi küfrü gizleyen kimselerden olabilir. Çünkü
biz, insanların kalplerini yarmakla memur değiliz.
İbn Teymiyye şöyle der: “Dünyada câri olan hükümlere göre
zâhirde mü’min olan kişinin bâtında da mü’min olması gerekmez.
“...İman etmedikleri halde Allah’a ve âhiret gününe iman ettik…”361 diyen
münâfık kimseler de zâhirde mü’mindirler. Onlar Rasûlullah’ın
(s.a.s.) zamanında, Müslümanlarla beraber namaz kılar, onlardan
kız alır, kız verir, evlenirler, onların mirasını alır, onlara miras verirlerdi.
Buna rağmen Rasûlullah (s.a.s.) onlara küfrü izhar eden
kâfirlerin hükmüyle hüküm vermemiştir. Evlenmelerinde de, miraslarında
da, başka bir şeyde de münâfıklara kâfirlerin ahkâmını
uygulamamıştır. Abdullah b. Ubeyy münâfıkların en meşhuru olduğu
halde Müslümanların en hayırlılarından olan oğlu Abdullah
babasına mirasçı olmuştur.
Şeyhulislâm devamla: “Onların kanları ve malları koruma
altındadır. Kâfirlerin kanları ve mallarının helâl olduğu gibi,
münâfıklarınki de helâl değildir. Kendilerinin mü’min olduğunu
izhar etmeyip, aksine kâfir olduğunu izhar eden kimseler hakkında
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ‘Allah’tan başka
ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle
savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını
benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin
hesâbı/muhâsebesi ise Allah’a aittir.” 362
30- Müslümanlığıyla övünen, namaz kılan, Allah ve Rasûlünü
sevdiği belli olan, bunlarla birlikte günümüz câhiliyesinin etkisinde
kalan bazı insanların hükmü hakkında susmak en doğru
yoldur. İctihad ve yorumla tekfir etmenin sakıncasından ötürü,
âlimlerin ve Müslümanların icmâya varamayıp ittifak edemedikleri
ihtilâflı hususlarda muhâtaplarımızın bizim açımızdan delili çok
zayıf olduğundan geçersiz kabul etsek de te’villerini dikkate alıp
inkâr etmediklerini hesaba katmak zorunda olarak bazı insanlar
361 2/Bakara, 8
362 Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis
no 2623; Tirmizî, Tefsir 78, hadis no 2606-2607; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce,
Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 103 -
hakkında susmanın en ihtiyatlı tavır olduğunu düşünüyoruz. Günümüzde
her şey o kadar karışmış, “ak”la “kara”nın dışında ve bu
renklere az-çok benzeyen o kadar “ara ton”lar çıkmıştır ki, insanın
ak da diyemeyeceği, kara da diyemeyeceği hususlar çokça oluyor.
Ve ad koymada en doğrusu susmak diyorsunuz. Bazı insanların
adını koyamıyor; “mü’min desen tam benzemiyor; kâfir desen
diyemiyorsun” şeklinde sükût etmek zorunda kaldığımız kimseler
oluyor. Değişik bir tevillerle demokrasiyi savunan, tâğutlara oy
veren, heykelin karşısında tören denilen âyinlere katılan, Atatürk
ilkelerine bağlı kalacağına dair yemin eden veya metin imzalayan,
vahyi reddeden okulları onaylayan, tâğutî kurumları veya
tâğutları savunan… nice insan var. Öyle bir toplumda yaşıyoruz
ki hakla bâtıl karışmış, müslümanla kâfir ayırt edilemez olmuş.
Bu haksız tekfir ve muvahhid Müslümanlar arasındaki soğukluğa
sebep olan grup taassubu kırılıp ümmet gücüne erişince Allah’ın
yardımına muhâtap olacak bu topluluk, âlimlerin öncülüğüyle
Peygamberî usûlle tevhidi tüm topluma tebliğ edecek, şirk ve
putperestlik net şekilde insanlara anlatılacak. Tüm tartışmalar bitecek.
Hak ve bâtıl, tevhid ve şirk şeklinde saflar netleşince bu
insanlar bir tercih yapmak zorunda kalacaklardır. Ve o zaman onların
tercihlerine göre onlara isim vermek kolay ve şart olacaktır.
O günlerin bir an önce gelmesi dilek ve duâsıyla…
Bütün yukarıdaki maddeler, (cehâlet, ikrâh ve te’vil sözkonusu
olmaksızın) Kur’an ve Sünnetin kesin nasslarında açıkça
belirtilen herhangi bir küfür inancına sahip olan veya insanı
kâfir eden davranışlardan birini yapan kimse için geçerli değildir.
İslâm’a girdikten ve müslüman adını aldıktan sonra,
İslâm’dan
çıktığına dair nass bulunan herhangi bir kişinin, biz de aynı şekilde
İslâm’dan çıktığını söyleriz. Onun İslâm’dan çıktığına dair icmâ’
bulunsun veya bulunmasın,
bu konuda bizim için durum değişmez.
Diğer taraftan bütün müslümanların icmâ ile İslâm’dan çıkmış
olduğuna hüküm verdiği kimseler hakkında da icmâa uymak
(ve muhâlefet etmemek) vâcibdir. Müslüman olduktan ve İslâm
adını kazandıktan sonra İslâm’dan çıktığına dair nass bulunmayan,
icmâ da bulunmayan konulara gelince, böyle bir kimseyi
kesin
olarak elde etmiş olduğu bilinen Müslüman sıfatından, zanla
yahut da delilsiz bir iddia ile soyutlamak câiz değildir.
Ama şüpheli durumlardan sakınmak, her iki hususta ihtiyatlı
davranmak gerekir. Muhâtabı tekfir edince “ya kâfir değilse?!”
deyip ihtiyatlı olmak ve haksız tekfirde bulununca “kâfir” hükmünün
kendine döneceğini değerlendirip bu riske girmemek
ihtiyatın bir yönünü gösterir. Bu tavır, bir kimsenin yaptığı veya
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 104 -
söylediği şeyin % 99 ihtimalle küfür, % 1 ihtimalle küfür olmama
durumunda bile kendini göstermeli, en küçük ihtimali değerlendirip
tekfirden kaçınmalıdır. İhtiyatın diğer kısmı da şudur: Küfür
ve şirk ihtimali olan hususlardan şiddetle sakınmak gerekir. “Ya
şirkse ve bunu yaparsam ebedî olarak cehenneme atılırsam” diye
düşünüp milyonda bir ihtimalle bile şirk ve küfür olan şeyi yapmamak
ve yapanlarla çok candan ilişkilere girmemek lâzımdır. Şüpheli
şeylerden kaçınmak, imanın ve takvânın gereğidir.
Tekfîr Ahkâmı/Tekfirin Hükümleri
Bir kişi hakikatte küfre girdiği halde kâfir olduğu kesin ispatlanamamış
(ya da hiçbir kimse tarafından tekfir edilmemiş) ise
onun hesabını Allah görecektir. “Sırların ortaya çıkarılacağı gün, artık
onun ne gücü vardır, ne de yardımcısı.”363 Eğer tevbe etmeksizin küfrü
üzere ölürse ebedî olarak ateştedir. Çünkü Allah, kendisine şirk
koşulmasını affetmez.
Gerçekte küfür üzere olan herkesin, dünyevî hükümler konusunda
küfrünün ispatlanması mümkün olmayabilir. Bunu dört şekilde
açıklayabiliriz:
1) Kişinin küfre götüren itikadını gizleyip, söz ve fiilleri ile
bunu açıklamaması (zâhire göre Müslüman kabul edilmekle birlikte),
itikadî küfürdür. Örneğin; öldükten sonra dirilişi yalanlaması,
ama Müslümanlardan bu inancını gizlemesi gibi. Bu kişi zâhire
göre verilen hükümde Müslümandır. Ancak gerçekte kâfirdir ve
bu küfür münâfıkların büyük nifakı türündendir.
2) Bir kişinin küfre götüren söz ya da fiili ile küfrü açığa çıksa,
ancak bunu kimse görüp işitmese yine o kişi zâhirî hükme
göre Müslüman, ancak gerçekte kâfirdir ve bu kişi büyük nifakla
münâfık olmuştur. Bu ve önceki gruptakiler şu âyetin hükmüne
dâhil olurlar: “Çevrenizdeki bedevîlerden münâfık olanlar vardır. Sen
onları bilmezsin. Biz onları biliriz. Biz onlara iki kere azap edeceğiz, sonra
onlar büyük bir azâba döndürüleceklerdir.” 364
3) Yine bir kimse küfre düşürücü bir söz ya da fiilde bulunduğunda,
bazı kimseler bunu bildikleri halde yalnızca bir kişi
onun aleyhinde şâhitlikte bulunsa, tekfir edip hakkında riddet
hükmü vermek için gerekli olan şâhit sayısı tamamlanmadığı için,
bu küfre götürücü amel tespit edilmiş sayılmaz. Bununla birlikte
hâkimin o kişiye tazir cezası vermesi (yani had cezası dışında o kişiye
hapis veya dayak gibi cezalar vermesi) câizdir. Bunda şahitlik
363 86/Târık, 9-10
364 9/Tevbe, 101
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 105 -
eden kişinin âdil, âlim ve sâlih bir kimse olması etkilidir. Bu kimse
de yine zâhirde Müslüman, gerçekte ise kâfirdir.365
Peygamberimiz zamanındaki münâfıkların durumları genelde
bu üçüncü şekildeki gibi idi. Onlar kendi aralarında küfürlerini
açıklıyorlar, ancak birbirlerine şâhitlik etmiyorlardı. Bazen Müslümanlardan
bir kişi bunu işitiyor ve aleyhinde şâhitlik ediyordu. Ancak
ispat için bu, yeterli olmuyordu. Zeyd İbn Erkam’ın, Abdullah
İbn-i Ubeyy’in şöyle dediğine şâhitlik etmesi gibi: “Medine’ye döndüğümüzde
şerefli kimseler zelil olanları oradan çıkaracaktır.”366
Vahiy Zeyd’i doğruladığı halde Peygamberimiz vahiy ile onları cezalandırmayıp
şer’î ispat yollarını tercih etti. Çünkü münâfıkların
sözlerinin çoğunluğu açık olmayıp ihtimal taşıyan sözler oluyordu.
4) Kişi, küfre düşürücü bir söz ya da fiili açıkça ortaya koysa,
bu yaptığı hareketi veya sözü ikrar etse yahut buna iki kişi ya da
daha fazlası şâhitlik etse veya bu yaptığı insanlar arasında yaygın
olarak biliniyor olsa (istifâda ile) bu küfre götürücü ameli o kişinin
işlediği şer’î olarak ispatlanmış olur. Ancak o kişi hakkında küfür
hükmünü vermek için bu durum da yeterli değildir, hükme mâni
olan şeylerin olup olmadığına bakılması gerekir.
Bu dört durum hakikatte kâfir olan ve (dördüncü durum hâriç)
dünyevî hükümlerde küfre götürücü ameli kat’i olarak tespit edilemeyen
kişi hakkındadır.
Bir kimsenin açık bir şekilde küfrüne şâhit olduğumuz halde,
o kimseyi tekfir edip onun kâfir olduğuna hükmetmemize mâni/
engel olabilir. Böyle bir engel varsa, yine tekfirden kaçınmak gerekir.
Tekfîre Engel Olan Mâniler
Engel/Mânî: Varlığı, hükmün varlığını ortadan kaldıran şeydir.
Ancak bulunmaması hükmün bulunmasını veya bulunmamasını
gerektirmez. Engeller (mâniler) şartlarda olduğu gibi üç kısma
ayrılır:
a) Fâilde Bulunan Engeller: Kişiye ârız olan ve şer’an onun
söz ve fiillerinden sorgulanmasına engel olan şeydir. Bu engeller
“avârıdu’l-ehliyye” (ehliyetin engelleri) diye isimlendirilir. Aşağıda
açıklaması yapılacaktır.
b) Fiilde Bulunan Engeller: (Yani sebepte bulunan engellerdir)
Fiilin açıkça küfre delâlet etmemesi veya şer’î delilin küfre delâlet
edişinin kesin olmaması gibi.
365 Bk. İbn Ferhun, Tebsıratu’l-Hukkâm, c. 2, s. 281
366 Buhârî
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 106 -
c) İspat Edilmesi Konusundaki Engeller: Meselâ şahitlerden
birisinin çocuk veya âdil olmayan bir kimse olması dolayısıyla
şehâdetinin kabul edilmemesi gibi.
Acaba, bazı müslümanları tekfir edip onları kâfirlikle suçlayan
kardeşlerimiz bu konuları biliyorlar mı? Eğer bilmiyorlarsa gerçekten
büyük bir günaha girmiş olurlar. Tekfir hükmünü, ancak
ilim ehli olan, bu konuda yeterli ilimle donanmış âlim verir. İnsan,
kesin bilmediği şeyi iddia etmemelidir. Zira tartışma tek taraflı olmaz.
Tekfir eden taraf varsa tekfir edilen taraf da var demektir.
Ehliyetin Engelleri
Ehliyetin engelleri (avâridu’l-ehliyye), edâ ehliyeti ile alâkalıdır.
Bu da mükellefte görülen ve onun söz ve fiillerinin şer’î açıdan
muteber sayılmasına engel olan durumdur. Bu durumda kişi söz
ve fiillerinden sorgulanmaz ve bu söz ve fiillerin sonucunda kulların
hakları dışında, Allah Teâlâ’nın hakları ile alâkalı şeylerde
herhangi bir sorumluluğu yoktur.
Ehliyetin engelleri (avâridu’l-ehliyye) iki kısma ayrılır:
1) Semâvî Engeller: Allah’ın takdiri olup, oluşmasında kulun
herhangi bir etkisinin olmadığı engellerdir. Örneğin, yaşın küçük
olması, delilik, psikolojik dengesizlik, uyku ve unutma gibi. Bu
engellerden birisi kendisinde bulunan kimse herhangi bir suç işlerse
bundan dolayı ona bir günah yoktur. Sorumluluk o kişiden
kalktığı için bu fiilden sorgulanmaz ve cezalandırılmaz. Ancak insanların
hakları ile ilgili şeylerde sorumludur. Örneğin, telef ettiği
malların değerleri, diyetler ve bunun gibi şeyleri ödemek zorundadır.
Çünkü bunlar toplumsal kurallardır. Bu semâvî engellerin
karşılığında ise şartlar vardır. Örneğin yaşın küçük olması bâliğ
olmanın karşıtı, delilik ve dengesizlik de akıllı olmanın karşıtıdır.
Yani muayyen bir kimseyi tekfir etmenin şartları arasında akıllı ve
bâliğ olma şartı vardır. Temyiz çağına ulaşmış çocuğun riddeti ile
ilgili konuda ihtilâf vardır. Hanbelîlerde olduğu gibi riddetin çocuk
için de geçerli olduğunu ancak bâliğ oluncaya kadar istitâbe
uygulanıp cezalandırılmayacağını söyleyenler de vardır.367
Kişinin kendisinden kaynaklanıp, belirli bir kimsenin tekfirine
engel olarak kabul edilen şeylerden bazıları şunlardır:
Dil Sürçmesine Yol Açan Hata
Kasıtlı olmadan küfür sözü söylemek. Bu, tekfirde gerekli olan
367 el-Muğnî Mea’ş-Şerhi’l-Kebîr, c. 10, s. 91-92
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 107 -
kasıt şartını yani mükellefin yaptığı şeyi bilinçli olarak yapması
şartını ortadan kaldırdığı için engel teşkil eder. Hatanın engel olmasının
delili şu âyet-i kerimedir: “Hata olarak yaptıklarınızda ise sizin
için bir sakınca (vebal) yoktur. Ancak kalplerinizle kasdederek yaptıklarınızda
vardır” 368
Dil sürçmesinin tekfire engel oluşunun bir başka delili, hadiste
geçen bineğini kaybedip sonra tekrar bulduğunda “Allah’ım,
sen benim kulumsun ben de senin rabbinim” diyen adamın misalidir.
Rasûlullah (s.a.s.) onu, “Sevincinin şiddetinden hata etti” diye nitelendirmiştir.
Kişinin hâlinin hangi duruma işaret ettiği de (karâinu’lhal),
hatanın engel olarak kabul edilip edilmemesinde etkilidir.
Te’vilde Hata
Te’vil, nassın delâletini anlamamaktan doğan (hatalı) bir ictihad
ya da karıştırma sebebiyle, şer’î delili farklı bir konuma oturtmak,
yanlış yorumlamak demektir. Mükellef, küfür amelini işler
ve anlamada hataya düştüğü delile dayanarak onu küfür olarak
görmez. Öyleyse, bu hatada kasıt şartı ortadan kalkmıştır. Bunun
için te’vilde hata yapması, onun tekfirine engel olur. Ona delil
getirilip hatası açıklandığında (ikametu’l-hucce) bu fiilinde ısrar
ederse o zaman kâfir olur. Bunun delili ise Kudâme İbn Maz’un
olayıdır. Bu olayda Kudâme, içki içmeyi helâl saymış (ki içkiyi helâl
kabul etmesi küfürdür) ve buna şu âyeti delil getirmişti: “İman
eden ve sâlih amel işleyenler için yedikleri ve içtikleri şeylerde kendileri
için bir günah yoktur.” 369 Ömer (r.a.) had uygulamak istediğinde
ona bu âyeti delil gösterdi. Hz. Ömer ona hatasını açıkladı ve içki
için had cezası uyguladı. Bu olay sahâbenin icmâsı ile te’vilde hata
etmenin tekfire engel olduğuna delildir. Bu, anlamı genel olan şu
âyetin de kapsamına girer: “Hataya düştüğünüz şeylerde sizin için bir
günah yoktur.” 370 Benzer hadis-i şerif de vardır: “Şüphesiz Allah, ümmetimden
hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeylerden sorumluluğu
kaldırmıştır.” 371
Bununla birlikte te’vilde yapılan her hata geçerli bir özür sayılıp
tekfire engel değildir. Özür sayılan, şer’î delile bakılıp onu
anlamada düşülen hatadır. Özür sayılmayan hata ise, şer’î bir delile
dayanmaksızın sadece görüş ve hevâdan kaynaklanan hatadır.
Aynen İblis’in Âdem’e secde etmekten kaçınırken “ben ondan
368 33/Ahzâb, 5
369 5/Mâide, 93
370 33/Ahzâb, 35
371 Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27; İbn Mâce, Talâk, 16
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 108 -
daha hayırlıyım; beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın”372 diye iddiada
bulunması gibi. Bu yalnızca görüştür. Te’vilde hata yapılması
durumunda, te’vil yapan kimseye hüccet ikame edildiğinde, te’vil
engeli ortadan kalkar.
Cehâlet Engeli
Mükellefin küfür fiilini işlerken onun küfür olduğunu bilmemesi
gibi. Cehâleti (eğer geçerli sayılabilecek bir cehâlet ise) tekfirine
engel olur. Bunun delili ise şu âyettir: “Biz, peygamber gönderinceye
kadar hiçbir topluma azap edecek değiliz” 373 Dünyada ve
âhirette azap ancak tebliğ ulaştıktan sonradır. Özür veya engel
olarak kabul gören cehâlet; mükellefin kendisi veya ilim kaynakları
ile ilgili bazı sebeplerden dolayı, giderme imkânı bulamadığı
cehâlettir. Ancak öğrenmeye ve cehâleti gidermeye imkân olduğu
halde bunu yapmıyorsa mâzur görülmez ve gerçekte bilmiyor olsa
dahi hükmen biliyor sayılır (yani bilen bir kişinin hükmündedir).
İkrah Engeli
Bu, mükellefin fiilini kendi irâdesi ile yapması şartının zıddıdır.
İkrahın tekfire engel kabul edilmesinin delili şu âyettir: “Kalbi iman
ile mutmain olduğu halde zorlanan (ikrah altında olan) hâriç, kim iman
ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse...” 374 Küfre zorlamanın, kişinin tekfirinde
geçerli bir engel olarak kabul edilebilmesi için, ölüm ile
veya bir organının koparılması ile tehdit yahut da kişiye çok şiddetli
bir işkencenin yapılıyor olması şartı vardır. Bu, çoğunluğun
görüşüdür ve tercih edilen de budur. Şâfiî fakîhlere göre, daha
hafif şeyler de ikrah kapsamına girer.
Aklı Gideren Sarhoşluk
Sarhoşluğun tekfire engel olup olmaması konusunda ihtilâf
vardır. İbnu’l-Kayyım engel olarak saymıştır. Hanbeliler ve
Şâfiilerce tercih olunan, sarhoşun riddetinin geçerli olduğu görüşünün
aksine, İbnu’l-Kayyım sarhoşluğu riddete engel olarak kabul
etmiştir ki bu Hanefiler’in görüşüdür. 375
Başkasından Aktarma Yoluyla Küfür Sözü Söylemek
Örneğin; Allah’ın Kur’an’da bize bildirmiş olduğu kıssalarda
geçen kâfirlerin sözlerini okumak (ki Allah Teâlâ bunların
372 7/A’râf, 12; 38/Sâd, 76
373 17/İsrâ, 15
374 16/Nahl, 106
375 Bk. İbnu’l-Kayyım, İ’lâmu’l-Muvakkıîn, c. 3, s. 5; el-Behvetî, Keşşafu’l-
Kına’, c. 6, s. 176; İbn Kudâme, el-Muğnî Mea’ş-Şerhi’l-Kebîr, c. 10, s. 109
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 109 -
okunmasını bizlere emretmiştir), şâhidin hâkime işitmiş olduğu
küfür sözünü aktarması, kâfirlerin yazmış oldukları makalelerin
içerisinde bulunan fesadı açıklamak ve bunları cevaplandırmak
için nakletmek gibi şeylerin hepsi câiz veya vâcip olabilir. Söyleyen
kişi tekfir edilmez.376 Burada önemli bir ayrıntı vardır: Yukarıdaki
örneklerde de geçtiği gibi küfrü şer’î bir amaçla aktaran kişi için
bir sakınca yoktur. Ancak bir kimse bunu beğenerek ve râzı olarak
aktarırsa o kişi kâfir olur. Bu ikisini (aktardığı şeyi onaylayıp onaylamadığını)
anlamakta karâinu’l-hal’in etkisi vardır. Küfrün şaka
ile işlenmesi ilim ehlinin ittifakı ile tekfire engel değildir.
2) Semâvî Olmayan Engeller
Bu hususu dört madde halinde ele alacağız.
1) Engellerin Araştırılması: Buna “istitâbe” denilir
2) Engellerin Araştırılması: Bu, imkân olduğu takdirde vâcip
olur; imkân bulunamadığı takdirde ise bu vâciplik düşer.
3) Engelin mûteber sayılması konusunda tek kaynak Şeriattır.
Belirli bir şahıs hakkında engelin geçerli sayılıp sayılmamasında
başvurulacak mercî ise kadıdır, İslâm devletinde yargı görevi yapan
hâkimdir.
4) Engel kalktığı halde kişi küfürde ısrar ederse kâfirdir.
1) Engellerin Araştırılması: İstitâbe; aslında tevbe etmesini istemek
anlamındadır ve ancak kişinin kâfir ve mürted olduğuna
hüküm verildikten sonra olabilir. Kişinin kâfir ve mürted olduğuna
hüküm verilmesinden önce, hükmün şartlarının yerine gelip
engellerin bulunup bulunmadığının araştırılmasına da istitâbe adı
verilir. İstitâbe, hem hüküm meclisinde hüküm verilmeden önce
şartların ve engellerin bulunup bulunmaması durumunu araştırma
ve hem de hüküm verildikten sonra tevbe talep etme anlamlarında
kullanılır.
2) Engellerin Araştırılması: Engellerin araştırılmasının mümkün
olmadığı haller şunlardır:
Güç Yetirilememe Durumu: Güç yetirilen kişi, kâdının/hâkimin,
kişinin hüküm verilecek olan meclise getirilmesini sağlamasının
ve gerektiğinde kendisine had cezası uygulamasının mümkün
olduğu kimsedir. Güç yetirilemeyen (mümtenî) ise bunun tam
tersidir. Güç yetirilen kimse hakkında engellerin araştırılması gerekmektedir.
Mümtenîde ise engeller araştırılmadan hakkında
hüküm verilir.
376 Bk. İbn Hazm, el-Fasl, c. 3, s. 250
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 110 -
Ölüm: Eğer ölen kişinin dini konusunda vârisleri arasında bir
çekişme meydana gelir; kimi Müslüman, kimisi de mürted olarak
öldüğünü iddia ederse hüküm vermek için şâhitler ile yetinilir. Bir
kimse mürted olur, sonra aklını kaybeder ve tevbeye çağırılmadan
ölürse kâfir olarak öldüğüne hükmedilir.377
Sarhoş: Bir kimse mürted olur ve sarhoş iken ölürse kâfir olarak
ölür. Eğer bu sarhoşluğu halinde bir kimse onu öldürürse herhangi
bir ceza yoktur. Bu görüş sarhoşluğun riddete engel olmadığını
söyleyenlere aittir. 378
Tüm bu durumlarda, engeller araştırılmadan ve istitâbe uygulanmadan
kişi hakkında riddet hükmü verilir. Mürted olarak ölen
bir kimseye Müslüman olan vârisleri mirasçı olamaz. Bununla
birlikte şâhitler, ölen veya güç yetirilemeyen (mümtenî) kişi için
tekfirine engel olacak şeylerin bulunduğuna şâhitlik ederlerse, bu
engellere itibar edilmesi vâciptir.
3) Engelin mûteber sayılması konusunda tek kaynak Şeriattır.
Belirli bir şahıs hakkında engelin geçerli sayılıp sayılmamasında
başvurulacak mercî ise kadıdır, İslâm devletinde yargı görevi yapan
hâkimdir.
Tekfirin engeli; şer’î delil ile engel olduğu açıklanan şeydir.
Tekfire engel olduğu şer’an sâbit olmayan şey ise; insanlar bunu
engel saysalar ve bununla mâzeret bildirseler de özür olarak kabul
edilmez.
Bazı kimseler şer’an mûteber sayılmayan özürlerle tekfirden
men etme konusunda çok aşırıya gittiler. İnsanların özür olarak
gösterdikleri her şey geçerli değildir. Allah Teâlâ şöyle der: “Eğer
onlara sorarsan biz dalmış eğleniyorduk derler. De ki; Allah ile O’nun
âyetleri ve Rasûlü ile mi alay ediyordunuz? Özür beyan etmeyin, imanınızdan
sonra küfre girdiniz.”379 Mâzeret gösterdiler ancak mâzeretleri
kabul edilmedi: “Onlara döndüğünüzde size özür bildirdiler. De ki:
Özür bildirmeyin, size kesin olarak inanmıyoruz.”380 Her mâzeret engel
olarak kabul edilmez. Bâtıl olan mâzeretlerden birisi de; kâfir
oluşu kesinleşen bir kimsenin (örneğin Allah’tan başkasına duâda
bulunmak veya dine hakaret etmek gibi) şehâdet kelimesini söylemesi
veya namaz kılmasını onun tekfirine engel olarak göstermektir.
377 Bk. eş-Şafii, el-Umm
378 Bk. el-Muğnî Mea Şerhi’l-Kebir, 10/109 ve el-Umm, 6/158
379 9/Tevbe, 65-66
380 9/Tevbe, 94
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 111 -
Hükümlerin engelleri (tekfirin engelleri de bunun içindedir)
insanların engel zannettikleri şeyler değil, geçerli oldukları, şer’î
delillerle belirlenen, yani şer’an muteber sayılan engellerdir. Engelin
belirli bir kimse hakkında geçerli sayılabilmesini ise, dâvâya
bakan kâdı belirler. Örneğin cehâlet ve ikrahın tekfire engel olduğu
şer’î delil ile sabittir; ancak belirli bir şahıs hakkında geçerli
olup olmadığına, yani kişinin câhil veya ikrah altında olup olmadığına
karar verecek olan kâdıdır.
Yine bu geçersiz mâzeretlerden birisi de; kâfirler için onları
saptıran önderlerini mâzeret olarak göstermektir. Bunun geçersizliğine
Allah Teâlâ’nın şu âyetleri delâlet eder: “Ateşin içerisinde
tartışırlarken, zayıf olanlar müstekbirlere derler ki: ‘Gerçekten biz, sizlere
tâbî olan kimselerdik. Şimdi siz ateşin bir parçasını bile bizden uzaklaştırabilir
misiniz?’ Büyüklenenler derler ki: ‘Biz hepimiz de ateşteyiz. Artık
Allah kullar arasında hüküm vermiştir.”381; “Sen o zâlimleri Rableri huzurunda
durdurulmuş olarak suçlamayı birbirlerine yöneltirken bir görsen;
mustaz’af olanlar müstekbirlere derler ki: ‘Eğer sizler olmasaydınız
bizler mü’minler olurduk.’ Müstekbirler ise mustaz’aflara şöyle derler:
‘Size hidâyet geldikten sonra biz mi sizi ondan alıkoyduk? Hayır, siz zaten
mücrimlerdiniz.’ Mustaz’aflar müstekbirlere; ‘Hayır, siz gece-gündüz
hîle kurup bize Allah’a karşı küfürde bulunup, Ona denkler koşmamızı
emrediyordunuz’ derler. Ve azâbı gördüklerinde pişmanlıklarını gizlerler.
Biz, küfredenlerin boyunlarında halkalar kıldık. Onlar yapmakta olduklarından
başkasıyla mı cezalandırılacaklar?”382 Bu nass ile önde gelenlerin
zayıfları saptırdığı, onlara hile kurup küfrü emrettikleri; ancak
bunun, zayıfların tekfirine ve onların cezalandırılmasına engel
olmadığı kesin olarak anlaşılmaktadır. Hatta bazılarının özür zannettiği
bu saptırılma olayı, küfür çeşitlerinden birisi olan “taklit
küfrü”dür. Bu ise, Yahûdilerin, Hıristiyanların ve diğer kâfir toplulukların,
kendilerini saptıran önderlerini taklit eden avâmının
küfrüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki: Ey Kitap Ehli, dininizde
haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve
doğru yoldan sapan bir topluma uymayın.”383
Geçersiz olan özürlerden birisi de, mürted olan bir kimse için,
onun ilim ehli olduğunu mâzeret göstermektir. Sanki ilim ehli
küfürden korunmuştur! Allah Teâlâ nebîler hakkında şöyle buyurur:
“Eğer Allah’a ortak koşsalardı, işlemiş oldukları tüm ameller boşa
giderdi.”384
381 40/Mü’min, 47-48
382 34/Sebe’, 31-33
383 5/Mâide, 77
384 6 En’âm/88, Bkz:39 ez-Zümer/65
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 112 -
Küfrün, nebîler için mümkün olmaması, onların dışındaki
insanlar için mümkün olmamasını gerektirmez. Âlim olan
bir kimse, belli bir ilme sahip olduğu halde küfre düşebilir:
“Ameller son durumlarına göredir.” Bunun bir örneği de Allah
Teâlâ’nın şu âyetidir: “Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz,
fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine
uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku.” 385
Bunun örnekleri bu ümmette de çoktur. Rasûlullah’ın (s.a.s.)
vahiy kâtiplerinden olan Abdullah İbn Sad İbn ebi’s-Serh gibi,
Rasûlullah (s.a.s.) hayattayken mürted olan kimseler olduğu gibi,
Onun vefatından sonra da mürted olanlar olmuştur. Küfre götürücü
bid’atlere çağıran kimselerin çoğu şer’î ilimlere sahip olan
kimselerdir.
4. Engel Kalktığı Halde Kişi Küfürde Israr Ederse Kâfirdir: Engel
ya kendiliğinden kalkar; yaşın küçük olması gibi; ya sebebin
ortadan kalkmasıyla kalkar, buna ikrah ve sarhoşluğu örnek verebiliriz;
ya da hüccet ikame edilmesiyle ortadan kalkar, buna da
cehâlet ve te’vilde hata etmeyi örnek olarak verebiliriz. Engel
kalktığında kişi hala işlediği fiilde ya da sözünde ısrar ediyorsa, o
andan itibaren kâfir sayılır.
Bunlar, şer’î mâzeretlerdir ve şer’î mâzeretler ortadan kalktıktan
sonra kişi hâlâ şer’an mûteber olmayan mâzeretler ortaya
atacak olursa bu ondan kabul edilmez. Zira artık öne süreceği
mâzeretleri ortadan kaldırılmış ve öne süreceği bir şey bulunmamaktadır.
Geçersiz olan mâzeretler ileri sürmesine itibar edilmeksizin
Ebû Hanife’nin yolundan gidenlerin de dediği gibi “Kişi artık
içinde barındırdığı küfrünü açığa vurmuş, ancak bu küfrünü örtmek
için yollar aramaktadır.” Bundan dolayıdır ki bu gibi kimseler
kâfir olmuşlardır.
“Zâhire göre uygulananan dünyevî hükümlerde, küfre düşürücü
bir söz söylediği ya da bir fiil işlediği şer’î yollarla sabit olan bir
şahıs hakkında tekfir hükmünün şartları yerine gelip engeller ortadan
kalktığında kâfir olduğu hükmü verilir. Hükmü, buna ehil
olan bir kimse verir. Eğer hakkında hüküm verilen kimse İslâm devletinde
güç yetirilen bir konumda ise; yetkili olan kimsenin cezayı
uygulamadan önce o kişiye istitâbe uygulaması vâciptir. Eğer bir
güç arkasında veya dâru’l-harbe sığınarak korunuyor (mümtenî)
ise ona istitâbe uygulamadan öldürmek ve malını almak herkes
385 7 A’raf/175
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 113 -
için câizdir. Bu konuda, sonuçta elde edilecek olan maslahat veya
mefsedete bakılarak uygun olan tercih edilir.”
Hükmü, Buna Ehil Olan Kimse Verir
Tekfirin kuralını verirken kullandığımız “Hükmü, buna ehil
olan kimse verir” ifadesindeki; “hükmü... verir” sözüyle, şartlar
yerine gelip engeller ortadan kalktığında, kişi hakkında küfre götürücü
ameli sebebiyle küfür ve riddet hükmünün verilmesi kastedilmiştir.
“Hüküm vermeye yetkili olan kişi” sözünün anlamı ise;
kâdı, müftî veya ilim ehli birisi olmasının gerektiğidir. Müctehid
birisi olması uygun olur. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hâkim
hüküm verdiğinde ictihad eder ve doğruyu bulursa onun için iki ecir vardır,
içtihadında yanılırsa bir ecir vardır.”386 Eğer müctehid olan birisi
yoksa mukallid olabilir. Âlimlerin bildirdiği mertebelere göre, uygun
olan bir mukallid âlim hüküm verir.
İslâm devletinde, Dâru’l-İslâm’da bir kimse irtidat ettiğinde, o
kişi hakkındaki hükmü, hüküm verme yetkisine sahip olan kâdı
verir. Kâdıların hâricinde âlimlerden herhangi birisi o kişinin durumu
hakkında bir şey söylerse o, hüküm değil, fetvâ olur. Dâru’lİslâm’da
hüküm vermek, müftîye değil, kâdıya aittir. Çünkü kâdı
yetkisi dolayısıyla şartların yerine gelip engellerin ortadan kalkmasını
araştırma imkânına sahiptir. Kâdının hükmü, ihtilâfı ortadan
kaldırır, verdiği hüküm ancak Kitap veya Sünnet’ten bir nassa
yahut icmâya muhâlif olursa o zaman bozulur.387 Bir kimse mürted
olup dâru’lharp olan bir yere gitse yahut dâru’lharpte mürted
olsa; bu konuda yetkili olan kâdı veya bir başkası, bu kimse
hakkındaki hükmü verir; hükmü uygulamak ise herkes için câizdir
(Salman Rüşdi örneğinde olduğu gibi).
“Eğer hüküm verilen kimse, dâru’l-İslâm’da güç yetirilen bir
konumda ise” ifadesindeki “güç yetirilen” sözünün anlamı; mürtedin,
yöneticinin yahut kâdının gücü altında bulunmasıdır. Bu, ya
gerçek anlamıyla tutuklu olması, ya da hükmen, engellenemeyecek
şekilde her an tutuklama ve soruşturma imkânının bulunmasıdır.
“Dâru’l-İslâm’da” sözü “güç yetirilen” sözünün bir tefsiri niteliğindedir.
Çünkü kişi ancak dâru’l-İslâm’da bulunduğunda Müslümanların
gücü altında bulunabilir. Dâru’l-harpte bulunan bir
kimse Müslümanların gücü altında değildir. Bu demek değildir ki;
386 Buhârî ve Müslim
387 Bk. el-Muğnî Mea Şerhi’l-Kebîr, c. 11, s. 403-405; İ’lâmu’l-Muvakkıîn, c. 4,
s. 224
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 114 -
dâru’l-İslâm’da bulunan herkes güç yetirilebilir durumdadır. Bazen
böyle olmaya da bilir. Dâru’l-İslâm’da güç yetirememek, âsîlerin
baş kaldırması, örneğin yol kesen saldırganların durumunda olduğu
gibi silâhlanıp çete oluşturmaları gibi durumlarda olabilir.
“Dâru’l-İslâm” ifadesi; İslâm şeriatı uygulanan her ülke anlamında
kullanılmıştır. Ayrıca mümtenî olma durumu sadece grup
halinde olanlara has değildir; bilakis mümtenî bir tek kişi de olabilir,
bir grup da olabilir. Aynen Abdullah İbn Sa’d İbn Ebi’s-Serh’in
irtidat edip fetihten önce Mekke’ye kaçması olayında olduğu gibi.
Şeriat bu ikisi arasındaki farkı genel bir kuralla bildirmiştir. Hatta
eti yenilmesi helâl olan hayvanlarda bile güç yetirilen ve güç yetirilemeyen
(mümtenî’) arasındaki fark belirtilmiştir. Güç yetirilen
bir hayvanın (velev ki aslı vahşi olan ceylan da olsa) yenilebilmesi
için şer’an uygun bir şekilde kesilmesi vâciptir. Ancak güç yetirilemeyen
hayvanların, vücudunun herhangi bir yerinden yaralayarak
öldürmek sûretiyle eti helâl olur. Şeriatın getirdiği kural, güç
yeten durumlarda şartların daha ağırlaşması, güç yetmediğinde
ise hafifletilmesidir.
Tekfirin kuralındaki “cezayı uygulamasından önce o kişiye
istitâbe uygulaması vâciptir” sözündeki bu vâciplik “güç yetirilen”
kimse için geçerlidir. İstitâbe, aslında mürtedden tevbe etmesini
istemek anlamındadır. Tevbeye çağırma işini yalnızca kişinin
riddetine hükmeden kimse yapabilir. Ancak âlimlerin sözlerinde
istitâbe; hüküm verilmeden önce şartların ve engellerin araştırılması
anlamında da kullanılmıştır. Buna binâen istitâbe; hüküm
verilen ortamda hüküm verilmeden önce şartların ve engellerin
araştırılması ve hüküm verildikten sonra tevbeye çağırma olaylarının
her ikisi için de kullanılır. Bundan da şu sonuç çıkmaktadır:
İlim kitaplarında; “şu sözü söyleyen veya şu fiili işleyen kimseye
istitâbe yapılır” ibaresi okunduğunda, bunları işleyen kimsenin
kâfir olup ondan tevbe etmesinin istenmesini ifade etmediğinin
anlaşılması gerekir. Bilakis bu ibare, kişinin küfre götürücü bir
amel işlediği ve onun durumunun (yani hükmünün) belirlenebilmesi
için şartların ve engellerin araştırılmasının gerektiğini ifade
eder. Daha sonra, bu kişi hakkında ya mâsum olduğuna hüküm
verilir ya da mürted olduğuna hüküm verilip tevbe etmesi istenir.
İstitâbenin kişi hakkında hüküm verilmeden önce şartların ve
engellerin araştırılması anlamında kullanılması sahâbenin icmâsı
ile sâbittir.
Güç yetirilen kimse için bu istitâbeyi yapmak vâciptir. Mümteni’
için de mümkün olduğu taktirde bu uygulanır. Mümteni’ olan
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 115 -
mürted hakkında hüküm verecek olan kimseye, bir engelin bulunduğu
ulaşırsa buna itibar etmesi gerekir. Ancak böyle bir engelin
bulunduğu ulaşmamışsa engel var mıdır, yok mudur diye araştırması
ve hükmü ona bağlaması gerekmez; özellikle de hükmü verme
konusunda beklemek Müslümanlara bir zarar getiriyorsa.
Hakkında riddet hükmü verilmiş olan bir kimseden tevbe etmesini
istemek anlamındaki “istitâbe”ye gelince; bu, ilmî kitaplarda
çok meşhur olan bir husustur ve bunun birçok delili vardır: “Küfür
kelimesini söylediler ve İslâmlarından (Müslüman olduktan) sonra kâfir
oldular... Eğer tevbe ederlerse onlar için daha hayırlı olur.”388; “İmanlarından
sonra kâfir olan bir kavme Allah nasıl hidâyet eder... Ancak, bundan
sonra tevbe edip kendilerini düzeltenler hâriç.” 389
İlim ehlinin çoğuna göre bu istitâbe vâciptir. Hanefîler,
Zâhirîler ve Şevkânî bunun vâcip olmadığı görüşündedirler. Tercih
edilen görüş ise istitâbenin vâcip olduğudur.
Mürtedin tevbesi, şehâdet getirmesi ve işlemekle küfre girdiği
ameli terk etmesi ile olur.390 Tevbe, bâtınen ve hükmen olmak üzere
iki kısma ayrılmaktadır. Bâtınen Tevbe: Pişmanlık, günahı terk
edip bir daha işlememeye azmetme, dil ile istiğfarda bulunma,
eğer işlediği günah, kulların hakları ile ilgili ise bu hakları yerine
getirmedir. Geçerli tevbe ancak bu şekilde olur. Hükmî Tevbe: Günah
işleyen kimsenin bu günahını bırakarak insanların arasında
tevbesini ve pişmanlığını açıklamasıdır.
Tekfirin kuralında “Yetkili olan kimsenin cezayı uygulamasından
önce” sözü; dâru’l-İslâm’da güç yetirilen kimse için geçerlidir.
Mürted eğer tevbe etmezse kanı ve malı helâl kılınarak cezalandırılması
vâciptir. Kadın ve erkek bu cezalandırılmada eşittirler.
Dâru’l-İslâm’da yönetimde olan imam yahut onun yardımcısı olan
vali, kâdı veya onun yardımcıları olan kişiler cezayı uygular, fertler
kendi kendilerine cezalandırma yapamazlar ve hadleri uygulayamazlar.
Bu konuda Müslümanlar ihtilâf etmemişlerdir ve Rasûlullah
(s.a.s.) döneminden itibaren İslâm devleti ortadan kalkıncaya kadar
bu böyle uygulana gelmiştir.
İmamdan başkası mürtedi öldürdüğünde üzerine düşmeyen
bir şey yaptığı için ta’zir cezası uygulanır, ancak mürtedin kanına
karşılık bir şey gerekmez. Ancak, imam hadleri uygulama
388 9/Tevbe, 74
389 3/Âl-i İmrân, 86-89
390 Bk. önceki kaynaklar
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 116 -
konusunda gevşeklik gösteren birisi ise, halktan birilerinin bunu
yapması vâcip olur. Bununla birlikte bu durumu; “Küfrü birçok
kimse tarafından bilinen, bunu işlediği sâbit olmuş ve tevbe ettiği
de bilinmeyen bir kimse için geçerli olduğu” şeklinde algılamak
uygun olur.
Tekfirin kuralında “Yetkili olan kimsenin cezayı uygulamasından
önce” sözü; dâru’l-İslâm’da güç yetirilen kimse için geçerlidir.
Mürted eğer tevbe etmezse kanı ve malı helâl kılınarak cezalandırılması
vâciptir. Bu sözü şöylece açıklayabiliriz. Dâru’l-İslâmda
kendisine ulaşılabilen bir kimse küfür amelini işlemesi yahut küfür
sözünü söylemesinin ardından orada yaşayan ve bu hali gören herkes
tarafından tekfir edilmez. Kâdıya havâle edilir; zira bu kimsenin
herhangi bir mâzeretinin olup olmadığını araştıracak olan ve
bu araştırma ve sorgulama neticesinde ortaya çıkan verilere göre
küfür ameli işleyen kimsenin öne sürebileceği mâzeretlerin şer’an
geçerli bir mâzeret olup olmadığına karar verecektir. Eğer geçerli
bir mâzeret ile işlemiş ise tekfir edilmez. Şer’an geçerli olan bir
mâzeret ile küfür ameli işlemiş ise orada bulunan ve olaya şâhit
olanların hemen onu tekfir etmesinin nekadar da yanlış olduğu
ortaya çıkmaktadır.
Günümüz dünyasında halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu
söylenen ve daha evvel İslâm’ın hâkimiyetine girmiş, şimdilerde
ise Dininin hikümlerini terk ederek beşerî kanunlarla
hükmetme ve Allah’ın kanunlarını iptal ederek Allah’ın kullarını
yöneten istilâcı, şeriatten uzak “mürted”, “mümtenî” yöneticilerin
yönettiği ve irtidat devletleri haline gelmiş vatanlarda ise hükmün
verilmesi ve bu hükmün uygulanması kâdıya bağlı değildir.
Artık kadılık müessesi kaldırılmış “mürtedlerin” beşerî kanunları
yürürlüğe konulmuştur. Yöneticilerin İslâm’ı bırakarak irtidat
ettikleri ve ülkeleri küfür ile yönettikleri toplumlarda, “ben Müslümanım”
diyen bir kimsenin küfür ameli işlemesi veya küfür sözünü
söylemesi durumunda bu kimseye (veya kimselere) kim hüküm
verecektir? Öncelikle bu gibi ülkelerde Müslümanların bir cemeat
çatısı altında toplanarak içlerinden en hayırlı kabul ettikleri bir
Müslümana bağlanmaları şart ve farzdır. Şu halde mürtedlerin
yönetimde olduğu bu ülkelerde küfür amelinin işlenmesi halinde
fâile hükmü Müslümanların cemaatinin emîrinin yahut bu cemeat
içinden ilim sahibi olan bir kimsenin vermesi gerekmektedir. Yahut
bulunuyor ise bir fetvâ makamı, hükmü oradan istemelidir (Ki
bu noktada da cemaatin ne kadar önemli olduğu görülmektedir).
Bu durumda, şeraite aykırılık bulunmadığı müddetçe emîr veya
ilim sahibi olanların önüne geçilmemeli ve ihtilâf çıkarılmamalıdır.
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 117 -
Ne var ki bugün Müslümanların yaşamış oldukları ülkelerde
uzun zamandan beri (eksiklerine ve hatalarına rağmen) uygulanan
İslâm hükümlerinin şimdilerde uygulanmadığı görülmektedir.
Mürted mümtenîlerin yönettiği tâğutî devletlerde Müslümanların
sevip kendilerine bağlandıkları bir emîrleri ve bir cemaatleri bile
yoktur. Öyleyse hükmü vermek işi kime aittir? Allah Teâlâ: “Eğer
bilmiyorsanız ilim ehline sorun”391 buyurmaktadır. Allah (c.c.) ilmi ve
ilim ehlini övmüş ve bilmeyen kimselerin ilim ehline sormasını emretmiştir.
Böylece mürted mümtenî tâğutların yönetimde olduğu
ve küfür üzere hükmettiği ülkelerde “kadı”, “müftü” veya emir
yahut cemaatin bulunmaması sebebi ile hükmü, bu saydıklarımızın
dışında, bilinen ve tekfir kurallarını bilen, bu işin ilmine vâkıf
olan bir ilim sahibi tarafından verilmelidir.
Hak Edeni Tekfir Etme Gereği
Tekfir: Söylediği bir söz ya da sergilediği bir davranış nedeniyle,
birinin İslâm Dini’nden çıktığını söylemeye ve bunu bir hüküm
olarak kabul etmeye “tekfîr”denir.
Burada belirtilmesi gereken bir konu da, küfrünü açıktan ilan
edenleri bir endişe duymadan küfürle damgalamamızın gereğidir.
Buna karşılık; içlerinde iman olmasa da, dışlarında İslâmî bir
görüntü oluşturanlardan
el çekmeli, dilimizi tutmalıyız. Bu gibi
kimseler İslâm örfüne
göre ‘münâfık’tırlar. Dilleriyle iman ettik
derler kalpleriyle inanmazlar. Ya da yaptıkları söylediklerini
tasdik
etmez. Dış görünüşlerine bakılarak onlara
da müslümanlara
uygulanan hükümler tatbik edilir. Ahirette ise içlerindeki küfür
sebebiyle esfel-i safiline yuvarlanırlar.
İrtidâd, akıllı ve bâliğ kimsenin zorlama olmadan İslâm dinini
fiil, söz veya inanç bağlamında terk etmesiyle gerçekleşir. Delinin,
aklı ermeyen çocuğun ve mükrehin/zorlananın dinden dönmesi
geçerli değildir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana
kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden
kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar.” 392
Kişinin sözlü, fiilî veya itikadî olarak gerçekleştirdiği davranışının
dinden çıkmayı gerektirdiğini bilmesi ve bunu bilerek yapması
gerekir. Hatta İmam Şâfiî’ye göre, kişinin bu işi bilerek yapması da
391 16/Nahl, 43; 21/Enbiyâ, 7
392 Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 118 -
yetmez, dinden çıkmaya niyetlenmesi de gerekmektedir. Çünkü
ameller niyetlere göre değer kazanır. 393
Tekfirciliğin Sebepleri
Özellikle, düzenin din kurumu Diyanet’in ve liderleri dışarıda
olan büyük cemaatlerin temsil ettiği ılımlı İslâm anlayışına ve
televizyon müftülerine haklı olarak tepki gösteren bazı gençler,
çözümü hakları olmadığı halde tekfircilikte aramaktalar. Tekfirciliğin
birçok sebebi vardır. Bunlar içinde grup taassubu ve üstü
örtülü olsa da kibir ön sırada yer alır. Sadece kendisinin ve içinde
bulunduğu grubun cenneti hak ettiğini, kendini Müslüman sayma,
diğer fertlerin ve cemaatlerin tümüyle bâtıl yolda olduğunu
ve cehennemi hak ettiğini değerlendirme yatmaktadır haksız
tekfirciliğin kökeninde. Sanki cennet çok küçüktür, başkaları da
cennete gitse kendisine yer kalmayacaktır ve Allah’ın rahmetini
sanki o dağıtmaktadır. Yetersiz Kitap-Sünnet bilgisi, İslâmî eserlerin,
özellikle tevhidî mesaj veren yazarların yanlış yorumlanması
ve yüzeysel değerlendirmeler de bu sebepler arasındadır.
Bir yanlışa karşı çıkmanın onlarca yolu vardır. İslâm’ın onaylamadığını
düşündüğümüz bir söz ya da davranışın ve bunların
sahibinin eleştirilmesi için tekfir dışında lügatlerde yüzlerce kelime
bulunabilir. Kaba kuvvet nasıl acziyetin ve aşağılık duygusunun
göstergesi ise, haksız tekfir de aynen öyledir. Fikre fikirle
karşı çıkmak gerekirken, karşı tarafın delillerinin çok daha güçlü
delillerle çürütülmesi gerektiği halde, damgalandırıp yargısız
infaza başvurmayı tercih eder tekfirci. Haksız tekfir; ucuzculuktur,
ithamdır, sûi zandır, önyargıdır, toptancılıktır, süpürücülüktür.
Haksız tekfir taraftarının gözünde iki renk vardır: Beyaz ve siyah.
Beyaz, üzerine hiç toz konmayan bembeyazdır; siyah da kapkaradır.
Tekfircinin mantığı “ya hep ya hiç” şeklinde formüle edilebilecek
kumarbaz mantığıdır. Tabii haksız tekfirin neticesi görevden
kaçmadır, tekfir edilen grup ve şahıslarla bağları koparmak, onları
aşağılayıp tebliğ ve dâveti onlara götürme ihtiyacı duymamaktır.
Haksız tekfir, genellikle psikolojik rahatsızlıkları üzerinde barındıran,
kişiyi diğer insanlardan soyutlayan, daireyi küçülte küçülte
kendisi gibi inananları bile kâfir saydıran anormal tipler oluşturur.
Cemaat ve cemiyetler, birbirlerine çevirdikleri eleştiri oklarını
önce kendi nefislerine ve gruplarına çevirmelidir. Tevhide
393 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Itk 6, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Talâk 11; Eymân 23;
Müslim, İmâre 155; Ebû Dâvud, Talak 11; Nesâî, Tahâre 59, Talak 24,
Eymân 19; İbn Mâce, Zühd 26; Abdülkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinâiyyü’lİslâmî,
2/719
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 119 -
duyarlı cemaatleri ve onlara mensup olan fertleri barıştırmalıyız.
Muvahhid mü’minler ve cemaatler, birbirine haksız olarak yönelttiği
ağır eleştiri ve tekfir oklarını, grup farkı gözetmeksizin tüm
mü’minlere düşmanlık yapan güçlere yöneltmelidir. Müslüman
gruplar birbirlerini tekfir ederken, İsrail’i, Amerika’yı ve onların
dostu konumundaki başlarındaki tâğutları, İslâm’a açıkça düşmanlık
yapan egemen güçleri unuttuklarının farkında bile değiller.
Kardeşliğin gereği, karşımızdakini yanlışlardan kurtarmaktır;
tekfirciliğin gereği ise onu küfre nisbet edip onunla ilişkileri kesmek
ve onu yanlışlarıyla baş başa bırakmak ve hatalarının daha
da keskinleşmesi için zemin hazırlamaktır. Haksız tekfir, en büyük
iftiradır. Kul haklarının, hakkı gasbetmenin en büyüğüdür.
Açıkça küfrü ispatlanamayan kimselerin şahit olduğumuz
itikadî yanlışlarını düzeltmeye çalışmak yerine, onları bulundukları
yanlışlarla baş başa bırakmak, hatta sert ithamlar ve yanlış
damgalandırmalarla Müslümanların arasını bozmak, farkında olmadan
ifsadçı olmaktır. Hâlbuki Kur’an, mü’minlerle ilgili bir haber
geldiğinde onu hemen kabullenmemeyi, doğruluğunu tahkik
edip araştırmayı emrediyor. Mü’minlerin arasını ıslah etmeyi emrediyor.
“Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun
doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz
de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” 394; “Eğer mü’minlerden iki grup
birbirleriyle vuruşur savaşırlarsa aralarını düzeltin. Şâyet biri ötekine saldırırsa,
Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer
dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve adâletli davranın. Şüphesiz ki
Allah, âdil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin
arasını düzeltin ve Allah’tan korkun, umulur ki merhamete
ulaşırsınız.” 395
İnanılıp kabul edilmesi gereken esaslar, Kur’an’ın inanç konusundaki
kesin hükümleridir; kelâmî konular ve şahıslara, mezhep
ve cemaatlere göre değişen yorumlar değildir. Reddedilmesi gereken
esaslar, falan veya filan mezhebin ya da cemaatin tartışılabilecek
görüşlerinden önce, “lâ” diye kestirilip atılması gereken
tâğûtî anlayışlar, şirk ve küfür olduğu kesin olan görüş ve yaklaşımlardır.
Tüm müslümanları bağlaması yönüyle iman ve küfür
konuları (yani bir kimseyi mü’min kabul etmek veya onun müşrik
olduğuna hükmetmek), beşerî görüşlere dayanmamalı, göreceli
ve tartışmalı konulardan, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmelerden
uzak olmalıdır. Vahye dayanan ve Kur’an ilkelerinin temel
alındığı ilkelerdir bizim söylemek istediğimiz.
394 49/Hucurât, 6
395 49/Hucurât, 9-10
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 120 -
Bugün nice insan, cemaatinin, ağabeylerinin veya okuduğu kitapların
etkisiyle farklı insanları kolayca tekfir edebiliyor. Bir kimse,
Kur’an’ın kesin bir hükmünü yalanlamadığı müddetçe, inkâr
etmediği veya Allah’a kesin şekilde şirk koşmadığı müddetçe o
kimsenin tekfir edilmesi yanlıştır. Bir davranışın küfür olması, o
işi yapan tüm insanların kâfir olmasını gerektirmez. Mesaj verme
ve inanç konularına dikkat çekmeyi amaçlayan söz veya yazılardan
yola çıkarak bir müslümanı tekfir etmek, kesinlikle yanlıştır.
İslâm’ın kesin hükümlerinden (zarûrât-ı diniyeden) ya da Kur’an
âyetlerinden birini inkâr eden bir kimse, kendisine bu hususlar
tebliğ edildiği ve o kimsenin câhilliği giderildiği halde, bile bile
inkâra devam ediyorsa ve bu inkâr ettiği husus, tartışmalı bir husus
da değilse, ancak o kimseye “kâfir” denilebilir, o kimse tekfir
edilebilir. Câhilliğin de İslâm’ın hâkim olmadığı ve insanlara
doğru bir dinin anlatılmadığı toplumlarda mâzeret olabileceğini
düşünüyorum. Yani, yeterince okumadığı için İslâm’ın bazı hassas
konularını bilmediğinden yanlışlıkla, küfür olduğunu bilmeden
bir söz söyleyen veya böyle bir davranışta bulunan insanın da
tekfir edilmemesi gerekir. Böyle kimselere anlatabilme imkânımız
varsa doğru dini onlara anlatmak ve tüm şüphelerini gidermek
gibi görevler yapıldıktan sonra, yine bile bile Kur’an’ın hükümlerinden
birini reddediyorsa o kimseyi ancak o zaman tekfir edebiliriz.
Şahsî yorumlarla iman esaslarını birbirine karıştırmamalı,
müslüman olmak ve müslüman kalmak için şart olan esaslar ile
bunların yaşanılan ortamda ne anlama geldiği konusuyla ilgili yorumları
ayrı ele almalıyız. Birincisinin tartışılması bile câiz olmayan
mutlak hakikatler olduğu, ikincisinin yani yorumların ise, ictihadî/
beşerî/zannî/göreceli doğrular olduğu bilinmeli ve bütün müslümanların
bu beşerî yorumlara aynen katılmaları mecbur tutulup,
katılmayanların tekfîr edilmesine gidilmemelidir. İnanç esasları;
kaçınılmaz olan farklı mezhep, görüş ve akımların kendi doğrularını
tüm müslümanlara dayatmaları için bir araç haline getirilmemelidir.
Öğrenilen iman esaslarının temel ilke olarak kabulü onlara
şeksiz iman edilmesini doğuracağı gibi, yaşanılan hayatın bu
ilkelerle bağlantısı ve bu esasların sosyal hayata nasıl geçirileceği
üzerinde ise ister istemez beşerî yorumlar ve metod farklılıkları
olabilecektir.
İslâm Akaidi, beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye
dayanır. Kimsenin şahsî yorum ve kanaatleri, hevâ ve hevesleri
akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı
vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsait
olan hükümler bile akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç
esasları, delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir.
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 121 -
Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların
kabul etmek zorunda olduğu vahyin hükümleridir.
Kimse bir şahsın ictihadını ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu,
başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip
değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu
kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.
Delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin hükümleri mutlak doğrulardır.
Bu doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez.
Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. İctihadî hükümler,
şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı
doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz.
Dolayısıyla, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli, değişken beşerî
doğrularla; yani zayıf delillerle hiçbir mü’min tekfir edilemez.
Halkın önemli bir kesiminin (namazla irtibâtını kesmeyenlerin)
câhil de olsa Allah’ı ve Rasûlünü seven, bildikleri kadar da yer
yer müslümanca yaşayan, ama yeterince dini kendi öz kaynağından
(Kur’an’dan) öğrenmediği için bazı yanlışları ve ihmalleri olan
günahkâr Müslümanlar olduğunu ifade edebiliriz. Halka, özellikle
kıble ehline, yani farklı yorumlara sahip namaz kılanlara açıkça
bir küfür sözü ve davranışına şahit olmadığımız müddetçe hüsn-i
zanla yaklaşmalıyız.
“Kim lâ ilâhe illâllah der ve Allah’tan başka mâbudları reddederse, Allah
onun malını ve kanını haram kılar. (Samimi olup olmadığı) meselesi
Alah’a aittir.” 396; “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in,
O’nun elçisi olduğuna şehâdet ederek Allah’a kavuşan kimse cennete
girecektir.” 397
Ama, konuyu sadece “Lâ ilâhe illâllah” diyen kimsenin Cennete
gireceği”ni müjdeleyen bu tür hadis-i şeriflerle değerlendirmek
de yanlıştır. Bu hadis sahihtir, sahihtir ama, bir hadis veya âyet, en
doğru şekilde Kur’an bütünlüğü ve diğer sahih hadisler ışığında
anlaşılabilir. Lâ ilâhe illâllah dediği halde, İslâm’a düşman olan,
Kur’an’ın kesin hükümlerini bile bile inkâr eden, (sözgelimi hanımların
tesettürüne düşmanca tavırlar takınan) nice insan, nice
bilinçli kâfir vardır. Formalite icabı tevhid kelimesini söylemeleri,
onları kurtarabilir mi? Putlara tapan, tâğutları bilinçli olarak destekleyen
veya kendileri tâğutluğa soyunan şeriat düşmanlarının
Müslüman olduğu iddia edilebilir mi; sadece lâ ilâhe illâllah diyecekler,
ama her türlü küfrü benimseyecekler, gâvur gibi inanıp
396 Müslim, İman 37, hadis no 23
397 Kenzü’l Ummâl, naklen Şamil İslâm Ansiklopedisi, 3/340; Benzer bir
rivâyet için Bk. Nesâî, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyleti; K. Sitte, 17/492
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 122 -
gâvur gibi, kâfir gibi yaşayacaklar, sadece bir sözle kurtulup cennete
gidecekler… Bu iddia edilebilir mi? Bu takdirde Kur’an hükümleri
boşuna, Müslümanların inançlarını korumak için bunca
zahmetleri, ibâdet ve gayretleri gereksiz olmuş olmaz mı? Sadece
bir kelimeyi söylemekle iş bitecekse, dünyada Müslüman sayılmak
ve âhirette cennete gitmek mümkün olacaksa, Müslümanca inanıp
yaşayanlar enayi olmuş olmazlar mı?
Biz, şahısların zâhirine, görünüşüne değer verir, görünüşüne
göre hükmederiz. Dinde, yani din tercihinde, iman meselesinde
zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır.
Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir
hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’
mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı,
o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları gözönüne
alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden
çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını
düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak
hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır.
Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.
Günümüzde Batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma,
birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da
onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor,
onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, gerçek İslâm’ı gereği gibi bilmemenin
ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar
da, yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere,
uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya,
İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.
Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi
ve mürted oldu, ona hangi ağır cezayı verelim?’ diye fetvâ arayışı
değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel
yolla bu tür insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp
zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya
çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı, adâletsiz ve kolaycı
bir davranıştır. Hiçbir yararı da yoktur. 398
Şirk ve küfür olarak haklarında çok net bir hüküm olmadığı
halde, biz Kur’an’ı ve sünneti kendi bilgimiz ve tevhid anlayışımızla
yorumlayıp bir konu hakkında şirk ve küfür hükmünü verebilir
miyiz? Eğer böyle bir konunun şirk olduğuna hüküm veriyorsak,
398 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 459
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 123 -
onu her nasılsa işleyen kimsenin, gerekçelerini, bu konudaki nassların
kendisine ulaşıp ulaşmadığını, ulaştı ise onlardan nasıl bir
anlam çıkardığını, bize göre geçersiz de olsa te’vil yapıp yapmadığını,
başka bir mâzeretinin olup olmadığını değerlendirmeden
tekfir edebilir miyiz?
Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek,
dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek,
kız alıp verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen
ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse
eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek,
âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde
kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm
öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük
bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür?
Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde
zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin şahitlikte ısrar
etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya
çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı
öldürdüğüne şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği,
olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya,
şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer
ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil,
hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda
bile İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır
cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir.
Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı
için) tıkanmamıştır. Bu hükmün ağırlığından dolayı siz de bilirsiniz
ki, Rasûlullah, bunun çok sorumluluk isteyen bir hüküm olduğunu
belirtir:
“Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi
takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat)
kendine döndürülür.” 399
“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur:
Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği
gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).”
400
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” 401
399 Buhârî, Edeb 44
400 Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
401 Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 124 -
Bu hadisler, aslında normal şartlarda bile kişinin birini tekfir
etme hususunda çok ölçülü olması gerektiğini bildirir. Günümüzdeki
gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye
öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna
daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.
Kur’an’da şirk ve küfür olarak açıklanan, puta tapmak gibi
çok net çirkinliklerle ilgili hususlar elbette böyle değildir. “Biz, sizlerden
ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız…”402 Bu ve
benzeri âyetler, kesin küfür fiilleri hakkındadır. Gerçekten, apaçık
bir şekilde Allah’ın dışında bir tapma olayı olunca bu hükmü
verebiliriz. Onun dışında, küfür olup olmadığı konusunda İslâm
âlimlerinin ve ümmetin ittifak etmediği konularda biz kendimiz
o olayın küfür olduğuna dair delillerimiz çok kuvvetli olduğu zaman
bu fiilin küfür olduğunu kabul edebiliriz. Ama bu durum,
bize bu küfrü işleyenleri hemen tekfir etmemiz hakkını vermez.
Evet, Peygamberimiz’in hadislerinde de çokça yer aldığı gibi, nice
küfür ve şirk vardır ki, sahibini kâfir ve müşrik yapmaz. Nice hadiste,
“şunu yapmayan bizden değildir, mü’min değildir, iman etmiş
olmaz” denildiği halde, o işi yapmayanı hiçbir İslâm âlimi tekfir
etmemiştir. Meselâ, hiçbir imizin kendimiz için istediğimiz her şeyi,
başka bir mü’min kardeşimiz için de istememiz, onu kendimize
her konuda tercih etmemiz gücümüzü aşan bir husustur. Ama bu
durum hadis-i şerifte “iman etmiş olmaz” ifadesiyle bildiriliyor.
Nifak alâmetleri konusunda da hüküm böyledir.
Yine, küfrünü apaçık ortaya koymayan, ama içten içe İslâm’a
ters inançlara sahip olan kişileri, zâhiren şehâdet kelimesi getirip
namaz gibi sâlih ameller de yapıyorlarsa, bunları tekfir etmeyi
Allah Rasûlü yasaklamış, şehâdet kelimesi getiren kimsenin öldürülmesine
çok şiddetli tepki göstermiş ve “kalbini yarıp baktın mı?”403
diyerek zâhiren Müslümanlığına hükmedilmesini istemiştir. Eğer
her kâfirin mutlaka kâfir olarak bilinip hüküm verilmesi gerekseydi,
Peygamberimiz’in, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları
ümmetine bildirmesi ve onların da o kişileri mü’min kabul etmemelerini
istemesi gerekirdi. Hâlbuki ashâbdan Huzeyfe’ye (r.a.)
(kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak bildirmesi) hâriç, hiç kimseye
onların kâfir olduğunu bildirmemiş ve ashâbın onlara Müslüman
muâmelesi yapmasına rızâ göstermiştir.
Bir kimsenin kâfir olduğuna kim karar verebilir? Böylesine
402 60/Mümtehine, 5
403 Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis
no 2643
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 125 -
önemli ve bumerang gibi hükmün tekfir edenin kendine dönme
ihtimali yönüyle riskli kararı sıradan herhangi bir mü’min verebilir
mi? İhtilâfsız, te’vil edilemeyecek tarzda kesin ve net konuların dışında
herhangi bir mü’minin böyle bir karar veremeyeceğini söyleyebiliriz.
Bugün bizim derdimiz, uğraşımız ona buna kâfir damgası
vurmak olmamalı, doktorluğa (gönül hekimliğine) soyunmak
olmalı. Doktor, hastasını tedavi etmeye çalışır. Ona kızmaz, ona
düşman olmaz, ona acır. Teşhiste bulunur, ama yine de şüpheyi,
ihtiyatı elden bırakmaz. O yüzden tıp biliminde yılan simgedir. Yılan,
niye tıpta simge kabul edilmiştir? Yılanın çok şüpheci bir yaratık
olduğundan dolayı; tıp adamı da şüpheci olmalı, teşhisinde ihtiyat
payı bırakmalı, bağnaz olmamalı, hemen kestirip atmamalı,
her ihtimalli şeyden şüphe edip teşhisini kesinleştirmek için tahlil,
röntgen vb. delillere mutlaka müracaat edip, teşhisindeki isabeti
devamlı kontrol etmeli, gerektiğinde teşhisini değiştirebilmelidir.
Birkaç tıp kitabı okuyan veya doktorların sohbetine katılıp onlardan
bir şeyler duyan bir kimse doktorluğa soyunabilir mi? Hele
(madden veya mânen ölümüne sebep olabilecek şekilde) ameliyatlık
hastalara neşter vurabilir mi? Doktorluk için şu kadar tahsil
ve tecrübe gerekiyor da, mânevî doktorlar için ilim gerekmez mi?
Bugün oy vermek, askere gitmek, çocuklarını gayri İslâmî
okullarda okutmak, az zararlı gördükleri bir partiyi desteklemenin
kesin hükmü gibi nice husus, emin, ehil ve muvahhid âlimlerin
fetvâya bağlamaları gereken konulardır. Günümüzde tekfir konusunda
da ihtilâf edilen birçok ictihadî durumlar vardır. Günümüzde
de tüm mü’minlerin otorite kabul ettiği her yönüyle güvenilir
bir müctehid olmadığı, şer’an fetvâsı tüm ümmeti bağlayacak bir
yetkin zât bulunmadığı için yapılması gereken, bu tür konularda
“ihtiyatlı bir tavır” takınmaktır. Böyle ihtilâflı, ama şirk ihtimali de
olan hususlarda ihtiyat iki şekilde olur: Birincisi, şirk olma ihtimalini
gözden uzak tutmamaktır. Binde bir ihtimalle bile olsa ihtiyatlı
olmak, o küfrü işlememek, ondan şiddetle sakınmak gerekir. Ve
o küfür olma ihtimali olan hususu işleyenlerle (tekfir etmeden)
ileri derecede samimiyet kurmamak, onlarla cemaat, sırdaşlık, akrabalık
ve muhabbetle yakınlık gibi ilişkilere gücümüz nisbetinde
girmemek gerekir. İhtiyatın ikinci şekli ise: Onların İslâm’ın hâkim
olmadığı câhiliye düzenlerinde yetiştiğini, bu konuları yeterince
ve ehil kabul ettikleri kişilerden duyup öğrenmedikleri, yeterli ve
yetkili kişilerin onlara doğru bir İslâm anlayışı vermedikleri vb. durumlardan
dolayı onların Allah indinde mümkün ki mâzur olabileceği,
bizim ise, böyle bir durumda onların kâfir ve müşrik olmama
ihtimali binde bir bile olsa onları tekfir ettiğimizde, binde bir ihtimalle
de olsa bizim kâfir olacağımız hesaba katılmalıdır.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 126 -
Bu durum, muvahhid mü’minlere çok iş düştüğünü gösteriyor.
Kâfir denilip onlarla tüm ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmak,
onlara tevhidi ve Kur’ânî hakikatleri tebliğ etmeden kendi
köşesine çekilmek herhalde dâvet usûlü açısından ve sorumluluk
bilinci yönüyle de doğru olmaz. Her iki yönüyle ihtiyat tavrı, ilişkilerimizde
tutarlı ve yeterli olmaya bizi mecbur eder. Böyle konularda
cesaret, ilimden değil; câhillikten ve mümkün ki, şeytanın
sağ taraftan yaklaşmasından meydana gelir. Biz insanlar arasında
hüküm vermek için dünyaya gelmedik. Kulluk görevimizi yapmaya
geldik. Bu kulluk içinde, tabii hakkı yaşayıp başkalarına da güzelce
tebliğ etmek de vardır. Unutmayalım; küfrü çok açık olanlar
dışında insanlara küfür damgası vurmayı emreden hiçbir âyet ve
hadis yoktur; ama bundan sakındıran nasslar vardır.
Demokrasiyi savunmak, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmemek
küfür olduğu gibi, böyle tâğutları veya tâğut adaylarını
desteklemek, küfrün kanunlarıyla hükmedeceği kesin olan
kimselere oy vermek de küfürdür. Ama bu küfür (günümüz şartlarını
ve dinin benzer konulardaki yaklaşımını hesaba kattığımızda)
insanı kâfir etmeyen bir küfür olabilir (“olabilir” diyorum; yani
olmayabilir de; iki yönden de ihtiyatlı hassâsiyetle yaklaşmak gerekir).
Kişiyi küfre götürmeyen küfür (el-küfrü dûne’l-küfür), kişiyi
müşrik yapmayan şirk de vardır. Riyânın şirk olduğu, fakat sahibini
müşrik yapmadığı gibi.
Tekfîr Konusunda Yetkili Merci
Tekfîrle ilgili soruşturma, yargılama ve ilgili işlemleri yürütme
mercii, kuşkusuz İslâm Devleti’nin makamlarıdır. Müslim iken,
gerek irtidad gerekse başka şekillerle küfür suçu işleyen kişi hakkında
işlem yapmak ve suçluyu cezalandırmak yalnızca İslâm devletinin
güvenlik ve yargı makamlarının yetkisindedir. Bu yetkiyi
şahıslar kullanamazlar. Günümüzde içinde yaşadığımız ülkenin bir
İslâm devleti olmadığına göre bu konuda daha fazla şey söylemek
gereksizdir.
Ancak irtidad veya küfrün herhangi bir şekliyle İslâm’dan
çıkmış olan kimse, Kur’ân’ın ve İslâm’ın bütünlüğüne inanan her
mü’min için büyük risk taşır. Bu nedenle Kur’ân’ın bütünlüğüne
inanan (mü’min) kişinin böyle bir toplum içinde çok dikkatli yaşaması
gerekmektedir. Şu var ki, mü’min insan, ne kadar dikkatli
yaşamaya özen gösterirse göstersin, böyle bir ortamda, içinden çıkamayacağı
sorunlarla karşılaşabilir ve fiilen karşılaşmaktadır. İşte
tekfîr suçlaması, dâru’l-harp anlayışı ve Cuma namazının kılınıp
kılınamayacağı tartışmaları bu sorunun sonuçlarındandır.
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 127 -
Çünkü bu sorunlar, esasen, -Türkiye’de yaygınlaşan- üç yapay
bâtıl din ile İslâm arasındaki çatışmalardan kaynaklanmaktadır.
Bu üç din, tekrar edelim ki, “Popüler Türk Müslümanlığı” (câhil
halkın dini), “Alevîlik” ve “resmî Türk Dini” (Atatürkçü, laikçi, Batıcı
devlet dini)dir. Mü’min kişi, İslâm ile bu üç yapay dinin çatışma
ortamında âdeta kilitlenmektedir. O kadar ki mü’min ile bu üç
dinin bağlıları zaman zaman birbirlerini hiç anlayamayacak kadar
sıkıntı çekerler. Örneğin, “helâl, haram, farz, vâcip, sünnet,
gayb, vahy, tâğut, şirk, küfür, ilhâd, nifak, irtidâd, zendeka ve
bid’at” gibi kavramlar hakkında bir laikçi, bir komünist, bir halk
dini mensubu, bir Alevi, bir mistik ne kadar doğru bilgiye sahiptir?
Türkiye’deki sayıları bugün elli altmış milyonu aşan bu insanlar,
yaşamları boyunca İslâm’a ait bu gibi terimleri doğru tanımlarıyla
birlikte bir kez bile duymamış olabilirler. Bu ihtimal çok büyüktür.
Üstelik bu ülkede devleti hep bu câhiller yönetmektedir. Hâlbuki
mü’min kişi bunların din ve düşünceleri hakkında ister istemez
epeyce bilgilere sahiptir. Çünkü bu bilgi, kültür ve âyinlerin çoğu
zararlı olmasına rağmen okullarda zorla okutulup uygulatmakta
ve mü’min ailelerin çocukları bu zararlı bilgileri ve puta tapma
törenlerini not ve diploma için öğrenip uygulamak mecburiyetinde
bırakılmaktadırlar! Mü’minler, bu büyük riske karşı önlem
alabilmek kaygısıyla da olsa sözü edilen üç din hakkında ister istemez
bilgi sahibi olmaktadırlar. Dünyanın başka yerlerinde de
mü’minler bu kaygı ile hareket ettikleri için o bölgelerdeki sapkın
inanışlar zamanla büsbütün ayrışarak bağımsız birer din haline
gelmişlerdir. Nitekim Dürzülük, Nusayrîlik, İsmailîlik, Babîlik,
Kadyanîlik ve Bahaîlik bu sayede İslâm’dan ayrı birer din olduklarını
zamanla ilân etmek zorunda kalmışlardır.
Bilgisiz kalabalıklar tarafından İslâm’la karıştırılabilen bu yapay
dinlerin kalabalık bağlıları arasında, mü’min kişi şu üç şeyden
birini seçmek zorundadır:
a) Takiyye yaparak iki veya üç dinli yaşamayı kabul edecektir
ve bu sûretle İslâm’dan çıkacaktır,
b) Toplumdan tamamen soyutlanacaktır,
c) Diğer dinlerin baskısı altında kalan inançlarını ve İslâm’ın
değerlerini savunmak zorunda kalacaktır.
Üstelik bu üç tercihten hiçbir i, mü’min kişinin sıkıntılarını ve
sorumluluklarını ortadan kaldırmamakta, onu siyasal ve ideolojik
tehlikelere karşı koruyamamaktadır.
Bu nedenle şirk suçunun çok yaygın biçimde işlendiği Türkiye
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 128 -
gibi ülkelerde “mü’min kişi nasıl yaşamalıdır, ne yapmalıdır, küfre
düşmemek için nasıl korunmalıdır ve onu bunu sık sık kâfirlikle
suçlamaması için nasıl bir çözüm bulunmalıdır?” gibi sorular oldukça
büyük önem taşımaktadır. Çünkü insanlar pervasızca İslâmî
değerleri çiğneyerek dinden çıkarken, başkalarını da ilgilendiren
hukukî birçok sorunun ortaya çıkmasına da neden olmaktadırlar.
Yani çok açık şekilde başkalarının haklarını çiğnemektedirler. Bu
gibi durumlarda, “herkes inancında serbesttir, devlet laiktir, hiç
kimse başka birine dinî baskıda bulunamaz, bakın işte camiler açık,
herkes serbestçe ibâdetini yapıyor” gibi istismara ve kandırmaya
yönelik sloganlardan yola çıkıp sanal mâzeretlere sığınarak kimse
mevcut tecavüzleri örtbas edemez. TC yasaları da bu konularda
mü’minlerin uğradığı haksızlıkları önlemekten son derece uzaktır.
Hatta bu yasalar, mü’minlere ait hakların açıkça çiğnenmesini
özendiren veya en azından kolaylaştıran bir zihniyetle hazırlanmışlardır.
Bu gerçeği karşılaştırmalı çarpıcı örneklerle kanıtlamak
mümkündür.
Ancak bu konudaki örnekleri kavrayabilmek için öncelikle
İslâm’ın hak ile bâtılı, haram/yasaklı ile mubah/yasal olanı birbirinden
ayırırken nasıl bir hüküm verdiğini ve mü’min kişiye nasıl
bir sorumluk yüklediğini bilmek ön koşuldur. Türkiye toplumu, bu
ince noktadan tamamen habersizdir denebilir. Sorunların büyük
kısmı da işte buradan kaynaklanmaktadır.
Meselâ İslâm, alkollü içki içmeyi ağır suçlardan saymış ve yasaklamıştır.
Bununla birlikte bu suçu işleyen kimseyi kâfir olmakla,
dinden çıkmakla suçlamamıştır. Buna karşın, “alkollü içki içmek
suç değildir” diyen kimse (hayatında hiç alkol kullanmamış olsa
bile) İslâm’a göre derhal kâfir olur, bu dinle hiçbir ilişkisi kalmaz.
Ne var ki mesele bununla da bitmemektedir. Konunun ayrıca sosyolojik
bir boyutu daha vardır ve aslında büyük sorun buradan
kaynaklanmaktadır. Örneğin bir “vatandaş” mevcut kanunlardan
cesaret aldığı için, bu konuda sahip bulunduğu sözde özgürlüğünü,
Müslümanlara karşı, rahatça bir baskı aracı olarak kullanabilir
ve herkes tarafından duyulacak şekilde hiçbir neden yokken, şu
hakaretleri pervasızca savurabilir: “Ben özgürüm, burası Türkiye!
Alkollü içki içmek neden yasak olsun, kim bunları söylüyor?! Bunlar
gerici ve yobazdır, bu örümcek kafaları ezmek lâzım! Bunlar
hangi çağda yaşıyor?...”
Bilindiği üzere, adam öldürmek, zina işlemek, hırsızlık yapmak,
leş, kan ve domuz eti yemek, alkollü içki içmek, faizli muâmelede
bulunmak, israf etmek, kâfir kişi ile samimi olmak (örneğin, kendisine
oy vermek, düşünce ve kanaatinde onu desteklemek),
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 129 -
namaz kılmamak, Ramazan orucunu mâzeretsiz tutmamak, farz
olmuşken zekât vermemek ve hacca gitmemek gibi daha birçok
fiil, İslâm’da yasaklanmış ve ağır suçlardan sayılmıştır. Şu var ki,
(küfre götüren suçlar hâriç) bunların herhangi birini veya birkaçını
işlemekle Müslüman kimse (genel kanaate göre) dininden çıkmış
olmaz. Fakat Müslüman kişi bu suçlardan hiçbir ini bir kerecik
işlemese bile bunlardan birinin İslâm’da haram ve yasak olmadığını
eğer inanarak söylerse İslâm dini ile hiçbir ilişkisi kalmaz.
Bugün, Türkiyeli insanın, sonunu ve sonucunu hiç düşünmeden
sarf ettiği o kadar çok yakışıksız söz, sergilediği o kadar çok
çarpık davranış vardır ki, bunlar, aynı zamanda İslâm’a ve Müslümanlara
karşı ağır hakaret suçları oluşturmaktadır. Bu suçlardan
ise hukukî sonuçlar doğmaktadır. Üstelik tâğûtî yasalar bu sözleri
ve davranışları suç saymamaktadır. Peki, böyle bir toplumda
Müslüman kişi kendini nasıl savunabilecek, nasıl koruyabilecektir?
Binlerce insan tarafından hemen her gün sıkça tekrarlanan
o kadar çeşitli sorgulama, eleştiri, demeç ve açıklamalar vardır ki,
bunlar İslâm’a ve Müslümanlara büyük hakaretler içermektedir.
Meselâ aşağıdaki örnekler çok çarpıcıdır:
Türkiye toplumu, son yıllarda çeşitli dinsel ve ideolojik doğrultularda
belirgin gruplara ve kamplara ayrışmıştır. Bu kamplar
arasında Türkçe konuşmaktan başka hemen hemen hiçbir ortak
payda bulunmamaktadır.
Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan mü’min bir kişi; şirk davranışları
içinde bulunan, bile bile küfür sözleri sarf eden veya Allah’a,
Peygambere, Kur’ân’a dil uzatan ya da Kur’ân’ın içeriği üzerinde
spekülasyon yapan ya da helâl şeyi haram, haramı da helâl
diye niteleyen bir kimseyi asla Müslüman sayamaz. Çünkü İslâm
dini adına onun böyle bir yetkisi yoktur. Dolayısıyla (İslâm devlet
mekânizması bulunmadığına göre) kişisel olarak elverdiği kadar
(kendi özgürlüğü ve güvenliği açısından) mü’min kişi, şu önlemleri
almak durumundadır:
1) Eşi ise, bu olaydan sonra nikâhının çözüldüğüne inanmak
zorundadır. Onunla artık karı-koca ilişkisini sürdüremez (Eşi yeniden
İslâm’a dönerse, nikâhını yenilemelidir),
2) Velisi ise, üzerindeki velâyet hakkı düşmüş olur,
3) Mü’min kişi, -böyle bir kimse ile herhangi bir bağı bulunsun
veya bulunmasın- onun kestiği hayvanın etini yiyemez,
4) Onunla herhangi bir ortaklık kuramaz,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 130 -
5) Şahitliğini kabul edemez,
6) Vasiyetini yerine getiremez,
7) Günahlarının bağışlanması için Allah’a duâ edemez,
8) Cenazesini İslâmî usûllere göre teşyî edemez,
9) Onun mal varlığına vâris olup olmayacağı ise oldukça
ihtilâflıdır. Bu konuda uzmanlardan bilgi almak zorundadır.
Bir insanın, görüldüğü üzere, ağzından sorumsuzca savuracağı
birkaç söz ya da sergileyeceği bir davranış biçimi, inançlar açısından
başkalarına bu derece ağır yükler getirebilmektedir.
Bu sorun, en kısa tâbirle şudur: Kendini Müslüman sanan
milyonlarca insan, bu ülkede Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan bir
azınlığı mutlaka ezip yok etmek için dinsel değerleri istedikleri
gibi yorumlamaya, çarpıtmaya, onlara saygısızlık etmeye çalışmaktadır.
Üstelik bu insanlar bununla da yetinmemektedirler.
Halktan bazılarının da desteğini aldıklarından, hem sayıca ezici
bir çoğunluğa sahip bulundukları için, hem siyasal, sosyal ve
ekonomik bakımdan egemen ve üstün konumda oldukları için
bu azınlığı kasıtlı şekilde tahrik etmeye de çalışmaktadırlar. İşte
tekfîrciliğin Türkiye’de hortlamasının temel nedeni budur. Çünkü
(popülist Türk muhafazakârlar, şirk içindeki mistikler, ırkçılar, aleviler
ve laikçi Atatürkçüler) eğer mü’minleri kışkırtarak, suç imal
ederek onları haksız çıkarmayı başarabilirlerse hem içeride, hem
de dış dünyaya karşı haklı olduklarını kanıtlayabileceklerdir. İşte
bu nedenle Türkiye’de, son yıllarda çok tehlikeli terör projeleri ve
komplo teorileri hazırlanmış ve uygulanmıştır. Hizbullah senaryosu
gibi... Öyle gözüküyor ki bundan sonra da bu denemeler devam
edecektir. Bahane ve suç adları da hazırdır: “Tekfîrci, bölücü,
terörist, Hizbullahçı, el-Kaideci...”
Bu gerçekler, hemen herkesin, aklını başına devşirmesini gerektirmektedir.
Eğer bu noktadan yola çıkılırsa vicdan sorumluluğu
bakımından herkese yöneltilecek insanî birtakım mesajlar bulunmaktadır.
Şimdi de bu mesajları “Tekfirin Şartları” kapsamında
iletmek gerekmektedir. 404
Mü’minlerin İnsanlar Hakkındaki Kanaati
Mü’minin, görünürdeki gerçeklerden hareket ederek toplumda
farklı davranış ve kanaatlere sahip insanlar hakkında
404 Ferid Aydın, Tekfir Kavramı Hakkında Çok Yönlü Bir İnceleme, Basılmamış
Çalışma
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 131 -
varabileceği yargı, en çok dört şekilden biri olabilir. Bunlar: Tahsin,
te’vil, tefsîk ve tekfir’dir. Bunların da anlamı şudur:
Tahsin
Tahsin: Bir şeyi uygun, normal, ya da güzel görmek demektir.
Bu fikrî değerlendirme, İslâm’ın emir ve yasaklarından hiçbir ini
açıkça çiğnemeyen kimsenin dengeli, mubah ya da takdir toplayıcı
olan davranışlarına ilişkin hüsn-i zandır, olumlu kanaattir. Bu
kanaat, ya tarafsızca olur, ya da bir beğeni duygusu olarak kalben
yaşanır. Mü’min kişi, bu çizgideki kimselerin sadece dış görünüşlerine
bakarak bu yargıya varmak durumundadır.
Te’vil
Yorumlamak, daha doğrusu şüpheli bir durumu kasıtlı yorumlamaktan
kaçınmaktır. Örneğin bir Müslüman, eğer İslâm’ın
ölçülerine aykırı bir düşünce ve inanca saptığını, şüpheli kişi ve
çevrelerle ilişki içinde olduğunu ya da suç ve günahlardan birini
işlediğini açıkça ortaya koymamışsa, yalnızca söylentilere dayanılarak
veya ihtimallerden hareket ederek onun aleyhinde bir değerlendirme
yapılamaz. Aksine bilgisizliğin, duygusallığın ya da
çeşitli yanlışlıkların, bu gibi söylentilere yol açmış olabileceğine
ilişkin yorumlarda bulunmak, daha doğru olur. İşte buna “te’vil”
denir.
İslâm tecessüsü yasaklamıştır.405 Mü’min kişi, mü’min kardeşinin
özel hayatını araştıramaz, araştırmayı bile düşünemez. Kişinin
suçu gizli kaldığı sürece o, yalnızca Allah’a (c.c.) karşı suçludur. Şu
var ki, bir müslümanın şüpheli durumu eğer başka bir müslamanın,
ya da İslâm ümmetinin hayatı, sağlığı, mutluluk ve başarısı
ya da maddî ve mânevî çıkarları açısından herhangi bir tehlikeyi
dâvet edici ihtimallerden biri olarak görünürse te’vil yolu burada
tıkanır ve bu ihtimal ciddi bir sorun olarak İslâm fıkhının birinci
derecede konusu olur.
Tefsîk
Tefsîk: Fâsıklıkla suçlamak demektir. Fâsıklığın anlamı şudur:
Müslüman kişinin, küfür ve şirk gibi İslâm’dan çıkmayı neticelendiren
ağır suçlar hâriç, diğer bütün günah, yasak ve çirkin iş ve
eylemlerden en az birini kanıtlanabilir şekilde işlemekle uğradığı
sâbıkalılık durumuna “fısk” ya da “fâsıklık” denir. Kur’ân-ı
405 Bk. 49/Hucurât, 12
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 132 -
Kerim’de münâfıklar406 ve kâfirler407 de fâsıklıkla nitelenmişlerdir.
Ancak fâsık, daha çok bir fıkıh terimi olarak sâbıkalı Müslümanlar
hakkında kullanılmıştır. Mü’min kişi, fâsık ya da (yaklaşık olarak)
aynı anlama gelen “fâcir” müslümanı içinden dışlayamaz. Onunla
ilişkilerinin nasıl olacağını ise İslâm fıkhı belirler.
Tekfîr
Tekfîr: Bir kimseyi kâfirlikle suçlamak demektir. İslâm
âlimlerinin, çok dikkatli olunması uyarısında bulundukları hususlardan
biridir. Bu nedenle büyüklerden birçok zevat: “Günah işleyen
hiç kimseyi kâfir diye suçlamayız” dememişlerse de, “her
günah işleyeni kâfirlikle suçlamayız” demişlerdir.408 Bunun anlamı
şudur: Müslüman kişi, işlediği hemen her günah sebebiyle kâfir
olmaz. Ama öyle günahlar, öyle suçlar vardır ki işlendiği zaman
(Allah korusun) İslâm Dininden çıkmak için yeterli bir neden oluşturabilir.
Bunların başında ise Kur’ân-ı Kerim’i bir bütün olarak
kabul etmemek, nass’la yasaklanmış olan bir şeyin yasaklığını tanımamak
ya da yasak olmayan bir şeyi yasak kabul etmek gibi
durumlar gelir.
Küfür çok ağır bir suç olduğu için mü’min kişi bu suçu işleyen
kimse hakkında kesin yargıya varmadan önce bu durumdaki insanın
gerçekten kâfir olup olmadığı hakkında duyduklarını ya da
gördüklerini tekrar tekrar gözden geçirmeli, gerekirse âlimlere
danıştıktan sonra bu konuda karara varmalıdır. Çünkü özellikle
mü’min kişi eğer babası, oğlu, karısı ya da kardeşi gibi yakınlarından
birini (sonradan) bu ağır suçun içinde görüyorsa İslâm
Fıkhı’na konu olan çok büyük bir sorunla karşı karşıya bulunuyor
demektir.409
Küfrün Kısımları; Büyük ve Küçük Küfür
Şüphesiz Kur’an ve sünnet terminolojisinde
“küfür” kelimesi
kullanılırken, dünya hükümlerine nispetle insanı dinden çıkaran
ve âhiret hükümlerine nispetle cehennemde ebedî kalmasını
gerektiren küfr-i ekber (büyük küfür) kastedilir. Ancak bazen de
kişinin cehennemde ebedî kalmasını değil, cehennem ile tehdit
edilmesini gerektiren ve onu İslâm dininden çıkarmayan küfr-i asgar
(küçük küfür) kastedilir. Bu küfür çeşidi ancak kişinin fâsıklık
ve isyankârlıkla
damgalanmasına sebep olur.
406 Bk. 63/Münâfıkun, 6
407 Bk. 9/Tevbe, 84
408 Ali bin Ebi’l-Izz ed-Dımaşkî, el-Akîdetu’t Tahâviye Şerhi, 2/434
409 Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 335-336
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 133 -
Birinci anlamıyla küfür (yani küfr-i ekber), Hz. Peygamber’in
getirmiş olduğu dinden zarûri olarak bilinen her şeyi veya bunların
bazısını kasden inkâr etmek ve reddetmek demektir. İkinci
anlamıyla küfür (küfr-i asgar) ise Allah’ın emrine muhâlefet sayılan,
yahut onun nehyettiği yasakları işlemek suretiyle gerçekleşen
diğer günahları kapsamaktadır. İşte bu küfür çeşidi hakkında şu
hadisler gibi birçok hadis bize ulaşmıştır:
a- “Kim Allah’tan başkasına yemin ederse küfretmiş olur.” veya “şirk
koşmuş olur.”
b- “Müslümana sövmek fâsıklık, onu öldürmek ise küfürdür.”
c- “Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler olmayın”
d- “Babalarınızı reddetmeyin. Çünkü babalarınızı reddetmeniz
sizi
küfre götürür.”
Bizim bu tür hadisler hakkındaki değerlendirmemiz şöyledir:
Bu ve benzeri nasslarda vârid olan küfür, diğer bazı delillerden
dolayı, kişiyi dinden çıkaran küfür değildir. Çünkü ashâb da birbiriyle
savaşmıştı. Ama onlardan bazısı diğer bazısını tekfir etmiyordu.
Emiru’l-Mü’minin Ali bin Ebî Tâlib’den yakın olarak bize
ulaşmıştır ki, o, Cemel ve Sıffîn savaşlarında kendisiyle savaşanları
tekfir etmiyordu. Sadece onları
bağî/âsî sayıyordu. Şüphesiz Hz.
Peygamber’in Ammar’a söylediği şu hadis sahihtir: “Seni bağî bir
topluluk öldürecektir.”
Yine Hâricîler hakkındaki şu hadis de sahihtir: “Onlarla iki
tâifeden hakka yakın olanı savaşacaktır.” Gerçekten de onlarla
Hz. Ali
ve beraberindekiler savaşmıştı.
Yine Kur’ân-ı Kerim de birbiriyle savaşan iki taifenin mü’min
olabileceğini isbat etmiştir: “Mü’minlerden iki tâife birbiriyle savaşırsa...”
410 Ayrıca onlar arasında din kardeşliğinin devam ettiğini de
isbat etmiştir: “Şüphesiz mü’minler kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin
arasını bulup düzeltin.” 411
Şu hadis de bu hususu belirtiyor: “Kim (müslüman) kardeşine kâfir
derse...” İşte bu hadiste birbirlerine kâfir diyen iki müslümanın kardeş
olduğunu ve bu olayın müslüman ile kâfir arasında olmadığını
belirtiyor. Böylece de kardeşine
kâfir diyenin bu sözüyle İslâm dairesinden
dışarı çıkmadığına
delâlet etmektedir.
“Kim Allah’tan başkasına yemin ederse, şüphesiz küfretmiştir.” veya
410 49/Hucurât, 9
411 49/Hucurât, 10
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 134 -
“şirk koşmuştur”412 hadisi ile “kim bir arrâfa veya kâhine gider de onun
dediğini tasdik ederse, şüphesiz o, Allah’ın Muhammed (s.a.s.)’e gönderdiğini
inkâr etmiştir” 413 şeklindeki
hadis ve buna benzer hadisler de
yukarıdaki gerçeği ifade etmektedirler.
Geçmiş asırlar boyunca müslüman âlimlerden hiçbir i yukarıdaki
fiilleri dinden çıkaran ve İslâm’dan döndüren fiiller olarak saymamıştır.
Şüphesiz ki insanlar daima çeşitli zamanlarda Allah’tan
başkasına yemin ediyorlar, falcıları ve kâhinleri tasdik ediyorlardı.
Bu tür hareketleri yüzünden ilim ve din adamları onları yadırgıyorlar,
onların sapık ve fâsık olduklarını söylüyorlardı. Fakat onların
mürted olduklarına hüküm vermiyorlar, onları eşlerinden ayırmıyorlar,
onların cenazeleri üzerine namaz kılınmamasını veya
müslümanların kabristanında defnedilmesini nehyetmiyorlar. Bu
ümmetin,
dalâlet üzere icma yapmayacakları bize merfu bir hadis
ile ulaşmıştır.
İşte bu sebeple, İbn Kayyım bazı günahlara küfür itlak eden
birçok hadisi zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Burada kastedilen
şudur: Bütün günahlar küfr-i asgar nevindendir. Bu ise tâat ile
amel etmek olan şükrün zıddıdır. Çalışma (sa’y) ya şükürdür ya da
küfürdür (nankörlüktür). Üçüncü bir çalışma türü ne bundandır
ne de şundan.” 414
İkinci mânâdaki küfre, yani küfr-i asgara gelince, onun zıddı
da şükürdür. İnsan ya bir nimet için şükredici olur ya da hakkını
yerine getirmeyerek nankör olur. Allah Teâlâ insanın bu vasfı
hakkında
şöyle buyurur: “Şüphesiz Biz ona yolu gösterdik. Artık o ya
şükredici olur, ya da kâfir (nankör) olur.” 415 Başka bir âyet-i kerimede
Yüce Allah şöyle buyurur: “Her kim şükrederse, o ancak kendisi lehine
şükretmiştir. Kim de küfrederse (nankörlük yaparsa), şüphesiz benim
Rabbim müstağnîdir ve kerimdir...” 416
Sahih-i Buhârî’de kadınların cehenneme girmelerinin sebebi
hakkındaki hadiste şöyle buyrulmaktadır: “Şüphesiz onlar inkâr ediyorlar
(nankörlük ediyorlar).” Bunun üzerine sahâbe dedi ki: “Allah’ı
mı inkâr ediyorlar?” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Onlar dostluğa
ve iyiliğe küfür (küfrân-ı ni’met) ediyorlar.” 417
412 Müslim, Eymân 4; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218
413 Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Ebû Dâvud, Tıb, hadis no:
3904; Ahmed bin Hanbel, II/408
414 İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâricu's-Sâlikin, c. 1, s. 355
415 76/İnsân, 3
416 27/Neml, 40
417 Buhârî, İman, “Bâbu Kufrâni'l-Aşiri” (Kocaya Karşı Nankörlük Bâbı) ve
“Bâbu Küfrun Dûne Küfr” (Küfür Olmaksızın Küfür Bâbı)
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 135 -
Hâfız İbn Hacer Askalani, Kurtubi’nin şu sözünü nakletmiştir:
“Şâri’in (Şeriat koyucunun) lisanında küfür, İslâm dininden olan
şer’î hususlarla
ilgili zarûrâtı bilerek inkâr etmek mânâsında kullanılmıştır.”
Daha sonra İbn Hacer şunları belirtmiştir: “Ancak bazen
de şeriatta küfür, nimete karşı nankörlük, nimeti veren zâta
şükretmeyi terk etmek ve nimetin hakkını vermemek mânâsında
kullanılmıştır. Bu hususta Sahih-i Buhârî’nin “İman kitabı”nın
“Kocaya nankörlük” ve “Küfür fiilini işlediği halde kâfir olmama”
bölümlerinde,
büyük günah işleyenleri kâfir sayan Hâricîlerin fikrini
çürütücü hadisler mevcuttur. Buhârî’nin “Kitabu’l-İman” bölümündeki
“küfr dûne küfr” (küfür olmayan küfür/nankörlük) babındaki
Ebû Said (r.a.)’ın rivâyet ettiği “onlar iyiliği inkâr ediyorlar...”418
şeklindeki hadis de bu hususu anlatmaktadır.”419
Bundan dolayıdır ki İmam Buhârî Sahih’inde “Kitabu’l-İman”
bölümünde, büyük günahları işlemeleri sebebiyle müslümanları
tekfir eden Hâricîler’i reddetmek için birçok “bab”lar koymuştur.
İşte bu “bab”lardan biri de “Bâbu Küfrâni’l-Aşîri” ve “Küfrun
Dûne Küfrin” bahsidir. “Küfrun dûne küfr” (“Küfür işlediği halde
kâfir olmama”) ibâresi, Allah Teâlâ’nın “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler
var ya, işte onla kâfirlerin ta kendileridir” 420 kavl-i şerifinin
tefsiri hakkında İbn Abbas ve bazı tâbiînden rivâyet edilmiştir.
Bu da gösteriyor ki küfür, büyük ve küçük diye iki kısma ayrılır.
Bu taksimat selef âlimleri tarafından
yapılmış ve günümüze kadar
gelmiştir. Aynı taksimat şirk, fısk, zulüm ve nifak için de gösterilebilir.
Yani şirk, fısk, zulüm ve nifak da aralarında
büyük ve küçük
diye ayrılabilirler. Büyük olanlar, cehennemde ebedi kalmayı gerektirirken
küçük olanlar ise böyle bir şey gerektirmez. 421
Bu konuyla ilgili olarak İbn Teymiyye şöyle diyor: “Kitap ve
Sünnetin delâletiyle Ehl-i Sünnet ve’1-Cemaat’in görüşü şu şekilde
kesinleşmiştir. Ehl-i Sünnet, kıble ehlinden hiçbir kimseyi
bir
günah sebebiyle tekfir etmez. Yine işlediği bir amel sebebiyle
kişiyi İslâm’ın dışına atmazlar. Ne var ki; o amel içki içme, çalma
ve zina gibi yasaklanmış bir fiil olmalı ve imanın terkini içermemeli...
Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve öldükten
sonra dirilme gibi Allah’ın inanılmasını emrettiği şeyleri
terk etmek, kişiyi küfre sokar. Tevâtür yoluyla sâbit olan apaçık
farzların farziyetine inanmamak ve yine tevâtür yoluyla sâbit
olan haramların
helâllığına inanmak sebebiyle kişi küfre girer.
418 Buhârî, İman, “Bâbu Kufrâni'l-Aşiri” (Kocaya Karşı Nankörlük Bâbı)
419 İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, c. 13, s. 75
420 5/Mâide, 44
421 Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 85-90.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 136 -
Eğer sen günahlar, emredileni terketmek yasaklananı
da yapmak
şeklinde iki kısma ayrılır dersen cevabım şu olur: Kul kendisine
emredileni terkettiği takdirde, ya emredilenin farz olduğuna
inanır veya inanmaz. Eğer farziyetine inanır, yapmayı terkederse
farzın tümünü terketmemiş olur. Aksine bir kısmını yerine getirmiş
olur ki, o da inanmasıdır. Bir kısmını da terk etmiş olur ki, o
da amelidir. Haram kılınan şey de böyledir. Kişi haramı işlediği
vakit ya onun haramlığına inanır veya inanmaz. Eğer haramlığına
inanarak işlerse, farzı yapmak ve haramı işlemek gibi
ikisini
bir araya getirmiş olur ve böylece hem iyiliği
hem de kötülüğü
olur. Söz, ancak tevâtür yoluyla sübut bulmuş şeylerin haramlığına
ve farziyetine inanmayı terketmek sûretiyle mâzur sayılmayacak
konular hakkındadır. Bir özrü sebebiyle bilmediği veya te’vil
etmesi yüzünden terkettiği ya da işlediği fiile gelince, bunu işleyen
kişi kâfir olmaz. Hükümlere
inanmamanın küfür olduğuna
ve sadece haramı işlemenin küfür sayılmayacağına gelince, bu
kendi mevzûsunda karara bağlanmıştır. Allah’ın kitabındaki
şu
âyet-i kerime buna delil teşkil etmektedir; “...Eğer onlar tevbe eder,
namazlarını kılar ve zekâtı verirlerse sizin din kardeşlerinizdir...” 422
Günahlara gelince, Kur’an’da hırsızın elinin kesilmesi, zânînin
sopalanması
cezası vardır. Kur’an, onların küfrüne hükmetmemiştir.
İki gruptan biri diğerine saldırmakla birlikte
birbirlerini öldürmeleri
de aynı şekildedir. Fakat
iman ve kardeşlik her iki grup için
de geçerlidir. Cana kıydığından ötürü kendisine kısas gereken katili
de Kur’an “kardeş” olarak nitelendirmektedir. 423 Cenâb-ı Hak
katili (kardeş) olarak isimlendirdi.
Buhârî ve Müslim’de Ebû Zer hadisi yer almaktadır. Hz. Peygamber
(s.a.s.) ona Cebrail’den naklen şöyle buyurdu: “Lâ ilâhe
illâllah diyen cennete girer. Zina etse de, çalsa da ve şarab içse de... Hem
de Ebû Zerr’in burnu yerde sürtülse de...” 424 Yine bir hadis-i şerif şöyledir:
“Kimin kalbinde
zerre ağırlığınca iman varsa, kimin kalbinde zerre
ağırlığınca iman varsa ateşten çıkar.”
Yukarıdan beri zikrettiğimiz bu naslar imanla birlikte büyük
günah işleyenin küfre girmeyeceğine delil teşkil ettiği gibi,
Hâricîlerden bir grup bid’atçinin düşüncelerinin aksine şefaat sayesinde
cehennemden
çıkacağına, delâlet etmektedir. Mûtezile
şefaat
konusunda ihtilâf halindedir. Yine bu naslar, büyük günah
işleyenleri cehennemden çıkaran imanın
emredilen hasene (iyilik)
422 9/Tevbe, 11
423 Bk. 2/Bakara, 178
424 İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları 2/266-270
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 137 -
olduğuna ve hiçbir günahın
ona engel olmayacağına delâlet etmektedir.”
Başka bir yerde İbn Teymiyye şöyle diyor: “Bundan
dolayı selef
ulemâsı, ‘itikad kitaplarında; biz kıble ehlinden hiçbir kimseyi günahı
sebebiyle tekfir etmeyiz. Yine hiçbir kişiyi amelinden dolayı
İslâm’dan çıkarmayız’ diyor.” Tekfirci gençlerin düştüğü hatalardan
biri de iki küfrü birbirine karşıtırmaktır. Aynı şekilde onlar,
küçük günah olan fısk ile küfrü, zulüm ile küfrü birbirine karıştırıyorlar.
Onlar, bunların tümüne “şirk” mânâsını
veya benzerini
vermekteler.
Fakat Kur’an ve Sünneti inceleyenler böyle olmadığını
görürler.
Tekfircilerin sözlerinden bir örnek: Zulüm
de küfür demektir.
Çünkü Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “...Kâfirler zâlimlerin ta
kendileridir.”
425 Hiç kimse, kâfirin küfrü sebebiyle kendi nefsine zulmettiği
hususunda kuşkuya kapılamaz. Fakat her zâlim kâfir midir?
Kesinlikle hayır. Çünkü Kur’an’da Hz. Yûnus şöyle duâ ediyor;
“Senden başka
ilâh yoktur. Seni tesbih ederim. Çünkü ben zâlimlerden
oldum.”426
Küfür ile fıskı birbirine karıştırma konusuna gelince
gençler
buna şu âyeti delil getiriyorlar; “Biz sana
apaçık âyetler indirmişiz.
Onları sadece fâsıklar inkâr ederler.” Füsûk (fâsıklık) kelimesi küçük
günahlar ve küfür için de kullanılmıştır. Bunun için her kâfir
aynı zamanda
fâsıktır; fakat her fâsık kâfir değildir. Cenâb-ı Hak
Kur’ân-ı Kerim’inde şöyle buyuruyor: “...Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.
İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir...” 427 Hiç kötü lakaplarla
çağırmak küfrü gerektiren
şeylerden olur mu? Bunu kim
söyleyebilir?
Fısk ve zulüm kelimeleri hatta bazen “küfür” kelimesi,
Kur’ân-ı
Kerim’de kâfir için de müslüman için de kullanılıyor. Bundan dolayı
tedbirli davranmak
ve acele etmemek gerekir. Buradaki küfür
sözü, sahibini dinden çıkarmayan küçük küfürdür. Zira büyük küfür,
sahibini dinden
çıkarır. Her kâfir hem zâlim, hem de fâsıktır.
Fakat
her zâlim veya fâsık, kâfir değildir.
“El-Kevâşiful-Celiyye an Meâniyi’l-Vâsıtıyye” adlı
kitapta şöyle
denilmektedir: “Fısk kelimesi, sözlük anlamı bakımından istikametten
çıkmak ve sapmak anlamına gelir. Bu sebepten dolayı
sapmış kişiye fâsık denildi. Şeriat bakımından fâsık, büyük günah
425 2/Bakara, 254
426 21/Enbiyâ, 87
427 49/Hucurât, 11
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 138 -
işleyen veya küçük günahta ısrar eden kişi anlamına
gelir. Fâsıklık
iki kısımdır. Biri itikadî, diğeri amelîdir. Zina, adam öldürmek ve
livata gibi... İslâm milletine bir lütuf olarak uzun süre müslümanlar
küfrü gerektirecek masiyetleri işlemediler. Ehl-i sünnet
ve’1-Cemaat “büyük günah” işleyenin kâfir olmadığını
ve İslâm
dininden çıkmadığı görüşü üzerinde
ittifak etmişlerdir. İslâm’dan
ve imandan çıkmayacağı,
küfre girmeyeceği üzerinde de ittifak
sağlamışlardır.”
İbn Teymiyye, müslümanların fâsıklarından bahsederken şöyle
diyor: “Ehl-i sünnet ve’1-Cemaat, müslümanların fâsıklarının, imanın
kökünün ve bir kısmının kendileriyle beraber olduğuna,
imanın
tümünün bulunmadığına inanırlar. Bu iman sayesinde onlar
cennete girmeyi hakederler. Yine Ehl-i Sünnet, fâsık müslümanların
cehennemde
ebedî kalmayacakları, bilakis kalbinde buğday
tanesi veya hardal tanesi kadar iman bulunan kişinin
cehennemden
çıkacağı kanaatindedirler.” 428
Diğer birçok âlim-yazar gibi Samarraî’de câhiliye, itikadî
şirk, amelî şirk... gibi kavramların tekfirde
aşırı gidenlerce nasıl
yanlış ve yüzeysel değerlendirildiğini
ortaya koymuştur. Câhiliye
hakkında şöyle
der: “Câhiliyet hakkında vârid olan hadislere
geçmeden
önce şunu söylemek istiyorum: ‘Gerçekten câhiliyet
Allah’ın şeriatının tatbiki ile ilgili bir durum, bir nitelik olunca bazen
küfür ifade eder... Yöneticilerden
kim, beşerî kanunu Allah’ın
düzeninden üstün
tutarak onu reddederse bundan ötürü kâfir
olur. Çünkü o, Allah’ın indirdiğinden başkası ile hükmediyor
ve
Allah’ın kanununa dil uzatıyor. Câhiliyet, câhiliyet açılıp saçılması,
câhiliyet taassubu gibi adet ve geleneklerle ilgili bir durum olduğu
vakit bu, Allah’ın
şeriatına tercih edilmedikçe bazen masiyet
(günah) veya fısk ifade eder.” 429
Tekfirde aşırı giden grubun gençleriyle çok sık karşılaştığını
ifade eden Samarraî kitabının bir yerinde
şunları anlatıyor:
“Gençlere; ümmeti tümüyle dininden çıkarıp küfür
girdabına atan
bu önemli konuyu sorduğumuzda, müslümanların küfre girdiklerini
söylediler. Müslümanlar şehâdet kelimesini dilleriyle söyleyip,
anlamını bilmiyorlar ve içeriğiyle amel etmiyorlar” diyorlar.
Gençlerden biri: Şeker kutusu tuz ile doldurulsa ve üzerine şeker
yazılsa, bu işlem onun tuz olma gerçeğini
değiştirir mi? Bir adama
ilaç yazılsa; fakat adam almasa hatta yalan olduğunu iddia etse
bu gerçeği değiştirebilir mi?
428 Abdurrezzak Samarraî, Tekfir Olayı, Vahdet Yay. s. 74-81.
429 A.g.e., s. 158-159.
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 139 -
Ey ateşli gençler bize daha fazla bilgi veriniz, dediğimizde,
onlar
dediler ki, Peygamber zamanındaki bir müslüman, câhilî toplumdan
İslâmî topluma geçen
bir adamdı. Ama şehâdet kelimesini
diliyle söyleyip
hicret etmeden yerinde kalan kişi müslüman değildir.
Yukarıda söylenenlere göre topluluklar bu haliyle
İslâm’a
göre hareket etmiyor. O toplumun amelleri,
tutumları, iktisadi
metodları ve siyaseti tümüyle İslâm dışı olunca; o toplum da câhilî
toplum demektir.
O toplumun tüm fertleri; bizce delil ve burhan
ile aksi sâbit olmadıkça küfre girmişlerdir.
Kahire’nin “Medinetü’l Mühendisîn” semtinde sohbet ettiğim
gençlere dediğimi burada zikrediyorum.
Gençlere dedim ki: “Sizler
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği Allah’ın şeriatına mı uyuyorsunuz,
yoksa Yunanlı kâfir Aristo’nun mantığına mı?” Bu sözün
üzerine gençler, tedirgin oldular ve: “Allah’a sığınırız, bu ne
biçim söz?” dediler. O vakit ben de: “Öyleyse bana cevap veriniz...
Yanımıza
bir Yahudi, bir Hıristiyan veya bir müşrik genç girse ve:
Aklım İslâm’a ve onun getirdiklerine yattı, ben müslüman olmak
istiyorum, ne yapayım dese, ne cevap veririz?”
Gençlerden bazısı, ona şehâdet kelimesini söylemesini
telkin
ederiz, dedi. Ben de: Bunu söylese ve şehâdet getirse, o sırada
gence bir kalb nöbeti gelse ve oturduğu yerde ölse, hükmü nedir?
diye sordum. Dediler ki: O müslümandır. Ben de onlara: Fakat
siz tuzu keşfetmemiştiniz, onun tuz mu yoksa şeker mi olduğunu
öğrenmemiştiniz? dedim. Bu sefer gençler:
Şehâdet getirmekle
İslâm’a girdi:” dediler. Ben de: Bu iyi. Fakat siz onu denemediniz.
Bakalım ki o şehâdetin manasını anlıyor mu, anlamıyor mu? O,
İslâm’a ait hiçbir hükmü yerine getirmedi... dedim.
Gençler: Biz ona mühlet verir, toplumun fertleri gibi olacak mı,
onların hükmünü alacak mı diye bakarız.
Veya ayrıcalık gösterir
ve gerçekten müslüman olur, dediler. Ben, bu kadarı bana yeter
dedim. Zira o genç müslüman olmuş ve şehâdet getirmekle müslümanlığını
ilan etmiş oldu. Bundan başkası olamaz. Rasûlullah
(s.a.s.) döneminden günümüze kadar müslümanların bildikleri de
bu zaten. Bundan fazlası kabul
değil. Şehâdet getiren bu adamdan
küfrünü ifade eden bir şey zuhur ederse, biz bu noktada,
onun küfrüne
ve dinden dönmesine hükmederiz, dedim.
Nihâyet üzerinde şeker yazan kutuyu gören kişi, kutunun içinde
tuz olduğu kanaati kesinleşinceye kadar, onun şeker olduğuna
inanacak. Aynı şekilde şehâdet getirip, müslüman olduğunu ilan
eden kişi, İslâm’dan ayrıldığı kesinleşinceye kadar müslümandır,
aksi değil. Yani İslâm sâbit olduğu sürece küfür asıl olamaz. Çünkü
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 140 -
asıl bulunduğu hal üzere kalır. Müslüman, dinden döndüğü sâbit
oluncaya kadar müslümanlık üzerine kalır. Fukaha bundan daha
da ötede bir görüşe sahip. Onlar diyorlar ki; Halk bir müslümanın
küfrünü gerektiren bir durumuna şahit olsa, fakat adam bunu
inkâr etse, adamın sözü geçerlidir,
onların sözü değil. Fukahadan
bazısı, “Kur’an’ın eksik olduğunu” söylemekle itham edilen kişi
gibi, O da hakkında yapılan ithamlarla bir ilişkisi
bulunmadığını
söylemesini şart koşarlar. Yani bu ithamı yalanlaması gerekir, derler.
Bu konuda bu kadarı yeter...”
Küfür ülkesinde yaşayan müslümanların tâğûtî hükümlerle
muhâtap olmaları durumunda onların itikadına nasıl bir zarar
gelebilir? Eserinin bir bölümünde
de bu sorunun cevabını ortaya
koyan A. Samarraî konuyla ilgili olarak İbn Teymiyye’den görüşler
aktarıyor. Buna göre Firavun’un karısı, Yusuf (a.s.), Necaşî gibi fert
ya da az bir grupla müslüman olan kişiler küfür ülkesinde yaşayıp
bazen de küfür hükümlerine muhâtap olmuşlardır. Ve bu durum
da onların itikadına zarar vermemiştir. Hatta buna ek bir örnek
olarak -yine İbn Teymiyye’den aktarma yapılarak- Tatarlar arasında
müslümanların hâkimlik
veya imamlık görevinde bulunduğu
da kaydedilmektedir.
Samarraî bu son örneği de İbn Teymiyye’nin
Mecmu’ul-Fetevâ’sından aldığını kaydediyor.
Tekfirde aşırı
gidenler, bazı büyük günah sahiplerini tekfir etmektedirler.
İtikadî şirk ile amelî şirki ayırmamaktadırlar.
Bu da
Hâricîlerde bulunan bir özelliktir. 430
Korunması ve Sakınılması Gerekenler; Tevhid ve Küfür
1- Tevhîd kelimesi ile hem dine girilir ve hem de dinden çıkılır.
Tevhid kelimesinin menfi yönündeki hareketleri, insanı dinden
çıkarır.
2- Tevhîd kelimesi kulun kendine ve çevresine ikrârıdır (yani
kimliğinin göstergesidir) ve aynı zamanda tevhîd kelimesi kulun
Rabbine olan imanının, teslimiyetinin
ve Rabbiyle olan ilişkisinin
bildirgesidir.
3- Olumluluk üzerine yapılan ikrar ispatı gerektirir.
Ama olumsuzluk
üzerine yapılan şehâdet ise açıklamayı gerektirir (yani
tevhîd kelimesini söyleyen
birisinden tevhidini kabul, reddeden
birisinden
ise ne için redd ettiğini açıklaması istenebilir).
4- Şer’î hükümlerin delâlet ettiği mânâ ve ihtivâ ettiği mânâları
muhâfaza etmek gerekir.
430 Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 246-257.
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 141 -
5- Zarûri olarak bilinmiş olan şeylerden korunmak.
Örneğin;
müslüman birisinin müslümanlığında durmak
ve kâfir birisinin de
küfründe durmak gibi.
6- Zâtın beraati ve zâhirin kabul edilmesinde kesinlikle
belli
olan usûlleri yok etmekten kaçınmak.
7- Söylenilen söz, bâtıl ve yalan olduğu ortaya çıkıncaya
kadar
hak ve doğrudur. Zan ise hakikati ve doğruluğu çıkmayana kadar
yalandır.
8- Allah’ın dininde cürüm işlemek ve ilimsiz olarak delillere
saldırmaktan sakınmak gerekir. Zira böyle yapmak dinin gitmesine
delillerin yok olmasına
sebep olmaktadır.
9- Şiddetten ve şiddetli olmaktan kaçınmak, yükümlülükten
sıyrılmak gerekir. Buna karşılık ise hikmetle kuşanmak, dâvâda
güzel sabırlı olarak davranmak, Hakka tâbi olunsun diye hakkı
açıklamak
ve bâtıldan uzaklaşmak için de bâtılı açıklamak gerekir.”
431
Müslüman zümreden birçoğunun iman ve küfür konularından
bahsedilirken “İtikadî küfür, amelî küfür” gibi ayırımları
duyduklarında bu ayırımları kabul etmediklerini görebiliyoruz.
Oysa bu bir gerçektir
Yani her şirk ve her küfür, sahibini kâfir yapmayabilir.
432
Haksız Tekfirin Tehlikesi
Herhangi bir insan hakkında küfür hükmünü vermek gerçekten
de ciddi ve tehlikeli bir hükümdür. Çünkü onun tekfir edilmesi
halinde şu son derece tehlikeli etkiler terettüb etmektedir:
1. Kestiği yenmez, onunla samimiyet kurulmaz, sır verilmez,
velî/dost, yardımcı ve yönetici kabul edilmez. Nikâhlı karısının
onunla beraber kalması helâl olmaz ve bu sebeple ikisinin birbirinden
ayrılması gerekir. Çünkü müslüman bir kadının bir kâfire zevce
olmasının sahih olmadığı
yakin olarak bilinen icma ile sâbittir.
2. Onun çocuklarının, onun idâresinde kalmaları câiz değildir.
Çünkü bu durumda onlar hakkında emin olunmaz ve onun küfrünün
çocuklarına tesir etmesinden korkulur. Özellikle
onun çocuklarını
yumuşaklıkla ve şefkatle ziyaret etmesi,
bu etkiyi artırır.
Bundan dolayı onlar İslâm toplumuna mensub olan herkesin boynuna
emanettirler.
431 Muhammed Salih Ebu Ali, Mefâhim
432 Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi s. 189
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 142 -
3. Şüphesiz o, sarih küfür ve apaçık riddet ile dinden çıktıktan
sonra İslâm toplumu üzerinde borç olan velâyet ve yardım hakkını
kaybeder. Bu sebeple de kendi kendisi uyanıp geri dönene kadar
ve tekrar hidâyete erişinceye kadar onunla ilişkilerin kesilmesi ve
toplumdan ona en yakın sığınağın kapatılması
gerekir.
4. Onun, tevbeye davet edilmesi, zihninden şüphelerinin giderilmeye
çalışılması ve ona delillerin ikame edilmesinden sonra
hakkında mürted hükmünün infaz edilmesi için İslâm mahkemesi
önünde muhakeme edilmesi gerekir.
5. O öldüğünde onun hakkında müslümanlar üzerinde icra
edilen hükümler icra edilmez. Bu sebeple cenazesi yıkanmaz,
üzerine
namaz kılınmaz, müslümanların kabristanında defnedilmez
ve bir murisi öldüğünde ona vâris olmadığı gibi, başkası da ona
vâris olamaz.
6. Yine o küfür halinde öldüğü zaman Allah’ın (c.c.) lânetini,
rahmetinden kovulmayı ve cehennem ateşinde ebedi olarak kalmayı
hak eder.
İşte bu hükümler, Allah’ın kullarından birisinin hakkında tekfir
hükmünü veren kişinin, bu dediğini söylemeden evvel birçok kez
irkilip geriye çekilmesini gerektirir.433
Küfürden Korunma Yolları
Muvahhid bir mü’min olabilmek, öyle yaşayabilmek ve
Allah’ın râzı olacağını ve kulları için seçip beğendiğini belirttiği
İslâm dini üzere ölmek, bir müslümanın, bir mü’minin en büyük
emelidir. Yüce Allah’ın da emri budur, bütün peygamberlerin
ümmetlerine tavsiye ettikleri de budur. “Ey iman edenler, Allah’tan
nasıl korkmak gerekiyorsa öylece, hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar
olarak ölün.”434 Kişinin âhiret hayatında Yüce Rabbimizin
azâbından kurtulup ebedî mükâfatlarına nâil olabilmesi, günahlarının
bağışlanabilmesi, ancak mü’min olarak, muvahhid olarak
Yüce Allah’a herhangi bir şekilde herhangi bir şeyi, bir kimseyi,
kurum ve nesneyi, madde ya da mânâyı, ideoloji ve putu şirk/eş
koşmayarak Rabbine kavuşmasına bağlıdır. Çünkü kim Allah’a şirk
koşarak ölürse cehhenneme girecektir.435 Kim de Allah’tan başka
hiçbir ilâh olmadığı gerçeğini bilerek ve Allah’a hiçbir şeyi şirk
433 Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim M. Salih
Geçit), İstanbul, 1998 31-32
434 3/Âl-i İmrân, 102
435 Buhârî, Tefsîr 2, Sûre 22, Eymân 19, Cenâiz 19; Müslim, İman 150, 151 ve
4/Nisâ, 48, 116
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 143 -
koşmaksızın ölürse, o da cennete girecektir.436
Bu büyük gerçeği Kur’ân-ı Kerim’in hemen hemen her sayfasında
çeşitli şekilde dile getirilmiş olarak görebilmekteyiz. O halde
müslümanın iman ve tevhid konularında gereken hassâsiyeti göstererek
imanını her nefes, her an ve her durumda korumaya, ona
herhangi bir zarar getirmemeye çalışması, bunun için âzamî gayretini
harcaması gerekmektedir. Bunun için, yani imanı korumak,
şirk ve irtidaddan korunmak, küfre yaklaşmamak için gerekli olan
bazı önemli hususları kısaca sayalım:
1. Sahih bir iman, akaid bilgisi ve güçlü bir inanma/yakîn,
2. Kur’ân-ı Kerim’in ve sahih sünnetin emir ve teşvik ettiği
amel ve ibâdetlere önem vermek, bunları yerine getirmek için
âzamî gayret harcamak,
3. Allah’ın ve Peygamberinin uyarılarına dikkat ederek, sakındırdıklarından
kesinlikle uzak kalmak, hatta o yasaklara yaklaşmamak,
4. Akîdemiz uğrunda gereken mücâdeleyi vermekten hiçbir
şekilde geri kalmamak; inancımızla taban tabana zıt bir ortam
içerisinde yaşamanın ıstırabını kalbimizin derinliklerinde duymak,
5. Akîdemizi hâkim kılmak azmi ve emelini daima canlı tutmak,
bu uğurda aynı hedefi paylaşanlarla bir ve beraber olmak,
6. Allah’ı ve Rasûlünü yakından tanımak ve her şeyden çok
sevmek, onların emir ve buyruklarını bütün emir ve direktiflerden
üstün tutmak, onlara bağlanmayı her şeyin önünde bilmek, onların
rızâlarını esas almak,
7. Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmayan, onun sünnetini
baştacı bilen, onun dışında izlenmeye, yolundan gidilmeye değer
hiçbir kimsenin varlığını kabul etmeyenleri, başta sahâbeleri,
güzel bir şekilde onların izinden gidenleri mümkün mertebe yakından
tanımak, onların bu akîde uğrunda verdikleri mücâdele ve
cihadı, kendi mücâdele ve cihadımız için yol azığı edinmek,
8. İslâm’a, Kur’an ve Sünnet esaslarına kesin ve tâvizsiz bir şekilde
bağlı kalmak, dinî vecîbeleri ihlâsla yerine getirmek,
9. Yüce Peygamberin dahi küfürden, şirkten, riyâkârlıklardan
ve benzeri kalbî/imanî hastalıklardan Allah’a sığındığını bilerek,
hatırlayarak, imanımızı son nefesimize kadar muhâfaza
436 Buhârî, Cenâiz 1, Rikak 13, 14, Tevhid 33; Müslim, İman 43, 150, 151;
Tirmizî, İman 18; Nesâî, Cihad 18
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 144 -
edebilmek için Rabbimize daima duâ etmek, yalvarmak, fiilî
olarak duâ bâbından elimizden gelen tüm gayreti göstermek.
Rasûlullah (s.a.s.) duâlarında: “Sonrası küfür olmayan bir iman”
ister;437 her namazın akabinde “küfürden, fakirlikten ve kabir
azâbından”,438 “küfürden ve borçlanmaktan” Allah’a sığınırdı.439 Hz.
Ebû Bekir’e ve onun şahsında bütün mü’minlere sabah akşam
yapmasını tavsiye ettiği duâda, “şirkten” Allah’a sığınmak yer almaktadır:
“Allah’ım, bile bile şirk koşmaktan Sana sığınırım, bilmediklerimden
de Senden af dilerim.” 440
437 Tirmizî, Deavât 30
438 Nesâî, İstiâze 16, 29
439 Nesâî, İstiâze, 16, 29
440 Ebû Dâvud, Edeb 102; M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 351-354
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 145 -
Küfürle İlgili Âyet-i Kerimeler
A Küfür Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (-Küfür ve Kâfir-
Toplam 525 Yerde) Küfür Kelimesinin İsim ve Fiil Halde Kullanılışlarının
Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 367 Yerde): 2/Bakara, 6, 26, 28, 39, 61, 85,
88, 89, 89, 90, 91, 93, 99, 102, 102, 102, 105, 108, 121, 126, 152, 161, 171,
212, 217, 253, 256, 257, 258, 271; 3/Âl-i İmrân, 4, 10, 12, 19, 21, 52, 55, 55,
56, 70, 72, 80, 86, 90, 90, 91, 97, 98, 101, 106, 106, 112, 115, 116, 127, 149,
151, 156, 167, 176, 177, 178, 193, 195, 196; 4/Nisâ, 31, 42, 46, 51, 56, 60, 76,
84, 89, 89, 101, 102, 131, 136, 137, 137, 137, 140, 150, 150, 155, 155, 156,
167, 168, 170; 5/Mâide, 3, 5, 10, 12, 12, 17, 36, 41, 61, 64, 65, 68, 72, 73, 73,
78, 80, 86, 103, 110, 115; 6/En’âm, 1, 7, 25, 30, 70, 89; 7/A’râf, 66, 90; 8/Enfâl,
12, 15, 29, 30, 35, 36, 38, 50, 52, 55, 59, 65, 73; 9/Tevbe, 3, 12, 17, 23, 26,
30, 37, 37, 40, 40, 54, 66, 74, 74, 80, 84, 90, 97, 107; 10/Yûnus, 4, 4, 70; 11/
Hûd, 7, 17, 27, 60, 68; 13/Ra’d, 5, 7, 27, 30, 31, 32, 33, 43; 14/İbrâhim, 7, 8,
9, 13, 18, 22, 28; 15/Hıcr, 2; 16/Nahl, 39, 55, 72, 84, 88, 106, 106, 112; 17/İsrâ,
69, 98; 18/Kehf, 29, 37, 56, 80, 102, 105, 106; 19/Meryem, 37, 73, 77, 82; 21/
Enbiyâ, 30, 36, 39, 97; 22/Hacc, 19, 25, 55, 57, 72, 72; 23/Mü’minûn, 24, 33;
24/Nûr, 39, 55, 57; 25/Furkan, 4, 32; 27/Neml, 40, 40, 97; 28/Kasas, 48; 29/
Ankebût, 7, 12, 23, 25, 52, 66, 67; 30/Rûm, 16, 34, 44, 44, 51, 58; 31/Lokman,
12, 23, 23; 32/Secde, 28; 33/Ahzâb,25; 34/Sebe’, 3, 7, 17, 31, 33, 33, 43, 53;
35/Fâtır, 7, 14, 26, 36, 39, 39, 39, 39; 36/Yâsin, 47, 64; 37/Sâffât, 170; 38/Sâd,
2, 27, 27; 39/Zümer, 7, 7, 8, 35, 63, 71; 40/Mü’min, 4, 6, 10, 10, 12, 22, 42,
84; 41/Fussılet, 9, 26, 27, 29, 41, 50, 52; 43/Zuhruf, 33; 45/Câsiye, 11, 31; 46/
Ahkaf, 3, 7, 10, 11, 20, 34, 34; 47/Muhammed, 1, 2, 3, 4, 8, 12, 32, 34; 48/
Fetih, 5, 22, 25, 25, 26; 49/Hucurât, 7; 51/Zâriyât, 60; 52/Tûr, 42; 54/Kamer,
14; 57/Hadîd, 15, 19; 59/Haşr, 2, 11, 16, 16; 60/Mümtehıne, 1, 2, 4, 5; 61/
Saff, 14; 63/Münâfıkun, 3; 64/Teğâbün, 5, 6, 7, 9, 10; 65/Talâk, 5; 66/Tahrîm,
7, 8, 10; 67/Mülk, 6, 27; 68/Kalem, 51; 70/Meâric, 36; 73/Müzzemmil, 17; 74/
Müddessir, 31; 80/Abese, 17; 84/İnşikak, 22; 85/Bürûc, 19; 88/Ğâşiye, 23; 90/
Beled, 19; 98/Beyine, 1, 6.
B Kâfir Kelimesi ve Çoğullarının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 158Yerde):
2/Bakara, 19, 24, 34, 41, 89, 90, 98, 104, 109, 161, 191, 217, 250, 254,
264, 276, 286; 3/Âl-i İmrân, 13, 28, 32, 91, 100, 131, 141, 147; 4/Nisâ, 18,
37, 101, 102, 139, 140, 141, 141, 144, 151, 151, 161; 5/Mâide, 44, 45, 54,
57, 67, 68, 89, 89, 95, 102; 6/En’âm, 89, 122, 130; 7/A’râf, 37, 45, 50, 76,
93, 101; 8/Enfâl, 7, 14, 18; 9/Tevbe, 2, 26, 32, 37, 49, 55, 68, 73, 85, 120,
123, 125; 10/Yûnus, 2, 86; 11/Hûd, 9, 19, 42; 12/Yûsuf, 37, 87; 13/Ra’d, 14,
35, 42; 14/İbrâhim, 2, 34; 16/Nahl, 27, 83, 107; 17/İsrâ, 8, 27, 67, 89, 99; 18/
Kehf, 100, 102; 19/Meryem, 83; 21/Enbiyâ, 36, 94; 22/Hacc, 38, 44, 66; 23/
Mü’minûn, 117; 25/Furkan, 26, 50, 52, 55; 26/Şuarâ, 19; 27/neml, 43; 28/
Kasas, 48, 82, 86; 29/Ankebût, 47, 54, 68; 30/Rûm, 8, 13, 45; 31/Lokman,
32; 32/Secde, 10; 33/Ahzâb, 1, 8, 48, 64; 34/Sebe’, 17, 34; 35/Fâtır, 36, 39,
39; 36/Yâsin, 70; 38/Sâd, 4, 74; 39/Zümer, 3, 32, 59, 71; 40/Mü’min, 14,
25, 50, 7485; 41/Fussılet, 7, 14; 42/Şûrâ, 26, 48; 43/Zuhruf, 15, 24, 30; 46/
Ahkaf, 6; 47/Muhammed, 10, 11, 34; 48/Fetih, 13, 29, 29; 50/Kaf, 2, 24; 54/
Kamer, 8, 43; 57/Hadîd, 20; 58/Mücâdele, 4, 5; 60/Mümtehıne, 10, 10, 11,
13; 61/Saf, 8; 64/Teğâbün, 2; 66/Tahrîm, 9; 67/Mülk, 20, 28; 69/Haakka, 50;
70/Meâric, 2; 71/Nûh, 26, 27; 74/Müddessir, 10, 31; 76/İnsan, 3, 4, 5, 24; 78/
Nebe’, 40; 80/Abese, 42; 83/Mutaffifîn, 34, 36; 86/Târık, 17; 109/Kâfirûn, 1.
1. Küfür Hakkında Âyet-i Kerimeler
2. Küfrün Misali: İbrahim, 26
3. Allah Küfre Razı Olmaz: Zümer, 7
4. Küfürden Sakınmak: A’lâ, 14, 18-19
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 146 -
5. Mü’mini Küfürle İtham Etmek (Tekfir): Nisa, 94
6. Küfre Düşenler: Leyl, 8-10
7. Küfredenin Küfrü Kendi Aleyhinedir: Rum, 44; Fatır, 39; Zümer, 7.
8. Küfre Önderlik Edenin Cezası İki Kattır: Nahl, 24-25, 88.
D Kâfirler Hakkında Âyet-i Kerimeler
D1 Kâfirlerin İmandan Yüz Çevirmeleri
1. Kâfirler İman Etmezler: Bakara, 6-7, 171; En’am, 7-9; A’raf, 185, 203;
Enfal, 55; Yunus, 33, 96-97; 101-102; Hıcr, 14-15; Kehf, 55-57; Şuara, 198-
201; Rum, 52-53, 58-59; Lokman, 25; Fatır, 22; Fussılet, 44; Hakka, 33;
Mürselat, 50.
2. Kâfirlerin Dostları Şeytandır: Bakara, 257; Nisa, 38, 76; En’am, 71; A’raf,
27, 201-202; Enfal, 48; Meryem, 83; Furkan, 55; Şuara, 221-223; Fussılet,
25.
3. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Peygamberliğini İnkar Eden Kâfirler: Nisa, 42;
En’am, 33; A’raf, 184; Yunus, 2; Ra’d, 43; İsra, 94; Saffat, 35-38; Feth, 13.
4. Kâfirler, Peygamberlerden İnanmayacakları Mucizeler İsterler: En’am,
37, 57-58; Yunus, 48-53; Hud, 32-33; İbrahim, 9-10; Hıcr, 14-15; Kehf, 55;
Taha, 133-135.
5. Kâfirler, Allah’ın Ayetlerini İnkar Ederler: Enfal, 31-33; Hıcr, 90-91; Hacc,
72; Furkan, 4-6; Şuara, 5; Rum, 58-59; Lokman, 32; Sebe’, 38; Mü’min, 56,
63, 69-70; Fussılet, 44, 52; Casiye, 8; Nebe’, 28; Mutaffifin, 13.
6. Kâfirler, Allah’ın Nurunu Söndürmek İsterler: Tevbe, 32-33; Yunus, 82;
Hacc, 15; Saf, 8-9.
7. Kâfirler, Kur’an’ı İnkar Ederler: Bakara, 170, 181, 231; Al-i İmran, 19,
72; Riza. 51. 140; Maide, 44; En’am, 5, 7, 25, 33, 57, 66; A’raf, 68; Enfal,
31; Tevbe, 65; Yunus, 15, 17, 37-39; 94; Ra’d, 1, 31; Hıcr, 24-25; Nahl, 24,
103-105; İsra, 41, 47-48, 89; Kehf, 56-57, 101, 106; Meryem, 73, 77; Taha,
100-101, 126; Enbiya, 2, 24, 32, 50; Hacc, 51, 55, 57, 72; Mü’minun, 63,
105; Furkan, 4-5, 30, 32, 50; Şuara, 5-6, 198-201; AnkEbût, 23, 47, 49, 68;
Rum, 10; Secde, 22; Sebe’, 5, 43; Saffat, 12, 14; Zümer, 57; Mü’min, 4,
81; Fussılet, 26, 40-41; Zuhruf, 36; Casiye, 9, 35; Mürselat, 50; Tekvir, 25;
İnşikak, 20-23; Beled, 19.
8. Kâfirlerin Düşünüp İbret Alarak Allah’ın Varlığını Anlamalarını İsteyen
Ayetler: Bakara, 164, 242, 252; En’am, 65, 105, 109, 126; A’raf, 32, 35, 58,
146-147; Yunus, 5-6, 15, 20, 67; Yusuf, 105; Ra’d, 2, 4; Nahl, 11-12, 67,
69, 79; İsra, 1, 41, 59; Kehf, 105; Meryem, 77; Mü’minun, 30; Nur, 18, 46,
58-59; Şuara, 8, 67, 121, 139, 158, 174, 190; Neml, 52, 82, 86, 93; Kasas,
71, 73; AnkEbût, 15; Rum, 20, 27, 37, 46, 58; Lokman, 31-32; Secde, 15,
26; Ahzab, 34, Sebe’, 9, 19; Zümer, 53, 64; Mü’min, 13, 81, Fussılet, 37,
39; Şura, 15, 29, 32; Casiye, 3-9, 11, 13; Zariat, 20-21; Necm, 55, 58, 60;
Hadid, 17.
9. Kâfirler Ahireti İnkar Ederler: A’raf, 45; Hud, 7; Ra’d, 5; İsra, 98; Furkan,
11-12, 21; Neml, 4-5, 66-67; Rum, 7; Secde, 10-11; Yasin, 48-49; Fussılet,
54; Casiye, 32; Vakıa, 47-50; Müddessir, 43-46; Nebe’, 1-5, 27; Mutaffifin,
10-14; İnşikak, 14-15.
10. Kâfirler, Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkar Ederler: En’am, 2, 29-31; Yunus,
7-8; Hud, 7; Ra’d, 5; Nahl, 38; İsra, 49-52; Merym, 66-67; Mü’minun, 81-
83; Neml, 67-72; AnkEbût, 23; Secde, 10-11; Sebe’, 3; Yasin, 78-79; Saffat,
16-18; Vakıa, 47-50, 57, 60-62, 83-87; Teğabün, 7; Kıyame, 3-6; İnsan,
27-28; Naziat, 10-14; Abese, 17-22.
11. Allah’ın İndirdiği ile Hükmetmeyenler Kâfirdir: Maide, 44.
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 147 -
D2 Kâfirlerin Bazı Özellikleri
1. Kâfirler, Fakirleri Küçük Görürler: En’am, 52-53; A’raf, 49; Hud, 27; Kehf,
28; Şuara, 106-114.
2. Kâfirlerin Kalpleri Birbirine Benzer: Bakara, 118; Al-i İmran, 11; Hud,
110; Zariyat, 52-53.
3. Kâfirlerin Misali: Bakara, 171; Al-i İmran, 117; En’am, 122; A’raf, 179;
Enfal, 55; İbrahim, 18; Yasin, 70; Muhammed, 12; Müddessir, 49-51;
Beyyine, 6.
4. Kâfirler, Mallarını Allah Yolundan Çevirmek İçin Harcarlar: Enfal, 36;
Beled, 5-12.
5. Kâfirler, Birbirlerinin Yardımcılarıdır: Enfal, 73; Ahzab, 26; Casiye, 19.
6. Kâfirler Nankördürler: En’am, 63-64; Yunus, 12, 21-23; Nahl, 53-55, 83;
Enbiya, 46; AnkEbût, 65-67; Rum, 33-35; Lokman, 32; Saffat, 11; Zümer,
8; Zuhruf, 9, 15, 87; Abese, 17-23; Adiyat, 1-11; Kureyş, 1-4.
7. Kâfirler İnfak Etmezler: Yasin, 47; Hakka, 34; Müddessir, 43-44; Maun, 1,
3.
8. Kur’an Ayetleri, Kâfirlerin Küfrünü Artırır: Tevbe, 124-125; İsra, 41, 46,
60, 82; Hacc, 72; Şuara, 5-6, 198-201; Yasin, 45-46; Casiye, 9.
9. Kâfirler Dünyalıkla Övünürler: Kehf, 32-44; Sebe’, 34-36; Tekasür, 1-7.
10. Kâfirler, Dünya Hayatını Ahiretten Üstün Tutarlar: İbrahim, 3; kehf, 32-
36; Rum, 7; Kıyame, 20-21; İnsan, 27; A’la, 16.
11. Kâfirler, Zanla Hareket Ederler: Yunus, 36.
12. Kâfirler, Yaratıkların En Kötüleridir: Beyyine, 6.
13. Kâfirler, Bâtılın Mücadelesini Yaparlar: Kehf, 56-57.
14. Kâfirlerin Dünyaya Bakışı: Kasas, 60; Rum, 7.
D3 Kâfirlerin Cezâsı
1. Kâfirlerin Cezası: Bakara, 39, 104, 161-162, 210, 217, 257; Al-i İmran, 11,
56, 151, 176-177; Nisa, 56; Maide, 36-37; 86; En’am, 70; A’raf, 38, 40-41,
50-51; Yunus, 4, 7-8; Hud, 111; Ra’d, 5; İbrahim, 2-3; 16-17; Nahl, 24-25,
29, 104; Kehf, 29, 106; Hacc, 19-22, 51, 57; Nur, 57; Furkan, 34; AnkEbût,
68; Secde, 14; Ahzab, 64-65; Fâtır, 7, 36; Zümer, 32; Fussılet, 26-28; Şura,
8, 26; Zuhruf, 74-76; Casiye, 10-11; Muhammed, 11; Teğabün, 10; Hakka,
35; İnşikak, 24; Fecr, 1-5.
2. Kâfirler, Allah’ın Nimetinden Dünyada Faydalanırlar: Bakara, 126; A’raf,
32; Hıcr, 3; İsra, 20; Taha, 131; Enbiya, 44; Mürselat, 46.
3. Kâfirlerin Yaptıkları İyi İşler Boşa Gider: Bakara, 217; Al-i İmran, 117;
Maide, 5; A’raf, 147; ibrahim, 18; Kehf,103-106; Nur, 39-40; Furkan, 23,
77; Zümer, 47; Muhammed, 1, 3, 8-9, 32.
4. Allah ve Melekler Kâfirlere Lanet Eder: Bakara, 161-162
5. Kâfirlerin Malları ve Evlatları Kendilerine Fayda Vermez: Al-i İmran, 10,
91, 116; Maide, 36; En’am, 70; A’raf, 48; Ra’d, 18; Meryem, 77-80; Casiye,
10; Mücadele, 17; Hakka, 25-29; Leyl, 8-11; Hümeze, 2-6; Leheb, 1-3.
6. Kâfirler, Allah’a Zarar Veremezler, Zararları Kendilerinedir: Al-i İmran,
176-177; Muhammed, 32.
7. Allah Kâfirlere Mühlet (Süre) Verir: Al- İmran, 178; En’am, 44; A’raf, 182-
183, 186; Yunus, 11; Hud, 8; Ra’d, 32; Hıcr, 2; Meryem, 75; 83-84; Enbiya,
39-40; Hacc, 44; Lokman, 24; Şura, 21; Mürselat 46; Tarık, 17.
8. Kâfir Olarak Öleceklerin Tevbesi: Nisa, 18, 168-169.
9. Kıyamet Günü Kâfirlerin Durumu: A’raf, 38-39, 48; Yunus, 45-46, 54;
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 148 -
İbrahim, 21-22, 28-29, 49-50; Hıcr, 2, 922-93; Nahl, 27, 84-85; İsra, 72;
Kehf, 102-104, 124-127; Furkan, 11-14, 22, 27-29; Neml, 83-85; Rum, 12,
14-16, 55-57; Secde, 12; Ahzab, 66-68; Fatır, 36-37; Yasin, 48-53; Zümer,
47-48, 71-72; Mü’min, 10-12, 71-72; Fussılet, 19-24; Şura, 22, 44-46;
Duhan, 47-50; Casiye, 27, 31-35; Ahkaf, 20, 34; Tur, 11-16; Kamer, 6-8;
Rahman, 39, 41, 43-44; Vakıa, 41-46, 51-56; Teğabün, 9; Tahrim, 7; Mülk,
6-11; Müddessir, 8-10; İnsan, 4; Mürselat, 19, 24, 29-37, 45, 47-49; Nebe’,
21-30; Naziat, 34-39; İnfitar, 14-16; Mutaffifin, 15-17; inşikak, 10-14;
Tarık, 10; A’la, 11-12.
10. Allah, Kâfirlere Hidayet Vermez: Bakara, 264; Zümer, 3; Münâfıkun, 6.
11. Kâfirler, Azabı Gördükleri Zaman Tekrar Dünyaya Dönmek İsteyecekler:
Fatır, 37; Mü’min, 10-11; Fussılet, 24; Şura, 44; Fecr, 24.
12. Kâfirlerin Ölümü: Nahl, 28-29, 33-34; Muhammed, 34; Vakıa, 83-87, 92-
94; Naziat, 1, 4.
13. Küfre Önderlik Edenlerin Cezası: Nahl, 24-25, 88.
14. Kâfirler, Azabı Gördüklerinde Yok Olmak İsteyeceklerdir: Furkan, 13-14;
Zuhruf, 77-78; Nebe’, 40; İnşikak, 10-11.
15. Kâfirlerin Amellerinin Misali: Nur, 30-40.
16. Kâfirler, Kurtuluşa Eremezler: Kasas, 82.
17. E- Kâfir-Mü’min İlişkisi
18. Kâfirlere Karşı Allah’ınYardımını İstemek: Bakara, 286; Enfal, 45; Yunus,
85-86; Mü’min, 56; Mümtehine, 5.
19. Kâfirler, Mü’minlerle Alay Ederler: Bakara, 212; En’am, 10; A’raf, 49;
Yunus, 48; Meryem, 73-75.
20. Kâfirlerin Dostlukları Yoktur: Bakara, 105, 217; Al-i İmran, 28, 118-120,
149-150; Nisa, 44-45, 101, 140, 144; Maide, 57; En’am, 68; Tevbe, 23;
Ra’d, 37; Kasas, 86; Mücadele, 22; Mümtehine, 13.
21. Kâfirler, Mü’minlere Zarar Veremezler: Al-i İmran, 120; Nisa, 141; Maide,
11, 105; Enfal, 30, 59, 62-63; İsra, 45; Casiye, 19.
22. Kâfirlere İtaat Etmekten Sakınmak: Al-i İmran, 149; Kehf, 28; Furkan,
52; Kasas, 86; Ahzab, 1-3, 48; Şura, 15; İnsan, 24; Alak, 19.
23. Kâfirlerin Hayatı, Mü’minleri Aldatmasın: Al-i İmran, 196-197; Hıcr, 88;
Taha, 131; Furkan, 10; Kasas, 79-82; Mü’min, 4; Zuhruf, 33-35; Ahkaf,
20; Kalem, 14.
24. Kâfirler, Mü’minleri Saptırmak İsterler: Nisa, 27, 44-45, 167; A’raf, 45;
İbrahim, 3; Hıcr, 90-91, AnkEbût, 12-13.
25. Kâfirlerden Korkulmaz: Maide, 3; Enfal, 30; Tevbe, 13-14.
26. Kâfirlerden Yüz Çevirmek: En’am, 106, 150; Yunus, 41; Hıcr, 94; Kasas,
87; Secde, 30; Saffat, 173-174, 178-180; Zuhruf, 83, 89; Casiye, 18; Zariyat,
54; Necm, 29; Kamer, 6; Kalem, 8; Müzzemmil, 10.
27. Kâfirlere Karşı Mü’minlerin Davranışları: Tahrim, 9.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
1. Dinden çıkarmayan bir kısım günahlar hakkında “küfür” kelimesi kullanmak
caizdir: Kütüb-i Sitte, 15/ 185
2. Küfür kelimesinin ayet ve hadislerde geldiği manalar: 15/148
3. Küfrün, tekfir edene dönmesi meselesi: 15/ 149
4. Mü’mine kâfir diyen,kendisi kâfir olur mu? 15/ 145-147
5. Peygamber huzurunda iki kişinin küfürleşmesi: 12/ 296
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 149 -
6. Kötü söz sarfeden tekfir edilebilir mi? 15/ 143
7. Küfre düşme korkusu: 4/ 233
8. Küfrün bazı şark cihetinde olması: 13/ 212
9. Küfür kaç çeşittir: 15/ 147
10. Küfrün imanı yok etmesi: 8/ 254
11. Davet ulaştığı halde küfürde ısrar eden müşrikleri pusu yoluyla öldürmek
caizdir: 12/ 118
12. Kâfir ile onu öldüren ebediyyen cehennemde bir araya gelmezler:
Kütüb-i Sitte, 5/ 34-35
13. Kâfir diyeti: 17/ 330
14. Kâfirin kanı antlaşmadan sonra haramdır: 5/ 169-170
15. Kâfirin küfründen tevbe ederek dönmesi kabul edilir: 7/ 346
16. Kâfirin cehennemdeki durumu: 14/ 462-464
17. Kâfirken nezirde bulunan, müslüman olduğu takdirde nezri yerine
getirir mi?
18. Kâfirler cehennemde ebedi kalacaklar: 14/ 418
19. Kâfirlerin cehennem yiyeceği: 4/ 239
20. Kâfirlerin mütevatir haberi makbuldür: 14/ 250
21. Kâfirlerle alış-veriş: 7/ 304
22. Kâfirler necis midir? 10/ 554
23. Kâfir olarak ölen baba ve akraba için istiğfarda bulunulmaması: 3/ 550-
552
24. Kâfir zimmeti: 12/ 136
25. Kâfire karşı imanı gizlemek: 12/ 510
26. Buhari, Cihad 102, İman 17;
27. Müslim; İman 8;
28. Ebû Davud, Cihad 104;
29. Tirmizi, Tefsir 78;
30. Nesai, Zekat 3;
31. İbn Mace, Fiten 1;
32. Darimi, Siyer 10
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 190-198
2. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 180-184
3. Tefsir-i Kebir (Mefatihu’l-Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1, s. 475-495
4. Fi Zılali’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 83-84
5. Tefhimu’l-Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 50
6. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 90-97
7. El-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’an, M. Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 81-84
8. Min Vahyi’l-Kur’an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 53-61
9. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 43-45
10. Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 81-119
11. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 3, s. 282-284 ve 424
12. Kur’an Ölçülerine Göre Mü’min, Kâfir, Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
13. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 11-104
14. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 339-352
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 150 -
15. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 40-63
16. İman; Hak Y. s. 249-265 (Küfre rızâ)
17. Kur’ani Araştırmalar, Mutahhari, c. 2, s. 28-35
18. İman-Küfür Sınırı, Ahmet Saim Kılavuz, Marifet Y. s. 55-65
19. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 1 s. 107
20. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 95
21. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, İzutsu, Pınar Y. s. 11-48
22. Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, İzutsu, Pınar Y. s. 165-237
23. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 339-354
24. Risale-i Nur’dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 196-207
25. Kur’an Kültürü, Muzaffer Can, Cantaş Y. s. 14-33
26. Kur’an Okulu Cüz Cüz Kur’an, Hanif Yay. Küfr-Kâfir: 4, 186-190
27. Kur’an ve Psikoloji, M. Osman Necati, Fecr Y. s. 210-211
28. İslâm Akaidi, Şerafettin Gölcük, Esra Y. s. 50-54
29. İslâm’ın Temelleri, Mevdudi, El-Ummah Neşriyat, s. 14-20
30. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 170-196
31. İslâm Dünyasında İnanç Sorunları, Hasan El-Hudaybi, İnkılab Y. s. 93-97
32. Kurtulan Toplum (Fırka-i Naciye), Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y.
s. 80-86
33. Kur’an’da Sünnetullah ve Helak Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s.
81-91
34. Kur’an Ölçülerine Göre Mü’min-Kâfir-Münâfık, Ahmed Taşgetiren,
Büşra Y.
35. Konularına Göre Ayetler -4- İman ve Küfür, Abdurrahim Ali Ural, Şule Y.
36. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
37. Küfür Tek Millettir, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
38. Kur’an ve Hadis’e Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Nedim Macit, Ribat Y.
39. İman ve Küfür Muvazeneleri, Bediüzzaman Said Nursi, Tenvir/Sözler/
Envar Neşriyat
40. İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y.
41. İmam Gazali ve İman Küfür Sınırı, Süleyman Dünya, Risale Y.
42. Küfür Sözler (Elfaz-ı Küfür), Hüseyin Aşık, Demir Kitabevi
43. Sorumsuzca Söylenen Sözler 1-4, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
44. Mürtede Ait Hükümler, Numan Es-Samerrai, Sönmez Y.
45. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y.
46. Mekke Rasüllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
47. Vela, Abdurrahman Abdülhalık, Tevhid Y.
48. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidayet Y.
49. “İslâm’ı Yıkın, Müslümanları Mahvedin”, Celalü’l-Alem, Nizam Y.
50. Cahiliye Toplumunu Reddetmek, Cavit Yalçın, Vural Y.
51. Alim ve Tağut, Yusuf Kardavi, İslâmoğlu Y.
52. Akide Yetimleri, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
53. Dünden Bugüne Tekfir Olayı, Numan Abdürrezzak Samarrai, Vahdet Y.
54. Tekfirde Aşırılık, Yusuf El-Kardavi, Şura Y.
55. Tekfir Meselesi, Hüseyin Yunus, Ahenk Y.
56. Çağdaş Hâricilik Düşüncesi Tekfir ve Hicret Cemaati Örneği, Ahmet Celi,
BeyanY.
57. Dinsizliğin İlkel Mantığı, Harun Yahya, Vural Y.
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 151 -
58. Dinsizliğin Kâbusu, Harun Yahya, Vural Y.
59. “Dinsizliğin Dini” İle Mücadele, Harun Yahya, Vural Y.
Tekfir Konusunda Yararlanılabilecek Kitaplar
1. Tekfir Meselesi, Hüseyin Yunus, Ahenk Y.
2. Tekfirde Aşırılık, Yusuf el-Karadavi, Şûrâ Y.
3. Dünden Bugüne Tekfir Olayı, Abdurrezzak Samarraî, Vahdet Y.
4. Çağdaş Hâricîlik Düşüncesi Tekfir ve Hicret Cemaati Örneği, Ahmet Celi,
BeyanY.
5. Cehalet Özürdür Bid’atçı Tekfircilere Reddiye, Ahmed Ferid, Guraba Y.
6. Tekfirle İlgili 30 Risale, Ebû Muhammed Âsım el-Makdisî
7. Hâricî Edebiyatı, Yasin Kahyaoğlu, Uysal Kitabevi Y.
8. Tekfir Kavramı Hakkında Çok Yönlü Bir İnceleme, Ferid Aydın,
Basılmamış Çalışma
9. Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Es-Samerraî, Sönmez Y., s. 124-127
10. İrtidat ve Mürtedin Hükmü, Abdülhak el-Heytemî, Hak Y.
11. Çağdaş Meselelere Fetvâlar, Yusuf el-Karadavi, Ravza Y., c. 1, s. 159-198
12. Fetvâlar, Mevdudi, Nehir Y., II/126-129
13. Davetçiyiz Yargılayıcı Değil, Hasan el-Hudaybî, İnkılab Y.
14. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y., s. 122, 144, 146
15. Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, TÖV. Y., s. 74-88
16. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y., s. 41-48
17. İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y.
18. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y., s.
286-305
19. Fıkıh Penceresinden Sosyal Hayatımız, Faruk Beşer, Nûn Y., I/21-26
20. Tarihte ve Günümüzde Bağnazlık ve Yobazlık, Mustafa Özçelik, Şahsi Y.
21. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y.
22. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y., s. 190-195
23. Küfür Sözler Bid’at ve Hurâfeler, Abdullah Osmanoğlu, Yasin Y.
24. Elfâz-ı Küfür Küfür Sözler, Hüseyin Âşık, İlim Y. /Demir Y.
25. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y., s. 457-459; 640-641
26. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Eymen ed-Dımaşkî-Ömer Tellioğlu, Şamil Y.,
c. 3, s. 175-176; c. 4, s. 369-372; Ömer Tellioğlu, c. 5, s. 262-267; Ahmed
Özalp, c. 2, s. 232-233
27. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y., s. 214
28. Mecmuâtu Buhûsin Fıkhiyye, Abdülkerim Zeydan, Beyrut 1407/1986, s.
415-416
29. en-Nizâmu’s-Siyâsî fi’l-İslâm, Abdülkerim Osman, s. 66-67
30. Kur’an’ın Aktüel değeri Üzerine, Hikmet Zeyveli, 1. Kur’an
Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 289, 293
31. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c. 10, s. 170-172
32. Tefhimu’l Kur’an, Mevdûdi, İnsan Y., c. 2, s. 340
33. İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, Ahmet Yaşar, Beyan Y.,
s. 98
34. 1. Kur’an Sempozyumu, Mehmet Aydın, s. 353
35. 1. Kur’an Sempozyumu, S. Ateş, Bilgi Vakfı Y. s. 382-383
36. İslâm’da İnsan Hakları, Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat, s. 72-73
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 152 -
37. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y., s. 11-104, 213-
216
38. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y.
39. İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk (et-Teşrîu’l-Cinâî el-İslâmî),
Abdülkadir Udeh, Beyrut, 2/708-710
40. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y., s. 339-354
41. Vahdete 7 Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y., s. 101-129
42. İstismar Edilen Kavramlar, Abdullah Palevi, Şahsi Y., s. 49-60, 271-
280,339-350
43. Kur’an Ölçülerine Göre Mü’min, Kâfir, Münâfık, Ahmed Taşgetiren,
Büşra Y.
44. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 339-352
45. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 40-63
46. İman; Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. s. 249-265 (Küfre rızâ)
47. Kur’ani Araştırmalar, Mutahhari, Tûba Y., c. 2, s. 28-35
48. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 95
49. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, İzutsu, Pınar Y. s. 11-48
50. Kur’an’da Dini ve Ahlâki Kavramlar, İzutsu, Pınar Y. s. 165-237
51. Risale-i Nur’dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 196-207
52. Kur’an Kültürü, Muzaffer Can, Cantaş Y. s. 14-33
53. Kur’an Okulu Cüz Cüz Kur’an, Hanif Yay. Küfr-Kâfir: 4, 186-190
54. Kur’an ve Psikoloji, M. Osman Necati, Fecr Y. s. 210-211
55. İslâm Akaidi, Şerafettin Gölcük, Esra Y. s. 50-54
56. İslâm’ın Temelleri, Mevdudi, El-Ummah Neşriyat, s. 14-20
57. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 170-196
58. Kurtulan Toplum (Fırka-i Naciye), Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y.
s. 80-86
59. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s.
81-91
60. Kur’an Ölçülerine Göre Mü’min-Kâfir-Münâfık, Ahmed Taşgetiren,
Büşra Y.
61. Konularına Göre Âyetler -4- İman ve Küfür, Abdurrahim Ali Ural, Şule Y.
62. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
63. Küfür Tek Millettir, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
64. Kur’an ve Hadis’e Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Nedim Macit, Ribat Y.
65. İmam Gazali ve İman Küfür Sınırı, Süleyman Dünya, Risale Y.
66. Sorumsuzca Söylenen Sözler 1-4, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
67. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y.
68. Mekke Rasüllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
69. Velâ, Abdurrahman Abdülhalık, Tevhid Y.
70. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
71. “İslâm’ı Yıkın, Müslümanları Mahvedin”, Celalü’l-Alem, Nizam Y.
72. Câhiliye Toplumunu Reddetmek, Cavit Yalçın, Vural Y.
73. Âlim ve Tâğut, Yusuf Kardavi, İslâmoğlu Y.
74. Akide Yetimleri, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
75. Kur’ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y. s. 149-150
76. İslâm Hukuku Açısından Cehalet, Ebû Yusuf Midhat b. el-Hasan Ali
Ferrac, Kayıhan Y. s. 231-347
KÜFÜR, KÂFİR VE TEKFİR
- 153 -
77. Din Değiştirme, Ali Osman Kurt, Gökkubbe Y.
78. İslâm’da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, Yunus Vehbi Yavuz, Sahaflar
Kitap Sarayı Y.
79. Çağımızın Bâtıl İnançları, Yüksel Kanar, Beyan Y.
80. Antik İnançlar, Modern Hurâfeler, Martin Lings, İşaret Y.
81. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
82. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
83. İslâm Siyasi düşüncesinde Muhâlefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
84. Çağdaş İrtidat, Ebûl Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.
85. 20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
86. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
87. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.
88. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
89. 20. Asrın Câhiliyeti, Muhammed Kutub, Hilal Y.
90. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.
91. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
92. Kur’an’’a Göre Müşrikler ve Putperestler, İslâmî Araştırmalar Dergisi,
Temmuz, 1986
93. Yalnız Allah veya Tevhid, M. Süleyman Temimi, Özel Y.
94. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan/Özgün Y.
95. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.
96. Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri, Bir Y.
97. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff/Özgün Y.
98. Şirk, Abdullah Hanifi, Hanif Y.
99. Şirk, Harun Yahya, Vural Y.
100. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
101. Kur’an’da Şirk Kavramı, Hafız İsmail Surti, Akabe Y.
102. Kur’an ve Hadislere Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Nadim Macit, Ribat
BasımY.
103. Kitabu’l-Asnâm (Putlar Kitabı), İbnü’l-Kelbî, Ank. Ü. İlâhiyat F. Y.
104. Kur’an’da Ülûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. 1-9; 281-385
105. Nasıl Davet Edelim? Muhammed Kutub, Beka Y.
106. Dâru’l Harp mi Dâru’l Harap mı, Ahmed Kalkan, Beka Y.
107. www.cehaletmâzeretdegil.com
108. www.mucadelemİslâm.com
109. www.tagutured.com
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…
Put ve Puta Tapınma
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -13-
PUT ve PUTA TAPINMA
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
PUT ve PUTA TAPINMA
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-13-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
İnsanlık modern câhiliyenin en çirkin davranışlarını sergiliyor. Aynen putperest Araplar gibi, putlarına dokundurmuyor, onlara söz ettirmiyor. Eski dönemin aksine, putperestliği de kabul etmiyor. Yaptıkları ve taptıklarının put ve putperestlik olduğunu kabul etmiyor. Bazıları zannediyor ki, putperestlik eski Arapların döneminde kalmış bir olgu. Putlar da o dönemdeki Lât, Menât, Hubel, Uzzâ’dan ibaret. Hâlbuki günümüzdeki putperestlik, eski câhiliyyeden çok daha kapsamlı ve çok daha derin. Eskiden sadece heykellere tapılıyor, onlar Allah’a şirk koşuluyordu. Şimdi tapınılan heykeller, tek ilâh kabul edilerek, Allah’ı onlara şirk koşturmuyorlar. O dönemde sadece heykellere tapılıyordu, şimdi ise ideolojilere, ölmüş tâğutlara, Anıtkabir gibi modern türbelere, ya da klasik türbelere, ideolojilere, düzenlere, sanatçılara, futbolculara, bilime, özgürlüğe, paraya, makama, karşı cinse, vatana, bayrağa ve daha bunlara benzer nice şeylere tapılıyor.
Bu ülke büyük bir depremle yerle bir olsa ya da başka bir âfetle helâk olsa, sözgelimi 20-30 asır sonra bu topraklar üzerinde kazılar yapılsa, meclis, resmî daire veya okullardan çıkan heykeller ve benzeri buluntulardan yola çıkarak bu toplumun dininin ne olduğuna hükmederlerdi? “Put” denilince Çağrı filmindeki putlar, “gâvur” denilince Sultanahmet’teki turistler aklına geliyorsa bu insanın putları da tanıdığı söylenemez. Tanımadığı putlardan kaçınıp korunması da beklenemez.
Diyanet Teşkilatının ve cami görevlilerinin düzenin özellikle okullarda dayattığı puttan herhangi bir şikâyeti yoktur. Camilerde put ve putperestlik, sadece Arap câhiliyesi gündeme getirilirken hatırlanır ve o zaman dilimiyle sınırlı kalır. İbrâhim’in (a.s.) putları nasıl kırdığı Kur’an’da ballandıra ballandıra, hem de birkaç ayrı sûrede tekrarlanarak bahsedilmesi, sanki günümüz için herhangi bir çıkarımı olmayan bir tarih masalı gibi algılanır. Putlarla ve putçularla mücadele, esas ve öncelikle gönüllerde ve zihinlerdeki putları yıkma gayretleri çoğu Müslümanları ilgilendirmiyor artık. Putlarla ve putçularla uzlaşma içinde insanımız. Onları öyle benimsemiş ki, put ve putçu olduklarını bile göremiyor. Ülkeyi putların yönettiğini, ya da putlar adına ve putların izinden gittiklerini söyleyenlerin yönettiğini görmek istemiyor insanımız.
Kur’an, başka bir canlıyı, eşyayı veya soyut bir şeyi Allah’a endâd/denk tutmanın da putlaştırma olduğunu belirtir ve bu suçun cezâsının da büyük olacağını belirtir (2/Bakara, 22, 165; 14/İbrâhim, 30; 34/Sebe’, 33; 39/Zümer, 8; 41/Fussılet 9). Kur’an, somut putlar yanında soyut putları da gündeme getirir. Hevâ ve hevesi putlaştırıp ilâhlaştırmak tehlikesi de sözkonusudur (45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 12).
Aslında eski câhiliyye dönemindeki gibi, günümüzde de insanlar putların arkasındaki çıkarlarına, hevâlarına tapıyorlar. Putlara tapanlar gerçekte ona tâbi olmuyor, zanlarının peşinden giderek kendi hevâlarına tapmış oluyor, zâlim müstekbirlere kulluk yapmış oluyorlar (10/Yûnus, 66; 28/Kasas, 62-63; 39/Zümer, 3).
Tüm putlardan, putlaştırılan özelliklerden uzaklaşması istenen insanlara Kur’an, gerçek ilâhı, tek ma’bud olan Allah’ı vasıf ve isimleriyle tanıtır. Allah’tan başka ilâh olmadığını çok net biçimde ve ısrarla gündeme getirir (2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i imrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73…).
Tevhid, yani tüm putları reddedip tek ilâha iman edip O’na kulluk inancı, insanlığın aslî itikadı ve tüm peygamberlerin çağlar boyu tebliğ edip canlandırmaya çalıştığı husustur. Bütün İlâhî dinlerin adı ve esası İslâm’dır/teslimiyettir ve tevhide (putları reddedip tek Allah’a iman ve yalnız O’na ibâdet ve kulluğa) dayanır. Çünkü tevhidden başka her şey bâtıldır.
Önce hakkı tanımak ve hakka teslim olmak gerekiyor. Sonra bâtılı; güncel versiyonlarıyla birlikte… Bâtılı tanımadan bâtıldan sakınmak mümkün değildir. Bu alanda yazı yazmanın mayınlı tarlada dolaşmak anlamına geldiği de mâlum. Mayını tanırsak, tarladan yararlanmış oluruz. Yoksa birkaç mayın, bizi tarlaya girip oradan yararlanmamıza fırsat vermeyecektir. Tarlalarını mayından temizler gibi; zihin ve gönüllerini her türlü puttan arındırmaya çalışan ve neslini de putlara teslim etmeyen muvahhid mü’minlere selâm olsun!
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye
İÇİNDEKİLER
PUT VE PUTA TAPMA / 11
Put; Anlam ve Mâhiyeti / 11
İlâh Nedir; Putlaştırıp İlâhlaştırma Nasıl Olmaktadır? / 26
Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları / 32
Kur’ân-ı Kerim’de Put Kavramı ve Puta Tapma / 34
Hadis-i Şeriflerde Put Kavramı ve Puta Tapma / 47
Tasvîr (Putlaştırılan Heykel ve Resim); Putçuluğun Genel Görüntüsü / 51
Tasvîrin (Resim ve Heykelin) İtikad, Fıkıh ve Sanat Açısından Hükmü / 69
Putlara, Heykellere ibâdet / 72
Çağdaş Bir Putlaştırma Örneği; Atatürk’e Tanrı veya Peygamber Diyenler / 75
Hevânın Putlaştırılması / 82
Putları Kırmak / 83
Put ve Putperestlikle İlgili Kavramlar ve Anlamları / 86
- 11 -
PUT VE PUTA TAPMA
•
Put; Anlam ve Mâhiyeti
•
İlâh Nedir; Putlaştırıp İlâhlaştırma Nasıl Olmaktadır?
•
Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları
•
Kur’ân-ı Kerim’de Put Kavramı ve Puta Tapma
•
Hadis-i Şeriflerde Put Kavramı ve Puta Tapma
•
Tasvîr (Putlaştırılan Heykel ve Resim); Putçuluğun Genel Görüntüsü; Heykel ve Resim
•
Tasvîrin (Resim ve Heykelin) İtikad, Fıkıh ve Sanat Açısından Hükmü
•
Çağdaş Bir Putlaştırma Örneği; Atatürk’e Tanrı veya Peygamber Diyenler
•
Hevânın Putlaştırılması
•
Putlara, Heykellere ibâdet
•
Putları Kırmak
•
Put ve Putperestlikle İlgili Kavramlar ve Anlamları
“İbrâhim, babası Âzer’e: ‘Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum’ demişti.” 1
Put; Anlam ve Mâhiyeti
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan bir takım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.
Kur’ân-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlea edilebilir:
1- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir. Sanem veya vesen dediğimiz ilk
1 6/En’âm, 74
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
maddedeki putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir gücü
ve kuvveti temsil ettikleri için putperestler, bu güç ve kuvvetin
tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her
putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş
tarihsel bir mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir
kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs.
yi temsil eder.
İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, putperestlik,
İslâm’dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir
ki, Arabistan’da putçuluğun bütün çeşitleri olmakla beraber, daha
çok birinci maddede belirtilen putperestlik yaygındı. Kâbe’nin,
putperestliğin sergilendiği bir yer olarak gerçek amacından saptırıldığını
görüyoruz. Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke’yi fethettiği
zaman Kâbe’ye girmiş ve orada bazı insanların heykellerinin bulunduğunu
görünce, bunların ortadan kaldırılmasını emretmişti.
Ayrıca Kâbe’de her biri farklı kabile ve şahıslara ait olan ve değişik
şeyleri temsil eden 360 putu görünce, onların da kırılmasını emretmişti.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü
en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri,
insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini ve putları,
heykellerin de yaratıcı değil; yaratık olduğu düşüncesini aşılama
sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz?
Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.” 2
Put, sadece Arapların câhiliyye döneminde taptıkları basit ve
alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrâhim döneminde olduğu
gibi muhtelif câhiliyye sistemlerinde tapınılan tahtadan, taştan,
tunçtan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş,
ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri
Allah’a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca
bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki
şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak,
oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamış olmayız.
Oysa Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin
Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir.
Bu putları, hayatın amacı kılmak da Allah’a şirk koşmak olarak
nitelendirilmiştir. İnsanları kendilerine faydası dokunmayan ağaç,
taş, maden vs. şeylere ibâdete sevk eden sebepler nelerdir? insanlar
niçin putlara taparlar? Göz göre göre bu cansız şeylere neden
tâzimde bulunulmuş ve bulunulagelmektedir?
2 37/Sâffât, 95-96
PUT VE PUTA TAPINMA
- 13 -
Putlara Tapınmanın Sebepleri: Kur’an, putlara tapınma sebepleri
konusunda şunları sayar:
1- Şefaat düşüncesi ve Allah’a bu aracılarla güya yakın olma
arzusu: Kur’an, putçuların bu bahanelerini, yapay kılıflarını geçerli
bir neden kabul etmez ve putperestliği bırakmaları için insanlara
en keskin ve sert dili kullanır. 3
2- Aşırı ta’zim: Kur’an’a göre bir varlığa aşırı saygı gösterme,
onu yüceltme ve onu ululama, sonuçta onu tanrılaştırmaya yol
açacağı için yerilmiş ve şirk olarak değerlendirilmiştir. Sanki ibâdet
edilecek derecede yüceltilen şahsiyetler, Allah katında makbul ve
aslında böyle bir ta’zimden kaçan kimseler bile olabilirler. Kur’an,
peygamberlere, din adamlarına, meleklere, sâlih insanlara vb.
varlıklara gösterilen bu aşırı ta’zimi şirk olarak değerlendirmiştir. 4
3- Aşırı sevgi: Kur’an, herhangi bir şeyi, Allah’ı sever gibi severek,
onun arzularına, emir ve yasaklarına itaat etmeyi Allah’a şirk
koşmak olarak değerlendirmiş; herhangi bir şeye veya kimseye
karşı beslenen aşırı sevgiyi de, onu putlaştırmak olarak nitelemiştir.
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başka eşler tutarlar. Allah’ı
sever gibi onları severler. İman edenler ise, en çok Allah’ı severler...”5
Allah’a inanmak, kişinin O’nun isteğini kendi dileğine veya başkalarının
isteklerine tercih etmesini ve diğer arzuları O’nun yolunda
fedâ edecek kadar O’nu sevmesini gerektirir. Allah’ı sevmenin
kanıtı, Allah’ın belirli nitelik ve güçlerini başkalarına atfetmemek
ve O’nun hakkını sahte ilâh ve rablere vermemektir. Allah’ın sıfat
ve güçlerini başkalarına atfedenler, O’nu sevdiklerini iddia edemezler;
bilakis bu şekilde O’na ortak koşmuş, Allah’a denk tutmuş
olurlar. İnsan, Allah’ın melekleri, nebi ve velileri gibi değerli kullarını
severken de, bu âyetin çizdiği sınırda durmasını bilmelidir.
Zira Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmenin arasındaki
farkı bilmek gerekir. Hiçbir şeyi veya kimseyi Allah’ı sever gibi sevemeyiz,
O’na ait vasıfları veremeyiz, O’nun gibi yüceltemeyiz.
Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk
temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve
putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler
de bir Allah inancına sahipti.6 Fakat, Allah’ın hükmü yerine Mekke
site devletinin parlamentosu Dâru’n-Nedve’nin kanun yapmasını
ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlardı.
3 Bk. 39/Zümer, 3, 44; 10/Yûnus, 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 30/Rûm, 13
4 Bkz. 5/Mâide, 116; 9/Tevbe, 30, 31; 34/Sebe’, 40; 71/Nûh, 23
5 2/Bakara, 165
6 Bkz. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
Yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak
şirke sarılıyorlardı.
Günümüzdede kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan,
hacca giden kimselerden önemli bir kesimin tâğutun hükmüne
rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah’a mahsus
olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu
kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri,
bayrakları, heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram
ve ideolojileri, sanatı, sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını,
parti veya kurumlarını, devlet adamlarını, liderlerini... yücelttikleri
ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını,
ahlâklarını pâyimal ettikleri, böylece bu değerlere kulluk ettikleri
ortadadır. Sözü edilen bu şahısların, tâğutun ortaya koyduğu
nefsanî, şeytanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve
şeriati çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatini onların istekleri doğrultusunda
yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların
arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine
getirdikleri ve Allah’ın şeriatine tümüyle zıt olan sistemleri kabul
ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez.
Bunlar, müşrik değil de nedir? Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir
mi? Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket
ederek onların yolundan hiç ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına
ve Rasûlü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların
işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha çok putperest
olur mu? Bunlar, apaçık müşrik olduklarını kendileri ilan ediyorlar.
Bu tür insanlar, ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister hacca
gitsin ve isterse sabahlara kadar Allah Allah diyerek tesbih çeksinler.
Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan
kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz!..
7
İbrâhim’in (a.s.) tevhid mücâdelesini tahlil ederken, “tevhid”in
zıddı olan şirk ve putçuluk hakkında Yüce Allah, İbrâhim’in (a.s.)
şöyle duâ ve niyazda bulunduğunu bildiriyor: “Hatırla ki İbrâhim
şöyle demişti: ‘Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı
putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun
dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana
uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok
bağışlayansın, çok merhametlisin.” 8
7 Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, Şafak Y. s. 132-138
8 14/İbrâhim, 35-36
PUT VE PUTA TAPINMA
- 15 -
Üstad Seyyid Kutub, İbrâhim’in (a.s.), “Beni ve oğullarımı putlara
tapmaktan uzak tut!” duâsını, İslâm’ın öğretileri doğrultusunda günümüz
şartlarını da göz önünde bulundurarak şöyle izah ediyor:
“Hz. İbrâhim’in hem kendisini hem de çocuklarını, tapınmaktan
korumasını Allah’tan istediği put, sadece Arapların ilkel câhiliyet
dönemlerinde yaptıkları gibi basit ve alelâde şekilden ibaret değildir.
Veya muhtelif câhiliyet sistemlerinin taş, ağaç, kuş, hayvan,
yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayaller biçiminden ibaret değildir
put.
Bu basit ve alelâde puta tapınma şekilleri, Allah’a şirkin bütün
anlamlarını içine almaz. Allah’tan başka tapınılan tüm putları
ihtivâ etmez. Yalnızca bu basit ve alelâde şirk ve put şekilleri üzerinde
durarak, Kur’an’daki şirkten maksadın bunlar olduğunu kabul
edecek olursak, sonsuz derecede şekilleri olan şirk kavramını
iyi kavramış olmayız. Ve bugün beşeriyetin içine saplandığı şirk ve
modern câhiliyye şekillerinin gerçek yüzlerini tam olarak göremeyiz.
Bunun için şirkin mâhiyetini derinliğine araştırmak ve putun
şirkle olan alâkasını açığa çıkarmak gerekir.
Allah’tan başka ilâhın olmadığını belirten “lâ ilâhe illâllah”ın
zıddı olan şirk, hayatın tüm alanlarında, Allah’ın buyruğuna dayanmayan
ve her konuda dinin emirlerini benimsemeyen tüm
sistem ve her tavır şirktir. Tek bir ilâh olarak Allah’tan başkasını
tanımadığını söyleyip de abdest, namaz, oruç ve hac gibi dinin
emirlerini yerine getirdiği halde; siyasî, sosyal ve ekonomik konularda
Allah’tan başkasının koyduğu hükümlere bağlananlar... Değer
ölçülerinde ve hükümlerinde Allah yapısı olmayan düşünceleri
ve fikirleri benimseyenler... Geleneği, ahlâkı, âdet ve alışkanlıkları
itibarıyla giyindiği kıyafeti ve elbiseleriyle birtakım insanları tanrı
tanırcasına onların icat ettikleri kılık ve kıyafetlere girip modalarına
uyan ve Allah’ın şeriatının yasakladığı şekillere bürünenler...
Evet, bunlar, şirkin âlâsını işlemektedirler. Bütün gerekçeleriyle
birlikte söyledikleri “eşhedü en lâ ilâhe illâllah” kelime-i
şehâdetinin zıddını yapmaktadırlar... İşte günümüzdeki insanların
çoğunun yanıldıkları noktalardan birisi budur.
Put... Sadece o, ilkel ve basit şekilde olmaz. Dikilen heykeller
biçiminde olması şart değildir putun. Put, putlaşmak isteyenlerin
arkasına gizlendikleri birer işaret ve alâmetten başka bir şey
değildir. Onlar insanları kendilerine kul köle yapmak için o dikili
putların arkasına sığınırlar ve onun gerisinden kendi buyruklarını
rahatça yürütürler. Hiçbir zaman için bir putun konuştuğu, duyduğu
ve gördüğü görülmemiştir. Ancak, putların arkasına gizlenmiş
olan râhipler ve mâbet bekçileri mırıldanarak etrafında onun
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
adına duâlar okur ve bereketler dağıtan muskalar asarlar. Sonra
da kitleleri ezmek ve kölesi kulu haline getirmek istediği kimselerin
adına o putları konuştururlar. Herhangi bir yerde herhangi bir
zamanda idarecilerin ve kâhinlerin adına konuştukları ve Allah’ın
izni, müsaadesi olmaksızın hükümler koydukları ve kanunlar vaz
ettikleri, hareket ve işlemler yaptıkları şeyler ortaya sürülecek
olursa... İşte bu ortaya atılan şey tabiatı, mâhiyeti ve vazifesi itibarıyla
putun ta kendisi olur.
Bir yerde bunlar arma olarak “ırkçılığı” mı seçiyorlar? Bir yerde
arma olarak “vatan”ı mı çıkarmak istiyorlar? “Halk”ı mı işaret
ve simge olarak kendilerine bayrak yapmak istiyorlar veya bir
“sınıf”ı mı kendilerine sembol olarak yükseltiyorlar? Sonra da insanlardan
bu yükseltilen armalara, şiarlara, işaretlere ve bayraklara
Allah’ı bırakıp kulluk etmelerini mi istiyorlar? Halkın bu kaldırılan
alâmetler uğruna fedâkârlığa katlanmasını mı istiyorlar?
Malını, mülkünü, ahlâkını, ırz ve namusunu bu uğurda harcamasını
mı diliyorlar? Ve her ne zaman bu işaretlerin, alâmetlerin ve
armaların isteğiyle Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep
Allah’ın şeriatını onların isteğine göre yontarak şekiller vermek mi
istiyorlar? Ve Allah’ın emirlerini bırakıp o armaların ve işaretlerin
veya daha doğru bir tâbirle bu putların, yani putların arkasına
saklanmış olanların istek ve emirlerini mi yerine getiriyorlar? İşte
orada putçuluk vardır. Allah’tan başkasına tapınma vardır. Yoksa
putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş veya bir taştan, tunçtan
yontulmuş olması zarûri değildir. Put bir sistem olabilir, bir arma
olabilir, bir ekol olabilir...
Hem İslâm, sadece ağaçtan, taştan, tunçtan yontulmuş putları
yıkmak için gelmemiştir ki... Bunca gelmiş geçmiş peygamberler
silsilesi sadece bu putları yıkmak için uğraşmamışlardır ki. İslâmî
hareket, yalnızca ağaçtan dikilmiş veya taştan yontulmuş putları
yıkmak için tarih boyunca bunca fedâkârlıklar yapmış, bunca acı
ve ıstıraplara katlanmamıştır...
Bilâkis İslâm, gerçek mânâda Allah’a kulluk ve her meselede
Allah’ın emirlerine itaat ile her ne şekilde olursa olsun Allah’tan
başkasına kulluk ve itaatten ayrılış noktalarını kesinkes belirtmek
için gelmiştir. Her devirde geçerli olan prensipleri iyice inceleyip
tevhid esasına mı, şirk esasına mı dayandığını ortaya koymak gerekir.
O sistemde ve prensipte Allah’ın hâkimiyetinin mi esas alındığını,
yoksa putların hâkimiyetinin mi esas alındığını belirtmek
icap eder...
PUT VE PUTA TAPINMA
- 17 -
Dilden söyledikleri kelime-i şehâdet ile “Allah’ın dini”ne girmiş
olduklarını ve fiilen yaptıkları ibâdetleri, kıldıkları namazları,
tuttukları oruçlarıyla müslüman olduklarını sanıp da bunun dışında
kalan ahkâm ve diğer hususlarda Allah’tan başkasının buyruklarına
uyanlar, Allah’ın emrinin zıddı olan sistem ve prensipleri
benimseyenler, Allah’ın şeriatına tamamı tamamına zıt olan hükümleri
tatbik edenler...
Sonra bu her gün yenilenen putların istediğini yerine getirmek
ve arzularını tatmin etmek için bu uğurda namuslarını, ahlâklarını,
mallarını ve canlarını verenler... Bu putların istek ve arzularıyla
dinin emir ve hükümleri çatıştığı zaman Allah’ın emir ve hükümlerini
arkaya atıp putların istek ve arzularını yerine getirenler... Evet
bütün bu yaptıklarına rağmen hâlâ “Allah’ın dini”nde olduklarını
ve “müslüman” kaldıklarını sananlar bir kere kendilerine gelsin
de içinde yüzdükleri şirki görsünler...
Allah’ın dini bu kendilerinin müslüman olduklarını sananların
tasavvur ettiği gibi zayıf değildir, basit değildir. Şurası muhakkak
ki Allah’ın dini, hayatın en küçük meselelerine, bütün teferruatına
kadar şâmil olan tam ve mükemmel olan bir hayat nizamıdır.
Esas ve temelleri bir yana, hayatın en ufak bir meselesinde bile
yalnız ve yalnız Allah’ın buyruklarına uymaktır. Ve Allah’ın, başkasını
kabul etmediği yegâne din, İslâm dini budur.
Şirk, yalnızca Allah’tan başka ilâhların olmadığını kabullenmekle
bitmez. Allah’tan başka hüküm koyan rablerin bulunmadığını
kabullenmek de gerekir. Puta tapıcılık, sadece dikilen bir
ağaca ve yontulan bir taşa tapınmak değil; hatta ondan daha fazlasıyla
kaldırılan bayraklar, flamalar, işaretler ve bunların arkasına
gizlenen güçler, nüfuzlar ve isteklerdir. Ve işte buna göre herkes
kendi yurduna baksın en yüce hüküm ve makam kimin elindedir?
Bütünü bütününe kimin dinine bağlanmışlardır? Kimin emrine
uymaktadırlar? Şayet bu konuların hepsinde hâkimiyet ve emir
Allah’a aitse işte onlar katıksız olarak Allah’ın dinindedirler. Şayet
bu hâkimiyet ve emir Allah’tan başkalarına ait ise, onlar Allah’ın
dininde değil; hâkim/egemen olan putların ve tâğutların dinindedirler.
9
Putperestlik: İnsanların, Allah Teâlâya yapmaları gereken
ibâdet, göstermeleri gereken saygı, sevgi ve korkuyu, Onun dışında
herhangi bir mahlûku ma’bûd kabul ederek ona yöneltmeleri
hali. Put, âyet ve hadislerde “sanem” ve “vesen” şeklinde
de isimlendirilmektedir. “Asnâm/putlar”, “sanem” kelimesinin
9 Seyyid Kutub, a.g.e. c. 9, s. 87-90
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
çoğuludur. İbnul-Esîr, en-Nihâye, adlı kitabında “sanem” kelimesini;
“Allah’tan başka ilâh edinilen şey” diye tanımlamaktadır. Bu
da müşriklerin taptıkları putlar anlamına geldiği gibi, Allah’ın
nizamına ve hâkimiyetine engel olan tüm tâğutlar mânâsınadır.
Allah’ın nizamına ne şekilde olursa olsun engel olan ve bu
mânâda putlara, heykellere ve büstlere değer veren kimseler de
aynen putperest müşrikler gibidirler. Namaz kılsalar, oruç tutsalar,
hac yapsalar da, onlardan hiçbir farkları kalmaz.
Yine İbnül-Esîr, şöyle demektedir: “Vesen” ile “sanem” arasında
fark bulunmaktadır. Vesen; insan sûreti ve şekli gibi taştan,
ağaçtan ya da toprağın herhangi bir madeninden yapılan cüsseli
şeydir ki; bir yere dikilir, müşrikler tarafından buna tapınılır, ibâdet
olunur. Sanem ise; cüssesiz şekilden ibarettir. Kimi lügatçılar ise
bu iki kelime arasında herhangi bir ayrım gözetmeyip her iki kelimeyi
aynı anlamda ve birbirlerinin yerinde kullanmaktadırlar.
Allah Teâlâ insanlığın babası Âdem’i (a.s.) eşi ile birlikte yeryüzüne
indirdikten sonra, Adem’in nesli çoğalıp artmıştı. Bu ilk
nesil, tek bir ümmet olup, aynı dine ve ayrı ma’buda tâbi olarak,
doğruluk ve istikamet üzere idiler. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah Peygamberi müjdeci ve uyarıcı
olarak gönderdi. İnsanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm
vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi.”10 İbn Abas’dan
(r.a.) rivâyet edilen bir hadiste şöyle denilmektedir: “Âdem ile Nûh
arasında on asır vardır. Bu zaman içinde insanlar Allah’ın şeriati üzerinde
idiler. İhtilâfa düştükleri anda Allah müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak
peygamberler gönderdi.”11 İkrime’den nakledilen diğer bir hadiste
de; Âdem’le Nûh arasında herkesin İslâm üzere bulunduğu on asır
vardır.” 12 denilmektedir.
Düşman (şeytan) insanoğluyla sürekli uğraştı. Onları kâfirler
ve mü’minler şeklinde iki gruba ayırana kadar mücâdelesine devam
etti. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettirip putperest bir toplum
yapıncaya kadar savaşını sürdürdü. Allah Teâlâ, Nûh kavminin
durumunu şöyle anlatmaktadır; “İnsanlara; ‘sakın tanrılarınızı bırakmayın.
Ved, Suvâ, Yağus, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin’
dediler.”13 İbn Abbas şöyle demektedir: “Bu isimler Nûh kavminin
sâlih kimselerinin isimleridir. Onlar öldüklerinde şeytan bu kavme,
oturdukları yerlere onların hatırasını canlı tutmak için putlarını
dikmeleri fikrini verdi. Onlar bunu yaptılar, ancak onlara hiçbir
10 2/Bakara, 213
11 İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, 2/194
12 a.g.e, 29/162
13 71/Nûh, 23
PUT VE PUTA TAPINMA
- 19 -
zaman tapınmadılar. Bu ilk nesil geçtikten sonra gelenler, dikiliş
gâyelerini unutup onlara tapınmaya başladılar.” 14
Arapların dinî inançlarına şirki ilk sokan kimse Amr bin
Luheyy’dir. Rasûlullah (s.a.s.); “Amr İbn Âmir el-Huzâ’îyi Cehennemde
bağırsaklarını sürürken gördüm. Bu adam ilk sâibe (put) bırakan adamdır.”
15 demiştir.
Başka bir rivâyette de; “Arapları putlara tapmaya yönelten ilk
kimsedir”16 denilmektedir. Peşinden her Arap kabilesi için yücelttikleri,
sığındıkları, kurban kestikleri, şefaat diledikleri putlar
ortaya çıktı. İbn Cüreyc’in de dediği gibi; Lât, Sakif kabilesinden
yağla kavut’u karıştıran bir kimse idi ve öldüğü zaman mezarına
bir put dikmişlerdi. Rasûlullah (s.a.s.), Mekke’yi fethettiğinde,
Beytullah’ın etrafında üçyüz altmış put bulmuştu. Rasûlullah
(s.a.s.), yayının ucuyla bu putların yüzlerine, gözlerine vurarak onları
itiyor ve yere yuvarlıyordu. Sonra da Lât’ın dışarı çıkarılmasını
ve yakılmasını emretti.
Bu putların aslının bazı sâlih ve veli kimselerinin sûretleri olduğu
ortaya çıkmıştır. Müşrikler, onların Allah’ın indinde büyük
bir makama sahip olduklarına inanıyorlardı. Onları, Allah Teâlâ
ile kendi aralarında aracılar ve şefaatçiler edindiler. Onlara göre
Allah Teâlâ, ancak bu putların aracılığı ve şefaati ile halkı rızıklandırıyor,
hidâyet ediyor, fayda sağlıyor ve zarara uğramalarını
engelliyordu. Onlar bu putları o sâlih kimselerin hâtıralarını canlı
tutmak, bu vesile ile ibâdet ve duâlarını daha bir şevkle yapabilmek
için edinmişlerdi. Bu putlara tapınırken, aslında bu sâlih kimselere
tapınıyorlardı. İbâdetleri kendi elleriyle yaptıkları putlara
değildi. Nitekim Allah Teâlâ, putperest bir kavimden bahsederken
onların meleklere, cinlere ve peygamberlere tapındıklarını bildirmektedir.
Bu müşrikler, tapındıkları ilâhların yarattığına, rızıklandırdığına,
diriltip öldürdüğüne inanıyor değillerdi. Allah Teâlâ onların
bu durumlarını hikâye ederek şöyle buyurmaktadır:
“Yemin olsun ki, eğer onlara; gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ay’ı
hizmete âmâde kılan kimdir?’ diye sorsan, mutlaka; ‘Allah’tır’ derler.”17;
“Yemin olsun ki, eğer onlara; ‘gökten su indirip onunla yeryüzüne öldükten
sonra tekrar hayat veren kimdir?’ diye sorsan, mutlaka; ‘Allah’tır’
derler.”18 Kur’ân-ı Kerim’de bu tip misaller çoktur. Müşrikler
14 Buhârî, Tefsir 71
15 Müslim, Cennet 13; Buhârî, Menakıb 9
16 Ahmed İbn Hanbel, III/353
17 29/Ankebût, 61
18 29/Ankebût, 63
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
telbiyelerinde şöyle derlerdi: “Senin ortağın yoktur. Yalnız bir şerik
(ortak) müstesnâ, o Senin şerikindir. Sen, ona ve onun sahip
olduğu her şeye mâliksin.” 19
İmam Şehristanî bu konuda şöyle demektedir: “Onlar ne zaman
putlara yönelmek üzere ellerinde bir hüccet, delil, izin veya
Allah Teâlâ tarafından bir emir olmadığı halde gayret gösteriyor,
ihtiyaçlarının giderilmesini onlara bağlıyorlarsa, onların bu hareketleri
bir ibâdet olmuş oluyor. Onların bu putlardan ihtiyaçlarının
giderilmesini taleb etmeleri, onda bir ilâhlık bulunduğuna
inandıklarını isbat etmektedir. Bundan dolayıdır ki onlar; “Biz onlara
tapınmıyoruz. Onlar bizi sadece Allah’a yaklaştırıyor” 20 derler.
Bu durum, Allah Teâlâ’ya olan ibâdeti hakkıyla yerine getirmenin;
sevgi, boyun eğme, korkma, sığınma, tevekkül, korku ve
ümit, kurban adama, namaz, duâ vb. İbâdet türlerinin tamamında
hiç bir şeyi ortak koşmadan ona hasretmeden ibaret olduğunu
ortaya koymaktadır. İbâdet türlerinden herhangi birinde melek,
nebi, sâlih kimse, taş, ağaç gibi şeylere yönelen bir kimse müşrik
ve kâfirdir. Geçmiş müşriklerin şirkleri de bu idi. Fakat ibâdet ve
şirkin anlamını bildikleri zaman, Allah’tan başkasına duâ etmenin
ve bir şey istemenin ne anlama geldiğini bilirler.
Bundan dolayıdır ki, ilâhlar edinip, onlara ibâdet ederek Allah
Teâlâ’ya ortak koştular; bunların ilâhlar olduklarını açıkça
ortaya koydular ve Allah’tan başkasına tapındıklarını gizlemediler.
Fakat çağdaş müşrikler ibâdet, tevhid ve şirkin hangi anlama
geldiğini bilmediklerinden; velilere, sâlih kimselere ve nebilere,
tapınmanın her çeşidi ile tapındıkları halde, kendilerinin müslümanlar
olduklarında ısrar edip duruyorlar. Bunun sebebi, onların
bu yaptıklarını “ibâdet” olarak isimlendirmemeleridir. Ayrıca ilâh
edindikleri şeyleri de ilâhlar olarak isimlendirmemektedirler. Fakat
böyle yapmaları onlara ne fayda sağlar ne de putperestlikten
kurtarır. Hanbeli imamlarının büyüklerinden olan İbn Akil; “Câhil
ve bayağı insanlara dinî sorumluluklar ağır gelmeye başlayınca,
şerîatın koymuş olduğu prensiplerden yüz çevirerek nefisleri için
uydurmuş oldukları prensipleri yüceltmeye yöneldiler. Bu onlara
çok kolay gelir ve böylece başkalarının emri altına girmemiş
olurlar” diyerek şöyle devam etmektedir: “Anlayışıma göre onlar
kabirlere tazim etmek, şeriatin nehyettiği halde ateş yakarak
onlara saygı göstermek, kıble edinmek ve özel bir temizliğe tabi
tutmak, mezardaki ölüye ihtiyaçları arzetmek, “ey mevlâm benim
19 Müslim, Hacc 3/22
20 39/Zümer, 3
PUT VE PUTA TAPINMA
- 21 -
için şunu şunu yap” şeklinde kâğıt yazmak, hayır ve iyilik getirmesi
dileğiyle toprağından almak, kabirlerin üzerine güzel kokular
atmak, sırf onları ziyaret etmek için yolculuğa çıkmak sûreti ile
kâfir olmaktadırlar”.
İbrâhim’in (a.s.) kavmi yıldızlara tapınmakta idi. Onların inançları
şöyleydi: “Âlem için, yaratan, idare eden, ona hükmeden, bir
varlık vardır. Bizim üzerimize düşen yükümlülük ise, onun yüce
varlığına ulaşmaktaki aczimizin bilincinde olmaktır. O’na ancak,
O’nun yakınları olan aracılarla yaklaşılabilir. Bu aracılar ise, fiil,
hal ve cevher olarak takdis edilip temiz kılınan ruhanîlerdir. İcad
etmede, yaratmada ve işleri bir halden diğer hâle sokmada, yaratıkları
başlangıçtan kemale erdirmede sebep olan aracılar bu
kimselerdir.
Onlar bu işleri yüce, mukaddes, İlâhî zattan dileyerek aldıkları
kuvveti, süflî varlıklar üzerine yayarak yerine getirirler; yedi gezegenin
yörüngeleri içerisindeki hareketlerini düzenlerler. Bu gezegenlerden
her biri bu ruhanîlerden birinin heykelidir. Yani her
ruhânî için bir heykel vardır ve her heykelin de bir gök tabakası
vardır. Ruhanînin bir heykel’e nisbeti, ruhun cesede nisbeti gibidir.
Yani o ruh onun rabbidir. İdareci ve yönlendiricisidir. Ancak
aracının görülüyor olması kaçınılmazdır ki, ona yönelmek ve ona
yaklaşmak ve ondan istifade etmek mümkün olabilsin”. Böylece
onlar yedi gezegenden oluşan bu heykellere sığındılar; onların
menzillerini, doğuş ve batış yerlerini iyice öğrendiler; gündüzleri,
geceleri ve saatleri ona göre bir taksimata tabi tuttular; her heykel
için özel bir efsun yaptılar; bir takım efsunlu sözler ve duâlar
öğrendiler; ayrıca her gezegen için bir gün tayin ettiler. Meselâ,
Zühal için cumartesi gibi... Bu günde belirli bir saati gözetleyerek
o saatte bu gezegenin hey’eti, yapısı ve şekli üzerine yapılmış
duâlarla ona has elbiseler giyiyor, ona ait tütsü ile tütsüleniyor, o
heykele ait duâlarını okuyarak ondan ihtiyaçlarını gidermesini istiyorlardı.
Bu, diğer gezegenler için de aynı şekilde tekrarlanıyordu.
Onlar bu gezeğenleri ilâhlar ve rabler olarak adlandırmakta
idiler. Allah ise, rablerin rabbi, ilâhların ilâhı idi. Onlar, heykellere
yaklaşarak ruhanilere yaklaşmış oluyor; ruhanilere yaklaşmakla
da Allah Teâlâ’ya yaklaştıklarını kabul ediyorlardı.
Sonra yıldızlara tapınmak için tuhaf şeyler ürettiler. Bunlar, sihir
ve kehanet kitaplarında zikredilen tılsımlar, efsunlar ve insanların
yakalarına takılan diğer şeylerdir. Bunların tamamı üzerinde
tam bir bilgi sahibiydiler.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
Peşinden onlardan bir grup şöyle dedi: “Kendisiyle tevessülde
bulunulan bir aracının, kendisiyle şefâat dilenilen bir şefâatçinin
ve ruhanîlerin varlığı kaçınılmazdır. Madem ki vesileler bunlardır
ve biz onları gözle görüp hitap edemiyoruz; o halde heykelleri
olmadan onlara yaklaşmamız gerçekleşmez. Fakat heykeller (yıldızlar)
bazı vakitler görülür, diğer bazı vakitlerde de gözükmezler.
Çünkü onlar doğarlar ve batarlar. Dolayısıyla bizim için yaklaşma
olayı tamamlanmış olmaz. Öyleyse, bu şahısların putlarını sürekli
gözümüzün önünde olacak şekilde dikmemiz kaçınılmazdır. Böylece
biz onlara bağlanır, onlarla heykellere ulaşır ve bu heykellerle
de ruhanîlere yaklaşmış oluruz. Ruhanilere ulaşmakla da onlar
vasıtasıyla Allah Teâlâya yaklaşırız ve Allah Teâlâya yaklaşmak için
onlara ibâdet ederiz; onlar bize Allah yanında şefaatçi olurlar. Onlar
yedi heykeli temsil eden, insan sûretinde putlar edindiler. Her
put bir heykel (gezegen)’e karşılıktı. Bunun için onları heykel’in
aslı olarak gözettiler; onlar için tapınaklar yaptılar, bekçilik ve hizmetçilik
gibi görevler ihdas ettiler; onlara ibâdet kastıyla ziyaretlerde
bulundular ve onlar için kurban kestiler. Bu putperestlikler
eski çağlarda olduğu gibi yeni çağlarda da sürekli var olmuştur.
Bunların bir grubu güneşe taparlardı. Şeriatleri, ona tapınma
üzerine kurulmuştur. Onlar güneş için bir put edinmişlerdir. Onun
bir elinde ateş renginde bir maden parçası vardır. Adına inşa ettikleri
bir de özel tapınak vardır. Bu tapınakta, puta hizmet eden ve
onu bekleyen görevliler bulunmaktadır. Bu mâbede gelerek tapınıyor,
duâ ediyor, dilekte bulunuyorlar. Güneş doğduğu vakit hepsi
secdeye kapanıyorlar. Aynı şekilde öğlen vakti tepe noktasına
geldiği ve akşam battığı vakit de secdeye gidiyorlar. Bu üç vakitte
tapınmaya gitmeleri için şeytan onları dürtü ile harekete geçiriyor.
Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.s.), görünüş itibariyle olsa bile
kâfirlere benzememek için bu vakitlerde namaz kılmaktan kaçınılmasını
emretmiştir.
Bunun gibi başka bir topluluk aya, diğeri Zuhal gezegenine
ve başkaları da buna benzer şeylere tapınıyorlardı. Putların yapılmasının
asıl sebebi, ilâhlarının ortada olmayışıdır. Böylece, onun
şeklinde ve görünüşünde bir put yaparak onu ilâhlarının vekili ve
makamım dolduran varlık olarak kabul ediyorlardı. Akıllı bir kimse
eliyle yaptığı tahtadan veya taştan bir nesnenin ilâh olamayacağını
bilir.
Ölülere ve kabirlere saygı göstermek, şirkin çeşitlerindendir.
Cenab-ı Allah kabirlerin üzerlerinde mescidler edinilmesini yasaklamış,
bunu yapanı da lânetlemiştir. Ancak, özellikle kastedilen
bir yer olarak seçilmediği zaman, bunda bir mahzur yoktur. Aynı
PUT VE PUTA TAPINMA
- 23 -
şekilde mezarların bayram yeri edinilmesini de yasaklamıştır. Bayram,
Arapça “tekrarlama, geri dönme”21 ve alışkanlık haline getirme22
kelimelerinden alınmıştır. Bu bir yere isim olarak verildiği
zaman ondan, bu yerin toplanma yeri olduğu kastedilir. Tapınma
veya başka şeyler için sürekli gidilen bir yer olur. Böyle bir yerde
namaz kılmak, onu tavaf etmek, kıble edinmek, istilam etmek,
toprağı üzerine çizgiler çizmek, üzerine bina yapmak, üstüne
mum yakıp koymak ve buna benzer birçok uygulama yasaklanmıştır.
Bütün bunlar Rasûlullah’ın (s.a.s.) ümmetine, önceki kavimleri
helâk eden şirke düşmelerini önlemek için bir rahmettir. Birçok
ülkede kabirlerin üzerine yapılan binalar (türbe) görülmekte;
insanlar onlara tazimde bulunmakta, uzaktan yakından onlara
yakarmakta, Allah’ın evlerinde ve seher vakitlerinde yapmadıkları
ibâdetleri orada içtenlikle yerine getirmektedirler. Bir kısmı,
onlar için secde etmekte, çoğunluğu ise namazın bereketini onların
yanında dilemekte, mescidlerde yapmadıkları duâ ve niyazları
yapmaktadırlar. Bunların tamamı, bu kabirleri put edinmek
ve Allah’dan başka bir ilâhâ tapınmaktır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurmaktadır: “Allahım! Kabrimi tapınılan bir put kılma!” 23
Bir başka hadisinde Rasûlullah (s.a.s.) şöyle demektedir: “Allah,
Yahudilerle Hıristiyanlara lânet etsin; onlar nebîlerinin kabirlerini
mescidler edindiler.” Âişe (r. Anhâ), “Eğer bu (endişe) olmasaydı,
Peygamber’in (s.a.s.) kabri açıkta bulundurulacaktı” demiştir. 24
Bütün bunlar, onunla şirk tohumlarının ekilmesini önlemek
içindir. Rasûlullah (s.a.s.), kabirlere tazim etmenin, onları put
edinmenin Allah’dan başkasına ibâdetin tohumlarını ektiğini bildirmektedir.
Puta tapıcılık sadece İslâm öncesi Arap toplumuna has bir olay
değildir. Çağımızda da putçuluk daha değişik görünümler altında
varlığını sürdürmektedir. Putçuluk, yalnızca sert bir taştan yapılmış
heykel önünde eğilmek ve ona tazim göstermek olarak ele
alınırsa, kuşkusuz büyük bir yanılgı içine düşülür. Kaldı ki, müşrik
Arap toplumunun elleriyle yaptıkları putlara gösterdikleri saygıyı
bu çağda da görmek mümkündür. Hattâ bu tür putçuluk bu
gün fazlasıyla hüküm sürmektedir. Put, putlaştırmak isteyenlerin
arkasına gizlendikleri birer işaret ve alâmetten başka bir şey değildir.
Yoksa putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş yahut bir taştan
yontulmuş olması zaruri değildir. Allah’ın dışında tapınılan her
21 el-Muâvede
22 el-İ'tiyâd
23 Muvatta, Sefer, 85; Ahmed bin Hanbel, II, 246
24 Müslim, Mesacid, III
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
şey puttur. “Allah”ı bırakıp da kendilerine kıyâmete kadar cevap veremeyecek
şeylere tapanlardan daha sapık kimdir?”25. Allah tarafından
gönderilmiş bir delil olmaksızın, O’ndan başkasına itaat eden, bir
hükme sahip olduğuna inanan, O’ndan başkasına duâ edip bir
şey isteyen, Allah’a şirk koşmuştur. Dolayısıyla putçuluğun şirkle
ve küfürle yakından bağlantısı vardır. Puta tapan bir kimse hem
Allah’a şirk koşuyor, hem de küfre giriyor demektir. Göklerde ve
yerde bütün otorite ve yetkilere sahip olan, ancak Allah’tır; yaratma
O’na mahsustur; bütün nimetler O’nun kudret elindedir;
bütün işler yalnızca ve yalnızca O’na aittir; kuvvet ve çare O’nun
hükmündedir; göklerde ve yerde olan her şey ister istemez O’na
itaat etmeye, emrine boyun eğmeye mecburdur. İşte bunun için
O’ndan başka ilâh yoktur. Kur’ân-ı Kerim, insanların ibâdet ettikleri
şeylerin Allah’ın kulu ve O’nun karşısında aciz olduklarını
açıkladıktan sonra, insanları ve cinleri ibâdet kelimesinin muhtelif
mânâlarıyla yalnız Allah’a ibâdete, sadece O’na kulluk etmeye,
ancak O’na itaatte bulunmaya, kişinin O’ndan başkasını tanrı kabul
etmemesine ve ibâdetin hangi çeşidiyle olursa olsun O’ndan
başkasına tapılmamasına çağırıyor: “Andolsun ki, biz her ümmete,
Allah’a kulluk edin, putlara tapmaktan kaçının diye bir elçi gönderdik...” 26
Aslında insanların Allah’tan başka birine ya da bir puta tapmasının
asıl nedeni; kendi nefsini ilâh edinmesidir. Bugünkü müşriklerle,
Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında fark yoktur.
Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne
karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte
şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı
yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu
kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak anıyorlar, dünya
ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar.
İşte günümüzde şirkin aldığı görünüm budur.
Tekrar edelim: Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı
kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın
amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan bir takım nesneler değildir.
Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse,
yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli
herhangi bir şey insanlar için put olabilir.
Kur’ân-ı Kerimin birçok âyetinde Allah Teâlâ, insanları şirke
düşmemeleri hususunda uyarır.“O ancak tek bir ilâhtır. Doğrusu ben
O’na ortak koşmanızdan masumum, de.” 27
25 46/Ahkaf, 5
26 16/Nahl, 36; Eymen ed-Dımaşkî, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 206-209
27 6/En’âm, 19
PUT VE PUTA TAPINMA
- 25 -
Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar
ile onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar
ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzade,
zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat
eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın hükümlerine aykırı
olmasına rağmen - yaşayan halk yığınlarından meydana gelir.
Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan
ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın,
yalnız Allah’a ibâdet edildiği ve uyulduğu sürece mümkün
olmadığını bilirler. Çünkü Allah’ın dini adâleti emreder ve bütün
insanları eşit olarak görür. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, İnsanları
kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur.
Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini
kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere
kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları
taptırarak, aslında kendilerine taptırır, kulluk ettirirler. Şirk,
insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.
Allah’ın halîli (dostu) İbrâhim (a.s.) ne güzel duâ etmiş: “Allah’ım,
beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ya Rabbi, şüphesiz ki bu
putlar, birçok insanı saptırdı.”28 âyette belirtildiği üzere, İbrâhim (a.s.)
bile kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması için Allah’a duâ
etmiştir.
Hele, İslâm’ın hâkim olmadığı günümüz câhiliyye ortamlarında
şirk çeşitleri daha da çoğalmıştır. Kur’an’ın birçok âyetinde;
küçük olsun, büyük olsun şirkin her türlüsünden arınan müttakî
kullardan bahsedilmektedir. Allah’ın birliğine iman eden, Allah’a
şirk koşanlara düşman olan, tâğutlara ve müşriklere buğz ederek
Allah’a yaklaşan, sadece Allah’ı dost, ilâh ve ma’bud edinen,
yalnız O’nu seven, O’ndan korkan, O’ndan uman, O’ndan yardım
isteyen, O’na boyun eğen, O’na tevekkül eden, O’nun emrine
tâbi olup rızâsını gözeten, bir iş yaptığı zaman Allah adıyla yapan
ve hayatının her bölümünde O’na ait olan kimseler kurtuluşa ermişlerdir.
“De ki, namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin
Rabbi Allah içindir. O’nun hiçbir şeriki/ortağı yoktur.”29; “De ki, Allah her
şeyin Rabbi iken, ondan başka bir rab mı arayayım?” 30
Tarihten Günümüze Put ve Putlaştırma: Tevhid ve şirk insanlık
tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık
tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün
28 14/İbrâhim, 35-36
29 6/En’âm, 163-164
30 6/En’âm, 164
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir.
Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi
ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirk, sadece putlara tapmak değildir.
Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini
tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden
birini dahi reddetmek de şirktir.
Peygamberimiz zamanındaki Mekke müşrikleri Allah’la birlikte
birçok ilâha/tanrıya inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ
ve heveslerine göre putlar yapıyorlar ve onlara tapıyorlardı.
Kâbe’nin içinde 365 tane put bulunuyordu. Bunların en büyükleri;
Hubel, Lât, Menât, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suvâ, Yeûk ve
Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan
iyi huylu, cömert ve sâlih insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların
heykelleri yapılmış ve zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı.
Bazı Araplar bunlardan başka, güneşe, aya, bazı taşlara,
ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, melekleri
Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve onları Allah’a şirk koşuyorlardı.
Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl
nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir. Bugünkü müşriklerle,
Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında temelde bir fark
yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı
yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır.
İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar
kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah
olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar,
dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler
koyuyorlar. Günümüzde şirkin aldığı en net görünüm budur.
İlâh Nedir; Putlaştırıp İlâhlaştırma
Nasıl Olmaktadır?
Şirki ve tevhidi, yalnız Allah’a kulluk/ibâdet ve putlara tapmayı
tam değerlendirmek için iyi bilinmesi gereken kavramlardan
biri de “ilâh” kavramıdır. Bu kavram iyi bilinmeden şirk de yeterince
anlaşılmaz. Tevhid Kelimesinin içinde yer alan bu kavram,
iman ile şirk (ortak koşma) arasındaki farkı ortaya koyar. Sözlük
anlamı; ısınmak, alışmak, birisine aşırı sevgi ile yönelinen, kulluk
edilen, ma’bûd haline getirilen, alışılan, düşkün olunan demektir.
Kendisinden türediği ‘elihe’ fiili; yönelmek, düşkün olmak, kulluk
yapmak, örtmek, gizlemek, alışmak gibi anlamlara gelmektedir.
Kavram olarak; “kendisine ibâdet edilen, ma’bûd sayılan her
şey, her şeyden çok sevilen, ta’zim edilen kutsal varlık” anlamında
kullanılmaktadır. Tapınılan, kendisine ibâdet edilen, üstün sayılan
PUT VE PUTA TAPINMA
- 27 -
bütün ma’bûdların ortak adı “ilâh”tır. Türkçede bunu “tanrı” kelimesi
ile karşılarız. İslâmî istılahta ilâh; tapınılan, kendisine ibâdet
edilen demektir. İlâh; ibâdet edilmeye lâyık, yani kudret ve kuvveti
önünde huşû ile boyun eğip ibâdet ve itaat etme gereği duyulan,
her şeyin O’na muhtaç olduğu bir varlık demektir. İlâh kelimesi,
gizlilik ve esrârengizlik mânâlarına da gelir ki, böylece ilâh, görülmez
ve ulaşılmaz bir varlıktır. İlâh, İslâmî ıstılahta şu anlamlara
gelir: “Otorite sahibi, kanun koyan, ibâdet edilen, rızık veren, hesaba
çeken, kendisine ihtiyaç duyulan.” İlâhlık ve otorite birbirini
gerektirir. İlâh denildiğinde, aklımıza, hayatımız için kanun koyan,
nizam ve hukuk belirleyen ve kayıtsız şartsız hâkimiyet sahibi Allah
(c.c.) gelmelidir.
İnsanın fıtratında kendinden üstün bir varlığa yalvarma ve tapınma
ihtiyacı yatar. Her insan bir şeye tapar. İnsanlar fıtrattan
gelen ilâh edinme ihtiyacını sadece Allah’a yöneltmezse, başka
ilâhlara tapar ki, bu da insanı şirke ve küfre sokar. Kur’ân-ı
Kerim’de öncelikle Allah’ın ilâhlığı üzerinde durulur. Tek ilâh
Allah’tır, yani kendinden başka kulluk edilecek, tapınılacak, yönelinecek
başka bir ilâh yoktur. Câhiliyye döneminde, gerek Mekke
müşrikleri gerek yahûdi ve hıristiyanlar Allah’a inanıyorlardı; fakat
Allah’ın ilâhlık vasıflarını başkalarına da vererek, Allah’a karşı
en büyük yalan olan şirke düşmüşlerdi.
İlâh tektir ve O da Allah’tır. Allah; her şeyi yaratan, insanları
bir gün bir araya toplayacak olan, öldüren ve dirilten, kendisine
güvenilen, yalvarılan, sığınılan, kendisi için zaman ve mekân sınırı
olmayan ve varlıkların eksikliklerinden bütünüyle uzak olandır. O
halde, sadece bütün bunlara gücü yeten “ilâh” tır ve O da bir
tanedir. Birden fazla ilâh olması mümkün değildir. Birden fazla
ilâh inancı, kâinatın var oluşu ve işleyişindeki nizam ile ters düşer.
Evrenin varlık ve nizamındaki mükemmellik, Allah’ın tek ilâh
olmasının bir delilidir. Allah bu konuda şöyle buyurur: “Allah hiç
evlât edinmemiştir. O’na ortak hiç bir ilâh da yoktur. Aksi takdirde her
ilâh kendi yarattığını sevk ve idâre eder ve bir gün mutlaka onlardan biri
diğerine gâlip gelir, üstün çıkıp büyüklenirdi. Allah Onların (müşriklerin)
bütün isnatlarından münezzehtir.” 31
Yani, her ilâh başka bir şey dilerdi. Her ilâh diğerinden farklı
bir şey yapmak, bağımsız olduğunu ve egemenliğini göstermek isterdi.
Bunun sonucunda da bütün kâinat yerle bir olurdu. Hâlbuki
kâinatta muazzam bir düzen vardır. Öyleyse bütün kâinata
hükmeden ilâh tekdir ki, O da Allah’tır. Bütün evren, içindeki
31 23/Mü’minûn, 91
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
varlıklarla birlikte, gücü her şeye yeten, bilgisi her şeye ulaşan
bir İlâh’ın kontrolündedir. İnsanlar bu İlâh’a yönelirler, O’na duâ
ederler. Korkuları bu İlâh’tandır, güvenleri de bu İlâh’adır. Bu
İlâh’a her şeyiyle bağlıdırlar, O’nu her şeyden çok severler. Elbette
bu ilâh âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. “Lâ ilâhe illâllah” kelimesinde
belirtildiği gibi, Allah’tan başka hiç bir ilâh yoktur.
İlâhlık vasıflarının en önemlisi, Allah’ın hayatımız için kanun
koyan, nizam ve hukuk belirleyen olmasıdır. Eğer kanun koyma,
insanlar için hukuk belirleme Allah’tan başkalarına verilirse,
bu onlara ilâhlık vasıflarını da vermek olur ki, bu da şirktir. Bu
mânâda kanun koyucu olarak ilâhlık taslayan tâğutlar tarih boyunca
çıkmıştır ve çıkacaktır. Günümüzde ve tarihte en çok görülen
şirk çeşidi budur.
“Kim tâğutu reddedip Allah’a iman ederse, muhakkak ki, kopması
mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur.”32 Kur’ân-ı Kerim
bize bütün Peygamberlerin tevhid akidesiyle gönderildiğini bildirir.
Âyet-i kerimede şöyle buyrulur: “Ey Muhammed! Senden önce
gönderdiğimiz her Peygambere; Benden başka ilâh yoktur, Bana ibâdet/
kulluk edin diye vahyetmişizdir.” 33
İnsanoğlu her zaman bir ilâha inanma, sığınma ve ondan yardım
istemeye muhtaçtır. İnsan, bazı şeylerden korkar, bazı şeylere
gücü yetmez de başkalarından yardım ister, bazı şeylere sığınır,
bazı şeyleri kendinden üstün görür. Bütün ümitlerinin bittiği yerde,
görmediği, tanımadığı, hayal etmediği bir gizli ‘ilâh’tan yardım
ister. Çevresinde gördüğü bütün olayların kendi gücünün
dışında olduğunun farkındadır. Bu olayları bir gücün yaptığına
inanır. Bunlara benzer daha birçok sebepten dolayı insan sığınacak
bir melce, sığınak arar.
Peygamberlerin tebliğ ettiği Allah inancından uzaklaşan topluluklar
ve insanlar, yaratılışlarında ve pratik hayatlarındaki bir
ilâha bağlanma ihtiyacını başka şekillerde giderirler. Tarihte ve
günümüzde gerçek anlamda dinsiz insan olmadığı gibi, ilâhsız insan
da yoktur. Kimileri, hiç bir tanrıya inanmadığını söylese bile
onun içerisinde, sığındığı, bağlandığı, yardım istediği, her şeyden
çok sevdiği, her şeyden çok büyük saydığı bir ‘şey’ mutlaka vardır.
İşte o ‘şey’ onun için bir tanrıdır. Kur’ân-ı Kerim çok ilginç bir örnek
veriyor: Bir takım insanlar kendi görüşlerini, kendi isteklerini,
kendi emirlerini en üstün ve doğru görürler. Bırakın bir dinin emrine
uymayı, toplumda geçerli olan hiç bir kural onları bağlamaz.
32 2/Bakara, 256
33 21/Enbiyâ, 25
PUT VE PUTA TAPINMA
- 29 -
Bu tip insanlar, kendi keyiflerine uyarlar. Kendi hevâlarından (arzularından)
başka kutsal, kendi isteklerinden ve görüşlerinden üstün
güç ve doğru kabul etmezler. İşte bu tür insanlar için Kur’ân-ı
Kerim; “Gördün mü o kendi hevâsını (istek ve arzularını) ilâh/tanrı edinen
kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın?”34 demektedir.
İlâh zannedilen şey, insan üzerinde var sayılan ‘güç’tür. Bu kimilerine
göre ateş, kimilerine göre güneş, kimilerine göre gökler,
kimilerine göre yıldızlar, kimilerine göre madde, kimilerine göre
ataların ruhu, kimilerine göre tabiat (doğa), bazılarına göre devlet
erki, kimilerine göre iyilik ve kötülük tanrılarıdır. Hatta kimi
insanlar ve toplumlar, başlarındaki yöneticileri, kralları ilâh, ya da
yarı ilâh saymışlardır. Nitekim Firavun, elinin altındakilere “ben
sizin en büyük Rabbinizim/ilâhınızım”35 diyordu. Japon kralları,
güneşin/tanrının oğlu, bir çeşit Budist dini olan Lamaların büyüğü
Dalay Lama yarı tanrı sayılıyor. Birçok ülkede diktatörler, tanrı gibi
algılanmış, karşı konulmaz üstün güce sahip, her dedikleri yapılması
gereken, kızdığı zaman gazâbıyla herkesi cezalandırabilen
tanrılar gibi düşünülmüştür. Hatta birçok yerde bu diktatörler
adına dikilen heykellere insanlar secde edercesine saygı göstermektedirler.
Tarihte, Tevhid Dininden uzaklaşmış bütün toplumlarda farklı
ilâh düşünceleri gelişmiştir. Kimileri inandıkları ilâhlar adına putlar
ve mâbetler/tapınaklar yapıp o putlara tapınmışlardır. Bu putların
taştan, tunçtan veya ahşaptan yapılmasının fazla bir önemi
yoktur. İnsanlar, ilâhları adına kendi elleriyle heykeller yapıp, sonra
da buna, ilâhımız veya bizi ilâhımıza götürecek aracımız diyorlar
ve o heykellere tanrı diye tapınıyorlardı.
Kur’ân-ı Kerim’e göre, yer, gök ve ikisinde olan her şey, bir
olan Allah’ındır. Yoktan var eden yalnızca O’dur. Bütün nimetler
O’nun elindedir. Sonsuz güç ve kuvvet yalnızca O’nundur. Bütün
işler yani kader O’nun elindedir. Yerde ve gökte olan her şey isteyerek
veya istemeyerek O’na boyun eğer. Her şey O’nu tesbih eder
(O’na ibâdet eder, O’nu zikreder). Yerde ve gökte yalnızca O’nun
hükmü geçer. O’nun bir benzeri ve eşi yoktur. Hiç bir şey O’nun
dengi olamaz. O’nun Rabliğinin, ilâhlığının, hükmünün, yaratıcılığının
ortağı ve yardımcısı yoktur. O hiç bir şeye muhtaç değildir.
Mutlak anlamda yardım edici O’dur, mutlak anlamda ceza verici
yine O’dur. O, gerçek ve mutlak olan yegâne ‘ilâh’tır ve O’ndan
başka ilâh yoktur.
34 25/Furkan, 43
35 79/Nâziât, 24
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
İslâm, bu sıfatları taşıyan Rabbe, Allah demiştir. Bu isim ilâh
kavramından farklıdır. Benzeri, eşi, ortağı, çoğulu, olmayan bir Allah
kavramı. Bu, kâinatın sahibi, mutlak yaratıcı ve azamet sahibi
‘ilâhın’ özel adıdır. İnsanlar birçok ilâhlar düşünmüşlerdir, düşünebilirler
de; ama ‘Allah’ birdir ve O’nun hakkında başka türlü
düşünmek de mümkün değildir. Allah, hem ilâhlık (ulûhiyet), hem
rablık (rubûbiyet), hem hâkimlik (hâkimiyet), hem de meliklik
(mülûkiyet) sıfatlarına, işlevine sahiptir.
İlâh’ın Kur’an’daki İki Mânâsı: Kur’an’da ‘ilâh’ daha çok iki anlamda
kullanılmıştır: Birincisi, hak olsun bâtıl olsun, bütün insanların
kendisine ibâdet ettikleri ma’bud; İkincisi, gerçek ibâdete
lâyık olan, âlemlerin Rabbi olan Allah.
İlâh Düşüncesi: Hz. Âdem’den belirli bir zaman sonra insanlar,
Tevhid inancının dışına çıkmaya başladılar ve ikinci Âdem Hz.
Nûh’tan sonra da yaptıkları heykelleri ilâh haline getirip onlara
tapındılar. Daha sonradan gelen birçok kavmin arasında ve günümüzde
dünyanın çeşitli yerlerinde bu bâtıl inanış devam etmektedir.
Kişinin inandığı ilâh, onun ihtiyaçlarını karşılayan, duâlarına
karşılık veren, sıkıştığı zaman imdadına koşan ve her bakımdan
üstün (müteâl) olmalı. Bu ilâh, insanın sahip olmadığı birçok özelliği
taşır. Ulûhiyet (ilâhlık), aynı zamanda ulaşılamayacak yüce bir
makamdır. Kimileri bu ilâhlarını somut bir şekilde, put halinde cisimleştirmişlerdir.
Birçoğu da insana ait birtakım özellikleri onlara
vermişlerdir.
Eski yunan tanrıları, insanlar gibi kavga ediyorlar, birbirlerinin
hanımlarına göz koyuyorlardı. Eski İran dini Mazdeizm’in iki tanrısı
vardı ve sürekli kavga ederlerdi. Birisinin kötülükleri, diğerinin
iyilikleri yarattığına inanılırdı. Eski Azteklerin ilâhı zâlim bir savaşçıydı.
Kimileri birtakım hayvanları, kimileri zamanı, kimileri ruhları,
kimileri yerleri kutsal sayıp, onlara bir ilâh gibi saygı göstermişlerdir.
Geçmişte bu tür acaip ve sapık ilâh inançları çoktu. İslâm,
bütün peygamberler vâsıtasıyla bu tür bütün ilâh düşüncelerini
kaldırmış ve insanlar hakkında hakk olan Allah inancını getirmiştir.
Çünkü bu inanç, insanların kendi kafalarından ve eksik görüşlerinden
değil; bizzat insanların Rabbi Allah’tan gelmiştir. Böylece,
Tevhid dinine inanan insanlar ‘ilâh’ konusundaki düşüncelerini ve
inançlarını düzeltebilmişlerdir.
Ancak buna rağmen tarihte olduğu gibi günümüzde de aklını
kullanmayan, Kur’an’a kulak vermeyen insanlar, hâlâ yanlış
ilâh inancını sürdürmektedirler. Allah’a ait bir sıfatı veya sıfatları
bir başka varlığa veren, onu ilâh gibi düşünmüş olur. Dinimizde
PUT VE PUTA TAPINMA
- 31 -
bunun adı şirktir. Allah’ın yaratma, öldürme, diriltme, affetme,
azâb etme, yoktan var etme, kutsal olma, nimet verme, hüküm
koyma gibi sıfatları, başka şeylerde, başka varlıklarda var sayılırsa,
onlar ‘ilâh’ haline getiriliyor demektir. Bu bağlamda bir kimse; bir
kişinin, bir kurumun veya bir başka şeyin, tıpkı tanrı gibi olduğunu
kabul etmesi, “tıpkı tanrı gibi yaratıyor” diye düşünmesi, onu
ilâh saymasıdır.
Günümüzde bu tür ilâh fikrini çokça görmek mümkündür.
Üzülerek söylemek gerekirse, bilimin bu kadar ilerlemesine rağmen
insanlar hâlâ, geçmişteki câhiller gibi sapık ilâh inancını terketmemişlerdir.
Bugün kimileri, atalarının ruhunu, kimileri devlet
yöneticilerini ve kahramanları, kimileri devlet örgütlerini, kimileri
uluslararası kuruluşları tıpkı ilâh gibi görmektedirler. Bunların
gücü çok büyüktür ve bunlara asla karşı gelinmez diye inanılmaktadır.
Gazete sayfalarında görülen ‘futbol ilâhı’, ‘müzik ilâhı’, ‘sanat
ilâhı’, ‘seks tanrıçası’, ‘ey falanca şarkıcı sana tapıyorum’, ‘ey
sevgili sana tapıyorum’ gibi ifadeler işte bu yanlış ilâh fikrinin çok
çirkin görüntüleridir. Kimileri bir spor yıldızını, kimileri bir müzik
ve film yıldızını kendisi için en üstün örnek sayar, onun peşinden
gider, onu taparcasına sever, ondan başka üstün ve kutsal bir şey
düşünmez. İşte bu yanlış fikir onu sapık ilâh fikrine, yani şirke sürükler.
Rejimlerin, devlet adamlarının, diktatörlerin, partilerin, meclislerin
koydukları ilkeler ve kanunlar, yaptıkları işler, uygulamalar,
‘karşı gelinemez, değiştirilemez, itaat edilmesi zorunlu ilkelerdir’
düşüncesi, onları ilâh saymanın çağdaş görüntüleridir. İnsanlar
bu gibi otorite sahiplerinde olağanüstü bir güç var sanmaktalar,
dolaysıyla onlarda ilâhlık sıfatları görmekteler. Bazılarının, ‘birtakım
kişilerin veya grupların fikirleri, ilkeleri, kanunları en üstündür,
onların üzerinde güç ve otorite yoktur’ şeklindeki düşünce ve
inançları, onların dinleridir. Aynı konuda âlemlerin rabbi Allah’ın
insanlar için indirdiği hükümlere aldırmamak, onları reddetmek,
ya da onların yerine kişilerin ve kurumların hükmünü kabul etmek;
onları ilâh haline getirmenin göstergesidir.
Diyelim ki, herhangi bir konuda Allah’ın koyduğu bir ölçüsü
veya bir hükmü var. Buna karşın aynı konuda bir kişinin, siyasî bir
otoritenin, devletin veya başka bir gücün tam aykırı bir görüşü
veya ölçüsü bulunmaktadır. Bir insan Allah’ın hükmüne rağmen
onları benimser, inanır ve peşinden giderse; işte o kabul ettiği
hükmü veya ölçüyü koyan kaynağı ilâh haline getirmiş demektir.
Örneğin, Allah (c.c.), Kur’an’da içki içmeyi yasaklıyor, fâiz alıp vermeyi
haram sayıyor, kadınlara örtünmeyi emrediyor, ama birtakım
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
yöneticiler veya yetki sahipleri, içki içmeyi normal görüyor, fâizsiz
ekonomi olmaz diyor, ya da birileri kadınların örtünmesini çağdaş
kıyafet değil diye yasaklıyor. Bazıları, ‘Allah’ın ölçülerinin geçerliliği
yoktur, bu zamanda uygulamak zordur, ama yöneticilerin koyduğu
hüküm daha doğrudur, zamana daha uygundur, biz onları
tercih ederiz’ derlerse, işte bu inanç başkalarını ilâh haline getirmedir.
Kim herhangi bir şeyi Allah’tan fazla severse, bir şeye Allah’tan
fazla saygı gösterir, Allah’tan korkar gibi ondan korkarsa, kim
Allah’ın dışında herhangi bir şeye veya insana tapınırsa, kim
Allah’ın hükmüne aykırı olarak başkalarının ilkelerini daha üstün
sayarsa, işte o insan, bütün bunları ilâh haline getiriyor demektir.
Farklı ilâhlara inananlar, bu inançlarını zaman zaman ortaya
koyuyorlar. ‘Falanca devletin, filanca uluslararası kuruluşun, falan
adamın ilkeleri her şeyin üstündedir’ diyen kimse, Allah’ı değil onları
ilâh tanıyor demektir.36 İslâm’ın ezelî, ebedî, değişmeyen ve
evrensel ilkesi şudur: “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Rasûlullah”
Yani, “Allah’tan başka ilâh yoktur; Hz. Muhammed Allah’ın rasûlü,
elçisidir.” “Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapınma. O’ndan başka
hiç bir ilâh yoktur.” 37
Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen
Bâtıl Tanrı Anlayışları
Kur’ân-ı Kerim, müşrikler tarafından tapınmaya konu edilen
varlıklardan bahsederken, birçok durumda genel ifadeler kullanır:
“Allah’tan başka taptıkları”38; “Allah’tan başka duâ edip yalvardıkları”39;
“Allah’a şirk koştukları”40; “Şirk koştukları şeyler”41; “Allah’tan başka
benimsedikleri”42 tarzında fiil şekilleri olduğu gibi; genel anlamda
birtakım isimler de hayli fazladır: “İlâh”43; “âlihe -ilâhlar-”44; “endâd -eş
ve denkler”45; “esnâm -heykelden putlar-”46; “evsân -putlar-“47; “temâsîl
36 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 295-299
37 28/Kasas, 88
38 25/Furkan, 17
39 7/A’râf, 194
40 28/Kasas, 68
41 7/A’râf, 190
42 45/Câsiye, 10
43 15/Hicr, 96
44 21/Enbiyâ, 36
45 2/Bakara, 165
46 7/A’râf, 138
47 22/Hacc, 30
PUT VE PUTA TAPINMA
- 33 -
-heykeller-”48; “şürekâ –ortaklar-”49; “şühedâ -şâhitler, yardımcılar-”50;
“şüfeâ’ -şefaatçiler, aracılar”51; “erbâb -rabler-”52; “evliyâ -velîler, dostlar,
yöneticiler-”53; “emsâl -eşler, benzerler-”54; “tâğût -azgın yönetici”55; “cibt
-putlar-”56; “ensâb -dikili taşlar, putlar”57; “veled-çocuk-”58; “sâhibe -eş,
hanım, zevce, tanrıça-”. 59
Kur’an’da yukarıdaki âyetler başta olmak üzere çeşitli yerde
yüzlerce defa kullanılan bu genel tâbirler gösteriyor ki, Kur’an
şirkin her türlüsünü iptal için gelmiştir. Yoksa sadece zuhur ettiği
bölgede, birtakım özel isimlerle belirtilen (Menât, Hubel, İsâf
vb.) putları hedef almış değildir. Allah’ı tek tanımanın hâlis olması
için yukarıda anılan bütün şirk kavramlarının kapsadığı alanın,
ulûhiyete tahsis edilmesi gereklidir (İbâdet, şefaat, duâ, tutunma,
hâkimiyet, velâyet vb.). Bu özellik, Kur’an’ın şirk karşısındaki durumu
bakımından, birinci dereceden bir önem arzetmektedir. Öbür
yandan Kur’an, bâtıl ulûhiyetlerin (sahte tanrıların) türlerini gösterirken
genel olarak, onların adlarından değil; mâhiyetlerinden
bahseder. (Arabistan’da o dönemde tapılan tanrılardan bazılarının
özel isimleri -el-Lât, el-Uzzâ, Vedd vb.- sadece birkaç yerde zikredilmiştir.)
Şu halde, o, aslında ulûhiyet bakımından yok olan o
varlıkları muhâtap, bir muârız, bir rakip veya düşman gibi telâkkî
ederek birtakım belirli fertlere değil; insanlık dünyasında tanrılaştırılmaları
yaygın olan mâhiyetlere hücum etmiştir. Mâhiyetler
üzerinde dururken de, onlar hakkında bilgi vermek değil; onların
eksik yanlarını, neden tanrı olamayacaklarını belirtmeye yönelmiştir.
Diğer taraftan, Kur’an’ın mâhiyetlerinden bahsettiği bâtıl ve
sahte tanrıların, insanlığın çeşitli devir ve yerlerinde tanrılaştırdığı
varlık tipleri durumunda olduğu söylenebilir. Bu tipler arasında,
Arabistan’da rastlanmayanların da bulunması, Kur’an’ın evrenselliği
ile açıklanmalıdır. Bu tipler, şöyle sınflandırılabilir:
48 21/Enbiyâ, 52
49 13/Ra’d, 16
50 2/Bakara, 23
51 39/Zümer, 43
52 12/Yûsuf, 39
53 29/Ankebût, 41
54 16/Nahl, 74
55 2/Bakara, 256
56 4/Nisâ, 51
57 5/Mâide, 90
58 72/Cin, 3
59 72/Cin, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
Hayat sahibi varlıklar
İnsanlarca görülmeyen varlıklar; a) hayırlılar (Melekler, kısmen
cinler), b) Şerliler (şeytanlar, kısmen cinler)
İnsanlar; a) Tanrı oğlu veya kızı (İsa, Uzeyr), b) Tanrıça (sâhibe),
c) Hükümdar-tanrı (Firavun)
Hayvanlar; a) Buzağı, boğa, b) Nesr (kartal)
Cansızlar
Tabiat varlıkları; a) güneş, b) ay, c) yıldızlar (Şi’râ), d) Ba’l, e)
ağaç (el-Uzzâ), kaya (el-lât, Menât)
İnsan eliyle yapılanlar; a) esnâm, evsân (Vedd, Yeğûs vb.), b)
ensâb
Mücerred Varlıklar
a) Nefsin hevâsı, b) şâri’, c) dehr, d) seneviye. 60
Kur’ân-ı Kerim’de Put Kavramı ve Puta Tapma
Kur’ân-ı Kerim’de put anlamındaki “sanem” kelimesinin çoğulu
“esnâm” 5 yerde geçer:61 Yine put anlamındaki “vesen” kelimesinin
çoğulu evsân ise 3 yerde zikredilir:62 Heykel anlamındaki
timsâl kelimesinin çoğulu temâsîl kelimesi iki yerde kullanılır. Bunlardan
biri, put anlamı yüklendiğinden olumsuz tavır alınmasını
gerektirecek şekildedir.63 Diğeri ise, Süleyman’ın (a.s.) cinlere sanat
eseri olarak yaptırdığı heykellerdir ki, put özelliği olmadığından
olumludur. 64
Kur’an’da putperestliğin genel adı olan “şirk” ve türevleri 168
yerde geçer. Şirk ve puta tapma ifâdeleri geçmese bile âyetlerin
çok büyük bir bölümü, tevhidi hâkim kılmak için şirkle, putlarla
ve putçularla mücâdeleyi konu edinir. Kur’ân-ı Kerim, putperestleri
ve her çeşit müşriği, yeryüzünde birliği ve huzuru bozan,
insanlar için zararlı, çirkin bir tip olarak görür ve necis, yani pislik
olarak nitelendirir.65 Kur’an’da putperestlik ve şirk, herhangi
bir şeyi, kavramı veya bir kimseyi tercih etme, önem ve kıymet
verme, yüceltme bakımından Allah’la eşit düzeyde görmek veya
bunu davranışlarıya göstermektir. Kur’an bize Allah’ı (c.c.) birçok
60 Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 339-340
61 6/En’âm, 74; 7/A’râf, 138; 14/İbrâhim, 35; 21/Enbiyâ, 57; 26/Şuarâ, 71
62 22/Hacc, 30; 29/Ankebût, 17, 25
63 21/Enbiyâ, 52
64 34/Sebe’, 13
65 9/Tevbe, 28
PUT VE PUTA TAPINMA
- 35 -
sıfat ve isimleriyle tanıtmış ve O’ndan başka ilâh/tanrı olmadığını
kesin ifadelerle bildirmiştir. İlâh, Allah’ın Kur’anda bildirilen özelliklerine
sahip olan varlıktır. Allah gerçek ve tek ilâhtır; Allah’ın
sıfatlarına sahip olan başka hiçbir varlık olamaz. İşte, Allah’ın herhangi
bir sıfatına başkasının Allah’la birlikte veya bağımsız olarak
sahip olduğunu iddia etmek, Allah’tan başka ilâh kabul etmektir,
yani şirktir, putperestliktir. Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette Allah
Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri, hiçbir şeyi putlaştırmamaları
husûsunda uyarır.
Kur’ân-ı Kerim’de, şirkin çeşitlerine göre ayrı ayrı isimlendirildiği
görülür; “Vesen” küçük putlara verilen isimken, şekilsiz
putlara “sanem” denilir. Yönetici putlar ise “tâğut” olarak isimlendirilir.
“Erbâb” ise, üstün meziyetler ve ilâhî vasıflar yakıştırılarak
putlaştırılıp tanrılaştırılan varlıklara verilen isimdir. Bu kelime,
ilâh/tanrı seviyesine getirilen puta duyulan sevgiyi de ifâde eder.
Peygamberlerin ve sâlih insanların ilâhlaştırılması da genellikle bu
kelime ile anlatılır.
Kur’ân-ı Kerim’de putlar, sebep oldukları zararlar açısından
konu edilir ve insanlar dünya ve âhiret güzellikleri için putlara
tavır almaya çağrılır. Putperest müşrikler, putları şefaatçi kabul
ederler.66 Putperest müşrikler, meleklere cinsiyet yakıştırırlar.67 O
yüzden putlara yücelik atfeden müşrikler, Allah’a iftira etmiş olmaktadırlar.
68 Putperestler, çocuklarına putlarının adını da verdikleri
olur.69 Putlar, hiç kimseye zarar ve fayda veremezler.70 Bırakın
başkalarına, putların kendilerine bile faydaları dokunmaz.71 Putların
hiçbir şey yaratmadıkları, buna güçlerinin olmadığı belirtilir.
72 Putların kimseye rızık veremediği, veremeyeceği ifâde edilir.73
Putlar, yapılan duâlara cevap veremezler.74 Aslında, kendilerine
yanlış yere tapılan putların rabbinin de Allah olduğu vurgulanır.75
Putların kendilerine tapanlardan bile habersiz olduğu belirtilerek
akıllı insanların böyle âciz durumdakilerden medet ummalarının
mümkün olamayacağı vurgulanır.76 Onlar hiçbir şeye sahip
66 10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/Nahl, 55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3,
43-44
67 43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28
68 6/En’âm, 138-139, 143-144
69 7/A’râf, 190-191
70 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 40, 41, 46, 71 vb.
71 7/A’râf, 197-198; 10/Yûnus, 35
72 7A’râf, 191-192; 10/Yûnus, 34; 13/Ra’d, 33; 16/Nahl, 20; 21
73 29/Ankebût, 17
74 13/Ra’d, 14; 27/Neml, 62; 34/Sebe’, 22; 35/Fâtır, 14
75 53/Necm, 49
76 46/Ahkaf, 5
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
değildirler,77 kendi hayatları bile yoktur ki, bir şeye sahip olsunlar,
onlar diri değil ölüdürler. 78
Böylesine âciz varlıklar olan putlara putlara tapmaktan sakınmak
gerekir.79 Putlara tapmak haramdır.80 Putlar, kıyâmet günü
kendilerine uyanlardan uzaklaşacaklardır.81 Arap putperestlerinin
çok sayıdaki putları arasından, önemseyip öne çıkardıkları putların
isimlerini zikreder. Bunlar, Lât, Uzzâ ve Menât putlarıdır. 82
Putlara tapanlar gerçekte ona tâbi olmuyor, zanlarına peşine
giderek kendi hevâlarına tapmış oluyor, zâlim müstekbirlere
kulluk yapmış oluyorlar.83 Bütün bunlarla birlikte Kur’an, putlara
sövmekten sakınmayı tavsiye eder.84 Örnek peygamber Hz.
İbrâhim’in putlarla mücâdelesini ve ateşe atılma pahasına onları
yıkıp devirmesini ayrıntılı biçimde gündeme getirir. İbrâhim (a.s.),
babası Âzer’e tek ilâh olarak sadece Allah’ı kabul edip yalnız
O’na ibâdet etmeyi, putlara tapmaktan vazgeçmeyi samimi dille
anlatıp onu dâvet ettiği halde, ondan büyük tepki görür.85 Aynı
dâveti İbrâhim (a.s.), kavmine de ulaştırır ve aynı tepkiyle karşılaşır.
86 İbrâhim (a.s.), kavmine karşı akıl yolu ile Allah’ı arayıp ispat
eder, onların da akıllarını kullanıp sahte tanrılardan kurtulmalarını
tavsiye eder.87 Kafalarındaki putları kırmaya güç yetiremeyen
Hz. İbrâhim, en sonunda kavminin taptığı putları baltayla kırar ve
büyük tepkiyle karşılaşır.88 O, Kâbe’yi de putlardan temizler.89 Tevhid
konusunda münâzara ettiği Nemrut tarafından putlara karşı
çıkmanın bedelini ödemek üzere ateşe atılır, ama her şeye gücü
yeten Rabbi tarafından ateş ona soğuk ve selâmet yapılır.90 Safını
putlardan yana koyup bâtılın yanında mücâdele eden Nemrut ise
helâk olur. 91
77 16/Nahl, 73; 35/Fâtır, 13; 53/Necm, 19-20
78 16/Nahl, 21
79 17/isrâ, 22; 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 68; 42/Şûrâ, 9
80 5/Mâide, 90; 17/İsrâ, 29, 39
81 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53; 10/Yûnus, 28-30 vb.
82 53/Necm, 19-20
83 10/Yûnus, 66; 28/Kasas, 62-63; 39/Zümer, 3
84 6/En’âm, 108
85 6/En’âm, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 37/
Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27; 60/Mümtehine, 4
86 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 29/Ankebût, 16-18, 24-26; 37/Sâffât,
85-87; 43/Zuhruf, 26-27
87 6/En’âm, 76-79; 21/Enbiyâ, 58-67; 26/Şuarâ, 70-82
88 21/Enbiyâ, 52-68; 37/Sâffât, 88-97
89 22/Hacc, 26
90 21/Enbiyâ, 68-71; 29/Ankebût, 245; 37/Sâffât, 97-98
91 21/Enbiyâ, 70
PUT VE PUTA TAPINMA
- 37 -
Kur’an, başka bir canlıyı, eşyayı veya soyut bir şeyi Allah’a
endâd/denk tutmanın da putlaştırma olduğunu belirtir ve bu suçun
cezâsının da büyük olacağını belirtir.92 Kur’an, somut putlar
yanında soyut putları da gündeme getirir. Hevâ ve hevesi putlaştırıp
ilâhlaştırmak tehlikesi de sözkonusudur.93 Put diye şeytana
tapanlar da vardır. 94
Tüm putlar, putlaştırılan özelliklerden uzaklaştırılması istenen
insanlara Kur’an, gerçek ilâhı, tek ma’bud olan Allah’ı vasıf ve
isimleriyle tanıtır. Allah’tan başka ilâh olmadığını çok net biçimde
ve ısrarla gündeme getirir. 95
Tevhid, yani tüm putları reddedip tek ilâha iman edip O’na
kulluk inancı, insanlığın aslî itikadı ve tüm peygamberlerin çağlar
boyu tebliğ edip canlandırmaya çalıştığı husustur.96 Bütün İlâhî
dinlerin de İslâm’dır/teslimiyettir ve tevhide (putları reddedip tek
Allah’a iman ve yalnız O’na ibâdet ve kulluğa) dayanır.97 Çünkü
tevhidden başka her şey bâtıldır. 98
Kur’an, bütün bu gerekçelerden dolayı, insanlığa muvahhid
olup Allah’ı birlemeleri çağrısını yapar.99 Yüzümüzü tevhid dinine
döndürmemiz istenir.100 Allah’ın yolunu (tevhid’i) tâkip etmek emredilirken,
başka yolları tâkip etmek (her çeşit put ve putçularla
iyi ilişkiler) de yasaklanır.101 İster putlara tapmak yönüyle olsun,
ister başka çeşitte; şirk büyük bir zulümdür.102 Allah, kendisine
şirk koşmayı kesinlikle affetmez.103 Müşriklerin temel özellikleri,
Allah’tan başkasını tanrı edinmeleridir. 104
92 2/Bakara, 22, 165; 14/İbrâhim, 30; 34/Sebe', 33; 39/Zümer, 8; 41/Fussılet 9
93 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 12
94 4/Nisâ, 117
95 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i imrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73;
6/En'âm, 19, 102, 106; 14/İbrâhim, 52; 16/Nahl, 22, 51; 20/Tâhâ, 8, 14; 22/
Hacc, 34; 23/Mü'minûn, 116; 27/Neml, 26; 28/Kasas, 70, 88; 37/Sâffât, 4
96 2/Bakara, 133; 7/A'râf, 59, 65, 73, 85, 158; 9/Tevbe, 129; 11/Hûd, 50, 61, 84;
16/Nahl, 2; 18/Kehf, 110; 21/Enbiyâ, 25, 108; 23/Mü'minûn, 23; 41/Fussılet,
6). Tevhid dini ise İslâm'dır (6/En'âm, 161; 10/Yûnus, 105; 21/Enbiyâ, 92;
30/Rûm, 30; 39/Zümer, 3, 11
97 6/En'âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/Mü'minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf,
45; 87/A'lâ, 14-15, 18-19
98 10/Yûnus, 32; 22/Hacc, 31; 41/Fussılet, 6
99 22/Hacc, 31; 30/Rûm, 30
100 10/Yûnus, 105
101 6/En'âm, 153
102 31/Lokman, 13
103 4/Nisâ, 48, 116
104 2/Bakara, 165; 3/Âl-i imrân,151; 4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107,
136 vb.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
Kıyâmet günü putlar da, küfür önderleri ve öncüleriyle birlikte
cezâlandırılacaklardır.105 Putlar, müşrikler tarafından da âhirette
inkâr edilecektir.106 Kur’ân-ı Kerim, Kıyâmet günü putların durumuyla
ilgili de geniş bilgiler verir. 107
Kur’ân-ı Kerim, mü’minlerin putperest ve her çeşit müşrikle
ilişkilerinin nasıl olmasını da belirler. Müşriklerin dostluğu yoktur,
mü’min onları dost kabul edemez.108 Putperest müşrikler,
mü’minleri ateşe çağırırlar.109 Putperestlerden yüz çevirmek emredilir.
110 Müşriklerden korkulmaz, korkulmamalıdır.111 Çünkü
putperest ve her çeşit müşrik, mü’minlere zarar veremez.112 Putperestlere
ve her çeşit müşriklere karşı mücâdele edilmeli, savaşılmalıdır.
113
Kur’an’da Allah, ibâdetin sadece kendisine yapılmasını emretmektedir.
İster içimizde ve ister dışımızda olsun bizi kendisine
râm eyleyen, mutlak anlamda itaatkâr kılan, bizim bedenimizi ve
ruhumuzu kendi kudretine göre yönlendiren, bizim enerjimizi
kendi istediği yöne sevkeden, yani bizi teslim alan her “güç”, bizi
kendisine kul yapmış demek olur. Dolayısıyla putlaştırma, önce
insanın kendisine hakarettir; en güzel şekilde yaratılmış olan insanın
kendi cinsinden veya kendinden de aşağı olanların yanında
alçalması, onlardan daha aşağıları tercih etmesi demektir. Oysa
Rabbimiz, ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyeti bizim yalnızca kendisine
tahsis etmemizi ve bu noktada bütün sahte ilâh ve rableri
reddederek her çeşit puttan ve putlaştırmadan yüzçevirmemizi
istiyor.
Kur’ân-ı Kerim’de Her Çeşit Puta Tapma ve Şirk,
Şu Şekillerde Tanımlanır:
1-) Büyük Günah: “Allah’a şirk/ortak koşan kimse şüphesiz büyük
bir günahla iftira etmiş olur.” 114
105 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34
106 30/Rûm, 13
107 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34
108 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106; 9/Tevbe, 7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73-
75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9
109 2/Bakara, 221; 17/İsrâ, 73-75; 29/Ankebût, 12-13
110 6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94; 28/Kasas, 87; 32/Secde, 30;
37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/Câsiye, 18; 51/Zâriyât,
54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil, 10
111 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/Hacc, 38; 37/Sâffât, 171-175
112 37/Sâffât, 160-163; 52/Tûr, 42
113 9/Tevbe, 5-6, 11-12
114 4/Nisâ, 8
PUT VE PUTA TAPINMA
- 39 -
2-) Büyük Zulüm: “Lokman, oğluna öğüt vererek: ‘Ey oğulcuğum,
Allah’a eş koşma. Doğrusu O’na eş koşmak büyük haksızlıktır, zulümdür’
demişti.” 115
3-) Büyük Cehâlet: “O’nu bırakıp tanrılar mı edindiler? De ki: ‘Kesin
delilinizi getirin. İşte benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin
kitabı.’ Hayır, onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.” 116
4-) Apaçık Sapıklık: “Allah’ı bırakıp da, kıyâmet gününe kadar
cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kimdir? Çünkü yalvardıkları
şeyler yalvarışlarından habersizdirler.” 117“Allah kendisine ortak
koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar.
Allah’a ortak koşan kimse, derin bir sapıklığa sapmış olur.” 118
5-) Büyük Alçaklık: “Buzağıyı tanrı olarak benimseyenler, Rablerinin
öfkesine ve dünya hayatında alçaklığa uğrayacaklardır. İftira edenleri
böylece cezalandırırız.” 119
6-) Zanna Göre Hareket: “Yeryüzündekilerin çoğunluğuna itaat
edersen seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar, sadece
tahminde bulunurlar.” 120
7-) Dünya Hayatına Düşkünlük: “Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya
karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Şirk koşan müşriklerden/
putperestlerden her biri de arzular ki, bin sene yaşasın. Oysa (uzun)
yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yapmakta
olduklarını eksiksiz görür.” 121
8-) Halkı, Sağlam Temellerden Uzak Tutma: “Allah’tan başka
dostlar edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir.
Evlerin en dayanıksızı şüphesiz örümceğin yuvasıdır. Keşke bilseler!”
122
9-) Şirk Koşanların Kalplerinin Korku ile Doldurulması: “Hakkında
hiç bir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koşmalarından ötürü,
inkâr edenlerin kalbine korku salacağız. Onların varacağı yer cehennemdir.
Zâlimlerin durağı ne kötüdür!” 123
10-) Cennetin Kapılarının Şirk Koşanlara Kapanması: “Kim
115 31/Lokman, 13
116 21/Enbiyâ, 24
117 29/Ankebût, 5
118 4/Nisâ, 116
119 7/A’râf, 52
120 6/En’âm, 116
121 2/Bakara, 96
122 29/Ankebût, 41
123 3/Âl-i İmrân, 151
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
Allah’a ortak koşarsa, muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı
yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” 124
11-) Tevhid İnancında Olanlara Karşı Düşmanlık: “İman edenlere
en şiddetli düşman olarak, yahudileri ve Allah’a şirk/eş koşanları bulursun...”
125
“(Ey Allah’ım,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım
isteriz.” 126
“İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a -hâşâ- eşler, ortaklar,
benzerler edinirler de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise
Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azâba uğrayacakları
zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın
vereceği azâbın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.” 127
“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır,
biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. Ya
atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” 128
“De ki: ‘Ey Kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye
(tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi
ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı
Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şâhid olun, biz gerçekten
müslümanlarız.” 129
“Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a şirk/ortak koştuklarından
dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma
yerleri ateştir. Zâlimlerin konaklama yeri ne kötüdür!” 130
“Allah’a ibâdet edin. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” 131
“Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost)
olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” 132
“Kendilerine Kitap’tan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve cibt’e
ve tâğûta (putlara ve sahte tanrılara) iman ediyorlar, sonra da kâfirler için:
‘Bunlar Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar.” 133
124 5/Mâide, 72
125 5/Mâide, 82
126 1/Fâtiha, 5
127 2/Bakara, 165
128 2/Bakara, 170; Benzer âyetler için bkz. 5/Mâide, 104; 43/Zuhruf, 22-24;
7/A’râf, 28
129 3/Âl-i İmrân, 64
130 3/Âl-i İmrân, 151
131 4/Nisâ, 36
132 4/Nisâ, 45
133 4/Nisâ, 51
PUT VE PUTA TAPINMA
- 41 -
“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında
kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa
elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.” 134
“Onlar (müşrikler), O’nu bırakıp yalnızca birtakım dişilere tapar, onlardan
yardım isterler. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan
başkasına tapmazlar.” 135
“Andolsun, ‘Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler küfre
düşmüştür. Oysa Mesih’in dediği (şudur:) ‘Ey İsrâiloğulları, benim de
Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet edin. Çünkü O, kendisine
ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir.
Zulmedenlere yardımcı yoktur. Andolsun, ‘Allah üçün üçüncüsüdür’
diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer
söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkâr edenlere
mutlaka (acı) bir azâb dokunacaktır.” 136
“De ki: Allah’ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar vermeye gücü yetmeyen
şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir. (O’na ibâdet
etmeniz gerekmez mi?)” 137
“De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen
Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana müslüman
olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah’a ortak koşan müşriklerden
olma!’ (denildi).” 138
“O ancak tek bir ilâhtır. ‘Doğrusu ben O’na ortak koşmanızdan
mâsumum’ de.” 139
“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz
ki: ‘Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?’ Sonra onların: ‘Rabbimiz
olan Allah’a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’ demelerinden
başka bir fitneleri olmadı. Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve
düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup uzaklaştı.” 140
“De ki: Ben Allah’tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum.”
141
“İbrâhim, babası Âzer’e: ‘Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun?
Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum’
demişti.” 142
134 4/Nisâ, 116
135 4/Nisâ, 117
136 5/Mâide, 72-73
137 5/Mâide, 76
138 6/En’âm, 14
139 6/En’âm, 19
140 6/En’âm, 22-23
141 6/En'âm, 56
142 6/En’âm, 74
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
“Kavmi onunla (İbrâhim a.s. ile) tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: ‘Beni
doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz?
Ben sizin O’na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin
dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır.
Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah’ın size, haklarında hiçbir hüküm
indirmediği şeyleri O’na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk
koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki
gruptan (Allah’ı tek ilâh kabul edenlerle O’na ortak koşanlardan) hangisi
(Allah’ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?” 143
“İşte, Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi
yaratandır. O her şeye vekildir. Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri
görür. O latiftir, -her şeyden- haberdardır.” 144
“Nihâyet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikleri zaman şöyle
diyecekler: ‘Allah’ı bırakıp da tapındığınız putlar nerede?’ Onlar şöyle
cevap verecekler: ‘O putlar bizi bırakıp kayboldular.’ Onlar kendi aleyhlerine
kâfir olduklarına şâhitlik edeceklerdir.” 145
“Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler...” 146
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler
ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet
etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O,
bunların şirk koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir.” 147
“Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak
şeylere kulluk ederler ve ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’
derler. De ki: ‘Siz, Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber
veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir.” 148
“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler.” 149
“Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Sizin
Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği,
sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlerden başkası
değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk
etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların
çoğu bilmezler.” 150
143 6/En'âm, 80-81
144 6/En’âm, 102 - 103
145 7/A'râf, 37
146 9/Tevbe, 28
147 9/Tevbe, 31
148 10/Yûnus, 18
149 10/Yûnus, 106
150 12/Yûsuf, 39-40
PUT VE PUTA TAPINMA
- 43 -
“Onlar Allah’ın yolundan saptırmak için Allah’a eşler uydurdular. De ki:
‘Eğlenip keyfinize bakın! Çünkü gidişiniz muhakkak ateştir.” 151
“Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: ‘Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli
kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar),
insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim.
Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen
gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin.” 152
“Andolsun biz, her millet içinde: ‘Allah’a ibâdet/kulluk edin, tâğut(a
tapmak)dan kaçının’ diyen bir rasûl/elçi gönderdik.” 153
“Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden,
yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, din
de (itaat ve kulluk da) yalnız O’nundur. Böyleyken, Allah’tan başkasından
mı korkuyorsunuz?” 154
“Kâfirler Beni bırakıp da kullarımı evliyâ/dostlar edineceklerini mi sandılar?
Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.” 155
“Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman’a kul olarak gelecektir.”
156
“O’nu bırakıp ilâhlar mı edindiler? De ki: ‘Kesin delilinizi getirin, işte
benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitapları.’ Hayır, onların
çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.” 157
“Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: ‘Benden başka
hiçbir ilâh yoktur. Bana kulluk/İbâdet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” 158
“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık.
O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz
heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar
kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık
içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan
biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin
de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki,
siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda
İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki
ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o,
151 14/İbrâhim, 30
152 14/İbrâhim, 35-36
153 16/Nahl, 36
154 16/Nahl, 51-52
155 18/Kehf, 102
156 19/Meryem, 93
157 21/Enbiyâ, 24
158 21/Enbiyâ, 25
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk;
kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen
insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza
sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır.
Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi
vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler.
Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını
pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp
da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız?
Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz
mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza
yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve
selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha
çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak,
içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” 159
“Siz ve Allah’tan başka taptıklarınız cehennem odunusunuz. Siz (odun
gibi) oraya gireceksiniz.” 160
“İnsanlardan kimi de Allah’a bir yönden (dinin bütününe inanmadan)
ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse, onunla huzura kavuşur (sevinir)
ve eğer başına bir kötülük gelirse yüz üstü döner (dini kötüleyerek
ondan vazgeçer).” 161
“...Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten
de kaçının. Kendisine şirk/ortak koşmaksızın Allah’ın hanifleri (O’nun
birliğini kabul eden mü’minler olun). Kim Allah’a ortak koşarsa, sanki o,
gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu
uzak bir yere sürükleyip atmış gibidir.” 162
“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç
sahibidir, azizdir.” 163
“Allah, sizlerden iman edip sâlih amellerde bulunanlara vaad etmiştir:
Hiç şüphesiz kendilerinden öncekileri nasıl güç ve iktidar sahibi kıldıysa,
onları da yeryüzünde halifeler (yeryüzüne hâkim, güç ve iktidar sahibi) kılacak,
kendileri için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) kendilerine yerleşik kılıp
sağlamlaştıracak ve onları geçirdikleri korku döneminden sonra, güvenliğe
çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibâdet ederler ve Bana hiçbir şeyi
şirk/ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır
159 21/Enbiyâ, 51-71
160 21/Enbiyâ, 98
161 22/Hacc, 11
162 22/Hacc, 30-31
163 22/Hacc, 74
PUT VE PUTA TAPINMA
- 45 -
(büyük günahkârlardır).” 164
“Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azâba uğratılanlardan
olursun.” 165
“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapma. O’ndan başka hiç bir ilâh
yoktur.” 166
“Biz insana, anne ve babasına (karşı) ihsânı/güzelliği tavsiye ettik. Eğer
onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı
çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz
Banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.” 167
“Siz Allah’ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/
uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık
veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O’na kulluk edin ve O’na
şükredin. Ancak O’na döndürüleceksiniz.” 168
“(İbrâhim onlara) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet
uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...” 169
“Gönülden katıksız bağlılar olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup
sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın.” 170
“Ey oğlum, Allah’a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.”
171
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin
azâbına çağırıyor idiyse?!” 172
“Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki
onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye
asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu ma’bûdlar için yardıma hazır askerlerdir.”
173
“İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi
ki: ‘Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. Tanrıları bir tek ilâh mı yaptı? Doğrusu
bu, tuhaf bir şey!’ Onlardan mele’ (ileri gelen bir grup, egemen
164 24/Nûr, 55
165 26/Şuarâ, 213
166 28/Kasas, 88
167 29/Ankebût, 8
168 29/Ankebût, 17
169 29/Ankebût, 25
170 30/Rûm, 31
171 31/Lokman, 13
172 31/Lokman, 21
173 36/Yâsin, 74-75
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
güçler): ‘Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz
budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, içi boş bir uydurmadan başka
bir şey değildir.” 174
“İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah’ındır. O’ndan başka velîler edinerek:
‘biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz’ diyenlere (gelince):
Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü
verecektir.” 175
“De ki: ‘Ben dinimi yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na ibâdet/kulluk ediyorum.”
176
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var.
Müjdele kullarımı.” 177
“De ki: ‘Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?’
Ey Muhammed! And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere
de vahyolunmuşıur. And olsun, eğer Allah’a ortak koşarsan
amellerin şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır,
yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol. Onlar, Allah’ı gereği gibi
takdir edemediler. Hâlbuki kıyâmet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır.
Gökler O’nun eliyle dürülüp bükülecektir. O, müşriklerin ortak
koştuklarından münezzeh ve yücedir.” 178
“Gece, gündüz, güneş ve ay O’nun âyetlerindendir. Ne güneşe ne de
aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah’a secde edin. Eğer kulluk ediyorsanız
(böyle yapın).” 179
“Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin
vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar)?
Eğer o fasıl kelimesi (azâbı erteleme sözü) olmasaydı, derhal aralarında
hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir
azap vardır.” 180
“Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: ‘Ben sizin taptıklarınızdan
(putlardan) uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım.
Çünkü O, beni doğru yola iletecektir.’ Bu sözü, ardından geleceklere devamlı
kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler.”
181
174 38/Sâd, 4-7
175 39/Zümer, 3
176 39/Zümer, 14
177 39/Zümer, 17
178 39/Zümer, 64-67
179 41/Fussılet, 37
180 42/Şûrâ, 21
181 43/Zuhruf, 26-28
PUT VE PUTA TAPINMA
- 47 -
“Şimdi sen, kendi hevâsını putlaştırıp ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim
üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne
de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona
kim hidâyet verecektir? Siz öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” 182
“Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım.” 183
“Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât’ı.
Demek erkek size, dişi O’na öyle mi? O zaman bu, insafsızca bir taksim!
Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir.
Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve
nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol
gösterici gelmiştir.” 184
“İbrâhim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel
bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve Allah’ı
bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek
Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve
öfke belirmiştir.’ Ancak, İbrâhim babasına: ‘Andolsun senin için mağfiret
dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye
gücüm yetmez’ demişti. (O mü’minler şöyle dediler:) ‘Rabbimiz! Ancak
Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır.” 185
“De ki: Ey kâfirler! ‘Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim
ibâdet ettiğime tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak
değilim. Siz de benim ibâdet ettiğime tapacak değilsiniz. Sizin dininiz
size; benim dinim bana!” 186
“De ki; O Allah bir’dir. O Allah samed’dir. Her şeyin kaynağı ve yaratıcısıdır.
Hiç kimseyi doğurmamıştır. Hiç kimse O’nu doğurmamıştır. O’na
benzeyen hiçbir şey de yoktur.” 187
Hadis-i Şeriflerde Put Kavramı ve Puta Tapma
“Bazı insanlar, Allah’ın nimetiyle geceyi geçiriyor, sabah olunca da,
‘bize şu yıldız sebebiyle yağmur yağdırıldı’ diyor. Böyle demeleri sebebiyle
onların çoğu kâfir olmuştur.” 188
Sahâbeden Muaz b. Cebel anlatıyor: Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)
bana, “Ey Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir? diye sordu.
Ben: ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dedim. Rasûlullah: “Allah’ın
182 45/Câsiye, 23
183 51/Zâriyât, 56
184 53/Necm, 19-23
185 60/Mümtehıne, 4
186 109/Kâfirun, 1-6
187 112/İhlâs, 1-4
188 Buhârî, Megâzi 35; Müsned, Ahmed b. Hanbel, II/525
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
kulları üzerindeki hakkı, kulların O’na ibâdet edip, başka hiçbir şeyi şirk/
ortak koşmamalarıdır.” buyurdu. 189
“Ümmetimle ilgili olarak en çok korktuğum şey, Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır.
Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’
demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde
meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına
göre iş yapacaklardır ve gizli şehvet içinde olacaklardır.” 190
“Her ümmetin bir ıcl’i vardır; bu ümmetin ıcl’i de dînâr ve dirhemdir
(küçük ve büyük paradır).” 191
“Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan
tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkulardan) daha
büyüğü yoktur.” 192
“Allah, Yahûdi ve Hıristiyanlara lânet etsin. Onlar, peygamberlerinin
kabrini mâbed (tapınak) hilene getirdiler.” 193
“Altına tapanlar mel’undur, gümüşe tapanlar mel’undur.” 194
Câhiliye döneminde cömertliğiyle meşhur Hâtem Tâî’nin oğlu
Adiyy bir gün boynunda altından bir haç asılı olduğu halde Peygamberimizi
ziyarete geldi. Kendisine Adiyy b. Hatem’in geldiği
haber verildi. Rasûlullah (s.a.s.) o sırada şu âyeti okuyordu: “Onlar,
Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem
oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten
başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların
şirk koştukları şeylerden yücedir.”195 Adiy b. Hâtem, orada söylenenleri
duyunca şöyle dedi: “Ben yahûdileri ve hıristiyanları tanırım,
onlar hahamlarına ve papazlarına ibâdet etmiyorlar onları rab ve
ilâh edinmiyorlar ki” Bunun üzerine Ekrem Rasûl şöyle buyurdu:
“Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din
adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara
ibâdettir. (Evet, onlar onların önünde secde ederek ibâdet etmiyorlar,
fakat onlar halka bir şeyi helâl veya haram kılıyorlar, halk da din adamlarının
bu hükümlerini kabul edip uyuyorlar. İşte onları ilâhlaştırıp rab haline
getirmenin mânâsı budur.)” Sonra Peygamberimiz onu İslâm’a dâvet
etti, o da müslüman oldu. 196
189 Buhârî; Müslim
190 İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4205
191 Deylemî, Müsned; Hayâtu’l Hayevân, 2/16; naklen, S. Ateş, Kur’an Ans. 8/92
192 Taberanî, nak. Elmalılı, 6/70; Şamil İslâm Ans. II/397
193 Buhârî, Cenâiz 216
194 Tirmizî, Zühd 42, hadis no: 2376
195 9/Tevbe, 31
196 Tirmizî, Tefsîru Kur’an, 10, hadis no: 3292
PUT VE PUTA TAPINMA
- 49 -
“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyiniz. Yalnız,
‘Allah’ın kulu ve elçisidir’ deyiniz.” 197
İbn Mes’ud (r.a.) diyor ki: “Ben, “Ey Allah’ın Rasûlü, günahların
en büyüğü hangisidir?” diye sorduğumda, buyurdu ki: “En
tec’ale lillâhi nidden ve hüve halekake (Allah, seni yaratmış olduğu halde
kendisine nidd/şirk koşmandır).” 198
Bir adamın Peygamberimiz (s.a.s.)’e “Allah ve sen isterseniz”
demişti. Bu söze karşılık Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “E
cealtenî lillâhi niddâ (Beni Allah’a nidd/eş mi koşuyorsun?” 199
“Sizden hiç biriniz Allah isterse ve falan da isterse demesin. ‘İnşâallah’,
yani ‘ Allah isterse’ desin.” 200
Sahâbeden Muaz b. Cebel anlatıyor: Bir gün Rasûlullah bana,
“Ey Muaz! Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı nedir?” diye sordu. Ben;
“Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedim. Rasûlullah: “Allah’ın kulları
üzerindeki hakkı, kulların O’na ibâdet edip, başka hiçbir şeyi şirk/ortak
koşmamalarıdır.” buyurdu. 201
“Her doğan, fıtrat üzere doğar. -Başka bir rivâyette ise ‘bu din üzere
doğar’- (Fakat sonradan) ana-babası onu yahûdileştirir, hıristiyanlaştırır
veya mecûsileştirir...” 202
“Bir kişi, beni anne ve babasından daha fazla sevmedikçe iman etmiş
olmaz.” 203
“Kişi, Allah ve Rasûlünü, o ikisi dışında kalan her şeyden daha çok
sevmedikçe imanın tadını bulamaz.” 204
Ebû Rezîn el-Akîl, kendisine: “Ey Allah’ın elçisi, iman nedir?”
diye sorunca, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap vermiştir: “Allah ve
Rasûlünün, sana, her şeyden daha sevgili olmasıdır.” 205
“Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça
iman etmiş olmaz.” 206
“Kul beni âilesinden, malından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe
iman etmiş olmaz.” 207
197 Buhârî, Enbiyâ 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/23, 24, 47, 55
198 Buhârî; Müslim
199 Seyyid Kutub, Fi Zılali'l-Kur'an, c. 1, s. 96. Karşılaştırın: İbn Kesir, c. 2, s. 210
200 İbn Mâce
201 Buhârîi, Müslim
202 Buhârî, Cenâiz 33, 79; Müslim, Kader 23-25, İman 264; Ahmed bin Hanbel,
II/315, 233, III/435, IV/9
203 Buhârîi, İman 8; Müslim, İman 69
204 Buhârî, İman 9; Müslim, İman 67; Tirmizî, İman 10
205 Ahmed bin Hanbel, IV/11
206 Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11
207 Buhârî, İman 8, Eymân 3; Müslim, İman 69, 70; Nesâî, İman 19; İbn Mâce,
Mukaddime 9; Ahmed bin Hanbel, III/170, 207, 275
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
“Ben, müşrikler arasında ikamet eden her müslümandan berîyim/uzağım.”
Ashâb; “Niçin yâ Rasûlallah?” diye sorunca, şöyle buyurdu:
“Çünkü o ikisinin ateşi birbirini görmez.” 208
“Kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikamet ederse, o da
onun gibidir.” 209
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’
deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu
söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar
müstesna; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah’a aittir.” 210
Abdullah bin Mes’ûd dedi ki: “Rasûlullah (s.a.s.) bize karşı yaptığı
bir konuşmasında dedi ki: “Kendisinden başka ilâh olmayan (Allah)
hakkı için söylüyorum: Allah’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına, benim
de Allah’ın peygamberi olduğuma şehâdet eden bir kimsenin kanı ancak
şu üç şeyden biri dolayısıyla helâl olur: İslâm’ı terkedip İslâm cemaatinden
ayrılan, evli olduğu halde zinâ eden ve birisini öldürdüğü için (kısas cezâsı
olarak) öldürülmesi gereken.” 211
“Kâfir müslümana, müslüman da kafire mirasçı olamaz.” 212
“İki millet (mü’min ve kâfir) arasında miras yoktur.” 213
“…Her kim ‘Lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri
reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur.
Hesabı Allah’a kalmıştır.” 214
“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasulü olduğuna
şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır.” 215
“Allah’a inanıp, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet’e girmiştir.
Allah’a inanıp da, O’na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir” 216
“Allah yahudi ve hırıstiyanlara lânet etsin, peygamberlerinin ve sâlih
kişilerinin kabirlerini mescid yaptılar.” 217
208 Ebû Dâvud, III/45, hadis no: 2645
209 Ebû Dâvud, III/93, hadis no: 2787
210 Buhârîi, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104;
Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
211 Müslim, Kasâme 25-26; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 5,
14; İbn Mâce, Hudûd 1
212 Buhârî, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1
213 Ebû Dâvud Ferâiz, 13; Tirmizi, Ferâiz, 16; İbn Mâce, Ferâiz, 6
214 Müslim, İman 35, hadis no: 21, 1/52
215 Buhârî, İlim, 49
216 Müslim, İmân, 152
217 Buhârî, Salât 48, Cenâiz 62, 96, Enbiyâ 50, Meğâzî 83; Müslim, Mesâcid 19,
23
PUT VE PUTA TAPINMA
- 51 -
Ebû’l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: “Bana Hz. Ali (r.a.): ‘Rasûlullah’ın
(s.a.s.) beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim mi?’
diye sordu ve Rasûlullah’ın kendisene: “Haydi git, kırıp dökmedik put,
düzlemedik yüksek kabir bırakma!” buyurduğunu söyledi.” 218
“Dikkat edin! Bütün câhiliyye emirleri (kanunları, yasaları, hükümleri
ve bakış açıları) ayaklarımın altındadır ve hepsi de kaldırılmıştır...” -Vedâ
Hutbesinden- 219
“Ümmetimin içinde câhiliyye döneminden kalma, tamamen terk edemeyecekleri
dört âdet vardır: Asâletleriyle övünmek, başkalarının soyuna
dil uzatmak, yıldızlar vesilesiyle yağmur istemek, ölünün arkasından yüksek
sesle ağlamak.” 220
“Câhiliyye dâvâsıyla hak iddia eden kimse bizden değildir.” 221
“Herkim körükörüne (dikilmiş) bir sancağın altında asabiyete davet
veya bir asabiyete yardım ederken ölürse, bu câhiliyyet ölümüdür.” 222
Ebû Mes’ud el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü
dendi, biz câhiliye devrinde yaptıklarımızdan hesaba çekilecek
miyiz?” Şu cevabı verdiler: “Müslüman olduktan sonra iyi olana,
câhiliye devrinde yaptıklarından sorulmayacaktır. Kötü amel işleyene,
hem İslâm’daki ameli hem de önceki ameli sebebiyle hesap sorulacaktır.”
223
Tasvîr (Putlaştırılan Heykel ve Resim);
Putçuluğun Genel Görüntüsü
Bir şeye sûret vermek, şekillendirmek. Kelime olarak sa-ve-ra
kökünden tef’îl kalıbında masdardır. “Rahimlerde dilediği gibi sizi şekillendiren
O’dur.”224 âyetinde anlatılan tasvir budur.
Resim, fotoğraf, kabartma, heykel gibi şeyler hüküm itibarıyla
tasvir grubuna girerler. Alimler, İslâmın tasvir hakkındaki hükmünü
ortaya koyabilmek için tasvire konul olan sûret (şekil)leri ikiye
ayırmışlardır:
1- Boyutları olan ve alçı, mermer, madenler ve taşlardan yapılan
şekiller. Bunlara timsâl veya mücessem şekiller adı verilir.
218 Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99
219 Müslim, Hacc 194, h. no: 1218; Tirmizî, Fiten 2, h. no: 2610; Tefsîr 2, h. no:
3087
220 Müslim, Cenâiz 29, hadis no: 934
221 Buhârî, Cenâiz 39
222 Müslim, İmâre, 57; Neseî, Tahrîmu'd-Dem, h. no: 4098
223 Buhârî, İstitâbe 1; Müslim, İman 189, h. no: 120
224 3/Âl-i İmrân, 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
İmam Kurtubî bunu şöyle açıklar: “Temâsîl, timsâl kelimesinin çoğuludur.
Bu ise, hayvan veya başka varlıkların benzerini oluşturmak
için yapılan her şekildir, camdan, bakırdan ve mermerden yapılan
sûretlerdir. Söylendiğine göre peygamberlerin ve âlimlerin
şekilleri yapılmış, halkın ibâdete düşkünlüğü ve gayreti artsın
diye bunlar ibâdethanelere asılmıştır... Rasûlullah (s.a.s.)’in bunu
yasakladığı, bunu yapan ve edinenlerin azâbla korkutulduğuyla
ilgili haberler sahihtir. Cenab-ı Hak bu konuda daha önceki ümmetlere
verdiği ruhsatı neshetmiştir.
Bunun hikmetine gelince, Rasûlullah (s.a.s.) peygamber olarak
gönderildiğinde putlara (sûretlere) tapılıyordu. Bu konuda tutulacak
en iyi yol, kaldırılmasıydı ve öyle yapıldı.” 225
2- Boyutları olmayan ve kağıt üzerine, duvarlara çizilen, halı
ve kumaşa dokunan resimler bu türdendir.
Boyutları olan sûretlerin İslâm’da hükmü: Heykel yapımı için
sert maddeleri yontma işi İslâm’dan önce de vardı. Bunlar daha
çok put olarak tapılan şeylerdi. Bunlar Arabistan’a Şam taraflarından
Amr b. Luhay tarafından getirilmişti. Rasûlullah (s.a.s.),
Mekke’yi fethettiği zaman elindeki kamçı ile işaret ederek ve
“De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu; zaten bâtıl yok olmaya mahkumdur.”226
âyetini okuyarak bunların kırılmasını emretmiştir.
Heykelin İslâm âleminde yapılmasına Emevîler devrinde
başlanmış, Abbasîler devrinde devam edilmiştir. Ama bu, gayri
İslâmi medeniyetlere nisbeten çok cüz’î kalmıştır. Yapılanlar da
genellikle idarecilerin saray ve köşklerini süslemek için kullanılmıştır.
Meselâ Abbasî hükümdarı Mansûr’un Hîcrî 329’da yıkılan
Kubbetü’s-Sahrâ isimli sarayı bunlardan birisidir. Mütevekkil’in
Kasru’l-Burc’u, İbn Tulun’un Kasr’ı, Zahir Baybars Köprüsü heykel
veya oyma resimlerin kullanıldığı yerlerdir.
Zamanla bu sanat kolu yaygınlaşmıştır. Ama İslâm’ın bir konudaki
hükmü değişmemiştir. Çünkü bir şeyin Müslümanlar arasında
yaygınlaşması, onun helâl veya mubah olmasını gerektirmez.
Müslümanların durumu başka şey, Şer’î hükümler daha başka şeydir.
İslâm’da heykelciliğin haram olduğuna dair hükümler gâyet
açıktır: “Ey iman edenler; şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), şans okları
şeytan isi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.”227; “Bir
225 Kurtub, el-Câmî, XIV, 272
226 17/İsrâ, 81
227 5/Mâide, 90
PUT VE PUTA TAPINMA
- 53 -
zamanlar İbrâhim şöyle demişti: Rabbim; bu şehri güvenli kıl, beni ve
oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Rabbim, çünkü onlar, insanlardan
bir çoğunu şaşırtılar.”228; “İbrâhim babasına ve kavmine demişti ki: ‘Sizin
su karşısında durup taptığınız heykeller nedir?’ ‘Babalarımızı onlara tapar
bulduk’ dediler. ‘Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içine
düşmüşsünüz’ dedi.”229; “İbrâhim babası Âzer’e demişti ki: ‘Sen putları
tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde
görüyorum.” 230
Mekke fethinde Rasûlullah (s.a.s.) İsrâ sûresi 81. âyetini okuyarak
putları kırmıştır.
“Dediler ki: ‘Tanrılarınızı bırakmayın; ne Vedd’i, ne Suvâ’ı, ne de,
Yeğûs’u, Yeûk’u ve Nesr’i terketmeyin.’ Böylece onlar, birçok kimseyi yoldan
çıkardılar. Sen de o zâlimlere şaşkınlıktan başka bir şey artırma!”231
İmam Kurtubî âyette sayılan isimlerin sâlih kimselere ait olduğunu,
kavimlerinin onların hatırasını anmak için heykellerini yaptıklarını,
zamanla bu saygının tapınmaya dönüştüğünü, yazar. 232
Câhiliyye Arabları bir şeylere tapınmak için bahane ararlardı.
Zâtu Evsât denilen büyük, yeşil bir ağaç vardı. Ona silâhlarını
asarlar, yılın bir gününde de ona saygılarını sunarlardı. Rasûlullah
(s.a.s.) Huneyn’de iken bir grup bedevî gelerek “Ey Allah’ın
Rasûlü onların Zâtü Evsât’ı gibi bize de bir Zâtü Evsât bul” dediler.
Rasûlullah (s.a.s.) “Allahu Ekber! Canım kudret elinde olan Allah’a yemin
olsun ki İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ’ya, Ey Mûsâ bunların nasıl tanrıları
varsa, bize de öyle bir tanrı yap!”233 demeleri gibi konuştunuz. Siz
câhil bir topluluksunuz. Sizden öncekilerin gidişatına aynen uyacaksınız.
Onlar tarla faresinin deliğine girse, siz de gireceksiniz”
buyurdu.” 234
Aşağıdaki hadîs-i şerifler de heykel yapmanın haramlığına
delâlet etmektedir:
İbn Abbas’dan (r.a.): “Ebû Talha’nın Rasûlullah’tan (s.a.s.) dinlediği
şu hadisi ben de ondan dinledim: “Melekler, içinde köpek ve
heykel (put) olan eve girmezler.”235 Kudsî bir hadiste Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: “Benim yarattığım gibi yaratma yoluna girmeye
228 14/İbrâhim, 35-36
229 21/Enbiyâ, 42-44
230 6/En’âm, 74
231 71/Nûh, 23-24
232 Kurtubî, el-Câmî'li Ahkâmi'l-Kur'an, XVIII, 308; İbn Kayyim el-Cevziyye,
İğasetü'l-Lehfân fi Mekâyidî 'ş-Şeytan, II, 200
233 7/A'râf, 138
234 Kurtubî, el-Câmi', VII, 273
235 Nevevî, Müslim Şerhi, Xll, 84
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
kalkışandan daha zâlim kim vardır. Şu halde onlar, haydi bir zerre yaratsınlar,
bir tane yaratsınlar, bu arpa yaratsınlar.” 236
İslâm heykel edinmeyi yasakladığı gibi, gayri müslimler için
yapsa bile onun sanatıyla uğraşmayı da haram kılmıştır. Abdullah
b. Ömer, Nâfi’ye Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğunu haber
vermiştir: “Şu sûretleri yapanlar, kıyamet gününde azâb görecekler ve
onlara: ‘Yarattığınız bu sûretlere hayat verin’ denecek.” 237
Said b. Ebû’l-Hasen’den: “Bir adam Abdullah b. Abbas’a gelerek,
“Ben şu sûretleri yapan (geçimini bundan sağlayan) birisiyim.
Bunlar konusunda bana fetva ver.” dedi. İbn Abbas, “Bana yaklaş”
dedi. Adam ona yaklaştı. Sonra, “Bana yaklaş” dedi. Adam
ona yaklaştı, ta ki İbn Abbas elini onun başı üzerine koydu ve
“Rasûlullah’tan (s.a.s.) işittiğimi sana haber vereceğim; O şöyle buyurdu:
“Her resim yapan cehennemdedir. Onun yaptığı her resme bir
can verilir ve bu, kendini yapana cehennemde azâb eder.” ‘Sen mutlaka
bunu yapmak zorunda isen, ağaç veya cansız şeylerin resmini yap’
dedi.” 238
Haram Kılınışının Hikmetleri: İslâm, içine hiçbir şüphenin karışmadığı
tevhid dinidir. Bu dinin en önde gelen özelliği, Allah’ı
birleyen ve O’nu kendisine layık olmayan her şeyden tenzih eden
bir ulûhiyet akidesine sahip olmasıdır. Bunun için İslâm, şarktan
veya garptan gelen câhilî, batıl inanç ve düşüncelerle ilgiyi kesmiştir.
239
İslâm resim (sûret) yapımını, zamanla bunlara tapınılabileceği
için yasaklamıştır. Nitekim Nûh sûresi, 23. âyetinde sayılan put
isimlerinin sâlih kişilere ait olduğunu, onların ölümünden sonra
sırf hatıralarını yâdetmek için heykellerinin yapıldığını, ancak bu
yâd etme isteğinin zamanla tapınmaya dönüştüğünü görüyoruz.
Bunun için yapanın niyetine değil, işin sonucuna ve semeresine
bakılır, denmiştir. Bu sonuca göre iyi veya kötü hükmü verilir. Buna
bağlı olarak yapılan işe vasıtalık eden şey de sonucun hükmüne
göre değerlendirilir. Yani sonucun hükmü haram ise, ona vasıta
olan şey de haramdır. Sonuç mubah ise, sebebi de mubahtır. Dolayısıyla
tevhidi zedeleyen ve şirke, putperestliğe götüren sebep ve
vasıtalar da yasaklanmıştır. Heykelcilikte bu tehlike devamlı vardır.
Burada sûretlerin haram kılınışının illeti, onlara tapınılmasıdır.
Bu gün, bu illet ortadan kalkmıştır. Bir müslümanın bir sûrete
236 Nevevî, Müslim Şerhi, XII, 90
237 İbn Hacer, Fethu'l-Bârî Şerhi Sahihi 'I-Buhârî, Xll, 508
238 Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, XII, 93
239 Seyyid Kutub, Hasaisu't-Tasavvuri'lİslâmi, s. 37
PUT VE PUTA TAPINMA
- 55 -
tapması düşünülemez. Medeniyet çağının insanı bu hataya düşmez,
denilebilir. Ancak İslâm, putu haram kılarken, bunu bir zaman
ve mekânda sınırlamamıştır. Ayrıca yeryüzünün birçok yerinde
hâlâ putlara tapılmaktadır. Hindistan’da hâlâ, birçok heykel
yanında ineğe de tapılmaktadır. Bunun için kanlı mücâdeleler verilmektedir.
Yâni asırların ve medeniyetin ilerlemesiyle bu konuda
değişen pek bir şey olmamıştır. Birçok büyük dinin salikleri selim
aklın kabul etmeyeceği birçok şeyi, din diye kabul edip benimsemektedir.
Filipinler’de birçok devlet görevlisinin, hatta bakanların
ve yüksek rütbeli askerlerin yılana ibâdet törenlerine katılıp görevlerini
ihmal ettikleri şikâyet konusu olmaktadır. Bu gayri makul
dine tabi olanların bunu sürdürürken düşünmek, akıl terazisine
vurmak ihtiyacını duymadıkları gözlenmektedir. Hak veya batıl
bütün dinlerde kötülenen bir varlık olan şeytana tapınma âyinleri
düzenleyen “Şeytanın Dostları” isimli yüksek sosyeteye mensup
grupların var oluşu, bu konudaki tehlikenin insan için her zaman
var olduğunun en güzel delilidir.
Bu konuda puta tapınmanın, sadece onun karşısında yerlere
kadar eğilmekten ibaret olmadığını da unutmamak gerekir.
Çocuk Oyuncakları
Fukaha, çocuklar için yapılan insan ve hayvan şeklindeki oyuncaklara
cevaz vermişlerdir. İmam Kurtubî şöyle der: “Heykel, mücessem
insan ve hayvan figürlerinin haram kılınmasından bir istisna
vardır. O da çocukların oynadığı oyuncaklardır. Çünkü bu konuda
Hz. Âîşe’den rivâyet edilen şu hadis-i şerif vardır: “Rasûlullah
(s.a.s.) Tebük veya Hayber gazvesinden döndü. Evin dolap yerinde
perde vardı. Bu esnada rüzgâr esti ve Âîşe’nin oyuncak bebeklerinin
bulunduğu bölümü açtı. Rasûlullah (s.a.s.) “Bu nedir, ey Âîşe?”
diye sordu. Âîşe, “Benim kızlarım” cevabını verdi. Oyuncakların
arasında deriden iki kanadı bulunan bir at vardı. Rasûlullah (s.a.s.)
“Oyuncakların ortasında gördüğüm şu şey nedir?” diye sordu. Âîşe, “iki
kanat” dedi. Rasûlullah, “İki kanatlı at olur mu?” dedi. Aişe, “Hz.
Süleyman’ın çok kanatlı atlarının olduğunu duymadın mı?” cevabını
verdi. Hz.Âîşe der ki: “Rasûlullah (s.a.s.) bu cevap üzerine
dişleri görünecek kadar tebessüm etti.” 240
“El-umûr bi-mekasıdihâ” genel kaidesine bağlı olarak bazı ilim
dallarında kullanılan boyutlu sûretlere cevaz verilmiştir. Meselâ
tıp ilminde vücudun teferruatlı olarak tanınması gerekir. Bunun
içinde boyutlu ve vücudun iç organlarını gösterin iskeletlere veya
240 Ebû Davûd, Edeb 54
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
insan sûretlerine ihtiyaç vardır. Bilhassa operatör bir hekimin sahasında
başarılı olabilmesi için insan vücudunu iyi tanımasına ihtiyaç
vardır.
Bir veterinerin de hayvan vücudunu tanıması gerekir. Bir biyoloji
bilgini de aynı ihtiyacı duyar. Bunlarda mücessem canlı
sûretlerinin kullanılması zaruretten dolayı mubahtır, câizdir.
Boyutsuz (gayri mücessem) sûretler (Resim ve fotoğraf). Bu
konudaki görüşleri şu maddeler içinde toplamak mümkündür:
1- Bitkiler, deniz manzaraları, tabiat manzaraları gibi cansız
cisimlerin resimlerini yapmak ulemanın icmâı ile mubahtır.
2- Tapılan canlının resmini yapmak da ulemanın ittifakı ile haramdır.
Meselâ Budistlerin tapındığı Buda’nın resmini tapılsın diye
yapan kimse kâfirdir, küfür ve sapıklığın yayıcısıdır. Bu gibi kişiler
hakkında Rasûlullah (s.a.s.) “Kıyamet gününde insanların azâb bakımından
en şiddetlisi tasvir yapanlardır.” buyurmuşlardır.
İmam Taberî de bunu şu şekilde açıklamaktadır: Bu hadis-i şerifteki
tasvirciden kasıt, ibâdet edilen bir şeyin resmini yapan, bu
fiili bilerek ve kasıtlı olarak işleyendir. O bu fiili ile kâfir kabul
edilir. Bu kasdı taşımayan ise isyankâr kabul edilir. 241
3- Resmi yapan bununla Allah’ın yaratışına benzetmek veya
Allah’la yaratma yarışına girmeye çalışmak gibi bir kasıt güderse,
tevhid akidesinden çıkar. İşte bunlar ve bunlara benzeyenler hakkında,
“İnsanlar içerisinde azâbı en şiddetli olanlar, Allah’ın yaratmasına
benzer yaratma yarışına gidenlerdir.” 242 hadis-i şerifi vârid olmuştur.
4- İhtilâfsız olarak haram çerçevesine giren sûretler, tabilerinin
dinî yönden mukaddes kabul ettikleri, dünyevî yönden ululadıkları
tasvirlerdir. Bunlardan birinci gruptakiler peygamberlere,
meleklere, sâlih kişilere ve evliyaya atfedilen resimlerdir. Mesela
Hz. İbrâhim’in, Hz. Mûsâ’nın, Hz. İsa’nın, Cebrail’in, Hz. Ali’nin resimleri
bu kabildendir. Bu çeşit resimler, ehl-i kitabda ve müslümanlardan
Şîa’da çoktur.
İkinci gruptakiler ise ululanan ve bir nevi takdis edilen kralların,
sultanların, kumandanların, din adamlarının, sanatkârların,
hangi sahada olursa olsun meşhur olmuş şahısların tasvirleridir.
Bunlar ya gününde resmî otoritenin baskıyla veya zaman aşımıyla
dinî hüviyet kazanarak takdis edilirler. Müslim’in Sahih’inde
Ebû’d-Duha’dan şöyle bir rivâyet vardır: “Mesrûk’la birlikte içinde
241 Y. El-Kardavî, el-Halâl ve'l-Haram fi'l-İslâm, 104
242 Buhârî, Libâs, 91; Nesâî, Zînet, 112; Ahmed İbn Hanbel, 111, 36
PUT VE PUTA TAPINMA
- 57 -
heykeler bulunan bir evde idik. Mesrûk bana: “Bunlar Kisra’nın
heykelleri mi? diye sordu. “Hayır, bunlar Meryem’in heykelleridir”
dedim. 243
5- Takdis kastı güdülmemek ve Allah’ın yaratmasına benzer
bir şey yaratma iddiasında bulunmamak sûretiyle yapılan ağaç,
güneş, ay, nebatlar, tabiat manzaraları ve diğer cansızların resimlerini
yapmak mubahtır.
Boyutsuz resimleri mubah görenlerin dayandıkları deliller:
Ebû Talha’dan (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İçinde
resim (sûret) olan eve melekler girmez. “ Hadisin râvîlerinden Büsr
dedi ki: “Zeyd b. Halid hastalandı. Ziyaretine gittik. Gördük ki, kapısında
resimli bir perde var. Rasûlullah (s.a.s.)’ın zevcesi Meynûne
(r.anha)’nın üvey oğlu Ubeydullah el-Havlânî’ye: “Zeyd sana bir
gün önce resimler hakkındaki hadisi haber vermedi mi?” diye sordum.
“Onun “Ancak elbise ve örtüdeki nakış ve resimler müstesnadır”
dediğini işitmedin mi?” cevabını verdi. 244
Ebû Talha el-Ensarî’den: Ebû Talha: Rasûlullah (s.a.s.)’in “Melekler,
içinde köpek ve resim bulunan eve girmez” buyurduğunu işitim,
dedi. Zeyd b. Hâlid el-Cühenî dedi ki: Hz. Âîşe’nin yanına geldim
ve; şu (Ebû Talha) Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Melekler, içinde köpek ve
resim bulunan eve girmez” buyurduğunu haber veriyor. Rasûlullah
(s.a.s.)’in bunu söylediğini işitin mi? dedim. “Hayır, yalnız ne yaptığımı
sana haber vereyim. Bir gazâsına çıktığını gördüm. Resimli
bir örtü alıp kapıya örttüm. Rasûlullah gazadan dönüp perdeyi
görünce yüzünde hoşnutsuzluk alâmetleri gördüm. Hemen perdeyi
çekip yırttı ve “Allah bize, taşları ve çamurları giydirmemizi emretmedi”
buyurdu. Hz. Âîşe devamla dedi ki: “Biz o perdeden iki
yastık yaptık. Ben içlerini hurma lifiyle doldurdum. Benim bu yaptığımı
ayıplamadı.” 245
İmam Nevevî hadisin şerhinde şu açıklamayı yapar: “Bu hadiste
haramlığı gerektirecek bir ifade yoktur. “Allah bize, taşları ve
çamurları giydirmemizi emretmedi” ifadesi bunun ne vâcib, ne
mendub, ne de haram olduğunu gerektirir.”
Âîşe (r.anha)’dan: “Üzerinde kuş resimleri olan perdemiz vardı.
Eve girenin hemen karşısında görünüyordu. Rasûlullah (s.a.s.)
bana, “Bunun yerini değiştir, çünkü eve her girdiğimde onu görüp dünyayı
hatırlıyorum” buyurdu.” Hadisin diğer bir rivâyetinde Hz. Âîşe:
243 Ahmed İbn Hanbel, 1, 375
244 Buhârî, Libas, 92
245 Nevevî, Müslim Şerhi, XVI, 86
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
“Rasûlullah (s.a.s.) bize onu kesmemizi emretmedi” diyor. 246
Ulemâdan bir kısmı bu hadis hakkında şöyle derler: “Bu hadisin
hükmüyle amel edilir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Âîşe’ye
onu parçalamasını emretmedi. Eve girerken karşısına gelen yerden
onu kaldırıp başka yere asmasını emretti. Onun hoşlanmadığı
nokta, eve girişinde dünyayı ve dünyanın süsünü kendisine hatırlatacak
eşyayı görmesidir. Özellikle Rasûlullah (s.a.s.) hemen hemen
bütün sünnet ve nafile namazlarını evde kılıyordu. Bu çeşit
resimli örtü ve perdeler kalbin huşuuna ve Allah’a yönelip kâmil
bir şekilde O’na niyazda bulunmaya engel oluyordu.” 247
Enes (r.a.)’den “Hz. Âîşe’nin nakışlı ve resimli bir perdesi vardı.
Onunla evin bir tarafını örterdi. Rasûlullah (s.a.s.) ona “Onu benden
uzaklaştır. Çünkü resimler, devamlı olarak namazımda bana görünüyor”
buyurdu.”248 Abdurrahman b. el-Kasım’dan: “Kasım’ın Âîşe
(r.anha)’dan şu hadisi rivâyet ettiğini işittim: Âîşe’nin üzerinde
resimler olan bir örtüsü vardı. Bu örtü, sergi olarak sofaya kadar
uzatılmıştı. Rasûlullah (s.a.s.) ona doğru namaz kılıyordu. Âîşe’ye
“Onu benden uzaklaştır” buyurdu. Hz. Âîşe dedi ki: “Onu uzaklaştırdım
ve ondan yastıklar yaptım. Rasûlullah (s.a.s.) bu yastıklara
dayanırdı.” 249
Ulemânın Görüşleri: Hanefî ulemasından İmam Tahavî şöyle
der: “Şâri’ Teâlâ önce bütün sûretleri, nakış da olsalar, yasaklamıştır.
Çünkü o günün insanı sûretlere, tasvirlere tapmayı daha yeni
bırakmıştı. Bunun için toptan hepsini yasakladı. Sonra bu yasaklaması
kesinleşip kararlaşınca, üzerinde resimli nakışlar bulunan
kumaştan, zarûret halinde sergi edinilmesini mubah kıldı. Çünkü
değersizleştirilen şeye câhilin bile saygı duyamayacağına güvendi.
Bu durumda yasak, değerli tutulan şeylerde geçerli oldu.” 250
Malikî fakihlerinden İbnü’l-Arabî ise meseleye şöyle yaklaşır:
“Resim ve tasvir edinme konusunun özeti: Bu eğer mücessem (boyutlu)
cinsten olursa, icmâ ile haramdır. Eğer boyutsuz ise dört
çeşit hükmü vardır:
a- Ancak örtüdeki nakışlı resimler müstesna” hadisin zâhirine
göre mutlak câizdir.
b- Nakışlı resim bile olsa mutlak haramdır.
246 Nevevî, Müslim Şerhi, XVI, 187
247 Y. el-Kardavî, el-Halâl ve'l-Harâm fi'l-İslâm, 108
248 Buhârî, Salât 15, Libas 93; İbn Hanbel, III/151, 283
249 Nevevî, Müslim Şerhi, XIV, 89
250 Seyyid Sâbık, Fıkhü's-Sünne, III, 503
PUT VE PUTA TAPINMA
- 59 -
c- Eğer sûret nakışsız ise haram, kafası koparılmış veya organları
parçalanıp asıl vücuttan ayrılmış ise câizdir. Geçerli olan görüş
de budur.
d- Yerlere serilerek veya başka şekilde değer verilmeyecek yerde
kullanılırsa câiz, duvara veya yükseğe asılıp değer verilirse câiz
değildir.” 251
İmamü’l-Harameyn, gölgeli (boyutlu) olmayan sûretler, sergi
ve yastık gibi şeylerin üzerindeyse câiz olacağını, çatı ve duvar
üzerindeyse câiz olmayacağını söyler. Bundaki anlam şudur: Yüksek
yerlere konuluyorsa değeri yükseltiliyor demektir. Ama sergi
üzerinde bulunursa, bu, değerini düşürmek kabul edilir. 252
Yusûf el-Kardavî şöyle demiştir: “Bunun dışındaki sûretler ve
levhalar, bitkiler, ağaçlar, denizler, gemiler, dağlar, güneş, ay, yıldızlar
ve diğer tabiat manzaraları gibi cansızları yapana, edinene
günah yoktur. Bu tartışmasız bir hükümdür.
Sûret canlıya ait olur, yukarıda geçen sakıncalar, yani mukaddes
sayılmak, ululanmak gibi bir durum olmaz, Allah’ın yaratmasına
benzer bir yapım kastı da bulunmazsa, buna da haramdır,
denilmez. Ama levhalara resmedilen, halılara, duvarlara ve elbiselere
dokunan, nakşedilen resimlere gelince, bunlar hakkında haram
olduğuna delâlet eden sahih, açık ve tartışmasız nas yoktur.
Rasûlullah (s.a.s.)’in bir çeşit tasvirlere karşı hoşnutsuzluk gösterdiğini
ifade eden hadisler vardır. Çünkü bunda sorumsuz kişilere
ve basit menfaatlere aşırı bağlı kişilere benzeme vardır.” 253
Eski Mısır müftüsü Muhammed Baht el-Mut “el-Cevabü’şŞâfi’fi
İbahati’t- Tasviri’l-Fotografi” isimli bir kitab yayınlamış ve
fotoğrafın hükmünün de boyutsuz resim gibi olduğunu beyan
etmiştir.
Bu konuda dikkat edilecek en önemli nokta, İslâm akaid ve
âdâbına muhâlif olup olmamaktır. Çıplak kadın resimleri, kadınlık
mahremiyetini açığa koyan resimleri, şehveti tahrik eden resimleri
yapmak bu kabildendir. Nitekim bazı kitap, dergi, gazete
ve sinema filmlerinde bu açıkça görülmektedir. Bunların haram
olduğunda; imalatının, insanlar arasında yayılmasının, evlerde,
bürolarda bulundurulmasının, basılmasının, duvarlara asılmasının,
kasıtlı olarak seyredilmesinin haram olduğunda da şüphe
yoktur.” 254
251 İbn Hacer, Fethu'l-Bârı, XII, 515
252 İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XII, 511
253 Y. Kardavî, el-Halâl ve'l Haram fi'l-İslâm, 106
254 Kardavî, el-Halâl ve Haram fi'l-İslâm, 113
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
Zâlimler, fâsıklar, dinsizlere ait resim ve heykeller de böyledir.
Putperestliğin şiarını yaşatan her resim de böyledir. Rasûlullah
(s.a.s.) dönemindeki resim ve heykellerin çogu bu kabildendir.
Bunun için Rasûlullah (s.a.s.) Mekke’yi fethettiği zaman Mescid-i
Haram’ın içine girdi. Orada bazı resimler görünce, silinmelerini
emretti. Bunlar Mekke’deki putperestliği besleyen sapıklığa kaynaklık
ediyorlardı.
Konuyla ilgisi açısından göz önünde bulundurulacak önemli
noktalardan birisi de şudur: Rasûlullah (s.a.s.) câhiliyye dönemine
ait Arab paralarının kullanılmasına müsaade etti. Bizans’tan
ve İran’dan gelen paralar Rasûlullah’ın ülkesinde geçiyordu. Bu
paralar Hz. Ebû Bekir’in hilâfetiyle Hz. Ömer’in hilâfetinin ilk ilk
yıllarında tedâvülde kaldı. Hicrî 18. yılda Hz. Ömer tedâvüldeki
bu câhilî ve gayri İslâmî paralar yanında, üzerinde İslâmî ibareler
bulunan paralar bastırdı. Said b. el-Müseyyeb bu iki çeşit parayla
da alışveriş yapardı.
Yemen’den üzerinde resimler bulunan elbiseler, kumaşlar, perdeler
gelirdi. Hz. Ömer’in azadlısı ve hâzini Yesâr b. Nümeyr evinde
resimler kullandı. Tâbiînin büyüklerinden Kasım b. Muhammed
b. Ebî Bekir’in duvarlarında kunduz resimleri ve minyatürler
bulunan bir odası vardı. Bu zat halası Hz. Âîşe’nin terbiyesinde
yetişmişti. Hz. Âîşe’nin fıkhını ve hadisini en iyi bilen kişi idi. 255
İbn Ebî ,Şeybe, el-Mûsânnef isimli eserinde, Huzeyfe’den naklen
der ki: Huzeyfe’nin yüzüğünde karşılıklı duran iki kartal vardı,
aralarına “elhamdûlillah” yazılmıştı. Yine el-Mûsânnef’teki
rivâyetlere göre Enes’in yüzüğünün nakışı aslandı. İmrân b.
Hüseyn’ın yüzüğünde kılıç kuşanmış bir adam resmi vardı. Kadı
Şureyh’in yüzüğünde aralarında ağaç resmi bulunan iki aslan resmi
vardı. Dahhâk b. Müzâhim’in gümüş yüzüğünde ise bir kuş resmi
vardı: 256
Bunlar da gösteriyor ki ilk Müslümanlar, canlı resimlerden putperestlik
endişesiyle uzaklaşmışlardır.
Resmin mekrûh olduğunu ileri sürenlerin delilleri
Hanbelî fakihlerinden İbn Kudame el-Makdisî, Ebû Hüreyre,
resimlerin yukarıda tutulanını da, aşağılananını da mekruh görmüştür.
İmam Malik ise onu tenzihen mekruh olarak görür, haram
saymazdı. Belki de, o, Rasûlullah’ın (s.a.s.), “İçinde sûret bulunan
255 Hudarî, Tarihu'l-Ümmemi'l-İslâmiyye, II, 220; Hasan İbrâhim Hasen,
Tarihu'l-İslâm, II, 356
256 Kettânî, et-Terâtibü'l-İdâriyye, 2, 70
PUT VE PUTA TAPINMA
- 61 -
eve melek girmez” hadisinin umum ifade etmesine göre fetva vermiştir.
Bizim için Âîşe (r.anha)’nın rivâyet ettiği şu hadis temeldir:
“Rasûlullah (s.a.s.) bir yolculuktan gelmişti. Ben de sofamı üzerinde
resimler bulunan bir sergiyle örtmüştüm. Rasûlullah (s.a.s.) onu
görünce “Odayı resimli bir örtüyle mi örtüyorsun?” diye azarlayıp
yırttı. Ben ondan iki yastık yaptım. Ben Rasûlullah (s.a.s.)’in onlardan
birine dayandığını görür gibiyim.”
Resmin mubah olan kısmı yere serilip ayak altında çingenenidir.
Mekrûh olan ise duvara asılandır.257 Resmin (sûretin), giderildiği
takdirde canlının yaşayamayacağı, göğsü, karnı gibi yerleri
koparılırsa veya bedeninden ayrı sadece baş yapılırsa, bu yasak
kapsamına girmez. Çünkü o organın gitmesiyle geride canlı kalmaz.
Bu canlının kafasını kesmeye benzer. İlk yapıldığında resim
başsız bir beden, veya bedensiz bir baş şeklinde yapılırsa veya başı
bir canlıya, bedeni başka bir canlıya ait olarak yapılırsa, bu da
yasak kapsamına girmez. Çünkü bu (gerçek) bir canlının resmi değildir.
258
Haram olduğunu söyleyenlerin delilleri
İbn Âbidn, Hasiye’sinde söyle der: “Resim yapmak mutlak
sûrette câiz değildir. Çünkü bu, Allah’ın yaratmasına benzer yaratma
iddiasına kalkışmaktır.” 259
İmam Nevevi şöyle der: Bizim ashabımıza ve diğer âlimlere
göre, canlının resmini yapmak şiddetle haramdır. Bu aynı zamanda
büyük günah (kebair)lardandır. Çünkü hadislerde onun
hakkında şiddetli tehditler vardır. O, ister değersiz tutulmak için
yapılsın, ister başka niyetle yapılsın. Onu yapmak tamamen haramdır.
Çünkü onda Allah’ın yaratmasına benzetmek vardır. İsterse,
bu elbisede, sergide, dirhemde, dinarda, felsde, kapkacakta,
duvarda veya başka yerde olsun. Bütün bu durumlarda yapılan
sûretin, gölgeli (boyutlu) olup olmaması fark etmez. 260
İmam Kurtubi ise şöyle der: Rasûlullah (s.a.s.) tasviri yapanlara,
istisna yapmaksızın lanet etmiştir. “Bu sûret yapanlara kıyamet
gününde azâbedilecek ve onlara “yarattıklarınızı diriltiniz”
denilecek” hadisinde de istisnada bulunmamıştır. Sünen-i
Tirmiz’de Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadis-i şerif şöyledir:
“Rasûlullah’ın (s.a.s.) söyle buyurduğunu işittim: “Kıyamet gününde
cehennemden bir boyun çıkar. Bunun bakan iki gözü, işiten iki
257 İbn Kudâme el-Muğn, VII, 113
258 İbn Kudame, el-Muğn, VIII, 13
259 İbn Âbidîn, Hâşiye, I, 608
260 Nevevî, Müslim Şerhi, XIV, 85
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
kulağı ve konuşan bir dili vardır. Bu şöyle diyecektir: “Ben üç şeyi
ilan etmekle görevlendirildim: İnatçı bütün cebbarların, Allah’la
beraber başka ilâhlara da sığınanların ve Mûsâvverlerin hakkından
geleceğim.” 261
Buhârî ve Müslim’de Abdullah b. Mes’ud’dan (r.a.) rivâyet
edilen bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.)’ın: “Kıyamet gününde azâb
yönünden insanların en şiddetlisi, resim yapanlardır” buyurması,
herhangi bir şeyin resmini yapmanın memnû olduğuna delâlet etmektedir.
Bu şey ne olursa olsun, durum değişmez. 262
Heykelcilik, Ressamlık, Fotoğrafçılık
Heykel konusunda İslâm fukahası, hemen hemen, ittifak halinde
haram hükmünde birleşmişlerdir. Malikîlerden İbnü’l-Arabî
bunu, “Sûretin gölgesi varsa haram olduğunda icmâ vardır” şeklinde
ifade etmiştir. Buna bağlı olarak heykeli yapmak ve edinmek
de aynı hükme tâbîdir. Ancak yapmanın haramlığı daha şiddetlidir.
İlim aracı olarak imal edilenler bu hükme tabi değildir. 263
Fukaha, İmam Buhârî’nin aşağıdaki hadisine dayanarak
heykelciliğin haram olduğunda icmâ etmişlerdir. Said b. Ebî’l-
Hasen’den: İbn Abbas’ın yanında idim. Onun yanına bir adam geldi
ve “Ey İbn Abbas, ben elinin sanatıyla geçinen bir adamım. Ben
şu resimleri yapıyorum” dedi.
İbn Abbas şu cevabı verdi: Ben sadece Rasûlullah’tan (s.a.s.)
işittiğimi haber vereceğim. Rasûlullah (s.a.s.)’i söyle buyururken
işittim: “Kim bir resim yaparsa, o kişi o resme ruh verinceye kadar Allah
ona azâbeder. Hâlbuki o kişi ebediyyen ruh veremez.” Adam sıkıntıdan
solumaya başlayınca İbn Abbas “Yazıklar olsun sana! Mutlaka resim
yapman gerekiyorsa şu ağacın ve cansız olan şeylerin resmini
yap” dedi.
Tasvirin Kazancı
Belirli niteliklere sahip tasvir İslâm’da haramdır. Buna bağlı
olarak onu yapmak da haramdır. Bunlar haram olunca, bundan
sağlanan kazanç ve bunu yapmak için alınan ücret de haramdır.
Bu hüküm ilmî açıklamalar için kullanılan tasvir ve boyutlu
canlı şekillerini kapsamamaktadır. Resmin haram olan ksmının kazancı
da haramdır. Mubah olanın yapılması ve kazancı da helâldir.
261 Ebû İsa et-Tirmizî: Bu hasen, garib sahih bir hadistir, demiştir
262 Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'an, XIV, 274
263 Abdullah Nasıh Ulvan, Hükmü'l-İslâm fi Vesaili'l-İ'lâm, 8
PUT VE PUTA TAPINMA
- 63 -
Fotoğrafta aslonan mubahı olmakla beraber, İslâm’ın çizdiği
hudutlar dışına çıkarsa, mubah olma özelliğini kaybeder. Bunun
kazancı da kendi durumuna tâbîdir. 264
‘Tasvir’, sûret kökünden gelen bir kelimedir. ‘Sûret’; gözlere
görünüp üzerinde bulunduğu şeyin başkaları tarafından farkedilmesine
sebep olan nakışlar demektir. Bu, iki şekilde olur: Ya
herkesin, hatta akılı olmayan hayvanların bile seçebildiği sûrettir.
Ya da belirli kişilerin farkedebildiği, kavrayış ve anlam gibi belirli
özellikleri olan sûrettir. Tasvir, Türkçe’de ‘görüntü, resim, fotoğraf,
şekil’ dediğimiz şeydir. ‘Sûret’, varlık hakkında düşünülen görüntü
ve şekildir. O varlığa ait özellikleri ifade eder. Sözgelimi, insana
ait fizikî özellikler, onun aklının faâliyeti, düşünce kapasitesi onun
sûretidir, insana ait özelliklerdir. Eşyanın birbirine benzeyen özellikleri
de onların sûretleridir.
Varlıklara ‘Sûret’ Veren Allah’tır: İnsanı yaratan Allah (c.c.),
ona dilediği gibi bir biçim, dilediği gibi bir şekil verdi. Onun fizik
görüntüsünü, organlarını, boyunu-postunu, vücut yapılarını
O şekillendirdi. İnsanı meydana getiren hücreleri yaratıp, onları
çoğaltarak bir insan haline koydu. O hücreleri şekilden şekle, halden
hale, tavırdan tavıra çevirdi. Her durumda ona yeni bir şekil
vererek, ona ait dokuları, kemikleri, kasları, damarları, sinirleri ve
diğer organları, bu organların her birinin fonksiyonlarını var etti.
Her birine ayrı bir görev verdi.
İnsana ait maddî veya mânevî oluşlar, bedensel ve ruhsal
faâliyetler, fiziksel ve psikolojik oluşumlar hep O’nun bilgisiyle ve
yaratmasıyla olmaktadır. İnsan, atılmış bir nutfeden değişik evrelerden
geçerek meydana geliyor. Sonra ona ait birçok özellikler
var ediliyor. Ona akıl, idrâk, düşünce, duyma, anlama, hissetme,
acı duyma, tad alma, üzülme, sevinme, bilme ve bildiğini ifade
etme gibi çeşitli kabiliyetler veriliyor.
Allah (c.c.) bütün yaratıklara ait ‘sûretleri’ tıpkı insanı yarattığı
gibi yarattı, meydana getirdi. Her birine bir şekil, bir biçim
verdi. Bu kadar şekil ve biçimdeki varlıkları ancak sonsuz güç ve
ilim sahibi Büyük Yaratıcı yaratabilir. Kur’an diyor ki: “Andolsun sizi
yarattık, sonra size ‘sûret-şekil’ verdik. Sonra da melekler ‘Adem’e secde
edin’ dedik.” 265
O Büyük Yaratıcı, ana rahminde insana dilediği şekli verir. Bu
konudaki irâde ve ilim, tamâmen O’na aittir. Bunun anlamı, aynı
264 İsmail Kaya, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 126-130
265 7/A'râf, 11
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
zamanda şudur: İşte böyle bir biçimde olmanızı, insan olarak yaratılmanızı
dileyen O’dur.266 Bir başka âyette şöyle deniyor: “Allah,
yeryüzünü sizin için bir karar (yaşama) yeri, gökyüzünü de bir binâ kıldı;
size sûret verdi, sûretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size
güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte Rabbiniz Allah budur. Âlemlerin
Rabbi Allah ne yücedir.” 267
İnsanı şekillendiren, bu şekillendirmeyi de (sûreti de) en güzel
ve en uygun biçimde yapan Allah (c.c.), şüphesiz yücedir. Allah
(c.c.) insana, Kendisinin şekil verdiğini (sûretlendirdiğini) şöyle hatırlatıyor:
“Ey insan! Üstün kerem sahibi olan Rabbine karşı seni aldatıp
yanıltan ne? Ki O, seni yarattı, sana düzen içinde bir biçim verdi ve seni
i’tidâl (denge, ölçü) üzeere kıldı. Dilediği bir sûrette seni tertip etti (düzene
koydu).” 268
‘Sûret’ kökünden gelen ‘tasvir’, şekil ve biçim verme, şekillendirme,
resim yapma anlamlarına gelir. ‘Tasvir’, Türkçe’de; bir şeyi
şekil ve sözle anlatma, görebildiğimiz veya hissedebildiğimiz şeyleri
bize gösterebilecek, meydanda olmayan ama duyumsanabilen
şeyleri duyurabilme yeteneği diye tanımlanmaktadır.
‘Tasvir’i, sûret verme anlamında alırsa, şüphesiz en büyük tasvirci
Rabbimizdir. Yukarıdaki anlamlar çerçevesinde aynı kelimeyi
insanlar hakkında da kullanabiliriz. Nitekim Arapça’da resme
ve fotoğrafa ‘sûret’ denilmektedir. Türkçe’de sûret, bir belgenin,
evrakın veya bir yazının aynısına, kopyasına denir. Kaba bir söylenişi
olan ‘surat’ ise, insanın yüzü için kullanılır. ‘Tasvir’ edene,
‘sûret’ verene, sûretlendirene ‘Mûsâvvir’ denir. Bu anlamda tek
‘Mûsâvvir’ Allah’tır (c.c.). Başka hiç kimse hakkında ‘Mûsâvvir’ sıfatı
kullanılmaz. Çünkü ‘el-Mûsâvvir’, yoktan var etme gibi, örneği
olmayan, öncesi bulunmayan, yepyeni bir şekillendirme, İlâhî bir
biçim vermedir ki, bu da Allah’a ait bir sıfattır. Kur’an, bir yerde
Allah’ın ismi olarak ‘el-Mûsâvvir’i kullanmaktadır. 269
Kıyâmetin kopuşunu ilân edecek olan ‘sûr’ âleti de ‘sûret’ kelimesiyle
aynı kökten gelmektedir. Bu âlet, sanki bütün insanların yeniden
dirilmesiyle, yeniden şekillenmesiyle ilgili bir ‘sûretlenme’yi
anlatmaktadır. ‘Tasvir’in, ‘sûret yapma, sûretlendirme’, resim veya
kabartma şekil ve biçim verme olduğunu hatırlayalım.
İslâm bilginlerine göre iki türlü ‘tasvir-sûret’ vardır: Birincisi,
boyutları olan sûretler, yani heykeller. İkincisi de boyutları
266 3/Âl-i İmrân, 6
267 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3
268 82/İnfitâr, 6-8
269 59/Haşr, 24
PUT VE PUTA TAPINMA
- 65 -
olmayan, kâğıt, duvar, kumaş vey abenzeri yüzeylere yapılan
sûretler, yani resimler.
Kur’an, çok eski devirlerden beri gelen heykelciliği ve buna
ibâdet etmekte olan puta tapıcılığı kesinlikle yasaklamaktadır.270
(Hz. Nûh zamanında süs ve saygı için yapılan heykeller, zamanla
tapınılan birer put haline gelmişlerdir.271 İslâm’a göre heykel
yapmak, heykele sahip olmak, bunun sanatıyla uğraşmak uygun
görülmemiştir. (Çocuk oyuncakları ve benzeri şeyler bu yasağın
dışındadır.)
Fotoğraf, gölgeyi hapsetmek sanatı olduğu ve el ile yapılan
resimler gibi olmadığı için, kimilerine göre -aşırı saygı ve edep dışı
olmamak şartıyla- bir sakıncası yoktur. 272
El ile yapılan resimlerle (sûretlerle) ilgili farklı görüşler vardır.
Tapınılan şeylerin resimlerinin yapılması helâl olmaz. Tabiat manzaraları
yapılabilir. Resmi yapan, Allah’ın yaratması sıfatıyla yarışmaya
kalkarsa, ‘ben de yaratıyorum’ derse, bu tehlikelidir. Aşırı
saygı duymak üzere birinin, bir ileri gelenin resmini yapması da
mubah görülmemiştir. İslâm, tevhid dinidir ve Allah inancının başka
bir şeyle zedelenmesine izin vermez. Bu bakımdan Allah’tan
başkasına ta’zimi (aşırı saygı ve büyüklemeyi) kesinlikle yasaklar.
İnsanlar zaman zaman birilerini aşırı severler, takdis ederler (kutsarlar)
ve tapınmaya bile başlarlar.
Günümüzde birtakım ihtiyaçlar, bazı meslekler resim yapmayı
gerekli kılmaktadır. Aşırı saygı duymakla, puta tapanlar gibi yapmamak
şartıyla bu gibi resimleri yapmak ve kullanmak haram değildir.
273
Heykel
Taş, tunç, mermer ve pişmiş toprak gibi dayanıklı maddelerden
yapılmış insan ya da hayvan görüntüsü, simgesi. Heykel, İslâm
terminolojisinde “sûret” kavramı içerisinde değerlendirilmiş resim
anlamındaki sûretten bunu ayırmak için “gölgeli sûret” deyimi
kullanılmıştır. Heykel, şekil olarak müşriklerin tapındığı putlarla
aynı olmakla birlikte kendisine tapınılan anlamda put olmadığı
için sûret kavramı içerisinde ele alınmış ve onunla birlikte hükme
bağlanmıştır.
270 5/Mâide, 90
271 71/Nûh, 23-24
272 Yusuf el-Kardavi, İslâm'da Helâl ve Haram, s. 183-201
273 Y. Kardavi, İslâm'da Helâl ve Haram, s. 201-205; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın
Temel Kavramları, s. 674-676
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
Kur’an, heykelden put anlamı dışında bir yerde söz etmekte,
hakkında herhangi bir hüküm vermemektedir. Sebe’ sûresinde
cinlerin bir kısmının Hz. Süleyman’ın emrinde çalıştığı bildirildikten
sonra “Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş)
leğenler, sabit kazanlar yaparlardı.”274 buyrulmaktadır. Bu âyet bilginlere
göre Hz. Süleyman devrinde heykel yapmanın mubah olduğunu
ifade etmektedir. Ama yine bilginler Hz. Süleyman devrine
ait olan Rasulullah (s.a.s.) den gelen haberlerle ortadan kaldırıldığını,
İslâm dini tarafından neshedildiğini söylemektedirler.
Kur’an, Hz. İbrâhim (a.s.)’ın putları, heykelleri kırdığını anlatmaktadır.
Rasul (s.a.s.)’da Mekke’nin fethinde Kâbenin içinde,
çevresinde ve Safa ile Merve tepeleri üzerinde bulunan putları
(heykelleri) kırıp temizletmiştir. Rasûlullah (s.a.s.)’dan gelen hadisler
heykel (sûret) yapmayı yasaklamaktadır. Bu konuda gelen
haberler tevâtür derecesine ulaşacak kadar çoktur.
Hz. Âişe (R. anha) dan Nebi (s.a.s.)’in şöyle dediği nakledilmiştir:
“Kıyâmet günü en şiddetli azâba uğrayacak olanlar, yaratma hususunda
kendisine Allah’ın yerine koyup, kendini ona benzetenlerdir.” 275
İbn Abbas (r.a.)’a Iraklı bir adam gelip; Şu sûretleri yapıyorum,
bu konuda ne dersiniz diye sorunca, o, şu cevabı vermiştir: Yaklaş,
yaklaş, Muhammed’i (s.a.s.) şöyle derken işittim: “Kim dünyada bir
sûret yaşarsa, Kıyamet günü buna can vermekle yükümlü tutulur. Hâlbuki
ona can verecek değildir.” İbn Abbas ve Ebû Hureyre’nin naklettiği
başka bir rivâyet şöyledir: “Kim sûret yaparsa, ona can verilinceye
kadar azap olunur. Hâlbuki bu sûrete can verebilecek değildir.”276
İbn Ömer’den, Nebi’nin (s.a.s.) şöyle dediği nakledilmiştir: “Sûret
yapan kimselere kıyamet gününde azap olunur ve kendilerine; yarattığınız
şeylere can veriniz, bakalım denilir.” 277
İmam es-Sindî, Nesâî Hâşiyesinde yukarıdaki İbn Abbas ve
İbn Ömer hadislerini şöyle açıklar: İbn Abbasa hükmü sorulan
“sûret”ten maksat “canlılara ait sûretler” dir.” Sûreti diriltinceye
kadar azap olunmaktan maksat, azâbın sona ereceği zamanı
belirtmektir. Hadiste; sûreti hiçbir zaman diriltemeyeceklerinin
belirtilmesi azâbın devamlı olarak uygulanacağını ifade eder. Ancak
es-Sindi, yukarıda sözü edilen azâbın, sûret yapma sebebiyle
dinden çıkan kimse ile ilgili olduğunu belirtir. Ve bunun da üç şekilde
ortaya çıkabileceğini ifade eder. a) Helâl kabul ederek sûret
274 34/Sebe’, 13
275 Buhârî, Libas 39; Nesâî, Ziynet 112-114
276 Nesâi, Ziynet 113
277 Nesâî, Ziynet 113
PUT VE PUTA TAPINMA
- 67 -
yapmak, b) Tapınmak amacıyla yapmak, c) Zaten mü’min olmayan
kimsenin sûret yapması? Bu üç sınıfın dışında kalanlar, sûreti helâl
saymadan ve tapınma kastı da taşımaksızın yapmışsa bu fiili sebebiyle
“asi” olur. Hak ettiği azâbı Allah affetmezse azap görür,
sonra azaptan kurtulur. Yahut da bu azaptan maksat; işin çirkinliğini
şiddetle ortaya koyup, yasaklayarak sûret yapımını engellemektedir.
Bu son değerlendirmeye göre, hadisin açık anlamının
kastedilmediği düşünülebilir. 278
Heykelin yasaklanma nedeni
Yukarıda zikredilen hadisler incelendiğinde heykelin yasaklanma
nedenini de ifade ettikleri görülür. İslâm bilginlerinin ortaklaşa
belirttiklerine göre heykelin yasaklanma nedeni, onları
yapanların Allah’ın yarattıklarına benzetmeye çalışmaları kendilerini
yaratıcı yerine koymuş olmalarıdır. Yasağın hikmeti ise, insanları
putperestlikten uzaklaştırmak, saf tevhid inancını şirk ve
putperestlikten korumaktır. Çünkü bütün kavimlere putperestlik
heykel yoluyla girmiştir.
Âyette Nuh Peygamberin kavmi ile ilgili olarak şöyle buyrulur:
“Sakın ilâhlarınızı bırakmayın “ved “, “suvâ”, “Yeğâus”, “Nesr” gibi
putlarınızdan vazgeçmeyin, dediler. Böylece birçok insanı sapıttılar. Sen
bu zâlimlerin sadece sapıklıklarını arttır.”279 Bunlar Nûh kavminin
Allah’tan başka kendilerine taptıkları putlarının adlarıdır. Abdullah
bin Abbas ve Muhammed bin Kays’tan şöyle dediği nakledilmiştir:
Âyette adı geçen put isimleri Nuh kavminin bazı sâlih
kimselerinin adlarıydı. Bu kimseler öldükten sonra, şeytan onların
birer heykelinin dikilmesini öğütleyerek: “siz onların yaptıklarını
bu heykeller aracılığıyla hatırlar ve yaparsınız.” der. Şeytanın bu
yanıltmasına kanan insanlar o sâlih kimselerin heykellerini yaparak
dikerler. Önceleri güzel amelleri hatırlamada birer araç olan
heykeller, bir kaç nesil geçtikten sonra nitelik değiştirir ve kendilerine
tapınılan birer put halini alırlar. İşte İslâm’dan önceki arap
toplumunda bu putları yeni ilavelerle devir almış ve onlara tapınırken
İslâm güneşi doğmuştur. 280
Sonuç olarak, İslâm’ın heykel yasağının kökeninde tevhid
inancını korumak, yaratmada yüce yaratıcıya benzemeyi engellemek,
mahrem yerleri tasvire karşı tedbir almak ve zararı faydasından
çok olan bir alanda israfı önlemek gibi sebebler yatar. Diğer
yandan İslâm’da ne Hz. Peygamberin ve ne de din büyüklerinin
278 es-Sindi, ö 136/1724 Haşiye Süneni'n-Nesâi, İstanbul 1931, VIII, 215
279 71/Nuh, 23-24
280 İbn Kesir, Muhtasaru Tefsiri İbn Kesir, 7. baskı, Beyrut 1402/1981, III, 554
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
heykellerle tasvir edilmeye ihtiyaçları yoktur. Onlar mû’minlerin
gönüllerinde taht kurmuş, mesaj ve doktrinleri İslâm toplumunda
baş tacı edilmiştir. Hatta İslâm Peygamberi sözle aşırı övmeyi bile
yasaklamıştır. O şöyle buyurur: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri
gibi beni övmeyiniz. Yalnız, ‘Allah’ın kulu ve elçisidir’ deyiniz.” 281
Resim
Resim; insanın özlem ve duygularını estetik kurallar çerçevesinde
çizgi ve renklerle düz bir satıh üzerinde figürlü veya figürsüz
olarak yansıtılmasına dayanan sanat dalıdır. İslâm dini her konuya
dair, bir bakış açısı ortaya koyup her hususta görüş ve düşünceyi
yansıttığı gibi resimle ilgili olarak da bir bakış açısı belirtmiştir.
Allah’ın birliği inancına dayanan İslâm dini, bu inancı korumak
için son derece titizlik gösterir. Akla ve kalbe, gizli ve açık
bir şekilde girebilecek her tür şirk ve putperestlik yolunu kapatır.
Onun için de, resim konusunda hassas davranır. Çünkü çoğunlukla,
sevilen kimselerin hatıralarını devam ettirmek gibi bir niyetle
başlayan resim ve heykel işi, sonunda Allah’a şirk koşmaya, resmi
ve heykeli yapılan kimseleri yüceltmeye varır. Onun için İslâm bu
kapıyı kapatmıştır.
Hz. Peygamber İslâm’ın ilk döneminde, ne sûretle olursa olsun,
resimli eşya kullanılmasını yasakladı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.)
şirkle mücâdele halindeydi; insanları putlara, heykellere, resimlere
ibâdetten uzaklaştırıyordu. Nitekim resim ve heykeli şiddetle
yasaklayan hadisler bu dönemde söylenmiştir.
“Kim bir canlı resmi yaparsa Allah ona o resme can verinceye kadar
azâb eder. Ressam resmine katiyyen ruh veremez ve ebediyen azâb
olunur.”282; “Şu resimleri yapanlar yok mu? İşte onlar, kıyamet gününde,
haydi yaptığınız resimlere can veriniz, diye azâb olunacaklardır.” 283
İslâm’ın kuvvetlenip güçlenmesiyle tazim ifade etmeyen resimlerin
yapılmasına müsaade olunmuştur. Nitekim İslâm bilginlerinin
çoğu, manzara resimlerinin, yarım (Meselâ belden yukarı)
insan ve diğer ruh taşıyan hayvanların resimlerinin yapılmasında
ve kullanılmasında bir sakınca görmemişlerdir. Yalnız tam insan
ve ruh taşıyan hayvan resimleri hakkında alimlerden bir kısmı,
tazim olmaksızın kullanmayı kerahetle câiz görmüş, bir kısmı da
görmemiştir.
281 Buhârî, Enbiyâ 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/23, 24, 47, 55; Şamil
İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 397-399
282 Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI, s. 533
283 Tecrid, XII, 116
PUT VE PUTA TAPINMA
- 69 -
Fotoğrafın durumu nedir? Bu hususta da bazı alimler bunun
câiz olduğunu, bir kısmı da olmadığını savunmuştur. Câiz görenler,
fotoğraf belirli vasıtalarla gölgeyi hapsetmekten ibarettir, yasaklanan
resimlerden değildir, çünkü yasaklanan resim, daha önce
yapılmamış bir resmi yapmak, Allah’ın yarattığı bir hayvana benzetmeye
çalışmaktır, hâlbuki herhangi bir aletle alınan fotoğrafta
bu anlam yoktur, derler. Câiz görmeyenler de resim konusunda
olduğu gibi fotoğraf konusunda da şiddet gösterir ve kerahati
üzerinde ısrar ederler. Yalnız bunlar da pasaport, nüfus cüzdanı,
ehliyet gibi zorunlu haller ve şüphelileri tanıma dolayısıyla çekilen
ve tazim niyeti yahut inancı sarsma olmayan resim ve fotoğraflara
ruhsat verirler. 284
İslâm inançlarına ve adabına ters düşen her türlü resim haramdır.
Kadın resimlerinin çıplak veya yarı çıplak çizilmesi, fitne
doğuracak yerlerinin belirtilmesi, gazete, dergi ve sinemalarda
gösterilmesi haramdır. Bunları çizen, çeken, yayınlayan, evlerde
ve dairelerde bulunduran, onları görmeye niyetlenen manen
sorumludur. Kâfir, fâsık ve zâlimlerin resimleri de aynı hükümdedir.
Bir müslüman, Allah’ın varlığını inkâr eden bir liderin, Hz.
Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini reddeden bir kimsenin,
müslüman olduğunu söylediği halde, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla
hükmeden kişilerin resimlerini asması helâl değildir. Namaz
kılan bir kimsenin karşısında resim bulunmaması gerekir. 285
Tasvîrin (Resim ve Heykelin) İtikad,
Fıkıh ve Sanat Açısından Hükmü
Haramlığında şüphe bulunan hususlarda cesaret fıska; ihtiyat
ise takvâya götürür. “Üzümünü ye, bağını sorma!” anlayışı materyalist
inancın (veya inançsızlığın) sonucudur. Haramdan kaçınmak
için, bağını sorup öğrenmediğin üzümü yememek, haramlığına
dair bir şüphe varsa, ihtiyatlı davranarak sakınmak müslümana
yakışan takvadır. Sanatçı gönül eri olduğundan, Allah’ın sanatına
hayran bir ruha sahip bulunduğundan, takva herkesten önce ona
yakışır. Takvanın getirileri sadece öteki dünya ile sınırlı değildir.
Sanattaki bu ihtiyat da, yeni konulara, orijinal ürünlere kapılar
açacaktır ve tarihsel süreç içinde de açmıştır.
Hz. Süleyman döneminde, put görevi üstlenmediği ve sadece
sanat eseri olduğu anlaşılan heykele (timsâl) hoş gözle bakan,
eleştirmeyen Kur’an’ın,286 İbrâhim (a.s.) döneminde put görevi
284 Yusuf el-Kardâvî, İslâm'da Helâl ve Haram, s. 128
285 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 246-247
286 bkz. 34/Sebe', 13
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
üstlendiği için ateşe atılma pahasına devrilmesini, put-heykellerle
mücâdeleyi emrettiğini hatırlayalım. Aynı “timsâl” (heykel) kelimesini
Kur’an bu sebepten tavır alarak ifâde eder: “İbrâhim babasına
ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’
demişti.”287 Yine aynı heykelin Peygamberimiz döneminde put
haline dönüştüğü, saygı duyulduğu için onları devirmek, yeryüzünden
onları kaldırmak için savaşların göze alındığı bilinir. (Din
aynı din, heykel aynı put; ama müslümanlar...)
Kur’an ve hadisin, dinî emir, yasak ve uygulamalara ters düşmemek
kaydıyla tasviri esastan ve temelden yasakladığını söylemek
mümkün değildir. Tasvirin haram ve mubah olmasındaki ölçünün,
onun mesajı ve kullanıldığı yer olduğu söylenebilir. Yoksa
salt olarak tasvir haram ise, Hz. Âişe’nin, üzerinde sûret bulunan
minder ve yastık kullanması sükût ve takrirle karşılanmazdı. Salt
olarak tasvir yasak kabul edilse, günümüzdeki fotoğrafın her
türlüsünün haram olması icap ederdi. Bu da konusu ve amacı ne
olursa olsun, sinema ve televizyondaki her türlü görüntünün de
tamamıyla haram olmasını beraberinde getirecekti. (Hâlbuki hiç
bir meşhur âlim böyle düşünmemekte.) Hz. Süleyman’dan bahsederken
belirtildiği şekilde Kur’an salt olarak heykeli yasaklamaz.
Kur’an put amaçlı heykelleri kesin dille ve ısrarla yasaklar.
Saygı duymak ve tapmak amacıyla yapılmış veya bu amaca
hizmet eden insan heykelinin, putlaştırılmaya yol açma ihtimali
olan kişilerin duvarlara asılabilecek ve saygı duyulacak resimlerinin
haramlığında ittifak vardır. Tevhid inancının temel esaslarını
korumak bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına
tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde
değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece
imal ettiği halde “yaratma” vehmine kapılmak, çıplak kadın heykeli,
sahte tanrılar, batıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya
kalkmak ve bunların demirden, tunçtan yontusu için büyük paralar
sarf etmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin dinen kaçınılması
ve soğuk görülmesi için diğer hikmetler. Tasvir, kralların,
diktatörlerin ve siyasi liderlerin büyük olduğu fikrinin halkın zihnine
işlenmesine yarayan en önemli araçlardan biridir. İster resim,
ister heykel şeklinde olsun, tasvir, müstehcenliğin yayılmasında da,
yığınların çeşitli şekillerde saptırılmasında da geniş olarak kullanılmıştır.
Bu gerekçelerden yola çıkarak, tasvir tasvip görmemiştir.
Tarih boyunca her türlü canlı resmine, özellikle insan figürüne
alimler ve müslüman sanatçılar soğuk ve ihtiyatlı yaklaşmıştır.
287 21/Enbiyâ, 52
PUT VE PUTA TAPINMA
- 71 -
Resim ve heykelin soyut olanına İslâm hiç bir yasak koymaz.
Dolayısıyla resimle veya heykelle uğraşmak isteyen ihtiyatlı müslüman
için soyut resim ve heykelin kapıları ardına kadar açıktır.
Modern resim ve heykel sanatı bile soyut resim ve heykele yöneldi.
Minyatür modernize edilebilir, soyut resmin sınırsız imkan ve güzelliklerinden
yararlanılabilir. Hat modern resme adapte edilebilir.
Heykelden tebliğ amaçlı olarak da yararlanılabilir. Allah’ı, âhireti,
ölümü, kulluğu hatırlatan, canlı figürlerden uzak, soyut heykel ve
anıtlar gerekirse meydanlara dikilebilir. İsrafa kaçmadan ve yararlı
bir şekilde müslümanca bu sanatlarla uğraşılabilir.
Tasvirin yasak kabul edildiği anlayışından dolayı müslümanların
sanatı hat, tezhip gibi güzel sanatlara ve mimariye yönelmiş
olması bir avantaj olarak algılanabilir. Özellikle putçuluğa giden
yolların tümüyle kapanması amacına dayanan putlaştırılma ihtimali
olan canlıların heykel ve resimlerinin yasaklanması, sanat ve
sanatçı açısından dünyada da büyük faydalar sağlamıştır. Zâten
İslâm’daki tüm yasakların dünyaya yönelik hikmetleri vardır. Allah,
sadece bizim için zararlı olan şeyleri yasaklamış olduğundan; yasaklara
uymak, farkında olmasak bile birçok maslahat ve faydayı
beraberinde getirir.
Evet, put amaçlı ve dinî esaslara ters düşen tasvirin haram olması
ve de müslümanların canlı resim ve heykelleri tümüyle yasak
kabul etmesinin, sanat için çok olumlu etkileri vardır. Biyolojik bir
vakıadır ki, kullanılmayan bir kabiliyet, kullanılmakta olan diğer
yeteneği takviye eder. Meselâ gözleri görmeyen birinin belleği
ve hassasiyeti gören insanlarınkinden kat kat üstündür. Meyvesini
çoğaltmak için ağacın budanması gibi canlı yaratıkların resim,
yontma ve heykellerinin tasvirinden uzak kalan sanatkarın kabiliyeti
diğer alanlarda daha büyük kuvvetle kendini gösterir. Hat
sanatı, minyatür, arabesk, stilizasyon ve her çeşit süsleme sanatlarındaki
müslüman sanatçıların başarıları bunun delilidir.
İslâm’ın, put amaçlı tasviri (figüratif resmi) yasaklaması, insanlık
için çok faydalı olmuştur. Bu yasak, putperestliği önlemiş,
yeni bir sanat türünün doğmasına sebep olmuştur. Eğer bu yasak
olmasaydı, sanatçılar hala İsa ve Meryem resimlerini tekrar edip
duruyor olacaklardı. Tasvir yasaklanmasa veya yasak kabul edilmeseydi,
soyut sanat ortaya çıkmayacak, modern soyut sanata
giden yol açılmayacaktı. Minyatür bu yasağın biraz yumuşak bir
şekilde, ama saygıyla kabulünün etkisiyle gelişmiş, hat sanatının
gelişmesi de bu yasaktan yön ve hız almıştır. Başka hiç bir din ve
medeniyette göremediğimiz ihtişamda bir yazı sanatı ortaya çıkmıştır.
Minyatür ve hat sanatının modern soyut resme katkılarını
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
objektif gözle değerlendirdiğimizde, put amaçlı tasvir yasağını
sanat adına alkışlamamak mümkün değildir.
Putlara, Heykellere ibâdet
İnsanlara Fayda ve Zarar Vermeyen, İşitmeyen, Görmeyen
Putları ve Heykelleri İlâh Edinmek ve Onlara ibâdet Etmek:
Kur’ân-ı Kerim’in andığı şirk çeşitlerinden birisi, putlara ibâdet
şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla
beraber, genel olarak iki kısımda mütâlaa edilebilirler:
1- İnsan, hayvan veya bunların karışımı bir şeklin; içinde bir
sembolü, bir ruhu, bir örnekliği temsil ettiği anlayışıyla ağaç, taş
ve madenden yapılarak, temsil ettiği varsayılan sembolün kutsanması
biçimindeki putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı
verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere
dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü
daha moderndir.
Birinci maddede ele aldığımız putçuluk olayında putlar, tapanların
nazarında tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri
için, putperestler bu güç ve kuvvetin, tapındıkları putlarda
gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun
ilgili bulunduğu bir efsânesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir
kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu vs. yi temsil eder.
İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, putperestlik
İslâm’dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir
ki, Arabistan’da putçuluğun tüm çeşitleri olmakla beraber, daha
çok birinci kısımda anlatmaya çalıştığımız putperestlik yaygındı.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara ibâdet etmenin
kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim
âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini aşılama
sadedinde delil üstüne delil sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız
(putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı
Allah’tır.” 288
“De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (iyi bilin ki) ben,
sizin Allah’tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Yalnız sizi öldürecek
olan Allah’a ibâdet ederim. Bana mü’minlerden olmam emredildi.”289
Âyette geçen “Allah’tan başkasına ibâdet” , putlara duâ etmek ve
yalvarmak anlamındadır. Nitekim peşinden gelen âyette, “Yüzünü
288 37/Sâffât, 95-96
289 10/Yûnus, 104
PUT VE PUTA TAPINMA
- 73 -
Allah’ı birleyici olarak dine çevir ve müşriklerden olma!”290 denildikten
sonra, “Allah’tan başka sana ne fayda, ne de zarar vermeyecek olan şeylere
yalvarma/duâ etme. Eğer böyle yaparsan, o zaman sen zâlimlerden
(müşriklerden) olursun.”291 buyrulmuştur.
“De ki: (Ey müşrikler!) Ben, Allah’tan başka yalvardıklarınıza ibâdet
etmekten men olundum.”292 Bu âyetteki “duâ”ya, “İbâdet” anlamı
verilebilir. Bu takdirde ibâdet, ilâh kabul ederek putlara saygı
göstermek anlamını ifade eder. Putlara ibâdet, ister musibet
ve sıkıntılı anlarda onlara yalvarmak, duâ etmek; ister ilâh diye
ta’zim göstermek olsun, neticesi aynıdır. Böyle bir davranış şirk293,
hak yoldan sapmak ve hidâyete erenlerden olamamaktır.294 Allah’tan
başkasına tapanlar câhil kimselerdir. “Ey câhiller! Allah’tan başkasına
ibâdet etmemi mi bana emrediyorsunuz?” 295
Kur’an’da Allah’tan başkasına tapılanlar, insana zarar ve faydası
dokunmayan,296 rızık vermeyen,297 insan eli ile yapılan298 işitmeyen ve
görmeyen,299 bir şey yaratamayan,300 insanların ilâh diye isimlendirdikleri
boş isimler,301 uydurma tanrılar,302 heykeller 303 ve putlar 304 olarak nitelendirilmişlerdir.
İbrâhim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: “Sizin şu karşısında
durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), ‘Babalarımızı
onlara ibâdet eder bulduk’ dediler. (İbrâhim), ‘Doğrusu siz de, babalarınız
da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz’ dedi. (...) İbrâhim (a.s.), büyük
bir put hariç diğer putları kırdı. Kavmi, putların kırıldığını görünce, ‘Bunu
ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak bunu yapan zâlimlerden biridir’ dedi.
(...) (İbrâhim’e), ‘Ey İbrâhim! Bu işi ilâhlarımıza sen mi yaptın?’ dediler.
İbrâhim, ‘Hayır, işte şu büyükleri yapmış. Onlara sorun, eğer konuşurlarsa’
dedi. (...) (Kavmi), ‘Ey İbrâhim! Sen de bilirsin ki, bunlar konuşmazlar’
dedi. Bunun üzerine İbrâhim, ‘Siz Allah’ı bırakıp da size hiç fayda ve
zarar vermeyen şeylere mi ibâdet ediyorsunuz? Size ve Allah’tan başka
290 10/Yûnus, 105
291 10/Yûnus, 104
292 6/En’âm, 56; 40/Mü'min, 66
293 6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 18
294 6/En'âm, 56
295 39/Zümer, 64
296 10/Yûnus, 18
297 16/Nahl, 73
298 37/Sâffât, 95
299 19/Meryem, 42
300 46/Ahkaf, 4
301 53/Necm, 23; 12/Yûsuf, 40
302 37/Sâffât, 86
303 21/Enbiyâ, 52
304 14/İbrâhim, 35
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
taptıklarınıza yuh olsun. Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? (dedi.)”305; “Ey
babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak
olan şeylere niçin ibâdet ediyorsun?’ dedi.” 306
Kendi elleriyle yapıp ilâh diye adlandırdıkları307 heykellerin
(temâsîl), insanlara elbette faydası ve zararı olmaz. Bu sebeple
heykelleri ilâh edinip onlara saygı göstermek, yalvarmak, onlardan
medet ummak, ahmaklık ve akılsızlıktır. Allah’tan başkalarına, uydurma
ilâhlara, putlara ve heykellere tapanlar, kendilerini felâkete
sürüklemiş, dünya 308 ve âhirette Allah’ın azâbını hak etmiş olurlar309
Kendisinden başkasına ibâdet edenlere, “Siz ve Allah’tan başka
ibâdet ettikleriniz cehennemin odunusunuz. Siz oraya (cehenneme) gireceksiniz.”
310 uyarısını yapan Yüce Allah, “Allah’tan başka dilediğinize
ibâdet edin!” 311 diyerek müşrikleri tehdit etmiştir. 312
Allah’tan başka ibâdet edilenler, kıyâmet günü kendilerine
ibâdet edenleri inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır.
“(Müşriklerin taptıkları ilâhlar), onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara
düşman/karşı olacaklardır.” 313
“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!”
diyor şâir. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere
ibâdet etmeleri; onları Allah katında kendilerine şefaatçi
ve yardımcı olur, kendilerini azaptan korur inancı ile ilâh edinip
tapmak, saygı göstermek, duâ edip yalvarmak, sıkıntı anlarında
onlara sığınmak anlamlarını ifade etmektedir.
Put, sadece Arapların câhiliyye döneminde taptıkları basit
ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrâhim döneminde
olduğu gibi, muhtelif câhiliyye sistemlerinde tapınılan taştan,
tunçtan, tahtadan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök
cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta
tapınma şekilleri Allah’a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz.
Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve
Kur’an’daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek
olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamayız.
Kur’an’ın evrensel boyuttaki ve zamanlar üstü mesajını
305 21Enbiyâ, 52-54, 58-59, 62-63, 65-67
306 19/Meryem, 42
307 14/İbrâhim, 35
308 11/Hûd, 109
309 21/Enbiyâ, 98
310 21/Enbiyâ, 98
311 39/Zümer, 15
312 37/Sâffât, 22-34
313 19/Meryem, 82; 46/Ahkaf, 6
PUT VE PUTA TAPINMA
- 75 -
kavrayamayız. Kur’an’ın en büyük problem olarak gördüğü şirk,
kıyâmete kadar hemen tüm toplumlarda olabilecek tüm tevhid
dışı kutsama ve tapınma özelliklerini kapsar. Kur’an’a göre put,
o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının
amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir. Bu putları hayatın amacı
kılmak da Allah’a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. Fakat insanları
kendilerine fayda ve zararı olmayan taş, ağaç, maden vs.
şeylere ibâdete sevkeden sebepler nelerdi? insanlar niçin putlara
tapmışlar ve tapmaya devam ediyorlar? 314
Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve Geleneğin
Putlaştırılması
Sosyal Çevre: İnsan, her türlü zihinsel ve duygusal yapıya sahip
olarak gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu gelişim
sürecini devam ettirebilmek için toplum içerisinde yaşamak ve diğer
insanlardan faydalanmak zorundadır. Bu yönüyle toplumsal
bir varlık olarak değerlendirilen insan; inancını, bakış açısını, her
türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı toplumdan
alır. Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde toplum, insanın
benliğini, irâdesini, idrâkini kuşatır, âdeta esir alır, hapseder. İnsanın,
toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele haline gelir.
Zira toplumlar kendi normlarını bireylere benimsetmek onların
düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek ister. Bu, toplumun
putlaşması demektir. 315
Çağdaş Bir Putlaştırma Örneği; Atatürk’e
Tanrı veya Peygamber Diyenler
Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek
için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına,
sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul’da 1931 yılında,
Devlet Matbaası’nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi’nde İslâmiyet
ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri
bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin
resmî ideolojisinde İslâmiyet’in yeri yoktur. Çünkü “İslâm birtakım
zevâta göre eskimiştir!”, “Hz. Muhammed (s.a.s.) nihâyet
bir çöl bedevîsidir”, “İslâmiyet’in yerine yeni bir din koymak
lâzımdır ki, o da Kemalizmdir.” 316
314 Bu konuda Kur'an şu âyetlerde bu sorulara cevap vermektedir: 39/Zümer,
3; 10/Yûnus; 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 39/Zümer, 44; 30/Rûm, 13.
315 Bk. Atalar Yolu Kavramı
316 Konunun devamı için Bk. Din Kavramı.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut’a göre Kemalizm dininin
altı esası, altı oktan ibaretti: Yani “Kemalizm dini, cumhuriyetçilik,
milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık
prensiplerine dayanmalıydı.” Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında
Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi
kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi:
Mustafa Kemal Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi’nin
meşhur Mevlid’ini Atatürk’e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il
ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi’ni
okutmakta hiçbir sakınca görmedi:
(...)
Ger dilersiz bulasız oddan necât
Mustafâ-yı bâ Kemâl’e essalât.
Ol Zübeyde, Mustafâ’nın ânesi
Ol sedeften doğdu ol dürdânesi!
Gün gelip oldu Rızâ’dan hâmile
Vakt erişti hafta ve eyyâm ile.
Geçti böyle, nice ay nice sene
Vakt erişti bin sekiz yüz seksene.
Merhaba ey baş halâskâr merhaba
Merhaba ey ulu serdâr merhaba!
Edip Ayel, Atatürk’e: “Sen bizim yeni peygamberimizsin!” diye
seslenmekte geciktiği için dövünmeye başladı. Behçet Kemal’i geride
bırakacak bir atılım içinde olması gerekirdi. Bunu gerçekleştirebilmek
için, Atatürk’e yeni dinî sıfatlarla secde etmesi lâzımdı.
Edip Ayel, aruzun tumturaklı kalıplarıyla Türk edebiyatının en
muhteşem dalkavukluk örneğini ortaya koydu:
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
PUT VE PUTA TAPINMA
- 77 -
Edip Ayel’in bu kükremesinden sonra bir tereddüt belirdi: Atatürk,
yeni Kemalizm dininin Allah’ı mı olmalıydı; peygamberi mi?
Cumhuriyet devri şairlerinin bir büyük bölümü, Atatürk’e kıyamadılar.
Onun üstünde de, altında da hiçbir gücün, hiçbir varlığın
bulunmasına tahammül edemediler. Bu bakımdan, Atatürk’e hem
Allah, hem de peygamber diye seslenerek kendilerinden geçtiler.
Behçet Kemal, Edip Ayel’den geri kalmak istemedi:
Kaç yıldır Türkçe’ydi Tanrı’nın dili
İnsana ne ilâh, ne de sevgili
Ne de ana-baba aratıyordu
Her an yaratıyor, yaratıyordu.
Artık işaret verilmiş, yarış başlamıştı. İpi herkesten önce göğüslemeye
çalışan atletler gibi, o devrin edipleri de “Allah”, “tanrı”,
“ilâh”, “Kâbe”, “put” gibi kelimelerle Atatürk’e daha önce ulaşabilmenin
cezbesine kapılmışlardı. Yüzlerce örnekten işte birkaçı:
Halil Bedii Yönetken çığlıklar koparıyordu:
Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda, denizlerde, göklerde
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.
Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren şiirini kalabalıklara
okumaya başladı:
Çankaya;
Burada erdi Mûsâ
Burada uçtu İsa
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter.
Ne örümcek, ne yosun
Ne mûcize, ne füsun...
Kâbe Arab’ın olsun
Çankaya bize yeter.
Sonra Faruk Nafiz Çamlıbel, sazını eline aldı:
On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
O’nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.
1938 yılında, Faruk Nafiz, tanrısız kalmamak için, Atatürk’ü
yüreğine bir put gibi oturttu:
Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil
Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!
Türk edebiyatında, tarihin hiçbir devresinde görülmeyen
dalkavukluk ve putperestlik örnekleri, patlayan bir lağımın dehşet
saçan kokusu ve manzarasıyla etrafa yayılmaya başlamıştı:
Akbaba’cı Yusuf Ziya Ortaç da sesini yükseltti:
Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği
Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.
Nurettin Artam, dinin bütün nurlarından koparak kula kul
oldu:
Koca bir güneşin akşam olmadan
Dağların ardında sönüşü gibi
Millete can veren, vatan yaratan
Tanrının göklere dönüşü gibi.
Her zaman ırkıma büyük Baş Atam
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!
Ömer Bedrettin Uşaklı da, Atatürk tapıcılığından kurtulamadı:
Bir güneş gibi yalnız
Sensin ülkü tanrımız
Ey Türlüğün bütünü.
Vasfi Mahir Kocatürk de, kocaman yakıştırmalarla Kemalizm
dininin müridleri arasında zikre başladı:
Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti
Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.
PUT VE PUTA TAPINMA
- 79 -
İlhami Bekir, alnımızın akına, katran karası elleriyle küfrün yobazlığını
bulaştırmaya çalıştı:
İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa
Toprağın haritasını çizdi bayrağa
Allah değil, o yazdı alın yazımızı.
Bu ruhsuz, bu köksüz, bu tatsız örnekleri uzatmak istemiyorum.
Yalnız, Cumhuriyetin o kuruluş yıllarında, zilli-düdüklü dalkavuklar
zümresinden, üç önemli ismin ayrıldığını belirtmek istiyorum:
Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet! Nazım Hikmet,
daha önce Marks’a ve Lenin’e kul köle olduğu için Atatürk’e secde
etmedi. Hatta ona “Burjuva Mustafa Kemal” diye homurdanan şiirler
yazdı. Yahya Kemal’le Necip Fazıl, İslâm’ın âmentüsüne bağlı
kaldılar. Kemalizm dininin yeni öncüleri ise, imanın altı şartı olan
İslâm âmentüsü karşısına, Kemalizm’in yeni âmentüsünü çıkardılar.
Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!)
âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler:
“Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var
eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına,
mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına
iman ederim.”
Halk, “halkçı” Kemalistlerin bu dehşetli dalkavukluklarından
nefret ediyordu. Din ve dünya işlerini birbirinden ayırmaya çalışan
Atatürk ise, kendisine takılan bu dinî sıfatlar karşısında şaşırıp
kalıyordu. 317
Yazmazlar yazar, soytarılar şair olmuştu; kaside okuyup meddahlık
yapanlara ulûfeler dağıtılıyordu ya, bu kemiklerden nasiplenmek
isteyen itler ha bire hırlıyordu. Şair geçinen başka birileri
şöyle yalakalık yapıyordu: “Türk’e bir hayır gelmez, Arap felsefesinden,
/ Gazi bize bir din ver, Türk’ün öz nefesinden.”; “İşte diz
üstü geldim, gözlerim dolu dolu. / Rabb kulu olsun eller, bizler
Gazi’nin kulu. / Cemâlini vaad etsin Tanrı başka kullara, / İşte karşımızdadır
şimdiden o manzara.”
Türkiye’de ise, halkın farklı milliyetçilik (daha doğrusu ulusalcılık)
anlayışları sözkonusu olmasına rağmen, devlet tek bir milliyetçiliği
esas alır: Atatürk milliyetçiliği, yani Kemalizm. Hıristiyanların
inanç esasları, müslümanların âmentüsü olur da Kemalistlerin özel
âmentüsü olmaz mı? Bu âmentülerden bir-iki örnek verelim: Türkün
Âmentüsü: “Türküm: Dinimi tanırım. Mezhebim: Cumhuriyet
317 Yavuz Bülent Bakiler, İslâmiyat cilt 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
/ Kitabım: Kanundur. Buna vicdanla, inandım. / Kâbemiz: Ankara.
Peygamberimiz: Gazi Kemal, / Kalben ona biat ederek bin canla,
inandım…”318 1928 Ağustos’unda basılan Türkün Yeni Âmentüsü
de şöyle başlar: “Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklâlini
yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna,
yüce kanunlarına ve Türkiye için âhiret günü olmadığına iman
ederim…”319 Bir başka âmentü de şöyledir: Kemalizmin Andı ve
Âmentüsü: “Kemalizm, Müslümanlık dininin özü ve ışığıdır. Kemalizmin
prensipleri, Kur’an’ı Türkçeleştirdiği, tasfiye ettiği, İslâm
dininin esaslarını öz dilimizle açıkladığı için kutsaldır. Din, kanun,
parti her şey vatan içindir.” 320
Bu örnekler kadar putperestlik kokmasa da, müslümanlar açısından
daha az zararlı olmadığı kesin olan Harun Yahya’nın kitaplarına
yansıyan Atatürk sevgisi de unutulmamalıdır. Nice müslüman
halkın severek okuduğu Harun Yahya, Atatürk’ü göklere
çıkaran on civarında kitabıyla, öyle anlaşılıyor ki, takıyye yapmıyor,
basbayağı Atatürkçülük’teki samiyetini dosta-düşmana haykırıyor.
İşte kitaplarından bazıları: “Samimi Bir Dindar Atatürk.”321
Atatürk’ün ne kadar takvâlı bir müslüman olduğu, gündüzleri
sâim, geceleri kaim; yani devamlı oruçlu, geceleri nâfile ibâdetle
geçiren samimi bir dindar olduğu, içki gibi haramlardan nasıl
kaçındığı, kurduğu devletin ne kadar dinî bir devlet olduğu…
anlatılıyor olmalı kitapta. Öyle ya, samimi bir dindar böyle biri
olmalı. Böyle bir Atatürk’ü elbette her müslüman sevmek zorundadır,
değil mi? Diğer bir kitabı: “Atatürk’ü İyi Anlamak”322 Zâten
ne kadar aksayan durumumuz varsa o da Atatürk’ü iyi anla(ya)
madığımız için başımıza geliyor demek ki, iyi anlayalım da dünyada
ve âhirette kurtulalım; sağ olasın Harun Yahya. Bir başka
kitabı: “Gerçek Atatürkçülük”323 Tabii ki yetmez; müslüman halk
Atatürk’ün vatan ve millet sevgisini de çok iyi anlamalıdır. Harun
Yahya bu boşluğu da doldurur: “Atatürk’ün Vatan ve Millet Sevgisi,
Ne Mutlu Türküm Diyene!”324 Bu konuda başka kitaplar da yazılmalı,
Müslümanlardan hâlâ Atatürk’ü sevmeyenler varsa, sevdirmeli
diye düşünüyor olmalı ki yazar, devam eder kitaplarına:
“Atatürk ve Gençlik”325 Atatürk’ün askerî dehâsı yazılmazsa olur
318 Raif Necdet, Türkün Âmentüsü, Sebil, no 22, 28 Nisan 1978, s. 11
319 bkz. Kemalist İnkılâbın Anatomisi, Sebil 9 Ocak 1976, s. 4-5
320 Osman Nuri Çerman, Dinimizde Reform: Kemalizm dergisi, Aralık 1957,
sayı 1, s. 1-3 vd
321 Kültür Y., İst. 2002
322 Kültür Y., 2002
323 Kültür Y., İst. 2001
324 Araştırma Y., 2002
325 Araştırma Y., 2002
PUT VE PUTA TAPINMA
- 81 -
mu ya: “Asker Atatürk”326 Atatürk’ü iyi anlayan, onun ne kadar
samimi dindar olduğunu kavrayan insan, tabii ki, onun kurduğu
düzene/devlete de bağlı olmalı. Onu da unutmamış yazar, müslümanları
Atatürk’ün kurduğu devlete bağlılığa dâvet eder; ve
döktürür hikmetleri(!): “Devlete Bağlılığın Önemi”327 Kitabın ismi
her şeyi anlatmaya yetmiyor mu? Bu kitaplarla da hızını alamayan
Harun Yahya, koca bir ansiklopedi yazmaya da ihtiyaç duymuş:
“Atatürk Ansiklopedisi.”328 Anlaşılıyor ki, bu tür kitapların devamı
da gelecek.
1980 sonrası Ahmet Gürtaş’la başlayan Atatürk’ü samimi dindar
gösterip müslümanlara sevdirme gayreti, Yaşar Nuri gibi bir-iki
modernist akademisyenle sınırlı kalıyordu. Atatürk ve Din Eğitimi
329 adlı kitabı, A.Gürtaş’a Diyanet İşleri Başkanlığında üst seviyede
bir koltuk kazandırıyordu, ama ona ve onun gibilere neler kaybettirdiğini
görmek için herhalde âhireti beklemek gerekiyor.
İslâm tevhid dinidir. Tevhid, “Lâ ilâhe illâllah” ifâdesiyle özetlenir.
Allah’tan başka ilâh, yani mutlak otorite, egemenlik kaynağı,
ibâdete lâyık zât yoktur; En çok sevilen, korkulan, umut edilen
O’dur. Tevhide rağmen, hiçbir şahsın ve kurumun değeri yoktur.
Dostluk ve düşmanlıkta ölçü, Allah ve Rasûlüdür; İslâm’dır. Allah
sevgisine eş bir sevginin endâd/şirk olduğunu bilir Müslüman.330
Bırakın herhangi bir âlim veya halifeyi, bir peygamberi bile aşırı
övüp aşırı sevmek, onu putlaştırmaya götürür ve İslâm bunu
kesinlikle yasaklar. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hıristiyanların
Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyin. Yalnız, ‘Allah’ın kulu ve
rasûlüdür’ deyin.” 331
“Beşerin böyle dalâletleri var / Putunu kendi yapar, kendi tapar!”
“Gerçekten bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin
Rabbinizim. Öyle ise (sadece) Bana kulluk/ibâdet edin.”332; “Mü’minler
ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan
korkun ki, merhamete erişesiniz.”333; “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a,
Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın…”334; “O (Allah), gerek bundan
önce (ki kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size ‘müslümanlar’ adını
326 Kültür Y., İst. 2002
327 Vural Y., İst. 2000
328 2 cilt, Araştırma Y.
329 DİB Y., Ank. 1982
330 2/Bakara, 165
331 Buhârî, Enbiyâ 48
332 21/Enbiyâ, 92
333 49/Hucurât, 10
334 3/Âl-i İmrân, 103
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
verdi…” 335 “Allah yanında hak din (sadece) İslâm’dır…” 336
Hevânın Putlaştırılması
“Hevâ”; boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelir.
Bu kavram nefsin şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi,
yeterli ilmi olmadan sahibine emir veren nefis anlamında da kullanılmaktadır.
Böyle bir nefis, sahibini şehvete ve aşırı zevke düşürüp
günaha sürükler, dünyada rezilliğe, âhirette ise azâba götürür.
İnsanın aşırı isteklerine, Allah’tan gelen ilme yani vahye uymayan
tutumlarına “hevâ” denilmektedir. Nefsin ölçülü ve sınırlı istekleri,
meşrû arzuları normal yoldan karşılandığı zaman hata değil;
sevap bile olur. Nefis her zaman çeşitli isteklerde bulunur. Bu
taleplerin bir kısmı insanın ihtiyacı değil; hevânın aşırı arzularıdır.
Kişi, nefsinin meşru isteklerini inandığı Rabbin gönderdiği ölçüler
içerisinde karşılayabilir. Aşırı isteklere uyulması; nefsin Rabbin ölçülerine
aldırmaması anlamına gelir. Bu, şüphesiz bir hatadır ve
sahibine zarar veren bir şeydir. 337
Allah’tan Başkasına ibâdet338
Tâğuta ibâdet/Tapınma339
Bilginleri ve Din Adamlarını Putlaştırma; Onlara
ibâdet340
Şeytana ve Cinlere ibâdet341
Sanatın Putlaştırılması342
Gök Cisimlerinin ve Arzın, Vatanın Putlaştırılıp Bâtıl
Tanrı Kabul Edilmesi 343
Bilimin Putlaştırılması 344
Küfrün Şiarları/Sembolleri, Bâtıl Dinlerin Kutsalları;
335 22/Hacc, 78
336 3/Âl-i İmrân, 19
337 Hevânın putlaştırılması konusunda geniş bilgi almak için bk. Hevâ Kavramı
338 Bk. İbadet Kavramı
339 Bk. Tâğut Kavramı
340 Bk. Allah’tan Başkasına İbadet, İbadet Kavramı
341 Bk. Allah’tan Başkasına İbadet, İbadet Kavramı
342 Bk. Sanatın Putlaştırılması, Sanat ve Allah’ın Sanatı Kavramı
343 Bk. Gök cisimlerinin ve Arzın Putlaştırılması, Yer ve Gök Kavramı
344 Bk. İlim Kavramı
PUT VE PUTA TAPINMA
- 83 -
Heykel, Giyim...345
Putları Kırmak
Şeytan insana, şirkten kurtulmayı çok zor ve karmaşık, tevhidi,
ihlâsı ve imanı ise yaşanması imkânsız gibi olağanüstü zor gösterebilir.
Oysa bu, yalnızca şeytanın verdiği bir vesveseden ibarettir.346
Bilinmelidir ki, şirkten kurtulmak için samimi bir niyet ve tavır değişikliği
yeterlidir. Bu niyet tashihi kişinin her şeye, herkese ve tüm
olaylara karşı olan bakış açısını şirkten tevhide çevirecektir. Yani
siyah gözlük takan birisinin etrafını görebilmek için her yeri tek
tek aydınlatmasına gerek yoktur. Gözlüğünü çıkarması yeterlidir.
Şirk de her yeri karartan bu gözlük gibidir. Gözlüğü çıkarmadan
zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya çalışmak hem zor, hem de
ümit kırıcıdır. Bir hamlede gözlüğü çıkarmak ise hem kolay, hem
de tek etkili çözümdür. İnsanın şirk boyutundan Allah’ın râzı olduğu
iman ve ihlâs boyutuna geçmesi de tek bir kararlılık hamlesi
gerektirir. Bu da her ne durumda olursa olsun Allah’a güvenmek
ve Kur’an’a bütünüyle ve samimi olarak uymaya karar vermektir.
Bu samimiyet ve kararlılık, muhakkak beraberinde Allah’ın yardımını,
hidâyetini ve büyük bir nimetle rahmetini getirecektir.
Şeytan tabii ki, tevhidi ve ihlâsı çirkin, sıkıntılı ve ıstırap verici
olarak göstermeye çalışacaktır. Hâlbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve
ıstırap şirktedir. Bu, dünyada da âhirette de böyledir. Taptığı sahte
ilâhları bırakarak sadece Allah’a yönelen bir insan boşlukta ve
sahipsiz kalmaz; aksine tek gerçek ilâh olan Allah’a sığınarak olabilecek
en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. “Kim Allah’tan
ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu
hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O,
ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir.” 347
Şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı
farkıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış,
Hz. Mûsâ yahûdilerin edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini
denize savurmuştur. Bunlar, sembolleştirilen şirklere karşı vurulan
darbelerdir. Bugün de sembolleştirilen şirklere karşı aynı fiilî
müdâhaleler yapılabilir; ama önemli olan öncelikle şirkin mantığını
yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar yıkılmadan diğer putların
yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve kafalardan
yıkmak için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi gerekmektedir.
345 Bk. Şiarlar Kavramı
346 14/İbrâhim, 22
347 65/Talâk, 2-3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 84 -
Bu nedenle, şirkten vazgeçip tevhide yönelen insanın yaşadığı
büyük değişim, öncelikle kalpte ve zihinde meydana gelir. Dış
görünüm olarak belki eski yaşamının bazı öğelerini devam ettirse
bile tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur muvahhid
insan. Eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına,
birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi
sadece Allah’ın kitabına göre ve sadece O’nun rızâsı için düzenler.
Böylece binlerce küçük ve sahte ilâha kulluk etmeyi, onları memnun
etmek için uğraşmayı bırakarak, “birbirinden ayrı rabler mi daha
hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?”348 diyen Hz. Yûsuf gibi,
sadece kendisini Yaratan’a teslim olur. 349
“Andolsun biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık.
O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz
heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar
kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık
içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan
biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin
de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki,
siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda
İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki
ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o,
zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk;
kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen
insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza
sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır.
Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi
vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler.
Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını
pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp
da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız?
Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz
mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza
yardım edin!’ dediler. ‘Ey ateş! İbrâhim için serinlik ve esenlik ol!’ dedik.
Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana
uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle
âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” 350
Hz. İbrâhim’in putçularla mücâdelesi ve putları devirmesi
Sâffât sûresinde de şu şekilde anlatılır: “Şüphesiz İbrâhim de onun
(Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o,
348 12/Yûsuf, 39
349 Harun Yahya, Şirk, s. 90, 92
350 21/Enbiyâ, 51-71
PUT VE PUTA TAPINMA
- 85 -
babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan
başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi
hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar,
onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber
bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara
şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça
(kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri
görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun
üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak
İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz
şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı
Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’
dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onları alçaklardan
kıldık.” 351
Ve Rasûlullah: Yegâne önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), put kıran
bir peygamber babanın, put kıran bir peygamber oğludur. Tek
başına bir ümmet olan İbrâhim (a.s.), put kıran bir peygamber
idi. O babanın oğlu, yani onun neslinden olan Rasûlullah da, put
kıran bir Peygamberdir. Rasûlullah, hem kalplerdeki, hem beyinlerdeki
putları ve putlaşmış fikirleri, akîdeleri kırıp parçalamış,
hem de müşrik putperestlerin kendi elleriyle yapıp meydanlara
diktikten sonra tapınılan put heykelleri paramparça edip kırmıştır.
Rasûlullah, hem putçu ideolojileri ortadan kaldırmış, hem de tapınılan
ve putlaştırılan şeyleri yok etmişti.
Gerek içteki, gerekse dıştaki putları kırmak ile vazifeli olan
Rasûlullah’ın, müşrik tâğutların egemen olduğu ve bir dâru’ş-şirk
haline getirdikleri tevhidin merkezi Mekke’deki bir uygulaması
şöyledir: (Bu uygulama, Rasûlullah’ın hicret edeceği sırada gündeme
gelmiştir.) Emîru’l-Mü’minîn İmam Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) anlatıyor:
“Ben ve Peygamber (s.a.s.) yürüdük, nihâyet Kâbe’ye vardık.
Bana: “otur!” dedi. Oturdum, omzuma çıktı, yukarıya kaldırmak
istedim. Benim güçsüzlüğümü görünce, indi ve: “Sen, benim omzuma
çık!” dedi. Omzuna çıktım, beni kaldırdı, bana öyle bir hal geldi
ki, istersem göğe kadar yükselebileceğimi sandım. Nihâyet Beyt’in
üstüne çıktım. Bakır ve altından yapılmış birçok heykellerle karşılaştım.
Beyt’in sağından, solundan, önünden ve arkasından onları
toplayıp bir araya getirdim. Hepsini topladığımda bana, şöyle
buyurdu: “Şimdi onları bir bir aşağıya fırlatıp at!” Fırlatıp attım, cam
bardaklar gibi kırılıp parça parça oldular. Sonra indim. İnsanlardan
birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin
351 37/Sâffât, 83-98
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 86 -
ötesine kaçtık, kaybolduk.” 352
Olayı anlatan Hz. Ali (r.a.)’nin ifadelerine dikkat edilecek olursa,
bu put kırma hareketi çok gizli yapılmış, gerekli önlemler alınıp
en müsait zaman seçilmiş, olay gerçekleştikten hemen sonra
koşarak evlerin arasında kaybolup olay yerinden uzaklaşılmıştır.
Hatta İmam Ali’nin ifadesiyle, “İnsanlardan birinin bizi görmesinden
korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.”
Bu korku, tedbir mâhiyetinde bir endişe idi ki, tabiî ve fıtrîdir. Yoksa
korkunun adı tedbir olmuş değildi. Yine dikkat edilecek olursa,
tüm ihtimaller düşünülerek ve tedbirler alınarak olay gerçekleşmiştir.
Müşrik tâğutların egemenliğindeki Mekke’de örnek bir put
kırma olayını gerçekleştiren önderimiz Rasûlullah, birkaç yıl sonra
fethedilen Mekke’de, gerek Kâbe’nin içinde ve üstünde, gerekse
Kâbe’nin etrafında, yani Harem-i Şerif’teki bütün putları kıracaktı.
Abdullah bin Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s.),
Mekke’nin fethi günü Kâbe’nin avlusuna girdi. Kâbe’nin etrafında
ibâdet için dikilmiş üç yüz altmış put vardı. Rasûlullah, elindeki
deynekle bu putlara dürtmeye başladı (onunla dokunduğu
her put, yüz üstü düşüyordu) ve şu âyetleri okuyordu: “Hak geldi,
bâtıl yok oldu.” 353; “Hak geldi, bâtıl ise, ne (bir şey) ortaya çıkarabilir,
ne geri getirebilir.” 354
Ebû’l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: “Bana Hz. Ali (r.a.): ‘Rasûlullah
(s.a.s.)’ın beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim
mi?’ diye sordu ve Rasûlullah’ın kendisene: “Haydi git, kırıp dökmedik
put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!” buyurduğunu söyledi.” 355
Hz. İbrâhim’in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara
biz de tekrarlıyoruz: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza!
Siz aklınızı kullanmaz mısınız?” 356
Put ve Putperestlikle İlgili
Kavramlar ve Anlamları
Abbas’ın Eli: El biçiminde nazarlık. Bazı câhil müslümanlarca
bu nazarlığın her türlü kötülüklere karşı koyacağına inanılır.
352 Ahmed bin Hanbel, 1/84; Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid: Büyük Hadis Külliyatı, c.
3, s. 259, hadis no: 6396-6398; İslâm Tarihi, Mekke Devri, M. Âsım Köksal,
c. 6, s. 149
353 17/İsrâ, 81
354 34/Sebe’, 49; Buhârî, Meğâzî, B. 50, hadis: 294; Müslim, Cihad ve’s-Siyer,
B. 32, hadis: 87; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, B. 18, hadis no: 3345; Kul Sadi
Yüksel, Selefin İzinde, s. 215-219
355 Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99
356 21/Enbiyâ, 67
PUT VE PUTA TAPINMA
- 87 -
Bu beklentiyle evlere, işyerlerine asılır. Hıristiyan inançlarında da
Meryem’in eli nazarlığı vardır.
Abd: Kulluğu ve köleliği ifade eden bir kelimedir. Her ikisinin
de lûgat mânâsı “itaat etmek, tevazû göstermek, daha açık bir
ifadeyle kişinin bir kimseye ona isyan etmeden, ondan yüz çevirmeksizin,
itaati ve boyun eğmesidir.” Arapça’da “abd” kelimesi
değişik mânâlarda kullanılmıştır. Bunları şu şekilde özetlemek
mümkündür:
a) İbadet eden, hükümlere râzı olarak itaat eden. İslâmî
ıstılâhta “abd” kelimesi genellikle bu anlamda kullanılır. “İnsanları
ve cinleri ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım.”357 meâlindeki âyet-i
kerimeden de anlaşılacağı üzere, insanın yaratılış hikmeti; sadece
ve sadece kulluktur. Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.s.)
kadar bütün peygamberler insanları Allah’a (c.c.) kulluğa dâvet
etmişlerdir. Nitekim “Andolsun ki, biz her kavme: ‘Allah’a ibâdet edin,
tâgût’a kulluk etmekten kaçının’ diye (tebligat yapması için) bir peygamber
göndermişizdir.”358 âyet-i kerimesi, insanların “Abd olma-kulluk”
hususunda istisnasız uyarıldıklarını belirtmektedir. Dolayısıyla
Allah’a (c.c.) kul olma hususunda tebliğe muhatab olmamış tek bir
kavim gösterilemez. Şimdi “Allah’a ibâdet etmek” ve “tâgûta kulluktan
kaçınmak” kavramları üzerinde duralım. Tâgûtu şu şekilde
tarif etmek mümkündür:” Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil
olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler ihdas eden (kanunlar
koyan) her güç tâgûttur. Bunun insan olması, put olması,
şeytan olması veya bunların dışında herhangi bir şey olması mahiyeti
değiştirmez. Dolayısıyla insanların hayatlarını, kendi yanlarından
çıkardıkları kanunlarla düzenlemeye çalışan bütün siyâsi
güçler tâgûtî mahiyet arzederler. Bugün dünyada beşikten mezara
kadar insanların hayatlarını, heva ve heveslerine uyarak düzenlemek
iddiasında olan meclisler, konsüller, krallar, kavimler arası
kuruluşlar “tâgût” hükmündedir. “İman edenler Allah (c.c.) yolunda
cihad ederler, küfredenler (kâfirler) tâgût yolunda savaşırlar.” 359âyet-i
kerimesi insanın, bu iki sınıftan birine dahil olacağını beyan etmektedir.
Ayrıca “Sana indirilen Kûr’ân’a ve senden önce indirilen kitaplara
iman ettik, diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar
tâgûtun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar.
Hâlbuki tâgûtu inkâr etmekle (tekfir etmekle, lânetlemekle) emrolunmuşlardır.”
360âyet-i kerimesi, bütün ideolojilerin inkâr edilmesini
357 51/Zâriyât, 50
358 16/Nahl, 38
359 4/Nisâ, 76
360 4/Nisâ, 60
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 88 -
ve lânetlenmesini emretmektedir. Nitekim İbn Kesir bu hususta
şunları kaydediyor: “Bu âyet-i kerimede Hz. Muhammed (sav)’e
ve diğer peygambere iman ettiklerini söyleyip, bununla beraber
ihtilaf ettikleri hususlarda çözümü için Allah (c.c.)’ın kitabından
ve peygamberin sünnetinden ictinap edenlerin durumu haber verilmektedir.
İnsanların, kendi hevâlarına göre (beşerî kanunlarla)
hüküm vermesini isteyen kişinin, iman iddiasını Allah Teâlâ reddetmektedir.”
b) Köle’ye “abd” denilmesinin sebebi hem itikad, hem
muâmelât ile ilgilidir. Zira Allahû Teâla (c.c.) istisnasız bütün insanlardan
“misak” almıştır. A’râf sûresinin 172’nci ve 173’ncü
âyet-i kerimelerine “misak” âyetleri denilmesinin mânâsı budur.
Misak, Allah (c.c.) ile insan arasında tahakkuk eden bir mukaveledir.
Her mü’minin “ne zamandan beri müslümansın?” sualine,
“gâlû belâ’dan beri” diye cevap vermesinin sebebi budur. İnsan
bülug çağına erdikten sonra İslâm’ı terkeder ve mü’minlere karşı
savaşırsa “emanet”e ihanet etmiş olur. Bu ihanetin tabii sonucu
olarak ehliyet ârızası başlar. Kölelik, misakı inkâr edip, küfrün
güçlenmesi için savaşmakla ilgili bir hâdisedir. Burada şu akla gelebilir:
“Hür bir insan kuvvet kullanılarak (inkâr sözkonusu olmadan)
köle yapılabilir mi?” buna “evet” demek imkânsızdır. Zira
hürriyetin kaynağı fıtrîdir. Ehliyet sahibi olan her insan tekliflere
muhataptır. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) “Hür bir kimseyi köle edinenin
hasmı (düşmanı) benim” buyurduğu bilinmektedir. Ayrıca Hz.
Abdullah b. Amr’dan rivâyet edilen merfû bir hadis’te: “Üç kişi var
ki Allah (c.c.) oların namazını kabul etmez. İstemedikleri halde kavminin
başına geçen, hür bir insanı köle edinen...” denilmektedir. Görüldüğü
gibi, hür bir kimsenin, İslâm’a karşı savaş açmadığı müddetçe köle
edinilmesi mümkün değildir. “Abd” ıstılâhını bu şekilde ortaya
koyduktan sonra günümüze bir göz atalım. İslâm topraklarında,
Allah’ın (c.c.) indirdiği hükümleri inkâr eden veya kabul ettiğini
iddia etmekle beraber çağımıza uymaz” gerekçesi ile uygulamayan
siyasi güçler iktidardadırlar. Lâ ilâhe (ilâh yoktur, putun hükmü
yoktur, tâgût’u inkâr ederiz) diye haykıran ve İllâllah (yalnız
Allah vardır, O’na itaat ederiz) diye tastikte bulunan mü’minler
“kul” olma şuurunu ayakta tutmak zorundadırlar. Aksi takdirde
“tâgût’a kulluktan kaçınmış” olamazlar. “Her kavme Allah’a ibâdet
edin ve tâgût’a kulluktan kaçının diye (tebligat yapması için) peygamberler
göndermişizdir.”361 meâlindeki âyet-i kerime iyi tefekkür edilmelidir.
362
361 16/Nahl, 36
362 Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 27-30
PUT VE PUTA TAPINMA
- 89 -
Peygamberimiz buyuruyor ki: “Altına, gümüşe ve lükse abd-kul
olan kahrolsun”363 Allah (c.c.) insanı ‘abd-kul’ olarak yaratmıştır. Dolaysıyla
insana düşen bu kulluğun şuurunda olmaktır. Abd, efendisinin
emrine itiraz etmeksizin, karşı gelmeksizin uyar. Verilen
emri yerine getirir, istenen hizmeti görür. Çünkü efendisi onun
sahibidir, ona nimet vermektedir, ona sayısız iyilikte bulunmaktadır.
İnsan öldüğü zaman da hayatının hesabını bu efendisine
(Mevlâ’sına) verecektir.
Abd olarak yaratılan insanın, kendisine sonsuz bağışta bulunan
Mevlâsı Allah’ı bırakıp, kendisine faydası veya zararı olmayan
putları, az bir faydası var zannettiği tâğutları ve sahte ilâhları
mevla bilip onlara kulluk yapması ne kadar yanlıştır? Elbette gercek
Efendiye kulluğu unutanlar, başka yalancı mevlâlar (efendiler)
bulurlar.
İman eden kimse, bir anlamda bütün kölelikleri, bütün yanlış
kul ve kulluk anlayışlarını reddettiğini ilân etmiş olur. O, imanıyla
der ki, ‘ben âlemlerin Rabbini ilâh olarak kabul ediyorum,
ben O’nun kuluyum. Dolaysıyla mutlak itaati, mutlak hizmeti ve
ibâdeti yalnızca O’na yapacağım. O benim sahibimdir, O benim
her şeyime hâkimdir, her şeyimi bilmektedir ve yaptığım her şeyi
görmektedir. Ben O’na aitim, O’ndan geldim ve yine O’na döneceğim.’
Allah (c.c.) kendisine itaat etmeyen, O’na şirk (ortak) koşan,
O’nu tanımayan ve O’na karşı kibirlenen azgınları lanetler, onların
bir kısmını davranış yönünden başka hayvanlara benzetir ve
bir kısmını da ‘tâğut’a ‘abd-kul’ yapar. İşte böyleleri doğru yoldan
ayrılıp, sapık yollara gidenlerdir.364 Allah’a kulluk yapmayı reddedenler
kendileri için yeni ve yalancı ilâh bulurlar, sonra da onun
önünde abd/kul olurlar. Bu durum insan için alçaltıcı bir konumdur,
insanın şerefine yakışmayan bir durumdur.
Mü’min, Allah’a abd-kul olduğunun şuuruyla kulluk görevlerini
yerine getirmeye çalışır, Rabbinin rızâsını kazanmaya çaba harcar,
O’na mümkün olduğu kadar samimiyetle bağlanır, davranış
ve ibâdetleriyle O’na tazim eder (saygısını gösterir). Allah’a yönelen
bu davranışlara ibâdet denir. Bu şekilde ibâdet eden kullara
(abd’lere) ‘ibâd’, yani Allah’ın kulları denilir.
Müslümanlar arasında en yaygın isimler Abdullah ve
Abdurrahman’dır. Bunlar, ‘Allah’ın kulu, Rahman’ın kulu’ demektir
363 İbn Mâce, Zühd 8, Hadis no: 4136; Tirmizî, Zühd 42, Hadis no: 2375
364 5/Mâide, 60
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 90 -
ki en güzel isimler bunlardır. Allah’ın güzel isimlerinin başına ‘abd’
getirilerek yapılan bütün isimler güzeldir. Çünkü hepsi de Allah’ın
kulu olmayı ifade ederler. 365
Abdâl: Tasavvufa göre, sayıları yedi veya yetmiş olarak gösterilen
bir evliyâ zümresi. Dünyadan habersiz kalacak kadar dünyaya
boş vermiş saf insanlar, ermişler. Büdelâ ve abdâl; Bedel, karşılık,
denk, bir şeyin halefi ve değişiği anlamına gelen “bedel”in çoğuludur.
Tasavvufta; Yediler (yedi evliyâ) anlamına gelir. Bunlardan
her biri gözden kaybolur, bir anda çok uzak mesafelere giderler.
Gözden kayboldukları vakit, yerlerine her yönden kendilerinin
tıpkısı olan canlı bir beden bırakırlar. Hâl, hareket ve şekil bakımından
aslından ayırt edilmeyen bu bedene “bedel” ve “bedil”
denir. Bedel bırakma gücüne sahip olan velîlere “büdelâ” denir.
Çeşitli tarikatlerde abdal deyimi, ermiş, derviş, evliyâ anlamlarında
da kullanılır. Abdallık, aynı zamanda Melâmîlikten türeyen
ayrı bir tarikatin de adıdır. Bektâşîliğin beşinci derecesine de abdallık
denilir. Ayrıca, göçe Türk dervişleri de bu adla anılmıştır. Eski
Türk dini şamanlığın temsilcileri olarak yayılmışlar, daha sonra
müslüman olarak Kalenderî abdallarına karışmışlardır. Saç, sakal,
bıyık, kaş gibi vücutlarındaki bütün tüyleri kazıtmakla ünlüdürler.
Çıplak ayakla gezerler. Göğüslerine çoğunlukla dövme yaptırırlar.
Görevleri, yağmur yağdırmak, doğal âfetleri önlemek, savaş kazanmak
gibi işlerde varlığına inanılan İlâhî güçleriyle müslümanlara
yardım etmektir. Bu inanışların şirk olduğunu genişçe izah
etmeye gerek yoktur.
Abhişeka: Kutsal kabul edilen Ganj nehrinin suyuyla ıslanma
töreni. Âri ırka özgü bir adak törenidir. Hıristiyanların vaftizi, bu
törenden alınmıştır.
Âb-ı Hayat: Can suyu, içene ebedî hayat veren çeşme. Efsâneye
göre, içilen bir damlası bile insanı ölümsüzleştiren ve ebedîleştiren
su. Bu su Doğuda karanlık bir yerde bulunur. Tasavvuf’a ve ondan
etkilenen halka göre; Hızır ve İlyas bu çeşmeden içtiklerinden
ölümsüzlüğün sırrına ermişlerdir. İskender-i Zülkarneyn bu suyu
bulmak için Hızır’ı kılavuz yaparak günlerce karanlıklar içinde yürümüş,
bir noktada Hızır gözden kaybolmuş, İskender yolunu şaşırmış
ve perişan bir halde geri dönmüş. Edebiyatta; mecâzî olarak
içimi hoş, soğuk ve berrak su için kullanıldığı gibi, sevgilinin ağzı,
dudağındaki ıslaklık ve yaşlık için de kullanılır. Aynı zamanda
sevglinin sözü ve sohbeti anlamında değerlendirilir. Tasavvufta;
a) Evliyânın sözü, öğüdü ve nefesi; b) Aşk ve mahabbet çeşmesi ki
365 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları, 25-26
PUT VE PUTA TAPINMA
- 91 -
ondan içen asla yok (ma’dûm ve fânî) olmaz. Bu efsânevî suya âb-ı
Hızır veya âb-ı İskender de derler.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ’nın genç arkadaşının pişirdiği balık,
suya düşünce, yeniden canlanıverdiğinden bahsedilir.366 Bu
âyet, efsâneler ışığında özellikle tasavvufçular tarafından alabildiğince
serbest yorumlanmış, yanlış çıkarımlara gidilmiştir. Suyun
yaratıcılığı inancının câhil müslümanlara girmesinden olmuştur.
Eski Türklerde de ölümsüzlük veren su inancı vardır. Aynı anlamda
“bengisu” deyimi kullanılmıştır. Bu inanç, Antikçağ Yunanlılarında
da vardı. Meselâ, Yunan mitolojisine göre, Akhilleus doğar
doğmaz annesi tarafından Styx suyuna batırılmış ve ölümsüz kılınmış.
Batı kültüründe de çok tanrılı Yunan mitolojisinden miras
kalan âb-ı hayat/bengisu anlayışı vardır. Bunlarla birlikte, Allah,
Kur’an’da açıkça hiç kimseye ölümsüzlük vermediğini, herkesin
ölümlü olduğunu açık şekilde ifâde etmektedir. 367
Abradakabra: Büyülü olduğuna inanılan sözcük. Yahûdi gizemciliğinin
ünlü eseri Kabala’da verilen bu kelimenin hastalıkları
iyileştirdiğine inanılmıştır. Bu ifâde, Kabala’da üçgen biçiminde
yazılmaktadır. Muskalar da bu tür büyülü olduğu düşünülen kelimelerin
üçgen biçiminde yazılması şeklinde kullanılır. Muska kültürünün
yahûdi ve hıristiyanlardan etkilendiği bir gerçektir.
Afrodit (Aphrodite): Eski Yunanda aşk ve güzellik tanrıçası;
İştar veya Astarte’nin eski Yunan’daki karşılığı. Yunan mitolojisine
göre, Cronus, babası Uranüs’le mücâdele edip onu yendiğinde,
onun bazı organlarını denize attı. Bunların etrafında oluşan köpüklerden
Afrodit doğdu. Afrodit’in sonradan Kıbrıs’a geçtiğine
inanılırdı. Eski Yunanda fâhişeler ona Afrodit Hetaira ve Afrodit
Porne adıyla taparlardı. Hephaestus ile evli olan Afrodit, ayrıca
Ares, Poseidon, Pygmalion, Adonis, Dionysus, Anchises, Nerites
vePhaeton’un da eşidir. Afrodit’in mutluluk kadar felâket ve şiddete
de yol açan bir tanrıça olduğuna inanılır.
Alâim-i Semâ: (Göğün alâmetleri, göksel belirtiler) Eski Araplarda
bulutları yöneten Kuzah adlı meleğin sardığına inanılan
gökkuşağı. Bu yüzden Araplarca kavs-i kuzah (Kuzah’ın kuşağı)
adıyla anılmıştır. Eski Arap inançlarında iki Kuzah vardır. İkincisi
fırtına tanrısıdır, Şeytan adıyla da anılır. Dolu tanelerinden olan
oklarını akıtır, yayını bulutlara asarmış.
Alfabe: Alman (Cermen) mitolojisine göre, sadece tanrı
Votan’ın tanıdığı harfler.
366 18/Kehf, 63
367 21/Enbiyâ, 34-35
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 92 -
Albasma: Câhil Türklerde Alkarısı adlı cinin meydana getirdiğine
inanılan loğusa hastalığı. Türk inançlarına göre çocuk doğuran
kadın, doğumdan sonra yedi gün yalnız bırakılmamalıdır. Yalnız
bırakılırsa Alkarısı adlı cin gelir ve albastı hastalığını meydana
getirir. Gerçekte bu hastalığın hekimlik adı eklampsi’dir.
Alkarısı: Câhil Türklerde, doğuran kadınları öldürmeye çalışan
cin. Doğuran bir kadını alkarısı ya da alkarası adlı bir cinin öldürmeye
çalıştığı, fırsatını bulursa ciğerini söküp yediği eski müşrik
Türklerin inancıdır. Bu cinin, kadınlara daha çok uykuda Mûsâllat
olduğuna, onlara felâket ve şiddet getirdiğine inanılır, kâbus
ruhu kabul edilir. Günümüze kadar süregelmiş bulunan bu inanç,
bu cinin kötülüğünden kurtulmak için loğusa kadınlara al renkli
giysiler giydirme, nazarlık takıp tütsüler yakma, iğde dalı, demir
gibi önleyici olduğuna inanılan koşulları da kapsar, bu tür eşya
ile bu cinin şerrinden korunmaya çalışılır. Bütün bunlar İslâm’ın
kabul etmediği bâtıl inanışlardır.
Ali-İlâhîler (Aliyyullahîler): Hz. Ali’nin kişiliği konusunda aşırılığa
giderek, onun tanrı olduğuna ya da tanrısal gücün ona hulûl
ettiğine inananlardan oluşan bir sapık akım. Bunlar, gulât-ı şiadandır.
İslâm dışı müşrik bir mezheptir.
Altın Buzağı: İsrâiloğullarının çölde, Hz. Mûsâ’nın Tûr-ı Sina’ya
çıkışında, yaparak tapınmaya başladıkları buzağı şeklindeki put.
Sâmirî tarafından yapılan bu put, verimlilik idolü kabul ediliyordu.
Eski Ahid’de bu idolü Hârun’un (a.s.) yapmış olduğu iftirâsı vardır.
368 Hâlbuki Kur’an, bunu Sâmirî’nin yaptığını, Hârun’un (a.s.)
ise bu konuda kavmini uyardığını vurgular.369 Bu idol, sonradan
Hz. Mûsâ tarafından kırılmış, yok edilmiştir.
Ameni: Eski Mısır’da, tanrı tarafından gönderileceğine inanılan
kurtarıcı (mehdi). Onun Sudan civarında ortaya çıkacağına
anılır. Bu inanç, MÖ 1950 yıllarından kalma bir papirüs metninden
anlaşılmaktadır.
Anıtkabir (Anıt mezar): Mozole veya türbe olarak da bilinen
büyük ve etkileyici mezar. Din kurucuları ya da önderler, büyük
değer verilen, ta’zim edilen veya ilâhlaştırılan kimseler anısına
yapılan görkemli bina. Bugüne kadar yapılmış anıtmezarlardan
en görkemlisi Babürşah’ın 1631’de ölen hanımı Şahcihan için
yaptırdığı Tac Mahal’dir. Mısır’daki piramitler de anıtkabirdir.
Ankara’da bulunan anıtkabire, İstanbul’da Adnan Menderes ve
368 K. Mukaddes, Çıkış, 32/2-4
369 20/Tâhâ, 87-96
PUT VE PUTA TAPINMA
- 93 -
Turgut Özal’ın anıtkabirleri de ilâve edilmiştir. Selçuklu ve Osmanlı
padişah ve vezirleri için ve özellikle evliyâ sayılan tasavvuf
büyükleri için anıtkabir şeklinde türbeler yapılmış, diğer anıtmezarlardan
çok daha fazla şirk unsuru görevini yapmaya devam
etmektedir. 370
Animalizm: Başta totem düşüncesinin hâkim olduğu dinî gelenekler
olmak üzere, çeşitli dinlerde görülen hayvanların kutsallaştırılmasına
dayalı kült. Animalizm, hayvanlarla onları avlayan
insanlar arasında büyük bir bağ olduğu inancıdır. Bu inanç, hayvanda
insanca bir öz bulunduğu inancına bağlıdır.
Animizm: Tabiatla ilgili olaylara ve tabiat cisimlerine tapma
dini. Animist: Animizmi benimseyen, animizmi savunan. Animizm
anlayışına göre, ata ruhları ve fetişlere tâzim etme geleneği puta
tapıcılığın ve politeizmin temelini oluşturmuştur. Animizm, insanın
çevresinde bütün şeylerin ruhlu olduğu inancıdır. E. B. Taylor
1871’de, İlkel Kültür adlı çalışmasında “ruhsal varlıklarla ilgili
doktrin”; Taylor tarafından dinin kaynağıyla ilgili olarak savunulan
teori. Tylor, animizmin insanlık terazisinde düşük kabileleri
karakterize ettiğini ve buradan yüksek modern kültürlere kadar
yükseldiğini söyler. Ona göre, ilkellerin çevrelerindeki hayvan, bitki,
ağaç, taş, toprak vb. gibi bütün doğa nesnelerini ve belirtilerini
ruhlu sayma inancını dile getirir.
Anka: İsmi var, cismi yok efsânevî kuş. Kaf dağında yaşar. Tüyleri
renkli ve süslü, yüzü insan yüzüne benzer, boynu gâyet uzun,
her hayvanın bir alâmetine sahip, çok büyük bir kuş. Bulunduğu
yerdeki kuşları avlaya avlaya Batıya doğru uçtuğundan Anka-i
Muğrib adını alır. Zümrüd-i Anka, Simurg, Simurg-ı Anka da denir.
Çocukları da kaparmış. Efsâneye göre, ashâb-ı ress durumu
peygamberlerine şikâyet edince bedduâya uğrayan ankanın nesli
tükenmiş. Son derece kanaatli bir kuşmuş. Tasavvufa göre anka,
insa-ı kâmil demektir. Kâmil insan anka gibi olmalıdır. Tasavvuf
felsefesine göre; heyûlâ ve hebâ da anka (gibi) kabul edilir. Muhiddin
İbn Arabî, âlemin maddî varlığına hebâ, heyûlâ ve anka
gibi isimler verir. Çünkü ona ve mutasavvıfların çoğuna göre bu
evrenin tıpkı anka gibi ismi var, cismi yoktur. Veya âlem anka gibi
bir bakıma var, bir bakıma yoktur, hem vardır, hem yoktur. Veya
ne vardır, ne yoktur. 371
And (Yemin): Yemin, kutsal sayılan bir varlığı tanık göstererek
verilen sözdür. Her toplum, kendi kutsal saydığı tanrısı, putu
370 Bak. Türbe
371 Cîlî, I/22
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 94 -
veya totemi adına yemin eder(di). Sümerliler suya dokunarak yemin
ederlerdi. Yunanlılar da Zeus adına. Özellikle çeşitli silâhlar,
demir ve demirci körüğü üzerine and Ortaasya Türkleri arasında
yaygınlığını sürdürmüştür. Anadolu Türkleri arasında bıçak, kılıç
atlamak en kuvvetli andlar arasında sayılagelmiştir. Çeşitli silâhlar,
çoban sopası ve bıçak gibi âletlerin birincide derecede and içmede
rol almaları, ilkel toplumlarda bu âletlerin üretim aracı olarak
büyük fonksiyon ifa etmeleriyle açıklanır. Bu âletler aynı zamanda
koruyucu ve besleyici ruhu temsil eden fetişlerdir. Anda uyulmaması
halinde bu fetişler darılır ve bozana zarar verir inancı vardır.
İslâmiyet’ten sonra Türkler, yer yer bu geleneklerini sürdürürken,
Mushaf/Kur’an üzerine and içildiği veya Kitab’a el basıldığı da görülmeye
başlanmıştır. Sonra, ekmek üzerine de and içmek önem
kazandı. Sevilen, değer verilen kişiler üzerine and içme, eski Türklerden
bu güne kadar yaygın bir uygulamadır. Fetişizmden dolayı,
kendisi üzerine and içilen/yemin edilen tabu veya putun, eğer yemine
sâdık kalınmazsa çarpacağı, zarar vereceği anlayışının hâlâ
sürdüğü görülmektedir. Halkın, “Kur’an çarpsın!”, “ekmek çarpsın!”,
“iki gözüm önüme aksın!”, veya “çocuğumun başı üzerine”,
“anamın ölüsünü öpeyim” gibi bedduâ/ilenç karışımı and içmeleri,
bu anlayışın uzantısıdır. “Yemin etsem başım ağrımaz” deyimi de,
yine, yalan yeminin musîbete sebep olacağı anlayışı ile ilgilidir.
Andiçme: And ve andiçme kelimeleri, Moğolca’dan dilimize
geçmiştir. Moğolca anda: Kan kardeşi ve amca, dayı anlamına gelir.
Türkçeye and şeklinde geçmiştir. Andiçmek, bir Moğol töresi
gereğidir. Moğol töresine göre, iki ayrı boydan olan kimse, birer
damla kanını bir kaba damlatır, şerbetle karıştırır, karşılıklı içerler.
Bu durumda ikisi, birbiriyle kankardeşi olur, buna andiçmek
denir. Türkler müslüman olmazdan önce, bu uygulamaları benimsemişler
şamanist Türk boylarında eski çağlardan beri bu andiçme
geleneğini uygulamışlardır. Eski Türkler; Göktanrı, tapındıkları
putlar ve tabiat varlıkları adına andiçerlerdi. En değerli antlardan
biri, kan üzerine içilen anddı. Eski Türklerde kan kardeşliği çok
önemliydi ve kişilere gerçek kardeşlerin hak ve görevlerini yüklerdi.
Yapılan and töreni, ettikleri kardeşlik yemininin kanıtı sayılırdı.
Kardeşleşme ve dostlaşma töreni olarak and merasiminde, kardeş
olmaya karar veren şahıslar, topluluk huzurunda kollarını çizerek
and kabına kan akıtırlar, kımız, süt veya şarapla karıştırılan bu kan
taraflarca içilirdi. Daha sonra, silâhlar, atlar veya kız kardeşler değiştirilir
ve taraflar andlı adaş (Moğollar devrinde anda) olurlardı.
Bu, kan üzerine yapılan yemin demekti.
Bu tür and törenleriyle ilgili ilk bilgilere Herodot tarihinde
PUT VE PUTA TAPINMA
- 95 -
rastlanmaktadır. Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügat-ı Türk adlı meşhur
eserinde; Kırgız, Kıpçak ve daha başka Türk boylarında andiçmenin
kılıç üzerine yapıldığını açıklar. Yakut, Altay ve Salcak
kabileleri en büyük andlarını eski totem olan ayı üzerine yaparlardı.
Türkler İslâmiyetten sonra, şer’î mahkemelerde fıkhî yeminleri
uygulamalarına ve giderek çoğalan bir uygulama ile Allah adına
yemin etmeye başlamalarına rağmen, eski câhiliyye geleneğinin
devamı mâhiyetindeki bazı and gelenekleri sürdü. Anadolu’nun
kimi yörelerinde hâlâ benzeri kankardeşliği, yani and içme görülmektedir.
İslâm mahkemelerinde genellikle tanıklara yemin ettirilmezdi.
Yalan yere yemin etme yaygınlaştığı son zamanlarda gerekli
görüldüğü durumlarda yemin istenirdi. Bu yemin, Osmanlı devletinde
Allah adına “vallahi” şeklinde idi. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda
da önceleri Allah adına yemin edilmeye devam edildi.
Laiklik, devletin ilkeleri arasına girince Allah adına yemin etme
kaldırıldı, “namusum ve vicdanım üzerine yemin ederim” şeklinde
ifadeler kullanılmaya başlandı. Ceza mahkemelerinde tanıklar,
bu şekilde yemin ederek ifade vermek zorundadır.
İlköğretim öğrencilerine, her sabah andiçme törenleri uygulanır,
çocuklara Atatürk’ün izinden gideceklerine, ilkelerini sürdüreceklerine
dair söz verdirilir, andiçirilir. 657 sayılı Devlet Memurları
Kanununun 2670 sayılı kanunla değişik 6. maddesine göre, her
memur ve memurluğa yeni başlayan kişi, anayasa ve kanunlara
bağlı kalacağına, Atatürk ilkelerine ve laik TC’ye karşı görevlerini
yerine getireceğine namus ve şerefi üzerine yemin ettirilir ve
yazılı metne imzası alınır. Yemin töreni: Askerlere, genellikle kırk
günleri dolduğunda topluca yukarıdaki yemin sözleri söyletilir. Bu
bir merasim havasında olur. Buna yemin töreni denir.
Arâis-i Hak: Hakk’ın gelinleri. (Arûs; gelin, güveyi, düğün) Tasavvufta;
Başkalarından kıskandığı için Hakk’ın, kimliklerini halka
açıklamadığı ve gizli tuttuğu velîleri. Hakk’ın harîm-i ilâhideki has
dostları, özel ilgisine mazhar olan kulları. Gerdek gecesi gelini damaddan
başkası görmediği gibi bunları da İlâhî haremde Hak’tan
başkası görmez. Bunlara “arûs-i azrâ” (bâkire gelinler, dilber gelinler)
ismi de verilir.
Arbede: Savaşmak, kavga etmek. Tasavvufta; Cezbeli sâliklerin
ve galebe halindeki bazı sûfîlerin Cenâb-ı Hak ile tartışmaları, çekişmeleri
ve kavga etmeleri. Buna müşâcere ve muhâseme de denir.
Bir naz ve samimiyet halidir.
Artemis: Eski Yunan’da verimlilik tanrıçası. Elinde ok ve yay
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 96 -
tutan çok göğüslü atletik bir genç kadın şeklinde tasvir edilen ve
genellikle iyi tabiatlı olduğu düşünülen Artemis, inanışa göre bazen
ânî yıkım ve tahribata da neden olabilirdi. Dolayısıyla o, aynı
zamanda tehlikeli bir tanrıçaydı. Ona doğrudan bakmak bile kişiye
ölüm getirirdi. Ayrıca o, küçük hataların cezâlandırılmasından
da sorumlu idi.
Apollon (Apollo): Yunan mitolojisinde, geleceği haber veren
tanrı. Genellikle şiir ve müzik tanrısı olarak bilinen Apollon’un
ana niteliği, geleceği haber vermektir. Zeus’ün, Leto’dan doğma,
en sevgili oğluymuş. Tanrıların en güzeliymiş, tanrıça Artemis’in
de ikiz kardeşi. Heykelleri, erkek güzelliğinin simgesi olabilecek
ölçülerle yapılmıştır. Romalıların da en çok benimsedikleri ve taptıkları
Yunan tanrısı odur. Hem hastalık saçmak hem de hastalıkları
iyi etmek gibi karşıt nitelikleriyle de meşhurdur.
Ariel: Yahûdi inancına göre kütü melekler. Yahûdi gizemciliğinin
baş eseri kabala’da kötü ruhlu melekler bu adla anılır.
Yahûdilere göre, Yahûdi peygamberlerinden Eş’iya da Kudüs’ü bu
adla anmıştır.
Ârif: Bilen, vâkıf, âşinâ, tanıyan, anlayışlı, kavrayışı mükemmel,
irfan sahibi. Tasavvufta; Allah Teâlâ’nın kendi zâtını, sıfatlarını,
isimlerini ve fiillerini müşâhede ettirdiği kimse. Keşf ve
müşhâhede yoluyla yani mânevî ve rûhî tecrübelerle Allah hakkında
zevkî ve vecdî bilgilere sahip olana “ârif” denir. Ârif, kendisi
sustuğu halde diliyle Hakk’ın konuştuğu kimsedir. Ârif, kendi varlığında
fâni, Hak ile bâkîdir.” İbn Arabî, ârifin dış âlemde “şeyler”
(eşya) yaratma gücüne sahip olduğunu ve bu gücün onun himmeti
olduğunu söyler.372 Onun yarattığı şeye “mahlûk-ı ârif” denir.
Ârif, sûfîlikte kâmil insandır. 373
Arrâf: Falcı, kâhin, medyum; çalınan veya kaybolan eşyayı bulmak
için falcılık yapan kimse. Gaybden haber veren kimselere verilen
vasıftır. Cin, yıldız ve bazı tılsımlara dayanarak gelecekten
haber vermeye çalışan kimselere verilen isim.
Asena: (Aşine) Eski Türk mitolojisinde Türklerin kendisinden
türediği düşünülen dişi kurt. Bundan dolayı eski Türkler arasında
bozkurtlara büyük saygı duyulmakta ve Türk hakanları kendilerini
Asena soyuna bağlamaktaydılar.
Asya (Asia): Yunan mitolojisine göre Prometheus’un annesi.
Okeanus’la Tethys’in kızı ve Titanlardan İapetos’un karısıdır. Asya
372 bkz. Füsûs, 6. Fasl
373 Süleyman Uludağ, s. 52-53
PUT VE PUTA TAPINMA
- 97 -
kıtası, adını ondan almış. Homeros çağında sadece Batı Anadolu’ya
Asya deniyordu. Asya kıtasının adının Yunan mitolojisindeki Asios
adlı Toia’lı (Yunan) büyücüden geldiği de söylenir.
Astroloji: Yıldızların hareketlerinden hüküm çıkarma, ilm-i
nücûm, müneccimlik. Gök cisimlerini, yıldız ve gezegenleri inceleyerek
insan kaderi, mevsimler, olaylar vb. şeylerle ilgili yorumlarda
bulunma bilimidir.
Astrolog: Yıldız falına bakan kimse, müneccim.
Atalar Kültü: Birçok inanç sisteminde varlığı gözlemlenen atalara
ta’zim ve onların tanrılaştırılması fikri. Çin ve Japon geleneksel
dinlerinden eski Ortadoğu dinlerine kadar birçok dinî sistemde
yer verilen bu külte göre ölmü ataların ruhlarının varlıklarını
sürdürdüğü ve geride kalan akrabaları, yakınları ve bütün toplum
için tasarruf yetkisini devam ettirdiği düşünülür. Bu nedenle onların
mezarlarını ya da yeryüzündeki varlıklarını simgeleyen kalıntılarını
bir duâ ve ta’zim yeri haline getirmek, bu külte yer veren
bütün dinsel geleneklerde görülen ortak bir özelliktir. Ayrıca onların
resim, kabartma ya da sembolik sûretlerini yaparak onlara
ta’zimde bulunmaya da sıklıkla rastlanır. Azizler ve ermişler kültü
de atalar kültünün bir başka uzantısını oluşturur.
Ateizm: Ate: Allah’ı inkâr demektir. Ateizm: Allah’ın varlığını
inkâr etme, tanımama anlamına gelir. Tanrıtanımazlık da denilen
ateizme, eskiden ilhâdiye ve dehriyye denilirdi. Ateist de: Allah’ı
inkâr eden; tanrısız, dinsiz kâfir demektir. Ateizme Ateistlik de
denir.
Ateşe Tapma: Mecûsilerin dini, Zerdüşt dininde esas olan tapınma.
“Mecûs” (ateşe tapanlar) 22/Hacc, sûresi, 17. âyetinde geçer.
Mecûs dinindekilere Mecûsî denilir. Zerdüşt: Milâttan önce
altıncı asırda yaşamış, iyilikle kötülüğün mücâdelesi esasına dayanan,
iyilik ve kötülük tanrısı olarak iki ayrı tanrıya inanılan ve
ateşe tapılan dini kuran kişi. Bu dine mezdekîlik de denir. Zerdüşt,
Bilgelik tanrısı Ahuramazda’nın kendisine göründüğünü ve ondan
doğruluğu yaymak görevini aldığını ileri sürdü. Ahuramazda’nın
en büyük tanrı olduğunu, öteki birçok tanrı arasında, yalnız ona
tapmak gerektiğini savundu.
Ateşgede: Ateşe tapanların, Zerdüştlük inancına sahip olanların
ateş yaktıkları tapınak. Tasavvufta; Sürekli hak aşkı ile yanan
gönül anlamında kullanılır.
Athene: Yunan tanrılarından biri. Zeus’ün kafasından çıkan
kızı. Yunan çoktanrıcılığının en ünlü ve önemli tanrılarından
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 98 -
biridir. Atina kentinin koruyucusu ve ruhu sayılır. Savaşçıdır, babası
tanrılar tanrısı Zeus’ün kafasından tepeden tırnağa silâhlı olarak
çıkmıştır.
Atılan ok geri dönmez: Tasavvuf kültürüne göre; bir velî
bedduâ ettimi mutlaka hedefini bulur. Bedduânın hedefine ulaşmasına
engel olmak ve onu geri almak, velînin elinde değildir.
Şeyhe ve velîye karşı işlenen suçun tevbesi ve affı olmaz.
Atina: Yunan mitolojisine göre, ruhunun tanrıça Athena tarafından
temsil edildiğine inanılan Yunan kenti. Yunan mitolojisinde
Athenai (Athena’nın kenti) adıyla anılır. Güzel sanatlar kentidir.
Atlantis: Yunan mitolojisine göre yok olmuş ada. Antik çağın
ünlü Yunan düşünürü Platon’un anlattığına göre, eski bir Yunan
masalında bu adı taşıyan bir ada varmış, sonradan denize gömülüp
yok olmuş. Atinalıların oraya gönderdikleri ordu da adayla
birlikte sulara gömülmüş.
Atlas: Yunan tanrısı, kralı ve dev. Yunan mitolojisinde iki Atlas
vardır. Biri denizler tanrısı Poseidon’un Atlantis yerlilerinden
Euenor’dan doğma oğludur ve babası tarafından Atlantis kralı
yapılmıştır. İkincisi bir devdir, dev tanrı. Yunan mitolojisinde Olimpus
tanrılarına karşı yapılan bir başkaldırı hareketinde yer alan ve
cezâ olarak dünyanın ucunda ebediyyen dikilerek semâları sırtında
taşımak zorunda bırakılan bir titan (dev); Hesperides’in babası.
Sihirli elmaları almaya geldiğinde Herkül’e yardım ederken, kısa
bir müddet semâları sırtlama işini Atlas’ın yerine Herkül’ün yaptığına
inanılır.
Avesta: Mecûsilerin kutsal kitabı. Zerdüşt’ün sözleri olduğuna
inanılan kitap. Eski İran diliyle yazılmıştır. Aslının on iki bin öküz
derisine yazıldığına ve bu metnin de İskender tarafından yaktırıldığına
inanılır.
Avrupa: Bkz. Europa
Ay ata: Eski Türk yaratılış mitolojisinde yaratılan ilk insan.
Onun eşi ise Ayva idi.
Ayazma: Yunanca “kutsal” demektir. Hıristiyanlıkta bir aziz
veya azizeye isnat edilen kuyu veya pınar için kullanılır. İsa
Mesih’in vaftizinin hâtırasına adanan su veya su kaynağı. Bazı yörelerde
bu suyu içmekle veya vücuda sürmekle hastaların iyileşeceğine
inanılmaktadır.
Âyin: Dinî merâsim, ibâdet. Âyin, Farsça bir kelime olup, aslında
âdet, gelenek, usûl ve kanun demektir. Dilimizde hıristiyanların
PUT VE PUTA TAPINMA
- 99 -
dinî tören ve ibâdetlerine denilir. Dinsel bir amaçla; günahlardan
sıyrılmak, sevap elde etmek, kötü güçleri kovmak, İlâhî güçleri yardıma
çağırmak gibi gâyelerle tek veya toplu şekilde yapılan tapınma,
ritüel. Âyinler, dinî geleneklerin temel özelliklerinden birisidir.
Gelenekten geleneğe farklı âyin şekilleri olabileceği gibi, birçok
dinde görülebilen ortak âyinler de vardır. Âyini-i rûhânî: Hıristiyanlarda
dinî tören demektir. Bütün din mensuplarının, mecûsîlerin,
yahûdilerin ve özellikle hıristiyanların ibâdethânelerde icrâ ettikleri
toplu dinî törenler, ibâdetler için kullanılır. Tasavvuf kültüründe
ise; tarikat ehlinin kendi aralarında belli bir usûl ve düzene
göre topluca icrâ ettikleri zikir, dinî merâsim, semâ bu adla anılır.
Âyin-i Tarikat: veya Âyin-i Ehlullah: Evliyâ âyini; a) Şeyh veya halifesi
tarafından yönetilen, mürit ve dervişlerin iştirâki ile yapılan
tarikat âyinleri; b) Evliyânın sîreti, gidişâtı, harket ve ibâdet tarzı,
meşrebi ve zihniyeti. Bütün tarikatlerde belli âyinler ve dinî
törenler, başka bir deyimle vecd yolu ile Allah’a yaklaşmak için
yapılan belli hareketler vardır. Bu âyine Mevlevîler semâ veya
mukabele, Kadirîler devrân, Rifâîler Zikr-i Kıyâm, Nakşibendîler
Hatm-i Hâcegân ismini verirler. Bu âyinler tekkelerde, zâviyelerde,
mescidlerde ve evlerde icrâ edilir. Birkaç tarikat hâriç, bütün tarikat
âyinlerinde besteli şiirler ve İlâhîler, bazı tarikatlerde ise buna
ilâve olarak tef, ney ve kudüm gibi çalgı âletlerini çalmak esastır.
Âyin-i Niyâz: Bektâşîlerin, Babaya gelip hayır ve himmet istemek
için onun huzurunda yüz ve gözlerini yerlere sürerek yalvarırlar,
buna niyâz etme ve niyaz âyini adı verilir. Bu âyin, Mevlevîlikte
de vardır. Âyin-i Cem: Cem veya Cemşid âyini demektir. Efsâneye
göre şarabın mûcidi olan eski İran hükümdarlarından Cem veya
Cemşid adına yapılan törendir. Tasavvufta; Bektâşilerin ve Alevî
zümrelerin çeşitli vesilelerle düzenledikleri müzikli ve içkili toplantıya
bu ad verilir. Alevîlerde kadınlar da bu âyinlere katılır.
Aziz (sint, saint): Kutsallığına inanılan kişi, ermiş insan. Hıristiyanlık
tarihinde azizlik kurumu çok büyük bir önem taşır. Aziz,
önce halkın inancıyla azizleşir, sonra kilise tarafından resmen
aziz olarak tanınır ve açıklanır. Hıristiyanlıkta otuz beş bin aziz
bulunduğu tespit edilmiştir. Meşhur hıristiyan araştırmacılarından
Camille Jullian şöyle der: “Ancak azizlerin mezarlarına sahip
olduktan sonradır ki, hıristiyanlık halk yığınlarınca kabul edilmiş
ve tutulan bir inanç haline gelmiştir.” Hatta ilk hıristiyanlar, Kelt
kasabalarında kendi inançlarını yayabilmek için onların kutsal
saydıkları mezarların üstüne birer haç dikip benimsemek zorunda
kalmışlardır.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 100 -
Bâtıl ve Bâtıl Dinler: Bâtıl: Doğru olmayan, yanlış, boş ve geçersiz
olan demektir. Hakkın karşıtı olan bâtıl, Allah’ın indinde
geçerli tek din olan İslâm’ın dışında veya ona muhâlif olan her
şey için kullanılır. Kur’an’da, hakkın yanında bâtılın hiçbir yerinin
olamaycağı, zira hakkın gelmesiyle bâtılın zâil olacağı, ortadan
kalkacağı ve bâtılın zâten yok olmaya mahkûm olduğu belirtilir.374
Tasavvuf anlayışına göre bâtıl inkâr olunamaz. Çünkü eşya zıddıyla
kaimdir. Onun için bâtıla da hak nazarıyla bakmak gerekir.
“zehî hayâl-i muhâl, zehî tasavvur-ı bâtıl” (Anonim). Bâtıl Dinler:
İnsanlar tarafından ortaya atılan, beşerî dinlerdir. İnsanın uydurmasına
dayanan bu dünya görüşü ve hayat anlayışları, hak dine
alternatif olarak ortaya konulan bazen din olarak, bazen felsefe
veya ideoloji olarak ortaya konulan görüşlerdir. Başlangıcından
itibaren vahye dayanmayan tüm din ve ideolojiler, dünya görüşlari
ve yaşama biçimleri birer bâtıl dindirler. Adına din denilmeyen
kapitalizm, komünizm, materyalizm, laiklik ve demokrasi de birer
bâtıl din kabul edilmelidir. Bâtıl İnanç: Doğru olmayan, dinin
temel yapısının dışında olan ve genellikle eski geleneklerin veya
diğer inanç sistemlerinin bir uzantısı olarak kabul edilen şeylerdir.
Bâtıl inançların temelinde yanlış tabiat bilgileri, mantık dışı düşünceler,
yanlış korkular ve tutkuların etkileri vardır. Falcılık, yıldız
veya rüya yorumları, kehânette bulunma, gizemli tedavi biçimleri,
cin korkusu, büyü, sayı sembolleri bâtıl inancın tipik tezâhürleridir.
Gerçek dinî inancın kaybolduğu yerde bâtıl inanç bunun yerine
geçer.
Bedîuzzaman: Bedî’: Eşi ve benzeri olmayan, örneksiz olarak
yaratan375 demektir. Allah’ın güzel isimlerinden (esmâü’lhüsnâ’dan)
biridir. Hayret verici, eşsiz güzellikte olan, benzeri
olmayan şeyleri vücuda getiren, kimseye benzemeyen, icat edici
olan, yaratıcı anlamında kullanılır. Bedîuzzzaman: Zamanın bedîi
olanı, zamanda kendisi gibi görülmedik olan. Kimseye benzemeyen
demektir.
Bekçi: Sahip, hâkim, hâmi, muhâfız. Tasavvuf kültüren göre;
her beldenin bir sahibi, yani mânevî bekçisi ve muhâfızı vardır; Bu
da velîdir.
Bellona: Romalıların savaş tanrıçası. Savaş tanrısı Mars’ın karısı
ya da kız kardeşidir. Yunan tanrıçası Enyo’nun Latinleştirilmişidir.
Beşler: Tasavvuf kültürüne göre; Cebrâil’in kalbi üzere bulunan
(rûhânî his ve bilgilerini ondan alan) beş ermiş. Ruhların
374 17/İsrâ, 81; 21/Enbiyâ, 18
375 Bk. 2/Bakara, 217
PUT VE PUTA TAPINMA
- 101 -
hükümdarı olan Cebrâil’in nefesinden ve ilminin feyzinden kalpler
hayat bulduğu gibi, tarik ehlinin hükümdarları olan beşlerin
nefes ve ilim feyzinden de gönüller hayata kavuşur.
Bî-reng: Renksiz. Tasavvufta; dinlerin birliği (vahdet-i edyân).
Bütün renklerin aslı renksizlik olduğu gibi, bütün dinlerin aslı da
bir ve aynıdır. Bu da bütün insanların “elest bezmi”nde kendilerinin
kul, Allah’ın Rab olmasını kabul etmelerinden ibâret olan
tek ve bir dindir. Belli bir mertebeye ulaşan mutasavvıf, bütün
din mensuplarına aynı gözle bakar. Çünkü hepsinin aslı birdir. Bütün
dinler ve mezheplerde esas olan sözkonusu dinin renkleridir.
Hallâc’a göre insanlar, kendilerinin tercih ettikleri din üzere değil;
kendileri için tercih edilen din üzere bulunurlar. İbn Arabî’ye göre
Allah, kendisinden başkasına ibâdet edilmemesine ferman buyurduğundan,
esasen Ondan başkasına ibâdet etmek mümkün değildir,
başka şeylere ibâdet edenler farkında olmadan Ona ibâdet
ederler.
Brahmanizm: Vedaları vahiy mahsûlü olan kutsal kitap kabul
eden ve reenkarnasyon (tenâsüh/ruh göçü) inancına yer veren,
Hinduizm tarihinin Vedalar sonrası iksinci safhası. Adını hem
râhipler sınıfı Brahmanların ağırlıklı konumlarından hem de tanrı
Brahma’ya verilen önemden alır. Brahmanizmde karmaşık kurban
işlemleri ve kast sistemi gelişerek ağırlık kazanmıştır.
Buda (Buddha): Budizmin kurucusu Gautama Buddha için
kullanılan bir unvandır. Tharavada Budistleri geçmiş dünya çağlarında
birkaç Buddha’nın bulunduğunu ve gelecekte de yine diğe
Buddhaların var olacağını kabul etmekle birlikte, içinde bulunduğumuz
dünya devrinde yalnızca bir Buddhanın, yani Gautama’nın
varlığını benimserler. Mahayana Budtistleri ise sayısız Buddha ve
Bodhisattvaların varlığını kabul ederler.
Budizm: MÖ 6. veya 5. yy’da Gautama Buddha’nın öğretilerine
dayalı olarak Hindistan’da kurulmuş olan misyonerliğe dayalı
büyük inanç sistemlerinden birisidir. Hindistan’da doğup orada
gelişmesine rağmen sonradan anavatanında hemen hemen
yok oldu ve daha ziyade uzak doğuda yayıldı. Tarihî süreç içerisinde
Budizm, iki ana kola ayrılmıştır. Bunlardan hinayana’nın
(Küçük araba) Tharavada (eskilerin geleneği) ekolü, Güneydoğu
Asya’da, Seylan, Burma, Tayland ve Kamboçya’da yayılırken, Mahayana
(Büyük araba) mezhebi ise Tibet, Çin, Kore, Japonya ve
Vietnam’da taraftar buldu.
Hinduizm içerisinde reformist bir hareket olarak ortaya çıkan
Budizm, Hinduizmin tanrı düşüncesini ve kast sistemini reddeder.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 102 -
Acı ve ıstırapla dolu insanın kendi çabasıyla kurtulabileceğini savunur.
Büdelâ: Bedel, karşılık, denk, bir şeyin halefi ve değişiği anlamına
gelen “bedel”in çoğuludur. Tasavvufta; Yediler (yedi evliyâ)
anlamına gelir. Bunlardan her biri gözden kaybolur, bir anda çok
uzak mesafelere giderler. Gözden kayboldukları vakit, yerlerine
her yönden kendilerinin tıpkısı olan canlı bir beden bırakırlar. Hâl,
hareket ve şekil bakımından aslından ayırt edilmeyen bu bedene
“bedel” ve “bedil” denir. Bedel bırakma gücüne sahip olan velîlere
“büdelâ” denir (bak. Abdal maddesi).
Burç: Güneş sisteminde yer alan on iki takım yıldızın her biri:
Koç, Boğa, İkizler, Yengeç, Aslan, Başak, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak,
Kova, Balık. Güneş her yıl bu takım yıldızlarından birinin bölgesinde
bulunur. Burçlar, daha çok fal için, kişinin geleceğini öğrenmek
gibi bâtıl, yalana dayanan ve büyük günah kabul edilen gaybı bilme
iddiasının aracı olarak eski zamandan beri kullanılır. Hemen
tüm bâtıl dinlerde burçların yeryüzündeki yaşam ve insanlar üzerinde
etkili oldukları düşüncesi mevcuttur. Maalesef son zamanlarda
daha yaygınlaşarak şuurlu zannedilen Müslümanlara kadar
bu şirk düşüncesi yayılmakta, insanlar, kendi kaderlerini burçlarda
görmektedir.
Büt: Put, sanem. Divan edebiyatında sevgiliye istiâre yoluyla
büt ve sanem denilir. Buradaki put, daha çok kilise duvarlarındaki
mozaik işlemeli tasvirler yerine kullanılır ve sevgilinin o tasvirler
kadar güzel olduğu anlatılmak istenir. Putun güzel kabul edilmesi,
İslâm etkisi altında oluşturulduğu değerlendirilen bir edebiyat
için (Osmanlı divan edebiyatı) ne kadar İslâmîdir, orası hiç gündeme
gelmez. Sevgilinin beni ile kâkülü putperest olarak bilinir.
Küfr kelimesinin siyah anlamı ve kâfir kelimesiyle olan ilişkisi böyle
bir teşbihe sebep olur. Bu küfür karşısında yanak, aydınlık şekliyle
imanı simgeler. Yine sevgilisinin güzelliği bir puthâne gibidir
(Meselâ câminin değil; puthanenin de örnek güzelliği kabullenilir).
Âşık, sevgilisinin güzelliği karşısında kendini bir puthânedeki
kadar dinden imandan çıkmış olarak gösterir. Çünkü o güzellik
aklını başından almış ve onu, ne yaptığını bilmez hale getirmiştir.
Büt kelimesi, Çin ile birlikte kullanıldığında ortak yön resim olur.
Çünkü resmin Çin’den çıktığı ve en güzel resimlerin orada yapıldığı
görüşü yaygındır. Büt-i tersâ: Hıristiyan putu. “Demâdem cevrler
çekdiğim bî-rahm bütlerden / Bu kâfirler esîri bir müselmân olmasın
yâ Rab.” (Fuzûlî); “Ol büt-i tersâ sana ‘mey nûş eder misin?’
demiş / El aman ey dil, ne müşkilter suâl olmuş sana.” (Nedim) (O
Hıristiyan güputu -güzel-, sana ‘şarap içer misin?’ demiş. Aman ey
PUT VE PUTA TAPINMA
- 103 -
gönül, sana ne zor bir sual sormuş!)
Cadı: Büyücü kadın; Geceleri dirilip insanlara kötülük ettiğine
inanılan ölü kadın, hortlak. Cadı inancı özellikle ortaçağ Avrupa’sında
çok yaygındı. Büyücülük yapanların da bu cadılar olduğuna
inanılmış ve cadı kelimesi, büyücü anlamında da kullanılmıştır.
Hıristiyanlık tarihinde büyücü avları gibi cadı avları da ünlüdür.
Cadı sayılıp yakılanların sayısının ortaçağ hıristiyan Avrupasında
milyonları aştığı tarihlerde yazılıdır.
Câhiliyye: Câhiliyye; lügatta “bilgisizlik” mânâsına gelir, ilmin
zıddıdır. Beyinsizliği ve hamâkati de içine alır. Genellikle İslâm’ın
hâkim olmasından önceki hayatı içine alır. İslâm’ın ortaya çıkmasından
önceki küfür ve sapıklık hali anlamında kullanılır. Istılah
olarak: “Allah’ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip
bunların yerine insanlar tarafından konulan hükümlere, düşüncelere
ve sistemlere inanmaktır.”
Kur’an’da genellikle bu anlamda yer almıştır. Mâide Sûresi
50. âyete göre; Allah’ın koyduğu hükmü, hududu dikkate almayan
bütün sistemler, câhiliyyeye dayanmaktadır. Helâl ve haram
hudutlarını önemsemeyen bütün ekonomik kuruluşlar, câhilî sermayeye
dayanmak durumundadır. İnsanları Allah’ın dinine göre
eğitmeyen bütün eğitim sistemleride câhilî eğitim durumundadır.
Câhiliyye kavramı, hakka ve hakikate dayanmayan her türlü
itikadî ve amelî unsurları içine alan bir kavramdır.
Câhiliyye, “bilgisiz olma”yla eş anlamlı görünmüş olsa da, temelde
bir düşünme biçimi, bir sistem, bir yaşantı şeklidir. Kur’an’ın
İslâm dışı toplumların ve kişilerin tutum, davranış, yaşantı ve kurdukları
sistemi tanımlamak için kullandığı bir kavramdır. Değer
yargılarını, ahlâk kurallarını, inanç, düşünme ve davranış biçimlerini
bünyesinde toplayan ve kendine bağlı insanların yaşayışlarına
yön veren iki sistemden biri İslâm; diğeri hangi ad altında
olursa olsun “câhiliyye”dir. Şirk ve küfür, bu sisteme inanç ve itikad
yönüyle ad olurken, câhiliyye de, kabul edilen değer yargıları
ve davranış biçimleri, yani sosyolojik yönüyle ad olur. Câhiliyye,
“bilgisiz olmak”tır; evet, esas bilinmesi gerekeni bilmemek, yanlış
bilgi sahibi olup, bilmediğini de bilmemek, hevâya, kuruntuya,
zanna uymaktır. Esas bilinmesi gereken Hakk’ı hak olarak bilmemektir,
câhiliyye.
Câhiliyye, belli bir döneme ait bir olgu değil; insan hayatında
sürekli var olan dinamik ve yaşayan bir olgudur.
Peygamberimiz’den önceki dönem câhiliyye devri olduğu gibi;
günümüz modern câhiliyyesi de en büyük ve en ilkel câhiliyyedir.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 104 -
Câhiliyyenin, kendine göre (Allah’a dayanmayan) inanç sistemi,376
yaşayış biçimi,377 ahlâk anlayışı378 ve devlet görüşü379 vardır.
İslâm’ın zıddı, câhiliyyedir. (Câhiliyye bir inanç ve yaşama biçimi
olarak İslâm’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. Küfür
demektir.) İslâm’ın her parçasının karşısında mutlaka câhiliyye
vardır.
Câhiliyye dönemi Arap Dini: Peygamberimiz Hz. Muhammed’in
(s.a.s.) İslâm’ı tebliğ edip Mekke fethiyle birlikte tüm Arabistan
yarımadasında tevhid dini olan İslâm’ı hâkim kılmasından önceki
dönemde, Arabistan’da hâkim olan dinsel yapı. Dinler tarihinde
bir adı bulunmayan bu dinin temel karakteristikleri, Yüce bir Allah
inancına sahip olmakla birlikte, O’na birçok konuda şirk koşulması,
çeşitli gök cisimlerinin, tabiat nesnelerinin, melek ve cin
gibi bazı metafizik varlıkların ve kabile reisleri, zenginler ve asiller
gibi bazı kişilerin tanrılaştırılması ve bunlara dayalı bir paganizmin
mevcut olmasıydı.
Cibt: Put, tâğut, habis ve alçak, kâhin, ruhsuz ma’bud. Allah’ın
dışında kendisine kullukta bulunulan her şeye ve her kişiye isim
olarak verilir. “Kendilerine Kitap’tan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara
ve cibt’e ve tâğûta (putlara ve sahte tanrılara) iman ediyorlar, sonra
da kâfirler için: ‘Bunlar Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’
diyorlar.”380 Cibt, Allah’ın otoritesine karşı çıkan ve insanları yönetme
ve yönlendirme iddiâsını taşıyan her kişi ya da kurum için kullanılır.
Tâğût kelimesiyle eşanlamlı gibidir. Cibt ve tâğut, Allah’tan
başka ilâh olarak tanınan ruhlu ve ruhsuz ma’butların, putların
tam isimleridir. Kur’an’da bu terim, şirki tevhidden -sırf düşmanlık
ve kinleri yüzünden- üstün gösteren bazı Yahûdilerin bâtıla
ve puta inandıkları, inkâr edenlere müşriklerin Müslümanlardan
daha doğru yolda olduklarını söyledikleri anlatılırken sözkonusu
edilmektedir. Allah bu tip adamlara lânet etmiştir. 381
Cifr: Harflere verilen sayı kıymeti ile geleceğe veya geçen
hâdiselere, ibârelerden tarih veya isme dair işaretler çıkarmaya
denir. Ebced hesabının bir çeşididir. Harflere verilen ebced değerleri
gibi, rakam ve remiz (sembol) ile ifade edilen, gelecek hakkında
haber verdiğine inanılan bilgiye ad verilen cifr, hurûfilik denilen
sapık bir tarikat tarafından dini, tümüyle zâhirinden farklı
376 3/Âl-i İmrân, 154
377 48/Fetih, 26
378 33/Ahzâb, 33
379 /Mâide, 50
380 4/Nisâ, 51
381 bk. Tâğut
PUT VE PUTA TAPINMA
- 105 -
değerlendirmeye sebep olan anlayıştan etkilenerek ortaya çıkmıştır.
Hurûfiliğin kaynağı da yahûdi kabalası, eski Yunanlardan kalma
Pisagorculuk ve çeşitli câhiliyye tılsımlarıdır. Değişik sihirlerde,
kayıp bulmada, gayba taş atmada ve muskalarda bol bol cifirden
ve ebcedden yararlanılır.
Cin: Gözle görülmeyen canlı varlık; Cinler tarafından çarpılmaya,
daha doğrusu böyle kabul edilen felç vb. sakatlıklara cin
çarpması, veya şeytan çarpması denilir.
Cincilik: Yere ait ruhlardan, yani cinlerden yararlanılarak,
daha doğrusu böyle bir iddia ile yapılan sihirdir. Bu tür büyülerle
uğraşanlara da cinci denir.
Çan: Eski Mısır, Yunan ve Roma kültleri yanı sıra, uzakdoğudaki
şintoizm gibi çeşitli din ve geleneklerde, tanrıları uyarmak,
kötü güçleri kovmak, dinî âyin ve törenleri düzenlemek ve benzeri
amaçlarla kullanılmıştır. Şintoizmde çan, mâbed girişinde çalınır.
Hıristiyanlıkta çanın Kartaca’da kullanılışıyla ilgili ilk bilgiler 6.
yy’a âittir. Öten yandan Roma’da Papa Sabiniamus’un 604 yılında
çan kullanımını Batı kilisesine soktuğu belirtilir. Doğu kiliselerinde
ise çan 9. yy’dan itibaren kullanılmaktadır.
Çaput: Türbelere bağlanan kumaş parçaları. Mezar taşı, türbe
ve tekke penceresine veya o civardaki ağaçlara düğümler, çaputlar
bağlamak eski Türk câhiliyyesinden devralınan hurâfe ve putperest
özelliklerindendir. Türkler, müslüman olmadan önce sahip
oldukları türbelere ve kutlu saydıkları ağaç ve çalılara paçavra
bağlamak ve mezarlarda mum yakmak gibi câhiliyye âdetlerini,
İslâm’ı kabul etmeleriyle birlikte yeni dinlerine katmışlar, hâlâ da
bu hurâfe ve bâtıl inanışları terkedememişlerdir.
Çarpmak: Bir ermişin veya yatırın gazâbına uğramak. Velîlere,
ermişlere, yatırlara veya kutsal şeylere hakaret edilip bu gibi kişiler
ve nesneler aşağılanınca ermişlerin ve yatırların mâneviyâtı ve
rûhâniyeti onları cezalandırır.
Ayrıca, cin, peri, şeytan, ifrit, kara büyü, sihir ve benzeri güçlerin
etkisinde kalarak bunlardan olumsuz etkilenme hali için çarpılma
deyimi kullanılır. İslâm’da bâtıl bir inanç olarak nitelenen
çarpılma tasavvuruna dünyada mevcut birçok inanç sisteminde
yer verilir. Şamanizm gibi bazı din ve gelenekler bunu, doğaüstü
güçlerle trans halinin sağlanması açısından olumlu bir durum olarak
görürken, diğer birçok gelenekte bu hoş karşılanmaz ve bundan
korunma yolları aranır; çarpıldığına inanılan kişilere çeşitli
mânevî tedâvi işlemleri uygulanır; cincilerden yardım alınır. Bütün
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 106 -
bunların putperestlikle ilişkisi sözkonusudur.
Çelenk; Cenâzeye Çelenk Götürmek: Cenâzeyi çelenklerle
uğurlamak hıristiyan âdetidir. Çelenk, aslında hıristiyanların kutsal
kabul ettiği haç taşıma aracıdır. Haçı çıplak taşımamak için onu
çiçeklerle süslemekte ve öylece mezara kadar götürmekteler. Peki,
bir müslüman, bu çelenk hurâfesiyle mezara ne götürmekte veya
göndermektedir? Hıristiyanın haçını mı, yoksa çiçek buketleri arasına
sıkışmış, üzüntülerle harmanlanmış hurâfeleri mi? Yapmadığı
duâları mı? Çelenk için, cenâze için çiçeği koparmak, onu zikirden/
İbâdetten ve insanlara güzellikler veren özelliklerden mahrum etmektir.
Ayrıca israftır, bu paralarla fakirlere sadakalar verilse daha
iyi olmaz mı?
Dinimiz, kabir üzerine yığılmış kurumaya mahkûm çelenk ve
çalı değil; büyümeye ve yeşil kalmaya lâyık fidanlar, çiçekler dikilmesinden
yanadır. Peygamberimiz bizzat buna örnek vermişler,
iki kabrin üzerine hurma fidanı dikerek, “bunlar yeşil kaldıkça, içeridekiler
için rahmet vesilesi olmaları umulur” buyurmuşlardır. O halde
ne yapılması gerektiğine dikkat edilmelidir? Allah’ı râzı etmek,
cenâzeye rahmet vesilesi olmak veya hıristiyanları körü körüne
taklit edip hurâfeyi çağdaşlık sanarak çeşitli zararları seçmek. Kararı
inançlar belirleyecektir.
İslâm hayat dinidir. Her şeyde canlılık ister. Bu sebeple de hayat
sembolü olan yeşili, yeşilliği korur, geliştirilmesini teşvik eder.
Rahmete, berekete, sıhhate ve çevre sağlığına yararlı ve yeşilliğin
(her çeşit ot, bitki ve ağaçların) Allah’ı kendi halleriyle zikredip
ibâdet ettiklerini kabul eder. Ne var ki, her güzel ve doğrunun
düşmanı olan hurâfe ve bâtıl inanışlar, kör taklitçilik, amacı bilinmeden
başka milletlerden devşirilen, kapılardan gümrüksüz geçirilen
câhiliyye âdetleri yeşilin ve yeşilliğin de düşmanıdırlar.
İslâm ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan “hıdırellezde yeşil
çiğnemek gerek” düşüncesi ve uygulaması, yılbaşı kutlamaları dolayısıyla
çam kesmeler, vitrin süslemeler, bayramlarda mezarlara
yeşil çalı götürmeler, kabirlere çiçek bırakmalar, büyük kentlerde
salgın hale gelen cenâzeleri çelenklerle uğurlamalar gibi bir
sürü uygulama, bize yabancı, zararlı ve başka milletlere benzeme
girişimleri olarak sosyal ve dinî bünyeyi kemirip durmaktadırlar.
Ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili hurâfe ve bâtıl inanışlar, gün geçtikçe
artmaktadır. Oysa çok dikkatli davranılması gerekli hayat
olayı, ölüm ve sonrası ile ilgili muâmelelerdir. Ne ses, ne gürültü,
ne bando, ne top arabası, hatta ne slogan... Sadece acele fakat
telaşsız, üzgün fakat vakur, hayat kadar ölüme de râzı bir havada,
PUT VE PUTA TAPINMA
- 107 -
duâlarla ve sürekli ölümü düşünerek ölü için duâ makamında kılınacak
cenâze namazı ve yapılacak mütevâzi bir merâsim, ölene
karşı son görevin yerine getirilmesi için kâfidir. Ötesi bir yığın
hurâfe ve günahtır, israf ve yorgunluktur, cenâzeyi de rahatsız,
huzursuz etmektir.
Bir de kurban olarak horoz adamak veya kesmek var ki, horozdan
kurban olsa olsa, böyle sahte tanrılara olur dedirtiyor insana.
Yine, yatırların yanlarına konulan tuz ve şekerlerden medet
ummak, onları şifalı kabul edip almak veya dağıtmak, istismarcıların
ekmeğine yağ süren hurâfelerdendir. Oraların toprağını kutsal
kabul edip beraberinde götürmek, kabirlerin etrafında tavaf etmek...
Bütün bunlar şirk unsuru olan hurâfelerdir.
Çelîpâ: Haç, put, salîp. Edebiyatta, özellikle Divan edebiyatında
sevgili için kullanılır. Sanat eseri sayılan putta güzellik olduğu
varsayımından yola çıkılarak “put gibi güzel” demek istenir. Aslında
bâtıl müslümana göre güzel olamaz, kişiyi Allah’tan uzaklaştıran
ve şeytana, cehenneme yaklaştıran şeyin güzel olması sözkonusu
olamaz. Bir müslümana göre putun güzelliği kabul edilemez.
Bununla birlikte “büt” ve “sanem” kelimeleri gibi, aynı anlama
gelen “cibt” ve “çelîpâ” kelimeleri de sevgili için, çelîpâ kelimesi
de özellikle sevgilinin saçı için sözkonu edilir. Sevgililerin birer
kâfir olduğu düşünülürse, saçlarının da çelîpâ (haç/put) olması uygun
görülmüştür. “Tonanup ol büt-i Çîn atlas u dîbâlar ile / Deyr-i
hüsnün bezemiş müşg-i çelîpâlar ile.” 382
Çevre; Sosyal Çevre: İnsan, her türlü zihinsel ve duygusal yapıya
sahip olarak gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu
gelişim sürecini devam ettirebilmek için toplum içerisinde yaşamak
ve diğer insanlardan faydalanmak zorundadır. Bu yönüyle
toplumsal bir varlık olarak değerlendirilen insan; inancını, bakış
açısını, her türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı
toplumdan alır. Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde toplum, insanın
benliğini, irâdesini, idrâkini kuşatır, âdeta esir alır, hapseder.
İnsanın, toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele haline
gelir. Zira toplumlar kendi normlarını bireylere benimsetmek onların
düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek ister. Bu, toplumun
putlaşması demektir.
Toplum, binlerce yıllık birimini, tecrübelerini, örf ve âdetlerini,
inançlarını, değer yargılarını bireylere aktardıktan sonra, bu sosyal
değer ve normların eleştirilmesine tahammül edemez, kendine
mensup bireylerden mutlak itaat bekler. Bu normlar karşısında
382 Ahmed Paşa
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 108 -
şüpheye düşülmesini bile istemez. Sosyal çevre, insanın her yönüyle
gelişimine uygun bir ortam olmakla birlikte, belli bir aşamadan
sonra yetersiz kalmakta, hatta fertlere alternatif tanımadığı zaman
da zararlı olmaktadır. Hür düşünme ve araştırma imkânlarını
ortadan kaldıran toplumsal çevre baskısı, hiçbir zaman hoş karşılanmamaktadır.
Kur’an kültürüne dayalı bir perspektiften baktığımızda, yapılarına
göre iki tür toplumun varlığından söz edebiliriz. Biri normları
İlâhî öğretiye dayalı toplumlar (İslâmî toplum/ümmet), diğeri
normları câhilî öğretiye dayalı toplumlar (câhiliyye). Câhiliyye
toplumlarında insanı doğruluktan, iyilikten, güzellikten uzaklaştırıcı
bir baskı vardır. İşte böylesi toplumlarda toplumun yanlışlığına
rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne ve çirkinliğine
rağmen iyiyi ve güzeli tercih etmek, söz konusu topluma ve toplumsal
değerlere karşı çıkmayı, baskılara göğüs germeyi gerektirir.
Ayrıca kişiliğini içinde bulunduğu toplumla özdeşleştirmiş kimseler
için böyle bir durum geçerli değildir. Bunlar için, içinde yaşadıkları
toplumu reddetmek kendi kişiliğini reddetmek gibi imkânsızdır.
Bu tip insanlar İlâhî bir mesajla, hak sözle karşılaştıklarında kendilerine
göre bir değerlendirme yapma yeteneklerini işlevsiz hale
getirmişlerdir. Böyle bir durumda zihinlerinin ilk çağrıştırdığı şey,
içinde yaşadıkları toplumun yaklaşımlarıdır. Doğru da olsa yanlış
da olsa toplumun reddettiği her şey, toplumun bireylerince kabul
edilemezdir; bu toplumun yazılı olmayan yasasıdır/nassıdır.
Hak bir sözle, İlâhî bir mesajla câhiliyye toplumunun karşısına
çıkanlar şu tür sorulara muhâtap olurlar: “Bu kadar insan bilmiyor
da sen mi biliyorsun? Bunca insan yanlış yolda da, sen mi
doğru yoldasın, yani bu kadar insan aldatıldığının farkında değil
de, bunu bir sen mi farkettin? Daha senin yaşın kaç? Biz bu yaşa
kadar atalarımızdan buna benzer bir şey duymadık, böyle bir şey
görmedik...”
Evet, bu kimselerin anlayışına göre iyi ve doğru, çoğunluğun
kabul ettikleridir. Peki nedir çoğunluğun özellikleri? Kur’ân-ı
Kerim, çoğunluğun “yoldan çıkmış, fısk ehli”383, “vahiy bilgisine
karşı ilgisiz”384; “Allah’ın verdiği sayısız nimetlere nankörlük
eden” 385 ve “kâfir”386 kimseler olduğunu belirtir. “Muhakkak ki Biz,
bu Kur’an’da insanlara her türlü misali, çeşitli şekillerde anlattık. Yine
383 5/Mâide, 59; 7/A'râf, 102; 9/Tevbe, 8
384 7/A'râf, 187; 12/Yûsuf, 21; 30/Rûm, 6; 34/Sebe', 28
385 2/Bakara, 243; 7/A'râf, 17; 12/Yûsuf, 38; 40/Mü'min, 61
386 12/Yûsuf, 103; 13/Ra'd, 1; 17/İsrâ, 89
PUT VE PUTA TAPINMA
- 109 -
de insanların çoğu küfürden/inkârcılıktan başkasını kabullenmediler.”387;
“Andolsun ki eski milletlerin çoğu dalâlete düştü.”388; “Sen iman etmelerine
düşkün olsan bile yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir.” 389;
“Elif Lâm Mîm Râ, Bunlar Kitab’ın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen
haktır, fakat insanların çoğu iman etmezler.” 390
Kur’an ölçülerine göre itikadî ve ahlâkî açıdan olumsuz kimlik
taşıyan, normları câhiliyye esaslarına göre belirlenmiş toplumlar,
çoğunluğun câhil, gâfil ve kâfir olması sebebiyle insanları Hak
yoldan saptırabilecek bir etkinliğe sahiptir. Yüce Allah konu üzerinde
mü’minlerin dikkatini çekecek uyarılarda bulunur: “Yeryüzünde
bulunanların çoğuna uyacak olursan; seni Allah’ın yolundan saptırırlar.
Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de
söylemezler.”391 Bu âyet, aynı zamanda, hakkın tek, bâtılların ise
birden fazla olduğuna, yerküre üzerinde yaşayanların çoğunluğunun
da kâfirler topluluğuna mensup olduğuna işaret eder. İnsanın
bâtıl inançlara mensup toplumla etkileşiminden genellikle bâtıl
inançlar doğar. Her insanda çoğunluğa ayak uydurma, çoğunluğun
beğenisini kazanma eğilimi, çoğunluk tarafından dışlanma
korkusu vardır. İnsanın içerisinde yaşadığı toplum inanç açısından
Tevhid üzere ise, toplumun yapacağı etkileme olumlu olur.
Fakat toplum dalâlet ehli insanlardan oluşuyorsa etkileşim de bu
doğrultuda olacağından, dalâlet ehli toplum, inkâr motivi işlevini
görür. Bu durumda İslâm, çoğunluğun değer yargılarına değil,
Kur’an öğretilerine itibar etmeyi öngörür.
Bireyin kimlik ve kişiliğinin oluşmasında çoğunluğun, yani sosyal
çevrenin rolü inkâr edilemez. Sosyal çevre, doğrudan doğruya
olmasa bile dolaylı olarak etkide bulunur. İslâmî açıdan bozuk
bir çevre, öncelikle ruhu bozar. Ve bozulan ruhî ortamda, kutsal
duyguların, yüce düşüncelerin gelişimi zayıflar, âdi düşünceler
güçlenir, bayağı duygular revaç bulur. Böyle bir ortamda kişinin
inkâra düşmesi kolaylaşır. Hatta olumsuz sosyal çevre, bireyin
inkârcılığının bir motivi olur.
Çoktanrıcılık (Politeizm): Çok sayıda tanrıya tapma. Bir’den
çok tanrıya tapan çoktanrıcılığın tanrıları, genellikle kişileştirilmiş
doğa güçleri, atalar, şef ya da kahraman gibi saygı duyulan ölüler,
kutsal sayılan bitkiler ve hayvanlarıdır. Günümüzden üç bin yıl
önce insanların otuz beş bin tanrıya taptıkları saptanmıştır. Sümer
387 17/İsrâ, 89
388 37/Sâffât, 71
389 2/Yûsuf, 103
390 13/Ra'd, 1
391 6/En'âm, 116
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 110 -
mitolojisinden Yunan ve Roma mitolojilerine kadar bütün mitolojiler
bu tanrıların serüvenlerini anlatırlar. Çoktanrıcılık, felsefe
açısından doğatanrıcılık (panteizm) temeline dayanır. Kamutanrıcılık
adıyla da anılan bu felsefî anlayışa göre tanrı, evrenin yaratıcısı
değil; bizzat kendisidir. Bu anlayış, Müslümanlar arasında
yaygınlaşan tasavvufta vahdet-i vücut (varlığın birliği) deyimiyle
dile getirilmiştir. Çoktanrıcılığın tanrıları, insan niteliklidir, insanlardan
tek ayrılığı ölümsüz oluşlarıdır. (bk. Politeizm)
Daktyl’ler ve Daktilo: İda dağının demirci cinleri. Tanrı
Kybele’nin yoldaşları ve râhipleri sayılan bu cinler silâh yapımcılarıdır.
Halkın ilk demircilere duyduğu hayranlıktan ve onları tanrılaştırmasından
doğmuşlardır. Demir döverken çıkardıkları uyumlu
seslerden ötürü de müzikte ritmin bulucuları sayılmışlardır. Yunanca
daktiylos sözcüğü, parmak (el işçileri) anlamını dile getirir.
Bunlara, parmak cinleri anlamında daktylos denir. Beş tane olan
bu cinler, usta el işçisi olduklarından bu adı almışlardır. Bu cinler,
tanrıça Rhea’nın Zeus’ü doğurmak için ıkınırken yere dayadığı sağ
elinin parmak izlerinden doğmuştur.
Darwinizm: Darvin’cilik. Darvin tarafından geliştirilen, bütün
canlı varlıkların bir organizmadan evrim neticesi meydana geldiği
görüşü, evrimcilik. Evrimcilik veya Darvincilik denen bu görüşü
benimsemek, Allah’ı, Allah’ın yaratıcılığını inkâr demektir.
Dehriyye (Dehrîlik): Devre âit, zamana dâir demektir. Âlemin
ezelî ve ebedîliğini iddiâ edip âhirete inanmayan inkârcı ve imansız
bir fırka. Dehriye fırkası, her şeyin dehr, yani zaman tarafından
tâyin edildiğini iddiâ erenem Allah’ın varlığını ve yaratıcılığını
inkâr edenler ve bunların fırkası. Bugünün dünyasındaki ateizm
ve materyalizm, dehriyenin mirası üzerine oturmuş, onların temelsiz
görüşlerini savunmuşlardır. Dehrîlik, 10. yy’da Müslümanların
yaşadığı ülkede ortaya çıkmış, bu görüşü savunanlar, zaman
(dehr) ve maddenin yaratılmadığını, ezelî ve ebedî olduğunu
iddiâ etmişlerdir. Kur’an’da geçen bir ifâdeden, Kur’an’ın nâzil
olduğu dönemde de âhireti inkâr eden ve yalnızca içinde bulunduğumuz
zamanın varlığını kabul eden bir grubun bulunduğu
anlaşılmaktadır. Dehriyye, yalnız duyularla algılanabilen maddî
dünyanın varlığını kabul eder, duyular üstü bir âlemin varlığı fikrini
reddeder. Ayrıca, aklî bilgilerin kaynağının duyular olduğunu
savunur. “Dediler ki: ‘Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz
ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi
de yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar.”392 Dirilmeyi ve
392 45/Câsiye, 24
PUT VE PUTA TAPINMA
- 111 -
âhiret hayatını inkâr eden dehrîler (materyalistler), ölümü “dehr”
denen sürekli zamana veya tabiata bağlayarak, onun dışında ve
üstündeki hakiki müessiri, Allah’ı tanımadıklarını ifâde ederler.
Bunlara göre ölümü, gece ve gündüz, yani zaman hazırlar. Ruhları
alan bir ölüm meleği yoktur. Bütün olaylar zamana dayandırılır.
Ama onlar bu inancı beslerken zandan, ispatlanmamış teorilerden,
varsayımdan başka hiçbir delile sahip değillerdir.
Demirhan: Eski Türklerde dağ başı-tanrı. Özellikle Yakut Türklerince
inanılmıştır. Bazı metinlerde Yer-Su’lardan kutsal bir ruh
sayıldığı yazılıdır.
Demokrasi: Batının laiklik, özgürlük vb. hemen tüm kavramları
gibi demokrasi kavramı da kaypaktır. Sınırı, tanımı çok belirgin
değildir. İsteyen istediği yere çekebilir. Yöneticiler ve etkin güçler,
içini istedikleri gibi doldurabilir. “Halkın kendi kendini yönetmesi”
belki tek ortak tanım. Onun da nasıl olacağı ve müslümanlıkla
nasıl bağdaşacağı konusunda ortak görüş yoktur.
“Ver oyunu, gör oyunu!” “Kim daha oy alıyor/oyalıyor?” “Oy,
oy!” diye halktan rey dilenenler, iş başına geçtiklerinde halkı “of,
of!” diye inletirler. Buna rağmen oyun devam eder. Demokrasi
sâyesinde insan, ısırıldığı delikten bir değil; on kez ısırılır. Tahterevallidir
demokrasi; partilerin biri iner, biri çıkar. Ama bu tahterevallinin
üzerine binilip oturulan yerinde gıcırdayan tahta kalas
değil; inleyen halk vardır. Hangi doktrin, rejimde hâkimse, onun
koyduğu kurallar işlemekte, hâkim gücün çarkının işlemesi için
halkın desteğine ihtiyaç duyulduğundan, senaryosu önceden yazılmış
oyunda, halka sadece figüran roller verilmektedir. Halkın
seçmek mecbûriyetinde olduğu düzenin memurları, isteseler bile
hâkim gücün/derin devletin sistemini değiştirme hakkına sahip
olmadıklarından, halkı temsilen seçilenlere düşen iş, mevcut sistemin
çarkının başında durmaktan öteye gitmez. Bu olayda halka
düşen ise, düzenin bazı yerlerine idareciler tâyin ederek onların
suçuna ortak olmaktır.
Demokrasi bir yönetim biçimidir; yönetimleri belirleme biçimi
değil! Kendisi bir düzendir; başka düzenlere kapı değil! Davul tutanları
seçme işidir; tokmakları değil! Egemen güçler tarafından
kuralları belirlenmiş oyundur; oyun kurallarını belirleme işi değil!
Demokrasi, kitabına uydurma rejimidir; Kitab’a uyma değil! Demokrasi
ile disiplini esas alan rejimler arasındaki fark, önemsizdir:
Totaliter rejimlerde kral veya general; “Ben böyle istiyorum!” der;
Demokrasi ise, “sen böyle istiyorsun!” der.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 112 -
Güçlünün hâkim olduğu rejimin adıdır demokrasi. Çağdaş bir
masaldan ibarettir. Her ne kadar tersi iddia ediliyor olsa bile seçenlerin
ve hatta seçilenlerin değil; seçtirenlerin ve derindekilerin
irâdesi önemlidir. Demokrasi, bir Truva atıdır. Halka, oy vermeme
hürriyeti bile vermeyen çağdaş dayatma rejimidir. %51 delinin
% 49 akıllıya gâlip getirilmesinin adıdır. Müslümanla kâfirin,
mücâhidle İslâm düşmanının, âlimle câhilin, aydınla avamın eşit
olduğu adâletsiz rejimin adıdır demokrasi. Demokrasi açısından,
oy veren insanlar, eşit olmasına eşittir, ama bazıları daha çok eşittir.
Elli bir pirenin kırk dokuz file gâlip getirilmesidir demokrasi.
Kazanan ve kaybedenin maçtan önce belli olduğu şikeli bir karşılaşmadır.
Hakka rağmen halk idaresi olmasının yanında; aslında
halka rağmen egemen çevrelerin halkın inancına ters dayatmalar
rejimidir. Teorisiyle pratiği birbirine bu denli ters bir anlayış, başka
hiçbir ideolojide bu kadar sırıtmaz.
Demokrasi, bilindiği gibi batı kültürünün ürünü olan bir sistemdir.
Batı medeniyetinin en önemli özelliği, insanın kendini
ilâhlaştırarak, tanrıya başkaldırı, nefse, hevâya ve şeytana tâbi olmaktır.
Demokrasi anlayışında da bu özelliği görürüz: Yüce Allah’ın
nizamını kabul etmeyip, yönetimde insanların hüküm koyması ve
Allah’ın indirdiğini bırakıp kendi hükümleriyle kendilerini yönetmek
istemeleridir. Bunu demokratların ifadeleriyle (daha doğrusu,
hal dilleriyle) söyleyecek olursak: “Sen kim oluyorsun ey tanrı!
Biz kendi hayatımızı kendimiz düzenleyebiliriz. Kendimiz düzenlemek
için yöntemler buluyor ve uyguluyoruz” demekteler; dilleriyle
veya tavırlarıyla. -Basite indirgeyecek olursak- demokratik
söylemin içeriği ve anlamı işte budur. Haliyle, başka bir bâtıl gâye
için, insanı/halkı putlaştırma amacıyla bâtıl tanrılara başkaldırılınca,
hak ilâh olan Allah Teâlâ’ya da başkaldırılmış oluyor. “Hevâsını
ilâh edinen kimseyi gördün mü? Onun koruyucusu (bekçisi, vekili) sen mi
olacaksın?”393 İster “hümanizm” adıyla, ister “demokrasi” ideolojisiyle,
Batının anlayışı, insanı Tanrı yerine koymaktır; insanı, yani
kendi hevâsını tanrılaştırmak. Batıda düşünce, inanış, ideoloji ve
sistemlerin hepsi hakkında bu yargı geçerlidir; bu hüküm, ortak
bir değerlendirmedir.
Batı uygarlığının karşısında İslâmî dâvet vardır. İslâmî mesaj,
Allah’a başkaldırı yerine ibâdeti öngörür. Fakat birilerine de başkaldırmayı
emreder. Bu da nefsi, hevâyı ve şeytanı kapsamına alan
“tâğut”a başkaldırmaktır. “De ki: Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur.
O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri
O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları
393 25/Furkan, 43
PUT VE PUTA TAPINMA
- 113 -
emretti.” 394Âyet-i kerime, gerçekten müslümanın hayatını, herhangi
bir gedik bırakmaksızın tamamıyla Allah’a tahsis etmiştir.
İşte Allah’a teslimiyet bu demektir. Ölüm ile noktalanıncaya kadar,
hayatımızın tümünü, inanç ve kanaatlerimizden başlayarak tüm
eylemlerimizi Allah için, Allah’a teslimiyet sûretiyle ortaya koyacağız.
İslâm budur; böyle bir teslimiyettir.
Bütün siyasî sistemlerin, ideolojilerin olduğu gibi, demokrasinin
de can alıcı noktası; hâkimiyet/egemenlik meselesidir. Yukarıda
da belirtildiği gibi, hâkimiyet, daha ilerisi düşünülemeyen,
siyasal bir güç ve etkinliği ifade eder. Yani siyasal güç ve etkinliğin,
iktidar ve muktedir oluşun en ileri derecesini ifade eder. Bu en
üstün kabul edilen otorite, kanunları yapar. Yöneticiler ona göre
belirlenir. Yönetimin nasıl olacağını ve bu esasların ayrıntılarını o
belirler. Hâkimiyet anlayışı itibarıyla İslâm bir tarafta, diğer bütün
sistemler bir taraftadır. İslâm, hâkimiyeti mutlak olarak sadece
Allah’ta kabul eder; Allah’ın hakkı olarak bilir. Bunun dışındaki
diğer bütün sistemler, hâkimiyeti kimde görüyorlarsa ona göre
isim alırlar.
Demokrasi, hâkimiyetin halkın elinde olmasının adıdır. Krallık,
hâkimiyetin kralın elinde olmasıdır. Teokrasi, hâkimiyetin Allah
adına konuştuğunu iddia eden din adamı sınıfının ya da kendini
tanrı yerine koyanların elinde olmasıdır. Buna benzer diğer bütün
sistemler de böyledir. Yani siyasî sistemler, hâkimiyeti elinde
bulunduranlara göre tanımlanır ve ona göre isimlerini alırlar. Yalnız
İslâm, hâkimiyeti Allah’ta görür, hâkimiyeti Allah’ın bir hakkı
olarak kabul eder. Bunun dışındaki diğer bütün beşerî sistemlerin
(dinlerin) özelliği ise, hâkimiyeti Allah’ta görmeyip insanda görmeleridir.
Hâkimiyeti insanda görmek gibi ortak bir paydaya sahip
olduktan sonra, bu insanların “kim veya kimler?” sorusuna
verdikleri farklı cevaplara göre isim alsalar da, müslümana göre
bütün bunlar tâğutî ideoloji ve şeytanî düzenlerdir.
Hâkimiyet noktasında demokraside yetki; halkın veya milletindir;
Yani, toplumun geneli, egemenliğe sahip kabul edilir. Hangi
inanca sahip olurlarsa olsunlar, fertler birbirlerine eşit olduklarına
göre de, her bir şahıs, o hâkimiyetin bir birimine, bir parçasına
sahiptir. Yani 70 milyonluk bir ülkede hâkimiyet, 70 milyon eşit
parçaya bölünmüş demektir. Bunun Kur’ânî ifadesi 70 milyon ilâh
kabul ediliyor, demektir. Herkes hâkimiyetin eşit bir parçasına sahip
olduğundan, zamanı gelince hâkimiyet parçalarının sahipleri
oylarını bir tarafta toplar ve ittifakın mümkün olmadığı halde,
394 6/En’âm, 153
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 114 -
çoğunluğu teşkil eden parçaların toplamı doğrultusunda icraatlar
yapılır, kararlar alınır. Bu noktada hâkimiyetin kullanılması gündeme
gelir. Demokrasi, çok tanrıcı Grek kültürüne dayalı, ondan
kaynaklanan bir sistemdir. Yani, irticânın esasıdır. Şu irticâya karşı
dayatılmak istenen demokrasi, asıl irticânın kendisidir; asıl mürtecî
de demokratlar. Çünkü onlar, kökü, tarihi itibarıyla eski Yunan’a
kadar uzanan bir mürtecîlik yapıyorlar. Ondan da eski bir kökü
var; şeytana kadar uzanan bir başkaldırıya kadar devam edip uzanıyor,
kökleri oraya kadar varıyor, Allah’a başkaldırı ve şeytana
itaat olan bir siyasî sisteme tâbi oluyorlar demokrat mürtecîler.
Batılılar açısından demokrasi, en az zararlı (ehven-i şer) olabilir.
Onlar Hakk’a, yani mutlak doğruya, nassa inanmazlar çünkü.
İslâm diye bir din, devlet ve dünya görüşü olmasaydı, Peygamberlerin
ve iman edenlerin, uğruna her fedâkârlıklara katlandıkları
İlâhî hükümler söz konusu olmasaydı, “demokrasi mi, başka rejim
mi?” tartışılabilir, Hakkın emrettiği “hayr” olmayınca “şerrin en
ehveni” tercih edilebilirdi. Ama, müslümanın teslim olduğu Rab
ve Kitap her şerri yasaklar ve sadece hayrı emreder. Hak, apaçık
ortadadır. Bâtıl rengine bürün(e)mez. Bâtıl görünümünde hak
veya hak görünümündeki bâtıl, olsa olsa “ehven-i şer”dir. Ehven-i
şerri tercih etmek de şerre râzı olmak demektir. Müslüman hakka
tâlip olmak zorundadır.
Deniz Han: Eski Türklerde Doğa Tanrısı olduğuna inanılan
Oğuz Han’ın en küçük oğlu.
Destur: İzin, ruhsat, müsâade. Tasavvufta; Bazı tarikatlarda,
özellikle Mevlevîlikte ve Bektâşîlikte şeyhlerden ve tarikat büyüklerinden
müsâade almak için kullanılan bir deyim. Cesâret isteyen
zor bir işe girişilirken evliyânın rûhâniyetinden faydalanmak
ve onlardan güç almak için “destûr!” denir. Ekseriya; “Destûr yâ
pir!”, “destûr ya üstâz!”, “destûr yâ Ali!” denir.
Determinizm: Bütün insan aktiviteleri de dâhil tüm evrenin
katı bir sebep-sonuç ilişkisi düzenine bağlı olduğunu savunan
ve özgür irâdeye açık bir kapı bırakmayan felsefî sisteme verilen
addır. Özellikle J. S. Mill tarafından popülize edilmiştir. Bu felsefî
görüşte, sebepler putlaştırılır; esas sebebin Allah olduğu değerlendirilmez.
Dev: Çok iri, güçlü ve genellikle korkunç görünümlü olduğuna
inanılan mitolojik varlık. Kötü varlıklar olarak görülen devlerin,
cinlerle irtibatlı oldukları kabul edilir. Eski Yunan mitolojisine
göre Uranüs ve Gaea’nın oğulları olan devler, tanrı Uranüs’ün kanı
yeryüzüne düştüğünde bu kandan doğarlar. Onların, Olimpus
PUT VE PUTA TAPINMA
- 115 -
Dağında tanrılarla savaştıkları ve birçoğunun Heracles ve Dionysus
tarafından öldürüldüğü anlatılır. Devler, hemen bütün mitolojilerde
tanrılara karşıdırlar ve kötülük kampında yer alırlar. Dilimizdeki
dev kelimesi, İranlıların Zerdüşt dininde kötülü ruhlarını
adlandıran “dîv” (Darvand da denir) sözcüğünden gelmektedir.
Zerdüşt dini şu duâyla başlar: “Deva’lara (devlere) tapmaktan vazgeçiyor,
Zerdüşt’ün izinde olduğumu, Ahura Mazda’ya taptığımı
ve Deva’ların (devlerin) düşmanı olduğumu bildiriyorum. İhtimal
ki, putperest câhiliyye insanları, Hak dindeki şeytan anlayışını çarpıtarak
dev anlayışına dönüştürmüştür. Çok eski Hint inançlarına
göre de dünya bir dev’in vücudunun parçalanmasıyla oluşmuştur;
başından gök, gövdesinden hava, ayaklarından da dünya meydana
gelmiştir. Alnından ay, soluğundan rüzgârlar, gözlerinden
güneş ve ağzından tanrı İndra’yla Varuna doğmuş, Hintlilerin
dört ana kastı, devin öbür parçalarından oluşmuştur. Mezopotamya
mitolojisi de evrenin yaratılışını aşağı-yukarı böylesine bir
tasarımla tasvir etmektedir. İskandinav mitolojisindeki tasarım da
hemen hemen bunun aynıdır; evrenin oluşması dev Ymir’in parçalarıyla
gerçekleşir. Vücudundan karalar, kemiklerinden dağlar,
kanından denizler, saçlarından ormanlar, beyninden bulutlar ve
çürüyen etlerinden oluşan kurtlardan da cüceler meydana gelir.
Almanların ünlü Thor öyküsünde mağaralar devlerin eldivenleri,
fırtınalar devlerin horultularıdır. Câhilî Türk inançlarında devler,
“bir dudağı yerde, bir dudağı gökte” kocaman varlıklar olarak
tasarlanmıştır. Birbirleriyle evlenebilen erkekleri ve dişileri vardır.
Dişilerine dev anası denir. Kaf dağının ardında otururlar. Yunan
inançlarının en ünlü devleri Titan’lardır. Bunlar, ilk tanrılar olarak
tasarlanmışlardır.
Diana: Roma’nın verimlilik, doğum ve yaban tanrıçası.
Diana’nın kutsal günü 13 Ağıustos’tu.
Dicle: Yunanca Kaplan-nehir. Yunan mitolojisine göre Medes,
su perisi annesinin babası kaplanla (Tigris) birleştiği nehre bu adı
koymuş.
Dogma: Hıristiyanlıkta kilise tarafından belirlenen ve inananların
kabul etmek zorunda oldukları öğretiler. Örneğin, teslis
inancı ve Hz. İsa’da insanî ve İlâhî tabiatın varlığı konuları birer
dogma olarak kabul edilir. Katolik Kilisesinde dogma dinsel bir
hakikattir ve tanrı tarafından vahyedilmiştir. Dogmanın kökeni,
ya kutsal kitaba ya da sözlü rivâyetlere dayanır. Buna “inanç hakikati”
de denilir. Dogmalar, konsillerce veya papalıkça belirlenir.
Dogmanın bağlayıcılığı Protestan Kilisesince gözden geçirilmiştir.
Diyalektik ilâhiyat akımı dogma ve kilise öğretisine yeni bir pozitif
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 116 -
değerlendirme getirmiştir.
Dogma, ayrıca, özellikle Hıristiyanlığı kapsayacak biçimde,
ama genel olarak bütün dinlerin değiştirilemeyecek temel esasları
için de daha çok Batılılar tarafından kullanılır. Dinlerde vahiy,
ilham ve benzeri yollarla ya da kurumlar, konsiller, dinî lider ve
önderler gibi şahıslar vâsıtasıyla belirlenen dinsel gerçek ve öğretiler
için de kullanılır.
Dörtler: Ricâl-i ilâhiye adı da verilen dört ermiş, evtâd-ı erbaadan
başka olup onlara imdad ederler. Halleri rûhânî, kalpleri
semâvî olduğundan yeryüzünde meçhul, ama semâda tanınırlar.
İbn Arabî bunları Endülüs’te ve Suriye’de gördüğünü söyler.
Dürzîlik: Suriye, Lübnan ve Filistin’de taraftarları bulunan ve
gulât-ı şia’ya mensup olan bir mezhep. İsmâiliye mezhebi kökenli
Fâtımî hânedanından halife el-Hakîm İbn Emrillâh (996-1021)
ve veziri Hamza İbn Ali’nin kurduğu dinsel akım. Dürzî ismi, ed-
Darâzî’ye (ö. 1020) atfedilir. Dürzîlikte Mısırlı halife el-Hakîm’e
ulûhiyet atfedilir. Onun bedenleşmiş tanrı olduğuna, gerçekte ölmediğine,
fakat bir müddet için gizlendiğine inanılır. Dürzîler el-
Hakîm’in geri gelişini beklerler; Hazma İbn Ali’nin ise tanrının yarattığı
ilk yüce varlık olduğunu düşünürler. Ayrıca Dürzîler, âhireti,
cenneti ve cehennemi reddederler ve kutsal yazılarını gizlerler.
Tapınaklarına Halavat adını verirler.
Ekanim-i selâse: Arapça olan bu deyim, üç uknum, üç esas anlamına
gelir. Tanrıyı hem üç, hem bir sayan teslis anlayışı. Tahrif
edilmiş Pavlus hıristiyanlığının temel ilkesi olan bu inanç, tanrı
kavramını baba, oğul ve kutsal ruh olarak bir üçlükte teklik anlayışı
olarak kabul ederler. Bu anlayışa Fransızca trinite, Arapça
teslis adı verilir. Üçleme anlamına gelen bu deyim, hıristiyanlığın
temel inancı olan baba, oğul ve ruhu’l kudüsten meydana gelir.
Bu anlayışa göre, İslâm’a ve Hz. İsa’nın tebliğ ettiğine ve hatta bugünkü
Kitab-ı Mukaddes’in nice ifadesine göre tek olan Allah’la
birlikte, tahrif edilen hıristiyanlıkta kutsal ruh ve oğul diye anılan
Hz. İsa’nın da tanrı olduğu ileri sürülür.
Efendi: Sözü geçen, buyruğu yürüyen, itiraz edilmeksizin
kendisine uyulan kimse. Tasavvufta; şeyh, pir. Doğu geleneğinde
padişah efendi, tebaa onun kullarıdır. Hükümdar, emri altındakilere:
“kullarım”, onlar da sultanlarına “efendimiz (mevlânâ,
seyyidenâ)” diye hitap ederler. Aslında efendi (seyyid, mevlâ) köle
sahibi demektir. Buradan kalkan dervişler, şeyhlerine “efendi”,
“efendimiz”, “efendi hazretleri” gibi ünvanlar verir, kendilerini de
onun kulları yerine korlar. Şeyh ise müritlerinden; “bendelerim”,
PUT VE PUTA TAPINMA
- 117 -
“kullarım” diye söz eder. Şeyhe şah ve sultan da denir. “Efendi ne
isterse etmek gerek / Kuluz biz düşer mi sual eylemek.” 395
Efes (Ephesos): Efes kenti. Kalıntıları İzmir’in Selçuk ilçesinin
çok yakınında bulunan eskiçağ kentlerinin en ünlülerinden.
Efes’in de içinde bulunduğu bölgeye eskiden İyonya denirdi,
İyonya’nın on iki kentinden biri olan Efes, MÖ 10. yy’da kuruldu.
Mitolojiye göre şehrin Amazonlar denilen savaşçı kadınlar tarafından
kurulduğuna inanılır.
Efrâd: Ferdler, eşsiz şahsiyetler. Tasavvufta; kutbun gözetimi
dışında kalan gayb erenler. Bunların belli bir sayıları yoktur. 2, 3,
6 ve 10 olabilir.
Efsâne (Mit, Mitos, Ustûre -ç. Esâtîr-): Gerçek olmayan ya
da gerçek bir bilgiye dayanmayan uydurma hikâyeler, mitolojik
bilgiler. Birçok inanç sisteminde efsâneler önemli bir yer tutar.
Efsânelerin temel konusu tanrı ya da tanrısal varlıklar, âlemin ve
insanın menşei ve tanrı-âlem, tanrı-İnsan ya da insan-âlem ilişkileridir.
Ayrıca insanın aşkınlığa yönelik istek ve tutkularıyla gelecekle
ilgili tasavvurları da efsânenin konusunu oluşturur. 396
Ege (Aigeus): Yunan mitolojisine göre Ege Denizi, Theseus’un
babası ve Atina’nın mitolojik kralı Aigeus397 kendini sularına attığı
için onun adıyla anılmıştır. Yunancada Ege Denizine Aigae Denizi
denir. Yunan mitolojisine göre, Aigeus’un oğlu Thesus, Girit seferine
giderken kara yelkenler açmış ve babasına başarıyla dönerse
gelirken ak yelkenler açacağını söylemişti. Ne var ki, başarısının
sevinciyle bunu unutmuştu. Aigeus, kara yelkenleri görünce
üzüntüsünden kaldırıp kendini denize atmış, bu denize bu yüzden
Aigae 398Denizi adı verilmiş.
Ekstazi: Doğaüstü bir duruma, aşkın bir ruh haline ulaşmak;
kendinden geçmek; kişinin duygularını bırakması. Bilinci ortadan
kaldıran dinsel kendinden geçme durumu. İnsanın İlâhî bir duruma
yükseldiğini dile getiren bu deyim, hıristiyanlığa ve tasavvuf
yoluyla müslümanlara da geçmiştir. Tasavvufta buna vecd ve
cezbe denir. Ekstazi; klasik Yunancada ekstazi kişinin kızgınlığını,
deliliğini ya da akıl hastalığını ifade ederdi. Sonraları ise kişinin
trans halinde olmasıyla ilişkili olarak kullanılmaya başlandı. Dinî
geleneklerde genellikle mistikler ve diğer bazı kişilerin (râhipler,
büyücüler, kâhinler ve medyumlar gibi) ilham almak, metafizik
395 İzzet Molla
396 Bak. Mitoloji
397 Ege
398 Ege
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 118 -
duyum veya bilgilere ulaşmak ve benzeri nedenlerle bu hali yaşadıkları
sölenir. Genel kabule göre; ekstazinin temel karakteristiği,
ruha İlâhî gücün inmesiyle duyu organlarının devre dışı kalmasıdır.
Bu hal yaşanırken vücut kımıldayamaz, göremez, işitemez; bütün
aktivitesini geçici olarak yitirir. Patolojik şuursuzluk durumundan
farklı olarak ekstazi halini yaşayan şahıs, sonradan bu esnâda nelerin
cereyan ettiğini hatırlar.
El: Fenike’lilere ve Kenanlılara göre büyük gök tanrı. Semit
topluluklarının baş tanrısıdır. Bu tanrıya özellikle Semit ırkından
bir topluluk olan Fenikeliler yüceltmişler, erkeklerine Baal ve dişilerine
Baalât denen bütün ikinci derece tanrıların baştanrı-gök
El tarafından yaratıldığına inanmışlardır. O, boğa olarak nitelenmiştir.
İsrail inançlarına göre, baştanrının Aşherat adında bir yardımcısıyla
Anat ve Elat adında iki kızı varmış. İslâmiyetten önce
putperest Araplar da tanrı El’e tapmışlar ve onun Ellat, Menât ve
Uzzâ adlarında üç kızı olduğuna inanmışlardır. Eski Suriye inançlarında
El’in kızlarından biri olan Ellat, üretim tanrısı Dusares’in
karısıdır. Bu inançlarda El güneşi, ay ışığını, mevsiminde yağmuru
veren iyi gök tanrısı, Belsamin (Baal) ise, fırtınayı, kasırgayı, yıldırımı
veren kötü gök tanrısıdır. Mûsâ’dan (a.s.) sonra yahûdiler,
Yahve’ye El’in çoğulu olan Elohim adını vermişlerdir. El ve Elohim
isimleri Kitab-ı Mukaddes’te de geçer. Tevrat’ta Yahve teriminin
dışında tanrı için kullanılan diğer isimlerin başında El399 ve El’in
çeşitli kombinasyonları olan El Şeddai, El Bethel, El Elyon, El Olam
ve El Roi gelir. Bazı araştırmacılar Arapçadaki el-ilâh teriminin de
El ile aynı kökten geldiğini düşünürler.
Elf: Eski İskandinav dininde muhtemelen ruh anlamına kullanılan
bir terim. Edda’da400 Elfler, tanrılar ve cücelerle birlikte zikredilir.
Işık elfleri ve karanlık elfleri diye iki çeşittir.
Elohim ve Elohist: İbrânîce “tanrılar” anlamına gelen bu terim,
Eski Ahit’in Elohist metinlerinde İsrail’in tanrısı (Yahve) için
bir isim olarak kullanılır. Bugünkü Eski Ahit’te (Tevrat’ta) iki ayrı
kitabın birleştirilmesi gibi anlaşılan iki ayrı anlatım tarzı vardır.
Yüce Tanrıdan Elohim ismiyle bahseden metinlerin mutemel yazarı
için Elohist ismi kullanılır. Bir Tanrıdan Yahve diye bahsedilen
metin vardır. Elohist metinlerin daha sonraki dönemlere âit olduğu
düşünülür. Yahvist metinler tarihsel açıdan daha eskidir.
Elektra: Yunan mitolojisine göre Okyanus’un kızı.
399 Tekvin, 35/1; 49/25
400 Eski İskandinav diniyle ilgili bilgilerin temel kaynağı konumundaki metinler
PUT VE PUTA TAPINMA
- 119 -
Ellât: İsmi basitçe “tanrıça” anlamına gelen ve kültü bütün
Kuzey Arabistan’da, Palmira, Nebat ve Suriye bölgelerinde yaygın
olan Ellât, Nebâtîlerce “mutluluk hanımefendisi” olarak adlandırıldı.
Zaman zaman Athena, Afrodit, Atargatis ve İştar-Venüs’le
de özdeşleştirilen Ellât’a, câhiliyye döneminde Hicaz yöresinde
Lât adı altında tapılmaktaydı. 401
Ene’l-Hak: “Ben Hakk’ım, tanrıyım” anlamında Hallâc-ı
Mansur’un (ö. 922) mistik panteizmi doğrultusunda söylediği meşhur
sözü. Hallac’ın bu sözle, Cenâb-ı Hakk’ın kendisinde tecellî
eteği veya kendisinin Cenâb-ı Hakk’ta ve O’nun sıfatlarında fânî
olduğunu kastettiği te’vil ve yorumlarıyla bütün tasavvufçular bu
sözü savunur, eleştirmez.
Erlik Han: Eski müşrik Türklerde yeraltı tanrısı. Altay Türklerinin
inançlarına göre yeraltında bir sarayı varmış. Dokuz katlı olan
ve her katında bir tanrı bulunan yeraltı ülkesini yönetirmiş. Kötü
ruhlar olan bu dokuz tanrının insanlara kötülük etmesine engel
olurmuş, bu yüzden kendisine at kurban ederlermiş. Kar Han’ın
oğluymuş, kendisinin de beş oğlu ve iki kızı varmış.
Eros: Eski Yunan aşk tanrısı. Home’de kişileştirilmiş bir tanrılıktan
ziyâde bir ihtiras arzusu olarak kullanılırken, Hesiod onu
Afrodit’le ilişkilendirir ve Eros’u en eski tanrılardan biri yapar. Şairler
onun ölümlüler üzerine oynadığı hileleri söylerler; onun yay
ve oklarından bahseden ilk kişi ise Euripides’tir. Eros, dişi güzellik
kadar erkek güzelliğin de tanrısı olarak kabul edilir. Ayrıca o,
bereket ve verimlilikle de ilişkili görülür. Romalılarca Amor diye
bilinir. Elinde yay ve ok bulunan, kanatlı ve güzel bir erkek çocuğu
olarak tasarlanıp tasvir edilmiştir. Başı güllerden örülmüş bir
çelenkle süslüdür. Attığı okların saplandığı kişi çılgınca bir aşka tutulur.
Oklarının etkisinden tanrılar tanrısı Zeus bile kendini kurtaramaz.
Tanrılar, birini aşk ateşiyle tutuşturmak isteyince bu görevi
Eros’a verirler. Eros’un yanından hiç ayırmadığı ve birlikte gezip
dolaştığı sevgi yardımcıları da vardır.
Esâtîr: Efsâneler, mitoslar. Bak. Efsâne.
Europa (Avrupa): Yunan mitolojisinde Tyre kralı Apenor’un
kızı. Mitolojiye göre Zeus, kendisini bir boğa sûretine sokarak
Europa’ya göründü ve sonra onu sırtına alarak Girit’e götürdü.
Europa, orada Zeus’a çocuklar (Minos dâhil) doğurdu. Europa’ya
bir Girit tanrıçası olarak tapılmış ya da o bir Girit tanrıçasıyla
özdeşleştirilmiştir. Önceleri Europa ismi yalnızca Yunanistan’a
401 Bak. Lât
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 120 -
verilmişken, sonradan tüm kıta için kullanılmaya başlandı.
Evliyâ: Velîler, dostlar. Tasavvufta; ermişler, erenler. Özel anlamda
sadece Allah’ın kendilerine kerâmet ve ilham ihsan ettiği
kâmil mü’minler evliyâdır. Evliyânın çeşitli varlıklar üzerinde etkli
olan bir mânevî gücü vardır. Duâları Allah katında makbul olur.
Evliyâiye: Allah’ın velîsi ve dostu olma seviyesine yükselenlerden
mükellefiyetin ve ibâdetlerin düşeceğine inanan mutasavvıflar
zümresi.
Evtâd: Direkler, sütunlar. Tasavvufta; biri doğuda, diğeri batıda,
üçüncüsü kuzeyde, dördüncüsü güneyde bulunan dört büyük
velî. İbn Arabî, Allah bu bölgeleri bu ermiş kulları aracılığı ile korur,
der.
Fal: İstikbalden haber almak, gelecekte olacak şeyler hakkında
bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli nesnelerden anlam
çıkarma. Bakla falı, yıldız falı, kahve falı, iskambil falı, burç falı
gibi çeşitleri vardır. Fal kelimesi, ayrıca; uğur, kadem, meymenet;
ileride yapılması düşünülen bir işin hayırlı ve faydalı sonuçlar vereceğine
dair bazı ipuçlarının ve işaretlerin bulunduğuna inanmaya
da ad verilmiş, özellikle bu anlamlarda tasavvuf terimi olarak
kullanılmıştır. Şeyhin hâl, hareket ve tavırlarını ileride iyi şeylerin
olacağının işareti olarak kabul etmek de faldır. Fakat mutasavvıflar
bu çeşit fallara “işâret”, “beşâret” gibi isimler verirler.
Falcılık ve Fala Baktırmak: Fal ve falcılık; gaybdan haber verme,
gelecek hakkında önceden fikir beyan etme temeline dayanmaktadır.
Tarihin her devrinde, her toplumda istikbali öğrenme
teşebbüslerine, bunun çeşitli şekillerine ve değişik araçlarına rastlanmaktadır.
Câhiliyye Araplarında “ezlâm” denen fal okları, remiller,
günümüzde yıldız, burç, kahve, bakla, iskambil kâğıdı, suya
bakma, kitap açma vs. falcılığın şekil ve malzemesinin bir kısmıdır.
Ayrıca çağdaş câhiliyyede falcılık, medya aracılığıyla modern
insanın günlük hayatına da girmiş bulunmaktadır. Günlük fallar
yanında, gazetelerin yıl başlarında, senelik fallar yayınlamaları,
faldaki yalanın boyutlarını oldukça genişletmiştir.
Hurâfe ve bâtıl inanışların hepsine birden savaş açmış bulunan
İslâm, bütün çeşitleriyle falcılığı yasaklamıştır. “Ey iman edenler! Şarap,
kumar, dikili taşlar (putlar), ezlâm/fal ve şans okları birer şeytan işi
pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.”402. Bu âyet, fal oklarının
şeytanın pis işlerinden olduğunu, kötülükte şarap içmeye,
kumar oynamaya ve putlara tapmaya denk bir cürüm sayıldığını,
402 6/En'âm, 90
PUT VE PUTA TAPINMA
- 121 -
kurtuluş için bunlardan uzak durulması gerektiğini çok açık bir
şekilde bildirmektedir. Bir başka âyette de: “... Ve fal oklarıyla kısmet
aramanız size haram kılındı.”403 buyrulmuştur. Öte yandan “... Hiçbir
kimse yarın ne kazanacağını (başına neler geleceğini) bilemez. Yine hiçbir
kimse nerede öleceğini de bilemez.”404 buyrulmakta, gelecekten
haber vermeye kalkışmaktan ibâret olan falcılığın İslâm’da yeri olmadığı
belirtilmektedir. Peygamber Efendimiz de falcılıktan elde
edilecek kazançtan mü’minleri nehyetmiştir. 405
O halde fala bakmak, falcılık yapmak, fala inanmak, faldan
kazanç temin etmek hiçbir sûrette müslümana yakışmayan hareketlerdir.
Özellikle hanımların bu konuya daha bir dikkat etmeleri,
böyle boş ve haram şeylerle kendilerini aldatmamaları gerekmektedir.
Falcılar bir şey biliyorlarsa, önce kendilerini kötülüklerden
korusunlar. Unutmayalım ki, aldatmak hâinlik, aldanmak da ahmaklıktır.
Bir sürü yalan ve tahmin içinde birkaç tanesinin mevcut
duruma, ya da ileride olacaklara uygun düşmesi, falcıların gaybı
bilmesi anlamına gelmediği gibi, onlara inanıp İslâm’ın temiz
inanç esaslarından vazgeçmeye, âyet ve hadislere ters düşmeye
değmez. Kim böyle bir değişmeye rızâ gösterirse, dünyanın ve
âhiretin büyük zararına uğramış demektir.
Fakirizm: Fakir adı verilen Hint ermişlerinin doğaüstü güçlere
bağladıkları olağanüstü hünerlere inanma. Fakirizm, uzun bir
süre doğaüstü güçlere yorulmuş ve sonunda âdî bir gözboyacılık
olduğu anlaşılmıştır. Hint fakirleri, bu hünerleri doğaüstü bir güçle
zihinlerini konsantre olup bir nokta üstende toplayarak gerçekleştirdiklerini
ileri sürerler. Böylelilkle tüm maddîlikten sıyrılıp salt
ruhsal bir güce dönüşürlermiş. Tasavvufu da etkiliyene fakirizm,
tasavvufta “fakr” kavramının oluşmasında rol oynamıştır. Tasavvufçular
“Fakr gerçekleşince Allah kalır” diye hadis uydurarak,
insanın tanrıda yok olacağını dile getirmişler, Hint fakirleri gibi
(izini takip ettikleri önderlerinin, evliyâ dedikleri ermişlerin/fakirlerin
de) doğaüstü olaylar gerçekleştirdiklerini iddia etmişlerdir.
Fallus Tapımı: Çeşitli toplumlarda verimliliğin, bereketin ve
bolluğun sembolü olarak erkek cinsel organının ta’zim edilmesi.
Erkeklik organının kutsallığı inancı tarımla uğraşan bütün câhilî
toplumlarda saptanmıştır. Fallus tapımı, eski Mısır, Yunan, Roma,
Çin, Japon, Hint gibi gelişmiş toplumlarda da süregelmiştir. Bu
tapımla bereket sağlanacağına inanılır. Korkuluk olarak toprağa
403 6/Mâide, 3
404 31/Lokman, 34
405 Buhârî, Büyû' 25, 113; Müslim, Müsâkât 40
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 122 -
saplanan kazıklar da aslında nice toplumlarda fallusu simgeler. Taş,
toprak, ağaç, maden gibi maddelerden yapılan fallus muskalarının
da sihirli bir güç taşıdığına inanılır. Kimi câhilî toplumlar, yendikleri
düşmanlarının erkeklik organlarını kesip saklarlar. Erkek
organının, erkek vücudundan ayrı olarak da döl yetiştirdiği çeşitli
mitolojilerde tasarlanmıştır. Örneğin, tanrı Dionysos, Agditis’in
organını kesip toprağa atar, toprağın organla birleşmesinden bir
badem ağacı çıkar. Irmak-kız Nana bu ağaçtan bir badem alarak
göğsüne saklar, bundan gebe kalıp Attes’i doğurur. Yine, Yunan
mitolojisinde erkek organından ayrılan tohumların da döl yetiştirdiği
üstüne pek çok öyküler vardır. Örneğin, Hephaistos, kendisine
bir şey ısmarlamaya gelen tanrıça Athena’ya saldırır. Onu
yakalamak için kovalarken tohumunu bacağına akıtır, tanrıça da
bir yün bezle tohumu silip yere atar, toprak bu tohumdan gebe
kalarak Erikhthonios’u doğurur.
Bunun yanında, Phallpheria denilen fallus tapımı şenlikleri
vardır. Roma’da bu bayram ve şenliklerde ellerinde phallos (erkeklik
organı) taşıyan alaylar geçerdi. Romalılar erkeklik organı
şeklinde bardaklar kullanırlar, muskalar taşırlar, evlerinin kapılarına
koruyucu olarak bu biçimde simgeler asarlardı. Eski Yunanda
incir ağacından yapılma erkeklik organları bayramı yapılırdı;
bunun adına phallophoria denirdi. Erkeklik organı şeklinde tanrı
heykelleri de vardı. Örneğin Anadolu’lu eski bir Pelasg tanrısı
olan Hermes bir fallus taşıydı. Nitekim kabirler de Girit’te erkeklik
organlarıyla simgeleniyordu. Kybele râhipleri, toprağı gebe
bırakarak verim sağlamak için, erkeklik organlarını keserler ve
Kybele taşının altına gömerlerdi. Bu câhilî tapımların Yahûdiliği
ve Müslümanlığı etkilediğini ileri süren Batılı sözde araştırıcılar
da vardır. Onların iddiâsına göre, Yahûdilerin ve Müslümanların
sünnet geleneği, bu inancın ve Attis-Agdistis-Adonis’in erkeklik
organlarını kesmiş olmaları inancının süregelişidir. Aslında bu
iddiâların tam tersi doğru olmalıdır. Hak dine mensup olanların
en azından İbrâhim’den (a.s.) beri sünnet olma özelliği bilinmektedir.
Câhiliyye mensupları, bu hak dinden esinlenip etkilenmişler,
kendi uydurma tanrılarına ve putperest inançlarına bu sünneti
yozlaştırarak katmışlardır. Zeus’tan önce tanrı olarak tapınılan
Anadolu’lu Priapos, eski Mısır’da tanrı Min, Hindistan’da Siva (Linga)
birer erkeklik organı şeklinde idi.
Ayrıca, erkeklik organını nazardan ve her türlü kötü etkilerden
korumak için bazı ilkel câhiliyye toplumları organlarına kılıf takarlardı.
Buna penis kılıfı denir. Özellikle Melanezya, Güney Amerika,
Sudan eski toplumlarınca kullanılmıştır. Bu kılıf, kabaktan,
PUT VE PUTA TAPINMA
- 123 -
kamıştan, palmiye yapraklarından, mercandan yapılırmış.
Fals: Câhiliyye dönemi Araplarınca tapınılan bir tanrı. Dağlık
bölgede bulunan ve uzaktan bakıldığında insanı andıran bir kaya
parçasıyla temsil edilirdi. Bu kayanın bulunduğu bölge, kutsal sayılır
ve buraya sığınanlar suçlu da olsalar bağışlanırdı.
Felek: Arapça’dan dilimize geçmiş bir kelimedir. Asıl anlamı
gök olduğu halde, halk arasında baht, kader ya da tâlih anlamlarına
kullanılan bir terimdir. Gök ile kader arasında bağ kurulması,
Keldânîlerden beri gelen gökleri tanrı kabul etme câhilî anlayışıyla
ilgilidir. “Feleğin sillesi”, “zâlim felek”, “kambur felek” gibi
ifâdelerde olduğu gibi genellikle olumsuz bir anlamda kullanılması
dikkat çekicidir. Bu olumsuz ifâdeler kader denilen iman
esaslarından biri için ve Allah’ın bilgisi ve yazgısı anlamında kader
anlamı için kullanıldığı düşünüldüğünde bunun açık bir şirk olduğu
değerlendirilir.
Fenâ fillâh: Tasavvufun ortaya attığı ve içini doldurduğu kavramlardandır.
Fenâ; yokluk, hiçlik demektir. Fenâ fi’l-vücûd: Varlıkta
fâni olmak, her şeyi hem Allah olarak görmek, hem Allah
olarak bilmek, bu hale zevkle ulaşmak. Bu mertebede bulunanlar;
“lâ mevcûde illâllah (Allah’tan başka varlık yoktur; her şey
Allah’tır)” derler. Fenâ fillâh; Allah’ta fâni olmak. Kulun, beşerî/
İnsanî vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp İlâhî vasıflarla donanması.
Fenâ, Arapçada ölüm, ölümlülük demektir, burada insanın
insanî tarafını, insanlığını öldürüp yok etmesi anlamında kullanılmaktadır.
Budizmin Nirvana düşüncesinde de benzer şekilde
benlikten tamamen kurtularak sonsuz mutluluğa erme anlayışı
vardır.
Fenâ fişşeyh: Müridin mürşidde, dervişin, pîrinde fâni olması.
Mürîdin kendi şahsî irâde ve arzularını yok edip yerine şeyhinin
irâde ve arzusunu koyması. Şeyhinin hatasını kendi isâbetli fikrine
tercih edecek derecede ona uyması. Şeyhte fâni olmak, Allah’ta
fâni olmanın mukaddimesi ve başlangıcıdır.
Fetiş: Sihir ve büyü nesnesi, tılsım veya muska anlamındadır.
Tapınılan nesnelere de denir. 16. yy’da Batı Afrika’ya giden
Portekizli tâcirler orada gördükleri sûretleri ve sihir/büyü tılsımlarını
kendi dillerindeki fetiço terimiyle adlandırdılar. Latince
factitius’dan gelen bu terim, sanatla yapılan bir şey, büyü ve peri
anlamına geliyordu ve Portekizlilerin kendilerince, taşınan tılsımları
için kullanılmaktaydı. Sonraki yazarlar bu terimi bütün Afrika
dini için veya taşlara ve eşyalara tapınma için kullanmaya başladı.
Öte yandan terim, Afrikalıların dinsel yapılarını tanımlamakta
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 124 -
yetersizdi; zira Afrika inanç sistemi yüce bir varlığa ve atalara
ta’zîme de yer veriyordu. Böylelikle fetiş terimini yalnızca sihir tılsımları
için kullanma konusunda bazı girişimler oldu ve böylelikle
Afrika dinsel yapısı, genelde Animizm veya Politeizm terimleriyle
ifâde edildi. Sihir ve büyü tılsımları yalnızca Afrika’ya has değildir;
dünyanın birçok yöresinde benzeri durumlara rastlamak mümkündür.
Günümüzde fetiş terimi, genellikle kullanılmamaktadır.
Fetişizm: Fetiş teriminden türetilen bu terim, bir zamanlar taşlara
ve doğal nesnelere tapınma şeklinde basite indirgenen Afrika
dini için kullanılmaktaydı. Ancak, Afrika dinindeki yüce varlık
inancı, atalar kültü ve benzeri motifler nedeniyle günümüzde kullanılmaktan
vazgeçildi. Fetişlere tapan ya da onları kutsallaştıranlar,
fetişlerde doğaüstü bir güç bulunduğuna inanırlar. Bu fetişler;
taş, bitki, hayvan olabilir. Fetişizm, fetişleri kutsal görenlerin dinî
eylemlerinin tümü anlamında kullanılır. Bu fetişleri insanlar muska
ve uğurluk olarak taşımışlardır. Bu muska ve uğurluklar, günümüzde
de hem müslüman olduğunu söyleyenlerce ve hem de
dinle ilgilerinin olmadığını bildiğimiz sosyete çevrelerince, hatta
ateistlerce bile rağbet görmekte, bâtıl inanç ürünü olarak fetişleri
saygıyla taşımaktalar. Haç işareti olan kolyeler, nazar boncukları,
muskalar, cevşen ve benzeri kutsal kabul edilen duâ vb. metinler
yanında, uğur taşları ve uğur kolyeleri, yüzükleri şeklinde çeşitli
fetişler giderek yaygınlaşmaktadır.
Feyz: Taşmak. Tasavvufta; sâlikin çalışması ve çabası sözkonusu
olmaksızın Allah tarafından onun kalbine herhangi bir
husûsun verilmesi. Feyz-i isnâdî: Şeyhe ve müridlerine senet ve
silsile vâsıtasıyla gelen feyz, rûhânîler yoluyla ulaşan feyz, irfan.
Firâset: Sezmek, hissetmek. Tasavvufta; Yakîn, keşfetme ve
gaybı görme, gaybı bilme.
Firavun: Fir’avn, aslında özel isim değildir; Diliyle veya hal
diliyle tanrılık iddiasına kalkışan her tâğutun unvanı olabilecek
şekilde prototiptir. Fir’avn, Keyhüsrev’in Mısır’ı ele geçirip İran’a
katmasından önce, Mısır’da hüküm süren hükümdarlara verilen
ünvandır. Özellikle tanrılık iddiasında bulunduğu için Hz. Mûsâ’nın
mücâdele ettiği azgın Mısır hükümdarının adı yerine geçmiştir. O
yüzden bu tarihî şahsiyete “Fir’avn-ı Mûsâ” da denir. Kur’an’da,
Allah’tan korkacak kimseler için ibret olsun diye, 170’den fazla
âyette söz edilmektedir.
“Fir’avn’a git, çünkü o azmıştır. De ki: ‘(Nasıl,) tezkiyeye/arınmaya
gönlün var mı? Seni Rabbine (O’nu bilmeğe) ileteyim de O’ndan korkasın.’
(Mûsâ gitti, Allah’ın emrini Fir’avn’a duyurdu.) Ona büyük mucizeyi
PUT VE PUTA TAPINMA
- 125 -
(asânın ejderha oluşu mucizesini) gösterdi. Fakat o, (Mûsâ’yı) yalanladı,
karşı geldi. Sonra sırtını döndü, koşmağa başladı (Mûsâ’nın getirdikleri
iptal etmek için bütün gücüyle çalışmaya koyuldu). (Adamlarını) topladı,
(onlara) bağırdı: ‘Ben sizin en yüce Rabbinizim!’ dedi. Allah da onu,
(sonrakilere ve öncekilere ibret olacak biçimde) ahiret ve dünya azâbıyla
yakaladı. Şüphesiz bunda (Allah’tan) korkacak kimse için ibret vardır.” 406
Kur’an’ın birçok âyetinde geçen Firavun, Hz. Mûsâ ile kardeşi
Hz. Hârun’un mücâdele ettikleri Firavun’dur.407 “Andolsun Biz ona
(Fir’avn’a) âyetlerimizin hepsini gösterdik, yine de yalanladı ve dayattı.”408
Firavun, Hz. Mûsâ ile mücâdelesinde yenik düşünce, zorlayıp büyü
yaptırdığı sihirbazları da “Hârun’un ve Mûsâ’nın Rabbine inandık”
diye teslim olunca, onların elleriyle ayaklarını çapraz kestirip hurma
dallarına asacağını söyleyerek tehdit etti. Allah, İsrailoğullarını,
Fir’avn ailesinin zulmünden kurtarmıştır. 409
Kur’an’da Firavun’dan “zü’l-evtâd (kazıklar sahibi)”410 diye de söz
edilmektedir. Saltanat sahibi olan bu azgın, kızdığı kişileri kazığa
bağlayarak işkence ediyordu. Nitekim Firavun ailesi, İsrailoğullarına
“azâbın en kötüsünü revâ görüyor, yeni doğan erkek çocuklarını
boğazlayıp fenalık için kızları sağ bırakıyordu.” 411
Gavs: Sığınma, ilticâ etme demektir. Tasavvufta; kendisine sığınıldığı
zaman kutba “gavs” denir (Kâşânî, Ta’rîfât). Sûfîler darda
ve sıkışık durumda kaldıkları zaman: “Yetiş yâ Gavs!”, “Meded
yâ Gavs!”, “İmdâd yâ pîr!” diye feryad eder ve kutbun mânevî
himâyesine ilticâ ederler. “Gavs-ı a’zam”: En ulu gavs, buna
“kutb-ı ekber” de denir. Hz. Peygamber’in bâtınından ibârettir.
Velîliğin en yüce mertebesi budur. Abdülkadir Geylânî’ye özellikle
Gavs-ı a’zam denir.
Gaybı Bildiğini İddiâ Etmek ve Gaybdan Haber Vermek: Yüce
Yaratıcı’nın biz insanlara verdiği akıl, duyular ve benzeri öğrenme
vâsıtaları ile hakkında kesin veya zannî bilgi edinebildiğimiz
şeylerin tümüne “şehâdet âlemi” denir. İnsanın, bu kendine ait
vâsıtalarla hakkında bilgi edinemeyeceği Allah, cennet, cehennem,
yarın başına neyin geleceği, kıyâmetin ne zaman kopacağı
gibi konuların hepsine de insan açısından “gayb âlemi” denir.
Eskiden beri gayb âlemi, insanoğlunun merakını çekmiştir. Bu
âlem hakkında bilgi edinmek istemiştir. Tabii bu merak ve istek;
406 Nâziat, 17-26
407 20/Tâhâ, 29-36
408 20/Tâhâ, 56
409 Bkz. 20/Tâhâ, 57-73, 77-81; 2/Bakara, 49
410 Fecr, 10
411 2/Bakara, 49-50
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 126 -
gaybdan/gâipten haber verdiğini söyleyen kâhinler, arraflar, falcılar,
müneccimler, cinciler tarafından istismar edildiği gibi günümüzde
de bunlara ek olarak medyumlar, astrloglar, ruh çağıranlar
tarafından kötüye kullanılmaktadır. Hurâfelerin, bâtıl inanışların
toplumda yaygınlaşmasına ve bazı kişilerin asla kendilerinde bulunmayan
birtakım üstün niteliklere sahip kabul edilmesine ve
böylece menfaat sağlamasına yol açan “gaybı bildiği ve haber
verdiği” yalanına ve çeşitli şekillerine dikkat çekmeden önce, meselenin
dinimiz açısından nasıl ele alındığını açıklayalım:
İslâm’a göre gayb’ı sadece Allah bilir. “De ki: Göklerde ve yerde
gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur.”412 Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını
insanlara duyurmak için içlerinden seçtiği peygamberler
bile gaybı bilemezler. Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber Efendimize
hitâben şöyle buyrulmakta ve durum bize açıklanmaktadır: “De ki:
‘Size Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size
ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.”
413; “De ki: ‘Ben, Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda
veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette
daha çok hayır/iyilik yapardım ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı. Ben
sadece iman eden bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim.” 414
“O bütün gaybı bilir. Gaybına/sırlarına kimseyi muttalî kılmaz. Ancak
(bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden
ve ardından gözcüler salar.”415. Bu âyetlerde de Allah Teâlâ’nın
ancak dilediği peygamberleri gaybdan dilediği bilgiye muttalî
kıldığı belirtilmektedir. O halde Allah’tan bir bildirme olmadığ
sürece gaybı kimsenin bilmesi ve haber vermesi mümkün değildir.
Allah da bu bilgiyi sadece peygamberlerine bildirdiğine ve Hz.
Muhammed (s.a.s.)’den sonra da peygamber gelmeyeceğine göre,
ortalıkta gaybdan haber verdiğini söyleyip gezenlerin açık birer
yalancı oldukları anlaşılmış olmaktadır. Her akıllı kişi kabul eder
ki, hakikat, yalancıdan öğrenilmez. Ve gerçekler hiçbir zaman bu
zavallıların hevâ ve heveslerine tâbi olmaz, onlar dedi diye İlâhî
takdir değişmez. “Eğer gerçek, onların heveslerine uysaydı gökler, yer
ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi.” 416
Hidâyet rehberimiz olan Peygamberimiz, gaybdan haber vermeye
kalkışan kişilere inanmanın tehlikesine şöyle işaret buyurmaktadır:
“Gayb habercisine (kâhin, arraf, falcı...) gidip onun dediğini
412 27/Neml, 65
413 6/En'âm, 50
414 7/A'râf, 188
415 72/Cin, 26-27
416 23/Mü'minûn, 71
PUT VE PUTA TAPINMA
- 127 -
doğrulayan kişi, Muhammed’e gönderileni (Kur’an’ı) inkâr etmiş olur.” 417
Gayb erenler: Göze görünmeyen velîler. Üçler, yediler, kırklar,
abdallar gibi bazı velîler vardır ki, gâiptirler, göze görünmezler;
kısa zamanda uzun mesâfeler katederler. 418
Göz değmesi (Nazar): Bazı insanların bakışla, maddî ve mânevî
olumsuz etkide bulunması. Nazar değmek: Göz değmek; birisinin
hasetçi bakışıyla rahatsız olmak veya zarara uğramak. Nazar boncuğu:
Nazar değmesine karşı takılan mavi boncuk; Göz boncuğu
da denilen nazar boncuğunu takmayı, bulundurmayı veya bir
yere asmayı dinimiz şirk unsuru kabul ederek, böyle bir boncuğun
bir zararı def edeceğini sanmayı büyük günah sayar.
Gul ve Gulyabanî: Gul: Câhiliyye Araplarının inancına göre insanlara
kötülük eden bir hayâlet. Hortlak ve cin olarak da nitelenen
gul, her çeşit kılığıa girer, insanları aldatır ve sonra yutarmış.
Gulyabanî: Câhiliyye Araplarının inancına göre ıssız çölde insanların
üstüne çıktığına inanılan hortlak. Arapça çöl devi anlamındaki
gul-i beyâbânî deyiminden bozmadır.
Habîbiye: “Bir kimse, yaratılmışlardan ilgisini keserek Allah’ı
kendisine sevgili ve dost edinirse, ondan teklifler düşer” diyen
mutasavvıflar zümresi.
Hâcib-i Hak: Hakk’ın kapıcısı. Tasavvufta; Hak ile halk arasında
aracı olan insan-ı kâmil ve şeyh-i vâsıl. Kâmil insan hâcib olması
sıfatıyla müridi Hakk’ın huzûruna alır, Hakk’ın nâibi olması sıfatıyla
da Onun mülkünde tasarrufta bulunur. İbn Sina: “Allah’ın
huzûru, gelişigüzel herkesin oraya giremeyecekleri kadar ulu bir
makamdır” demiştir. Bu yüce makama bir usûle göre ve bir şeyh
rehberliğinde girilmesi gerektiğine inanılır.
Haç: Hıristiyanların Hz. İsa’nın çarmıha gerilmiş halini temsil
ettiğine inandıkları, birbirini dik olarak kesen iki doğrudan meydana
gelen t harfi görünümündeki şekil; salîb ve istavroz da denilir.
Haç, hıristiyanlığın simgesi kabul edilir. Haç çıkarmak: Elleriyle
haç işareti yapmak, istavroz çıkarmak. Hıristiyanlıktan önce
çoktanrıcı bazı dinlerde de mutluluk simgesi kabul edilen haç,
hıristiyanlıkta ilkin din uğruna ölenlerin mezarlarına konulurdu.
Daha sonra bütün hıristiyanların mezarlarına konulmaya başlandı.
Boyunlarda kolye olarak da takılır. Duâ sırasında da belli yerlerde
haç işareti yapılır: Sağ elin parmaklarıyla göğse haç biçimi çizilerek
bir çeşit kutsama yapılır. El önce alna, sonra göğse, sonra
417 Tirmizî, Tahâre 122
418 Bkz. Ricâlu’l-gayb
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 128 -
sol omza ve en sonunda da sağ omza dokundurulur. Bu işaret,
aynı zamanda baba-oğul-kutsal ruh teslisini/üçlemesini de simgeler.
Yunan kilisesinde el önce sağ omza, sonra sol omza götürülür.
Protestanlıktaysa haç çıkarılmaz. Ortodokslar her yıl 6 Ocak günü
haçı suya atma töreni yaparlar. Bu tören, onlara göre İsa’nın Yahya
peygamber tarafından Ürdün nehrindeki vaftizini simgeler. Bu
dinî törende, üstünde İsa’nın resmi bulunan bir haç deniz, nehir,
göl gibi herhangi bir suya atılır; hıristiyanlar suya atlayarak haçı
bulup çıkarırlar. Haçı bulup çıkaran hıristiyan kutsanır.
Haçlı seferleri: Haçlı, haçı olan demektir. Bu anlamdan çıkarılarak
müslümanlara karşı savaşa katılan hıristiyanlara “ehl-i salîb”,
yani “haçlı” denilmiştir. Haçlılar: Haçlı seferlerine katılanlar anlamında
kullanılır. Haçlı seferleri: Haçlıların (hıristiyanların) mukaddes
kabul ettikleri yerleri (Kudüs ve civarını) müslümanlardan
almak için yaptıkları savaşlara denilir. Toplam sekiz askerî-dinî
sefer düzenlenmiştir. Hıristiyanlarca kutsal savaş kabul edilen bu
seferler, papaların teşvik edip cenneti garanti etmesi ve doğunun
zenginliklerinden pay alma tutkusunun birleşmesi ile ortaya çıktı.
Giysilerinin üstüne, yeminlerinin bir simgesi olarak kumaştan bir
haç dikip “haçı alanlar”, Kudüs’e hac yolculuğu yapmaya söz vermiş
sayılıyorlardı. İlk haçlı seferi 1097’de, sekizinci haçlı seferi de
1270 yılında yine başarısızlıkla sonuçlanmış ve haçlı seferlerinin
silâhlı kısmı sona ermiştir. Günümüzde, haçlı seferleri daha çok
siyasi, iktisadi alanda ve en çok da kültürel yollarla yapılmakta,
önemi Kudüs’den daha az olmayan müslüman beyin ve kalplere
saldırılmaktadır. Televizyon, kitap, gazete vb. araçlarla evlerin işgal
edilmesi için yapılan günümüzün haçlı seferleri, çoluk çocuk
demeden hedeflere saldırıp ele geçirmektedir. Çağdaş Selâhaddin
Eyyûbîler çıkıncaya kadar da bu seferlerin sonunun gelmeyeceği
gözükmektedir.
Hâtemu’l-Evliyâ: Hâtem; mühür, yüzük, son demektir. Tasavvufta;
sâlikin bütün makamları kat etmesi ve nihâyete ermesine
hâtem denir. “Hâtemu’l-enbiyâ”: Son peygamber. “Hâtemu’levliyâ:
Son velî veya velîlerin en ulusu, bir rivâyete göre İbn
Arabî. Hatm-i velâyet görüşünü Hakim Tirmizi ortaya atmış, İbn
Arabî bunu geliştirmiştir. Hatm-i nübüvvet, zamanla sınırlı olup
Hz. Peygamber’le sona erdiği halde; hatm-i velâyet zaman üstüdür,
ezelden ebede kadar sürer, zira nübüvvet Nebî’nin, velâyet
Allah’ın vasfıdır.
Hatm-i Hâce: Nakşî tarikatında toplu olarak icrâ edilen bir zikir
ve duâ biçimi. Umûmiyetle Pazartesi ve Cuma geceleri okunur.
Abdest alınır. Kıbleye karşı diz çöküp oturulur, tevbe ve istiğfar
PUT VE PUTA TAPINMA
- 129 -
edilir, tarikat silsilesine dâhil olan bütün şeyhlerin ruhlarına teveccüh
edilip onlardan yardım ve imdad istenir.
Hayâl: Mâsivâ, Allah’tan mâadâ her şey. Tasavvufta; mutasavvıflar
Hak hâriç diğer tüm varlıkların gerçek bir varlığı bulunmadığı,
bunların birer hayal, akis ve gölge varlıklar olduğunu söylerler.
Özellikle vahdet-i vücud anlayışına bağlı olanlar bu görüştedirler.
Sevgilinin zihnindeki hayâli de önemlidir.
Hayzu’r-ricâl: Erkeklerin hayzı. Tasavvufta; sâlikin cezbeye
kapılarak ve vecde gelerek kendinden geçmesi, bu yüzden hayız
gören kadınlar gibi Allah’ın huzûruna çıkamaması, namaz kılamaması
hâli. Bazı mutasavvıflar, kerâmetleri ve hârikulâde halleri de
bir eksiklik olarak değerlendirir ve bu hallere erlerin hayzı derler.
Henüz irşad ehliyetini kazanamadığı için kendisine uyulmayan ve
örnek alınmayan sâlikler de hayız halinde sayılır. İrşad ehliyetini
kazandıkları zaman artık er olurlar.
Hera: Eski Yunan’da gökyüzü tanrıçası; Zeus’un eşi. Eski
Yunan’da tanrıça Hera adına her dört yılda bir düzenlenen kadınlar
arası spor yarışmaları yapılırdı. Bunun, Olimpiyat (Olimpic)
oyunlarından daha eski olduğu söylenir.
Herakles: Bazen bir tanrı olarak da tapılan en popüler Yunan
kahramanı; Zeus’un kendi annesi Alkemene’yle birleşmesinden
doğan oğlu olduğu kabul edilir.İsmi Hera’nın muhteşem hediyesi,
ya da Hera’nın intikamı anlamına gelir. Doğaya kafa tutan insan
gücünün simgesi kabul edilmiştir.
Herkül: Eski Yunan kahraman tanrısı Herakles’in Roma’daki
karşılığı, Latinleştirilmiş Herakles. Roma’da onun tanrı Jüpiter’in
oğlu olduğuna inanılırdı. Eski Roma’da insan kurbanı âdetini
Herkül’ün kaldırdığı söylenir. Tarım, ticaret ve savaş tanrısı kabul
edilirdi.
Hıdırellez: Hıdırellez kelimesi, Hıdır-İlyas ifâdesinin bozulmuş
şeklidir. Halkın câhilî inancına göre Hızır ile İlyas’ın -ki, Kur’an’a
ters inanca göre bu ikisi ölümsüzlük suyundan içmiş, ölümsüz
olmuşlardır- buluşması olayına Hıdırellez (Hıdır-İlyas) denir. 6
Mayıs’ta birbahar bayramı şeklinde kutlanır.
Hıfz: Koruma. Tasavvufta; Evliyânın günah işlemekten ve hatada
ısrar etmekten koruma hali. Peygamberimiz’in ismet sıfatına
karşılık, ermişlerin hıfz sıfatı vardır. Peygamberler ma’sûm, velîler
mahfûzdur. Allah peygamberi günah işlemekten, velîyi günahta
ısrar ve devam etmekten korur. Mahfûz olmak, velî olmanın şartıdır.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 130 -
Hızır: Halk arasında ölümsüzlük şerbeti (âb-ı hayat) içerek
ölümsüzlüğe kavuşmuş olduğuna inanılan ve her zaman ve
mekânda umulmadık anlarda ortaya çıkarak insanlara yardım
eden, bolluk ve bereket getiren olduğuna inanılan mitolojik şahsiyettir.
Binlerce senedir yaşayan, bunalan kulun imdâdına yetişen
yarı tanrı bir kişilik olarak kabul edilir. Hızır düşüncesi, bazılarınca
Kur’an’da Mûsâ (a.s.) ile bir yolculuk yapan ve “Allah’tan verilen
bir ilim ve rahmet (vahiy ve peygamberlik) sahibi” 419olduğu belirtilen
kişiyle ilişkili olarak görülür. Ancak, Kur’an’da ismi zikredilmeyen
bu kişinin Hızır niteliğiyle herhangi bir ilişkisinin olmadığı, yalnızca
Allah’tan vahiy alan bir peygamber oldğu açıktır. Öte yandan
Allah, Kur’an’da açıkça hiç kimseye ölümsüzlük vermediğini, herkesin
ölümlü olduğunu açık şekilde ifâde etmektedir. 420
Himmet: Ermiş kişilerin maksadı hâsıl eden, iş bitiren ve dilediklerini
yerine getiren mânevî gücü. Himmet-i ricâl: Erenlerin
himmeti. Erlerin himmeti dağları yerinden oynatır. Pirler, dervişlerini
himmetleriyle terbiye ve idâre ederler. “Mürîdim ister doğuda
olsun ister batıda / Hangi yerde olsa da yetişirim imdâda.” A.
Geylâni’ye ait olan bu şiir için. 421
“Darda kalmış kişi duâ ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da
sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber
başka bir ilâh mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz.”422; “De ki: Allah’ın
dışında kuruntusunu ettiklerinizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gidermeye,
ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.” 423
Hinduizm: Geleneksel Hint dinsel inancına verilen genel bir
ad. Hindistan geleneğine âit bazı ortak karakteristik özellikleri
yansıtmakla birlikte Hinduizm, belirli bir inanç sistemi olmaktan
ziyâde, birçok dinsel geleneğe verilen ortak bir addır. Bu nedenle,
Dinler Tarihçileri, Hinduizmin başlı başına dinsel bir akım mı, yoksa
Hint kültürel geleneğini mi ifâde ettiği konusunda görüş ayrılıkları
içerisindedirler. Hinduizm, dünyanın çok eski ve en geniş
kutsal literatürüne sahip olan bir gelenektir. MÖ 1300-800 yılları
arasına âit olan Vedalar ve daha sonraki dönemlerde derlenen
Brahmânâlar, Upanişadlar, çeşitli destanlar ve kanun kitapları, Hinduizmin
kutsal literatürünü oluşturmaktadır. Hinduizmin karakteristik
özellikleri arasında kast sistemi, Karma doktrini, Samsara ve
419 18/Kahf, 65
420 21/Enbiyâ, 34-35
421 bkz. S. Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Risâle-i Nur Külliyatı, Nesil Y. c. 2, s.
2083
422 27/Neml, 62
423 17/İsrâ, 56
PUT VE PUTA TAPINMA
- 131 -
Avatara tasavvuru dikkati çeker. Tanrı düşüncesi açısından Hinduizm,
ateist gruplardan teistlere ve panteistlere, monoteistlerden
politeistlere kadar birçok akımı bünyesinde toplar. Ancak, genellikle
Hinduların politeist oldukları görülmektedir. Yüzlerce hatta
binlerce tanrısal varlığa inanılmakla birlikte, yaratıcı tanrı Brahma,
koruyucu tanrı Vişnu ve yıkıcı tanrı Şiva üçlüsü tanrılar panteonunun
başını çekmektedir.
Tanrı düşüncesi konusundaki çeşitlilik, ritüeller konusunda da
görülmektedir. Hindular arasında dünyadan tamamıyla el etek çeken
ve mutlak inzivâyı yaşam biçimi edinen mistiklerden karma
seks âyinleri yapanlara, beslenme diyeti konusunda kendilerine
sınırlama getirenlerden bu konuda kendilerini tamamen serbest
bırakanlara kadar birçok farklı grubun varlığına rastlanır. Ancak
genel olarak Hindular, tanrı timsâli olan heykel ve sûretlere tapınır
ve onlara hediyeler sunarlar; râhiplerin yöneticiliğinde kurban
törenleri düzenlerler, kutsal mekânlara hac seyahatleri tertip
ederler ve kutsal sularda vaftiz olurlar. Hinduların çok ayrıntılı ve
karmaşık zaman hesaplamaları da dikkat çekicidir.
Hesiod: Muhtemelen MÖ 8. yy. sonrası yaşamış olan Yunan
mitoloji yazarlarından birisi. “Teogoni” ve “İşler ve Günler” adlı
eserlerinde dünya çağları, tanrıların soy kütüğü ve benzeri konuları
ele alır. Antikçağ Yunan mitolojisinin iki büyük kaynağından
biri Homeros destanları, ikincisi de MÖ 8. yy’da Askra’da yaşadığı
sanılan Hesiodos’un Theogonia (Tanrıların Doğumu) adlı kitabıdır.
Bu eserinde Hesiod, evrenin yaratılışını ve tanrıların meydana gelişlerini
anlatır. Birçok mitolojik tanrılar ve öyküleri Hesiod’a özgüdür
ve Homeros destanlarında yoktur.
Homer (Homeros): İliad ve Odyssey’in (İlyada ve Odisse) yazarı
olan Eski Yunanlı bilgin. Muhtemelen MÖ 700 öncesi yaşamıştır.
İzmir doğumlu olduğu söylenir.
Homeros-Hesiodos Dini: Antikçağ Yunan ozan ve düşünürleri
Homeros’la hesiodos’u yapıtlarında geliştirdikleri çoktanrıcılık.
Hellen çoktanrıcılığına bu adı tarihçi Herodotos vermiştir.
Herodot’a göre Yunan tanrılarını sanlıkları, yetkileri, hünerleri ve
serüvenleriyle yaratan bu iki şairdir. Hesiodos’un tanrılardan söz
eden eseri Thegonia, Homeros’un İlya ve Odisse adlarını taşır. Bu
yazarlardan birinin açıkladığı kimi tanrılardan öbürü söz etmediği
gibi, kimi tanrılar da bu yazarlarca değişik biçimlerde anlatılmıştır.
Çoğu tanrıların tanıtılmasında birleşirler, çünkü ozanca katkıları
bulunmakla birlikte, her ikisinin de kaynağı eski halkların inançları
ve efsâneleridir.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 132 -
Horoskop: Astrologların yıldızlardan çıkardığı gelecekle ilgili
kehânet. Astrolog denilen modern kâhinler, horoskop denilen
yıldızların, burçların bulundukları yerin haritasını çıkarıp, falına
bakacakları kimsenin doğum tarihleriyle kıyaslayarak o kişinin geleceği
-gayb- hakkında hüküm çıkartırlar.
Hubel (Hübel): Tanrıça Kybele’nin (Cybele-Sibel-) Araplaşmış
put biçimidir. Câhiliyye dönemi Araplarınca savaş ve yağmur tanrısı
olarak tapınılan bir put idi. Kâbe’nin avlusundaki bir su kuyusunun
başında onun, sağ eli kırık bir insan şeklinde kırmızı akik taşından
yapılmış heykeli vardı. Araplar, bu kırık elin yerine, altından bir el
yaparak heykeli onarmışlardı. Klasik Arap kaynakları, Hübel heykelinin
kuzey bölgelerinden getirilerek Mekke’ye dikildiğini söylerler.
Câhiliyye döneminde Kâbe’de Duşârâ ve Manutu (Menât)
adlı putlarla birlikte bulunuyordu. Mekke fethinden sonra diğer
putlarla birlikte Müslümanlar tarafından parçalanmıştır. 424
Hulûl: Bir şeyin diğer bir şeye girmesi. İki şeyin bir şeymiş gibi
birleşmesi demektir. Tasavvufta; Allah’ın bazı eşyaya veya kişilere
girmesi inancı. Bu inançta olan mutasavvıflara hulûl ehli adı verilir.
Bazı müşrik toplumlarda görülen inanca göre, İlâhî ruh, bazı
liderlerin bedenlerine girmiş kabul edilir. Bu bâtıl inanç, müslümanlar
içinde bazı sapık/müşrik mezheplerde de görülür. Bunlara
göre, tanrı bazı imamların bedenlerine girmiş kabul edilir. Tasavvufçular
arasında da benzer görüşe sahip olanlar vardır. Hulûliye
bunlardandır. Onlar, tanrılığın bazı bedenlere girerek cisimleştiği
inancına sahiptir. 425
Hulûliye: “Güzel kadınlara ve oğlanlara (tüysüzlere) bakmak
helâldır, Allah’ın bazı sıfatları bize hulûl eder. Bu hal içinde iken
öpüşmek ve sarmaş dolaş olmak câizdir” diyen mutasavvıflar
zümresi.
Hurâfe: Dinî bilgiler ve kurallar arasına karışmış yanlış, bâtıl
inanç, efsâne ve mitolojilere denir. Bunlar, gerçekle bağlantısı bulunmayan
boş inançlar ve uydurmalardır. Atalara duyulan saygıdan
dolayı, kuşaktan kuşağa aktarılan hurâfelerin temel özelliği,
bunlar hakkında Kur’an ve sünnetten bir delili olmaması, hatta
çoğunlukla bu iki kaynağa ters, İslâm akaidine zıt olmasıdır.
Hurriyye: Kendilerinden geçmiş bir halde iken cennetten gelen
hûrîlerle seviştiklerini ve cinsî temas kurduklarını iddia eden
mutasavvıflar zümresi.
424 Bk. Kybele
425 Bk. İnkarnasyon
PUT VE PUTA TAPINMA
- 133 -
Hüküm: “Hükm” kelimesinin sözlük anlamı, yargı ve yargıda
bulunmak, hükmetmek, karar vermek, idare etmek, ata gem vurmak
demektir. Hakkında âyet ve hadis olan itikada ve ibâdete ait
bütün prensiplere “hüküm” denilir. Hükmün çoğulu “ahkâm”dır.
Ayrıca, hâkimlik, âmirlik, tesir gücüne sahip olma gibi anlamlarda
da kullanılır. Emir ve irâde demektir. Gerçekte hüküm, kelime anlamıyla
önlemek, engel olmak, menetmek anlamındadır; hâkim
kelimesi de haksızlığa engel olan demektir. Bir şeyin iyice araştırılıp
soruşturulmasından sonra verilen karara “hüküm” denir.
Mahkemelerde hâkimlerin verdiği karar gibi; filan adam, “bu konuda
şöyle hükmetti”, “falancanın hükmü şöyledir” denilir. Sözü
geçmek, hükmünü yürütmek, kuvvetli ve güç sahibi olmak anlamlarına
da gelir. Bu mânâda; “Allah’ın dediği olur” anlamında
“Allah’ın hükmü her şeye geçerlidir” deriz.
Kur’ân-ı Kerim’de, insan fiilleriyle ilgili beş yüz kadar âyet
vardır. Bunlara “ahkâm âyetleri” denmektedir. Peygamberimizin,
ahlâk, öğüt, âhiret, ibâdet, muâmelât (İnsan ilişkileri) ve ukubat
(cezalar) ile ilgili hadislerine de “hüküm-ahkâm hadisleri” adı verilir.
Bir konuda Allah’ın bir hükmü varsa ve O’nu gerek Kur’an’la,
gerek peygamberi ile bize bildirmişse, insana düşen o hükme teslim
olmak, tüm işlerinde Allah’ın hükmünü uygulamaktır. Allah’ın
hükümleri dışındakilere “câhiliyye hükmü” denir. Mü’minler,
câhiliyye ile hükmetmezler426. İman edenler, dinî hükümlere teslim
olurlar, bir konuyla ilgili veya insanlar hakkında hüküm verme
durumunda olurlarsa, adâletle hükmederler427. Fıkıh Usûlüne
göre hüküm, mükelleflerin (yükümlülerin) fiillerine bağlanan
şer’î özelliktir. Şer’î hükmün kaynağı da yalnızca Allah’tır. Hüküm
Allah’tan kaynaklandığı için Allah’ın güzel isimlerinden biri el-
Hakem, biri de el-Hakîm’dir.
Sünnetullah gereği, insanlar toplum halinde yaşamak durumundadırlar.
Cemiyetin düzeni ise, birtakım emirlerin ve hükümlerin
çevresinde teşekkül eder. Bu noktada karşımıza; “hüküm nedir?
Hükmetme hakkı kime aittir?” gibi sualler çıkacaktır. Araplar,
atı gemlemeye de hukm derler. Dolayısıyla “hukm”ün “zapt u
rabt altına alıp terbiye etme, boyun eğdirme” mânâsı sözkonusudur.
Hâkim, mahkeme, hakem gibi günümüzde sık sık kullanılan
kelimeler, aynı kökten gelir. Hüküm sahibi denildiği zaman, Türkçede
kullanıldığı şekliyle, “hâkimiyet ve egemenlik” kelimeleri
426 5/Mâide, 50
427 4/Nisâ, 58
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 134 -
gündeme girer. “Hâkimiyet kayıtsız, şartsız ulusundur” sloganında;
yönetme ve hüküm koyma hakkının kime ait olduğu noktasında
bir tercih vardır. Bu tercih, “ulusun gücünün üstünde, hiçbir
gücün olmadığı” iddia ve ifadesidir. İslâmî ıstılahta; “mükellefin
fiillerine iktiza eden hitab-ı İlâhînin eserine hüküm denilir” şeklinde
tarif edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de, “(Ve şu emri indirdik:) insanlar arasında Allah’ın
indirdiği hükümlerle hükmet! Sakın onların (İnsanların) hevâ ve heveslerine
uyma”428 emri verilmiştir. Dolayısıyla hiç kimsenin, Allah’ın
indirdiği hükümlere mukabil olmak ve o hükümlerin yerine geçmek
üzere hüküm koyma hakkı yoktur. İnsanların hevâ ve heveslerinden
kaynaklanan hükümlere câhiliyye hükmü denilmiştir.
Müslüman, kayıtsız şartsız olarak, Allah’ın ve Rasûlü’nün hükümlerine
tâbi olan kimsedir. “Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a
ve Rasûlü’ne çağrıldıkları zaman, iman edenlerin sözü, ancak ‘işittik ve
itaat ettik’ demeleridir. İşte asıl murâdına erenler bunlardır.”429 Arzularını
İslâm’a tâbi kılmayan kimselerin iman iddiaları bir vehimden
ibarettir. Zira Rasûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Nefsim yed-i kudretinde
olan Allah’a yemin olsun ki, arzusunu İslâm’a tâbi kılmayan kimse
iman etmiş olmaz.” 430
Kur’an’da “Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür apaçık
meydana çıkmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp da Allah’a iman ederse, o
muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah,
hakkıyla işiten ve her şeyi kemâliyle bilendir.”431 hükmü beyan buyrulmuştur.
Dolayısıyla insan için iki yol mevcuttur. Birincisi: Allah’a
iman etmek ve hayatını İslâmî hükümlere göre düzene koymak.
İkincisi: Tâğuta kalben teslim olup, hevâ ve heveslere göre yaşamak.
Bu iki yolun dışında, üçüncü bir yoldan söz etmek mümkün
değildir. Tâğut kelimesi, tuğyan etmek (azgınlaşarak isyan etmek)
mânâsınadır. Kendisi için tayin edilmiş olan sınırın dışına taşan her
şey tâğuttur. İslâmî ıstılahta; Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil
olmak ve onların yerine geçmek üzere hüküm koyan her güce
tâğut ismi verilmiştir. Tâğut, sapıklıkta önderlik (liderlik) eden
herkese şâmildir. Tâğutî güçlerin icad ettiği hükümlere câhiliyye
hükümleri demek mümkündür. Nitekim Kur’an’da; “Onlar, hâlâ
câhiliyye (devri)nin hükmünü mü arıyorlar? Şüphesiz, yakîn sahibi (gerçek
iman ve ilim sahibi) bir kavim indinde, hükmedici olarak Allah’tan daha
428 5/Mâide, 49
429 24/Nûr, 51
430 İbn Kesir, III/490
431 2/Bakara, 256
PUT VE PUTA TAPINMA
- 135 -
güzel kim vardır?”432 buyrulmuştur. Câhiliyye devrinin hükmünden
maksat, “darü’n-nedve” isimli mecliste, insanların hevâ ve heveslerinden
(ideolojilerinden) yola çıkılarak hazırlanan ve bütün
zümreleri bağlayıcı olan kanunlardır.
Hz. Adem’den itibaren bütün peygamberler, insanları, Allah’ın
emirlerine ve hükümlerine göre yaşamaya dâvet etmişlerdir. Bu
dâvet, peygamberlerin vârisleri olan âlimler tarafından kıyâmete
kadar devam edecektir. Kur’an’da Hz. Yusuf kıssası beyan edilirken
bütün insanlığa şu hatırlatma yapılmıştır: “Sizin Allah’ı bırakıp
da taptıklarınız kendinizin ve atalarınızın takmış olduğu (kuru) isimlerden
başkası değildir. Allah bunlara hiçbir hüccet indirmemiştir. Hüküm sadece
Allah’a mahsustur (ondan başkasına ait değildir). Allah, kendisinden
gayrisine ibâdet etmenizi emretmemiştir. Dosdoğru din işte budur. Fakat
insanların çoğu bilmezler.” 433
Hüküm ve emir, Allah’a mahsustur. Hesap gününü düşünen
her insan yeryüzünde, Allah’ın emirlerini tebliğ ve hükümlerini infaza
memur kılındığını asla unutmamalıdır. Kur’an’da, “Allah, hükmedenlerin
en güzel hükmedeni değil midir?”434 denilmektedir. Allah,
mutlak hüküm koyucu, hükmeden, hükmünü geçirendir. 435
İbâdet: Sözlük anlamı; tapmak, kulluk yapmak, itaat etmek
veya boyun eğmek demektir. İbâdet, niyete bağlı olarak yapılması
sevap olan, özel bir şekilde yapılan itaat ve fiillerden meydana
gelir. İnsanı yaratan ve ona her türlü nimeti veren Allah’a karşı bir
ta’zim (O’nu büyük görme)dir. İbâdet, kendini kul olarak kabul
eden insanın Rabbine karşı teslim oluşu ve Rabbine itaat edişidir.
İbâdet, Yüce Yaratıcı karşısında kişinin benliğinin derinliğinden
gelen bir saygı ile boyun eğmesidir. İbâdet, Allah’a karşı duyulan
saygı ve azamet duygularının en yücesidir. Kul bu duyguyu,
Allah’ın emirlerine uyarak, yasaklarından kaçınarak yerine getirir.
Allah’ın râzı olduğu bütün ameller ibâdet kapsamına girer. Bir diğer
deyişler sâlih (doğru ve güzel) kabul edilen bütün ameller (fiiller)
in yapılması ibâdettir. Çünkü Allah, insanlardan güzel davranışlar
ve kendi hükümlerine uyma istemektedir. Yani Allah’a itaat
mânâsı taşıyan her hareket ibâdettir.
İbâdet, ‘abd’ kelimesinden türetilmiştir. Bu da; en yüce bilinen
bir varlığa itiraz etmeksizin, karşı gelmeksizin itaat etmek,
boyun eğmek demektir. Eskiden kölelere de ‘abd’ denirdi. Onlar,
432 5/Mâide, 50
433 12/Yûsuf, 40
434 95/Tîn, 8
435 Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 188-191
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 136 -
sahiplerine karşı gelmeksizin itaat ederlerdi. Çünkü onlar efendilerinin
malı sayılırlardı. İnsanın Allah karşısındaki durumu, kölenin
efendisi karşısındaki durumu gibi değildir. İnsanlar Allah’ın köleleri
değildirler. Ancak insanlar mutlak itaatı, boyun eğmeği ve en
yüksek tazimi Allah’a yapmak zorundadırlar. Bunun adı kulluktur,
yani ibâdettir. İbâdetin Kur’an’daki Anlamları: Kur’ân-ı Kerim’de
ibâdet bir kaç anlamda kullanılmaktadır:
1- Kulluk ve itaat anlamında; “Ey iman edenler, size rızık olarak
verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yeyin. Allah’a şükredin, eğer hakikaten
O’na kulluk (İbâdet) ediyorsanız.” 436Kulluğu yalnızca Allah’a
yapan, helâl ve haram konusunda da yalnızca O’na itaat eder.
2- İtaat anlamında; “Ey Ademoğulları, şeytana itaat (İbâdet) etmeyin.
Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.”437 insanlar şeytana ilâh
diye inanmazlar ama onun sözünü dinlerler. Yani ona itaat ederler.
Allah, şeytana itaat etmeyi yasaklıyor.
3- Kulluk anlamında; “Allah’ı bırakıp da kendisine kıyamete kadar
sevap veremeyecek kişiye (şeye) tapmakta (İbâdet etmekte) olan kimseden
daha sapık kimdir? Hâlbuki, (o taptıkları şeyler) bunların duâsından
habersizdirler.” 438; “Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne bir zarar, ne bir
fayda vermeyecek olan şeylere ibâdet ederler. Bir de: ‘Biz bunlara ancak
bizi Allah’ a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz’ derler.”439; “Ey insanlar,
sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet edin. Umulur ki
takvaya erersiniz (sakınırsınız).” 440
Bunlara benzer daha birçok âyette ibâdet, Allah’a ve O’nun
dışında ilâh (tanrı) zannedilen şeylere yapılan itaat, kulluk ve tazim
gibi şeyler anlamında kullanılmaktadır. Bizim üzerinde durmaya
çalıştığımız da bu anlamdır. İbâdet, kişinin benliğini inkâr
etmesi, kendini bir hiç yerine koyması değil, Allah’ın yüceliği yani
azameti karşısında duyulan saygıdan dolayı bir ürperiş, bir teslimiyet,
bir sığınma, bir söz dinlemedir.
Yaratanla yaratılan arasındaki diyalog, karşılıklı ilişki; Allah’tan
insana vahy şeklinde, insandan Allah’a doğru ‘duâ ve ibâdet’ şeklinde
gerçekleşir. İbâdet, aynı zamanda nimetleri veren makama
karşı bir şükür işaretidir. İnsana verilen en üstün nimet herhalde
hayat nimetidir. Öyleyse ibâdet hayatı var eden, bütün yaratılmışların
hayatını elinde tutan Allah’a yapılır.
436 2/Bakara, 72
437 36/Yasin, 60
438 46/Ahkaf, 5
439 10/ Yunus, 18
440 2/Bakara, 21
PUT VE PUTA TAPINMA
- 137 -
İslâm’daki ibâdet anlayışı, bir takım batıl dinlerde olduğu gibi
bir tapınma değil, Allah’a karşı olan sevginin, saygının, azametine
teslim oluşun, O’nun Rabliğini tasdik edişin duâ, itaat ve belli
hareketlerle ortaya konmasıdır.
İbâdetin amacı, Allah’ın rızâsına ulaşmak, bir anlamda takva
sahibi olmak, bununla dünya hayatını düzene koymak, iyi bir insan
olabilmek ve öldükten sonra da Cenneti kazanmaktır. İbâdet,
yaratılıştan gelen bir ihtiyaçtır. İnsanlar Yüce Allah’a ibâdet için
yaratılmışlardır.441 Allah’ı unutanlar ise tarihte ve günümüzde
ibâdet edecek ilâhlar bulmuşlardır. İşin doğrusu yeryüzünde
ibâdetsiz insan olmaz. İbâdetin ilk basamağı inanmak ve imanın
gereklerini yapmaktır. Bu mânâda ibâdet gizli olmaz. İnsan hayatı
gizli değildir ki, hayatı Allah rızâsı için yaşamak, yani ibâdet de
gizli olsun.
İdeoloji: Kelimenin aslı Latincedir. İdea, “görünen biçim, fikir”
sözcüğü ile logos “bilgi” kelimesinin birleşmesi ile yapılmış ve
düşünceyi inceleyen bilim (ideler bilimi) anlamında kullanılmıştır.
Siyasal ve sosyal bir doktrin meydana getiren ve bir hükümetin,
bir partinin veya bir sosyal sınıfın hareketine yön veren, düşünce
sistemine ideoloji denir. Bir topluma veya toplumsal sınıfa has
düşüncelerin tümüne ideoloji denir. İlk olarak Destut de Tracy
tarafından, felsefî bir hareket olarak savunulmuştur. Daha sonra
Cabanis, Volney Grat ve Daonou tarafından siyasî bir topluluk
olarak sahneye çıkarılmıştır. On sekizinci yy’da “ideologlar” denilince
bu isimler akla gelirdi. Cemil Meriç, ideolojinin, kaypak ve
karanlık bir mefhum olduğunu, Büyük Fransız İhtilâlinden sonra
“felsefe”ye başka bir isim bulmak gerektiğini, zira felsefenin kiliseden
koptuğunu, bunun için “ideoloji” kelimesinin Destut de
Tracy tarafından (1796) uydurulduğunu izah eder. 442
İdeoloji, metafizik muhtevâsından sıyırılmış bir felsefedir.
İslâm mütefekkirleri ve ulemâsının felsefecileri küfürle itham ettiğini
bilen batıcı laik kadrolar, bu kelimenin arkasına sığınmışlardır.
Bilginin kaynağını duyu organlarının faâliyetleri ve akıl yürütme
ile sınırlandıran ideologlar, vahyi inkâr ettikleri için kâfirdirler.
İslâm topraklarındaki bütün ideolojilerde görülen temel özellik,
nassı inkâr mantığıdır. Dolayısıyla her ideoloji “ilâhlık” iddiâsına
dayanır. Üretim, üretim araçlarının mülkiyeti ve tüketim gibi konularda
“helâl” ve “haram” hudutlarını inkâr ederler. “Sermaye”
ve “emek” anlayışında, birbirine zıt teoriler ortaya koysalar da,
441 51/Zâriyâ, 56
442 C. Meriç, Umrandan Uygarlığa, s. 230
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 138 -
“mülkün Allah Teâlâ tarafından yaratıldığı gerçeğini” inkârda birleşirler.
Bütün bu gerçekler dikkate alındığında, “Lâ ilâhe” (ilâh/
tanrı yoktur) “illâllah” (ancak Allah vardır) diyen her mü’min, bütün
ideolojileri inkâr etmiştir. Kelime-i tevhidi kalben tasdik ve
dille ikrar eden mü’minler; ismi ne olursa olsun, İslâm topraklarını
işgal eden bütün ideolojilerle savaşmak (cihad etmek) durumundadırlar.
Aksi davranışta bulunanlar, cihad gibi farz-ı ayn hale gelen
ameli terk ettikleri için mes’uldürler. 443
İdol: Yunanca (resim, heykel anlamına gelen) eidolas’tan türetilen
idol, sûret ve şekil anlamına gelmektedir. Dinî geleneklerde
özellikle tapınmada kullanılan sûretler ve benzeri şeyler için genel
bir isim olarak kullanılır, put demektir. Tanrılara adak olarak sunulan
taştan ve topraktan yapılma heykelciklere de idol denir. 444
İhvân: Kardeşler. Tasavvufta; Belli bir tarîkate ve şeyhe bağlı
olanlar birbirinin kardeşi (ihvân), bunun dışında kalanlar ecnebî,
ağyâr, digerân (başkaları)dır. Bazı hallerde yabancıların tarîkat
âyinlerine alınmaları, şeyhin özel sohbetine katılmaları hiçbir
tarîkatte uygun görülmemiştir. Belli bir tarîkat mensupları, bir
âile gibidir. Şeyh baba ve peder (ata), şeyhin karısı ana-bacı ve
vâlidedir. Müridler ise şeyhin evlâdıdır. Bu evlât, yekdiğerinin kardeşi
(ihvânı, birâderi)dir.
İkon: Kiliselerde bulunan dinî tasvir, yani resim ve heykeller.
Özellikle ortodoks kiliselerinde bulunur. Hıristiyanlar, ikon(a)lara
tapmadıklarını, sadece onlara saygı duyduklarını söylerler.
İlhâm: Bildirmek, haber vermek. Tasavvufta; a) Feyz yoluyla
kalbe gelen özel bir anlam ve bilgi. Düşünmekle kazanılan bir bilgi
değildir. b) Kalbe konulan iyilik hissi, hayır duygusu. İlhamın
kaynağı ya Allah veya melektir. Velîler, ilhamı peygamberlere vahiy
getiren meleğin aldığı kaynaktan alırlar.
İlm-i Nücum: Yıldızlar ilmi, astronomi, felekiyat anlamında
olan bu terkip, astroloji için de kullanılmaktadır. Birincisi araştırma
ve incelemelere dayanan gerçek bilgi olduğu halde, ikinci anlamı
(astroloji), hurâfelere, bâtıl inanç ve kandırmaya dayanarak
gayb hakkında bilgi edinme iddiası taşır.
İmâmân: İki imam. Tasavvufta; biri kutbun sağında, diğeri
solunda yer alan iki velî. Sağdaki melekût, soldaki mülk âlemine
bakar. Soldakinin mertebesi daha yüksek olduğundan, kutbun
halifesi olur.
443 Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 199-201
444 Bak. Fetiş
PUT VE PUTA TAPINMA
- 139 -
İnhinâ: Eğilmek, boyun eğmek. Tasavvufta; müritlerin şeyhlerini
veya halifesini ya da birbirini eğilerek selâmlamaları. Bu tür
selâmı secde sayıp reddedenler: “Ne senden bana rükû, ne benden
sana sana kıyam; selâmün aleyküm, aleyküm selâm” derler.
İnkâr: Tanımama, kabul ve tasdik etmeme, inanmama, reddetme.
İmanın zıddıdır. İnkâr, Allah’ın varlığının gerekliliğini reddetmek,
Yaratıcı ile yaratılmış arasındaki bağı koparmak demektir.
Kur’ân-ı Kerim, inkârcıların acı bir azâba uğrayacaklarını ve cehenneme
sürüleceklerini, iman edip sâlih amel işleyenlere ise ardı
arkası kesilmeyecek mükâfatlar verileceğini bildirmektedir. “Andolsun
Biz bu Kur’an’da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık;
ama insanlardan çoğu inkârda direttiler.”445; “Onlara ne oluyor ki iman
etmiyorlar. Kendilerine Kur’an okunduğu zaman secde etmiyorlar? Tersine,
o inkâr edenler, Hakk’ı yalanlıyorlar. Allah onların içlerinde gizledikleri
(küfür ve düşmanlığı) biliyor. Onlara acı bir azâbı müjdele. Ancak iman
edip sâlih amel işleyenler için ardı arkası kesilmez bir mükâfat vardır.” 446
İnkarnasyon (Hulûl): İlâhî varlığın insan veya herhangi başka
bir doğal varlık şeklinde tezâhür etmesi. Şirk inanışlarına göre, değişik
inkarnasyon tipleri mevcuttur. Meselâ, hıristiyanlıkta tanrısal
cevherin Mesih’te inkarnasyonu kabul edilir. Hinduizmin Avatara
inancına göre ise, tanrısal varlıklar (özellikle Vişnu) çeşitli insan
veya daha alt düzeydeki tanrısal varlıklar şeklinde tezâhür edebilir.
Budizmde ise Nirvana öncesi Buddhaların başarılı ruh göçlerinden
bahsedilir. Ancak burada herhangi bir tanrısal varlığın inkarnasyonu
sözkonusu değildir. Tibet Lamaları da önceki Buddhalar
veya Bodhisattvaların inkarnasyonları olarak kabul edilirler. 447
İnsân-ı Kâmil: Yetkin insan, kâmil insan. Tasavvufta; Allah’ın
zât, sıfat, isim ve fiilleriyle en mükemmel biçimde kendisinde
tecellî ettiği insan. Gavs, kutup, hakiki mürşid. İnsân-ı kâmil,
Allah’ın sûreti, Allah da onun rûhu gibidir. Diğer taraftan insân-ı
kâmil, âlemin rûhu; âlem de onun sûretidir. İnsân-ı kâmil, Allah’ın
gözüdür (aynullah), âlemin nûrudur.
İrfân: Tasavvuf kültürüne göre marifet; keşf, hads, ilham, sezgi,
mânevî ve rûhî tecrübe ile elde edilen bilgi, tecrübî bilgi demektir.
İrtidâd: İslâm dinini terk ederek başka bir dine geçmek
veya eski inancına dönmek. İrtidat eden sapığa “mürted” denir.
İslâm’dan çıktığını açıkça gösteren söz, tutum ve davranışlarda
445 17/İsrâ, 89
446 84/İnşikak, 20-25
447 Bak. Hulûl
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 140 -
bulunan kişi, mürted sayılır. Büyük cezâyı hak eder. “Sizden kim
irtidâd eder ve kâfir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada
da, âhirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır, orada ebedî
kalacaklardır.”448; “Kim imanı küfürle değiştirirse, şüphesiz o, dümdüz
yolun ortasında sapıtmıştır.” 449
İsrâiliyyât: İsrâiliyyât, önceleri İsrâiloğulları kaynaklı tüm
rivâyetlere verilen bir isimken, daha sonra İslâm kültürüne (daha
doğrusu bazı müslümanların kültürüne) girmiş tüm yabancı kaynaklı
bilgilerin ortak ismi haline gelmiştir. İsrâiliyyât kaynaklarının
başında Tevrât ve onun şerhleri gelir.
Uydurma olduğu kesin olan İsrâiliyyâta karşı Rasûlullah’ın
tavrına şu rivâyet delildir: Rasûlullah’a elinde İsrâiloğullarına ait
kitaplardan –ki bu kitap, bazı hadis şârihlerinin zannettiği gibi
Tevrat değildi, baştan sona uydurma rivâyetler içeren yahûdi sözlü
geleneğinin kaynağı olan Mişna adlı bir kitaptı- biriyle gelen
Hz. Ömer’i Rasûlullah azarlamıştı450.
Kur’an’ın ve sünnetin yaklaşımı esas alınarak İsrâiliyyât, üç kısımda
değerlendirilir: 1- Doğruluğu tasdik edilen İsrâiliyyât, 2- Yalan
olunduğundan emin olunan İsrâiliyyât, 3- Doğru ya da yalan
olduğu bilinemeyen İsrâiliyyât. Kur’an, Tevrat’ın mihenk taşıdır.
Kur’an’ın kabul ettikleri doğru, reddettikleri yalan, sükût ettikleri
ise meçhuldür. Meçhul rivâyetler karşısında tavrımızın ne olması
gerektiğini Rasûlullah açıklamıştır: “Kitap ehlini ne yalanlayın, ne de
tasdik edin. Deyin ki: ‘Allah’a ve Allah’ın bize ve size indirdiği âyetlere
iman ettik.” 451
Rasûlullah, müslümanlara yaptığı bu tavsiyeyi (her konuda olduğu
gibi) önce kendi tutmuş, kitap ehlinin Tevrat’tan İbrânice
okuyup da Arapçaya çevirerek anlattıkları kimi hikâyeleri sadece
dinlemekle yetinmiştir. Esasen bu hikâyeler, asırlardır o bölgede
oturmakta olan yahûdiler tarafından sürekli anlatıla anlatıla artık
bölge halkının ortak kültürü haline dönüşmüştü. Bunlar içerisinde
Tevrat’ta yer alan bir cümlenin atasözü haline gelmişi olan “kadın,
kürek/eğe kemiğinden yaratılmıştır” sözü örnek olarak anılabilir.
Deccâl, mehdî, kıyâmet alâmetleri gibi birçok konuda yığınlarca
rivâyet nakledilir. Birçoğunun aslı araştırıldığında bunların
İsrâiliyyâttan olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak kimi râvîler
mârifetiyle bu rivâyetler Rasûlullah’ın ağzından çıkmış gibi
448 2/Bakara, 217
449 2/Bakara, 108
450 Ahmed bin Hanbel, 3/378
451 Buhârî, İ’tisâm 25, Tevhid 51
PUT VE PUTA TAPINMA
- 141 -
nakledilmektedir. (Bu gibi rivâyetlerin asıl kaynağı olan Kâ’bu’l-
Ahbar, Vehb bin Münebbih gibi kimselerden bazı sahâbiler dahi
rivâyet etmişlerdir. Bir sahâbinin kendisinden sonraki nesle mensup
birinden rivâyetine usûlde “tedlis” denir.)
İşte buna benzer “senedi sahih, metni illetli” bir rivâyetin aslını
araştıran bir muhakkikin tesbiti: “Zübeyr bin Avvam, hadis
rivâyet eden bir adam duydu. Adam hadisi bitirene dek bekleyen
Zübeyr ona şöyle dedi: ‘Sen bunu Rasûlullah’tan mı duydun?’
Adam ‘evet’ dedi. Zübeyr şöyle dedi: ‘İşte bu ve benzerleri beni
Nebî’den hadis rivâyet etmekten soğutanlardır. Ömrüme yemin
olsun ki, ben bunu Rasûl’den duydum ve bu söylediğinde Rasûlün
yanındaydım. Fakat Rasûl bu hadise başladığında biz ona kitap
ehlinden bir adamın sözünü aktardık. Ve sen, ‘evet, duydum’ diyen
kişi, sen hadisin başı bittikten sonra geldin ve kitap ehlinden
bir adamın anlattıklarını Rasûlullah’ın hadisinden zannettin.” 452
İşte bu rivâyet, bazı sahâbilerin dahi yahûdilere ait birtakım
rivâyetleri sözün başına yetişemedikleri için Rasûlullah’ın söylediğini
zannederek rivâyet ettiklerinin en ilginç delili. Bu gibi örnekler,
mûteber hadis kaynaklarındaki senedi sahih, lâkin metninde
İsrâilî rivâyetler olan hadislere nasıl bakmamız gerektiğini göstermektedir.
İşte şu hadis de onlardan biri: “Ölüm meleği Mûsâ’ya
gönderildi. Mûsâ ona bir yumruk vurdu ve gözünü çıkardı. Melek
Rabbine geri dönüp dedi ki: ‘Beni ölmek istemeyen birine gönderdin’
Allah, gözünü geri iâde etti ve buyurdu ki: ‘Dön, eğer
yaşamak istiyorsa elini öküzün sırtına koymasını söyle, avucunun
aldığı her kıla karşılık bir yıl yaşar. Mûsâ sordu: ‘Ya Rab, ya sonra?’
Allah cevapladı: ‘Ölüm!’ Mûsâ dedi: ‘O zaman şimdi gelsin...” 453
Sözkonusu hadislerden biri de şudur: “Seyhan, Ceyhan, Fırat
ve Nil cennet nehirlerindendir.”454 Bu hadis rivâyeti, Tevrat’taki
cümlelere çok benzemektedir.455 Kur’an’a aykırı olan İsrâiliyyât,
tefsirlerde de çokça yer alır. İsrâiliyyât, Kur’an ve sünnet ölçüsüne
vurularak süzgeçten geçmeden ulu orta kaynak olarak kullanılırsa,
geçmişte olduğu gibi bir yığın hurâfe ve yalanın müslümanların
kaynaklarına karışması sonucunu doğuracağı gibi, dinin tahrifini
de beraberinde getirir.
452 İbnu’l Cevzî, Def’u Şübheti’t Teşbih, s. 38
453 Buhârî, Cenâiz 69
454 Müslim, Cennet 26
455 Her bakımdan yanlış bilgilerle dolu olan Tevrat’taki konuyla ilgili cümleler
için bkz. Tekvin, 2/10-14
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 142 -
Çağdaş İsrâiliyyât: Bugün, İslâmî kültürü tehdit eden, eski
İsrâiliyyât değil; adı İsrâiliyyât olmayan ve çoğu kimsenin dikkatini
çekmeyen çağdaş İsrâiliyyâttır. İsrâiliyyât, bizce “tahrif kültürü”nü
sembolize eden bir isimdir. İslâm kültürünü tahrife yönelen her
kültür, “isrâiliyyât” kapsamına girer. Bu yüzden orta çağda İslâm
kültürünü istilâ eden Yunan felsefesi de döneminin isrâiliyyâtıydı.
Her yabancı kültür gibi girdiği kültüre hem katkıda bulundu,
hem yozlaştırdı. Yüzyıllardır boşu boşuna tartışılan ve “imanın
kelâmlaşması” demeye gelen Allah’ın sıfatları meselesi, dünyanın
“kadîm/hâdis”liği meselesi, “haşir” meselesi, “cüz’ü lâ yetecezzâ”
meselesi hep bu kültürün İslâm kültürüne etkisiyle ortaya çıkan
incir çekirdeğini doldurmayan meselelerdi.
Bugünün en tehlikeli isrâiliyyâtı çağdaş ideolojiler ve sistemlerdir.
Marksizm, sosyalizm, şövenizm, kapitalizm ve Kemalizm birer
isrâiliyyât olduğu gibi, pozitivizm, materyalizm, sekülarizm ve
laisizm gibi felsefî ve siyasî akımlar da bugünün İslâm kültürünü
ve hatta varlığını ciddi bir biçimde tehdit eden isrâiliyyâttır. Türkİslâmcılık,
İslâmî sol, İslâm sosyalizmi şimdilerde moda olan laik
İslâm da “hakkın bâtılla karıştırılarak” bir tür “düşünce şirki” elde
edilen yahûdileşme ve gâvurlaşma temâyüllerindendir. Bu gibi
düşünce şirklerine fetva tedarik etmekle görevlendirilen resmî
din adamları taifesiyle Kur’an’ın “hakka bâtılı karıştırıp bile bile
hakkı gizledikleri” için kınadığı yahûdileşmiş din adamları arasında
garip bir ilişki var.
Laisizm, son moda isrâiliyyât olarak günümüz Türkiye müslümanları
için çok ciddi bir tehlike olarak hissettirmektedir kendisini.
Müslümanca düşünme ve yaşama felsefesini kökten tehdit eden
laisizm sadece kültürümüzü değil; imanımızı da tehdit etmekte.
Kadim/eski isrâiliyyât, kelimeleri yerlerinden ederek düşünceyi
tahrif ve hayatı tahrip ediyordu. Çağdaş isrâiliyyât olan laisizm
ise eşyayı menşeinden, gayesinden ve illetinden ederek düşünceyi
tahrif ve imanı tahrip etmektedir. Bu çağdaş ilhad modası, hayatla
imanın arasını ayırarak eşyanın tabiatına aykırı bir konum almakta,
bu modaya kapılanlar ise dini “vicdanîleştirerek” hıristiyanlaşmaktadırlar.
Laisizm, Kur’an’ın diliyle “sapıtanların yolu”, yani bir
“hıristiyanlaşma”dır.
Ancak, şu bir gerçektir ki, isrâiliyyâtın ister eski, ister çağdaş olsun
tüm çeşitlerinde yahûdilerin parmağı hep olagelmiştir. İslâmî
kaynaklara girmiş kadim isrâilî rivâyetlerin başında deccal ve
mehdi haberleri gelirdi. Çağımız yahûdileri, tekellerinde tuttukları
basın-yayın ve iletişim araçları vasıtasıyla süper güç adı altında
insanların zihninde “heyûlâ” haline getirilen yeni “deccal” ve
PUT VE PUTA TAPINMA
- 143 -
“mehdi”ler imal etmektedir. İnsanlığın bilinçaltına yerleştirilen bu
güçler, kimi için “korku”, kimi için “umut” haline getirilmektedir.
Bugün iletişim organları sayesinde çağdaş teknoloji muazzam
bir hurâfe haline getirmektedir. İnsanlar makinelerde, onlarda olmayan
birtakım güçler vehmeder olmuşlardır. Çağdaş isrâiliyyât,
“yazılı âyetler” dışındaki üç âyeti de tahrife yönelmiştir.
İstidrâc: Kâfirlerde, özellikle tâğutlarda ortaya çıkan veya öyle
zannedilen hârikalara denir.
İstiğâse: Sığınmak, ilticâ etmek, meded ve yardım istemek,
imdad demek. Tasavvufta; darda kalan bir tarîkat ehlinin şeyhini
yardıma çağırması veya ölü ermişlerin ruhlarından imdat dilemesi.
Sıkışık durumda kalan bir kimsenin Allah’tan veya peygamberin
rûhâniyetinden yardım istemesi de istiğâsedir. Son dönem mutasavvıfları,
şeyhlerden ve yatırlardan daima istiğâsede bulunmuşlardır.
Kendisinden medet umulan en büyük velî “gavs”tır.
İstihâre: Aslında, Allah’tan hayır istemek, hayır duâsı demektir.
İstişâre edilerek yapmaya karar verilen meşrû ve mubah bir eylemle
ilgili olarak azmedip karar verdikten sonra, o işin sonucunun
bilinmediği için, eğer hayırlı ise Allah tarafından kolaylaştırılıp nasip
edilmesini, değilse zorlaştırılıp nasip edilmemesini istemek için
duâdır. Klâsik uygulama şekli ise, bir çeşit rüya falıdır. Bir işin iyi ya
da kötü sonucunu, önceden rüyada kestirme şeklinde kullanılarak
sünnette olan bu duâ, dejenere edilmiş ve tahrife uğramıştır. Aslında
rüya, bilgi kaynağı değildir; rüya ile amel edilmez. Rüyaların
çoğu şeytânîdir veya arzuların simgeleşmiş şekli rüya halinde ortaya
çıkar. Dolayısıyla istihâreye yatmak ve görülen rüya ile amel
etmek, gayrı meşrû ve akıl dışı bir hurâfedir.
İstimdâd: İmdat istemek, medet ummak, âcil yardım talebinde
bulunmak. Tasavvufta; tarîkat ehlinin şeyhlerden veya ölü
velîlerin ruhlarından yardım istemeleri. “Meded yâ şeyh!” “meded
yâ gavs-ı a’zam!” demeleri. “Zikir murâd eden kimse, iki
dizi üzerine oturup ağzını kapatır, gözlerini yumar, bütün his ve
kuvvetlerini faâliyetten menederek şeyhin rûhâniyetine teveccüh
edip ondan istimdâdda bulunur.”
İstişfâ’: Şefaat istemek, bir işin görülmesi için birinin aracı
(vâsıta, vesîle) olmasını istemek. Tasavvufta; tarîkat ehlinin yatırlardan
ve ermişlerin ruhlarından Allah katında şefaatçi ve aracı
olmalarını istemeleri.
“Yoksa onlar Allah’tan başkasını şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar
hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (şefaatçi
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 144 -
edineceksiniz)? De ki: Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı
O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz.” 456; “İzni olmadan
O’nun katında kimmiş şefaat edecek?...” 457
İşrâf: Bilmek, haberdar olmak, vâkıf olmak, Tasavvufta; bâtınî
hallere vâkıf olmak, insanların rûhî hallerini ve kalplerinden geçirdiklerini
bilmek. Firâsetten farkı, firâsetin geçici, işrâfın kalıcı
olmasıdır.
Jubilee (Jübile): 1)Yahûdi hukukuna göre her 50 yılda bir gelen
yıl; bu yılda yahûdi tutsakların özgürlüklerini kazandıkları düşünülür.
2) Hıristiyanlıkta kutsal yıl; Papanın, Roma’yı ziyârete gelen
herkese genel Endülijans sunması. Jubilee yılı kavramı, 1300’de
Papa VIII. Boniface tarafından tesis edildi. Boniface her 100 yılda
bir Jubilee yılının geldiğini düşünmüştü. Ancak sonraları bu süre
25 yıla kadar düştü. En son kutsal yıl 1975’te kutlandı. Jubilee yılında
St. Peter’deki Kutsal Kapı açılır ve buradan gerenlere genel
Endülijans sunulur.
Jupiter: Eski Roma’nın en üstün tanrısı; şimşek ve yıldırımlarla
kendini gösteren gökyüzünün gücü; gökler, yağmur ve hava tanrısı.
Aynı zamanda bir savaş tanrısı olduğuna da inanılan Jüpiter’e
her ay (genellikle ayın 13 veya 15’inde), gökyüzünün açık ve dolunaylı
olduğu bir zamanda tapılırdı. Jupiter, Yunanlıların tanrılar
tanrısı kabul ettikleri Zeus’ünün Latinleştirilmişidir. Roma’nın devlet
yönetici tanrısıdır. İnanışlarına göre Roma devleti ve ordusu
onun koruyuculuğu ve yönetimi altındaydı. Romalılar her aldıkları
ülkeye onun bir tapınağını kurup imparatorluk sınırında bir
tanrı birliği sağlamaya çalışırlardı.
Juventus: Romalıların gençlik tanrıçası. Yunanlıların Hebe’siyle
bir tutulmuştur. Gençlerin koruyucusu olduğuna inanılırdı.
Kâhin: İsrail oğullarında ve bazı başka bâtıl din mensuplarında
gâipten haber verme, gelecekle ilgili şeyleri bilme iddiasında
bulunan kimse. Gaybden haber veren kimselere verilen vasıf. Cin,
yıldız ve bazı tılsımlara dayanarak gelecekten haber vermeye çalışan
kimselere verilen isim, kehânet yapan kimse. Kehânet: Sonradan
olacak şeyleri haber verme, kâhinlik.
Falcılara, bakıcılara, gaibten haber veren kimselere verilen
isim Falcılık, bakıcılık sanatına da “kehânet” denilir. Kâhin kelimesi
arapça bir kelime olup çoğulu “kehene” veya “kühhân” dır.
456 39/Zümer, 43-44
457 2/Bakara, 255
PUT VE PUTA TAPINMA
- 145 -
İslâm’ın tebliğinden önce kâhinler geleceğe yönelik bazı bilgileri
haber verirler, kâinattaki gizli sırları bildiklerini iddia ederlerdi.
Kâhinlerin câhiliyye toplumu içinde önemli yerleri vardı. Onlara
bazı hususlar sorulur, düşünceleri alınırdı. Her kabilenin bir
şâiri bir hatibi olduğu gibi, bir kâhini de olurdu. Kâhinler, insanlar
arasından anlaşmazlıkları çözümler, rüyaların yorumunu yapar, işlenen
suçların fâillerini belirlerler, hırsızlık olaylarını açığa çıkarırlardı.
Kâhinler, genellikle kabilenin ileri gelenleri arasından olurdu.
Kâhinllik babadan oğula da geçebilirdi. Kabilenin efendisi aynı
zamanda kâhini de olabiliyordu.
Gâibi yalnız Allah bilir. Yaratıkların gâibi bilme iddiası
kehânetten başka bir şey değildir. Sihir yapmak, yıldızlardan hüküm
çıkarmak, fal oklarına inanmak458 İslâm tarafından yasaklanmıştır.
Kâhinlerin yardımcıları şeytanlardır. Şeytanlar, gökyüzündeki
meleklerin konuşmalarına kulak misafiri olur, aldıkları bilgileri
kahinlere ulaştırırlardı. Kâhinler de bu bilgileri değişik kılık ve kalıplara
sokarak insanlara aktarırlardı.
Gökyüzü meleklerin koruması altına alınmış; şeytanların meleklere
yaklaşması engellenmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de bu durum
şöyle açıklanmaktadır: “Biz yakın göğü bir ziynetle, yıldızlarla süsledik.
Ve (göğü), itaat dışına çıkan her türlü şeytandan korumak
için (yıldızlarla donattık). Onlar, (şeytanlar), Mele-i A’lâyı (melekler
topluluğunu) dinleyemezler; her taraftan atılırlar, kovulurlar.
Onlar için sürekli bir azâb vardır. Yalnız (meleklerin konuşmalarından)
bir söz kapan olursa, onu da delici bir alev takib eder.” 459
Bu konuyla ilgili olarak ibn Abbas (r.a.) şöyle buyurmaktadır:
“Melekler buluttan inerler, işlerini kendi aralarında görüşürler. Bu
arada şeytanlar kulak hırsızlığı yaparlar. İşittiklerini kâhinlere gizlice
ulaştırırlar. Bu haberlerle beraber kendileri de yüzlerce yalan
uydururlar.” 460
Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen âyetler, hadisi şeriflerle daha bir
açıklık kazanıyor. Olay daha iyi bir biçimde aydınlanıyor.
Kâhinler, anlatımlarında genellikle şairâneliği, kısa ve özlü
konuşmaları, secili kelimeleri tercih ederler. Peygamberimizin bir
458 el-Mâide. 3/90
459 es-Sâffat, 37/6-10
460 Ahmed b. Hanbel, I, 274
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 146 -
hadisinde bu konuya işaret edilmiş ve şöyle bir olay anlatılmıştır.
Hüzeyl kabilesinden iki kadın birbirleriyle kavga ederler. Birisi diğerine
taş atar. Kendisine taş atılan kadın hâmile olup, karnındaki
çocuğunu kaybeder Olay peygamberimize anlatılır. Peygamberimiz
de kadının ölen çocuğunun diyetinin ödenmesine karar verir.
Suçlu kadının velisi duruma itiraz eder: “Ya Rasûlallah! Henüz yemeyen,
içmeyen, söz söylemeyen, sayha etmeyen çocuğun diyetiyle
nasıl mahkum olurum. Bunun benzeri hüküm batıl olur” der.
Peygamberimiz, adamın seçili konuşmasına dikkat çekerek onun
hakkında “bu adam kâhinler zümresindendir” buyurur. 461
Sihirbazlık, remilcilik, müneccimlik, kahinliği birbirine karıştırmamak
gerekmektedir. Bunlar, her ne kadar birbirlerine yakın
şeylerse de aralarında farklılıklar vardır. İslâm dini bunların hepsini
reddetmiş ve yasaklamıştır.
Kâhin bir meseleye hükmederken, vereceği karara razı olmaları
için her iki taraftan teminat (ücret) alırdı. Kâhinin kararı kesin
olmasına rağmen, yerine getirilmesi zorunlu değildi. Haliyle
bu karar örfî hukukun (töre hukukunun) belirlediği bir karardır.
Örfi hukukun belirlemesinde mal ve oğulların etkisini düşünürsek,
kâhinin vereceği hükümlerin kimin yararına olduğu ortaya çıkar.
Çünkü Kâhin yaptığına karşılık ücret alırdı. Mal ve oğulları daha
çok olanın vereceği ücretin fazla olacağı bellidir. Böylece ezilen
insanlar yine malum, yine mahkumdur. Zâlimler zulümlerini meşrulaştıran
kurumları çağlar boyu sistemli bir şekilde geliştirmişlerdir.
Bu kurumlar asırlar önce nasıl bir işlev görüyorsa, simdi de
aynı işlevi görmektedirler. 462
Kam: Bk. Şaman
Kapitalizm: Batı dünyasında feodalizmin çöküşünden bu yana
egemen olan ekonomik sistem. Anamalcılık, Sermayecilik, Serbest
Piyasa Ekonomisi, Serbest Girişinin Ekonomisi adlarıyla da anılır.
Liberal sistem, serbest ticaret, karma ekonomi deyimleri de kapitalizmi
belirtir. Kapitalist ekonominin temel özelliği üretim araçlarının
büyük çoğunluğunun özel ellerde bulunması ve üretimle
gelir bölüşümüne önemli ölçüde piyasaların işleyişinin yön vermesidir.
Kökleri ilkçağa kadar uzanan kapitalizm Ortaçağın sonlarına
doğru Avrupa’nın belirli bölgelerinde gelişmeye başladı. Ancak
bir sistem olarak yerleşmesi onaltıncı yüzyıldan sonra gerçekleşti.
461 Buhârî, Tıbb, 46; Müslim, Kasâme, 36; Ebû Dâvud, Diyât, 19
462 Cemil Çiftçi, Şamil İsl. Ans.
PUT VE PUTA TAPINMA
- 147 -
Onaltı, onyedi ve onsekizinci yüzyıllarda İngiliz kumaş sanayisindeki
büyüme kapitalizmin gelişimini hızlandırdı. Kapitalizm öncesi
sistemlerde üretimin tüketimi aşan bölümünün üretim kapitalitesinin
genişletilmesi amacıyla kullanılmasıyla ayrılıyordu. Birçok
tarihsel etmen de bu gelişmeyi pekiştirdi. Onaltıncı yüzyıldaki reform
hareketinin çabasını aşağılayan geleneksel ahlâkın etkilerini
kırarken çok çalışma ve tutumlu olmaya da dini bir temel kazandırdı.
Artık ekonomik eşitsizlik zenginlerin de ahlâklı olabileceği
gerekçesiyle rahatça savunuluyordu.
Kapitalizmin gelişmesine katkıda bulunan diğer bir etmen de
Avrupa’da değerli maden arzındaki artış ve bunun sonuncunda
fiyatların yükselmesi oldu. Bu dönemde fiyatlar ücretlerden daha
hızlı arttığından enflasyondan en çok sermaye sahipleri yararlandı.
İlk kapitalistler (1500-1750) Merkantilist dönemde güçlü ulusal
devletlerin ortaya çıkmasında da yararlandılar. Bu devletlerin izlediği
ulusal güçlenme politikaları bir örnek para ve hukuk sistemleri
gibi iktisadi gelişme için gerekli temel toplumsal şartların
oluşmasını ve sonuç olarak ağırlığın devletten özel teşebbüse kaymasını
sağladı.
İngiltere’de onsekizinci yüzyılda kapitalist gelişmenin odağı
ticaretten sanayiye kaydı. Önceki yıllarda sağlanan sermaye birikimi,
Sanâyi Devrimi sırasında teknik bilginin sanayiye uygulanması
yolunda kullanıldı. Adam Smith (1723-1790) “Ulusların Zenginliğinin
Nedenleri ve Kaynakları Üzerine bir inceleme” adlı eserinde
klasik kapitalizmin ideolojisini ortaya koydu. Smith, toplumların
gelişmesini Marksist kurama benzer biçimde çeşitli aşamalara ayırıyordu.
Buna göre toplumlar avcılık, göçebeliğe dayalı tarım, feodal
çiftçilik ve ticari karşılıklı bağımlılık aşamalarından geçerler.
Her aşamanın kendine özgü kurumları vardır. Sözgelimi avcılık
aşamasında mülkiyet olmadığı için adlî kurumlara gerek yoktu.
Ama toplumsal çevrenin büyümesiyle birlikte düzenli orduların
yanısıra özel mülkiyetin ve çeşitli ayrıcalıkların korunmasını aracı
olarak devlet kurumu gelişti. Böylece daha karmaşık bir örgütlenme
ortaya çıktı. Ücretleri loncaların yerine piyasaların belirlediği,
özel girişime devletçe konan kısıtlamaların kalktığı son aşama ise
sonradan serbest rekabet kapitalizmi olarak adlandırılan “kusursuz
özgürlük” aşamasıdır. Bu aşamada bireylerin tutkuları doğrultusunda
kendi durumlarını iyileştirmeye yönelik faaliyetlerini
toplumsal bakımdan yararlı sonuçlara dönüştüren mekanizma rekabettir.
Örneğin bireylerin rekabete dayalı mücâdelesi sayesinde
malların fiyatları, geçici sapmalar dışında üretim maliyetini denk
düşen doğal düzeylerde oluşur. Ulusal servet ise toplumun üç ana
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 148 -
sınıfını oluşturan işçiler, toprak sahipleri ve sanayiciler arasında
gene ortak yararı en yüksek düzeye çıkarılacak biçiminde ücret
rant ve kâr olarak bölüşülür. Dolayısıyla kendi kendine işleyen ve
kendini sürekli olarak düzelten piyasa mekanizması devlet müdahalesi
olmadan toplumsal düzenliliği sağlar. Bireylerin kendi
çıkarları peşinde koşması ulusal zenginliği de artırır. Ekonomideki
üretkenlik artışının temeli ise emeğin iş bölümüdür. Bireyler işbölümü
sayesinde bir yandan kendi verimliliklerini artırırken aynı
zamanda toplumsal üretkenliğin de artmasına katkıda bulunur.
Rekabetçi sistemin isleyişini engelleyecek ayrıcalıklara ve devletin
müdahalelerine izin verilmediği sürece ulusal zenginlik durmadan
büyüyecek, toplum kendiliğinden en iyi noktaya ulaşacaktır.
Fransız Devrimi ve Napoleon Savaşları’nın feodalizmin kalıntılarını
silip süpürmesinden sonra Smith’in önerdiği politikalar
giderek daha çok uygulamaya konuldu. Ondokuzuncu yüzyılda
siyasal liberalizmin başlıca politikaları serbest ticaret, sağlam para
(altın standardı), dengeli bütçe ve sosyal yardımların son derece
kısıtlı tutulması biçiminde kendini gösteriyordu.
I. Dünya Savaşı kapitalizmin gelişmesinde bir dönüm noktası
oldu. Savaştan sonra uluslararası piyasalar daraldı, altın standardının
yerini uluslararası para birimi aldı, bankacılık alanında
hegemonya Avrupa’dan ABD’ye geçti, Afrika ve Asya ulusları sömürgeciliğe
karşı başarılı mücâdelelere giriştiler ve dış ticaretin
önündeki engellere yenileri eklendi. 1929 Büyük Bunalımı pek
çok ülkede devletin ekonomiye karışmamasını öngören kapitalizmin
ünlü “bırakınız yapsınlar” politikasına son vererek bir süre
kapitalist sistemin geleceğine ilişkin şüpheleri artırdı. Ama II. Dünya
Savaşı’ndan sonra Amerika, Avrupa ülkeleri ve Japonya’daki
başarısı sistemin yaşama gücünü sürdürdüğünü göstermekle kalmayarak
Son yıllarda doğu bloğu ülkelerini de etkileyerek komünizme
karşı sürdürdüğü rekabette önemli ölçüde başarı kazandı.
Günümüzde en yaygın ve güçlü ekonomik sistem durumundaki
kapitalizm, felsefi temelleri, kuralları, amaçları ve sonuçları
bakımından İslâm’ın tam karşısında yer alır. Kapitalizmin temelini
maddecilik oluşturur. İnsana öngördüğü biricik amaç maddî zenginliğe
ulaşmak ve bunu dilediğince tüketmektir. Bu amaca ulaşmak
isteyen bireye sınırsız bir özgürlük tanır. Bu nedenle aşırı ölçüde
bireycidir. İnsan ve toplum hayatında belirleyici olarak kabul
ettiği tek ilke piyasa şartları ve rekabettir. Fırsatçılık ve acımasızlık
ise onun ahlâk kurallarıdır. Hep daha çok kâr yapmaya yönelttiği
insanlar tutkuları yönünde hiçbir engelle karşılaşmamalıdır. Bütün
bunlar kapitalizmi insanlık dışı bir sistem durumuna götürmüştür.
PUT VE PUTA TAPINMA
- 149 -
Bireye tanıdığı sınırsız özgürlük ve kabul ettiği “bırakınız yapsınlar”
kuralı doğal olarak en çok sermaye sahiplerinin işine yaradığı
için büyük kitlelerin yoksullaşmasına, sömürülmesine yol açmıştır.
Kapitalistin doymak bilmeyen mülkiyet tutkusu kapitalizmi, sınırlarını
aşarak dünya ölçüsünde yayılmaya ve özellikle yoksul ülkelerin
doğal kaynaklarını yağmalamaya götürmüştür. Bu nedenle
kapitalizm İslâm gözünde zulmün ve sömürünün ortadan kaldırılması
gereken başlıca nedenlerinden birisidir. 463
Kapitol: İtalya’da kutsal kabul edilen dağ. Eski Romalıların
putlarının bulunduğu dağın adı.
Karnaval: Kötü ruhları kaçırmak için korkunç maskeler takma
töreni. Hıristiyanların büyük perhizinden önce yapıldığı için, İtalyanca
et kaldırmak anlamına gelen carnelevare kelimesinden türetilmiştir.
Kaynağı hıristiyanlıktan çok öncedir. Güneş ışınlarının
bir süre gökte hapsedildikten sonra yeniden özgür bırakıldıkları
inancıyla ilgilidir. Karnavalda kullanılan hayvan maskeleri, aynı
zamanda, hayvanlara tapanlardan hıristiyanlığa geçmiş bir putperest
geleneğidir.
Keşf: Açığa çıkarma, perdenin açılması. Örtülü olanı açma,
gizli olanı meydana çıkarma, sezme, tahmin etme. Tasavvufta;
a) Perdenin ötesindeki gaybî hususlara ve hakiki şeylere, bunları
yaşayarak ve temâşâ ederek vâkıf olmak. Mükâşefe, beden ve
his perdesinin kalkması ve ruh âleminin seyr edilmesi. b) İlham.
Doğrudan ve aracısız Allah’tan alınan bilgi. Bu bilgi ya İlâhî hitabı
işitmek ve dinlemek veya gayb âlemini görmek sûretiyle elde
edilir. c) İbn Arabîye göre velîler, bilgileri peygamberlere vahiy
getiren meleğin aldığı kaynaktan doğrudan alırlar. Bazı keşifler
kesin bilgi verir. Sûfîlere göre maddî ve duyulur âlemden gelen
tesir, kir ve pas kalbin gayb âlemini görmesine engel olan bir perde
(hicâb) oluşturur. Riyâzet ve tasfiye ile bu perde kalkınca gayb,
ayân-beyân olarak görülür. Bu perdenin açılmasına, yani kalp gözünün
açılmasına keşf denir. Keşf-i zamâir: Bir velînin başkalarının
kalbinden ve zihninden geçen şeyleri bilmesi. Keşf-i ahvâl-i kubûr:
Bir velînin mezarlarda gömülü olan ölülerin o âlemdeki hallerini
bilmesi.
Kırklar: Ricâlu’l-gayb veya gayb erenlerden 40 velî.
Kıtmîr: Köpek. Ashâb-ı Kehf’in köpeği. Tasavvufta; sûfî olmadığı
halde, sûfîlerin arasında bulunan kimseye kıtmîr denir.
Dervişler ve müridler bir köpek sadâkatı ile şeyhlerinin kapısında
463 Ahmet Özalp, Şamil İsl. Ans.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 150 -
beklemeyi ve ulumayı en büyük şeref bilirler. M. Bahâeddin Nakşbend,
Abdülkadir Geylânî’nin türbesine şu ibârenin yazılmasını
emretti: “Pirlerin kapısında köpek ol, / Eğer Hakk’a yakın olmak
istersen. / Zira arslanlardan daha şereflidir. / Geylânî’nin kapısındaki
köpek.”
Komünizm: Özel mülkiyetin kaldırılmasına ve servetin ihtiyaçlara
göre paylaştırılması anlayışına dayalı toplumsal düzen ya da
siyasal sistem. Önceleri ütopik bir kavram iken Marx ve Engels’in
birlikte oluşturdukları bu dünya görüşü için tarafından yeniden
yorumlanarak siyasal bir program haline getirildi. Bu nedenle
Marksizm ya da Marksizm Leninizm de denilen Komünizm giderek
Marksist-Leninist ilkelerden hareketle komünist bir toplum
oluşturmayı amaçlayan tüm siyasal hareketleri de belirtmektedir.
Batı düşüncesinde komünist düşüncenin kökleri çok eskilere
uzanır. Üretim araçlarının toplumun mülkiyetinde olduğu, sınıfların
ve devletin tümüyle ortadan kalktığı bir toplum ütopyası eski
zamanlardan beri insanları etkilemiştir. Eski çağlarda bazı dini
grupların oluşturdukları komünist topluluklar olduğu bilinmektedir.
Thomas More ve Johan Andreae gibi ütopyacı yazarlarda da
komünist bir toplum tasarısının izleri görülür. 19. yüzyılda ABD’de
oluşturulan, İndiana’daki New Harmoni (Yeni Uyum- 1825) ve
Massachusetts’teki Brook Çiftliği (1841-47) gibi kimi sınıfsız topluluklar
ütopyacı amaçlar taşıyordu.
Komünizm, Karl Marx ve Frederich Engels’in 1847-48 yıllarında
birlikte yazdıkları Komünist Manifesto ile yeni bir anlam kazandı.
Maddecilik üzerine kurulu bir dünya görüşünü ve siyasal
programın ilkelerini içeren yeni anlamıyla komünizmin temelini
diyalektik ve tarihsel maddecilik anlayışı oluşturur. Diyalektik
maddeciliğe göre evrenin özünü madde oluşturur. Evren öncesiz
(ezeli) ve sonrasızdır (ebedi). Maddî dünyamız dışında başka bir
dünya yoktur, olması da mümkün değildir. Evren dışında bir yaratıcı
güç, Allah da yoktur. Evren ve insan Allah tarafından yaratılmamış,
tersine Allah insanın bir yanılsamasının ürünü olarak
varsaydığı bir varlıktır.
Maddî dünyaya egemen olan birtakım değişmez kanunlar
vardır. Bunlar bağlılık, hareket, evrim ve çelişkidir. Evren özü bakımından
bir birlik içinde bulunduğundan içerdiği tüm nesne ve
olaylar da birbirine bağlıdır, yalnız başlarına açıklanmaları mümkün
değildir. Bu bağlılık kanunu gereği olaylar karşılıklı bir etkileşim
içindedirler. Evrendeki olaylar sürekli bir hareket ve evrim
içindedirler. Bu hareket ve evrim, nesne ve olayların özünde
PUT VE PUTA TAPINMA
- 151 -
varolan çelişkiden kaynaklanır. Çelişkiler sürekli bir çatışma doğurur
bu da nesnelerin ve olayların hareketine ve evrimine neden
olur. Başka bir deyişle tabiat ve tarihteki belirleyici süreçler kendi
içlerindeki karşıtlık ilişkileri yoluyla oluşur. Bütün olaylar ancak bu
maddî temelli ilişkilerle açıklanabilir.
İnsanlık tarihinin belli başlı dönemleri üretici güçlerin belli
bir eşiğine bağlı olarak ortaya çıkan üretim tarzlarının ortaya
çıkardığı üstyapılara göre adlandırılır. Buna göre insanlık tarihi
beş temel aşamadan oluşmaktadır. Bunlar ilkel komünizm, köleci
toplum, feodalizm, kapitalizm ve komünizm aşamalarıdır. Ne var
ki kapitalizmin ortadan kalkmasından hemen sonra komünizm
gerçekleşemez. Bu nedenle bir geçiş dönemi gereklidir. Bu geçiş
dönemi sosyalizm dönemidir. Sosyalizm dönemi kapitalist sömürücü
sınıfın ortadan kaldırılmasıyla başlar ve komünist toplumun
üzerinde yükseleceği temeller atılır. Bu aşamada özellikle üretimin
artırılması için çalışılır. Çünkü komünist aşamada uygulanacak
olan “herkese ihtiyacına göre” kuralı ancak bolluk durumunda
uygulanabilir.
Marksizm-Leninizm anlamında komünizm birer üstyapı kurumu
olarak gördüğü din, ahlâk ve aile konularındaki görüşlerini de
maddecilik anlayışı doğrultusunda belirler. Buna göre din, insanların
hayatında egemen olan dış güçlerin vehme dayalı bir yansımasıdır.
Kimi yeryüzü güçleri bu yansımada doğaüstü birtakım
güçler halini alır. Kökeninde insanın doğayı ve doğaya egemen
olan yasalar konusundaki bilgisizlik yatar. Bu özü nedeniyle din
egemen sınıfların çıkarlarının korunmasında etkili bir rol oynar.
Ekonomik temelin yansımasından başka bir şey olmayan ahlâk kuralları
da evrensel bir nitelik ve geçerlilik taşımaz. Kendini ortaya
çıkaran temelle birlikte yok olmaya mahkumdur. Evlilik kurumu
da tarihsel ve toplumsal şartların bir ürünüdür. Özel mülkiyetin
ortadan kalktığı, çocukların bakımlarının ve eğitim giderlerinin
toplumca karşılandığı komünist sistemde kadın ve erkeğin birbirine
bağımlılığını gerektiren aile kurumu ortadan kalkacak, cinsler
arası ilişki kişisel ve özel bir ilişki durumuna gelecektir.
Bir felsefe, bir dünya görüşü ve siyasal bir hareket olarak komünizm
ile İslâm tam bir karşıtlık içindedir. Bu karşıtlığın temelinde
evreni vareden yaratıcı güç konusundaki farklı inançları yatar.
İslâm’a göre evreni ve insanı Allah yaratmıştır. Komünizm ise evreni
ve insanı maddenin, Allah’ı da insanın yarattığını söyler. İslâm
evrenin işleyiş yasalarını, insan ve toplum hayatını düzenleyen kuralları
Allah’ın koyduğuna inanırken komünizm tüm olayların belirleyicisi
olarak maddenin diyalektik yasalarını kabul eder. İslâm’a
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 152 -
göre insan içinde İlâhî bir öz taşır ve dünyaya Allah’ın halifesi sıfatıyla,
maddî dünyaya egemen olan ilâhi düzeni insan ve toplum
hayatında da egemen kılma göreviyle gelmiştir. Komünizm
ise insanın özünün madde olduğunu maddî çevrenin bir ürünü
olarak var olduğunu ve maddenin diyalektik yasalarına uygun biçimde
iradesizce hareket eden bir araç olduğunu savunur. Kısaca
İslâm ve komünizm insanın önünde açılan ve ancak birinin inkarı
ile diğerini kabul etmenin mümkün olabildiği iki karşıt yoldur.
İkbal’in deyişiyle hem İslâm, hem de komünizm insandan sözeder
ve onu kendine çağırır. Ama komünizm insanı Allah’tan toprağa
çekmek için sancılanırken İslâm tersine topraktan Allah’a yükseltmek
amacını güder.
1991 yılına girerken komünizmin düşünce ve devlet sistemi
olarak iflas ettiği; buna öncülük eden Sovyetler Birliği tarafından
pratiğiyle birlikte ilan edildi. İnsanlığa mutluluk getiremeyen bu
ilkel düşünce bir yüz yıl dahi varlığını sürdüremeden sona erdi. 464
Konfüçyüs: Konfüçyüs (Kung Fu-Tzu), M.Ö. 551-479 yılları arasında
yaşadı. Şimdiki Şangtung’un bir kısmı olan Lu eyaletindeki
Tsou’da doğdu. Ailesi ve ecdâdı hakkındaki bilgimiz sonraki kaynaklara
dayanır ve kesinlik taşımaz. Üç yaşında babasını kaybetti.
Hayatının ilk yılları büyük zorluklarla geçti. Onbeş yaşından itibaren
kendisini ilme adadı. Ondokuz yaşında evlendi ve iki çocuğu
oldu. Yirmiyaşında öğrenci yetiştirmeye başladı. Siyasete de ilgi
duyuyordu. Eski hakimlerin fazilet ve meziyetlerini yorumlayarak
ülkesine barış ve iyi yönetimi getirebileceğine inanıyordu. Onun
yönetimde ideali, insanların iyiliğine, insan tabiatının özündeki
sâfiyete, güvene, örnek yaşamanın gücüne dayanıyordu. Ancak
entrikasız siyaset o devirde de yürümediğinden o kendi mizacına
uyanı yaptı, öğretti ve eğitti. Öğrencileri sevgi ve sadakatle
kendilerini ona vakfediyorlar, ondan tarih, edebiyat, felsefe ve
ahlâk öğreniyorlardı. Elli yaşlarında iken ona devlet meclisinde bir
görev verildi. Daha sonra onüç sene bir saraydan ötekine, fikirlerini
uygulayacak bir hükümdar aradığı bir sürgün devresi geçirdi.
Lu’ya geri döndüğünde artık cesareti kırılmıştı, ayrıca en gözde
öğrencisinin ölümü onu derinden derine sarstı. Ölümünden önce
kendini yine öğrencilerine vakfetti.
Konfüçyüs her ne kadar bir ahlâk eğitimcisi olarak gözükse
de onun diğer bir yönü devrinin dinî âyin ve törenlerine önem
vermesi, her şeyi idare eden bir İlâhî inâyete büyük bir bağlılık
göstermesi idi. O, Göğün Rabbi anlamında Tien denilen bir Yüce
464 Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ans.
PUT VE PUTA TAPINMA
- 153 -
Varlıkla irtibatlı bulunduğundan bahsetmişti. Tien, insanlar ve
bütün varlıkların kaderini tayin eden kudrettir. Bütün insanların
takip etmesi gereken göğün yol ve nizamı, “Tao” kavramı onda
da vardır. Bütün bunların yanında Konfüçyüs samimiydi, prensiplere
sadakat, irfan ve iyi karaktere büyük önem atfetti. O, bütün
beşeri münasebetlerde iç temizliğini esas aldı. Her insanın, irfan,
aşırılıklardan uzak olma, doğruluk, vefa ve edeple asalete ulaşabileceğini
söyledi. O, Çin’in âile toplum ve siyasi hayatında uygulanmasını
gerekli gördüğü ahlâkî prensipleri yerleştirmeye çalıştı.
Konfüçyüs’ün Çiyu-fu’da ölümünden sonra mezarı bir ziyaret
yeri oldu. Adına her şehirde tapınaklar yapıldı. Onun ahlâkî-siyasi
telkinleri gittikçe artan bir kabule mazhar oldu. Şöhreti her tarafa
yayıldı. Öğrencileri onun ve önceki Çin hakimlerinin söylediklerini
iki koleksiyonda topladılar (beş klasik, dört kitap). Topluluk, “Juçiya”
(edipler, bilginlerin telkinleri) diye nitelendirilen bir hareket
oluşturdular. Konfüçyüsçülük, Han Hânedanından (M.Ö.206-
M.S.225) İmparator Vu-ti (M.Ö.140-M.S.87) zamanından itibaren
1912’ye kadar Taoizm ve Budizm’in hakim olduğu devreler dışında
bilgin sınıfının resmi kültü olarak devlet dini oldu. Başta İmparator,
her bölgenin sivil ve askeri temsilcileri, bilginler ve öğrencilerle
birlikte büyük törenler düzenleyerek senede iki defa (ilkbahar ve
sonbahar ortasında) ona hediyeler sundular. Ayrıca ayda iki defa,
dolunayda ve yeniayda da ona hediyeler sunuldu. Bu arada dînî
musikî de bu törenlerde ihmal edilmedi. Konfüçyüs’e saygı bir ara
o kadar aşırılaştırıldı ki 1382’de imparator, Konfüçyüs’ün tasvirlerinin
tapınaklarda bulundurulmasını yasaklamak zorunda kaldı.
Bununla beraber Çin geleneğine uyularak yine de onun ve dört
büyük öğrencisinin ata tabletleri şeref köşesinde bulunduruldu.
Çin’de Cumhuriyetin kurulmasıyla Gök kültü kaldırıldı. Mao
devrinde Konfüçyüsçülüğün kitapları yakıldı, Konfüçyüs unutturulmak
istendi.
Konfüçyüsçülüğün bir din mi, yoksa sadece bir ahlâk sistemi
mi olduğu konusunda tartışmalar vardır. Konfüçyüsçülüğün bir
tapınak teşkilatı, bir ruhban zümresi, mecburi bir âmentüsü veya
akîdesi yoktur. Bununla beraber bir Yüce Tanrı inancı, bir kurucusu,
bir kutsal kabul edilen metin kolleksiyonu vardır. Konfüçyüsçülük
Çin’in millî bir dinidir. Son yediyüz yıldır Çin’de üç büyük din
geniş ölçüde bir halk dini oluşturmuştur. 465
465 Ed.S.C.F.Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London 1970,
s.203-205; Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1988,
s.51-54. (Günay Tümer, Şamil İslâm Ans.)
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 154 -
Kral salonu: Yahova şahitlerinin kilise yerine oluşturdukları
toplantı ve ibâdet salonu.
Kul ve Kulluk: 466
Kurşun Dökmek: Nazar isâbetinden kurtulmak için uygulanan
yöntemlerden biri de, kurşun veya mum döktürülmek, nefesi
keskin hocalara(!) okutulmaktır. Bazı yörelerde de “tuz çatılmak”,
“un yakılmak”, “üzerlik otu yakılarak dumanı ile tütsülenilmek”
çare olarak görülmektedir. En yaygın olan uygulama, kurşun veya
mum dökme âdetidir. Bu iş şöyle yapılmaktadır: Nazar isâbet eden
hasta (genellikle çocuklar), kurşun dökücüsünün önüne oturtulur.
Başı bir örtü ile kapanır. Çocuğun başı üzerinde tutulan ve içinde
su bulunan kaba, ocakta eritilen kurşun dökülür. Kurşun döküldükten
sonra oradakiler hep beraber: “Kem göz çatlasın, Nazar
eden patlasın” diye bedduâ ederler. Bazı yerlerde de yaygın olarak
nazarlık otu, üzerlik otu yakılır. Dumanı ile hasta tütsülenir.
Bu esnâda çabuk çabuk şöyle söylenir: “Üzerliksin havâsın / Her
dertlere devâsın / Ak göz, kara göz / Mavi göz, elâ göz / Hangisi
nazar etmişse / Onların nazarını boz.” Şu tekerleme de söylenilmektedir:
“Elemtere fiş / Kem gözlere şiş / Üzerlik çatlasın / Nazar
eden patlasın!”
Bunların ne kadar gülünç, ama aynı zamanda trajik olduğu,
insanımızın ne denli câhiliyye uygulamalarına kapılarını açtıklarını,
kafalarını ve gönüllerini hurâfeyle kirlettiklerini gösteren uygulamalardır.
Kutb (kutub): Medâr, değirmenin alt taşına yerleştirilen ve üst
taşın dönmesini sağlayan demir. Tasavvufta; a) En büyük velî, b)
Her zaman, âlemde Allah’ın nazar kıldığı yer olan tek kişi (Kâşânî).
c) Kutub, âlemin rûhu, âlem de onun bedeni gibidir. Her şey kutbun
çevresinde ve onun sâyesinde hareket eder. Yani her şeyi o
idare eder.467 Kutbu’l-aktab: Kutubların kutbu, kutbu’l-ekber: En
ulu kutub. Kutbu’l-irşâd: Rehber kutub. Tasavvufta; Her üç terim
de halkı irşad etmek ve hidâyete erdirmek işiyle görevli velî anlamına
gelir. Bu velî, arştan ferşe kadar tasarrufta bulunur.
Kutup, özellikle Bektâşîlikte, en yüksek derecedir. Kutb kelimesi
Arapçadır ve dönen bir tekerleğin dingilini dile getirir. Tasavvuf
anlayışında da, nasıl tekerlek bu kutb’un çevresinde dönerse
evrenin de kutbun çevresinde toplandığı ve ona bağlı bulunduğu
kastedilir.
466 Bak. Abd ve İbâdet
467 Tehânevî, II/1268; İbn Arabî, Fusus, 39, 73
PUT VE PUTA TAPINMA
- 155 -
Kuzah: Eski Arapların fırtına tanrısı. Arapların çok eski bir tanrısıdır.
Şeytan adıyla da anılır. Dolu tanelerinden olan oklarını atar,
yayını bulutlara asarmış. Bundan ötürü bulutlarla ilgili meleklere
de bu ad verilmiş.
Kült: Tapım. Batı dillerinde tapım demektir.
Kybele: Cybele (Sibel) de denir. Anaerkil Anadolu halklarının
en eski ve en büyük ana tanrıçasıdır. Frigya ana tanrıçası olduğu
gibi, aynı zamanda Anadolu’dan gelip geçmiş bütün gayr-i Müslim
ulusların baştanrıçası olan Kybele’nin tapımı, hemen bütün
dünyaya yayılmıştır. Çeşitli toplumlar, farklı adlar vermiş, onun yaratıcı
ve doğurucu özelliğine inanmıştır. Hititler ona Kupapa derler.
Yunanistan’da Artemis demişlerdir. Güneyde Hubel adıyla anılır.
Câhiliyye Araplarının meşhur putlarından birinin adıdır Hubel.
Romalıların Venüs’ü, Suriye’lilerin Lât’ı da odur. Verimlilik, bolluk
ve bereket tanrıçası olarak inanılırdı. Cybele’nin şehir surlarını ilk
yapan olduğu ve aslanlar tarafından çekilen bir makam arabası
sürdüğü söylenir. 468
Laiklik: Rûhânî olmayan demektir. Kültürümüze daha çok lâ
dinî şeklinde geçmiş olan laik terimi, din dışı olan, belirli bir dinle
ilişkisi olmayan ya da dine ait olmayan anlamına gelmektedir. Hıristiyanlıkta
ise kilise hiyerarşisinde yer almayan keşiş ya da râhip
olmayan kimse için bu terim kullanılır. Dünyevî talebi bulunmayan,
yani şeriatini hâkim kılmak, şeriatine uygun hukuk, iktisat, ahlâk,
devlet, sosyal hayat, toplumlararası ya da devletlerarası ilişkileri
bulunan bir sistemi hâkim kılmak ve bunu insanlığın istifadesine
sunmak talebi, gayreti, cehd ve cihâdı olmayan bir İslâm, yani tevhidi
Allah’ı bir tanımaya indirgemiş ve diğer yönleriyle içi tümüyle
boşaltılmış, hıristiyanvari bir kimliğe büründürülmüş; dünyayı Sezarlara,
tiranlara, tâğutlara, laiklere, demokratlara terk etmiş bir
İslâm anlayışı, teori olarak topluma kabul ettirilmekte ve pratikte
gerçek dinin hâkim olmasına müsaade edilmemektedir. Câmileri
kileseye, Diyânet memuru imamları papaza, hayata bakışı hıristiyanlığa
benzetilen bir din... 469 Böyle bir İslâm, Allah’ın dini olan
İslâm değildir. Böyle bir İslâm’ın Allah’ın Rasûlüne gönderdiği ve
sahih olarak bize kadar nakledilerek gelmiş İslâm’la ilgisi yoktur.
Böyle bir İslâm’ın, adından başka İslâm’la en ufak bir ilgisi bulunamaz.
Ancak, “her türlü sapıklık ve saptırmaya rağmen, Allah’ın
Dini’ni doğru olarak anlayan ve doğru şekilde ortaya koyan bir
468 Bak. Hubel
469 Geniş bilgi ve örnekler için bkz. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman
Dilipak, İşaret Ferşat Y..
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 156 -
kesimin kıyâmete kadar varlığını sürdüreceğini, onlara muhâlefet
edenlerin, hak yol üzere bulunan bu kesime asla zarar vermeyeceğini”
müjdelemektedir Yüce Peygamberimiz. Allah’tan, bu hayırlı
zümreyi her geçen gün güçlü kılmasını ve bizleri bunlardan eylemesini
niyaz ederiz.
“Laik” (laic), din adamları sınıfı dışında kalan; “laiklik” de, dinin
ya da din adamları sınıfının devletteki nüfuz ve etkinliğini
uzaklaştırmayı esas alan siyasal düzen demektir. İlk anda laiklik,
yalnızca siyasal boyutu olan bir yaklaşım olarak görülüyorsa da,
herhangi bir düzen ve sistemin tek boyutlu olarak pratikte var olmasına,
varlığını sürdürmesine imkân yoktur. İnsan, ruh ve bedeniyle,
düşünce ve duygularıyla, yapıp ettikleriyle, zaaf ve meziyetleriyle,
İç dünyası ve bu dünyasının kâinat ile olan ilişkileriyle, fert
olarak ahlâkî, siyasî, fikrî ve amelî bütün ilişki ve yaklaşımlarıyla,
ruhu ve kalbiyle, aklı ve vicdanıyla bir bütündür. Bu bütünün, hikmeti
sonsuz Yaratıcımız’ın takdiri gereği kendi arasında muazzam
bir dengesi, bir âhengi vardır.
İnsanın güç ve imkânlarının değişik alanlar olarak görülüp
farklı mekân, makam ve güçler arasında paylaştırılması, insanın
görünmeyen keskin bir kılıçla biçilmesi, bölünmesi anlamına gelir;
insandaki tevhidi bozar. Bununla birlikte böyle bir bölünmenin
sonsuza kadar bu şekilde kalmasına imkân görünmemektedir.
Yani böyle bölük pörçük bir hayat ve böyle bir anlayış fıtrî değildir.
Laiklik, tezine uygun olarak dinin siyaset alanından uzaklaştırılmasının
akabinde, insanın eğitiminde, ahlâkî ve siyasî ilişkilerinde,
bunları düzenleyen hukukunda, kâinat ve hayat yorumunda, bilime
yaklaşımda, sanatsal ve edebî yorumlarında... da ister istemez
kendisini gösterecektir. Yani, bütün bu ilişkiler ve ilişkilerin dayandığı
her türlü kurum da zorunlu olarak temel alınan bu siyasal
teze uygun şekil alacaktır.
Çünkü insanın bir bölümünü dünyevî saltanat ve siyasal otoritenin
simgesi demek olan “Sezar”a teslim ederken; bunun dışında
kalanını -artık ne kalıyorsa- Tanrıya teslim edip bu diğer bölümünün
ilişkilerini onun buyruklarına göre düzenlemeye kalkışmasının
imkânı yoktur. İnsan, bütünüyle ve her türlü ilişkisiyle, tek bir
otoriteye teslim olmak zorundadır. Bunu ister açıkça ifade etsin,
isterse de etmesin; ister durumun böyle olduğunun farkında olsun,
isterse de olmasın, değişen bir şey olmaz. Yani “İnsanın içinde
iki ayrı kalp olmadığı”470 gibi, onun hayatında da iki efendiye, iki
zıt otoriteye yer yoktur. İnsanın fiilen böyle bir kaos yaşamaya
470 33/Ahzâb, 4
PUT VE PUTA TAPINMA
- 157 -
tahammülü olmadığından, pratikte de buna imkân olmadığından
dolayı, dinin hayatın herhangi bir alanından uzaklaştırılmaya çalışılması,
zamanla dinin hayatta en ufak bir fonksiyon icrâ etmemesi
sonucuna kadar varmıştır. Hıristiyanlığın tarihi, bu iddianın
tartışılmaz bir delili olduğu gibi, günümüz “İslâm dünyası” adı
verilen ülkelerin durumu da bunun açık bir delilini teşkil etmektedir.
Şöyle ki: Bu dünyada yer alan ülkelerin büyük bir çoğunluğunda
laik uygulamalar sözkonusudur. Bunun resmiyette böyle
olup olmaması, esas itibarıyla pratikte ciddî farklılıklar ortaya çıkarmamaktadır.
Bu laik uygulamaların sözkonusu olduğu ülkelerde
yaşayan insanların önemli bir bölümü, egemen düzeni ve
uygulamalarını, onun benimsediği ve telkin ettiği dünya ve hayat
görüşünü kabul edip onaylamakta, buna bağlı olarak, dinin emir
ve hükümlerini umursamayan bir hayat sürdürmektedir.
Bunlardan ayrı olarak, kendilerine dayatılan bu düzeni hiçbir
şekilde benimsemeyen, kendi irâde ve istekleriyle düzenin hiçbir
kural ve hükmünü yerine getirmemeye çalışan, içten gelen bir istekle
itaat etmeyen ve boyun eğmeyen, aslı itibarıyla düzen karşıtı
ya da muhâlifi büyük kitleler vardır. Bu kitleler, şu ya da bu
şekilde laikliği reddeden söylemlerini herhangi bir şekilde ifade
etmeye kalkıştıkları takdirde egemen düzenin yasal olsun olmasın
her türlü engellemesine, zulüm ve terörüne, cezalandırmalarına,
komplolarına, işkence ve her çeşit zulümlerine -kurulu düzeni korumak
ve laikliğin elden gitmemesi adına- mâruz bırakılmaktadırlar.
Kısacası, bu ülkelerde egemen düzenlerin baskı ve terörü
altında yaşayan insanlar, pratiklerinde din ve dünya işlerini ayrı
ayrı ele alıp değerlendirmemektedirler. Çünkü buna imkân yoktur.
Devletler ve yönetimler de yalnızca devlet yönetimini dinin
müdâhalesi dışında bırakmakla yetinmemekte, aksine, yeri geldikçe,
gerek gördükçe dine müdâhale etmekte, dini kontrol altına
almaya, yönlendirmeye çalışmaktadırlar.
Laikliğin yalnızca siyasal bir çerçeve ve boyutunun bulunduğunu
ileri sürmek, eğer bir kandırmaca değilse, asılsız bir iddiadan
öte değildir. Sözün burasında ister istemez şunu da hatırlıyoruz:
Laiklik, esas itibarıyla; din, akîde, düzen ve sosyal hayatın tümüyle
Allah’tan alınması tezini teklif ve emr eden İslâm’ın tam karşısında
yer almaktadır. Laiklik, Allah’tan başka varlıkların ulûhiyetini esas
alan bir anlayış ve bir sistem olduğu halde; laikliğin dinsizlik anlamına
gelemeyeceğini söyleyerek, hem laikliğin anlamını kaydıran,
hem de işin içyüzünü bilmeyenlere sevdiren yaklaşımlar ve yorumlarla
asıl laikliğin İslâm’da olduğunu ileri süren ve bunun için
birtakım âyetleri hiç de ilgisi olmadığı halde delil diye gösterenler
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 158 -
İslâm’ı saptırmakta, Hak Din’i tâğutî düzene koltuk değneği yapmaktadır.
Belki iyi niyeti dolayısıyla bunun farkında değildir; ama
vâkıa budur. Bu iki zıddın birleşebileceğini, bir kimsenin hem laik
hem de müslüman olabileceğini iddia eden bazıları da müslümanları
kendi siyasî yaklaşım ve emelleri doğrultusunda yönlendirmeye
gayret etmekte, yani kurulu düzenin İslâm’la çatışan bir düzen
olduğunun fark edilmemesini sağlamaya çalışmaktadır.
Laiklik, esas itibarıyla şeytana ibâdetin genel adıdır. İslâm’ın
ya da Allah’a ibâdet yolunun tam karşıtı ve İslâm dışı bütün beşerî
sistemlerin ortak bir adıdır. İslâm dini dışında kalan ve Allah tarafından
asla kabul edilmeyecek olan bâtıl dinlerin bir diğer unvanıdır.
Bu bakış açısıyla konuya baktığımızda, laik düşüncenin kendisinin
karşıtı olarak kabul ettiği ve din adamları sınıfının ya da
bir hükümdarın yönetimi altındaki insanların, Allah’ın indirdiği
şeriat dışında, kendi hevâsını tanrının irâdesi olarak telkin eden,
kabul ettiren ve dayatan sistem olan “teokrasi” de bâtıl bir dindir
ve sonuç itibarıyla şeytana ibâdetin birçok türünden bir çeşittir.
Bu bakımdan teokrasi de Kur’ân-ı Kerim gözüyle laiklikle ve diğer
bütün bâtıl din ve rejimlerle aynı kefededir. Teokrasi, kendini
ilâh sayan veya tanrıların temsilcisi olarak görenlerin idaresidir.
Meselâ Firavunların idaresi, teokrasidir. Laiklik, teokrasiye alternatif
olarak ortaya çıkmış olsa da, aslında her ikisi de temelde aynı
kaynağa, insanı tanrılaştırmaya dayanmaktadır.
Kur’an, inanılan düzenin pratiğe yansımasını “ibâdet” diye
adlandırmakta ve ibâdetin de ya Yüce Allah’a ya da O’ndan başka
kime yapılırsa yapılsın, sonuçta şeytana yapılmış olacağını gâyet
açık ve en ufak bir te’vile yer bırakmayacak şekilde ifade etmektedir.
Cennetlikler cennete, günahkârlar da cehenneme girdikten
sonra Yüce Allah, cehennemliklere azarlayıcı bir üslûpla şu şekilde
hitap edeceğini bildirmektedir: “Ey Âdemoğulları, Ben size; ‘şeytana
tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, yalnız Bana ibâdet
edin; işte dosdoğru yol budur’ diye açıklamamış mıydım?”471 Laiklik de,
diğer beşerî rejimler gibi şeytana ibâdet yollarından bir yoldur.
Müslüman ise, “dini yalnızca Allah’a hâlis kılmakla ve yalnızca Allah’a
ibâdet etmekle”472 yükümlüdür.
İslâm’da Laiklik Yoktur: Laiklik, geniş ve basit tanımı ile dinin
siyasal hayatın dışına itilmesi, din adamları sınıfının devletin
siyasal hayatında din adına etkin olmalarının engellenmesi diye
ifade edilecek olursa, peşinen şunu hatırlatmamız gerekmektedir:
471 36/Yâsin, 60-61
472 98/Beyyine; 5, 39/Zümer, 2-5
PUT VE PUTA TAPINMA
- 159 -
Evvelâ İslâm’da batıda bilinen şekliyle bir “din adamları” sınıfının
varlığı sözkonusu değildir. Dolayısıyla böyle bir sınıfın din adına
siyasal etkinliklerde bulunmalarından ve devletin siyasetinde aktif
bir rol oynamalarından söz edilemez. Çünkü böyle bir sınıf yok
ki, bu sınıfın icrâ edeceği fonksiyon kabul veya redde konu olsun.
İslâm inancına göre Allah her şeyi yaratandır. O, her şeyi bilendir.
İnsanı yaratan olduğu gibi, her asırda, nelere muhtaç olduğunu,
dünya ve âhirette mutlu olmasının nelere bağlı olduğunu tam
ve en kâmil anlamıyla O bilir. Dolayısıyla O’nun insanların dünya
ve âhiret mutluluğunun elde edebilmeleri için teklif ettiği düzen
olan İslâm’da, dünya ve âhirette her bakımdan huzurlu olabilmeleri
için insanların gerek duyabilecekleri her şey vardır. Bugün için
gerek duymadıkları fakat zamanla ihtiyaç hissedecekleri şeyler de,
günümüz müslümanları tarafından bilinse de bilinmese de, ellerinde
bulunan Kur’an ve Sünnette yeteri kadarıyla mevcuttur.
Kıyâmete kadar gelecek bütün insanların ihtiyaçları için de durum,
aynen böyledir. Diğer taraftan, Kur’an’ın içeriğine gelişigüzel
dahi olsa bir göz atılacak olursa, görülür ki, Kur’ân-ı Kerim müslümanların
ibâdet ve âhiret hayatıyla ilgilendiği kadar, dünyadaki
ilişkileriyle de ilgilenmiştir. Hatta dünyevî ilişki olarak değerlendirilen
birçok alana dair açıklamaları, dinî ya da uhrevî ya da vicdanî
olmakla nitelendirilen ilişkilere kıyasla daha etraflıdır.
Elbette İslâm, bu hükümler arasında laik bir düşünüşün etkisi
ile ayrım yapmaz, dünya işi, âhiret işi; din işi, devlet işi gibi ayırmaları
kabul etmez. Çünkü Kur’an, bunların hepsinin aynı şekilde
ve hepsine ayrım gözetmeksizin müslümanların aynı önemi vermelerini
ve aynı gayreti göstermelerini istemiş ve hepsini birlikte
uygulamaya geçirmelerini emretmiştir. O yüzden İslâm’da dünya
işi, âhiret işi yoktur. Her şey ibâdet ve cihaddır; ya Allah’a ya
da tâğuta kulluk. Siyâseti ibâdet, ibâdeti siyâset olan bir dindir
İslâm. Dini devletten ayırdığınızda devlet dinsiz; devleti dinden
ayırdığınızda din, devletsiz ve güçsüz olur. Dinle devlet, etle kemik
gibidir. Devlet, vücut ise, din de o vücudun canıdır, ruhudur.
Bu ikisini birbirinden ayırmak, insanı/İnsanlığı katletmektir,
cinâyettir. Kur’ân-ı Kerim’de, meselâ miras hükümlerine, evlenme
ve boşanmalara, alışverişe ve diğer akidlere, savaşa, suç ve cezalara
dair açıklamalar, sözgelimi namaza ve hacca dair açıklamalara
göre daha ayrıntılıdır. Ama hepsine riâyet etme gereği, aynı titizlik
ve tâvizsizlikle vurgulanmaktadır. Kur’an’ın en azından bir
defa, başından sonuna kadar ciddî bir şekilde anlamıyla birlikte
okunması, bu sözün isbatı için yeterlidir. Durum bu iken, Kur’an’ın
“Dinde zorlama yoktur” ilkesi ile “Sen onlar üzerinde bir zorba değilsin”
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 160 -
gibi buyruklarının İslâm’ın da laikliği kabul ettiğine delil olarak
gösterilmesinin, gaflet değilse, ancak ihânetle izahı sözkonusudur.
Safça, riyâkârca veya bazılarının münâfıkça niyetlerle bu tür
delillendirmelere kalkışmasının ilmî değerinden söz edilemez.
Lât: Kur’ân-ı Kerim’de isminden bahsedilen 473 câhiliyye dönemi
Arap tanrıçalarından birisidir. İslâm öncesinde Kâbe’de duran
üç puttan biridir. Diğer ikisi Uzzâ ve Menât’tır. Allat kültünün Hicaz
bölgesindeki uzantısıdır. Kült merkezi Tâif’te olan Lât, dört
köşeli bir kaya parçasıyla temsil edilirdi. Lât kültü için yapılan ve
Tâif Kâbesi diye adlandırılan bir kutsal bina da vardı. Araplar Teymullat
(Lât âşığı) ve Zeydullât (Lât’ın yetiştirdiği) gibi şahıs isimleri
de kullanırlardı. “Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri olan
ötekini, Menât’ı. Demek erkek size, dişi O’na öyle mi? O zaman bu, insafsızca
bir taksim! Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden
başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar
ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine
Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.” 474
Maddîyyûn: Maddeciler. Maddî kelimesinin çoğuludur.
Âlemin başlangıcı olarak maddeyi kabul edip, maddenin ezelî ve
sonsuz olduğuna inananlara, madde ve hareketi dışında her şeyi
inkâr edenlere verilen addır. Maddîyyûna göre bu âlem atomlardan
oluşan maddelerin rastgele hareket ve birleşmeleri sonucu
kendiliğinden meydana gelmiştir. Bir yaratıcının eseri değildir.
Madde, varlık âleminin aslı ve yaratıcısıdır. Onlara göre maddenin
bölünebilirliği bir daha parçalanmayan ve değişmeyen atomda
biter ki buna “cüz’ü lâ yetecezzâ” derler. Kuvvetsiz madde, maddesiz
kuvvet olmaz. Demir gibi en katı cisimlerin bile içi sonsuz bir
hareketle devinmektedir. Madde ve hareket her ikisi de ezelî ve
sonsuz olduğundan bunların dışında bir yaratıcıya gerek yoktur.
Maddeciler tabiat ötesindeki olayları ve varlıkları duyu organlarıyla
bilinemediği ve deney dışında kaldığı için inkâr ederler. Dolayısıyla
Allah ve ruhun varlığını da kabul etmezler. 475
Marduk: Babil’in büyük tanrısı; yaratıcı tanrı. Aynı zamanda
kralların rabbi, tanrıların çobanı, hukuk ve düzenin koruyucusu,
yüce hekim ve yüce büyücü olarak da adlandırılan Marduk, aslında
bir bitki tanrısıdır.
Mars: Eski Roma’da savaş ve tarım tanrısı; Juno’nun oğlu; Remus
ve Romulus’un babası. Kutsal hayvanları akbaba, ağaçkakan,
473 53/Necm, 19
474 53/Necm, 19-23 (Bak. Ellat)
475 İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmi Kelam, s. 362 Geniş bilgi için bak. Materyalizm).
PUT VE PUTA TAPINMA
- 161 -
at ve kurt olan Mars’ın festivali Mart ayındaydı. Onun tarımsal
karakteri için Mayıs ayında kutlamalar yapılırdı.
Maske (Mask): Eski câhilî insanların dinî ve büyüyle ilgili amaçlarla
yüzlerine taktıkları yüz kalıbı. Günümüz câhiliyyesinde hâlâ
sürdürülen maske takma geleneği, çeşitli dinsel ve büyüsel amaçları
kapsar. Kötü ruhların korkutulmasından, takılan maskenin
gücünü elde etmeye kadar çeşitlenen bu amaçlar eski câhilî toplumların
çeşitli tapım ve törenlerinde gerçekleştirilirdi. Maskeler
totem hayvanlarını, tanrıları, ataları ve çeşitli doğaüstü varlıkları
simgeler. Hıristiyanların karnaval törenlerinde taktıkları maskeler
aynı ilkel câhiliyye geleneğin eğlence durumuna dönüştürülmüş
çağdaş biçimidir.
Başta Afrika ve Kuzey Amerika dinsel gelenekleri olmak üzere
çeşitli şirk dinlerine bağlı kişiler, tanrısal varlıkları ya da ruhları
temsil ettiğini düşündükleri maskeleri törenlerde başlarına maske
takarlar. Bu maskeleri takan kişilerin ilgili ruhu taşıdığı düşünülür.
Ve ona dokunmanın ya da onunla konuşmanın doğru olmadığına
inanılır.
Maskot: Uğur getirdiğine inanılan nesne. Genellikle bir insan
ya da hayvandır; herhangi bir cisim de olabilir. Fransız halk dilinde
büyücü anlamına gelen masco sözcüğünden türemiştir. Yine bu
dilde mascoto kelimesi büyü anlamını dile getirir. Maskot bir çeşit
iyilik getirici büyü kabul edilir.
Masonluk: Uluslararası bir menfaat kuruluşu. Bünyesine özel
vasıflı ve seçkin insanları alarak geniş bir teşkilatlanma içerisine
giren masonlar, dünyanın hemen her yerinde seslerini ve etkilerini
duyurmuşlardır.
Masonluk, Yahudiliğin gizli faaliyet gösteren bir örgütüdür.
Bütün rütbelerini, sembollerini muharref Tevrat’tan almıştır. Giriş
törenleri Tevrat doktrinine uygun olarak yapılır.
Masonlar, Yahudilerle olan bağlarını sürekli inkâr etmekte
ve onlarla hiçbir ilişkilerinin olmadığını iddia etmektedirler. Eğer
Yahudilerle olan bağları anlaşılırsa, toplum tarafından hoş karşılanmayacaklardır.
Bunun yerine kendilerini bir hayır kurumu, bir
kardeşlik, yardımlaşma cemiyeti olarak topluma lanse etmeye çalışmaktadırlar.
Masonlar yalnızca üyelerine mahsus olarak çıkarttıkları Mimar
Sinan, Türk Mason Dergisi, Akasya, Büyük Şark gibi dergilerde, Yahudilerle
olan bağlarını açıkça ifade etmektedirler. “Ritüellerimizde
Tevrat’tan sayısız alıntılar mevcuttur.” 476
476 Mimar Sinan, Sayı 47, s. 39.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 162 -
Tevrat’ın, Yahudi ırkının bir ideoloji ve doktrin kitabı olduğunu
öncelikle belirtmekte fayda vardır. Bu ideolojinin siyaset sahnesindeki
ismi Siyonizmdir. Siyonizm, Masonluk hep Tevrat’tan
kaynaklanan felsefenin uygulamadaki örnekleridir.
Bozulmuş ve değiştirilmiş Tevrat’ta Yahudi ırkının dünya milletlerine
yapması emredilen vahşet ve katliam şekilleri ayrıntılı
bir biçimde belirtilirken, gizli, dikkat çekmeyecek yöntemler de
detaylarıyla anlatılmış, çeşitli yollar gösterilmiştir. Bu yöntemler
uygulandığında milletler içten çökertilecek ve ne hedef alınan
milletler bunu farkedebilecek, ne de olayların arkasında bir Yahudinin
ismi duyulacaktır.
Sadece kendi gizli kaynaklarında Yahudilikle ilişkileri anlaşılan
Masonluk, işte Yahudiliğin Tevrat’ın telkinlerini aynen benimseyen
ve gizli faaliyet gösteren kollarından biridir.
Masonlar, Yahudilikle olan alâkalarını gizli tutmayı lüzumlu
görmektedirler. Çünkü Siyonizm ile aynı amacın güdüldüğünü
anlatarak faaliyet göstermek yerine, yardım kuruluşlarını paravan
yapıp hayırsever kişiler görünümü altında bu amaca hizmet
etmek kendileri açısından daha verimli sonuçlar doğurmaktadır.
Masonluk, esas itibariyle Yahudi olmayan birtakım insanları
bir gizli dernek çatısı altında toplayıp, eğiterek, onları herhangi
bir sahada Yahudiliğe ve Yahudilik ideallerine hizmet eder hale
getirmek için verilen bir tedris usulüdür.
Siyonistler, Yahudilik kavramıyla beraber, Siyonizm hedeflerinin
insanları ilk planda ürkütebileceğini düşünerek kendi tanımlamalarıyla,
toplum içerisinde başarılı olmuş, meslek sahibi, zengin,
saygılı kişilerle, kardeşlik, dostluk, barış gibi insanlara sıcak gelen
kavramlarla Masonluk bünyesinde ve Rotary, Lions, Liones gibi
kulüpler aracılığıyla çalışmalarını sürdüregelmişlerdir. Böylece
hem Siyonist hedefleri ilk planda öne çıkarmamış olmak ve hem
de Yahudi olmayan insanlar vasıtasıyla Yahudilik ideallerine hizmet
ettirmiş olmak amacını gerçekleştirmişlerdir. 477
Ütopist mahiyette insanlık, dünya vatandaşlığı, enternasyonalizm
gibi kozmopolit ilkeleri benimsediğini iddia eden, ancak aynı
teşkilat mensuplarını kardeş gören ve teşkilat içindekilere yardımcı
olan; inanç ve vicdan hürriyeti mücâdelesinde bulunmakla
beraber, Masonluk imanını benimsetmek isteyen; umumiyetle liberal,
kapitalist, kendi inancına uymak şartıyla imtiyazlı; oligarşik
olmakla beraber sözde demokrat görünen; ehliyet, liyakat,
fazilet esaslarına, Mason kardeşliğini tercih eden; malî imkânları
477 Ali Uğur, Masonluk, Soruşturma Dış Politika dergisi, s. 3
PUT VE PUTA TAPINMA
- 163 -
ve elemanları geniş bir teşkilata sahip, disiplinli, otoriter, beynelmilel
hüviyetteki bu kurum, gizli, esrarengiz birtakım gelenek ve
sembollere sahip bulunuyor. Bu sembollerin köklerinin (üçgen,
nur, altı köşeli yıldız, akasya, duvarcılık, hiram-mabet şekli vs.)
eski Mısır ve Yahudi geleneklerine dayandığı Masonluk yayınlarında
belirtilmiştir. Masonluk, insanlığı bir bütün olarak görmek
istemesine rağmen yalnız birbirini kardeş tanıması, ehliyet, liyakat
vb. vasıflar yerine locaya mensup olduğu için himaye görmesi,
bir tehlike anında veya bir yardım isteğinde kendi milletine karşı
da olsa, loca mensubunun yardımına yönelinmesi, kozmopolit
mahiyeti, biricik hakikatin yalnız Masonluk ilkelerinde görülmesi,
zaman zaman din ve milliyet aleyhindeki tutumu dolayısiyle, localarda
Yahudilerin, dönmelerin bilhassa önemli mevkilerde bulunması
gibi sebeplerle, itirazlara uğramış ve Yahudi emellerine,
ülkülerine vasıta olduğu İsrail devletinin kurulması için bir araç
olarak kullanıldığı ve Yahudiliğin beynelmilel himayesinin arka
planda bulunduğu ileri sürülerek tenkid edilmiştir. 478
1717’de kökleri çok eski olduğu halde İngiltere de kurulup
geliştirilen Masonluk, İngiltere Yahudileri yanında, İngiliz Emperyalizminin
sömürgeciliğinin yanında, her tarafta ajanlar, sempatizanlar,
aldatılanlar, yanıltılanlar elde ederek gelişmiş ve İngiliz
uyduluğuna bilerek bilmeyerek hizmete sevkedilmişlerdir. Aynı
şekilde Amerika’da da Mason localarına Yahudiler kesinlikle
hâkimdir. Orada da ticarî, iktisadî, siyâsî mevki sahip olmak isteyenler
onun desteğine muhtaç hale getirilmişlerdir.
1822-1884 yıllarında ilân edilen Anayasa ve arkasından yapılan
seçimler sırasında meclis tutanakları gözden geçirilirse, Rumların,
Ermenilerin ve diğer azınlıkların nasıl çıkar ve bölünme doğrultusunda
gayret sarfettikleri anlaşılır. Bu konuda önemli rolü bulunan
Mithat Paşa’nın kimliği bir hayli enteresandır. Macaristanlı bir
hahamın oğlu olan Mithat Paşa, Türk devletinde yenilikler yapmağa
başlamıştır. Yahudi prensiplerine dayanan mektepler açtırmış
ve mekteplerde ihtilacı doktrinleri öğretmiştir. Mithat Paşa, Jön
Türkler partisini kurmuştur. Bütün Avrupa’da kendi sırdaşı olan
Simon Deutch’un talimatıyla yapılmıştır. Sultan Abdülaziz’in katli,
Mithat Paşa’nın gözü önünde gerçekleştirilmiştir. 479
3 Kasım 1839 Sultan Abdülmecid’in tecrübesizliğinden istifade
eden Mustafa Reşit Paşa’nın gayretiyle Tanzimat Fermanı ilân
478 Ömer Rızâ Doğrul, Eski Mısır'da Masonluk İzleri, Selâmet Mahfilinde
Dört Konferans, İstanbul 1930, s. 4
479 Kemal Fedâi Coşkuner, Yakın Tarihimiz ve Siyonizm, Orta Doğu, 10 Ocak
1976
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 164 -
edildi. Bunun üzerine yabancı kuruluşlar, azınlıklar kuvvetlendi.
Bu hareketi benimseyenlerce buna “Tanzimatı Hayriye” adı takıldı.
Kozmopolitlik, yabancı etkisi ve aşağılık duygusu yayıldı. Bu
sebeple buna “Tanzimatı Şerriyye” diyenler de vardır. Tanzimatı
ilân eden Mustafa Reşit Paşa, İskoçya Mason locasına mensup bir
kimseydi. 480
Masonluktaki Tanrı anlayışı Deist bir anlayıştır. Deizm ise
İslâmlık, Hıristiyanlık, Musevilik gibi semavî dinlerdeki Allah inancına
bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlayışa göre, kâinatı
aşan bir varlık vardır. Fakat insanoğlu bu varlığı tam mânâsıyla bilemez.
Onun için bu varlığa yakarılmaz, ondan bir şey istenmez ve
onun insanları sevmesi, imtihan etmesi beklenemez. Böyle olunca
ahiret düşüncesi ve öldükten sonra dirilmek fikri de iptal edilmiş
oluyor. Deist anlayışı biraz daha ileri götürdüğümüzde Ateizm
noktasına gelirsiniz. Zaten özellikle Fransız locasına kayıtlı masonlarda
bu anlayış yaygındır. 481
Sion kelimesi “Allah’ın krallığı” mânâsına gelir. Tevrat’taki
üstün ırkla alâkalı âyetler Siyonizm fikrinin temellerini teşkil etmektedir.
Yahudilerin Allah’ın seçmiş olduğu millet olduğu yolundaki
söylentilerin kaynağı Tevrat’ta çeşitli bablar içerisinde yer almaktadır.
Bunlardan iki tanesi aşağıdaki şekildedir:
“Ben dedim: Siz ilâhlarsınız ve hepiniz Yüce Allah’ın oğullarısınız.
Kalk, ey Allah (ey oğullarım) yeryüzüne hükmet. Zira milletlerin
hepsine sen varis olacaksın.” 482
“Çünkü sen Allah’ın Rabbe Mukaddes bir kavimsin. Allahın
Rab, yeryüzünde olan bütün kavimlerden kendisine has kavim olmak
üzere seni seçti.” 483
Yukarıdaki sapık ve ahlâk dışı sözde Tevrat âyetlerine daha
yüzlercesini eklemek mümkündür. Bütün bunlar da göstermektedir
ki, Masonluk; azmış ve gözü dönmüş Yahudinin Siyonist menfaatleri
doğrultusunda ülkelerin yetişkin insanlarını kendine hizmet
ettirerek ideallerini gerçekleştirmek yolundadır. 484
480 Prof. Dr. Hikmet Tanyu, Siyonizm ve Türkler, İstanbul Bilge Yayınları, s. I,
281
481 Yesevizade, Soruşturma, Masonluk, Dış Politika, sayı 3, s. 109
482 Mezmur Bab. 82, Âyet. 6-8 s. 598
483 Tesniye Bab. 7, Âyet 6 s. 184
484 Bak. Siyonizm (Sami Şener, Şamil İslâm Ans.)
PUT VE PUTA TAPINMA
- 165 -
Materyalizm: Allah ve kâinattaki her şeyi madde ile izah etmek
isteyen ve âlemde bir gaye, bir şuur ve bir irade görmeyen,
toplum hayatını ve fertler arasındaki ilişkileri ve davranışları belirleyen
faktörün madde olduğunu iddia eden düşünce sistemi.
Avrupa’nın hayatında materyalist görüş, Avrupa Rönesansı kadar
eskidir. Hatta onun eski Grek felsefesinde ve Hıristiyanlıktan
önceki Roma yaşayışında, bazı yönleriyle bundan daha derin izleri
vardır. Aslında Avrupa Rönesans hareketi, dine düşmanlık esası
üzerine yükselmiştir. Rönesans, karşı durduğu ve kendisinden sıyrıldığı
Hıristiyanî-dinî temeller yerine, Grek ve Romen temellere
dönerek onlardan destek bulmaya çalışmıştı.
Rönesans düşüncesi bir taraftan “hümanist” (İnsancıl), diğer
taraftan da dünya hayatına yönelik idi. Bu hümanizmin mânâsı
şuydu: Bilginin kaynağı Allah değil, insan olması gerekir. Hayatın
gereklerinin ne olduğu ile ilgili olarak göz önünde bulundurulması
gereken kaynak İlâhî vahiy değil, insanî düşüncelerdir.
Bu çağın ayırıcı özelliği, insanın mutlak kişiliğinin farkına varması,
otoriteye ve sahiplerine karşı çıkması, bütün dünyayı kendisine
vatan olarak kabul etmesi gibi hususlarda ileri noktalara
kadar gitmek olmuştur. O bakımdan Yunan ve Roma edebiyat ve
ilimlerini inceleme konusunda uzmanlaşmak durumunda olan
kimseler, kendilerine “hümanistler” adını verirler.
Dinden sıyrılıp materyalizme doğru yol alan bu gidiş, dini
ruhanîlikten dinsiz materyalizme bir anda ve tek bir sıçrayışla geçmediği
gibi; hedefine doğru yol alırken, birtakım inişler-çıkışlar
yapmaksızın, dosdoğru bir şekilde ilerlemedi. Ancak her bir sıçrayışında
materyalizme daha çok yöneldi. Bu bakımdan rönesans’ın
başından itibaren gerçekleştirilen ilmî ilerlemeler, Rasyonalist ve
Emprsist görüşlerin ortaya koyduğu şekilde Avrupa düşüncesinin
izlediği yolda gitmesine yardımcı unsur olmuşlardı.
Rasyonalizm ise kâinatın tabiat öte;inden ve tarihin akışı istikametinden
Allah’ın varlığı düşüncesini ortadan kaldırmayı hedef
alır. Ayrıca Empirizm’in de Rasyonalizmden pek farkı yoktur.
Empirizm’e göre gerçekler, his ile idrak edilebilen âlemde gizlidir.
Duyularla idrak edilen tabiat olaylarının ötesinden bilgi elde etmeye
çalışmak ve bu alanda illet arayıp bulmaya kalkışmak ise
reddedilmesi gereken bir konudur.
Bu gelişmeler zamanla daha ileri boyutlara ulaştı. Sonunda,
tabiatın dine ve akla hakim olduğunu ileri süren, tabiatı her şeyin
kendisinden çıktığı temel olarak değerlendiren ve insan aklını
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 166 -
düşüncelerin kaynağı kabul eden Pozitivist felsefe ortaya çıktı. Bu
görüşün önde gelen en önemli iki filozofu, Auguste Comte ve
Fuerbach’dır. Bu felsefe belirli bir atmosferde doğdu ve bu ortamda
pek çok ilim ve felsefe adamının ruhunda, özel bir bilgi türüne
sahip olan Kilise’ye karşı çıkmak arzusunu uyandırdı.
Diyalektik Materyalizm, maddenin kâinatta köklü ve biricik
gerçek olduğu ve kâinattaki her şeyin ve herkesin maddeden çıkıp,
maddenin kanunlarına mahkum olduğu; maddenin sınırlarının dışında
varlığın söz konusu olmadığı iddialarına dayanır. Bu düşünceye
göre, maddeden ortaya çıkan bütün yaratıklar-İnsan da dahil
olmak üzere- ve bütün organizmalar bir taraftan maddîdir, diğer
taraftan da çelişkiler arasındaki mücâdeleye mahkûmdur.
Tarihî materyalizme göre madde, bütün duyuş, düşünüş ve
idrakin kaynağıdır. İdrak ise türemiş ikincil bir unsurdur. Çünkü
idrak, maddenin yani varlığın bir yansımasıdır. Düşünce ise, maddenin
bir sonucudur. Zira düşünce, tekâmülü sayesinde mükemmelliğin
üst basamaklarına çıkabilmiştir.
Tarihî Materyalizm, insanlık tarihini maddeci temellere dayandırarak
açıklamaktadır. Buna göre madde ezelî ve ebedîdir ve
kâinatta var olan her şey madde tarafından yaratılmıştır. Tarihi
Materyalizmin sosyolojiye sunduğu temel, Evrim Teorisi’nin tabiî
seleksiyon yoluyla biyoloji ilmine sunduğu temelin aynısıdır. İncelenmekte
olan tür ne olursa olsun, o tabiî seleksiyon yoluyla evrim
geçirmiş bir türdü. İşte bu, onun tabiatının sınırlarını çizer. Aynı
şekilde incelenmekte olan toplum ne olursa olsun, üretim ilişkilerinin
üretimle olan ilgisine, düşünce ve kurumların üretimle olan
ilişkisine göre şekillenmiş bir durumdadır.
Ayrıca tarihin materyalist yorumu insanlık hayatında bir takım
değerlerin varlığını inkâr edip, hayatı sadece yemek, içmek, giyinmek,
barınmak ve cinsî ilişkiden ibaret olarak kabul etmektedir.
Din, ahlâk ve ailenin materyalist yorumu ile aynı anda iki şey
kastedilir. Bunların birincisi; bu kurumların bizatihi ve kendiliklerinden
ayakta duran bir takım değerler olmadıkları, onları bu
şekilde görmenin mümkün olmadığı, dolayısıyla bu kurumların
ne köklü ve ne de kutsallıklarından söz edilemeyeceğidir. Materyalizme
göre her ne olursa olsun din, insanların zihninde onların
günlük hayatına egemen olan dış güçlerin vehmî bir yansımasından
başka bir şey değildir. Bu yansımada yeryüzünün güçleri, tabiatüstü
bir takım güçler şeklini alır.
Materyalistlere göre aile ebedî bir sosyal yapı değildir. Çağlar
PUT VE PUTA TAPINMA
- 167 -
boyunca ailede pek çok değişiklikler görülmüştür. İşte bu evrim
son tahlilde ekonomik etken ile belirlenir.
Cansız maddenin kanunlarının insana uygunluğu iddiası, insanlık
düşünce tarihinde daha önce hiç bir şekilde görülmemiş
“ilmî” bir efsane biçimindedir. Bu ilmî efsanenin ortaya konulmasının
patenti, mutlak anlamda olmasa bile materyalist komünistlere
aittir.
Materyalizm sadece komünist rejimlerde geçerli bir anlayış
değildir. Kapitalizm de en az komünizm kadar materyalist bir anlayışa
dayanmaktadır.
Bu sosyal düzen, katıksız olarak maddeci bir düzendir. Bu düzende
insan, yaratılış ve ahiretinden soyutlanmış olarak ele alınır.
Maddî hayat içerisinde sadece maddî çıkarlarıyla varolan bir
“homo ekonomicus” (ekonomik insan)dır.
Kapitalist demokrasi düzeni, azgın bir materyalist ruh taşımaktaysa
da Materyalizmin hayat felsefesî ve onun hayatı açıklayan
öğretisi üzerine kurulmamıştır. Bu düzenin sosyal atmosferinde
hayat, maddî çıkar hudutlarının dışındaki tüm alâkalardan soyutlanır.
Fakat, bu soyutlama işlemi bir felsefî anlayışa sahip değildir.
Buda kapitalist dünyada materyalist felsefî ekollerin bulunmadığı
anlamına gelmez. Aksine materyalizm, ikbalini bu düzenin dünyasında
bulmuştur. Zira sanayi devrimi ile ortaya çıkan deneysel
zihniyetin etkisi, mutlak doğru kabul edilen birtakım fikirlerin
yanlışlığının ortaya çıkmasıyla başlayan görüş ve anlayışlardaki
değişmenin doğurduğu şüphecilik ve fikri kargaşa, aklı ve fikrî
donduran, zulüm ve baskı yolunu seçen, sosyal kargaşayı kendi lehine
körükleyen hıristiyanlığa karşı yüz gösteren hoşnutsuzluk ve
ondan cayma ruhu; batılı zihniyetlerde materyalizmi hazırlamıştır.
Allah’ı inkâr temeline dayalı olan bu batılı düşünce sistemi, artık
ilk doğduğu topraklar üzerinde ve ideolojilerini buna dayandıran
rejimlerin hâkim olduğu ülkelerde bile tartışılmış, büyük kitleler
ve ilim adamları tarafından reddedilen bir düşünce olmuştur.
Haklı olarak bunun geçersizliğini ve ilkeliğini gören demir perde
gerisi devlet ve rejimler de bu düşünceden vaz geçmeye başlamışlardır.
485
Meded: İmdad, yardım, himâye. Meded Allah’tan istenir. Tasavvufta;
ermişlerin ruhlarından yardım istemeye de meded denir.
Alevî-Bektâşi zümreler “yetiş yâ Ali” anlamında meded kelimesini
kullanırlar.
485 Sami Şener, Şamil İslâm Ans.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 168 -
Medyum: Ruhlar arasında aracılık ettiğine inanılan kimse.
Ölülerden, ruhlardan, cinlerden haber alabilecek olağanüstü
güce sahip olduğuna inanılan kişi. Bunların hemen hepsi şarlatandır.
Günümüzde kâhin ve falcılara, cinci olduğu iddiasındakilere
de medyum denilmektedir.
Melek-i Tâvus: Yezîdîlerin tanrısı. Yezîdîlik, şeytanı tanrı, daha
doğrusu tanrının celâl (hem büyüklük, hem de kızgınlık anlamlarına
gelir) ad ve niteliğinin belirmesi (zuhûru) sayar ve Melek-i
tâvus adıyla anarak ona tapar. Bu anlayışta, Zerdüşt ve Markion
ikiciliğinin, eşdeyişle kötülük sorununun çözümlenebilmesi için
bir de kötülükçü tanrı tasarımının zorunlu görüldüğü düşüncesinin
izleri vardı. Müslümanlar arasında gelişen tasavvuf anlayışında
da İlâhî varlık dışında başkaca bir varlık yoktur (vahdet-i vücut),
bundan ötürü şeytan da bir tanrı belirmesi (zuhûru)dur.
Menât: Putperest câhiliyye Araplarının taptıkları putlardan
biri. Kur’an’da Lât ve Uzzâ ile birlikte, put tanrılar üçlüsü oldukları
bildirilir. Ölüm tanrıçası olarak kabul edilir. İslâm, bütün putlarla
mücâdele etmiş, Menât’ı da Mekke fethiyle birlikte tümüyle tarihe
gömmüştür.
Merkür (Mercury): Eski Roma’da çok popüler olan tüccarlar
tanrısı; tanrıların elçisi; Hermes’in Roma’daki karşılığı. Merkür’ün
kutsal hayvanı horozdu.
Metafizik: Fizikötesi; Duyularımızla idrâk edemediğimiz varlıkları
konu edinen, asıl mesele olarak varlık problemini ele alan
felsefe kolu.
Metapsişik: Ruh ötesi, normal psikolojinin sınırları dışında kalan
olayların incelenmesi.
Mevlânâ: Mevlâ: Sahip, Rab, Allah, efendi, köleyi âzâd
eden; şanlı, şerefli, mâlik, yardımcı, koruyucu anlamlarına gelir.
Kur’ân-ı Kerim’de Mevlâ, Allah Teâlâ için kullanılır: “…Sen bizim
mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”486 Bakara
sûresinin son âyetinin son kelimeleri olan bu ifâdede “Mevlânâ”
(bizim mevlâmız) ifadesi kullanılır. Mevlânâ: Efendimiz, mevlâmız
anlamındadır. Mevlânâ kelimesi, tarihsel süreç içinde hürmeten
büyük kimselere söylenmiş, hazret mânâsında da kullanılmıştır.
Kur’an, bu ifâdeyi Allah için kullanmaktadır. Esas anlamı bizim
Rabbimiz, terbiye edenimiz, yardım edenimiz, dostumuz demektir.
Allah için kullanılan bu sıfatı, hem de bir isim olarak ve yüceltilen
bir insana verilmesi düşündürücüdür.
486 2/Bakara, 186
PUT VE PUTA TAPINMA
- 169 -
Efendi: Sözü geçen, buyruğu yürüyen, itiraz edilmeksizin kendisine
uyulan kimse. Tasavvufta; şeyh, pir. Doğu geleneğinde padişah
efendi, tebaa onun kullarıdır. Hükümdar, emri altındakilere:
“kullarım”, onlar da sultanlarına “efendimiz (mevlânâ, seyyidenâ)”
diye hitap ederler. Aslında efendi (seyyid, mevlâ) köle sahibi demektir.
Buradan kalkan dervişler, şeyhlerine “efendi”, “efendimiz”,
“efendi hazretleri” gibi ünvanlar verir, kendilerini de onun
kulları yerine korlar. Şeyh ise müritlerinden; “bendelerim”, “kullarım”
diye söz eder. Şeyhe şah ve sultan da denir. “Efendi ne isterse
etmek gerek / Kuluz biz düşer mi sual eylemek.” 487
Mit: 488
Mitoloji: Efsâne bilim, ilm-i esâtir. İnsanlığın sahip olduğu mitleri
ele alıp sistematik olarak inceleyn bilim dalı.
Misyoner: Misyon, bir şahıs veya heyete verilen özel görev demektir.
Misyoner: Kendini bir fikrin yayılmasına adayan kimse demektir.
Misyoner kelimesi daha çok hıristiyanlar için, hıristiyanlığı
yaymayı görev edinmiş kimse demektir. Misyonerlik, hıristiyanlığı
yayma yönündeki sistemli bir faaliyet ve teşkilattır. Misyonerlerin
yaptığı işe de misyonerlik denilir.
Mum Yakmak: Türbe, mezar, tekke vb. yerlere mum yakma
âdeti, eski câhiliyye çağından kalma âdetlerindendir. Arkeologların
çoğu bu âdetin en ilkel ateş kültü ile ilgili olduğuna kanidirler.
Yani “ateşe tapınmak”tan kalma bir âdet olduğu söylenilmektedir.
Eski çağlarda yalnız “aziz” sayılanların değil; başka ölülerin
de mezarlarında yahut öldükleri yerde mum veya ateş yakmak
bir nevi kurban sayılırdı. “Türbelerde kandil (mum) yakmak âdeti,
Fenikelilerden intikal etmiş bir ananedir. Fenikeliler Sur şehrinin
koruyucusu ve tanrısı olan Melkâres’in heykeli önünde devamlı
kandil (mum) yakarlardı.” 489
Hıristiyanlıktan önceki Helenler ve Romalılar’ın da mezarlarında
ve mezar taşları üzerinde meş’aleler yaktıkları bilinmektedir.
Bunlar Hıristiyan olduktan sonra da bu âdetlerini bırakmamışlardır.
Bu Paganizm kalıntısı âdet, daha sonraları hıristiyan din
adamları tarafından kitaba uydurulup mum yakma şeklinde dinî
âyinlere sokulmuştur. Hıristiyan din adamlarının izahlarına göre
güya bu âdet, ilk hıristiyanların karanlık mağara ve Katakomplarda
gizlice ibâdet ettikleri zaman yaktıkları mum ve meş’alelerin
487 İzzet Molla
488 Bak. Efsâne.
489 Hurâfâttan Hakikate, M. Şemsettin Günaltay, s. 298
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 170 -
hâtırası imiş.490 İslâm’da câmi duvarına, kabir taşına, mezar taşına,
türbelere, yatırlara mum yakılır diye bir davranış kesinlikle yoktur.
Bunlar Türklere de hıristiyanlar aracılığıyla müşrik ve mecûsilerden
geçmiştir.
Kabir başına, mezar taşına mum yakan kişi, oradaki yatırla
kendini bütünleşmiş, ondan bir parça olmuş gibi kabul ediyor ki,
bu büyük bir hatadır ve şirktir. İslâm’a göre insan, ancak Allah’a
ilticâ eder ve O’na sığınır. O’nun dışındaki varlıklardan medet ummak
tevhide ters düşen büyük bir yanlıştır. Bu itibarla kabirlerde
mum yakma âdeti, bâtıl bir inanç ve hurâfedir. Ayrıca, halk arasında
yaygın olan bir yanlış inanç da, cenâze çıkan odada 40 gün ışık
yakılmasıdır. Güya ölü çıkan odada 40 gün ışık yakılırsa, ölünün
ruhu geldiği zaman karanlıkta kalmaz, evini ve odasını daha çabuk
bulurmuş.
Malı israf etmek, başka ümmetlere benzemek gibi iki haramı
birden işleten bu tür hurâfelerden kesinlikle uzak bulunmak
gerekir. Tevhidi gölgeleyici, müslümanları tevhid inancından şirke
sevkedici bu çirkin putperest âdetlerinden medet umanlar, putlardan
fayda bekleyenler gibi kendilerini aldatmaktan ve etrafa,
özellikle yeni yetişenlere kötü örnek olmaktan başka hiçbir iş yapmış
olmazlar. Bu da vebal olarak onlara yeter de artar bile.
Mum yakarak, çaput bağlayarak, ölülere adaklar adayarak,
murâdına nâil olacağını, hastalığından veya dertlerinden kurtulacağını,
bahtının açılacağını, çocuk doğuracağını sananlar ve yeri
geldiğinde de müslümanlığı kimselere bırakmayanlar, inandıklarını
iddiâ ettikleri İslâm’a, Kur’an ve sünnete ne kadar ters düşmüşlerdir!
“Yalnız Sana ibâdet eder, yalnız Senden yardım dileriz.” 491
âyetini kıldığı namazın her rek’atında okuyanların, “gazâba uğramış
ve sapıkların yoluna tâbi olmaktan”492 Allah’a sığınanların, verdikleri
bu söze ve yaptıkları duâya sâdık kalmalarından daha doğal
ne olabilir?
Merhum Mehmed Âkif’in;
“Hurâfeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar,
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar!”
mısralarıyla çizdiği yakışıksız görünümden uzaklaşmaya,
İslâm’ın sadeliğinde dinî kişiliği ve sadece Hakka kulluk yapan
490 Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, s. 43
491 1/Fâtiha, 5
492 1/Fâtiha, 7
PUT VE PUTA TAPINMA
- 171 -
izzeti bulmaya çalışmalıdır. Çünkü kurtuluşa giden doğru yolun,
böylesi hurâfelere tahammülü yoktur.
Muska (Nüsha): (Kelimenin aslı nüsha’dır.) Bazı hastalıkları,
kötülükleri ve nazarı defetmek için boyna asılan veya üstte taşınan
yazılı kâğıt. Hıristiyanlıktaki teslis inancının simgesi olarak
üçgen şeklinde, üç köşeli katlanır; içinde çoğu zaman anlamsız şekiller
ve uydurmalar bulunur. Kötülüklerden koruyacağına inanıldığı
için, şirk unsuru kabul edilir. Nazardan koruduğuna inanılan
nazarlıklar, nazar boncukları da muska kabul edilir. Büyü yapmak,
ya da büyüden korunmak için kullanılan muskalar vardır.
Muska ve Tılsımların Menşei: Muska ve tılsımların menşei,
putperestliğin en ilkel şekli olan “fetiş”tir. Bu inançta olanlar,
bazı nesnelerde uğur veya uğursuzluk bulunduğuna inanırlar. Kişi,
uğurlu saydığı nesneyi boynuna asar veya yanında taşır. Bu nesne
bir bitki, kurt dişi, ayı tırnağı, leylek kemiği, kartal tırnağı olduğu
gibi, bazen kurumuş bir böcek hatta bazı taş parçaları vb. olabilir.
Bu nesneleri taşıyanlar, çeşitli hastalıklardan, belâ ve kazalardan
korunacaklarına inanırlar. Hâlâ bazı nesneleri “uğur getiriyor”
inancıyla boynunda ya da yanında taşıyanlar bulunmaktadır.
İslâm’ın fıtrata, akla ve ilme uyan güzel esaslarına inanmamakta
direnen nice insan, böyle safsatalara kolaylıkla inanabiliyor, dolayısıyla
Kur’an’ın “onlar akıllarını kullanmayan akılsızlardır” ifadesini
her an farkında olmadan doğruluyorlar. Günümüzde üniversite
gençliği ve sosyete semtlerinin kültürlü geçinen kesimlerinde
gittikçe bu tür “uğur taşları” vb. yaygınlaşmakta, İslâm’dan uzaklaşan
insan ne kadar komik ve aşağılık olmaktadır!
Daha sonraki dönemlerde kâğıt parçaları üzerine yazılmış
dinî formüller veya tuhaf işaretlerle çizilmiş muska ve tılsımlar, fetişlerin
yerini aldı. Muska ve tılsımların en eski şeklinin Mısır’da
bulunduğu belirtilir. Eski Romalılar da, hastalıklardan ve zehirlenmeden
korunmak için acayip işaretlerle yazılmış veya çizilmiş
muska tılsımları kullanmışlardır. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler
de, putperest kavimlerden geçen, kendi dönemlerinde
yaygın olarak kullanılan fetiş ve tılsımları yasaklamışlardı. Buna
dair eski Ahid’de (Tevrat’ta) rivâyetler vardır.493 Hıristiyanlıkta da
muska ve tılsımlara inanmak çok yaygındı. Hıristiyan din adamları
muska taşıma âdetleriyle mücâdele etmişler, ama pek başarılı olamamışlardır.
Milâdî 366 yılında toplanan “Laodice” dinî kurultayı,
muska ve tılsım taşımaya yasaklayan bir karar çıkartıp ilân etmiştir.
Fakat hıristiyan bunları taşımaktan bir türlü vazgeçirememişlerdir.
493 Meselâ, bkz. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab 35, s. 35
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 172 -
8. Yüzyılda Papa II. Gregoare bu bâtıl inançlara karşı şiddetle karşı
koydu. Ancak halk bildiğinden ve gördüğünden şaşmadı. Sonuçta
hıristiyan din adamları bu hurâfeye tâviz vermeye mecbur kaldılar.
Muskaların yerine “haç” hıristiyanlık sembolü olan balık resmi,
“Agnus Dei” (Tanrı Kuzusu) yazılı levhacıkları taşımayı tavsiye ettiler,
giderek halkı buna alıştırdılar.
İslâm’ı kabulden evvel yaşamış Türk boylarında da muska-tılsım
kullanma âdeti vardı. Sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda Budist
ve Maniheist Türklerin yaşamış olduğu Doğu Türkistan’da yapılan
arkeolojik araştırmalarda elde edilen malzemeler arasında
“tılsım-muskalar”, çeşitli dinî formüller yazılı levhalar, tahtalar vs.
eşya bulunmuştur. Budist Uygurların dinî kitaplarında da tılsım şekillerine
rastlanmıştır. Bunlardan üç şekil Alman Türkologu F. W.
K. Müller tarafından neşredilen eski Türkçe Uygur metinlerinden
birinde açıklamalarıyla gösterilmiştir. Müslüman olduğunu iddiâ
edenlerin de kullandıkları muskalardaki tılsımların bir benzeri
olan bu şekillerin ifade ettikleri anlamlar olarak, bunlardan biri
için, bir kadın bu muskayı vücudunda taşısa, kolay doğurur, rahat
ve sevinç bulur; diğerinde, Pars yılı doğmuş olan (şimdiki burçların
bir benzeri olsa gerek) kişi, bu tılsımı saklarsa çok mutlu olur;
üçüncüsünde de, herhangi bir kişinin hayvanları çok ölüyorsa, bu
tılsımı kapıya yapıştırsın denilmektedir. 494
Günümüzde muska, tılsım ve sihir yapma işleriyle uğraşan bazı
inanç sömürücüsü kişilerin ellerinde bulunan kitaplar, eski Babil,
Asur, Mısır müşriklerinin, eski Budist ve Şamanist Türklerin kullandıkları
kitaplardan yararlanılarak yazılmıştır. Bu kitaplara inandırıcılığı
kuvvetlendirmek için Kur’ân-ı Kerim’den âyetler, Esmâü’l-
Hüsnâ ve bazı duâlar da ilâve edilmiştir. Muska ve tılsımla ilgili
kitaplarda yazılan muska ve efsunlar incelendiğinde görülüyor ki,
birçoğunda bazı âyet ve duâlarla beraber, hiçbir dile benzemeyen
kelimeler de bulunmaktadır. Tılsımcılar, mal ve mülkün tılsımmuska
ile her türlü âfet ve kazalardan korunacağını da telkin ediyorlar.
Bu tılsımlarda Esmâü’l-Hüsnâ, âyet-i kerime ve duâlar sû-i
istimal edilmektedir. Bunların, câhil halkı kandırmak için kullanılmakta
olduğu şüphesizdir. Bu hurâfeler, mü’minlerin inancına,
sağlığına, malına ve canına zarar verecek zırvalardır. İmanı tam
olan müslümanlar, bunlara inanamaz.
Müneccim: Yıldız anlamına gelen Arapça “necm” kelimesinden
türetilmiştir. Yıldızla uğraşan, yani yıldız falcısı demektir. Yıldızların
hal ve hareketlerinden ahkâm çıkaran kimse, astrolog, falcı.
494 Abdülkadir İnan, Hurâfeler ve Menşeleri, s. 44-47
PUT VE PUTA TAPINMA
- 173 -
Müneccim başı: Saray müneccimlerinin başı olan kimseye denirdi.
Mürid: İrâde ve talep eden, ehl-i irâde, isteyen, arzu eden.
Tasavvufta; a) İrâdesi olmayan, irâdesinden soyutlanan, irâdesini
kullanmayan. b) Kendisine semânın kapısı açılan ve isimle Hakk’a
erenler arasına katılıp ona eren. c) Tarîkate giren ve şeyhe bağlanan,
derviş, bende; efendisi olan şeyhin kulu. Cenâze, onu yıkayan
kişinin önünde nasıl irâdesiz ise, mürid de şeyhinin önünde o
şekilde irâdesizdir. Bir kör, kendisini yeden kişiyi uçurumun kenarında
nasıl takip ederse, mürid de her hususta şeyhini öyle takip
eder. Mürid kendi şahsî irâdesini şeyhinin irâdesinde yok etmiştir
(Fenâ fi’ş-şeyh); onun için irâdesizdir. d) Şeyhinin emir ve irâdesini
yerine getiren bir âlettir. e) Kendisi için Hakk’ın irâde ettiğinden
başka bir şey irâde etmeyen, Hakk’ın irâdesi önünde ve karşısında
kendi irâdesini hiçe sayan.
Mürşid: Rehber, delil, kılavuz, yol gösteren. Tasavvufta; a)
Sırât-ı müstakîmi gösteren, dalâletten önce hak yola ileten. b)
Şeyh, velî, er, eren, pîr.
Nâz: Tasavvufta; a) Sevgisinin, dertli ve mahzun âşığına güç
vermesi. b) Sevgilisinin âşığını kandırması, ona cilve yapması,
bilmezlikten gelmesi. Nâz ehli: Hakk’a nazı geçen, Hakk’a karşı
nazlanan velî. Naz ehli, Yüce Mevlâ ile gâyet samimi, her türlü
resmiyetten ve kayıttan uzak sohbet eder ve ona içlerini dökerler.
Cüneyd Bağdâdî: “Üns ehli münâcât esnasında öyle sözler söyler
ki halk bu sözleri küfür sayar” der.
Nazar (Göz değmesi): Bazı insanların bakışla, maddî ve mânevî
olumsuz etkide bulunması. Nazar değmek: Göz değmek; birisinin
hasetçi bakışıyla rahatsız olmak veya zarara uğramak. Nazar boncuğu:
Nazar değmesine karşı takılan mavi boncuk; Göz boncuğu
da denilen nazar boncuğunu takmayı, bulundurmayı veya bir
yere asmayı dinimiz şirk unsuru kabul ederek, böyle bir boncuğun
bir zararı def edeceğini sanmayı büyük günah sayar.
Bakmak, bakış anlamına gelen nazar; tasavvufta, şeyhlerin ve
ermişlerin müridlere ve sülûk ehline bakışı ki bu bakış ruhlarına
tesir ederek onlara yeni bir şekil verir, gönüllerini feyzle doldurur,
ruhlarını olgunlaştırır. Bu nazarın eğitici ve yetiştirici bir özelliği
olduğu için “velîler müridlerini kaplumbağanın yavrularını yetiştirmeleri
gibi nazarla yetiştirirler” denilmiştir. Nazar-ı Hakkânî:
Şeyhin nazarı ile müridin aşk ve cezbeye tutularak fenâya ermesi.
“Sûfîlerin sohbeti gibi nazarları da feyz kaynağıdır. Zira onların
nazarı, ayn-ı nazar-ı Hak’tır.”
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 174 -
Nazarlık Takmak: “Göz değmesi” veya “nazar değmesi” diye
bilinen, mikrobik olmayan ve âniden çoğunlukla baş ağrısı şeklinde
beliren mânevî rahatsızlıkların varlığını bilmeyen veya duymayan
yoktur. “Nazar değdi, nazara geldi, nazara uğradı” gibi
cümlelerle hep aynı rahatsızlık anlatılmak istenir. Tıb da bu tür
rahatsızlıkları kabullenmekte ve “İnsan gözünden çıkan şuaların/
manyetik ışınların, dikkatle ve belki biraz da kıskançlıkla bakış
esnâsında yoğunluk kazanması ve bu yoğun şuaların karşı organizmanın
atomlarının çalışma düzenine etki etmesi” şeklinde
açıklamaktadır.
Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Nazar/göz değmesi
gerçektir (vâkidir).”495 Hatta Peygamber Efendimiz, “dokunan her
kötü gözden” Allah’a sığınmayı, Hz. İbrâhim’in bir duâsı olarak
ümmetine ta’lim etmiştir.496 “Nazardan Allah’a sığının; çünkü nazar
haktır.”497 Hz. Âişe vâlidemiz de Hz.Peygamber’in göz değmesine
karşı okumayı emrettiğini haber vermiştir. 498
Nazar değmesine karşı okuma sûretiyle uygulanan tedâvinin
Hz. Peygamber ve ashâbı tarafından yapıldığı ve müsbet neticeler
alındığı örnekleriyle sâbittir. Bu tedâvide daha çok Fâtiha, İhlâs,
Felak ve Nâs sûreleri ve Âyetü’l-Kürsî’nin okunduğu da hadislerde
yer alan bilgiler arasındadır. Yine 68/Kalem sûresinin 51 ve 52.
âyetlerinin okunması tavsiye edilir. Elmalılı’nın belirttiği gibi499
bu tedâvi çeşidinde aslolan hastanın bizzat kendisinin okumasıdır.
İnsan, hoşuna giden bir şeye bakarken nazarı değmemesi
için “Mâşâallah, lâ kuvvete illâ billâh” demelidir. Bu, Peygamber
Efendimiz’in okuduğu bir duâdır.
Bu açıklamalardan sonra, göz değmesine karşı gûya tedbirmiş
gibi, halk arasında dolaşan birtakım hurâfelerin mânâsızlığı kendiliğinden
ortaya çıkmış olmalıdır. Çocukların elbiselerine mavi
boncuklar, nazarlıklar, iğde çekirdekleri, kaplumbağa kabuğu vs.
takmak; evlerin, binâların girişine, arabalara boynuz, at nalı, at
kafası, çeşitli muskalar, cevşenler asmak, kurşun dökmek, tütsü
yapmak, ceplere sarımsak koymak, arabalara ve dükkânlara göz
resimleri yapıştırmak, acâyip heykeller monte etmek ve benzeri
şeylerin hepsi, bu bâtıl inanışın zavallı âletleridir. Bunların tıb açısından
en küçük bir faydası düşünülemeyeceği gibi, bâtıl inanışları
495 Buhârî, Tıb 36, Libas 86; Müslim, Selâm 41-42; Ebû Dâvud, Tıb 15; Tirmizî,
Tıb 19; Ahmed bin Hanbel, I/294, II/222, IV/67, V/70.
496 Buhârî, Enbiyâ 10; Ebû Dâvud, Sünnet 20; İbn Mâce, Tıb 36
497 İbn Mâce, hadis no: 3508
498 Buhârî, Tıb 35
499 Hak Dini Kur’an Dili, c. 9, s. 6394-6399
PUT VE PUTA TAPINMA
- 175 -
yaygınlaştırması ve sürdürmesi noktasından büyük sakıncaları vardır.
Bu yüzden de bunları bu niyetle kullanmak kesinlikle haramdır;
bazı İslâm âlimleri, Allah’tan başka şifa veren, zararı def eden
mânevî sığınak ve çözüm kaynağı kabul edildiğinden bunları nazar
giderici olarak kullanmayı şirk kabul etmişlerdir. Bir tür koruyucu
totem izlenimi veren ve hastalıklardan koruduğu yanlış
kanısının zihinlere yerleşmesine vesile olan nazarlıkların, nazar
boncuklarının kullanılmasını Peygamber Efendimiz kesin bir şekilde
yasaklamıştır. Hatta böyle bir nazarlığı üzerinde taşıyan kişinin
bey’atını kabul etmemiş ve onu çıkarıp atmasını emretmiştir.500
Yine Rasûlullah (s.a.s.)’ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: Efsun
yapmak, nazar boncuğu takmak, kadınların kocalarına kendilerini sevdirmek
için sihir yapmak şirktir.” 501
Müslümana yakışan, basit birer madde olan nazarlıkların koruyuculuğu
zannına kapılmak değil; her şeyini borçlu olduğu ve
kulluğunu kendisine sunduğu Rabbina sığınmaktır. Şifâyı verecek
olanın ilaç, doktor, okuma, üfürme, hoca değil; bizzat Allah olduğunu
hiç unutmamaktır. Allah şifâ vermeyecek olduktan sonra,
dünya bir araya gelse ne çıkar? Ma’kul ve meşrû yollarla hastalıklara
çare aramak nasıl görev ise, şifâyı yalnız ve yalnız Allah’tan
bilmek ve beklemek de aynı şekilde görevdir. Mânevî hastalıkların
tedbiri de mânevîdir. Kur’an âyetlerinin ve sünnette geçen
duâların okunması ve Allah’a sığınılması bu tedbirin en üst seviyede
alınması demektir. Ötesi avunma, aldanma, gerçeği bırakıp
bâtıla dalma, denize düşünce yılana sarılma demektir. “Allah’ım,
her şeytan (tabiatlının şerrin)den, zehirli haşerâttan ve dokunan her kötü
gözden Senin şifâ veren kelimelerine sığınırım.” 502
Neptün: Eski Romalıların deniz ve su tanrısı; Etrüsk tanrısı
Nethunus’un Roma’daki adaptasyonu. 23 Temmuz onun festival
tarihiydi. O, küçük çapta bir tanrıyken kültünün sonradan yaygınlaştığı
söylenir.
Nigâr: Resim, resim gibi güzel sevgili. Divan edebiyatında put,
put gibi güzel(!) anlamında kullanılır. Divan şiirinde sevgili yerine
mecâz-ı mürsel yoluyla ele alındığı olur. Eskiden insan vb. resimleri
yapanlara nigârende ve nigârî denilirdi. Divan şiirinde sevgilinin
yanağı yerine nigâristan çok kullanılır.
Niyâz: Duâ, yalvarma, tevâzu gösterme, selâm, himmet, baş
kesmek. Tasavvufta niyaz: “Dervişin, huzûr-ı mürşide vardıkça
500 Nesâî, Ziynet 17; İbn Mâce, Tıb 39
501 Fethu'l-Kebir, c. 1, s. 304
502 İ. Lütfi Çakan, Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, Maritey Y. S. 11 vd.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 176 -
mürşidini hak bilerek hayır himmet talebi için yüzünü gözünü
yerlere sürerek niyaz etmesi âdâb-ı tarîkattandır.” “İnhinâ ederek
şeyhin el, diz ve eteğini tutmak ve öpmek”. Niyâz ve niyâz âyini,
bazen müridin şeyhine secde etmesi şeklini de almıştır.
Noel, Noel Baba: Noel, hıristiyanların Hz. İsa’nın doğduğu geceyi
kutlamak için yaptıkları bayramdır. Noel ağacı: Hıristiyanların
noel için kesip süsledikleri çam. Noel Baba: Hıristiyanların noel
gecesi hediye getirdiğine inandıkları, inanmasalar da çocuklarını
kandırdıkları mitolojik ve hayâlî kişidir. Hıristiyanlarca Hz. İsa’nın,
Aralık ayının 25’inde doğduğu kabul edilir ve her yıl bu günde
noel kutlanır. Eskiden Ocak ayının 6. günü kutlanırdı. Hz. İsa’nın
hangi yıl doğduğu da hayli tartışmalıdır. Örneğin, Matta İncili’ne
göre, bugün İsa’nın doğum yılı olarak kabul edilen yıldan, yani
milattan en az dört yıl önce, Luka İncili’ne göre, milat diye kabul
edilen yıldan 6 yıl sonra doğmuştur.
Ermeni mitolojisinde yeni yıl tanrısının adı Amanor’dur. Paganlık/
putperestlik zamanlarında avlanan hayvanlar, Amanor’un
onuruna çam ağaçlarına asılırdı. Noel günü çam ağacına çeşitli
şeyler asılarak yapılan tören, hıristiyanlığa bu pagan geleneğinden
geçmiştir. Ayrıca, ağaçlara tapmanın yaygın olduğu bölgelerde
çam ağacına da tapılmıştır. Antik çağın ünlü Yunan ve Roma
mitolojileri, ağaç tanrılarla doludur. Ağaçlar, Yunanlılarla Romalılarda
tanrıların barınakları sayılıyor ve ağaçların bir ruhu olduğuna
inanılıyordu.
Nusb (çoğulu; Ensâb): İslâmiyetten önceki Arap putperestliğinde
kullanılan dinsel taşlar. Bu taşlara tapılırdı ve ma’bûdun bu
taşların içinde ve onlarla ilişkili olduğuna inanılırdı. Bu taşlar için
kurbanlar kesilir ve taşların üstlerine bu kurbanların kanı sürülürdü.
Kur’an bu câhiliyye geleneğini şiddetle yasaklamıştır “… nusb
(put olarak kabul edilen dikili) taşlar”503 (Bu taşlar için kesilen kurbanların
yenilmesi de İslâm dinince haramdır).
Nübüvvet: Peygamberlik. Tasavvufta; İbn Arabî, Son peygamber
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği şeriat çerçevesinde
evliyânın keşf ve ilham yoluyla Allah’tan aldıkları irfâna ve bilgilere
umûmî ve mutlak nübüvvet adını vermektedir.
Nücebâ: Seçkinler, soylular. Tasavvufta; kırklar. Bunlar halkla
ilgili hususları düzeltir, onların yüklerini taşır, sadece halkın hukuku
konusunda faâliyet gösterirler.
Nükabâ: Nakibler, denetçiler, gözetleyenler. Tasavvufta; Bâtın
503 5/Mâide, 90
PUT VE PUTA TAPINMA
- 177 -
ismiyle tahakkuk edip bu ismin mazharı olduklarından halkın içlerine
bakıp (ruhlarını okuyup) oradaki en gizli hususları açığa
çıkaran üç yüzler. Sırları örten perdeler onlar için ortadan kalktığından
bu gibi hususları bilirler. Bursevî bunların sayılarının 12
olduğunu söyler.
Okyanus: Eski Yunan’da deniz tanrısı ve insanların dünyasını
çevreleyen suların hâkimi; büyük kozmik güç. Mitolojiye göre
Uranüs ve Gaia’nın oğlu olan Okyanus, kız kardeşi Tethys ile evlenmiş
ve ondan altı bin çocuğu olmuştur. Bunların yarısı Oceanidler
yani deniz ruhları, diğer yarısı ise nehirlerdi.
Olimpus: Tanrıların oturdukları yer olarak tasarımlanan dağ.
Yunanistan’da Thessaly ile Makedonya arasında yer alan yaklaşık
3000 metre yüksekliğindeki dağ. Bu dağ, eski Yunan geleneğinde
tanrısal varlıkların yaşadığı mekân olarak düşünülür. Olimpus’la
ilişkili tanrısal varlıklar Olimpus tanrıları olarak bilinir. Zeus, Olimpus
tanrılar panteonunun zirvesindeki yüce tanrı olarak kabul
edilir. Yunan mitolojisinde Olimposlular adıyla anılan on iki tanrı
şunlardır: Zeus, hera, Poseidon, Apollon, Artemis, Afrodit, Hermes,
Ares, Hestia, Hephaistos, Athena, Hades. Bunlardan başka
daha pek çok tanrı Olimpos’ta oturduğu halde, bu adla anılan
sadece on iki tanrıdır.
Olimpiyat: İlkçağda beş yılda bir yapılan beş yarıştan ibâret
spor oyunları. Bu adı o yarışlara İda dağlı beş Daktyl vermiş.
(Daktyl, İda dağının demirci cinleridir. Tanrı Kybele’nin yoldaşları
ve râhipleri sayılan bu cinler silâh yapımcılarıdır.) Yarışlar da bu
yüzden beş taneymiş ve her beş yılda bir yapılırmış, yarışlara bu
yüzden pentatlon adı verilmiş. Genel olarak ilk olimpiyatın MÖ
776 yılında yapıldığı ve oyunların Herakles tarafından kurulduğu
söylenir. Oyun âletleri Olimpus’ta saklandığı için olimpiyat adı buradan
gelmektedir. Beş yılda bir yapılan ve beş oyun olan olimpiyat,
beş gün sürermiş. Beş sayısı Dakty’lerle ilgilidir. Oyunlar şar
adı verilen araba yarışlarıyla başlar; silâhlı koşu, yumruksuz dövüş,
yumruk dövüşü ve pankreasla sürermiş. Çağdaş olimpiyat oyunlarıysa
ilkin 1896 yılında Atina’da yapılmıştır. Her dört yılda bir
tekrarlanmaktadır.
Ölülere Yalvarıp Duâ Etmek: Yatırlardan bir şeyler beklemek,
hastalığına şifa, derdine devâ, bahtına açıklık, kısırlığına çözüm...
için ölüden yardım ve imdat beklemek; tümüyle şirk olan hurâfe
ve bâtıl inanıştır. Bunları bir müslüman yapamaz.
Örf ve Âdet: Örf, kanun olmadığı halde, halk tarafından alışkanlık
olarak uyulan, bulunulan yere ve hallerin icabına göre
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 178 -
şekillenen akla aykırı olmayan, dince kötü karşılanmayan davranış,
töre ve âdettir. Âdet de, halkın devam edegeldiği davranışlardır.
Belirli bir şuur belirtmez, nesilden nesile devredilir. Kâmil
imana ulaşamamış herİnsan, çevre şartlarından etkilenir. Kısa bir
sore sonra alışkanlıklar, din haline geliverir. “Biz bize benzersiz”
sözündeki mâhiyet budur. İslâm ulemâsı örf ve âdeti; “Akl-ı
selîmin üzerinde ittifak ettiği ve halkın devam edegeldiği şeylerdi
ki, birçok kere tekrar olunur” şeklinde tarif etmiştir. Ayrıca,
örf ve âdette dikkat edilecek husus; “şer’an ve aklen müstahsen
(güzel) olması, selim aklı sahipleri yanında münker olmamasıdır.”
Tariflere dikkat edersek, örf ve âdetin oluşmasında emir sahiplerinin
(otoritenin) etkisini hemen kavrarız. Şöyle ki: Şer’an ve alken
müstahsen olan bir hususu halkı îfâ edebilmesi, emir sahiplerinin
onu yasaklaması ile yakından ilgilidir. Âdet, halkın bilinçsizce
yapageldiği, eski nesillerden devraldığı davranışlar olduğundan,
eğer emir sahipleri müdâhale ederse, kesinti ortaya çıkar. Meselâ,
Osmanlı Devletinde II. Mahmud döneminde, halkın kıyâfeti değiştirilmiştir.
Sarık çıkartılmış, fes esas alınmış, şalvar çıkarılmış, setre
pantolona geçilmiştir. Bu âdete müdâhale, II. Mahmud’a “Gâvur
Padişah” sıfatının takılmasına sebep olmuştur. Ulemâ fes’in şiddetle
karşısındadır. Cumhuriyet döneminde bu defa fes’in çıkarılıp
fötr şapka giyilmesi korkunç tepkiyle karşılanmıştır. Ancak, her
devirde, mesele ancak ulemâ arasında ilmî olarak tartışılmış, halk
da, âdetlerinin bozulmasına üzülmüştür.
Demokratik laik toplumlarda örf ve âdetin, “meclislerin çıkaracağı
kanunlarla şekil değiştireceği” ifâdesi pek de abartılı olmaz.
Çünkü siyasî yönetim, hükümlerini uyguladığı sürece ayakta kalır.
Halkın bir kısmı isteyerek, bir kısmı da kerhen, meclislerin hükümlerine
uyar. Halkın devam edegeldiği birçok davranış, kanunen
suç olmamak zorundadır. İşte bu, cemiyetin şahsiyetinin, anayasa
ve kanunların çizgisinde yeniden teşekkül etmesidir. 1924’ten itibaren
örf ve âdetler, yeni mâhiyetler kazanmıştır. Çünkü selim akıl
sahiplerini, şer’an ve aklen güzel olup olmadığı hususunda tartışma
yapmaları mümkün değildir. Bu noktada herhangi bir meseleyi
tartışırken “atalarımızdan böyle gördük” deyip, haklı çıkmaya
çalışmak yanlıştır. Zira şu anda örf ve âdetle değil, alışkanlıklarla
karşı karşıyayız. 504
Pîr: Yaşlı kişi, ihtiyar. Tasavvufta; şeyh, mürşid. Pîr-i tarîkat:
Tarîkatın ilk kurucusu, sâhib-i tarîkat. “Pîr aşkına”, “pîr hakkı
için”, “pîrim hakkı için” deyimleri, yemin olarak kullanılır. Bir işe
teşebbüs edildiği zaman: “Yâ Allah yâ pîr” denir. Tekkelerde ve
504 Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 278-279
PUT VE PUTA TAPINMA
- 179 -
türbelerde tarîkat kurucusu şeyhin ismi “yâ Hazret-i Pîr” diye başlar.
Pîr-i hâcât: İhtiyaçları karşılayan şeyh.
Plutus: Eski Yunanlıların tarımsal zenginlik ve servet tanrısı.
Mitolojiye göre Zeus, haklı-haksız herkese müsâmaha edebileceği
gerekçesiyle onu kör eder.
Politeizm (Çoktanrıcılık): Çok sayıda tanrıya tapma. Bir’den
çok tanrıya tapan çoktanrıcılığın tanrıları, genellikle kişileştirilmiş
doğa güçleri, atalar, şef ya da kahraman gibi saygı duyulan ölüler,
kutsal sayılan bitkiler ve hayvanlarıdır. Günümüzden üç bin yıl
önce insanların otuz beş bin tanrıya taptıkları saptanmıştır. Sümer
mitolojisinden Yunan ve Roma mitolojilerine kadar bütün mitolojiler
bu tanrıların serüvenlerini anlatırlar. Çoktanrıcılık, felsefe
açısından doğatanrıcılık (panteizm) temeline dayanır. Kamutanrıcılık
adıyla da anılan bu felsefî anlayışa göre tanrı, evrenin yaratıcısı
değil; bizzat kendisidir. Bu anlayış, Müslümanlar arasında
yaygınlaşan tasavvufta vahdet-i vücut (varlığın birliği) deyimiyle
dile getirilmiştir. Çoktanrıcılığın tanrıları, insan niteliklidir, insanlardan
tek ayrılığı ölümsüz oluşlarıdır. 505
Poseydon: Eski Yunan’da deniz tanrısı.
Putperest: Puta tapan kimse; pagan. Genellikle politeist dinlerde
tanrısal varlıkların çeşitli figürlerile sembolize edildiği ve bu
sembollere tâzimde bulunulduğu gözlenir. Tanrıyı temsil eden
put; ağaçtan, taştan ya da metalde yapılmış herhangi bir sûret
şeklinde olabileceği gibi; bir bitki, bir hayvan veya bir başka doğal
nesne de olabilir. Putperest toplumlarda, genellikle tapınılan
nesnepye tanrısal ruhun hulûl ettiğine inanılır ve bu nedenle ilgili
nesnenin kendisinden ziyade içinde mevcut olduğuna inanılan
tanrısal güce tapılır. (Bk. Paganizm)
Râbıta: Bağ, ilişki. Tasavvufta; mürîdin, rûhaniyetinden feyz
alacağına inanarak kâmil şeyhinin sûretini (şeklini) zihninde tasavvur
etmesidir. Râbıta: Müridin şeyhini severek yâd etmesi ve
sûretini zihninde canlandırmasıdır. Râbıta, müridin kalben şeyhi
ile beraber olmasıdır. Müridin ilk hedefi, şeyhinde fâni olmaktır.
Zira şeyhte fâni olmak, Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir.
Sâlik, râbıta vâsıtasıyla önce şeyhi ile sonra Allah ile mânevî ve
bâtınî bir ilişki kurar.
Racül, ricâlü’l gayb: Racül: Adam, merd, kişi. Tasavvufta; İster
erkek ister kadın olsun Hakk’ın dostluğunu kazanmış faal, hakşinas,
âdil ve faziletli şahsiyetler.
505 bk. Çoktanrıcılık
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 180 -
Rûhânî: Tamamen gayrı maddî ve gayri cismânî varlıklara (melek
ve cin gibi) rûhânî dendiği gibi, rûh tarafı madde tarafına ağır
basan varlıklara da rûhânî denilir. Gerek gayri müslimlerin azizlerine,
gerekse evliyâya rûhânî denilir.
Ruh çağırma (İspirtizmaa): Son zamanlarda özellikle sosyete
arasında yaygınlaşmış olan modern kâhinlik veya çağdaş cincilik
diyebileceğimiz bir uygulama vardır: Ruh çağırma. Ruh çağırma
seanslarında, eğer sahtekârlık, teknik hileler yoksa madde ötesi
bir varlıkla ilgi kurulduğu bilinmektedir. Ancak bu madde ötesi
varlığın ruh olup olmadığı, söylediklerinin gerçeği yansıtıp yansıtmadığı
ciddi şekilde üzerinde durulması gerekli bir konudur.
Beden kafesinden ayrılan ruhlar, berzah âleminde toplanırlar.
Orada dünyadakine benzer birtakım faâliyetlerde bulunma, bazı
noksanları telâfi etme imkânları yoktur. Artık amel safhası bitmiş,
hesaplaşma için bekleme dönemi başlamıştır. Peygamberimiz kabir
hayatını tarif ederken, onun iki durumda olabileceğini, ölenlerin
bu iki durumda bulunacağını belirtimiştir: “ Kabir, y a c ennet
bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.”506
Şimdi düşünmek gerekir; cennet hayatı lezzeti içindeki bir ruh,
dünya ile dünyadakilerle o güzel hayatı terkederek niçin meşgul
olsun? Yine cehennem azâbı içinde kıvranan bir ruh da nasıl dünyadakilerin
dâvetlerine icâbet edebilecektir? Ona bu izni kim verecektir?
Dolayısıyla ruhların, insanlarla ve dünyadakilerle haşir-neşir
oldukları, ölmemiş gibi birtakım işler yaptıkları iddiâsına dayanan
ruh çağırma girişimleri, ruhların durumuyla ilgili bu olaylara ters
düşmektedir. Ruh çağırma iddiâsında bulunanların iddiâları geçersiz
ve tutarsızdır, delilden yoksundur. Eğer ruhların dünyaya
dönüp dünyadakiler gibi birtakım faâliyetlere katılma imkân ve
şansları olsaydı, herhalde ruh çağırma seanslarıyla meşgul olmaktan
çok daha önemli işleri olurdu. Nitekim bir âyet-i kerimeden
bir kısım ruhların ne yapmayı arzu edeceklerine dair bilgi bulmaktayız:
“Onlar (günahkârlar) orada, ‘Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımız amelden
başkasını (daha iyisini) yapalım’ diye bağrışırlar.” Bu arzuya verilen
cevap da âyette açıklanmakta, şöyle denilmektedir: “Öğüt alacak
insanın öğüt alabileceği kadar bir zaman sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı
da gelmişti. Öyle ise tadın (o azâbı). Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.”507
Ruhların dünyaya dönüp dünyalılar gibi birtakım faâliyetlerde
bulunamayacakları bir başka âyette şu şekilde belirtilmektedir:
506 Tirmizî, Kıyâme 26.
507 35/Fâtır, 37
PUT VE PUTA TAPINMA
- 181 -
“Onlardan birine ölüm gelince; ‘Rabbim, beni geri çevir, belki yapmayıp
(noksan) bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim’ der. Hayır; bu kendi sözüdür.
Tekrar diriltilecekleri güne kadar aralarında geriye dönmekten
onları alıkoyan bir engel vardır.”508 Medyumlara cevap verdiği söylenen
ruhlar, bu engeli aşmayı beceren birtakım gözü açıklar mı
dersiniz? İlâhî sınırları, Allah’ın beyanını, beşerî sınırlar ve insanın
sözlerine benzetebilen câhiller/kâfirler ancak bunun böyle olabileceğini
düşünebilirler ve tabii aldanırlar.
Denilebilir ki; “iyi ama, ruh çağırma seanslarına gelen, hatta
içecek sigara bile isteyen görünmez varlıklar var. Peki bunlar ne?
Verdikleri birtakım geçmiş olaylara uygun bilgiler var, bunlara ne
diyeceğiz?” Ruh çağırma seanslarına mesajlar getiren madde ötesi
varlıkların, gerçekten çağrılan ruhlar olmadığı, olamayacağı kesindir.
Huddamcılık/cincilik/cin çağırma faâliyetleri ve bu esnâda
edinilen bilgiler ve bunların açıkça cinler yoluyla elde edildiği eskiden
beri bilinen ve hâlen de devam eden bir uygulamadır. Sosyete
çevrelerinin buna “ruh çağırma” ismini takması, hiçbir şeyi
değiştirmez. Bu, sadece modern cinciliktir o kadar.
Cinlerin varlığı Kur’an’la sâbittir ve cinler gaybı bilmezler.509
Bununla beraber cinlerin insanlardan farklı bazı bilgilere sahip
olabileceklerini, özellikle de ruh çağırma seanslarında kendisiyle
görüşülmek istenen kişinin geçmiş hayatına dair birtakım bilgileri
bilmelerinin onlar için mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Şunun
ya da bunun ruhu olarak seanslara gelenlerin, sorulan soruların
bir kısmına doğru cevap vermeleri, kendilerinin her söylediklerinin
doğru olması için yeter sebep değildir. Cinlerin ömürlerinin
uzun, niteliklerinin bizden çok farklı olması, kısa zamanda uzun
mesafeleri dolaşabilmeleri sebebiyle insanlardan farklı bilgileri
bulunmaktadır. Onların bizim bilmediğimiz bazı konularda bazı
şeyler söylemeleri gaybı bildiklerini göstermez; onların bilgileri
de çoğu kez noksan ve kasıtlı olarak yanlışla karıştırılmıştır. İnsanları
yanıltmaya yöneliktir. Müslümanlar maddeye olduğu kadar
melek, şeytan, cin gibi madde üstü varlıklara da inanırlar. Ancak
bu inançların Kitap ve Sünnette yer alan bilgilere uygun olması
gereklidir. Onların verdiği bilgilere bazı vehimler, zanlar karıştırılmasına
müsaade edilmemelidir. Çünkü zan ve vehim hiçbir zaman
ilim değildir. İman da en kesin ilme dayanmak zorundadır. O
halde asılsız birtakım söylentilerin, aldatmacaların peşinde imanı
süründürmenin anlamı yoktur.
508 23/Mü'minûn, 99-100
509 34/Sebe', 14
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 182 -
Ruhçuluk: Asıl unsur olarak ruhu kabul edenlerin görüşü, spirtüalizm,
maddeci olmamak.
Sağcılık: Geleneksel sol partiler veya sendikalara oranla kitlelerin
devrimci rolüne, ihtilâlci yanına ağırlık veren siyasî düşünce
ve tutumlara karşı olarak, muhafazakârlığa, dindarlığa,
mânevîyatçılığa, gelenekçilik ve milliyetçiliğe ağırlık veren sosyal
ve siyasî görüş ve tutumlar.
Siyasî anlamda sağ ve sol tabirleri ilk defa 1789 da Fransız
İhtilâliyle başlamıştır. 1789 tarihli Kurucu Meclis (Assemblee Nationale
Constituante)’in başkanı, Kraldı. Meclis üyeleri de asiller,
ruhban ve halk temsilcilerinden oluşan bir gruptu. Bu kurucu
meclis açıldığı zaman asiller ile din adamları başkanın sağında,
halkın seçtikleri de başkanın solunda yer almışlardı. İşte bu tarihten
itibaren, sağ ve sol gruplaşmalar siyasî hayat içinde yerini
almış oldu. Sağda bir zadeganlık, seçkinlik, ağalık, gelenekçilik,
imtiyazlılık ve aristokratlık; solda ise halkın seçtikleri, demokrat
olanlar, hürriyet ve eşitlik prensibinin savunucuları vardı.
1789’dan sonra imtiyazlılığa, değişmezliğe ve değerleri, eski
düzeni korumaya taraf olanlar, meclislerin hep sağını tercih etmişler;
sağcılık ve sağcı politikalar bu doğrultuda bir anlam kazanmıştır.
Daha sonraları ise sağcılık anti-komünistlik olarak değerlendirilmeye
başlanmıştır. Bu anlayışa göre, komünist olmayan
herkes sağcıdır; bu kavramın içine ise bütün milliyetçiler, bütün
müslümanlar, dindarlar, mânevîyatçılar, tarihi köklerine bağlı insanlar,
örf ve âdetlerini, geleneklerini korumak isteyen herkes dahil
edilmiştir. Bu bakış açısı Marksistlere göre idi.
Sosyal ve siyasi alanda sağcılık ve solculuk yaklaşık iki asırlık bir
geçmişe ve tarihe sahiptir. Fakat inanç ve amel açısından ise sağ
ve sol, insanla başlar. Kur’ân-ı Kerim ashabül-Yemin (kitapları sağ
tarafından kendilerine verilerek Allah’a itaat eden sâlih kimseler)
ve ashabü’ş-Şimal (Allah’a karşı isyan eden ve Allah’ın hükümlerini
red eden fâsık kâfirler) diye isimlendirir. Bu taksimin politik
anlamdaki sağcılık ve solculukla asla ilgisi yoktur. İtaat edenler ile
isyan edenler diye sağ ehli ve sol ehli diye isimlendirilir. Kur’âna
göre hareket etmeyen herkes kâfir, Ona uygun olmayan her fiili
de küfür olarak veya kitabı sol tarafından verilecekler diye nitelendirir.
510 İslâm terminolojisine göre “sol” (Ashabul-Meş’eme) genel
bir terimdir. Siyasi literatüre göre kendisinin solda olduğunu
kabul eden komünizm de, İslâma göre küfür olan; fakat komünizme
göre sağda olan rejimler, meselâ, ırkçılık Faşizm, Demokrasi
510 74/Müddessir, 43-47
PUT VE PUTA TAPINMA
- 183 -
vb. düşünceler İslâma göre sol ehli kabul edilir. O halde, İslâma
göre “solcular” tabiri, sadece komünistler ve sosyalistler gibi kendilerine
solcu diyenler için değil, küfrü temsil eden İslâm dışı her
çeşit rejim ve fikir hareketleri için kullanılan genel bir terimdir.
Allah’ın nizamını reddeden Ashabu’ş-Şimal adını alırlar. Kur’ân’a
göre kitapları sağ tarafından verilecek olan ashabü’l-yemin veya
Allah’a itaat edenler yaptıkları yüzünden ahirette kurtuluşa erenler;
Cennete girenlerdir.511 Bunlar aynı zamanda, el üstünde tutulan,
Allah’ın lütuf ve inâyetine mazhar olan, uğurlu, bahtı açık ve
iyi, saadet sahibi kimselerdir. Kur’ân bu bakış açısından sağ ehli
olanların, iman içinde olup Allah’ı birleyen, namaz kılan, yoksula
yediren, yoksulun halini soran, Allah’ın kullarına acıyan, boş
konuşmayan, dedi kodu peşinde koşmayan, boş zamanları hayırlı
işlerle değerlendirip vakit öldürmeyen, bâtıl şeylerin peşine
düşüp gâfillerle beraber olmayan, âhiret hayatına inanıp ona
hazırlıklı olanların; Kıyamet koptuğu vakit, her şeyin altüst olduğu,
yerin şiddetle sarsıldığı, dağların darmadağın un ufak olduğu,
toz duman halinde dağılıp savrulduğu ve insanların üç sınıf
olduğu zamandaki hallerini şöyle haber vermektedir: “Sağ ehli
(amel defterleri sağ ellerine verilenler), o sağcılar ne mutludurlar!...
Sol ehli (amel defterleri sol ellerine verilenler) ise, o solcular
ne acıklı durumdadırlar!...”512 “Sağ ehli, ne mutlu o sağ ehline!...
Onlar, yüklü dalları sarkmış kiraz ağaçları, dolgun salkımlı muzlar
altında; yayılıp Uzanmış bir gölgede, çağlayan bir su kenarında,
tükenmeyen ve yenmesi yasaklanmayan birçok meyveler arasında
ve değerleri pek yüksek döşeklerdedirler. Gerçekten biz, onları
yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır. Böylece onları, hep bâkir
kızlar, kocalarına aşık yaşıtlar yaptık (Cennet ehli olan) Ashâbü’lyemin
için...” 513
Görüldüğü gibi, Kur’ân’ın ortaya koyduğu sağ ve sol kavramları
ile çeşitli doktrinlere ve siyasî icraatlara göre belirlenmiş
sağcılık ve solculuk arasında özel bir ayrılık vardır. Kur’ân sağ’ın
ve sol’un kesin ölçüsünü koymuştur. O da sağ için Allah’a inanmak
ve emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak; sol için
ise, Allah’ı inkâr etmek veya O’nun emir ve yasaklarını hiçe saymak,
O’nu tanımamaktır. Diğer doktrinlere göre ise sağı soldan
ayıran net bir ölçek yoktur. Meselâ komünistlere göre, komünist
olmayan herkes faşisttir, sağcıdır. Demokrat politikacılara göre,
tutucu, gelenekçi, aristokrat olanlar sağcıdır. Bu ölçeklerin hepsi,
511 74/Müddessir, 38-40
512 56/Vâkıa, 1-9
513 56/Vâkıa, 27-38.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 184 -
Kur’ân’ın ölçeği hariç, indî, şahsî, kullanana ve bakış açısına göre
değişmektedir. 514
Sanem: Put. İslâmiyetten önce putperest Arap câhiliyyesinin
Uzzâ, Lât, menât, Hubel, Nesr, Vedd, Yeuk, Yeğus, Suvâ vb. gibi
pek çok putları vardı. İslâm bütün bunları yasaklamış, bundan
ötürü heykel ve sûret yapımını yasaklamıştır.
Divan Edebiyatında büt (put) kelimesiyle aynı anlamda ve
sevgilinin güzelliğini dillendirmek için kullanılır. Sevgili, put gibi
güzeldir (Bak. Büt). “Çağırdım sanem sanem! / Ses verdi menem
menem / Dedim lebin kim emsin / Dedi sen em sen em. 515
Satürn: Eski Roma’da tarım, işçiler ve üzüm yetiştiricilerin tanrısı;
Ops’un kocası ve Jüpiter’in babası. Yunanlılarca Cronos’la özdeşleştirilmesine
rağmen o, daha çok Demeter’e benzer. Mitolojide,
oğlu Jupiter tarafından Satürn’ün göksel âlemden kovulduğu
anlatılır. Onun adına düzenlenen ve Saturnalia diye adlandırılan
hasat kutlamaları 17 Aralık’ta başlardı.
Saygı Duruşu: Bazıları, putlaştırdıkları kişilerin kabirleri veya
kutsallaştırdıkları simgeler karşısında Müslümanların namazdaki
kıyâmlarına benzer şekilde hazır ol vaziyete geçer, saygı duruşunda
bulunur. Hatta, namazda doğal kabul edilebilecek bir davranış
(kaşınınca başı kaşımak, öksürmek vb.) böyle bir saygı duruşunda
uygun/câiz görülmez. Hiç alâkası olmadığı halde, herhangi bir
açılış programında, ya da bir törende saygı duruşu ile başlamak
câhiliyye toplumlarının dinî bir kuralı kabul edilir. Bu tür programlara
katılan Müslümanlar da dinlerinin câiz görmemesine rağmen
bu saygı duruşuna katılma zorunda bırakılır. Okullardaki bütün
öğrenci ve öğretmenler her hafta okul açılış ve kapanışlarında,
bayram diye kutlattırılan câhiliyyenin kutsal günlerinde bu tür
saygı duruşlarına mecbur tutulur. Bu tür tavırlar, aslında bir tapınmadır.
Anıtkabirdeki böyle bir törende, Mahmut Kaçar adlı bir
muvahhid müslüman; “Siz bu törenlerle mezarları putlaştırıyor,
ilâhlaştırıyorsunuz. Ölü sizi duymaz, onun size bir faydası yoktur.
Lâ ilâhe illâllah, Allah’tan başka ilâh yoktur!” demişti. Zamanın
cumhurbaşkanı Demirel tarafından meczup ilân edilivermişti. Ayrıca,
Bu tavrının bedelini dört yıl kadar hapis yatarak ödemişti.
Mekke’liler, önemli bir işe başlamadan önce ve yolculuktan
dönünce veya Mekke şehir devletine ait tören ve merâsimlerden
önce Kâbe’nin içindeki Hubel putunun heykelini ziyâret eder, ona
514 Bk. Sağcılık, Hüsameddin Erdem
515 Hatâî
PUT VE PUTA TAPINMA
- 185 -
bağlılıklarının ifâdesi olarak saygı gösterirlerdi.516 Böylece işlerinin
düzgün gideceğine inanırlardı. Mekkeliler de, bu psikoloji ile
Kâbe etrafında dolaşarak Allah’a ibâdet ettiklerini sanıyor ve fakat
put heykellerine de aynı şekilde saygı gösteriyorlardı. Herhangi
bir Mekke’li, seyahate çıkınca veya seyahatten dönünce, yahut
önemli bir işe başlayınca, Kâbe’yi tavaf ediyor; bayramlar devletin
ileri gelenlerinin putlara saygı göstermesiyle başlıyor, devletin en
önemli işleri görüşülmeden önce heykellere saygı duruyorlardı.
Ticarî ya da siyasî bütün kuruluşlar, önemli toplantılarından önce
de bu heykellere karşı saygıya durur, ondan sonra işlerine bakarlardı.
517
Onlar hem Allah’ı tanıyorlar, hem de putlara tapıyorlardı. Esasen
şirkten kasıt da buydu, birtakım nesneleri Allah’ın sıfat ve
kudretine ortak koşmak ve Allah’ın yanında başka güçler tanımak,
Allah’a inanmak ve fakat O’nu inkâr edenlerin hükümlerini inanarak
kabul etmek ve onlara bile bile uymak. “Allah’a inandık” deyip
putların önünde saygıya durmak; secde etmek, eğilmek, onlar
etrafında dönmek; o heykellerden medet ummak, onları ilham
kaynağı saymak; güç ve ilhamlarını Allah’tan değil, o put heykellerinden
veya Firavun gibi, Nemrut gibi (yaşayan ya da ölü birtakım)
putlaştırılmış şahıslardan beklemek! 518
Sekr: Sarhoşluk, mest olmak, kendini kaybetmek. Tasavvufta;
a) Zâhirî ve bâtınî kayıtları bir yana bırakıp Hakk’a yönelmek. b)
Kuvvetli bir vârid (tecellî) ile kendinden geçip rûhî bir haz ve zevke
erme. c) Sekr, vecd ehline hastır. Sekr halindeki sâlik, şer’î hükümlere
aykırı sözler söyleyebilir, davranışlarda bulunabilir.
Sekizler: Tasavvuf kültürüne göre; gayb erenlerden olan sekiz
evliyâ. Bunlara kahr ricâli, kuvvet ricâli de denir. Şiddetli ve
hiddetli velîlerdir, himmetleri faal ve tesirlidir. Teveccüh ettikleri
ruhları etkileri altına alırlar. Tasarruf sahibidirler, murad ettikleri
nesneler vücuda gelir, teveccühlerinin semeresi hâsıl olur. Bunlara
hürmet edilir, ama yakınlarında olmaktan sakınmak lâzımdır.
Sekülerizm 519
Selâm secdesi: Sûfîlere göre, ibâdet secdesinin dışında secde-i
tahiyyât denen, saygı ve sevgi duyulan bir insana selâm secdesi
vardır. Sonraki bazı mutasavvıflar selâm secdesini câiz görmüşlerdir.
Mevlevî şeyhleri ve dervişleri, baş keserek birbirine secde
516 Ezkârî, Ahbâru Mekke, I/121
517 Ezkârî, Ahbâru Mekke, I/121
518 Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları Şirk Psikolojisi, Marifet Y. s. 41-42
519 Bak. Laiklik
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 186 -
ederler. Secdeyi Hz. Mevlânâ teşrî etmiştir (meşrû kılmıştır). Bazı
tarîkatlarda dervişler şeyhlerinin eteklerini öper, ayak bastıkları
yere yüz sürer. Hükümdarlara ve din ulularına secde etmek, öteden
beri şark kavimlerinde âdettir.
Semiramis: Mitolojik Asur-Babil kraliçesi. Efsanevi tanrıça güvercin.
Septisizm: Olumlu veya olumsuz hiçbir kesin hükme varamayan
ve devamlı şüphe içinde olmayı kabul eden sapık felsefî sistem,
şüphecilik.
Sfenks: Kadın başlı, aslan vücutlu eski Mısır’dan kalma heykel,
Ebûlhevl.
Sibel: Arapların Hubel, Avrupalıların Kybele veya Cybele dedikleri
put. 520
Siyonizm (Zionizm): Kudüs’ün eski adı olan Sion’dan.
Filistin’de bağımsız bir Yahûdi devleti kurmak isteyen. Bu devlet
kurulduktan sonra, Yahûdi fikrinin taraftarı, Yahûdicilik, Yahûdi
hâkimiyeti ve bir şeyi Yahûdilerin gâye ve menfaatine göre değerlendiren
anlamında kullanılır. Siyonizm, Odessalı Leo Pinsker
(1821-1891) tarafından kurulan Yahûdi milliyetçisi akımdır. Pinsker,
Yahûdilerin bir devletinin olmasının şart olduğunu düşündü
ve bunu gerçekleştirebilmek için Choveve zion (Siyonu sevenler)
adlı bir örgüt oluşturdu. Hareket, Yahûdiler arasında hızla yayıldı.
Anarşi, katliam, hile ve nice zulümlerle ve başta İngiltere olmak
üzere birçok Avrupa devletinin de desteğiyle 1948’de İsrail devletinin
kuruluşuyla sonuçlandı.
Sofestâî (Sevfestâî): Kâinatın yaratıcısını, Cenâb-ı Hakk’ı kabul
etmemek için her şeyi inkâr eden. Müsbet veya menfî hiçbir
hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefî bir
doktrinin (septisizm) mensubu. Septik. Âlemde hakikat nâmına
hiçbir şey tanımayan ve hakikati araştırmaktan sarf-ı nazar ederek
eğlenen safsatacılar.
Sofizm: Sofestâiyye. Safsatacılık. Âlemde hakikat olarak hiçbir
şey tanımayan ve hakikati araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk
u sefâ ve şiir gibi şeylerle eğlenmeyi tercih eden bâtıl bir meslek.
İnâdiye, İndiye ve Lâedriye (Septizm) adlarıyla üç kısma ayrılırlar.
Solculuk: Aşırı sosyalist düşünceleri ve solcu politikaları benimseyen,
yani kendilerine halkçı ve demokrat diyenlerin yolunu
takip etme veya onların sosyal ve politik olaylara getirdikleri fikri
çözümleri benimseme anlamında kullanılan bir terim.
520 Bak. Hubel, Kybele
PUT VE PUTA TAPINMA
- 187 -
Sosyalist ve Komünist açıdan ise solculuk, geleneksel sol partilere
veya sendikalara oranla kitlelerin devrimci rolüne üstünlük
tanıyanların siyasi düşüncesi veya tutumuna denir.
Küçümsenen ve aşağılanan bir anlamda solculuk, sol bir parti
veya sendika içinde aşırılığı, aşırı sol akımı ifade için kullanılır.
Siyasi ve sosyal anlamda solculuk, 1789 Fransız İhtilâliyle ortaya
çıkmıştı. XIX. yüzyılın ilk yarısında muhafazakârlara sağcı, liberallere
de solcu denilmişti. 521
“Solculuk” (Gausehisme) terimini ilk defa Lenin’in 1920 de yazdığı
“Sol Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı” adlı kitabında kullandığı
söyleniyorsa da; yukarıda da belirttiğimiz gibi bu terim Fransız
İhtilâlinden beri kullanılmaktaydı. Lenin, adı geçen kitabında
solculuğu daha ziyade küçültücü anlamda ve tenkit etmek için
kullanmıştır. Bu solculuk “keskin solculuk”; yani şartlardan faydalanmasını
bilmeyen ve zaman içerisindeki fırsatları değerlendiremeyen
solculuktur. O zaman “solcu” olarak nitelenenlerin, sol
komünizm veya işçi muhalefeti yandaşlarının kabul etmedikleri
bu terim, o dönemde, komünist hareketin solunda yer almak isteyen
ve 1918’den başlayarak Rusya ve Almanya’da belirli konular
çerçevesinde toplanan kişilerin ideolojilerini belirlemekteydi. Bu
konular; işçi denetimi, sendikal özerklik, gelirlerin aynı düzeye
getirilmesi ve eşit paylaşılması, devrimci enternasyonalizme gitmek,
işçi konseylerinin partinin önüne geçmesini sağlamak vb. dir.
“Solcu” terimi daha sonraları Stalin’in düşüncesine, şahsına
karşı her çeşit muhalefeti belirtmek için kullanılmıştır. Bu sebeple
Troçki, Tito, Mao Zedong, Che Guevara vb., solculukla suçlanmışlardır.
O zamandan beri, amaçları açık bir şekilde kurumlaşmış sosyal,
siyasî ve ideolojik sistem dışında ortaya çıkan her sol mahiyetli
ifade ve istek “solculuk” olarak nitelendirilmiştir.
Sağcılık ve solculuğun siyaset ve fikir hayatında Fransız
İhtilâlinden sonra etkin olmaya başladığı dikkate alınırsa, bu terimler
Komünist Manifesto’sundan (1848) yaklaşık yarım asır önce
kullanılmış demektir. Şu halde, bu tarih olayının ortaya koyduğu
önemli gerçek şudur: Sol ve solculuk mutlaka Komünizm demek
değildir. Fransız ihtilal meclislerinde aşırı sol hareket de komünizm
değildi. Buna göre, her solcu komünist değildir; ama her komünist
solcudur ve kendisini gizlemek isteyen komünistler bunu
bir maske olarak kullanırlar; sadece solcu olduklarını, komünist
olmadıklarını söylerlerdi.
521 bk. Sağcılık
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 188 -
“Solculuk” sadece siyasi ve fikri bir özellik değil; aynı zamanda
dini değerlerle ilgili ve inançla da ilgili bir vasıftır. Kur’ân sağda
olanlardan bahsettiği gibi, solda olanlardan da bahsetmektedir.
Kur’âna göre sol ehli; kendi yaptıkları yüzünden yalanlanacak
olanlar; uğursuz, bedbaht ve Allah’ın kendilerini zillete düşürdüğü,
inançsızlık ideolojisini benimsedikleri için Allah’ın huzurunda
sol tarafta bulunanlardır. Bu sol ehli (Ashabu’ş-Şimal). Allah’ın
emrini tanımayan, namaz kılmayan, fakire yardım etmeyen ve yedirmeyen,
Allah’ın kullarına acımayan, boş konuşan, beyhude ve
bâtıl işler peşinde koşan, zaman öldüren, gâfillerle gaflette yarışan,
ceza gününü yalanlayan ve inanmayanlardır. Bütün bu menfi
davranışların gerçek sebebi ise imansızlık ve küfürdür.
Kur’ân-ı Kerim, Allah’ı inkâr eden, emir ve yasaklarını tanımayan,
yaradılış gâyesini idrak edemeyen sol ehlinin âhiretteki durumunu
şöyle açıklıyor: “Sol ehli ise; onlar ne acıklı durumdadırlar!...
Hücrelere işleyen kavurucu bir sıcaklık ve kaynar su ve kapkara
dumandan olan bir gölge içindedirler; ki o, ne serindir, ne ferahlatıcı.
Çünkü onlar, bundan önce (dünyada) zevklerine düşkündüler
ve en büyük günah şirk (Allah’a ortak koşmak) üzerinde ısrar
ediyorlardı.... Bir de diyorlardı ki: Öldüğümüz, toprak ve bir yığın
kemik olduğumuz vakit mi, hakikaten biz mi dirilecekmişiz? Evvelki
atalarımız da mı (dirilecek)? Söyle: Bütün evvelkiler ve sonrakiler,
belirli bir günün belirli bir vaktinde çaresiz toplanacaklardır.
Sonra siz ey sapkınlar, yalancılar! (Cehennemde) Zakkum ağacından
yiyeceksiniz; karınlarınızı ondan doyuracaksınız. Üstüne de
(susuzluğunuzu gidermek için) o kaynar sudan içeceksiniz. Öyle
ki, suya kanmayan develerin içişi gibi içeceksiniz. İşte hesap günü,
onlara ziyafet bu!” 522
Sorumluluktan Kurtulmak Mümkün mü? Bazı câhillerin “bizim
abdestimiz alınmış, namazımız kılınmıştır. Önemli olan kalp
temizliği değil mi? O da bizde var. İbâdete ihtiyacımız yok” gibi
sözleri, ya da “biz şeriati aştık, hakikata ulaştık; artık mükellefiyet/
sorumluluk kalmadı” yollu hezeyanları, saçmalıkları orada burada
söyledikleri ve bu görüşleri savundukları -az da olsa- görülmektedir.
Dâr-ı teklif (mükellefiyet sahnesi) olan dünyada, Allah’ın
verdiği ömrü yaşarken İlâhî emir ve yasakların dışında kalmak ya
da mükellefiyet sınırını aşmak mümkün değildir. Her akl-ı selim
sahibi bunu böyle kabul eder. O halde mükellefiyet nedir? diyenlere,
açıklayalım: Mükellefiyet: İlâhî emir ve yasaklardan sorumlu
olmak demektir. Bu da müslüman olmak, akıllı olmak ve ergenlik
522 el-Vakıa, 56/41-56. Ayrıca bk. Sağcılık. (Hüsameddin Erdem, Şamil İslâm
Ans.)
PUT VE PUTA TAPINMA
- 189 -
çağına ulaşmış olmak şartlarına bağlıdır. Bunlar genel şartlardır.
Ayrıca her emrin yerine getirilmesi için kendine has bazı özel şartlar
da vardır. Meselâ; orucun farz olması için; Ramazan’a erişmiş
ve mukîm olmak, oruç tutamayacak kadar hasta olmama gibi.
Bu kısa açıklama göstermektedir ki, mükellefiyetten kurtulabilmek
için, ya müslüman olmamak, ya bülûğa ermemiş çocuk
olmak veya deli olmak, yahut da ölmek lâzımdır. Bunun dışında,
hiçbir sebeple, hiçbir görevle, hiçbir makamda bulunmakla, tasavvufta
zirveye çıkıp zırvalamakla tekliften, yani Allah’a kulluk görevinden,
sorumluluktan kurtulmak hiçbir insan için asla mümkün
değildir. Bir kere, düşünmek gerek; eğer mânevî mertebeler, mükellefiyetten
kişiyi kurtaracak olsaydı, herkesten önce peygamberler
bu teklif yükünden kurtulurlardı. Hâlbuki onlar, ümmetlerine
neyi teklif etmişlerse, aynen kendileri de sorumlu olmuşlardır.
“Gönderdiğimiz peygamberlere de, kendilerine peygamber gönderdiklerimize
de soracağız.”523 Hatta onların sorumlulukları ümmetlerinden
daha da ağır olmuştur. Çünkü bazı hususlar sadece onlardan
istenmiştir. Teheccüd namazının Hz. Peygamber’e emredilip ona
vâcib olması gibi.524 “Onların işledikleri onlara, sizin yaptıklarınızın hesabı
da size!” 525 “O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek,
imtihan etmek için ölümü ve hayatı yarattı...”526 Sonra, yalancı peygamberlerden
ve sahtekârlardan başka hiçbir sahâbi, ve İslâm âlimi
mükellefiyetinin bittiğini, emir ve yasaklara uyma zorunluluğunun
kalmadığını söylememiştir. Tarih böyle bir şeye şâhit değildir.
Hz. Peygamber’e hitâben “Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine
ibâdet et.” 527 âyeti İslâm’da hiçbir kimse için dokunulmazlık, şeriat
üstülük hakkı tanınmadığını bütün açıklığıyla ilân etmektedir.
Herhangi bir kimseye -peygamber de olsa- yakın olmak, şu ya
da bu ırka veya cemaate mensup olmak da mükellefiyetten kurtulmaya
gerekçe yapılamaz. Hz. Peygamber, akrabâlarına ayrı ayrı
hitap ettiği bir konuşmasında en son kızı Fâtıma’ya hitâb ettikten
sonra, “Benden bana âit şeyleri isteyin, vereyim. Ama Allah’ın azâbına
karşı bana güvenmeyin. Allah’ın azâbından kendinizi kendiniz koruyun.”
buyurmuştur. Yine dinin hükümlerinin uygulanması konusunda
hiçbir kimseye ayrıcalık olamayacağını, aksi anlayışın kesin bir
dalâlet/sapıklık olduğunu şu hadisiyle net bir şekilde açıklamıştır:
“Ey insanlar, sizden öncekilerin sapıtmasının nedeni şu idi: İçlerinde üstün
523 7/A'râf, 6
524 17/İsrâ, 79; 73/Müzzemmil, 2
525 2/Bakara, 134, 141
526 67/Mülk, 2
527 15/Hıcr, 99
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 190 -
mevkiden biri hırsızlık yapınca, hadd (cezâ) uygulamadan onu serbest
bırakıyorlar, ama güçsüz (arkası olmayan, fakir) birisi çalınca da hemen
hadd tatbik ediyorlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı
Fâtıma hırsızlık yapsa, Muhammed, onun elini de keser.” 528
Sorumluluğun kalktığını, sorumlu olmadığını iddia etmek büyük
bir sorumsuzluk ve büyük bir sorunluluktur; çünkü sorumluluk
imtihan dünyasında herkes için zorunluluktur. Sorumsuzluk
iddiâ etmek, “namazımız kılınmış”, “biz şeriati aştık, o kabuktur,
avam içindir, biz hakikat(!) ehliyiz” demek, dünya şartlarında insan
ve müslüman olarak mümkün değildir. Bu iddiâ, “lâ yüs’el
ammâ yef’al -yaptığından sorumlu tutulmayan-” Allah’a ortaklık
iddiâ etmek gibi bir hezeyandır, saçmalıktır. Asıl amacı da haramhelâl
sınırını yıkarak her şeyin mubahlığı (ibâhiyye) görüşünü yaymaktır.
Hem dâll, hem mudıll -hem sapık, hem saptırıcı- olan bu ve
benzeri düşünce sahiplerini, düzeltmek, cezâlandırmak elimizden
gelmiyorsa, kendi düşünceleriyle başbaşa bırakmak, ama hiç olmazsa
onun etkisinde kalanlara hakikati anlatıp uyarmak ve bu
sapıkları toplumdan soyutlamak onlara yapılacak en büyük iyilik
olsa gerektir. Ola ki akıllarını başlarına devşirir ve kendilerine gelir
de böyle saçmalıklardan vazgeçerler. “Rabbim, her köle âzâd edildiği
gün sevinir; ben ise Sana gerçekten kul-köle olduğum gün
sevineceğim.”
Sosyalizm: Sosyal teşkilatlanmayı eşitlik ölçüsüne göre düzeltmeyi
gâye güden teori. Sosyalizm, ferdiyetçi ve hürriyetçi (liberalist)
sistemlere karşı bir tepki olarak doğmuştur. Sermaye sahipleriyle
işçiler ârasındaki eşitsizliği, servet ve refah farklarını ortadan
kaldırma iddiasındadır. Bu iddialar doğrultusunda Sosyalizmi önce
ekonomik bir çerçeve içinde; yani servetin üretimi, tüketimi, paylaşılması
ve dağıtımı açısından ele almalıdır. Bu açı, bizi Sosyalizmi
meydana getiren şartları araştırmaya götürür. Liberal demokrasinin
ve Kapitalizmin doğurduğu yetersizlikler ve adâletsizlikler,
sanayileşme olayına; sanayileşme de, sosyal, ekonomik ve şuurlu
bir şekilde teşkilatlanan işçi sınıfının siyasi bir güç halinde ortaya
çıkmasına götürür.
Sosyalizm, öncelikle liberal Kapitalist düzenin adâletsizliklerine
karşı çıkmak ve isyan etmekle çağdaş niteliğini kazanmıştır. Böylece
Sosyalizmin ilk temel karakteri, kurulu düzeni adâletsiz, çağ
dışı ilân etmesiyle ortaya çıkmaktadır. Buna göre Sosyalizm, liberal
Kapitalist düzenin mülkiyet ve çalışma kurumlarını yetersiz
ve adâletsiz bulduğu için, değiştirmek ve onun yerine geçmek
528 Buhârî, Hudûd 12; Tirmizî, Hudûd 7
PUT VE PUTA TAPINMA
- 191 -
isteyen bir rejimin adıdır. Bu haliyle Sosyalizm, Kolektivizmin zaman
içinde fiiliyata geçmesi ve uygulanmasıdır.
Kapitalist sistemler, özel mülkiyet, piyasa ekonomisi ve kâr
esasına dayanan bir sistem kurmuştur. Bu düzen, tarih olaylarının
ve sanayileşmenin ürünüdür. Sosyalizm de bu düzene antitez olarak
tasarladığı düzenini tarihi şartların meydana çıkardığı bir düzen
olarak görür. Onlara göre, bu düzen de tıpkı Kapitalist düzen
gibi ihtilâl sonucu kurulacaktır.
Sosyalizmin ikinci esas dayanağı da, ekonomik faaliyetlerin
özel sektörden kamuya, kişilerden topluma aktarılmasıdır. Bu anlamda
Sosyalizm, mevcut olan üretim araçlarının tümünü, yahut
büyük bir kısmını toplumun şuurlu ve yönetici durumunda olan
organlarına bağlamaktır. Burada üretim araçları toplumun mülkiyetine
geçmekte, neticede özel mülkiyet yerine kollektif ve sosyal
mülkiyet kurumu oluşturulmuş olmaktadır.
Sosyalizmin kollektif mülkiyeti sadece toplumun malı yapması
da yetmez. Aynı zamanda, bu mallar toplumun hizmetinde olmalıdır.
Yani kârın hizmetinden çıkarılıp çalışanın (işçinin) hayat
standardını artırıcı hale getirilmelidir.
Demek oluyor ki, Sosyalizm, objektif tarih şartları içinde Kapitalizmi
takip ederek onun yerine geçecek olan bir düzendir. Sosyalist
düzende şu üç unsur bulunur:
a) Üretim araçlarının toplumun malı olması;
b) Üretimin insan ihtiyacına göre yapılması;
c) Bunların tamamının demokratik bir yol ile gerçekleştirilmesi.
Buraya kadar Sosyalizmin tanımlarında bazı farklılıklar olsa
da; hepsinde de ortak gâye, çalışan zümreyi (işçi sınıfını) cemiyete
hakim kılmak ve emek sahiplerinin hakkını vermektir. Toplumda
sınıf farklarının ortadan kaldırılması ve toplu çalışma ile elde edilen
kazancın emek sahibi olan topluluğa ait olması bütün sosyalistleri
birleştiren ana fikirdir.
Sosyalistler bazı ana fikirlerde birleşseler de, bu hedeflere nasıl
ve hangi yollarla ulaşacakları konusunda, yani uygulayacakları
metodlar hakkında ayrılığa düşmüşlerdir. Meselâ, üretim araçları
topluma nasıl mal edilecek? Bunlar kimin ihtiyacına göre ve nasıl
ayarlanacak? Diğer bir ifadeyle, kapitalist düzen hangi yoldan ve
nasıl değiştirilecek? İhtilâl ve şiddet yoluyla yani devrimle mi; yoksa
demokratik usullerle (evrimle) mi?
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 192 -
Esas problem bu sorulara verilen cevaplarda ortaya çıkar. Çünkü
bu soruların cevapları kadar Sosyalizm türlerinden söz edilebilir.
Bunlar arasında hayalci (ütopyacı), islâhcı (evrimci), ruhcu,
maddeci ve ihtilâlci (devrimci) olmak üzere her biri kendine has
özelliklere sahip birçok Sosyalizm çeşidi vardır. Sosyalizm çeşitlemeleri,
değişik bakış açılarından da yapılabilmektedir. Meselâ bir
başka açıdan, Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm, Kürsü Sosyalizmi,
Hıristiyan Sosyalizmi, Devrimci Sosyalizm, Reformcu Sosyalizm,
Demokratik Sosyalizm gibi bir sınıflamaya da tabi tutulabilir.
Sosyalizm, geniş anlamıyla çok eskilere, ta Eflatun’a kadar geriye
götürülebilir. Hattâ birtakım dinî Sosyalizmlerden bile bahsetmek
mümkündür. Meselâ bir “Tevrat Sosyalizmi”, bir “Hıristiyan
Sosyalizm”inden; hattâ doğru olmamakla beraber, bir “İslâm
Sosyalizm”inden bahseden ve kendilerine “İştirakiyyü’l-Mezheb”
diyenler de vardır. İlk dönem Sosyalistleri daha ziyade toprağın
fertler arasında eşit bir şekilde paylaşılmasını istiyorlardı. Esas
anlamıyla Sosyalizm “İşçiler Birliği” anlamına XlX. yüzyılın ilk
yarısında kullanılmaya başlanmıştır. Çünkü Sosyalist akımın, işçi
sınıfının meslekî teşkilatlanmaları ve siyasî partilerle şuurlu bir
siyasî kuvvet olarak ortaya çıkışları XIX. yüzyılda olmuştur. Sosyalizm
1848’e kadar sadece bir kavramdan ve hayalî bir tasavvurdan
(ütopyacı) ibaret sayılır. Meselâ Thomas Morus, Saint Simon, Louis
Blanc, Fourier, Owen, Proudhon gibi Fransız sosyalistlerin doktrinleri
sosyal adâletsizlikler karşısında tamamen idealist ve hayalci
görüşlere sahipti. 1848 de Marksizmin ortaya çıkmasıyla “Bilimsel
Sosyalizm”in kurulduğu kabul edilir.
Nazarî sosyalizmin birbirine zıd birçok şekillerinin olduğunu
daha önce belirtmiştik. Bunlardan bazıları şunlardır:
1- Hıristiyan Sosyalizmi: Ketteler, Maninng, Lorin, Gorin gibi
hıristiyan sosyalistlerin temsil ettiği ve daha ziyade Hıristiyanlığın
sosyal cephesini işleyen sosyalizmdir.
2- Mistik, Optimist ve Ütopyacı Sosyalizm: Ofurier, P. Leroux,
Proudhon vb. nin savunduğu ve tamamen hayal ürünü olan; realite
ile ilgisi olmayan ve problemlerini daha ziyade tasavvurda
çözmeye çalışan kavramsal sosyalizmdir.
3- Bilimsel Sosyalizm, Devrimci Sosyalizm veya Marksizm:
İhtilâlci ve diyalektik materyalizmin temsil ettiği, Marx, Engels ve
Lenin tarafından ileri sürülen sosyalizmdir.
Bu sosyalizm ilk defa, liberal, burjuva ve kapitalist düzenin
kendi çelişmelerine terk edilip yıkılmalarının beklenemeyeceğini
PUT VE PUTA TAPINMA
- 193 -
-Bilimsel Sosyalizm- ilkeleştirmiştir. Bunlar, işçi sınıfının (proletarya)
devreye girmesi ve şiddet yoluyla (ihtilâlle) düzeni değiştirmesi
metodunu ortaya atmışlardır. Daha sonra ise, Marx ve Engels
demokratik ve ihtilâlsiz yolu tercih etmişlerdir.
Bu yüzyıldan sonra Marksizm çeşitli yorumlara tabi tutulmuş,
bunlar içinde E. Bernstein gibi revizyonistler çıktığı gibi, revizyonizme
cephe alan Lenin gibi başka yorumcular da çıkmıştır. Bu
yeni yorumla meşhur Marksizm-Leninizm doğmuştur. Lenin bunu
Marksın bile hayal edemediği Çarlık Rusya’sında 1917’de uygulama
plânına geçirmiştir. Marksizmi ve Leninizmi de Stalin ve
onu takip edenler yorumlamış; bunun neticesinde de “Sovyet
Marksizmi”doğmuştur. Daha sonra Mao Tse Tung (Mao Ze Dong)
tarafından daha farklı bir yoruma tabi tutulmuştur.
Marksizm, 1917 Rus ihtilaline kadar siyasî kurumlar meydana
getiren bir düzen, rejim olmamıştır. Gerçi bir takım siyasî partiler
kurulmuş, sosyalistler hükümetlere katılmış, parlamentolarda
aktif rol oynamışlardır, fakat Birinci Dünya savaşı sonuna kadar
sosyalist devletler kurulamamıştır. 1917’de Çarlık Rusyası tasfiye
edilmiş, Üçüncü Enternasyonal kurulmuş, yeni bir Marksizm-Leninizm
ortaya çıkmıştır.
Bu yeni Marksizm-Leninizm iki özellik taşır:
1) Az gelişmiş sayılan bir sosyal yapıya Marksizmin uygulanışı;
2) Sosyalizm, hem bir devlet sistemi, hem de siyasî bir rejimdir.
Yani yeni bir hukuk, devlet, anayasa ve siyasî kurumlar anlayışına
dayanmıştır. İkinci dünya savaşından sonra ise Leninin yerini Stalin
almış ve Marksizm-Leninizme birçok değişiklikler getirmiştir.
1980’li yıllarda ise M. Gorbaçov bu sistemden bazı tavizlerde
bulunmak zorunda kalmış ve 1991’de de hak dağıtmak için ortaya
çıkan siyasî rejim, bir zulüm düzeni haline dönüşmüş ve 75 yıllık
ömrünü tamamlayarak kendi diyalektik metodları gereği antitezine
dönerek senteze ulaşmıştır. Hâlbuki onun iddiası bütün dünya
işçileri birliğini kurmak ve dünyayı sosyalist yapmaktı. Fakat bu
yoldaki çabası onu başladığı noktaya hem de daha kötü şartlarda
liberal Kapitalizme döndürdü.
3- Reformcu Sosyalizm: Demokratik Sosyalizm, Aktüel Sosyalizm
diye de anılan ve H. de Man tarafından temsil edilen; evrimci
yolla, ihtilâlsiz yeni rejimin tesisini müdafaa eden sosyalizmdir.
Sosyalizm önce Orta ve Doğu Avrupa, Avrupadan sonra da
Doğu Bloğunda yaygınlaşmıştır. Orta ve Doğu Avrupa, Arnavutluk,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 194 -
Bulgaristan, Çekoslovakya, Eski Doğu Almanya; Macaristan, Polonya,
Romanya, Yugoslavya da Komünist rejimler hep 1943-1944
yıllarında başlamıştır. Daha sonra doğu ve uzak doğuda Çin Halk
Cumhuriyeti, Kuzey Kore, Kuzey Vietnam, Moğolistan, Küba. vb.
gibi ülkelerde yaygınlaşmıştır. Bu gün ise bu ülkelerin tümü Sosyalizmden
Liberalizme dönmüştür.
Batı ve uzak doğuyu yarım asır etkisi altında bulunduran Sosyalizm,
Türkiye’de ilk defa 1910 yılında resmen boy göstermiş
ve “Osmanlı Sosyalist Partisi” adıyla sosyalist Hüseyin Hilmi tarafından
bir parti kurulmuştu. Bu partiyi kurduran ve partiyi perde
arkasından destekleyen ise, materyalist ateist Baha Tevfik idi.
1920’den sonra çeşitli şekillerde gelişen Marksizm veya devrimci
Sosyalizm, her fırsatta toplumu bölmek, sosyal düzeni yıkmak, insanları
anarşiye çekmek için elinden ne geliyorsa yapmıştır. Önceleri
gizli komünist partileri halinde çalışırken. Komünizmin yıkılıp
yok olduğu zamanımızda ise bütün dünyada hala sosyalist parti
kurma yarışı devam etmektedir. Zira millî hakimiyeti kaldırmak
Sosyalizmin gerekli şartlarındandır. Sosyalizmin din ve ahlâka bakışı,
çeşitlerine göre değişmektedir. Genel olarak Sosyalizm özü
bakımından ne dincidir, ne de din düşmanıdır. Sosyalizm, toplum
düzenini değiştirici bir siyasî akım olduğu için de dine dayalı partilerin
kurulmasını kabul etmez. Din ve ahlâk konusunda hümanist
bir tavır takınır. Bazı sosyalizmler dinî kaynaklı olduğu halde, Bilimsel
Sosyalizm hem dine, hem de dinî ahlâka ve mânevî değerlere
kökten karşıdır. Bunlar Allah’a, dine ve dinî değerlere hiç bir
şekilde yer vermezler. Çünkü bu sistemin uygulanış biçimi olan
Komünizmin kendisi bir din haline getirilmiştir.
Komünizm gibi Hümanizm de en büyük ahlâk düşmanlığıdır.
Çünkü bir yerde Hümanizm geliştikçe ahlâk geriler. Devamlı cezalar
sınırlandığı ve azaldığı için kötülüğe teşvik edici faktörler
çoğalır; sonunda kötülükler yaygınlaşır.
Bilindiği gibi Sosyalizm doktrini, büyük sanayi devriminin
tahriki sonucu XVIII. yüzyılın sonunda ve XIX. yüzyılın başında bir
takım izafî ve ahlâkî fikirlerin yayılmasıyla ferdiyetçilik ve Liberalizme
karşı bir tavır olarak ortaya çıkmıştır. Bu ise Sosyalizmin
beynelmilelci ve milliyet düşmanı olduğunu göstermektedir.
Sosyalizmin milliyet düşmanlığı yanında daha birçok çıkmazları
vardır. Bunlardan birisi, ferdi mülkiyet fikrini kaldırmasıdır. İnsan
fıtratında mevcut olan bir şeye sahip olma duygusunu ve fikrini
ise kaldırmaya çalışmak insanda bir takım ruhî çatışmalara yol
açar. Gerçi onlar mülkiyeti kaldırmadıklarını, ekonomik ve sosyal
PUT VE PUTA TAPINMA
- 195 -
düzende bazı tedbirlerle sınırladıklarını ve bu yolla kapitalizmin
önüne geçtiklerini iddia ediyorlarsa da; uygulamaların bunun aksini
ortaya koyduğu görülmüştür.
Sosyalizm ve Komünizm, Liberalizme karşı bir ekonomik faaliyetle,
geniş ölçüde devlet tekelciliğini, devletçi ekonomi, devlet
işletmeciliği vb. ekonomik modelleri geliştirmiştir. Bu ekonomik
modeller, liberalist modellerden daha çok insan fıtratına ters
geldiği için de bir asır bile -her çeşit baskıya başvurduğu haldeyaşayamamıştır.
Günümüzde gerek batıda ve gerekse doğudaki
birçok örnekleri çok büyük ekonomik ve sosyal krizler içindedir.
Türkiye’de de “KİT”ler olarak tanınan devlet eliyle yürütülen ekonomi
teşekkülleri de liberalist bir ekonomi içinde olduğu halde,
ayakta duramayacak kadar kötü durumda olduğundan, özelleştirilmek
için her iktidarın programında yer almaktadır.
Sosyalizmin çıkmazlarından birisi de sosyal nizamın kendi
cinsinden olan kanunlarını inkâr etmesidir. Hâlbuki bütün sosyal
olaylar gibi ekonomi olaylarında da determinizmin payını tamamen
inkâr etmek doğru değildir. Bu sebeple, olaylar âleminde var
olan düzeni istediğimiz gibi istediğimiz ilkelere (ekonomi ilkelerine)
dayandırarak değiştirebileceğimizi iddia edemeyiz. Bu evrimi
idare eden unsurları sadece ekonomik faaliyetlere ve üretime de
bağlayamayız. Bütün diğer değerleri hiçe sayıp üretimin asıl öğesi
olan “emek”i de tek değer olarak kabul edemeyiz. Çünkü sosyal
hayatı sadece ekonomik ve maddî şartlar meydana getirmiyor. Bilindiği
gibi, bunların yanında ruhî ve ahlâkî daha birçok sebepler
sosyal olayları doğurur. Sosyalistler sosyal hayatta insanın bir takım
maddî ihtiyaçları yanında, fikir ve inançlarının payı olduğu
gerçeğini de unutmuş görünüyorlar.
Buna karşılık ruhçu sosyalistler ise maddî ihtiyaçlar yanında
fikir ve inançların, ruhî ve ahlâkî değerlerin insan hayatı için vazgeçilmez
olduğu fikrini savunuyorlar. Aslında Sosyalist literatürde
ruhçu Sosyalizm diye bir ayırım yoktur; ancak mistik sosyalizm
(Hıristiyan Sosyalizmi)’e bir benzerliği olması, yani İslâm dininin
sosyal yanını anlatmak için asrımızın fikir adamlarından biri olan
Nureddin Topçu “Ruhçu Sosyalizm” diye bir sosyalizmden bahseder.
İşin gerçeği; her sosyal adâletsizliğe karşı her haykırış Sosyalizm
değildir. Yalnız bir fikir adamının teorisini, yahut bir partinin
programını Sosyalizm olarak tanımlamak da Sosyalizm kavramını
çok daralttığı için, yanlıştır. Sonra İslâm dini sosyalist değil, sosyal
adâletçidir.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 196 -
Sosyalizmin çıkmazlarından birisi de sosyal sınıfları kaldırmak
istemesidir. Fakat Sosyalizmin ileri sürdüğü ilkeler bunu tek başına
temin edecek güçte değildir. Bu sistem gerçekten işçinin refahını
sağlayacak biçimde uygulanacak olsa; işçi, emeğinden ayırıp
biriktirme yoluyla Kapitalist sınıfa geçebilir. Hâlbuki bunu önleyecek
tek yol ruhî ve ahlâkî terbiyedir. Sosyalist sistemler ise her şeyden
önce böyle bir ruhî ve ahlâkî terbiyeyi verecek ilkelerden yoksundur.
Ayrıca uhrevî yaptırımı olmayan bir ekonomi ahlâkından
yana olduğu için, dinî ahlâkın geliştirdiği kendini kontrol ve nefse
hâkimiyetten de söz edilemez.
Çeşitli adâletsizlik ve zulümler karşısında kendisine çok büyük
umutlar bağlanan Sosyalizm, ancak sıradan bir insan ömrü kadar
yaşayabildi ve daha tam olarak şahsiyetini bile teşekkül ettiremeden
her beşerî sistem gibi, o da tarihe mal oldu. Sosyalist sistemlerin
yerine, ancak sosyal adâletçi nizamlar geçer de Bilimsel
Sosyalizm gibi bütün kurumlarıyla işletilirse, işte o zaman ancak
insanların mutlu olması beklenebilir. 529
Şaman (Kam): Eski müşrik Türklerde, birtakım doğaüstü gücü
bulunduğuna, ruhlarla ilişki kurarak hastalıkları iyileştirdiğine
inanılan, büyü yapma, gelecekten haber verme gibi işler yapan
din adamı. Büyücü râhip. Tunguzca bir terim olan şaman kelimesine
karşılık, birçok Türk boyu Kam terimini kullanır. Şaman ya
da Kam, vecd haline (ekstazi) ulaşarak ruhsal âlemle ilişki kurmak
sûretiyle insanların çeşitli sorunlarına cevap arayan, geleceğe ilişkin
yorumlarda bulunan, kötü ruhları kovan bir kişidir. Şamanlık
babadan oğla geçen tarzda sürdürülür. Altay Türkleri, Kamları Ak
ve Kara şeklinde ikiye ayırırlar. Ak Kamlar yüce gök tanrıya ve iyilik
ruhlarına yönelik olarak faâliyet gösterirken, Kara Kamlar yer
altı âlemine ve yer altı tanrısı Erlik’e yönelik faâliyet gösterirler.
Kamlar, külahları, davulları ve cüppeleriyle giyim kuşam yönünden
diğer halktan ayrılırlar.
Şathiye: Şath: Üzerinde bönlük, saçmalama ve dâvâ kokusu
olan sözdür. Böyle bir şeye kalkışmak, gerçeklere göre sürçmektir,
suçtur.530 Kelimenin kök anlamında sözde ölçüyü kaçırmak anlamı
vardır. Şatah da; çelişkili ifâde, latîfe, mizah demektir; çoğulu
şatâhat’tır. Şatah, çürük sözler olarak da tanımlanır. Şatha âit
sözlere şathiye denir. Türk tasavvuf edebiyatında ciddi bir düşünce
veya duyguyu, çoğunlukla da İslâm inançlarını ve şeriatin hükümlerini
iğneleyici ve alaylı bir şekilde anlatan şiirlere şathiye
529 Hüsameddin Erdem, Şamil İslâm Ans.
530 Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rîfât, s. 76
PUT VE PUTA TAPINMA
- 197 -
denir. Bu tür şiirlere daha çok tekke şâirleri rağbet göstermişlerdir.
Hatta bu nedenle şathiye yerine; şathiye-i sûfiyâne terimi kullanılır.
Allah ile senli-benli, şakalı bir edâ ile konuşur gibi yazılan
şathiyelerde daha çok inançlar, sözkonusu edilir ve alaylı bir dil
kullanılır. Bazıları saçma sanılan bu sözlerin, yorumlandığında
tasavvufla ilgili türlü kavramlara değindiği görülür. Şeriate aykırı
veya mânâsız gibi söylenen düşüncelerin, aslında vahdet-i vücut
felsefesindeki görüşleri bildirdiği kesindir. Tasavvuf ıstılahları arasında
şathiyenin önemli bir yer tutmaya başlaması, vahdet-i vücut
ekolünün yaygınlık kazanmasıyla paralellik gösterir.
Tasavvufla ilgili eserlerde şathiyelerle ilgili çok bol malzemeler
görülür. Hallâc-ı Mansur’un “Ene’l-Hakk” (Ben Hakk’ım/Allah’ım)
sözü ile; Bayezid Bestâmî’nin “Sübhânî mâ a’zame şânî” (Kendimi
tesbih ederim, noksan sıfatlardan tenzih ederim, şânım ne yüce
oldu) sözü yaygın olarak bilinen ve tüm tasavvufçularca tevil edilerek
de olsa kabul edilen iki şathiye örneği olarak verilebilir. Yine,
Bâyezid Bistâmî’ye âit: “Bir denize daldım ki, peygamberler o denizin
sâhilinde durdu” sözü de böyledir.
Tasavvufçulara göre şathiyye, “dıştan (zâhiren) ve ortalama
(şeriatla ilgili) bilgilerle bakıldığı zaman şeriate aykırı imiş gibi gözüken,
fakat tasavvufî/bâtınî anlamda bir hakikati ifâde eden söz
ve deyişlerdir.” 531
Şathiye adı verilen bütün bu elfâz-ı küfrü tasavvufçular hiç
eleştirmez, savunur ve sahip çıkarlar. Te’vil etmeye çalışırlar: Bunlar
vecd halinde, bir nevi sarhoşluk ânında söylenen sözlerdir. Bu sözleri
söyleyenler Allah’a o kadar yakın olmuşlar ki, bu samimiyetle
senli-benli konuşmaya başlamışlar. Bunlarınki naz makamıdır, onlar
için bu sözler câizdir; ama o makamlara erişmeyenlerin bu tür
sözleri câiz olmaz... “Ben Hakk’ım, -hâşâ- Allah’ım” diyenleri savunan
ve bu sözlere teville karışık sahip çıkan zihniyetten beklenen
tavır farklı olamazdı, denilebilir. Bunlar, iddiâ edildiği gibi, cezbe
ve sarhoşluk zamanında (İçki içmeden insan nasıl sarhoş olur?
Hz. Peygamberimiz veya ashâbdan böyle bir şey hiç nakledilmiş
midir?) söylenmiş sözler değildir. Kitaplara geçmiş, tekrarlanmış,
tasavvufçular tarafından dillendirilip kabul edilmiş, savunulmuş,
hatta kutsal söz gibi kabul edilmiştir. Meselâ nakşibendîlerde ve
diğer çoğu tarikatlarda kelime-i tevhid zikri olarak şeyhler tarafından
müridlere vird olarak verilen ifadelerden biri: “Lâ mevcûde
illâllah” (Allah’tan başka mevcut -varlık- yoktur) sözüdür. Bunu,
kendilerine göre belirli aşamaya gelmiş her tasavvufçu günde
531 Türk Dili ve Edebiyatı Ans. Dergâh Y. c. 8, s. 108.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 198 -
bilmem kaç bin defa söyler, tabii ki bunlar Allah’ın öğrettiği ve
Rasûlü’nün uygulayıp tavsiye ettiği zikir/ibâdet cinsinden değildir,
büyük ve fecî bir bid’attir.
Saf zihinlerin olumsuz etkilenmesi, şeytanın onlara bu sözlerle
vesvese vermesi gibi riskler içermesinden ötürü, Allah’tan af dileyerek,
bunlardan bir kısmını konuya örnek olması için iktibas
etme zarûreti duyuyorum. Zâten araştıran insan, bunları bu tasavvufçu
şâirlerin eserlerinde ve onlardan alıntı yapan birçok tasavvuf
kitabında kolaylıkla bulabilir.
“Var kardaşın öldür, dahî avradın boşa, / Anana kâbin kıydır,
Hakk’ı ıyân göresin.” Sadeleştirip bugünkü dille söylersek: “Git,
kardeşini öldür ve karını boşa, annenle nikâh kıydır, (Böylece)
Allah’ı açıkça görmüş olursun.” (Yunus Emre)
“Sekiz cennet yaptın sen Âdem için / Adın büyük, bağışla onun
suçun / Âdem’i cennetten çıkardın, niçin? / Buğday nene lâzım,
harmancı mısın?
Hafâya çekilip seyrâna durdun / Aklı yetmezlerin aklını urdun /
kıldan ince köprü yaptın da kurdun / Akar suyun mu var, bostancı
mısın?
Yüz bin cehennemin korkmam birinden / Rahmân ismi nâzil
değil mi senden? / Gaffâruzzüznûbum demedin mi sen? / Affet
günahımı, yalancı mısın?
Şânına düşer mi noksan görürsün / Her gönülde oturursun, yürürsün
/ Bunca canı alıp yine verirsin / Götürüp getiren kervancı
mısın?
Bilirsin ben kulum, sen sultânımsın / Kalpde zikrim, dilde
tercümânımsın / Sen benim canımda can mihmânımsın / Gönlümün
yârisin, yabancı mısın?” 532
“Kıldan köprü yaratmışsın / Gelsin kullar geçsin deyû / Hele biz
şöyle duralım / Yiğit isen geç a Tanrı.”533
“Kıl gibi köpri gerersin geç deyû / Gel seni sen tuzağından seç
deyû / Ya düşer ya dayanur yahut uçar / Kıl gibi köpriden âdem mi
geçer? / Kulların köpri yaparlar hay içün / Hayrı budur kim geçerler
seyr içün...” 534
“Hak Teâlâ Âdemoğlu özüdür / Otuz iki Hak kelâmı sözüdür. /
532 Azmi Baba
533 Kaygusuz Abdal
534 Yunus Emre
PUT VE PUTA TAPINMA
- 199 -
Cümle âlem bil ki Allah özüdür / Âdem ol candır ki güneş yüzüdür.”
535
“Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın / Yapıp da neylersin, bundan
sana ne? / Halk ettin insanı saldın cihana / Salıp da neylersin
bundan sana ne? / Bakkal mısın, teraziyi neylersin? / İşin gücün
yoktur gönül eylersin / Kulun günahını tartıp neylersin? / Geçiver
suçundan bundan sana ne? / Katran kazanını döküver gitsin
/ Mü’min olan kullar dîdâra yetsin / Emreyle yılana tamûyu yutsun
/ Söndür şu ateşi bundan sana ne? / Sefil düştüm bu âlemde
nâçarım / Kıldan köprü yaratmışsın geçerim / Şol köprüden geçemezsem
uçarım / Geçir kullarını bundan sana ne? / Behlül Dânâ’m
eder cennet yarattın / Nice kulları cehenneme attın / Nicesin âteş-i
aşk ile yaktın / Yakıp da neylersin bundan sana ne?”
“Aşk katında küfr ile İslâm birdir / Her kanda mesken eylese
âşık emîrdir.” 536
“Benem Hakk’ın kudret eli / Benem belî aşk bülbülü / Söyleyip
her türlü dili / Halka haber veren benem.” 537
Söylediği şathiyeler/küfür lafızları devrinde muvahhid müslümanları
kızdırmış ve ona karşı tavır alınmasına sebep olmuş olacak
ki, Yunus Emre şöyle der: “Yûnus bu cezbe sözlerin / Câhillere
söylemegil / Bilmez misin câhillerin / Nice geçer zamânesi.” Böyle
dediği halde, duramaz, nice şathiyeler döktürür. Bunlardan kimileri,
sadece tasavvuf çevresinde değil; müslüman halk arasında
da şöhret bulmuştur. Şu dörtlük onlardan biridir: “Cennet cennet
dedikleri / Birkaç köşkle birkaç hûri / İsteyene ver anı / Bana seni
gerek seni.”
Şeyh: Çoğulu; Meşâyih, şüyûh, eşyâh. Yaşlı, ihtiyar, pîr, bey,
önder, kabile başkanı. Tasavvufta; a) Nefsinden fâni Hak’ta bâki
velî, Hak dostu. b) Tâliplere rehberlik etmek ve onları irşâd etmek
ehliyetine ve liyâkatine sahip olan insan-ı kâmil, rehber, delil,
mürşid. Şeyh, kâmil ve mükemmildir; başkalarını da kemâle erdirir.
Şeyh-i tarikat: Mürid ve müntesiblerini, bir annenin bebeğini
terbiye etmesi ve yetiştirmesi gibi terbiye edip yetiştiren şeyh.
Tarîkat şeyhleri böyledir. Bunlar mürid ve müntesiblerinin mal, beden
ve ruhları üzerinde mutlak olarak söz sahibidirler. Mürid ne
dil, ne kalb ile şeyhine itiraz edebilir. Şeyhine “hayır!” diyen bir
mürid iflâh bulmaz. Şeyhe karşı işlenen günahın tevbesi olmaz.
535 Seyyid Nesîmî
536 Seyyid Nesîmî
537 Yunus Emre
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 200 -
Şeyhin önündeki mürid, gassâlin önündeki cenâze gibidir, irâdesi
yoktur; şeyh ona hangi şekli verirse onu muhâfaza eder, şeyhte
fâni olmak Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Allah’a giden
yol, şeyhten geçer. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Şeyh keşif ve
kerâmet sahibidir. Allah’ın arz üzerindeki halifesidir. Allah adına
hareket eder. Şeyh, Hz. Peygamber’in nâibidir, Onun temsilcisidir.
Tâğut: Tâğut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan,
taşkınlık gösteren ve her sapıklığın başı gibi anlamlara gelir;
Istılahta ise Allah’a isyan eden anlamında kullanılır. Allah’ın indirdiği
hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere
hükümler koyan her varlık tâğuttur. Bunun insan olması, put,
şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez.
Kur’ân-ı Kerim’de: “Andolsun ki, biz her kavme; ‘Allah’a ibâdet edin,
tâğuta kulluktan kaçının’ diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.”
538 İnsanlar, sadece Allah’a kul olma, yalnız O’na ibâdet
etme hususunda istisnasız uyarılmışlardır. “İman edenler Allah yolunda
cihad ederler; küfredenler ise tâğut yolunda savaşırlar.”539 Yani insanlar
ya Allah’a ibâdet edecekler veya tâğuta kul olacaklardır; bu iki
yolun dışında üçüncü bir hal yoktur.
Kur’ân-ı Kerim’de: “Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen
kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın?
Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun
eğmek) istiyorlar. Hâlbuki tâğutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle)
emrolunmuşlardır.”540 buyrulmaktadır. Kur’an’daki bütün
bu âyetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır:
Tâğutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir.
Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: “Bu âyet-i kerimede
541 Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ve diğer peygamberlere iman
ettiklerini söylemekle beraber, ihtilaf ettikleri hususlarda, Allah’ın
kitabından ve Peygamber’in sünnetinden kaçınıp, insanların kendi
akıllarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin
iman iddiasını Allah reddetmektedir.” 542
Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun
rızâsına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler,
Allah’ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler
icad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler,
bu noktada “tâğutî” özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün ideolojik
sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifade ile İslâm’ın
538 16/Nahl, 36
539 4/Nisâ, 76
540 4/Nisâ, 60
541 4/Nisâ, 60
542 İbn Kesir, 1/519
PUT VE PUTA TAPINMA
- 201 -
dışındaki bütün sistemler tâğutîdir. Tâğutların hükümlerine göre
yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü’minlerin, Allah’ın indirdiği
hükümlerin galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır.
Şurası unutulmamalıdır ki, tâğutun hükümlerine “evet” diyenler,
Allah’ın dinine “hayır” demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu
ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez.
Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; “Allah’a ibâdet edin, tâğuta
kulluktan kaçının” diye tebliğat yaptıkları âyetlerle sabittir. Tâğutun
hükümlerini inkâr etmeyen ve tâğutî güçlerle mücâdele vermeyen
kimse, ne kadar âlim olursa olsun, “müsteşrik” çizgisini asla
geçemez. 543
Tâğut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen
addır. Şeytana da bu yüzden tâğut denmiştir. Tâğut, hakka, hakikate
ve imana karşı gelen, Allah’ın kulları için çizdiği nizamı ve
sınırları aşan her şeyi ifade eder. Tâğut, bir şahıs olabileceği gibi,
Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah’a bağlanmayan
her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim
bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah’a
iman edip bağlanır, sadece Allah’ın kanun ve nizamlarını kabul
eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa
bağlanmış, yani kurtulmuş olur.544 Tâğutu reddetmeden iman eksiktir,
yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen
müşriklerin Allah’a inanması gibidir. Tâğut, Allah’a ibâdetten alıkoyan,
Allah’a giden yolu tıkayan, dini Allah’a has kılmayı, Allah
ve Rasûlü’ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği
gibi, ağaç, beton, tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve
sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu
kavramın içine koyabiliriz.
Mevdudi’ye göre tâğut kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırları
aşan herkes için kullanılır. Kur’an bu kelimeyi Allah’a isyan eden,
Allah’ın kullarının hâkimi olduğunu iddia eden ve onları kendi
kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Eğer bir kimse Allah’a
isyan eder ve O’nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o
zaman tâğuttur. Böyle bir kimse; şeytan, rahip, dinî veya politik
lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tâğutu reddetmedikçe
Allah’a inanmış sayılamaz. Tâğutun, tekil ve çoğul anlamı
birlikte kullanılır. Çünkü Allah’ı inkâr eden kimse, sadece bir
tek değil; binlerce tâğutun kölesi olur.545 Tâğut, İlâhî olmayan hükümlere
göre kararlar veren otorite demektir. Tâğut kelimesiyle,
543 Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, c. 1, s. 202
544 2/Bakara, 256
545 Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, c. 1, s. 202
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 202 -
aynı zamanda, Allah’ı tek hâkim / egemen ve Rasûlü’nü nihâî otorite
olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir. 546
Seyyid Kutub da tâğutu şu şekilde tanımlar: Allah’ın emri dışındaki
her çeşit sistem, Allah’ın şeriatina dayanmayan her türlü
nizam tâğuttur. Tâğut, Allah’ın şeriatindan başka bütün idare şekilleridir.
Zira insan, ulûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mal
edip, adâletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatin hudutlarını aşarak
kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyan etmiş ve kendi haddini
aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyandır ve böyle iddialar ileri
sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir. Bunlara inananlar,
bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler. 547
Yusuf el-Karadavi’ye göre, Allah’ın şeriati ile çatışan bütün
gelenekler, rejimler, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar
tâğuttur. Tâğut, kulun haddi tecavüz ederek, ibâdet ettiği, tâbi
olduğu ve itaat ettiği şeydir. Her kavmin tâğutu, kendisine hüküm
götürdükleri, huzurunda muhakemeleştikleri, ibâdet ettikleri,
tâbi oldukları, yalnız Allah’a itaat edilmesi gerektiği yerde itaat
ettikleri kimse veya varlıklardır. Bunların ve bunlarla ilişkisi olan
insanların durumlarını düşündüğümüz zaman, insanların çoğunu
Allah’a ibâdet ve itaatten yüz çevirmiş, tâğutlara ibâdet ve itaat
eder halde görürüz. 548
Nisa, 76. Âyetine göre tâğut, Allah’a karşı olanların, uğruna
savaştığı şey, nesne, insan, dâvâ, ideoloji olarak anlaşılmaktadır.
Tâğut, itaatte Allah’a ortak koşulan her şeydir. Kendisine kayıtsız
şartsız itaat edilecek tek merci Allah’tır. O’nun dışındakilere
O’ndan dolayı itaat edilir. Bu tür itaatler, meşruiyetini Allah’tan
alırlar. Kur’an, Allah’tan başkasına itaati, tâğuta itaat ve ibâdet
olarak nitelemektedir.549 İtaat edilen şey, Allah’ın hükümlerine aykırı
olursa, itaat tâğuta itaatin ta kendisi olmaktadır. 550
Tâğut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın,
adâletsizliğin, putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza
gelen tüm kötülüklerin sembolü. Bu sembol, bazan kendini
Firavun ilan eden antik ya da çağdaş bir yönetici, bazan cansız
bir eşya, bazan bir ideoloji, bazan da şeytan, uğur, şans, talih gibi
soyut şeylerdir. Tâğut, insanoğlunun ilâhlaştırdığı her şeydir. Daha
doğrusu tâğut, insanla Allah arasına gerilen şeylerin tümüne verilen
ortak isimdir. Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyen insan tuğyan
546 Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, c. 1, s. 375
547 Seyyid Kutub, Fi Zılali'l Kur'an, c.3, s. 269
548 Yusuf el-Karadavî, Tevhidin Hakikatı, s. 57
549 16/Nahl, 36
550 4/Nisâ, 60
PUT VE PUTA TAPINMA
- 203 -
etmiştir. İşte tâğut, o insana bu sınırları çiğneten şeydir. Eğer o şey
insansa ve kâfirse ona itaat eden de kâfir olur; yok eğer insanın
itaat ettiği tâğut münâfıksa ona itaat eden de münâfık olur. Tabii
fâsıksa fâsık; zâlimse zâlim olur. 551
Bütün bu açıklamalar çerçevesinde tâğut, her türlü azgınlık,
sapkınlık, aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder.
Tâğut, tuğyanı yaşayan ve yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür.
Tâğut, her devirde Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları
olan grubun genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok tâğut
bulunur. Tâğutların, kabile çapında, millet çapında olanları yanında
bölgesel ve enternasyonal olanları da bulunacaktır. Bunlar,
birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler.
Hatta, İblisler parlamentosu (hizbu’ş-şeytan, evliyâu’ş-şeytan) gibi
birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. Tâğutlar, aralarında
hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler.
Böyle olunca tâğutî sistemler, parlamentolar, prensipler
geliştirilebilir. Mesala, Muhammed İkbal, emperyalist batılıların
oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri
organizasyonu, İblisler parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun
gibi tâğutlar parlamentosu deyimini de kullanabiliriz. Kur’an, bu
noktada evliyâu’t-tâğut (tâğutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri)
deyimini kullanıyor. 552
Bir kimse, Allah’a, meleklerine... inandığını ikrar etse, buna
mukabil, tâğutî rejimleri (demokratik, laik, hümanist, kapitalist,
sosyalist vs.) çağdaş devlet modelleri adı altında benimsese, doğruluklarına
itikat etse, irtidat etmiş olur, yani dinden çıkar. Kim,
insanların maslahat ve iyiliklerini Allah’tan daha iyi bildiğini iddia
ederek, insanlar üzerinde hükümler koymaya ve bunları tatbik
etmeye gayret ederse “ilâhlık” iddiasına girişmiş olur. Her kim
de bunların bu iddialarını doğrulayarak onlarla işbirliği yaparsa,
tevhid akidesini parçalamış, ilâhlara iman etmiş, kâfirler zümresine
dahil olmuş demektir. Bu açıdan “çağdaş devlet modelleri”
iyi değerlendirilmeli, isimleri milliyetçi-mukaddesatçı dahi olsa,
Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine
geçmek üzere doktrinler imal eden, bu doktrinleri insanların hayatına
tatbik edeceğini ilân eden insanların tâğut olduğu gerçeği
unutulmamalıdır. Bu gün dünyada insanların beşikten mezara hayatlarını
düzenlemek iddiasındaki meclisler, konsüller, krallar, kavimler
arası kuruluşlar, insanları teslim almış görünmektedirler. 553
551 Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, 170
552 2/Bakara, 257 (Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 562)
553 Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, s. 140
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 204 -
Hz. Adem’den günümüze kadar, genel anlamda insanlığın iki
tanrısı var olagelmiştir: Allah ve tâğut... Tarih boyunca insanoğlu
ya tevhid dinine mensup olmuş ve bu dinin tanrısı olan Allah’ı
kendisi için yegâne ilâh edinmiş; ya da şirk dinine mensup olmuş
ve bu dinin çok çeşitli olan tanrı veya tanrılarına ittiba etmiştir.
İşte Kur’an, şirk dininin tanrı veya tanrılarına genel olarak tâğut
demektedir.
Günümüzde müslümanlık iddiasında bulunanların birçoğu bu
bakımdan profan / bölmeli bir kafa yapısına sahip bulunmaktadır.
Bu kimseler, bir yandan Allah’a iman ettikleri iddiasında bulunurken,
diğer yandan İslâm’ın açıkça emrettiği ve yasakladığı şeylere
ters düşebilmekte ve tâğutların yasalarına kabulleri arasında
yer verebilmektedirler. Oysa bir kalpte hem imana, hem de küfre
yer verilmesi İslâm’a göre açık bir paradoks, gerçek bir çelişkidir.
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?
Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktır. Kıyamet
gününde de azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez
değildir.” 554
Bir kalpte hem iman ve hem de aynı zamanda küfür bulunamaz.
Bu iki olgu, ateş ile barut gibi yanyana bulunamazlar. Birisinin
yerleştiği kalpte bir diğerine yer yoktur. Mü’min, kâfir ve
münâfıktan farklıdır; kendisine İslâm ile beraber bir veya birkaç
dünya görüşünden veya ideolojiden sentezler yapan, bukalemun
bir şahsiyete sahip olamaz. Çünkü tevhidi, şirkten farklı kılan; başka
felsefelere, herhangi bir dünya görüşüne veya ideolojiye ihtiyaç
duymaması, mü’minin bütün bir hayatını kuşatan yetkin bir
inanç, bir pratik; kısacası bir sistem, bir yaşam biçimi olmasıdır. Bugün
beşeriyet, Tevhid dininden uzaklaşarak, yeryüzünde egemen
olan tâğutların dinine sapmış bulunuyor. Müslümanlık iddiasında
bulunan yığınların Allah’a değil; tâğutlara ibâdet ettikleri su götürmez
bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle Kur’an’ı öğrenmek,
mânâsının derinliklerine dalmak ve onu pratik hayatlarına indirgemek
isteyen her müslümanın, tâğut kavramının gerçek anlamını
kavraması ve kavradığı tâğutu tüm kuralları ve kurumlarıyla
birlikte reddetmesi, bu reddi davranışlarıyla göstermesi itikadî bir
sorumluluktur.
Tahrif: Tahrif, aslında bir kelimedeki harflerin yerini değiştirerek
manayı bozma demektir. Terim olarak kullanılışı ise, bir metni,
ilâve ve çıkarmalarla farklı manaya gelecek şekle sokma demektir.
Kutsal kitabı olduğu gibi, dini bozmaya ve değiştirmeye de tahrif
denilir.
554 2/Bakara, 85
PUT VE PUTA TAPINMA
- 205 -
Tanrı: Türkçe’de Allah anlamında kullanılan Tanrı kelimesi,
“gökyüzü” ve “şafak” mânâlarına gelen “tan”dan türemiştir. Orta
asya Türk boylarında daha çok “gökyüzü” anlamında kullanılmıştır.
Çağatayca’da Tengri, Yakutça’da Tangora, Tanara, Altaylar’da
Teneri, Sümerce’de Tingir, Dingir Akadca’da İlu, Oğuzca’da Çalap,
Çelep, Kazanlar’da Tengri (Tanrı), Teri vb. şekillerinde yazılmıştır.
Kaşgarlı Mahmud, Tanrı kelimesini şöyle açıklamıştır: “Tengri,
yüce Tanrı mânâsına gelir. Kâfirler göğe Tengri derler. Yine bu
adamlar büyük bir dağ, ulu bir ağaç gibi gözlerine ulu görünen
her şeye Tengri, hakîm kişiye de Tengriken derler.” 555
Maniheizm’de Tengri veya Tengriken terimleri, Tanrı mânâsına
gelmekte, yine bu dinle günahların itirafı için Tengrim sözü kullanılmaktadır.
Bazı araştırmalara göre bu terim, özellikle Turfan
metinlerinde hükümdar kızları ve zevcelerini ifade ederken, aynı
kelimeden türediği kabul edilen Tengriçi terimi de râhip karşılığında
kullanılmıştır. Kumanca Tengrilik “İlâhî”; Uygurca Tengrilik,
“dindar”; Moğolca Tengri ise “Tanrı” anlamının karşılığıdır.
Günümüz Ortaasya’sında yaşayan Türk dillerinde Tengri kelimesi
“Tanrı” ve “gök” mânâlarını ifade etmektedir. Türkiye Türkçesinde
Tanrı kelimesi yalnız Allah karşılığında kullanılmıştır. Orhun
Âbideleri’nde Tengri kelimesi daima ilâhi bir kudreti ifade
eder. O’nun iradesiyle iktidara gelen hükümdar, Tengri gibi, Tengri
doğumlu ve Tengri tarafından yaratılmıştır. Türk halkını koruyan,
düşmana galip gelmesini sağlayan hep Tengri’dir. Bazı kaynaklarda
O’nun Türk Tengrisi olarak zikredildiği görülmektedir. 556
Şamanizm’e göre en kudretli Tanrı, Tengere Kayra Kan’dır.
Göğü, insanı, iyi-kötü ruhları ve yeri o yaratmıştır. Tengere Kayra
Kan’ın tam karşılığı “Gök Tanrı”dır. İslâmiyet’i kabul etmezden
önceki Orta Asya Türk boylarına göre gök 17 kattır. Gök-Tanrı’ların
yardımını dilemek ancak ecdadın ruhlarıyla mümkündür. Tengri
inancı hem gök, hem de gökte hüküm süren ruh mânâlarını içine
almaktadır. Türklerin İslâmiyet’ten önce kabul ettikleri dinlerdeki
Tengri kelimesi, hemen daima bu dinlerin en yüksek varlıklarını
ifade için kullanılmış, “gök” mânâsı ikinci plânda kalmıştır.
Şark Türkçe’sinin hâkim olduğu İslâmî metinlerde, Allah,
Mevlâ, İlâh, Rab, Hüdâ, Yezdan gibi Arapça ve Farsça isimler Türkçe
Tengri (Tanrı) karşılığında kullanılmıştır. Kutadgu Bilig’de Allah
kelimesi geçmekle beraber, bazen Tengri kelimesi “Teâlâ” olarak
555 Divan-ı Lügâti't-Türk, çev. Besim Atalay, Ankara 1941, 111, 376
556 Muharrem Ergin, Orhun Âbideleri, İstanbul 1970
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 206 -
geçer557. Eski Türkçe’de Tengri, kâinatta bulunan her şeyi yarattığına
ve koruduğuna inanılan en yüce varlıktır. Oğuzlar Allah fikri
ve inancına sahip olmuşlar ve bunu Tanrı adıyla ifade etmişlerdir.
Türklerin Tanrı anlayışı İslâm’ın Allah anlayışıyla hemen hemen
aynı olmuştur.
İnsanüstü bir kudret ve kuvvet olan Tanrı mefhumunun umumi
bir tarifini yapmak oldukça zordur. Bundan dolayı insanlar, hatta
hayvan ve bitkiler de tanrı sayılmıştır. Eski Yunan ve Roma’da
ölümlü kadınlarla birleşerek çocuk yapan tanrıların erkek veya
dişi oluşu, o toplumların pederşâhi veya mâderşâhi aile yapılarıyla
ilgilidir.558 Eski dinlerde genellikle, göklerin tanrısı, suların tanrısı
ve karaların tanrısı olmak üzere üç büyük tanrı tasavvuru daima
mevcut olmuştur.
Tanrı kelimesinin etrafında bazı kavramlar oluşmuştur. Tevrat’daki
Evâmir-i Aşere (On Emir), Yahudilik ve Hıristiyanlık
için Tanrı buyrukları olarak kabul edilmiştir. Bilindiği kadarıyla
Tevrat’ın getirdiği Tanrı kavramı, bu mefhumun ilk evrensel nitelikte
olanıdır. Halen elde bulunan Yahudilik mukaddes kitaplarının
Yahvist metinlerinde daha çok millî-İnsanı tarzda Tanrı anlayışı
hâkimdir.
Hz. Mûsâ kanunları, Pagan sanatının tanrıları insan şeklinde
tasvir etmesini yasaklamış, Hıristiyanlığın ilk yıllarında bu yasağa
titizlikle uyulmuştur. Teslis’in birinci unsuru Peder ile üçüncü unsuru
Ruhu’l-Kudüs’ün temsili şekilde tasvirleri, Hz. İsa’nın da insan
şeklinde tasvir edilmesine zemin hazırlamıştır. Zamanla daha da
gelişen bu tasvir sanatı, başka yüce varlıkların da simgelenmesine
yol açmıştır. Nitekim bu simge hadisesi Hz. İsa’nın Vaftizi ile Uruc
(Göğe Yükseltilme)’unda da görülmektedir.
Geçen yüzyılın Batılı sanatçılarından çoğu Tanrıyı yaşlı bir
adam, Haç’ını taşıyan bir papa veya imparator, şimşek çaktıran
jüpiter şeklinde tasvir etmişlerdir.
Tek tanrılı dinlerde bir tek Tanrı (Allah) olmasına rağmen çok
tanrılı dinlerde, hemen her kudret ve kuvvet için bir tanrı (İlâh)
vardır. Müslümanlıktan önce Araplar putlara taparlarken, bunlardan
en yüce saydıklarına Allah adını vermişler, öteki tanrılara da
“ilâh” (Aramca, alaha) demişlerdir.
Tanrı kelimesi, Türk Atasözlerinde aynen Allah karşılığında
kullanılmıştır. “Büyüklük Tanrıya yakışır”, “Tanrı rızkını kuluyla
557 V. F. Büchner, İ.A XI, 707
558 Bertholet, Wörterbuch der Religionen, Stutgart 1963, s. 197
PUT VE PUTA TAPINMA
- 207 -
birlikte yaratır” vb. atasözlerimizden sadece birkaç örnektir. Günümüz
Türkiye’sinde yaşayan Türklerle, bugün hudutlarımız dışında
kalan ülkelerde yaşayan Türkler de Allah ve Tanrı kelimelerini
aynı kavramı ifade etmek için bir arada kullanmaktadırlar.
Hal böyle olmakla beraber Tanrı kelimesinin Allah karşılığında
kullanılamayacağı, Allah mefhumunun tam karşılığının bulunmadığı
vb. öteden beri ileri sürülmektedir. Bu görüşte olanlara
göre, Tanrı Allah demek değildir. Tanrı eski putların adıdır. Allah
kelimesi, İslâm’ın tavsif ettiği özel bir isimdir ve hiç bir put için
kullanılmamıştır. Bundan dolayıdır ki, Tanrı, Allah mânâsını ifade
edemez. Bunun aksini savunanlar da olmuştur. Bu görüşte olanlar,
Müslümanlığı kabulden itibaren Türklerin Tanrı kelimesini Allah
mânâsında kullandıklarını, yüzlerce yıldan beri yazılan tefsir, hadis
ve çeşitli dinî eserlerde hep Tanrı kelimesinin Allah karşılığında
kullanıldığını ileri sürmektedirler. Onlara göre Yunus Emre, Mevlit
yazarı Süleyman Çelebi vb. Türk şairleri eserlerinde hep Allah kelimesi
karşılığında Tanrı kelimesini kullanmışlardır.
Tanrı kelimesine karşı oluş, biraz da zorla Türkçe okutulduğu
dönemde Ezan’daki Allah kelimesinin Tanrı olarak değiştirilmesinden
kaynaklanmaktadır. Türkiyeli Müslümanların hem Allah,
hem de Tanrı kelimelerini aynı mânâda ve bir arada kullandıkları
bilinmektedir. Cumhuriyet dönemi Kur’an mütercimlerinden merhum
H. Basri Çantay, “Lâ ilâhe illallah” cümlesini “Allah’dan başka
Tanrı yoktur” şeklinde tercüme etmiştir. Görüldüğü gibi merhum
mütercim burada Allah karşılığında Tanrı kelimesini kullanmıştır.
Bu tür misalleri çoğaltmak mümkündür. İstiklâl Marşı şairi M. Ãkif
de “Demek almayacak Tanrı selâmını bile” mısraında Allah yerine
Tanrı kelimesini kullanmıştır. Allah karşılığında Tanrı kelimesi kullanılabilir,
fakat her Tanrı, Allah değildir. 559
Allah ismi ile Allah’dan başka hiçbir ma’bûd anılmamıştır ve
O’nun benzeri de yoktur. Tanrı ve Hüdâ isimleri Allah gibi özel
bir isim değil aksine ilâh, rab, ma’bûd gibi umumi bir isimdir.
Arapça’da “ilâh”ın çoğuluna “âlihe”, “rab”ın çoğuluna “erbâb”,
Farsça “Hüda” çoğuluna da “Hüdâyân” denilir. Ancak Allah’ın çoğuluna
“Allahlar” denildiği ne işitilmiş, ne görülmüştür.560 Hiçbir
dil başka dildeki kelime ve terimleri tam olarak karşılayamadığı
gibi, kendine has anlamları olan Allah kavramının da tam karşılığını
bir başka dilde bulmak mümkün değildir. Bu bakımdan
559 Hikmet Tanyu, İslâmlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, İstanbul 1986,
s. 188
560 Elmalılı, Hak Dini, Kuran Dili, 1, 24.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 208 -
zaruret olmadıkça Allah mefhumu karşılığında yine ve yalnız Allah
kelimesini kullanmalıdır. 561
Tasarruf: Faâliyet göstermek, yetki kullanarak iş yapmak. Tasavvufta;
Kerâmet göstermek, olağanüstü yollardan iş yapmak ve
tesir etmek, insanlara ve eşyaya hükmetmek ve onları idare etmek,
Allah’ın eşyayı ve bütün varlıkları velîsine Mûsâhhar kılması.
Hakikatte tasarrufta bulunan (mutasarrıf) Allah’tır. Fakat tasavvufa
göre velîler de himmetleriyle varlıklar üzerinde tasarrufta
bulunurlar. Zira Allah her şeyi onlara Mûsâhhar kılmıştır. Velîler
himmetleri ile tasarrufta bulunurlar. Fakat ism-i a’zamla tasarrufta
bulunduklarına da inanılır. Bazı velîlerin öldükten sonra da tasarrufta
bulunduklarına inanılır.
Taş Yapıştırmak: Gaybdan haber almak ve gelecek konusunda
bilgi sahibi olmak merakının en garip ve akıl almaz
tezâhürlerinden biri de daha çok kadınların ilgi gösterdikleri taşa
taş yaptırma hurâfesidir. Bu da niceleri gibi türbeler çevresinde
uygulanmaktadır. Genellikle türbe içinde veya yakınındaki herhangi
bir taş veya duvar bu iş için kullanılmaktadır.
Taş yapıştırma hurâfesinde dikkat çeken husus; o türbedeki
zat aracılığı ile tutulan niyetin Allah katında kabul görüp görmediğinin
öğrenileceği zannı, hatta dileklerin bizzat türbede bulunandan
dilendiğine inanılmasıdır. Bazen de taş yapıştırılan taşta/
duvarda bir kutsiyet vehmedilmesinin bu eyleme vesile kılındığı
görülür. Tabii bütün bunlar, putperestlik, yani kutsiyet izâfe ederek
putlara tapınma sapıklığının bir uzantısı olmaktadır. İslâm’ın
en ciddi mücâdele hedeflerinden birincisi olan putperestlik kalıntılarının,
çağdaş müslümanın hayatında uygulama imkânı bulması
ne kadar ters bir durumdur. Hz. Peygamber’in vefâtından sonra
İslâm’dan ayrılan mürtedlerele en amansız mücâdeleyi/savaşı Hz.
Ebû Bekir vermiştir. Bu yüzden çağdaş irtidat olaylarına İslâm mütefekkirleri
“Ebû Bekir’i olmayan irtidat” demektedirler. Hz. Ömer
de bid’at, hurâfe ve bâtıl inanışlara karşı pek büyük bir hassâsiyet
içinde olmuştur. Bu yüzden çağdaş hurâfe ve bâtıl inanışlara da
“Ömer’i olmayan hurâfeler” denilebilir.
Taş yapıştırmakla geleceği hakkında bilgi edindiğini, dileğinin
kabul edilip edilmediğini öğrendiğini sanan câhillere Buhârî ve
Müslim gibi sahih hadis kitaplarında, kendisinden nakledilen bir
hadiste gördüğümüz Hz. Ömer’in şu tavrını hatırlatmakta büyük
fayda olabilir: Hz. Ömer, bir haccında Haceru’l-Esved’e yaklaşıp
öpmüş ve sonra kulaklara küpe şu sözleri söylemiştir: “Çok iyi
561 Osman Cilacı, Şamil İslâm Ansiklopedisi: 6/110-111
PUT VE PUTA TAPINMA
- 209 -
biliyorum ki sen zararı ve faydası olmayan sade bir taş parçasısın!
Eğer Rasûlullah’ın seni öptüğünü görmeseydim asla seni öpmezdim!”
Nerede ve ne şekilde olursa olsun herhangi bir taşa şu ya da
bu şekilde taş yapıştırmakla tutulan niyetin gerçekleşeceğine
inanmak gibi bir sapıklıktan vazgeçilmesi ve böyle hurâfelerle sevinen
veya yerinenlerin ikaz edilmesi, akıl ve İslâm çizgisine gelmelerinin
öğütlenmesi Tevhide hizmet noktasından önem arzetmektedir.
“Allah bize kâfidir ve O, ne güzel vekîldir.” 562
Tayy-i mekân: Yerin dürülmesi, mesâfenin kısalması sûretiyle
gerçekleşen kerâmet, uçmak. Bast-ı zaman: Zaman içinde zaman
yaratmak. (Tayy-ı mekân, yerin, evliyâ için katlanarak küçülmesi
demektir. Evliyâ, aynı saatlerde birkaç yerde bulunabilir; yani yerin
katlanmasıyla, velî olan zat, aynı saatlerde dünyanın, birbirinden
son derece uzak birçok yerlerinde bulunabilir.
Tayy-i zaman: Zaman içinde zaman yaratmak. (Tayy-ı zaman,
zamanın durdurulması anlamına gelir. Velî, bu sûretle, bir yandan
bulunduğu yerde zamanı durdurarak, ya da zamanın akışını, bir
diğer yerdeki zamanın akışına göre yavaşlatarak yaşar. Zamanın
katlanmasıyla, -ya da durdurulmasıyla- evliyâ, örneğin birkaç saniye
içinde başka bir ülkeye intikal ederek orada yıllarca kaldıktan,
hatta ev, bark, çoluk çocuk sahibi olduktan sonra tekrar eski yerine
döner ve hayatına, kaldığı noktadan devam eder. Öyle ki döndüğü
zaman, meselâ, gitmeden önce önüne konmuş olan yemek
hâlâ sıcacık durmaktadır. Onu sofrada bekleyenler sadece birkaç
saniye içinde ortadan kaybolmuş olmasına hayret ederler.)
Teberrük: Bir şeyi kudsî (kutsal) sayıp ondan bir hayır, bir fayda,
bir uğur, bir bereket ummak.
Tecellî: Âşikâr olmak, açığa çıkmak, görünmek, zuhûr etmek.
Tasavvufta; gaybden gelen ve kalbe zâhir olan nurlar. Görünmeyenin
kalpte görünür hale gelmesi.
Tecessüd: Arapça bir kelimedir. Vücutlanma, bedene girme,
insan vücuduna dönüşme demektir. Hıristiyanlığa göre Tanrı, insanın
aslî günahını bağışlamak için İsa’da tecessüd ederek insan şeklinde
dünyaya gelmiştir. Tasavvufta; Rûhun ceset ve madde haline
gelmesi, bedenleşmesi. a) Bir velînin rûhu başka bir yerde, ayrı bir
beden ve madde kalıbı ile zâhir olabilir. b) Ölen bir velînin rûhu
eskisinin tıpkısı olan bir beden kalıbı ile zâhir olabilir. Tecessüd,
reenkarnasyon ve tenâsühten ayrı bir olaydır.
562 3/Âl-i İmrân, 173
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 210 -
Teferrüc: Seyretme, temâşâ etme. Tasavvufta; mânen yükselen
sâlikin rûhî bir mi’râc yapması, ulvî-süflî, maddî-mânevî bütün
âlemlerde seyahat etmesi, her şeye yukarıdan bakması.
Teslis: Arapça üç demek olan selâse kelimesinden türetilmiştir.
Üçleme, üçe çıkarma demektir. Hıristiyanlıkta Tanrı’nın üç unsurun
birleşimi olduğuna inanma haline denir. Üç tanrılık gücün
tek tanrıda birleşmesi demek olan teslis, baba (tanrı) – oğlu (İsa) –
rûhu’l kudüs’ü hıristiyanlar, tanrının üç ayrı görünümü sayarlar ve
üçlükte tekliğe inanırlar; yani Tanrı hem tektir, hem de üç. Bu yüzden
hıristiyanlara ehl-i teslis de denir. Kur’ân-ı Kerim, teslisin açık
bir küfür olduğunu ve teslisi kabul edenlerin kâfir olduğunu563
vurgulayarak, bundan vazgeçilip Allah’a yalan uydurulmamasını
ve Hz. İsa’ya iftira atılmamasını564 emreder.
Teveccüh: Yönelme, öz alâka. Tasavvufta; a) Şeyhin Hakk’a,
müridin mürşide yönelmesi, gönlünü ona bağlaması. b) Nakşîlikte
muhabbet râbıtasının bir şekli. Mürid, şeyhin rûhâniyetine muhabbet
yoluyla teveccüh eder, teveccüh esnâsında öyle bir istiğrak
(trans) haline geçer ki, beşerî ve bedenî varlığından haberdar olmaz.
Bu durumda şeyhin rûhâniyeti müridin bâtınında faâliyete
geçip onun beşerî vasıflarını ortadan kaldırır, tedrîcen mürid,
mürşidinin rûhânî vasıflarıyla sıfatlanır. Şeyhin müridine teveccühü,
bütün mânevî gücünü ve rûhânî tesirini müridin kalbi üzerine
yoğunlaştırarak ona feyz akıtması, onu büyük bir mânevî değişime
uğratmasıdır.
Tılsım: Üzerine şekil veya harfler yazılmış, gizli ve sihirli kuvveti
olduğu kabul edilen şey, sihir gücü olduğu kabul edilen şey,
doğaüstü güç ve böyle bir güç taşıdığı sanılan muska, nazarlık vb.
nesne.
Titan: Eski Yunan mitolojisinde varlığı kabul edilen bir dev ırkı;
Uranüs ve Gaca’nın çocukları. Bu mitolojiye göre insanların atası
olan tanrılar.
Trakya (Thrakia): Yunancadır. Birçok mitolojik tanrıların ve
kahramanların yurdu Doğu Avrupa bölgesi. Dilimizde Trakya
denir. Örneğin, savaş-tanrı Ares Trakya asıllıdır, rüzgâr-tanrılar
Trakya’da otururlar (çünkü onlar için bu bölgenin sert havası gereklidir),
Lykurgos Trakya kralıdır, Tereus Trakya kralıdır, Argo yolcularının
ünlü uğrağı Salmydessos Trakya’dadır, Kikon’ların yurdu
Trakya’dır. Odysseus’un gemisi ilkin onu Trakya kıyılarına atmıştır.
563 5/Mâide, 73
564 4/Nisâ, 171-172
PUT VE PUTA TAPINMA
- 211 -
Bunlardan daha önemlisi de, Yunan dininin kurucusu olan Orpheus
Trakyalı’dır ve ünlü gizemciliğini Trakya’dan getirmiştir.
Türbe: Toprak, hâk. Tasavvufta; Bir ermişin ve yatırın kabrinin
bulunduğu üstü kapalı mekân, ziyâret yeri. Buralara adaklar adanır,
mumlar yakılır, dilekler dilenir, serili postlarda namaz kılınır,
duâ edilir, paralar verilir, çapıtlar bağlanır. Ermişin ve yatırın sağ
insanlara mânen, ama gerçekten yardımcı olacağına inanılır. 565
Türbelere adak: Adak ya da dinî ifadeyle nezir; Allah rızâsı için,
insanın kendi kendini herhangi bir şarta bağlı olarak veya mutlak
şekilde mubah olan bir konuda borçlandırmasıdır. Adak yerine
getirilmediği müddetçe, adayan borçlu kalır. Adak, Allah’tan
başkası adına adanamaz. Adanırsa adak olmaz. Adayan da şirk
koşmuş olur. Ayrıca, iyice bilinmesi gerekli bir husus da adağın
hiçbir şeyi değiştiremeyeceği, kaderi zorlayamaycağıdır. Kimse
yapacağı vaatlerle -hâşâ- Allah Teâlâ’nın ezelî takdirini değiştirebileceğini
sanmamalıdır. Peygamber Efendimiz konuyu şöyle dile
getirmiştir: “Nezir (adak) hiçbir şeyi (şerri ve zararı) def etmez. Ancak
nezir sebebiyle cimriden mal çıkarılmış olur.”566 Başka bir hadis-i şerif
de şöyledir: “Kim, Allah’a itaati gerektiren bir hayır ve ibâdet adarsa,
adağını yerine getirsin. Kim de Allah’a karşı günah işlemeyi gerektiren
şer bir iş nezrederse, Allah’a âsi olmasın, adağını yerine getirmesin.” 567
Allah’a karşı isyan olan bir adağın yerine getirilmesi, adanmasından
daha büyük bir vebaldir. Allah’tan başkaları için adanan
adaklar da yerine getirilmemesi gerekli nezirler cümlesindendir.
O halde “falan türbeye bir koç adadım” diye söylenip gezenler ne
yapmak istediklerini anlamalıdırlar. Bu sözden maksatları “adadığımı
falan türbe civarında Allah için keseceğim” demek midir?
Yoksa “o türbede yatana adadım” mı demek istemektedirler?
İkincisi ise, bu bir şirk koşmadır, terkedilmesi kesinlikle lâzımdır.
Bir ölü için, yatır için kurban kesilmesi, ona adak adanması şirktir/
küfürdür. Oralarda kurban adıyla hayvan kesenlerin hemen hepsi
böyle bir şirk içine düşmektedir. Bunlar, besmeleyle de kesseler,
kestikleri murdardır, yenilmez. Birincisi ise; câhilleri yanıltmamak
ve hurâfeci duruma düşmemek için ve yer kaydı da adakta önemli
olmadığından dolayı, türbe çevresinde değil de istediği başka bir
yerde Allah için adağını yerine getirmeli, hayvanını hurâfelere karıştırmadan
kesmelidir.
565 Bak. Anıtkabir
566 Buhârî, Kader 6
567 Buhârî, Eymân 28
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 212 -
Uğursuzluk: Hurâfe ve bâtıl inanışların, yanlış kabullerin, doğrudan
kaçışların cirit attığı tevhid bilincinden mahrum bir toplumda
bazı şeylerin uğuruna, birçok şeyin de uğursuzluğuna hükmedileceği
ve değer kargaşasına düşüleceği gâyet doğaldır. İçinde
yaşadığımız toplumda ne uğursuzluk vehimleri yok ki?! Evden çıkınca
kedi ya da köpek görmek, köpek uluması, baykuş ötmesi, 13
rakamı, elden sabun ve makas almanın ayrılık getireceği gibi nice
anlayışlar, uğursuz yerler, zamanlar, kişiler ve eşyalar... Kuş uçurup
veya ürkütüp gittikleri yöne göre hüküm çıkarmak, bacanın veya
sigaranın dumanının çıkışına ve gidiş yerine göre yorumlara girmek
ve daha neler neler...
Hatırladıkça, saydıkça insana bunaltı veren bu tevhide ters
yanlış ve uydurmaların günümüzde de hatta tesirini artırarak yaşaması,
toplumun çoğu kesimini etkisine alması karşısında, sığınılacak
yer Kur’an ve Sünnet olacaktır. Peygamberimiz bu konuda
şöyle buyurmaktadır: “Uğursuzluk diye bir şey yoktur!”568 Kadın, ev
ve binekte uğursuzluk bulunabileceğine dair bir rivâyeti Hz. Âişe
vâlidemiz; “Câhiliyye Arapları bu üç şeyde uğursuzluk olduğuna
inanırlardı” demektir, diye katılmadığını kesin bir şekilde ortaya
koymuştur. “Uğursuzluk vehmiyle hiçbir niyet edilen işten geri dönülmemesi
gerektiği” Taberânî’nin rivâyet ettiği bir hadiste yer almaktadır.
Halk arasında günlük konuşmalarda duyduğumuz “uğurlu
geldi”, “uğursuz geldi”, “aramızda uğursuz biri var” gibi sözler
ve hükümler birer zan ve vehimdir. O şeyin veya olayın aslında
uğurlu veya uğursuz olduğunu göstermez. Hiçbir şey doğuştan
uğursuz değildir. Uğursuzluk varsa, bu, kişilerin yorumunda ve anlayışında
aranmalıdır.
Uğursuzluk anlayışı, birçokları gibi İslâm’a başka inanç sistemlerinden
girmiştir. Dolayısıyla müslümanların İslâmî hiçbir esasa
dayanmayan ve Peygamberimiz tarafından “yoktur!” diye beyan
buyrulan uğursuzluk hurâfesine iltifat etmemeleri, aydınlık ufuklarını
karartmamaları, hüsn-i zan ve iyimser özelliklerini yitirmemeleri,
zihnî ve imanî sâfiyetlerini bozmamaları gerekir. Hurâfeler
ve bâtıl inanışlarla sıkıntı ve evhamdan başka bir yere varılamaz.
Uknum-akanim: Uknum, Arapça unsur, esas, temel demektir.
Akanim de onun çoğuludur. Akanim-i selâse: üç uknum, yani teslisin
üç temel unsuru demektir ki, bunlar baba-oğul-ruhu’l kudüstür.
Umay: Eski Türklerde çocukları koruyan tanrıça. Göktürkler ve
Kırgız Türklerince inanılmıştır.
568 Buhârî, Tıb 19, 25, 43-45; Müslim, Selâm 102
PUT VE PUTA TAPINMA
- 213 -
Uranüs: Eski Yunan’da gökyüzü tanrısı; yeryüzü tanrıçası
Gaia’nın oğlu ve kocası; titanların, sayklopların ve devlerin babası.
O, Romalılarca Coelus adıyla bilinirdi. Mitolojiye göre Uranüs,
tüm çocuklarını hapseder, ancak Cronus, Gaea’nın kışkırtmasıyla
onu hadım eder ve onun tenasül uzvunun denize düştüğü yerden
Afrodit oluşur. Ayrıca onun spermaları ve kanı Erinnyleri, devleri
ve diğer bazı varlıkları oluşturur.
Üçler: Üç büyük velî. Gayb erenlerden üç ulu ermiş. Üçler,
Hak’tan istimdad eder, halka imdad eder, insanlara şiddet ve kahr
ile değil; mülâyemet ve merhametle muâmele ederler. Üçler, erkeklerden
de kadınlardan da olabilir. Üçlerden biri aralıksız ve kesintisiz
Hak’tan aldığı feyzi halka akıtır. Üçler bir kutub, iki imamdan
oluşur. Kutb veya gavs-ı a’zam, Alah adına mülk ve melekût
âlemini idâre eder. Kutbun iki vezîri (yardımcısı) vardır. Bunlara
imâmân denir. Pekçok yöre, türbe, mahalle, semt ve kasaba; ismini
üçlerden alır.
Ülgen (Ülken): Eski Türklerde Gök-tanrı. Şamanlığın büyük
tanrısıdır. Bu ad, Şamanlığın gök-tanrısına Şamancı Türklerce
verilmiştir. Altay Türkleri ona Ülgen Bay diyorlar. Telöt’lerin bir
duâlarında: “Sen, yukarıdaki Ülgen Bay, sürüler ver bize, ekmek
ver” diye yakarılmaktadır.
Vaftiz: Yunancadan geçmiştir. Hıristiyanların küçük çocuklara
ve dinlerine girenlere uyguladıkları suya sokma veya su serpme
töreni demektir. Hıristiyanlara göre, doğuştan, babası Âdem’in
suçuna ortak olarak dünyaya gelen insan, ancak kutsal kabul
edilen kilisedeki su ile yıkanarak günahlarından arınabilir. Yoksa
hıristiyan kabul edilemeyeceği gibi, günahlarından da arınmamış
olur ve cehennemi hak eder.
Vahdet-i şühûd: Vahdet; Birlik demektir. Vahdet-i şühûd: Tasavvufta;
sâlikin her şeyi Allah olarak, Allah’ın tecellîleri olarak
görmesi, O’ndan başkasını görmemesi hali. Bu hal, sekr, galebe ve
gaybet gibi isimler verilen vecd ve istiğrak halinde kendini gösterir.
Bu halde iken sâlik, nefsinden fâni olması sebebiyle kendini de
görmediğinden Hallâc gibi: “Ene’l-Hak” der. Bayezid Bestâmî gibi,
“Sübhânî mâ a’zame şânî (Bana tesbih olsun, benim şânım ne yücedir!)”
der. “Cübbemin altındaki, Allah’tan başka bir şey değil”
der. Yûnus gibi “Ete kemiğe büründü, Yûnus diye göründü” der.
Fakat bu hal geçtikten sonra Hak ile halkı ayrı ayrı görür, yaratanı
yaratılandan ayırır.
Vahdet-i vücud: Bir bilme, Allah’tan başka varlık olmadığının
idrâk ve şuûruna sahip olmak. Şuhûdî tevhidde, yani vahdet-i
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 214 -
şuhûdda sâlikin her şeyi bir görmesi geçicidir; birlik, bilgide değil;
görmededir. Vahdet-i vücudda ise, birlik bilgidedir. Yani sâlik
gerçek varlığın bir tane olduğunu, bunun da Hakk’ın varlığından
ibâret bulunduğunu, Hak ve O’nun tecellîlerinden başka hiçbir
şeyin hakiki bir varlığı olmadığını bilir. Ancak, vahdet-i vücud
ehli, bu bilgiye nazarî olarak değil; yaşayarak ve mânevî tecrübe
ile ulaşır. Bunun böyle olduğunu başka bir yoldan bilmenin bir
değeri yoktur. Vahdette kesret – kesrette vahdet: Birlikte çokluk
– çoklukta birlik. Vahdet ehline göre vahdet gerçek, kesret hayaldir.
Bir olan varlığın çok görünmesi sadece bir görünüş meselesidir.
Gerçek sûfî, çoklukta birliği görür. “Lâ maksûde (lâ matlûbe,
lâ murâde) illâllah” kusûdî, “lâ meşhûde illâllah” şuhûdî, “lâ
mevcûde illâlllah” vücûdî tevhiddir.
Vahiy: Hakk’ın hitâbı. Sûfîlere gelen ilhâm. İbn Arabî; “Sözlerimiz
vahy-i kelâm değildir ama vahy-i ilhamdır” der.
Vefk: Duâ yazılı muska, denklem, sihirli kareler; sıralarının,
sütunlarının ve köşegenlerinin toplamı aynı olan kareler. Matematiksel
bir eğlence olmaktan öte hiçbir gizemi olmayan bu karelerdeki
matematiksel simetri, matematikten anlamayan câhil
insanları cezbetmiş ve onları bu denklemleri kutsallaştırmaya
sevketmiştir. Büyük bir ihtimalle, halkın cehâletinden yararlanan
kurnazlar tarafından amacından saptırılan “ebced” sayı sistemi,
zamanla cincilerin, büyücülerin ve sahte doktorların menfaat tuzağı
haline dönüşmüştür. Hatta Kur’an’ın yüce kelime ve âyetleri
bile vefk (denklem) diye adlandırılan bu karelere şeytânî amaçlarla
yerleştirilmiş ve ne acıdır ki âlim diye tanınan nice kişi tarafından
da onaylanmıştır.
Velâdet: Doğum. Tasavvufta; Tâlibin mürşide intisab etmesi
ve tarîkate girmesi. Buna velâdet-i sâniye (ikinci doğum, mânevî
doğum) denir. Şeyh ile mürîdi arasında öyle bir kaynaşma (teellüf)
hâsıl olur ki neticede mürîd şeyhin parçası olur, tıpkı tabiî
velâdette oğul babanın parçası olduğu gibi. “İnsan iki kere doğmadan
melekût âlemine yükselemez.” İlk doğumla madde âlemi
ile irtibat kuran insan, ikinci doğum ile melekût âlemi ile irtibat
kurar. Mürîdin babası, onun bedeninin, şeyhi ise rûhunun var
oluş sebebi olduğundan, şeyh baba, mürîd onun oğludur. Mürid,
babasının bel, şeyhinin yol evlâdıdır. Şeyh, bir anne bebeğini
nasıl sütü ile beslerse, öylece onu irfânı ve feyzi ile besler. Buna
redâ (süt emme süresi) denir. Seyr ve sülûkünü tamamlayan ve
rûhen olgunlaşarak bâliğ ve reşîd olan mürîde şeyh icâzetnâme
(hilâfetnâme) verir. Buna fitâm (sütten kesme) denir. Bu yüzden
müridler, şeyhlerine baba (eb, vâlid, peder); şeyhler ise müridlerine
evlâdları nazarıyla bakarlar.
PUT VE PUTA TAPINMA
- 215 -
Venüs: Eski Roma’da su kaynakları, bahar ve verimlilik tanrıçası,
bahçeler ve çiçeklerin koruyucusu kabul edilen ilâhe. Sonraları
Afrodit’le özdeşleştirilen Venüs, genellikle aşk ve sevgiyle ilişkili
görüldü. 1 Nisan ve 19 Ağustos onun festival tarihleriydi.
Vesen: Câhiliyye dönemi Araplarınca tapınılmak amacıyla taştan
belirli bir şekil verilerek yontulmuş olan sûret; put.
Vesîle: Vâsıta, aracı, sebep, bahâne. Tasavvufta; a) Allah’a yaklaşmak
veya bir dileğin kabul edilmesini veya bir musîbetin defedilmesini
sağlamak için ermişlerin türbelerine gidip onların ruhlarında
ve yatırlardan meded ummak. Tasavvufî anlamda vesîle ve
tevessül budur.
Vesvese: Şeytanın meydana getirdiği iç karışıklığı, iç üzüntüsü,
vehim, kuruntu, şüphe, tereddüt.
Volkan (Volcanus): Eski Roma’da ateş-tanrı. Eski bir Etrüsk
tanrısıdır. Bu tanrı adına Volcanalia adı verilen bayram yapılır. Bu
bayramda insanları korusunlar diye ateşe hayvanlar atılırmış.
Yahova: Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü olan Ahd-i Atik’de
Tanrı için kullanılan bir lafızdır. Yahudilerin kendi Tanrılarına verdikleri
addır. Yehova veya Yahve biçiminde de yazılıp söylenir.
Elohim lafzı da yine benzer şekilde kullanılır. Yalnız Yahova, yahudi
ırkının özel tanrısı olup, başkalarının tanrısı değildir.
Yahova şâhitleri: Yahova/Yahve (Tanrı)’nın şâhitleri anlamında
olan bu tâbir, hıristiyanlığı kendilerine göre yorumlayan, merkezî,
otoriter bir teşkilâta bağlı misyoner grubunun kendilerine verdikleri
addır. Yahova şâhitleri, yılbaşında Noel Baba adına yapılan
âdetleri kabul etmezler. Yeryüzünü ebedî kabul ederler ve bu
anlamda bir kıyamete de inanmazlar. Gayelerini dünya üzerinde
gerçekleştirmek dâvâsıyla çok çeşitli dernekler, örgütler kurmuşlar,
bu maksatla dergiler, kitaplar, broşürler yayımlamışlar, her çeşit
araç ve propaganda yoluyla evden eve dolaşarak faâliyetlerini
sürdürmüşlerdir ve hâlâ da bu çalışmalarına devam etmektedirler.
Her ülkede, askerliğe karşı çıkarlar. Savaşlara, kan vermeye ve kan
nakline karşıdırlar, barışçı ve iyiliksever portre çizmeye çalışırlar.
Yatır: Ermişlerin gömülü olduğuna ve ziyâretçilerine fayda ya
da (çarparak) zarar verdiğine itikad edilen mezarlar.
Yediler: Yedi büyük velî, gayb erenlerden yedi ulu ermiş.
Bunlara ricâl-i ûlâ da derler. Her nefeste mi’râc yapıp Allah’ın
huzûrundan marifet-ilim tahsil ederler. Yediler, yedi abdal denilen
Ricâlu’l-gaybden ayrıdır. Pek çok semt, türbe ve mahalle;
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 216 -
ismini yedilerden alır.
Yemin: Yemin, kutsal sayılan bir varlığı tanık göstererek verilen
sözdür. Her toplum, kendi kutsal saydığı tanrısı, putu veya
totemi adına yemin eder(di). Sümerliler suya dokunarak yemin
ederlerdi. Yunanlılar da Zeus adına. Özellikle çeşitli silâhlar, demir
ve demirci körüğü üzerine and Ortaasya Türkleri arasında yaygınlığını
sürdürmüştür. Anadolu Türkleri arasında bıçak, kılıç atlamak
en kuvvetli andlar arasında sayılagelmiştir. Çeşitli silâhlar, çoban
sopası ve bıçak gibi âletlerin birincide derecede and içmede rol
almaları, ilkel toplumlarda bu âletlerin üretim aracı olarak büyük
fonksiyon ifa etmeleriyle açıklanır. Bu âletler aynı zamanda koruyucu
ve besleyici ruhu temsil eden fetişlerdir. Anda uyulmaması
halinde bu fetişler darılır ve bozana zarar verir inancı vardır.
İslâmiyet’ten sonra Türkler, yer yer bu geleneklerini sürdürürken,
Mushaf/Kur’an üzerine and içildiği veya Kitab’a el basıldığı da görülmeye
başlanmıştır. Sonra, ekmek üzerine de and içmek önem
kazandı. Sevilen, değer verilen kişiler üzerine and içme, eski Türklerden
bu güne kadar yaygın bir uygulamadır. Fetişizmden dolayı,
kendisi üzerine and içilen/yemin edilen tabu veya putun, eğer yemine
sâdık kalınmazsa çarpacağı, zarar vereceği anlayışının hâlâ
sürdüğü görülmektedir. Halkın, “Kur’an çarpsın!”, “ekmek çarpsın!”,
“iki gözüm önüme aksın!”, veya “çocuğumun başı üzerine”,
“anamın ölüsünü öpeyim” gibi bedduâ/ilenç karışımı and içmeleri,
bu anlayışın uzantısıdır. “Yemin etsem başım ağrımaz” deyimi de,
yine, yalan yeminin musîbete sebep olacağı anlayışı ile ilgilidir. 569
Yer altı Dünyası: Birçok câhilî dinsel gelenekte yer altı dünyası
bir çeşit cehennem olarak görülür. Eski Yunan mitolojisine göre
buraya Hades ve Persephone hükmederdi ve orada beş yeraltı
nehri bulunurdu. Kişiler öldükten sonra bu dünyada ruhlara Hermes
kılavuzluk ederdi. Burada ruhlar yargılanır ve suçlular ceza
çekerdi. Bu âlemin en alt tabakası Tartarus’du.
Yer-Su: Eski Türklerde, doğa kültü çerçevesinde dağ, nehir,
orman ve benzeri tabiat varlıkların kutsal görülmesi. Şamanlık
inancında Yer-Su, Yeryüzünde insanlarla birlikte yaşayan iyilikçi
ruhlara denirdi.
Yıldıznâme: Yıldızların hareketleri ile insanların kaderi arasında
olduğu varsayılan ilişkileri konu edinen ve bunlardan ahkâm
çıkaran kitap, astroloji.
Zıllullah: Tanrı’nın gölgesi. Tasavvufta; vâhidiyet mertebesini
569 Bak. And ve Andiçme
PUT VE PUTA TAPINMA
- 217 -
kendi gerçeği haline getiren insan-ı kâmil. Bu kültürün etkisiyle
olacak, eskiden sultanlara/padişahlara “zıllullahi fi’l-arz (Allah’ın
yeryüzündeki gölgesi)” denilirdi.
Ziyâret: Mübârek ve kutsal olduğuna inanılan ermişlere ait kabir
ve türbelerin ziyâret edilmesi; Buralarda duâ ve ibâdet edilmesi,
kurban kesilmesi. Ziyâret edilen yere ziyâretgâh (mezar) denir.
“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!”
Ne mutlu, Allah’tan başkasının önünde eğilmeyip sadece O’na
secde ederek ibâdet edenlere ve her yaptıkları eylemi Allah’a
ibâdet ölçüsünde yapanlara! Yazıklar olsun, kula kulluk yapan
kullara ve tâğutlara, putlara, ya da hevâ ve heveslerine tapanlara!
Mahmut Kaçar’a ve İbrâhim’in (a.s.) izinden giden tüm put
düşmanlarına selâm olsun!
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 218 -
Put ve Heykel Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A PUT ANLAMINDAKİ SANEM KELİMESİNİN ÇOĞULU ESNÂM KELİMESİNİN
GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 5 Yerde): 6/En’âm, 74; 7/A’râf, 138;
14/İbrâhim, 35; 21/Enbiyâ, 57; 26/Şuarâ, 71.
B PUT ANLAMINDAKİ VESEN KELİMESİNİN ÇOĞULU EVSÂN KELİMESİNİN
GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 3 Yerde): 22/Hacc, 30; 29/Ankebût,
17, 25.
C EŞ, BENZER, DENK ANLAMINDAKİ NİDD KELİMESİNİN ÇOĞULU ENDÂD
KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 6 Yerde): 2/Bakara, 22,
165; 14/İbrâhim, 30; 34/Sebe’, 33; 39/Zümer, 8; 41/Fussılet, 9.
D SAHTE İLÂHLAR, RABLER ANLAMINDA ERBÂB KELİMESİNİN GEÇTİĞİ
ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 4 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 64, 80; 9/Tevbe, 31; 12/
Yûsuf, 39.
E PUTLAR, ALLAH’TAN BAŞKA BÜTÜN MÂBUDLAR, ŞEYTANLAR, AZGIN YÖ-
NETİCİLER VE ZÂLİM YÖNETİMLER ANLAMINDAKİ TÂĞUT KELİMESİNİN
GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 8 Yerde): 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ,
51, 60, 76; 5/Mâide, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17.
F HEYKEL ANLAMINDAKİ TİMSÂL KELİMESİNİN ÇOĞULU TEMÂSÎL KELİ-
MESİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 2 Yerde): 21/Enbiyâ, 52; 34/
Sebe’, 13.
G RESİM, ŞEKİL VE GÖRÜNTÜ ANLAMINDAKİ SÛRET KELİMESİ VE ÇOĞULUNUN
GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 3 Yerde): 40/Mü’min, 64; 64/
Teğâbün, 3; 82/İnfitâr, 8.
H TASVİR ETMEK, SÛRET VERMEK, ŞEKİLLENDİRMEK ANLAMINDAKİ TASVÎR
KELİMESİNİN FİİL KALIPLARININ GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 4
Yerde): 3/Âl-i İmrân, 6; 7/A’râf, 11; 40/Mü’min, 64; 64/Teğâbün, 3.
I ESMÂÜ’L-HÜSNÂ’DAN EL-MÛSÂVVİR KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİ-
ME: 59/Haşr, 24.
İ PUT KONUSUYLA İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER
a Putlar, Kıyâmet Günü Kendilerine Uyanlardan Uzaklaşacaklardır: 2/Bakara,
166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd,
21; 18/Kehf, 52; 19/Meryem, 81-82; 28/Kasas, 64, 75; 35/Fâtır, 14; 38/Sâd,
59-61; 41/Fussılet, 48; 46/Ahkaf, 6.
b Putlar, Hiç Kimseye Zarar ve Fayda Veremezler: 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 40,
41, 46, 71; 7/A’râf, 192-198; 10/Yûnus, 18, 106; 13/Ra’d, 14, 16; 17/İsrâ,
56-57; 20/Tâhâ, 88-89; 22/Hacc, 11-13; 25/Furkan, 55; 34/Sebe’, 22; 36/
Yâsin, 74-75; 39/Zümer, 38.
c Putlar, Hiçbir Şey Yaratamazlar: 7/A’râf, 191-192; 10/Yûnus, 34; 13/Ra’d,
33; 16/Nahl, 20; 21/Enbiyâ, 21; 25/Furkan, 3; 27/Neml, 60-64; 30/Rûm, 40;
31/Lokman, 11; 35/Fâtır, 40; 46/Ahkaf, 4.
d Putlar Şefaat Edemezler: 10/Yûnus, 3, 18; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 23; 39/
Zümer, 43-44; 43/Zuhruf, 86; 53/Necm, 24.
e Putlar Cehennem Odunudurlar: 21/Enbiyâ, 98-100.
f Putlar Bâtıldır: 22/Hacc, 62; 28/Kasas, 74; 53/Necm, 23.
g Putların Misali: 22/Hacc, 73.
h Putlar Rızık Veremezler: 29/Ankebût, 17.
i Putlar Kendilerine Tapanlardan Habersizdirler: 46/Ahkaf, 5.
j Lât, Uzza, Menât Putları: 53/Necm, 19-20.
k Kendisine Tapılan Putların Rabbi de Allah’tır: 53/Necm, 49.
l Putların Kendilerine Bile Faydaları Dokunmaz: 7/A’râf, 197-198; 10/Yûnus,
PUT VE PUTA TAPINMA
- 219 -
35; 21/Enbiyâ, 43; 25/Furkan, 3.
m Putlar, Yapılan Duâlara Cevap Veremezler: 13/Ra’d, 14; 27/Neml, 62; 34/
Sebe’, 22; 35/Fâtır, 14.
n Put İle Allah’ın Misali: 13/Ra’d, 16, 33; 16/Nahl, 17, 75-76; 22/Hacc, 62; 27/
Neml, 59-64; 40/Mü’min, 20.
n Putlar, Diri Değil Ölüdürler: 16/Nahl, 21.
o Putlar, Hiçbir Şeye Sahip Değildirler: 16/Nahl, 73; 35/Fâtır, 13; 53/Necm, 19-
20.
J PUTLARA TAPMAK
a Putlara Tapmak Haramdır: 5/Mâide, 90; 17/İsrâ, 29, 39.
b Putlara Sövmekten Sakınmak: 6/En’âm, 108.
c Putlara Tapanlar Gerçekte Ona Tâbi Olmuyorlar: 10/Yûnus, 66; 28/Kasas,
62-63; 39/Zümer, 3.
d Putlara Tapmaktan Sakınmak: 17/İsrâ, 22; 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 68; 42/
Şûrâ, 9.
K PUTLARIN VE KÜFÜR ÖNCÜLERİNİN CEZALARI
a Kıyâmet Günü Putların Durumu: 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/
Saffât, 22-34.
b Putlar, Müşrikler Tarafından İnkâr Edilecektir: 30/Rûm, 13.
L PUTLARIN VE KÜFÜR ÖNCÜLERİNİN CEZALARI
a Kıyâmet Günü Putların Durumu: 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/
Saffât, 22-34.
b Putlar, Müşrikler Tarafından İnkâr Edilecektir: 30/Rûm, 13.
M ENDÂD EDİNMEK
a Başkasını Allah’a Endâd/Denk Tutmak: 2/Bakara, 22, 165; İbrâhim, 30;
Sebe’, 33; Zümer, 8; Fussılet9.
N İLÂH KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYETLER (TOPLAM 147 YERDE): 2/Bakara,
133, 133, 133, 163, 163, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87,
171; 5/Mâide, 73, 73, 116; 6/En’âm, 19, 19, 46, 74, 102, 106; 7/A’râf, 59,
65, 73, 85, 127, 138, 138, 140, 158; 9/Tevbe, 31, 31, 129; 10/Yûnus, 90, 11/
Hûd, 14, 50, 53, 54, 61, 84, 101; 13/Ra’d, 30, 14/İbrâhim, 52; 15/Hicr, 96;
16/Nahl, 2, 22, 22, 51, 51; 17/İsrâ, 22, 39, 42; 18/Kehf, 14, 15, 110, 110; 19/
Meryem, 46, 81; 20/Tâhâ, 8, 14, 88, 88, 97, 98, 98; 21/Enbiyâ, 21, 22, 24,
25, 29, 36, 43, 59, 62, 68, 87, 99, 108, 108; 22/Hacc, 34, 34; 23/Mü’minûn,
23, 32, 91, 91, 116, 117; 25/Furkan, 3, 42, 43, 68; 26/Şuarâ, 29, 213; 27/
Neml, 26, 60, 61, 62, 63, 64; 28/Kasas, 38, 38, 70, 71, 72, 88, 88; 25/Fâtır, 3;
29/Ankebût, 46, 46; 36/Yâsin, 23, 74; 37/Sâffât, 4, 35, 36, 86, 91; 38/Sâd, 5,
5, 6, 65; 39/Zümer, 6, 40/Mü’min, 3, 37, 62, 65; 41/Fussılet, 6, 6; 43/Zuhruf,
45, 58, 84, 84; 44/Duhân, 8; 45/Câsiye, 23; 46/Ahkaf, 22, 28; 47/Muhammed,
19; 50/Kaf, 26; 51/Zâriyât, 51; 52/Tûr, 43; 59/Haşr 22, 23; 64/Teğâbün,
13; 71/Nûh, 23; 73/Müzzemmil, 9; 114/Nâs, 3.
O ALLAH’TAN BAŞKA İLÂH YOKTUR: 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6,
18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73; 6/En’âm, 19, 102, 106; 14/İbrâhim, 52;
16/Nahl, 22, 51; 20/Tâhâ, 8, 14; 22/Hacc, 34; 23/Mü’minûn, 116; 27/Neml,
26; 28/Kasas, 70, 88; 37/Sâffât, 4.
Ö TEVHİD (TEK İLÂH İNANCI), insanLIĞIN ASLÎ İTİKADI VE TÜM PEYGAMBERLERİN
ÇAĞLAR BOYU TEBLİĞ EDİP CANLANDIRMAYA ÇALIŞTIĞI HUSUSTUR:
2/Bakara, 133; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85, 158; 9/Tevbe, 129; 11/Hûd,
50, 61, 84; 16/Nahl, 2; 18/Kehf, 110; 21/Enbiyâ, 25, 108; 23/Mü’minûn, 23;
41/Fussılet, 6.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 220 -
P TEVHİD DİNİ:
a Tevhid Dini İslâm’dır: 6/En’âm, 161; 10/Yûnus, 105; 21/Enbiyâ, 92; 30/Rûm,
30; 39/Zümer, 3, 11.
b Bütün İlâhî Dinler (in Aslı ki, İslâm’dır/Teslimiyettir) Tevhide Dayanır: 6/
En’âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/Mü’minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf,
45; 87/A’lâ, 14-15, 18-19.
c Tevhidden Başka Her Şey Bâtıldır: 10/Yûnus, 32; 22/Hacc, 31; 41/Fussılet, 6.
d İbrâhim (a.s.)’in Tevhidî Kimliği ve Allah’a Teslimiyeti: 2/Bakara, 128, 131-
32; 16/Nahl, 120; 19/Meryem, 100-107.
R TEVHİD KELİMESİ:
a Tevhid Kelimesi Yücedir: 9/Tevbe, 40.
b Tevhid Kelimesinin Örneği: 14/İbrâhim, 24-25.
c Tevhid Ehli (Muvahhid) ile Müşriğin Örneği: 39/Zümer, 29.
d Yüce Olan, Yalnız Allah’ın Sözüdür (Tevhiddir): 9/Tevbe, 40.
S TEVHİDE DÂVET:
a Muvahhid (Allah’ı Birleyen)ler Olun: 22/Hacc, 31; 30/Rûm, 30.
b Yüzünü Tevhid Dinine Döndür: 10/Yûnus, 105.
c Allah’ın Yolunu (Tevhid’i) Tâkip Edin, Başka Yolları Tâkip Etmeyin: 6/
En’âm, 153
d Tevhide Dâvet Etmek: 10/Yûnus, 105¸30/Rûm, 30; 42/Şûrâ, 15.
Ş TEVHİD EHLİNİN AHLÂKI: 39/Zümer, 17-18; 46/Ahkaf, 13-14.
T HEVÂ VE HEVESİ İLÂHLAŞTIRMAK: 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 12
U ŞİRKLE İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER
a Allah’a Eş/Şirk Koşmak: 4/Nisâ, 36, 48, 116; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23, 39;
29/Ankebût, 68; 33/Ahzâb, 57.
b Şirkin Misali: 30/Rûm, 28.
c Şirk Büyük Bir Zulümdür: 31/Lokman, 13.
d Hevâ ve Hevesi Putlaştırmak: 45/Câsiye, 23, 47/Muhammed, 12.
e Allah’a Çocuk İsnâd Edenler: 18/Kehf, 5, 102; 19/Meryem, 88-92.
f Allah’a Eş Koşmak Haramdır: 7/A’râf, 33; 16/Nahl, 74; 22/Hacc, 31.
g Putlara Tapmak: 5/Mâide, 76; 23/Mü’minûn, 117; 46/Ahkaf, 5.
h Allah, Kendisine Şirk Koşmayı Affetmez: 4/Nisâ, 48, 116.
i Şirkten Sakınmak: 26/Şuarâ, 213; 28/Kasas, 88; 30/Rûm, 31; 39/Zümer, 65-
66; 40/Mü’min, 66; 41/Fussılet, 37; 51/Zâriyât, 51.
j Şirkten Sakınanların Mükâfatı: 47/Muhammed, 15, 36.
k Mekke’li Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’,
41; 43/Zuhruf, 20-21, 57-59.
Ü MÜŞRİKLER
a Müşrikler, Allah’a Çocuk İsnâd Ettiler:6/En’âm, 100-101; 10/Yûnus, 68-70;
16/Nahl, 57, 62; 17/İsrâ, 40; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 26; 22/Hacc,
3-4; 34/Sebe’, 40-42; 37/Saffât, 149-159, 180; 43/Zuhruf, 15-16, 18, 79-82;
52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
b Müşrikler, Allah’tan Başkasını Tanrı Edindiler: 2/Bakara, 165; 3/Âl-i
İmrân,151; 4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107, 136, 150; 7/A’râf,
191; 10/Yûnus, 18, 66; 11/Hûd, 109; 14/İbrâhim, 30; 15/Hıcr, 95-96; 16/
Nahl, 73; 19/Meryem, 81; 22/Hacc, 11-13, 71, 74; 25/Furkan, 3, 55; 36/
Yâsin, 74-75; 37/Saffât, 11; 38/Sâd, 5-7; 39/Zümer, 15 45, 67; 40/Mü’min,
10-12; 42/Şûrâ, 9; 52/Tûr, 43.
PUT VE PUTA TAPINMA
- 221 -
c Müşrikler, Kötülükleri “Atalarımızdan Devraldık” Diye Savunurlar: 2/
Bakara, 170-171; 5/Mâide, 103-104; 7/A’râf, 28; 11/Hûd, 109; 31/Lokman,
21; 37/Saffât, 68-71; 43/Zuhruf, 22-25.
d Müşrikler, Allah’ın Âyetlerini İnkâr Ederler: 6/En’âm, 4-5, 66-67, 105, 110,
124; 8/Enfâl, 31-33, 52; 9/Tevbe, 9; 10/Yûnus, 15; 37/Saffât, 68-71; 38/Sâd,
8.
e Müşrikler, Put Diye Şeytana Taparlar: 4/Nisâ, 117.
f Müşrikler, Hem Kendileri Peygamber’den Uzaklaşırlar, Hem de insanları
Uzaklaştırmak İsterler: 6/En’âm, 26, 116-117; 21/Enbiyâ,. 2-5; 25/Furkan,
7-9; 31/Lokman, 6-7; 34/Sebe’, 43-44; 38/Sâd, 8, 50/Kaf, 1-2, 5; 54/Kamer,
3; 68/Kalem, 46-48, 51.
g Müşrikler, Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkâr Ederler: 6/En’âm, 29-30, 134;
11/Hûd, 19, 25/Furkan, 11, 32/Secde, 10-11, 36/Yâsin, 78-79; 37/Saffât,
16-21; 41/Fussılet, 7; 44/Duhân, 9-10 34-36; 45/Câsiye, 24-26; 50/Kaf, 2-4;
51/Zâriyât, 12-14; 64/Teğâbün, 7.
h Müşrikler, Peygamberlerden İnanmayacakları Mûcizeler İsterler: 6/En’âm,
37, 57-58, 109-111, 158; 10/Yûnus, 20, 46; 11/Hûd, 12; 13/Ra’d, 6-7, 27,
40; 15/Hıcr, 6-8; 17/İsrâ, 59, 90-93; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 5, 37-39;
25/Furkan, 7-8; 29/Ankebût, 50-51, 53-54; 32/Secde, 28-29; 37/Saffât,
176-177; 45/Câsiye, 25; 70/Meâric, 1-3, 5-7; 74/Müddessir, 52-53.
i Müşrikler İman Etmezler: 7/A’râf, 192-193; 10/Yûnus, 42-43; 25/Furkan, 9;
36/Yâsin, 7-10; 41/Fussılet, 4, 14; 43/Zuhruf, 40, 88; 68/Kalem, 42-43; 109/
Kâfirûn, 1-6.
j Müşrikler, Putları Şefaatçi Kabul Ederler: 10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/
Nahl, 55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3, 43-44.
k Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/
Zuhruf, 20-21, 57-59.
l Müşriklerin Peygamberimiz’e İftiraları: 21/Enbiyâ, 5-6; 25/Furkan, 4-5;
34/Sebe’, 43, 46; 38/Sa’d, 4; 44/Duhân, 14; 46/Ahkaf, 8-9; 51/Zâriyât,
8-11;52/Tûr, 29-30, 32-33; 68/Kalem, 1-2, 5-6, 51.
m Müşrikler, Peygamberimiz’le ve Mûcizelerle Alay Ederler: 21/Enbiyâ, 36;
25/Furkan, 7-9, 41-43; 37/Saffât, 11-12, 14-15, 35-36; 40/Mü’min, 83; 43/
Zuhruf, 31-32, 57-58; 54/Kamer, 2; 70/Meâric, 1-2, 36-39.
n Müşrikler, Kur’an’ı Dinlerler ve “Eskilerin Masallarından İbaret” Derler;
Kur’an’la Alay Ederler ve O’nu Yalanlarlar: 6/En’âm, 25; 10/Yûnus, 42-43;
17/İsrâ, 47-48; 21/Enbiyâ, 5; 25/Furkan, 4-6; 34/Sebe’, 43; 37/Saffât, 167-
170; 38/Sa’d, 7; 43/Zuhruf, 30-31; 46/Ahkaf, 7, 11; 50/Kaf, 5; 52/Tûr, 33;
53, Necm, 59-61; 68/Kalem, 15; 74/Müddessir, 11-26; 83/Mutaffifîn, 13.
o Müşrikler, Meleklere Cinsiyet Yakıştırırlar: 43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28.
p Müşriklerin Akıllarına Hitap Ederek İman Etmelerini İsteyen Âyet-i Kerimeler:
30/Rûm, 8-9; 36/Yâsin, 66-73; 40/Mü’min, 13; 50/Kaf, 6-7; 52/Tûr,
35-43; 53/Necm, 62; 67/Mülk, 19-24, 28, 30; 80/Abese, 17-32; 82/İnfitâr,
6-9; 88/Ğâşiye, 17-21; 106/Kureyş, 1-4.
q Mekke Müşriklerinin İslâm’a ve Peygamberimiz’e Karşı Yürüttükleri Haksız
Mücâdele: 2/Bakara, 118, 139; 170; 3/Âl-i İmrân, 7, 10, 135, 165; 8/
Enfâl,30, 47; 9/Tevbe, 13, 32; 10/Yûnus, 2, 15-16; 38-39, 49, 51, 53, 57, 59,
104, 108; 11/Hûd, 7-8, 12, 14; 13/Ra’d, 5-7, 16, 27, 30-31, 43; 14/İbrâhim,
28, 46; 15/Hıcr, 3, 85, 90-91; 16/Nahl, 1, 44-45, 83, 101-102, 125; 17/İsrâ,
46, 50-51; 56-57, 73, 76, 90, 93; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77, 80-82;
20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 34, 36, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 15, 19, 25,
47, 49, 68-69; 23/Mü’minûn, 56, 63-96, 109-110; 25/Furkan, 3-9, 21-22,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 222 -
27, 29, 32, 40, 44, 52; 26/Şuarâ, 4-8 192 197, 208, 212, 214; 28/Kasas, 46-
51, 57; 29/Ankebût, 12-13, 50-51, 53-54, 61, 63, 67; 30/Rûm, 6, 10, 28, 33,
43-46, 50-54; 35/Fâtır, 4, 5, 37, 42-43; 36/Yâsin, 6, 11, 69-70, 74-76; 37/
Saffât, 11, 13, 34, 36, 38, 40, 50, 61, 149, 158, 167, 170, 176, 179; 38/Sa’d,
8-11, 15-16; 39/Zümer, 36, 38-40, 64; 40/Mü’min, 6, 10, 12, 56, 69, 77; 41/
Fussılet, 5, 13-f4, 26, 29, 33, 38, 40, 53, 54; 42/Şûrâ, 13, 15, 24, 47, 54; 43/
Zuhruf, 24-25, 29-31, 79-80; 44/Duhân, 10, 16, 34, 37; 46/Ahkaf, 9; 47/
Muhammed, 1-3, 8, 10, 14, 32; 48/Fetih, 25-26, 50/Kaf, 12, 14, 22, 36-37,
45; 51/Zâriyât, 14, 53-54, 59-60; 52/Tûr, 15-16, 30, 47; 53/Necm, 19, 26,
33, 37, 59,61; 62/Cum’a, 2; 67/Mülk, 9, 11, 13, 18, 25, 30; 68/Kalem, 42-
43, 46-47, 51; 69/Hakka, 43-44, 49-50; 73/Müzzemmil, 15; 74/Müddessir,
11, 49; 75/Kıyâme, 31; 76/İnsan, 27; 77/Mürselât, 7, 16; 78/Nebe’, 1; 83/
Mutaffifîn, 13, 16; 86/Târık, 17; 96/Alak, 19; 102/Tekâsür, 1-8; 106/Kureyş,
1-4; 107/Mâûn, 1-3; 108/Kevser, 1-3; 109/Kâfirûr, 1-6; 111/Leheb, 1-5.
V MÜŞRİKLERİN BAZI ÖZELLİKLERİ
a Müşrikler Nankördür: 6/En’âm, 63-64; 10/Yûnus, 12, 21-23; 16/Nahl, 53-55,
83; 21/Enbiyâ, 46; 29/Ankebût, 65-67; 30/Rûm, 33-35; 31/Lokman, 32; 37/
Saffât, 11; 39/Zümer, 8; 43/Zuhruf, 9, 15, 87; 80/Abese, 17-23; 100/Âdiyât,
1-11; 106/Kureyş, 1-4.
b Müşrikler, Kız Çocuklarını Öldürüyorlardı: 6/En’âm, 137, 140; 16/Nahl, 57-
59; 42/Şûrâ, 17; 81/Tekvîr, 8-9.
c Müşrikler, Helâlı Haram; Haramı Helâl Yaparlar: 6/En’âm, 136-140, 143-
145, 148-151; 10/Yûnus, 15, 59-60; 16/Nahl, 35.
d Müşrikler, Kadınlara Değer Vermezler: 6/En’âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/
Şûrâ, 17; 43/Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
e Müşrikler, Allah’a İftira Ederler: 6/En’âm, 138-139, 143-144,
f Müşrikler, Çocuklarına Putlarının Adını Verirler: 7/A’râf, 190-191.
g Müşrikler, Antlaşmalarını Bozarlar: 9/Tevbe, 1-4, 7-10, 12-13.
h Müşrikler Necistir: 9/Tevbe, 28.
i Müşriklerin Misali: 13/Ra’d, 14; 22/Hacc, 31; 25/Furkan, 44; 29/Ankebût,
41-43.
j Müşrikler, Mü’minlerle Alay Ederler: 23/Mü’minûn, 109-111; 38/Sâd, 62-
63; 67/Mülk, 25-29; 83/Mutaffifîn, 29-36.
k Müşrikler, Dünya Nimetleriyle Övünürler: 13/Ra’d, 26; 23/Mü’minûn, 54-
56, 101; 43/Zuhruf, 32; 53/Necm, 29-30; 68/Kalem, 14, 16-41.
l Müşrikler, Fakirlere Vermekten Kaçarlar: 41/Fussılet, 7; 68/Kalem, 17-33,
36-40; 107/Mâûn, 1-3.
m Müşrikler, Yetimlere Zulm Ederler: 107/Mâûn, 1-2.
n Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Çıplak Tavaf Ederlerdi: 8/Enfâl, 35.
o Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Tavaftan Men Ederlerdi: 8/Enfâl, 34-35.
Y PUTPEREST VE MÜŞRİKLERİN CEZÂLARI
a Müşrikler, Putlardan Fayda Görmeyecekler: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24,
94; 7/A’râf, 37, 53, 194-198; 10/Yûnus, 28; 25/Furkan, 17-19; 26/Şuarâ,
96-103; 38/Sâd, 59-60; 45/Câsiye, 10.
b Müşrikler, Azâbı Görünce Tekrar Dünyaya Dönmek İsteyecekler: 2/Bakara,
167; 6/En’âm, 27-28; 7/A’râf, 53; 23/Mü’minûn, 99-100, 107-108; 26/
Şuarâ, 94-102; 32/Secde, 12; 35/Fâtır, 37; 39/Zümer, 56-59.
c Kıyâmet Günü Müşriklerin Durumu: 3/Âl-i İmrân, 151; 4/Nisâ, 120-121;
6/En’âm, 22-24, 30; 9/Tevbe, 17; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 20, 22; 12/
Yûsuf, 107; 13/Ra’d, 34; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 86-87; 18/Kehf, 52-53;
PUT VE PUTA TAPINMA
- 223 -
23/Mü’minûn, 99-108, 112-115; 25/Furkan, 11-14; 26/Şuarâ, 91-103; 28/
Kasas, 62-67, 74; 29/Ankebût, 54-55; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 31-33; 37/
Saffât, 19-34, 38-39; 38/Sâd, 55-64; 39/Zümer, 15-16, 60; 40/Mü’min, 71-
76, 84-85; 41/Fussılet, 6, 47; 43/Zuhruf, 36-39; 50/Kaf, 22-30; 68/Kalem,
42-43; 70/Meâric, 42-44; 73/Müzzemmil, 11-13; 98/Beyyine, 6.
d Müşriklerin Tevbesi: 9/Tevbe, 3, 11; 25/Furkan, 70; 28/Kasas, 67.
e Müşriklerin Yaptıkları İyilikler Boşa Gider: 9/Tevbe, 17; 39/Zümer, 65.
f Mekke Müşriklerinin Azapla Korkutulmaları: 16/Nahl, 45; 18/Kehf, 55, 58;
19/Meryem, 77-82; 20/Tâhâ, 134-135; 21/Enbiyâ, 41, 46, 109, 111; 22/
Hacc, 19, 25, 49, 69; 40/Mü’min, 77; 41/Fussılet, 13; 43/Zuhruf, 41-42; 44/
Duhân, 9-16, 36, 59; 50/Kaf, 12-14, 36; 51/Zâriyât, 59-60; 52/Tûr, 31 42,
44-47; 54/Kamer, 4-5, 43-48, 51; 67/Mülk, 16-18; 68/Kalem, 16-41. 44; 70/
Meâric, 40-41; 72/Cin, 24; 73/Müzzemmil, 11, 15-17; 77/Mürselât, 16-18;
85/Bürûc, 17-20; 86/Târık, 17; 88/Ğâşiye, 23-24.
g Müşriklerin Malları ve Evlâtları, Kendilerine Fayda Vermez: 3/Âl-i İmrân,
10, 91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem,
77-80; 45/Câsiye, 10; 58/Mücâdele, 17; 69/Hakka, 25-29; 92/Leyl,
8-11; 104/Hümeze, 2-6; 111/Leheb, 1-3.
h Müşrikler, Azaptan Kurtulmak İçin Her Şeylerini Fedâ Etmek İsteyecekler:
70/Meâric, 11-18.
i Müşriklere Verilen Mühlet (Süre): 18/Kehf, 58-59; 29/Ankebût, 53; 39/Zümer,
8; 68/Kalem, 44-45; 70/Meâric, 42-43; 73/Müzzemmil, 11.
j Müşriklerin Kâbe’ye Hizmet Hakları Yoktur: 9/Tevbe, 17-19, 28.
Z MÜŞRİK-MÜ’MİN İLİŞKİSİ
a Müşriklerin Dostluğu Yoktur: 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106; 9/
Tevbe, 7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73-75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9.
b Müşrikler, Mü’minleri Ateşe Çağırırlar: 2/Bakara, 221; 17/isrâ, 73-75; 29/
Ankebût, 12-13.
c Müşriklerden Yüz Çevirmek: 6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94;
28/Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83,
89; 45/Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8;
73/Müzzemmil, 10.
d Müşriklerden Korkulmaz: 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/
Hacc, 38; 37/Saffât, 171-175.
e Müşrikler İçin İstiğfâr Edilmez: 9/Tevbe, 113-115.
f Müşrikle Mü’min Karşılaştırması: 47/Muhammed, 15; 67/Mülk, 22.
g Müşrikler, Mü’minlere Zarar Veremezler: 37/Saffât, 160-163; 52/Tûr, 42.
h Müşriklere Savaşta Yapılacak İşlem: 9/Tevbe, 5-6, 11-12.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an’da Ulûhiyyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y.
2. Kitabu’l-Esnâm, İbn Kelbî, Tevhid Y.
3. Putlar Kitabı (Kitabu’l-Esnâm), Terc. Beyza Düşüngen, Ank. Ü. İlâhiyat F. Y.
4. Cahiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
5. İslâm’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Hicaz Bölgesi, Ali Çelik,
Beyan Y.
6. Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y.
7. Eski Türk Dini, İbrahim Kafesoğlu, Kültür Bakanlığı Y.
8. Türk Bozkır Kültürü, İbrahim Kafesoğlu
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 224 -
9. Eski Türk Dini, İbrâhim Kafesoğlu, Kültür Bakanlığı Y.
10. Tarihte ve Bugün Şamanizm, Abdülkadir İnan, Türk Tarih Kurumu Y.
11. Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri, A. Yaşar
Ocak, Kültür ve Turizm Bak. Y.
12. Bektaşi Menâkıbnâmelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, Ahmet Yaşar
Ocak, Enderun Kitabevi Y.
13. Türk İslâm Efsaneleri, M. Necati Sepetçioğlu, Yağmur Y.
14. Türk Destanları, M. Necati Sepetçioğlu, Toker Y.
15. Türk Mitolojisi, Bahaeddin Öğel, 1-2, M.E.B. Devlet Kitapları Y. Bin Temel
Eser
16. Ortadoğu Mitolojisi, S. H. Hooke, İmge Kitabevi Y.
17. Ortadoğu Mitolojisi, S. H. Hooke, çev. Alâeddin Şenel, İmge Kitabevi, Ank.
1991
18. Türk Mitolojisi, I-II, Bahaeddin Öğel, Devlet Kitapları, MEB Y. 1000 Temel
Eser, No: 51, 52, İst. 1971
19. Türk Kültürünün Gelişme Çağları I-II, Bahaeddin Öğel, Devlet Kitapları,
MEB Y. 1000 Temel Eser, No: 49, 50, İst. 1971
20. Türk Kültür Tarihine Giriş I-II, Bahaeddin Öğel, Kültür Bakanlığı Y. Ank.
1978
21. Kültür Değişmeleri, Mümtaz Turhan, Devlet Kitapları, MEB Y. 1000 Temel
Eser, No: 10, İst. 1969
22. Eski Türk Dini, İbrâhim Kafesoğlu, Kültür Bakanlığı Y. Ank. 1980
23. Türk İslâm Efsaneleri, M. Necati Sepetçioğlu, Yağmur Y., İst. 1973
24. Türk Destanları, M. Necati Sepetçioğlu, Toker Y., 2. baskı İst. 1976
25. İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Bahaeddin Öğel, T. Tarih Kurumu Y.
26. Türk Mitolojisi, Bahaeddin Öğel, I-II,
27. İslâmlıktan Önce Türklerde Tenk Tanrı İnancı, Hikmet Tanyu
28. Türklerde Taşla İlgili İnançlar, Hikmet Tanyu, Kültür Bakanlığı Y.
29. Anadolu İnançları, İsmet Zeki Eyüboğlu, Geçit Kitabevi
30. Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarının İzleri, Yaşar Kalafat, Türk Tarih
Kurumu Y.
31. Hurafeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, D.İ.B. Y.
32. Manas Destanı, Trc. Abdülkadir İnan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Y. 611
33. Kâbe ve Mekke Tarihi (Ahbâru Mekke), Ebu’l-Velid Muhammed Ezrakî,
Terc. Yunus Vehbi Yavuz, Çağrı Y.
34. Edyânu’l-Arab fi’l-Câhiliye, Numan el-Cârim Muhammed, Mısır, 1341/1923
35. Eymânu’l-Arab fi’l-Câhiliyye, Ebû İshak İbrahim bin Abdillah Necîrâmî,
Mısır 1382
36. İslâm’da Resim ve Heykelin Yeri, Osman Şekerci, Çanakkale Seramik Fabrikaları
Kültür ve Araştırma Hizmetleri Y.
37. Görsel Sanatlar ve İslâm, Heyet, İSAV, İlmî Neşriyat
38. İslâm’da Sanat Resim ve Mimarî, Nusret Çam, Şahsî Y.
39. İslâm’da Sanat Sanatta İslâm, Nusret Çam, Akçağ Y.
40. Meseleler, Mustafa Sabri Efendi, Sebil Y.
41. Sanat Bilinci, Ahmed Kalkan, Denge Y.
42. Kur’an’da Allah ve insan, Toshihiko İzutsu, Terc. Süleyman Ateş, Kevser Y.
43. Dinler Tarihi, Ahmet Kahraman
PUT VE PUTA TAPINMA
- 225 -
44. Risâle-i Nur’dan Vecizeler, s. 463
45. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sâbunî, Şamil Y.
46. İslâm’a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim’den Cevaplar, Kevser Y.
47. Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, (Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk) Taberî, Trc.
Zâkir K. Ugan, Ahmet Temir, M.E.B. Y.
48. Sosyoloji Açısından Din, Yümni Sezen
49. Genel Sosyoloji, Âmiran Kurtkan
50. İslâm Medeniyeti Tarihi, Corci Zeydan, Terc. M. Z. Megamiz, I-V,
51. İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Neşet Çağatay
52. İnsan ve Kültür, Bozkurt Güvenç
53. Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi, P.K. Hitti, I-IV
54. Lisânu’l-Arab, I-15, İbn Manzur, Beyrut
55. İslâm İnançları Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi
56. İnanç Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi
57. Din ve İnanç Sözlüğü, Şinasi Gündüz, Vadi Y.
58. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Mehmet Zeki Pakalın, I-III;
M.E.B. Devlet Kitapları
59. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 2, s. 471-501; c. 22, s. 64
60. Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Cengiz Yağcı), c. 1, s. 112-123; c. 3, s. 127-129;
c. 6, 211-213 (A. Özalp)
61. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 20, s. 403-545
62. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 145-148, 486-488
63. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 295-299, 427-428,
717-724
64. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 99-120
65. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. c. 2, s. 130-145
66. Nurdan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c.1, s. 31-34, 52-57
67. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-123
68. 10 . Kur’an’da Allah ve insan, Toshihiko İzutsu, Kevser Y. 88-113
69. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 41-66
70. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 11-53
71. Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. s. 39-63
72. Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 194-
195
73. Bu Böyledir, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y. c. 1, s. 59-137
74. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celâleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 73-111
75. İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
76. Devlet ve Din, Çetin Özek, Ada Y.
77. Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında Laiklik İlkesi, Çetin
Özek, 1978, İstanbul
78. Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza Hükümleri, Çetin Özek, 1961,
İstanbul
79. İslâm Dininin Yasak Ettiği Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y. 3
80. Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, İsmail Lütfi Çakan, Marifet Y. / Büşra Y.
81. Yaşayan Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y.
82. İslâm’a Sokulan Bid’at ve Hurâfeler, Mustafa Uysal, Uysal Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 226 -
83. Dilek Taşları, Sabiha Ünlü, İnkılâb Y.
84. Kavram ve Mâhiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Ali Çelik, Beyan Y.
85. Dünden Bugüne ibâdetlerde Bid’at, Abdülhay Leknevî, Vahdet Y.
86. İslâm’dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliyye Çağı, Ank. Ün. İlâhîyat Fak. Y.?
87. Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
88. İslâm Hukukunda Örf ve Âdet, Selâhattin Kıyıcı, İşaret Y.
89. Taklitlerin Çarpışması, Muhammed Kutub,
90. Kur’an ve Hadise Göre Bid’at, Hârun Ünal
91. Sosyal Âdet ve Gelenekler, Nermin Erdentuğ, Kültür Bakanlığı Y.
92. Geleneğin Direnişi, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Neşriyat
93. Geleneğin Dünyası – Yeniliğin Ufukları, Necmettin Türinay, Akçağ Y.
94. Gelenek, Mustafa Armağan, Ağaç Y.
95. Gelenek ve Modernlik Arasında, Mustafa Armağan, insan Y.
96. Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin
Arpaguş, Çamlıca Y.
97. Eski, Yeni ve Ötesi, Orhan Şaik Gökyay, İletişim Y.
98. Eski Türk Dini Tarihi, Abdülkadir İnan, s. 1-4
99. Eski Türk Dini ve Alevilik-Bektaşilik, Mehmet Eröz, Türk Dünyası Araştırma
Vakfı Y.
100. Eskiçağ Türkiye Tarihi, Ekrem Memiş, Selçuk Ün. Y,/Öz Eğitim Y.
101. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
102. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu,
İhtar Y. s. 54-69
103. Din İstismarı (Özel sayı), İslâmiyât, c. 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
104. Atalar Dini Üzerine, Mustafa Başbekleyen, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7
105. Anadolu Örf ve Âdetlerinde Eski Kültürlerin İzleri, A. Ü. İlâhîyat Fak. Sayı
17, Yıl, 1969
106. İslâm Düşüncesinde İnkâr Problemi, İbrâhim Coşkun, Tekin Kitabevi,
107. Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları, Hasan Cirit, Çamlıca Y.
108. Yeryüzü Tanrıları Şirk Pskikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y.
109. İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir/Arslan Y.
110. Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.
111. İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.
112. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
113. İslâm - Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.
114. İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber Y.
115. İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.
116. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.
117. Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
118. Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.
119. Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.
120. Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.
121. İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu (Sadreddin Yüksel), Özel Y.
122. Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.
123. Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı Kalacağıma, Abdurrahman
Dilipak, Risale Y.
PUT VE PUTA TAPINMA
- 227 -
124. Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
125. Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.
126. Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık, Objektif Y.
127. Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru, Beyan Y.
128. Müslüman Laik Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.
129. Sosyalizm Bitti Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.
130. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevseranî, Denge Y.
131. Medenî Vahşet, Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.
132. Çağdaş Truva Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.
133. Demokrasi Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.
134. Alaturka Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
135. Demokrasi ve Totalitarizm, Raymond Aron, Kültür Bakanlığı Y.
136. İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.
137. İslâm Işığında Hareketler ve İdeolojiler, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.
138. Değişim Sürecinde İslâm, J. Esposito, J. Donohue, insan Y.
139. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
140. Semboller ve Yorumları, Necmettin Ersoy, Özel Y.
141. İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
142. Tevhid, Hasan el-Bennâ, Nizam Y.
143. Tevhid, İsmail R. Faruki, insan Y.
144. Tevhid, Abdullah bin Abdurrahman, Tevhid Y.
145. Tevhid, 1, 2, Muhammed bin Abdülvahhab, Tevhid Y.
146. Tevhid, Abdülhalık Abdurrahman, Tevhid Y.
147. Tevhid, Abdurrahman bin Hasan, Tevhid Y.
148. Tevhid, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat
149. Tevhid Risalesi, Muhammed Abduh, Fecr Y.
150. Tevhid Risalesi, Mehmet Sürmeli, Mavi Y.
151. Tevhide Giriş, Hâce Muhammed Parsâ, Erkam Y.
152. Tevhidî Görüş, Heyet, Sahra Y.
153. Tevhidî İnanç, Abdurrahman bin Hasan, Gonca Y.
154. Tevhidin Işığında İslâm’ın Anlaşılması, Ali Diko, Meki Y.
155. Tevhid ve Şirk, Sâlih Gürdal, Beyan Y.
156. Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri, Bir Y.
157. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
158. Tevhid ve Ledün Risâlesi, İmam Gazâli, Furkan Basım Y.
159. Tevhid Dâveti, Seyyid Kutup, Ravza Y.
160. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff/Özgün Y.
161. Allah’ın Varlığı ve Tevhidin Hakikati, Yusuf el-Kardavi, İhtar Y.
162. Tevhidi Gerçekliğin Işığında, Atasoy Müftüoğlu, Nehir Y.
163. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
164. Kelime-i Tevhid Risalesi, M. Ali Karahasanoğlu, Yipar Y.
165. Kelime-i Tevhid Kal’ası, Gazali, Özel Y.
166. Kur’an’da Tevhid, Hüseyin Beheşti, Objektif Y.
167. Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid Esasları, Muhammed Sâlih Ali Mustafa, Ölçü Y.
168. İşte Tevhid, I-II, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 228 -
169. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y.
170. İslâm Akaidinde Tevhid, Hasan el-Benna, Nizam Y.
171. Gençlerle Tevhid Dersleri, Mehmet Göktaş, İstişare Y.
172. 20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, insan Dergisi Y.
173. Allah Vardır ve Birdir, H. Rahmi Yananlı, Divan Y.
174. Hakikatü’t-Tevhid, B. Said Nursi, Sözler Y.
175. Soruşturma 1, Tevhid Üzerine, Heyet, Sor Y.
176. İslâm Düşüncesinde Tevhid, Mevlüt Özler, Nun Y.
177. Duâ ve Tevhid, İbn Teymiyye, Pınar Y.
178. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.
179. Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamber, Mevdudi, Pınar Y.
180. Kur’an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s.
40-50
181. Kurtulan Toplum, Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y.
182. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y.
183. Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid ve Fazileti, Osman Öztürk, Yenda Y.
184. Tevhid, Rasullerin Ortak Çağrısı, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y.
185. Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y.
186. Kur’an’da Allah ve insan, Toshihiko İzutsu, Kevser Y.
187. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
188. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
189. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
190. İslâm İnancında Temel Kavramlar, Taner Cücü, Cumhur Y.
191. Kur’an’da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y.
192. İbâdet mi, Ayin mi? Mustafa Karataş, Özel Y. Dersaadet Y.
193. Kur’an’da ibâdet Kavramı, İsmail Karagöz, Şule Y.
194. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
195. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-123
196. Allah’a İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
197. Akide, Şeriat ve Hayat Yolu Lâ İlâhe İllâllah, Muhammed Kutub, Ravza Y.
198. İman Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y.
199. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan/Özgün Y.
200. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.
201. İman, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
202. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.
203. İslâm, Said Havvâ, Hilâl/Petek Y.
204. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, insan Dergisi Y.
205. İslâm’a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Y.
206. Mekke Rasûllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
207. İlk Mesajlar, M. Ali Baştaşı, Birlaşik Yayıncılık
208. Şehâdet Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
209. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 23-35
210. İslâmî Kimlik İlkeler ve Hareket, Toplu Çalışma, Ekin Y.
211. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
212. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.
PUT VE PUTA TAPINMA
- 229 -
213. Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.
214. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y.
215. Kelimetü’l-İhlâs (Lâ İlâhe İllâllah), İbn Receb el-Hanbelî, Hak Y.
216. Yalnız Allah veya Tevhid, M. Süleyman Temimi, Özel Y.
217. Hz. Peygamber’in Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi, 1,2,3, Mevdudi, Pınar Y.
218. Kur’ân-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücâdelesi, Mehmed N.
Solmaz
219. Kur’an ve Sünnete Uygun İnanç, Muhammed b. Cemal, Tekin Y.
220. İman, Abdülmecid Zindani, Risale Y.
221. Lâ, 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü/Yenda Y.
222. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
223. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
224. Câhiliyye Düzenini terk etmek, Cavit Yalçın, Vural Y.
225. Câhiliyyenin Değişmeyen Yüzü, Faruk Köse, Birleşik Dağıtım, Ankara
226. 20. Asrın Câhiliyyesi, Muhammed Kutub, Hilal Y.
227. Yaşayan Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y.
228. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
229. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 140
230. Şirk, Abdullah Hanifi, Hanif Y.
231. Şirk, Hârun Yahya, Vural Y.
232. Kur’an’da Şirk Kavramı, M. H. Surti, Akabe Y.
233. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
234. Kur’an’da Şirk Kavramı, Hafız İsmail Surti, Akabe Y.
235. Kur’an ve Hadislere Göreş Şirk ve Müşrik Toplum, Nadim Macit, Ribat
BasımY.
236. Çağdaş İrtidat, Ebûl Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.
237. İslâm Fıkhında Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Semerrai, Sönmez Neşriyat
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…
Tâğut ve Mürdet
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -12-
TÂĞUT ve MÜRTED
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2011
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
TÂĞUT ve MÜRTED
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-12-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
Tuğyân, isyan ve günahta, sınır tanımayacak ölçüde ileri gitmektir. Tuğyan, istikametten sapmadır. İnsanın haddi ve ölçüyü aşmasıdır. Had ve ölçü; Allah’ın, onun için koyduğu sınırıdır ki, kişinin onu aşması felâketidir. İnsanın değeri, Allah’a kul olması itibariyledir; onun için Rabbine itaati ve sürekli kulluk sınırı içinde bulunması gerekir. Ne zaman, Allah’ın insan için koymuş olduğu aşılmaması gereken hududu aşar, ölçüyü kaçırırsa tuğyana düşmüş, Allah’a isyan etmiş olur.
Tuğyana sapmanın musallat edeceği denge bozukluğu (hastalık) insanı aldatır, kuruntu ve hayale esir eder. İnsan bu duruma gelince nefsinin oyuncağı olur ve karanlığı ışık zannetmeye başlar. Kur’an, bu özelliği belirtirken, inkârcıları “tuğyanları içinde oynayıp oyalanan gafiller” olarak tanıtır. (Bkz. 6/En’âm, 110; 7/A’râf, 186)
Tâğut, haddi aşan, azan, hakikatten sapan, taşkınlık gösteren ve her sapıklığın başıdır. Kendisinin Allah’a isyan ettiği yetmiyor gibi, başkalarını da isyana sevk edendir. Allah’ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tâğuttur. Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması fark etmez.
Kaynağını Allah’tan almayan bütün beşerî düzenler, demokratik sistemler de “tâğutî” özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün ideolojik sistemler için de geçerlidir. Tâğutların hükümlerine göre yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü’minlerin, Allah’ın indirdiği hükümlerin galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır. Tâğut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden tâğut denmiştir. Tâğut, hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah’ın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan her şeyi ifade eder. Tâğut, bir şahıs olabileceği gibi, Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah’a bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah’a iman edip bağlanır, sadece Allah’ın kanun ve nizamlarını kabul eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yani kurtulmuş olur (bkz. 2/Bakara, 256). Tâğutu reddetmeden iman eksiktir, yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen müşriklerin Allah’a inanması gibidir. Tâğut, Allah’a ibadetten alıkoyan, Allah’a giden yolu tıkayan, dini Allah’a has kılmayı,
Allah ve Rasülü’ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği gibi, ağaç, beton, tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu kavramın içine koyabiliriz.
İrtidâd ise, reddetmek, geri çevirmek ve bir işten rücû etmek gibi manalara gelir. İman ettikten sonra, İslâm’dan dönmeye verilen isimdir. İslâm dinini terk edip başka bir dine geçmek veya eski inancına dönmeye irtidat; bunu yapan kimseye de “mürted” denir.
İrtidâd edip dinden dönen, İslâm’ı terk edip küfrü veya şirki seçen kimseye mürted denir. Mürted, müslümanlığı kendi isteğiyle, hiç bir baskı olmadan seçtiği halde, sonradan çeşitli nedenlerle yine kendi arzusu ile terk eden, küfrünü açıkça ortaya koyan insandır. Kur’ân-ı Kerim, böylelerinin çirkin durumunu açıklayarak onları kötü bir âkıbetin/sonucun beklediğini haber veriyor (2/Bakara, 217).
Mürted, kişilik zaafı olan biridir. Doğru bir bilgiye ve sağlam bir görüşe sahip olamamıştır. İnandım dediği dini yeterince benimsememiştir. Bir başka fikir veya inanç, hoşuna giden bir dünyalık onu daha çok etkilemiştir. ‘İslâm’dan çıkarsam, gayri müslimlerin safına geçersem maddî bir çıkar kazanabilirim’ diye düşüncesi(çliği)ni uygulamaya koyan bir dönektir.
Kendisine verilen değeri anlamayan ve değerini çok çok yüceltecek olan İlâhî dâvete kulak vermeyen insandan daha akılsızı, daha bedbahtı/şanssızı var mıdır? Böyleleri bile bile zararlı ve kötü olanı tercih ediyorlar, derecelerini kendi elleriyle alçaltıyorlar. Bir kısmı da kurtuluş ve mutluluğun adı olan İslâm’ı kabul ettikten sonra şu veya bu sebepten dolayı onu terkediyor. Onu ya beğenmiyor ya küçümsüyor ya da çıkarlarına engel görüyorlar.
Günümüzde Batılı ülkelerin ulaştığı maddî zenginlik ve kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, İslâm’ı bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.
İnsanlara şirk ve mürtedlik anlatılmaz, bunun dünyada ve âhirette müşrik ve mürtede, bunların çevrelerine vereceği zarar güzel bir şekilde anlatılmazsa, bu insanların hüsrânına göz
yumulmuş, azâbına vesile olunmuş olur. Şirk, irtidat gibi konular, çevremizdeki düzenin kurbanı ve câhil insanlara karşı kılıç gibi kullanmak için öğrenilmez. Şirki, irtidâdı tanımak, yani tevhidî şuur, kendimizi, en küçük bir ihtimalle bile şirke düşürebilecek davranışlardan şiddetle sakınmak ve insanları bu hale getiren bataklıkla mücâdele etmek, şirk düzeni ile savaşılmadan bunun önününün alınamayacağını idrâk etmek ve insanları en büyük tehlike olan bu belâdan kurtarmanın yollarını aramak, tebliğ etmek, canlı Kur’an olmaya çalışıp tevhidi bayraklaştırdığımızı davranışlarımızla isbat etmek için olmalıdır. Bu gayrette bulunan tevhid ehline selâm olsun.
“Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesâba çekme (affet).
Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme.
Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma.
Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et.
Sen bizim Mevlâmızsın. Tek ve gerçek dostumuzsun.
Kâfir kavimlere/toplumlara karşı bize yardım et.” (2/Bakara, 286)
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2011, Ümraniye
İÇİNDEKİLER
TÂĞUT VE TUĞYÂN / 11
Tuğyân; Anlam ve Mâhiyeti / 11
İnsanı Tuğyana Sevkeden Şeyler / 14
Siyasî Otoritenin Tuğyânı / 16
İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyanıdır / 17
Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı / 17
Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut’laşması / 18
Kur’ân-ı Kerim’de Tâğut Kelimesi / 19
Tâğut Kimdir? / 20
Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi Allah’tan Almıyorsa Tâğuttur / 25
Tâğut ve Tuğyan’ın Çağdaş Boyutu / 35
Tâğutların Özellikleri / 38
Tâğutun Mahkemelerine Müracaat / 43
Şirk Toplumunda İslâmî Hayat
(Tâğutun Mahkemesine Gidenin Durumu) / 46
Tâğuta Küfür, Tâğutun Yaptığı İyilikleri İnkâr Edip Görmezden Gelmeyi de Kapsar / 48
MÜRTED ve İRTİDÂD / 71
İrtidâd; Anlam ve Mâhiyeti / 71
Mürted / 73
Fıkhî İctihadlara Göre Mürtedin Cezası / 79
Ridde Savaşları / 87
Kur’ân-ı Kerim’de İrtidâd Kavramı / 94
Bir Tefsirden İktibas / 99
Hadis-i Şeriflerde İrtidât Kavramı / 101
Mürtede Verilecek Dünyevî Cezânın Tahlili / 103
İrtidadın Dünyevî Cezası Yoktur Diyenlerin Delilleri / 105
Gizli İrtidâd / 115
Şirkin Çağdaş Yansımaları; Özendirilen ve Dayatılan Mürtedlik / 117
Müşrik ve Mürtedlerle Mücâdele / 143
Şirk, Küfür ve İrtidaddan Korunma Yolları / 144
İrtidâd, İrticâ/Gericilik Demektir; Mürted de Mürtecî/Gerici / 146
- 11 -
TÂĞUT VE TUĞYÂN
•
Tuğyân; Anlam ve Mâhiyeti
•
İnsanı Tuğyana Sevkeden Şeyler
•
Siyasî Otoritenin Tuğyânı
•
İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyanıdır
•
Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı
•
Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut’laşması
•
Kur’ân-ı Kerim’de Tâğut Kelimesi
•
Tâğut Kimdir?
•
Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi Allah’tan Almıyorsa Tâğuttur
•
Tâğut ve Tuğyan’ın Çağdaş Boyutu
•
Tâğutların Özellikleri
•
Tâğutun Mahkemelerine Müracaat
•
Şirk Toplumunda İslâmî Hayat (Tâğutun Mahkemesine Gidenin Durumu)
•
Tâğuta Küfür, Tâğutun Yaptığı İyilikleri İnkâr Edip Görmezden Gelmeyi de Kapsar
“Allah onlarla istihzâ (alay) eder, tuğyânlarında (azgınlıklarında) onlara mühlet verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.“ 1
Tuğyân; Anlam ve Mâhiyeti
Tuğyân, taşkınlık, azgınlık, sınırı aşmak demektir. Fiziksel güçlerin normal sınırları aşacak şekilde faal hale gelmeleri de tuğyanla ifade edilmiştir. “Su tuğyan ettiğinde (kabarıp taştığında) sizi akıp giden (gemi)de taşıdık.“2 Bu şekilde taşan ve her yeri kaplayan şeye tâğıye denilmektedir. Kavram olarak tuğyân, isyan ve günahta, sınır tanımayacak ölçüde ileri gitmektir. İnsanın haddi ve ölçüyü aşması demektir. İnsanın haddi; Allah’ın, onun için koyduğu sınırıdır ki, kişinin onu aşması câiz değildir. İnsanın değeri, Allah’a kul olması itibariyledir; onun için Rabbine itaati ve sürekli kulluk sınırı içinde bulunması gerekir. Ne zaman, Allah’ın insan için koymuş olduğu aşılmaması gereken hududu aşar, ölçüyü kaçırırsa tuğyana düşmüş, Allah’a isyan etmiş olur. Tuğyân kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an’da 39 yerde geçer. Bu türevlerden 8’i, tâğût
1 2/Bakara, 15
2 69/Haakka, 11
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
şeklindedir. Tâğût, tuğyanı yaşayan ve yaşatan kişi veya güç anlamındadır.
Tuğyan kelimesi de Kur’an’da toplam 9 yerde kullanılır.
Tuğyan, istikametten bir sapmadır.3 Tuğyana sapmanın
Mûsâllat edeceği denge bozukluğu (hastalık) insanı aldatır, kuruntu
ve hayale esir eder. İnsan bu duruma gelince nefsinin oyuncağı
olur ve karanlığı ışık zannetmeye başlar. Kur’an, bu özelliği
belirtirken, inkârcıları “tuğyanları içinde oynayıp oyalanan gafiller“
olarak tanıtır. 4
İnsan, belli nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarından
müstağnî zannettiği, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç,
bilgi ve yetenek vehmettiği zaman, artık Allah’ı da unutur; gerçek
kudret, ilim ve dilediğini yapabilme güç ve iradesine sahip olanın
yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum, insan için
tuğyana açılan bir kapıdır; artık dilediğini yapar, hak hukuk ve
hiçbir sınır tanımaz. Allah’a ortak koşmaya, nefsini O’nun yerine
geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeğe girişir. İşte, bu hal
tuğyan halidir. Bu tür insanlar da Kur’an diliyle tâğîdir.
Kur’an, bozgunculuk yapmayı, kendi izinleri olmadan halkın,
yoksulların din değiştirmelerine ve dinlerini yaşamalarına rıza göstermemeyi,
kendi üstünlüklerini tartışmasız kabul etmeyi, sadece
kendi kuvvetlerine güvenmeyi, bu nedenlerden dolayı şımarıp
böbürlenmeyi, yeryüzünde çalım satıp gösteriş yaparak yürümeyi,
kısacası velî edindikleri şeytanın taraftarı (hizbi) olmayı, tuğyana
kalkışanların vasıflarından sayar. 5
Âyetlerden anlaşıldığına göre tuğyan, hak hukuk ve sınır tanımamak,
inatçı ve zorba bir tavır içerisinde olmak, böbürlenmek,
kibir göstermek ve zulmetmek, insanlığı ezmek, mallarını gasbetmek,
insanlara acımamak ve dolayısıyla Allah’ı bir ve gerçek Rab
olarak tanımayarak O’na ortak koşmak, kısacası nefsinin, heva ve
hevesinin peşinde gitmek ve bâtıl ile hüküm vermektir.
Yalancılık, isyan ve şerefsizlik etmek tuğyan olarak belirtilir.6
Tuğyan, istikametten bir sapma olarak değerlendirilir. “Sen, beraberindeki
tevbe edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı
gitmeyin. Doğrusu Allah, yaptıklarınızı bilir.“ 7
Aşırı tüketim ve yemekte sınırı aşmak da bir tuğyandır. İsrail
3 11/Hûd, 112
4 Bak. 6/En'âm, 110; 7/A'râf, 186
5 Bak. 17/İsrâ, 16; 20/Tâhâ, 71; 23/Mü'minûn, 47; 41/Fussılet, 15; 40/Mü'min,
75; 8/Enfâl, 47; 58/Mücadele, 19
6 79/Nâziât, 17, 21-24
7 11/Hûd, 112
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 13 -
oğullarına verilen dünyevî nimetler belirtildikten sonra, aşırı gıda
tüketiminin yasaklandığı anlatılır: “Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden
yiyin. Bunda aşırı (ölçüsüz) gitmeyin ki gazabıma çarpılmayasınız.
Gazabımı hak eden, şüphesiz mahvolur.“ 8
Dengeyi bozmak, tartı ve ölçüde adaletsizlik de tuğyandır.
“Sakın dengeyi bozmayın. Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın.“9 Buradaki
ölçü ve tartıya riâyet, doğruluk ve haklılık ölçüsünden şaşmamak
biçiminde de anlaşılmıştır.
Kur’an; Firavun’un, Nuh kavminin, Semud kavminin ve daha
başka üzerlerine Allah’ın gazabının hak olduğu kavimlerin durumlarını
tuğyan kelimesiyle açıklar. Bunlar, kendilerini yeryüzünün
en büyük ve istediklerini istedikleri biçimde yapabilecek gücü
olarak görüp tam bir istiğnanın içine girmişler, tuğyanın içine dalmışlardır.
Semud kavmi bağlarda, bahçelerde, çeşme başlarında
ve hurmalıklar arasında zevk ve safa içinde yaşayıp müsriflerin
emrine itaat etmekle ve Salih’in (a.s.) uyarmalarına kulak tıkayarak
Allah’ın âyetlerine yüz çevirip O’na şirk koştukları yetmiyormuş
gibi bir de kendilerinin istedikleri bir mûcize olan deveyi
boğazlamakla10 tuğyankâr olmuşlardı. Âd kavmi, ebedî hayat
umuduyla köşkler dikip boş şeylerle uğraşırken, yakaladıklarını
zorbaca yakalar ve yeryüzünde fesat çıkarırken Hûd’un (a.s.) çağrısına
uymayarak Allah’a şirk koşmaya devam etmekle tuğyan içine
batmışlardı. 11
En zâlim ve en tuğyankâr olarak nitelendirilen Hz. Nuh’un
kavmi12 kendilerini üstün görüşlü ve mü’minleri de ayak takımı
olarak değerlendirmeleri, Hz. Nuh’u taşlamakla tehdit etmeleri
ve bir an önce kaçınmaya çağırdığı azabı getirmesini istemeleri,
çağrısına kulaklarını tıkayıp kibirli kibirli ayak diremeleri, büyük
büyük tuzaklar kurup taptıkları sahte tanrıları bırakmamalarıyla13
şehirlerde tuğyanda bulunmuş ve fesadı artırmış oluyorlardı.14 Aynı şekilde
Firavun da İsrailoğullarına akla gelmedik zulümler yapıyor,
erkeklerini boğazlatıp kadınlarını kirletiyor, Hz. Mûsâ’nın çağrısına
sağır kesilip Allah’a şirk koşuyor ve kendisini insanların en
büyük Rabbi ilan ediyordu.
Kur’an, Nuh tufanı sırasında suların köpürüp azmasını tuğyan
8 20/Tâhâ, 80-82
9 55/Rahmân, 8-9
10 26/Şuarâ, 146, 157
11 26/Şuarâ, 128-130
12 53/Necm, 52
13 11/Hûd, 27, 32; 26/Şuarâ, 11, 116, 71/Nuh, 7, 22-23
14 89/Fecr, 11-12
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
kökünden bir fiille (tağâ = tuğyan etti) ifade etmektedir. İlginçtir
ki, suların tuğyanı ile boğulan Nuh devrinin zâlimlerini Kur’an,
“zulme sapan, tuğyan edip azan“ bir kavim olarak anmaktadır. “Ceza,
amel cinsindendir“ prensibi bu olayda net olarak kendini göstermekte
ve insanın tuğyanını tabiatın tuğyanı ile cezalandıran
sünnetullaha bu âyetler dikkatimizi çekmektedir. Yine benzer bir
durum Semud kavmi için de söz konusu edilmiştir. Haakka sûresi
5. âyette, Semud kavmi azgınlarının “tâğıye“ ile helak edildikleri
belirtilmektedir. Bu “tâğıye“ de tuğyan kökünden türeyen bir isim
olup, tuğyan eden insanları cezalandırmak için Allah tarafından
devreye sokulan tuğyan edici bir tabiat kuvvetini ifade etmektedir.
Bu âyette cümle o şekilde düzenlenmiştir ki, tâğıye, hem Semud
kavmini helak eden kuvveti, hem de bu kavmin helâkine sebep
olan tavrı aynı anda ifade etmektedir: “Semud kavmine gelince,
onlar tâğıye (tuğyan eden, azan) bir topluluk oldukları için tâğıye ile (yani
azıp kuduran bir tabiat kuvvetiyle) mahvedildiler.“ 15
Esas ceza âhirette olduğu halde, özellikle eski kavimlerden
haddi aşıp isyan eden, azarak kendinden başka güç tanımayan
insana, Allah’ın emrine boyun eğen tabiî hadiseler (tufan, fırtına,
zelzele vb.) yoluyla haddi bildirilir. Akıl sahibi ve şerefli olarak yaratıldığı
halde baş kaldırıp isyan eden, her istediğini yapabileceğini
zanneden azgın insan, akıl sahibi olmadığı halde her emre boyun
eğen “Allah’ın askerleri“16 olan tabiat güçleri, yani doğal âfetler
tarafından mağlup ve perişan edilir.
İnsanı Tuğyana Sevkeden Şeyler
Tuğyan, insanın tabiatında vardır: “İnsan gerçekten azar.“17
Âyetin hemen devamında, insanın tuğyanının temel sebebi gösterilir:
İstiğnâ; yani insanın kendini kendine yeterli görmesi, kendisini
hiç kimseye muhtaç olmayan bir konumda zannetmesi ve
okumaması, vahiyden/ilimden uzak olması.18 İnsanı istiğnâya, dolayısıyla
tuğyâna sürükleyen en büyük etken, ya malının çokluğu
veya nüfuzlu otoritesidir. Birincisi malın tuğyânıdır; ikincisi ise
otoritenin. Siyasî otoritenin tuğyânı tâğut kavramıyla ifade edilir.
Tuğyanın her iki türü de değişmez sünnetullah gereği, helâk edicidir.
Allah, insanların azıp sapmamaları için her şeyi ölçü ile yaratmış,
rızkı da belli bir ölçü ile insanlara vermiştir: “Eğer Allah rızkı
15 69/Haakka, 5
16 48/Fetih, 7
17 96/Alak, 6
18 bk. 96/Alak, 7 ve 1-5
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 15 -
kullarının hepsine bol bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ama O,
(rızkı) dilediği ölçüde indirir.“19 “İnsanın açık bir düşmanı olan şeytan“20 ve
“kötülüğü çok emreden nefis“21 insanı azgınlığa ve sapıklığa teşvik
eder. Bunun için Kur’an, nefis ve şeytana karşı insanı sık sık uyarır
ve onların vesvese ve saptırmalarına karşı uyanık bulunmayı emreder.
Allah’ın bu uyarısı, insanlara olan lütuf ve merhametinin bir
eseridir. Allah insanı başıboş bırakmamıştır.22 Başıboş bıraksaydı,
insanın aleyhine olurdu; ademoğlu azıp sapardı. Bununla beraber,
insanların çoğu bilgisizlikleri ve akılsızlıklar yüzünden iman
etmemişlerdir.
Tuğyan, insan egosunun, kendini ilâhlaştırması, her şeyin, herkesin
üstünde görmesi halinde ortaya çıktığında doruk noktadır.
Kur’an’a göre, bu doruk noktanın tipik temsilcisi Firavun’dur.23
Firavun, bütün gücün kendi elinde olduğunu vehmediyor, insanları
küçük görüyor, onları öldürüyor ve en kötü işkenceye maruz
bırakıyordu.24 Firavun mantığına göre bütün insanlar onun kulu
kölesi; Mısır ve başta Nil olmak üzere tüm nehirler onun mülkü
idi: “Firavun, milletine şöyle seslendi: Ey milletim! Mısır hükümdarlığı ve
memleketimde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?“25
Firavunlar medeniyeti bir tuğyan medeniyeti idi; batışları bu yüzden
olmuştur: “Görmedin mi Rabbin ne yaptı? Sütunlar, saraylar sahibi
Firavunlara. Onlar ki, ülkeler boyunca tuğyan sergilediler (azgınlık ettiler)
ve oraları fesada boğdular. Sonunda Rabbin onların üzerine azap kamçısı
yağdırdı.“ 26
Sünnetullah gereklerinden birini Kur’an belirtir: Bütün uygarlık
ve saltanatların çöküşü tuğyan (azgınlık) yüzündendir. Bu,
daha çok, maddî değerlere aldanarak azmaktır. Her çöküşün altında
bu yatar. Tuğyana sapanların cezaları, bir tabiat tuğyanı
olan ateşle verilecektir. Cehennem, tabiat kuvvetleri tuğyanının
çok güçlü bir belirişidir.
Tuğyancı zâlimlerin cezalandırılmasında en uygun yol, cehennemle
ceza yoludur.27 Cehennem, bir gözetleme yeridir, tuğyana
sapmışlar için bir dönüş/varış yeridir.28 Böyle olduğu içindir ki,
19 42/Şûrâ, 27
20 12/Yûsuf, 5
21 12/Yûsuf, 53
22 75/Kıyâme(t), 36
23 Bk. 20/Tâhâ, 24, 43; 79/Nâziât, 17
24 2/Bakara, 49; 144/İbrahim, 6
25 43/Zuhruf, 51
26 89/Fecr, 11-13
27 Bk. 79/Nâziât, 39
28 78/Nebe', 21-22
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
cehennem ehli, birbirlerini suçlarken sürekli: “seni tuğyana ben
itmedim“ şeklinde konuşacaklar; “tuğyana sapmış bir topluluk idiniz,
haydi görün sonunuzu!“ hitabını duyacaklardır. 29
Siyasî Otoritenin Tuğyânı
Siyasî otoritenin tuğyânı, insanın kendisine verilen emretme
ve yasaklama yetkisi ve gerektiğinde başkalarına zorla yaptırımı
sebebiyle ölçü ve haddini aşması, Allah’ın koyduğu hükümlerle
belirtilen hududullahın dışına çıkmasıdır. Bu tuğyan türü, genelde
yönetici ve emir sahiplerinde olur. Çünkü onların güç ve yetkileri
ve bu konulardaki azgınlık ve taşkınlıkları insanların genelini ilgilendirir.
Siyasî otoritenin tuğyânı, bazen insanı rububiyet iddiasına
kadar götürür. Bu, ya Firavun’un yaptığı gibi lisan-ı kaliyle (konuşma
diliyle) veya nice tâğutun yaptığı gibi lisan-ı haliyle rablık
iddia etmekle olur. “(Adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: ‘Ben sizin
en yüce rabbinizim’ dedi.“ 30
Siyasî otoritenin tuğyânına baş örnek Firavun’un tuğyanıdır.
Onun haddini aşması ve ölçüyü kaçırmasının bir görüntüsü, rububiyet
dâvâsı güdecek kadar gerçek Rabb’e; haklarını küçümseyecek,
zulmedecek ve köleleştirecek kadar da insanlara karşı
büyüklenmesidir. Nitekim Allah, birçok âyetinde ibret ve öğüt
almak için, Firavun’un tuğyanını ve bu azgınlığı yüzünden başına
gelenleri tekrar tekrar anlatmıştır. Bu da insanların çoğunun
otorite tuğyânıyla imtihana tâbi tutulduğunu gösterir. “Mûsâ’nın
haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi’de Tuvâ’da seslenmişti:
‘Firavun’a git, çünkü o tuğyan etti (azdı).“31 Buradaki tuğyanı, hem
Yaratıcı’ya karşı, hem yaratılanlara karşı haddi aşmak olarak anlayabiliriz.
Yani Firavun, küfürle Yaratıcı’ya karşı baş kaldırdı; halkı
köleleştirmek ve onlara zulmetmek suretiyle de yaratılanlara büyüklük
tasladı.
Firavun, rubûbiyet (rablik) iddia ederek tuğyanın zirvesine
ulaştı. O, bu bâtıl iddiasıyla, yöneticiliğini yaptığı vatandaşların
kendisine, kendi kanunlarına uymalarını; Allah da olsa, kendi ilkelerine
ters düşenlere itaat etmelerini yasaklıyor, bu mutlak itaat
edilmeye kendini yetkili görüyordu. Fahreddin Râzî’nin yorumuna
göre Firavun, rablik iddiasıyla şunları diyordu: “Ben, sizin terbiye
eden, büyütüp geliştiren, ihsan eden Rabbinizim. Size âlemde
emredecek ve yasak koyacak da ancak benim!“
29 50/Kaaf, 27; 37/Saffât, 23, 31; 38/Sâd, 55-56
30 79/Nâziât, 23-24
31 79/Nâziât, 15-17
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 17 -
İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyanıdır
“Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine? Yüksek sütunlarla dolu
İrem’e? Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları
oyan Semûd’a? Ve kazıklar sahibi Firavun’a? Bunlar ülkelerde azmışlardı.
Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin onların üzerine
azap kırbacını çarptı. Elbette Rabbin her an gözetlemededir.“32 Bunlar
ülkelerinde azmışlardı; yani isyan edip günah işlediler. İnsanlara
eziyetle ve yeryüzünü fesâda uğratmakla haddi aştılar. Kazıklar
sahibi Firavun denilmesi: Firavun, yere dört kazık çaktırır, işkence
edeceği kimseleri ellerinden ve ayaklarından bu kazıklara bağlatır,
o şekilde işkence ederdi. Bunun için veya kazık gibi askerleri çok
olduğundan böyle nitelenmiştir. Âyetlerde ifade edilen azdıkları ve
çok kötülük ettikleri de gösteriyor ki, bu azgın ve zâlim yöneticiler,
Allah’a isyan edip baş kaldırdıkları gibi; zulüm ve düşmanlıkta da
haddi ve ölçüyü aşmışlar, halklarına işkence ve eziyeti çoğaltmışlardı.
Tuğyâna Karşı Müslümanların ve
Özellikle Âlimlerin Tavrı
Tuğyanın temelinde “kibir“ ve “benlik“ yatar. Tâğutlardan biri
olan Şeytanın azgınlığının sebebi de kibir ve benlik idi. Tuğyan,
küfür, şirk ve zulüm olarak insanlara yansır. “Doğrusu şirk, büyük
bir zulümdür.“33 Çünkü şirk, bile bile hakkı inkâr etmek, nimeti görmemek
ve onu verene isyan etmektir. Bu, iman noktasından bir
tuğyandır. İman açısından tuğyan içinde bulunan kimsenin, uygulama
bakımından da zâlim olması doğaldır. Firavun’un tuğyanı
buna örnektir. Uygulama açısından tuğyan ise, zulüm ve haksızlıktır.
Özellikle yetki sahibi bir kimsenin, kendisini haklı gösterecek
bazı gerekçelerle(!) adaletten ayrılması ve emri altındakilere zulmetmesidir.
Zaten, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticinin
zâlim olmaması beklenemez.34 Böyle kişilerin, hakkı korkusuzca
söyleyen müslümanlar, özellikle de âlimler tarafından uyarılması
gerekir. Tâğutlaşan yöneticiye (sultanun câirun) karşı hakkı söylemek,
mazlumları savunmak ve zulme engel olmaya çalışmak, en
önemli ibâdetlerdendir. “Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak
sözü söylemektir.“ 35
İslâm tarihi, zâlim sultanlara ve kötü yöneticilere karşı gelen
güçlü bilginlerle doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden
32 89/Fecr, 6-14
33 31/Lokman, 13
34 5/Mâide, 45
35 İbn Mâce, Fiten 20
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
mızrak ve kılıca dönüştü. Tıpkı Abdurrahman b. el-İş’as ve beraberindeki
fakih ve muhaddislerin, Haccac’ın tuğyanına ve Emevî
devletinin sapmasına baş kaldırmaları gibi. Medine’nin ünlü fakihi
Said bin Müseyyeb, Hulefa-i Raşidin’in yolundan gitmeyen,
mal-mevki ve nüfuz peşinde koşan Emevî emîr ve valilerinin, kendi
itibarından yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini
reddediyor ve onların kötü emellerine âlet olmuyordu. Velid bin
Abdülmelik’e biatı reddeden Said bin Müseyyeb’e 60 değnek ceza
vuruldu. Tâbiin dönemi âlimlerinden Said bin Cübeyr, Haccac’ın
zulmünü önce vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda vermeyince
ona karşı ayaklandı ve şehid edildi. (Yusuf el-Kardavi, bu
destansı mücadeleyi tiyatro eseri şeklinde Âlim ve Tâğut adıyla
kitaplaştırmıştır.)
Halife Mansur’un zulmüne boyun eğmeyerek onun isteklerine
âlet olmamak için teklif edilen kadılık görevini reddeden Ebu
Hanife de işkenceyle şehid edilmiştir. Diğer bir mezheb imamı Malik
bin Enes de Halife Mansur’dan haksızlık ve zulüm gördü. Hz.
Ali (r.a.) taraftarlarının isyanına fetva vermesi üzerine ona da işkenceler
yapıldı. Her dönem, tâğutî düzenler tarafından zulüm ve
işkence gören, hatta idam edilen çok sayıda âlim vardır. Bu konuda
son dönemdeki âlimleri gözönüne getirirsek, hemen meşhur
bütün âlimlerin isimlerini saymak gerekecektir: Şeyh Said, İskilipli
Âtıf Hoca, Said Nursi, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi, Hasan
el-Bennâ, Seyyid Kutub, Abdülkadir Udeh, Mevdudi, Ali Şeriati,
İmam Humeyni, Muhammed Bâkır es-Sadr...
Örneklerden de anlaşıldığı gibi tuğyan (zulüm), ister mü’min
geçinsin, ister kâfir, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran
yöneticilerin yakalandıkları bulaşıcı bir hastalıktır. Yöneticiler,
bu hastalıktan ancak hiç taviz vermeden Allah’ın kitabıyla hükmederek
adalete sarılmak suretiyle ve yanlarına müttakî âlim yardımcılar
(müşavirler) alarak kurtulabilirler. Bunun gerçekleşmesi
için de, öncelikle sistemin tâğutî olmayıp İslâmî olması gerekir.
Adaletin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Çünkü Allah’ın hükmü adalet;
onun zıddı ise zulümdür. “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse,
işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.“ 36
Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını
Başkalarına Ulaştırması/Tâğut’laşması
Tuğyankâr insanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri,
kendi tuğyanlarını haklı göstermek ve insanlar üzerinde rableşip
36 5/Mâide, 45
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 19 -
onların dünya hayatlarını düzenlemek için belli hükümler koyarlar.
Böylece diğer insanlar da bunların koydukları hükümleri kabul
eder, Allah’ın hükmünü bırakır, tuğyankârların hükümleriyle
muhâkeme olunmak ister ve böylece tuğyankârlara hem ibâdet
etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar. İşte, Kur’an, bunlardan
birinci tür, yani tuğyankâr olan ve başkaları üzerinde rableşip tuğyanlarını
haklı çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip vatandaşlarının
rabbi kesilmeye girişen insanlara tâğut der. Bu kelimenin
tekili de çoğulu da aynıdır; yani tâğut bir yerde bir tane olabildiği
gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tâğut, kendisini
velî/dost edinenleri nurdan zulümâta çıkarır. Kendisi zulümât,
yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de
baş aşağı bu karanlıkların içine yuvarlar.37 Böylece, tâğutun peşinden
gidenler, onu velî/dost edinmekle ona ibâdet etmiş38 olurlar.
Allah’a imandan önce ‘lâ/hayır’ silâhıyla tâğuta küfretmeleri, onu
tanımamaları gerekirken onun koyduğu hükümlerle muhâkeme
olunmak istemekle Allah’a küfretmiş ve tâğuta iman etmiş olurlar.
39 Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur’an âyetleri böylelerinin
ancak tuğyan ve küfrünü arttırır.40 Böylelikle, şirk toplumunun
üzerine oturduğu üçlü de (tâğut, onun tanrısı olan nefsi, yani
heva ve hevesi ile yardımcılarıyla tâğuta ibâdet edenler) tamamlanmış
olur; tevhid toplumunun yerini alır veya karşısına geçer. 41
Kur’ân-ı Kerim’de Tâğut Kelimesi
Tâğut kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de toplam 8 yerde kullanılmıştır:
2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60; 16/Nahl, 36;
39/Zümer, 17.
“Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır.
O halde kim tâğuta küfredip (onu inkâr edip reddederek) Allah’a iman
ederse, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah (her şeyi) işitir ve
bilir.“ 42
“Allah, iman edenlerin dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
Kâfirlere (inkâr edenlere) gelince, onların dostları da tâğuttur, onları
aydınlıktan alıp karanlıklara götürür. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar
orada devamlı kalırlar.“ 43
37 2/Bakara, 257
38 5/Mâide, 60
39 4/Nisâ, 60
40 5/Mâide, 64
41 Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 320-321
42 2/Bakara, 256
43 2/Bakara, 257
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
“Kendilerine Kitap’tan nasip verilenleri görmedin mi? Cibte ve tâğuta
(putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar, sonra da kâfirler için ‘bunlar,
Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar.“ 44
“Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik
diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğutun huzurunda
muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Hâlbuki ona
küfretmekle (tâğutu inkâr etmekle, tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır.“
45
“İman edenler Allah yolunda savaşır; küfredenler de tâğut yolunda
savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.“
46
“De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim
mi? Allah’ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar
ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler. İşte bunlar, yeri (durumu) daha kötü
olan ve doğru yoldan daha çok sapmış bulunanlardır.“ 47
“Andolsun ki, Biz her kavme; ‘Allah’a ibâdet edin, tâğuttan (tâğuta
kulluktan) kaçının’ diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.“
48
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey
Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte
Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.“
49
Tâğut Kimdir?
Tâğut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan, taşkınlık
gösteren ve her sapıklığın başı gibi anlamlara gelir; Istılâhta
ise Allah’a isyan eden anlamında kullanılır. Allah’ın indirdiği hükümlere
alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler
koyan her varlık tâğuttur. Bunun insan olması, put, şeytan
veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez. Kur’an-ı
Kerim’de: “Andolsun ki, Biz her kavme; ‘Allah’a ibâdet edin, tâğuta kulluktan
kaçının’ diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.“50
insanlar, sadece Allah’a kul olma, yalnız O’na ibâdet etme hususunda
istisnasız uyarılmışlardır. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar;
44 4/Nisâ, 51
45 4/Nisâ, 60
46 4/Nisâ, 76
47 5/Mâide, 60
48 16/Nahl, 36
49 39/Zümer, 17-18
50 16/Nahl, 36
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 21 -
küfredenler ise tâğut yolunda savaşırlar.“51 Yani insanlar ya Allah’a
ibâdet edecekler veya tâğuta kul olacaklardır; bu iki yolun dışında
üçüncü bir hal yoktur.
Kur’an-ı Kerim’de: “Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen
kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar
tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek)
istiyorlar. Hâlbuki tâğutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır.“
52 buyrulmaktadır. Kur’an’daki bütün bu âyetleri
dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır: Tâğutun hükümlerine
râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Nitekim İbn
Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: “Bu âyet-i kerimede53 Hz.
Muhammed’e (s.a.s.) ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söylemekle
beraber, ihtilâf ettikleri hususlarda, Allah’ın kitabından
ve Peygamber’in sünnetinden kaçınıp, insanların kendi akıllarına
göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin iman iddiasını
Allah reddetmektedir.“ 54
Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun
rızasına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler,
Allah’ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler
icad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler,
bu noktada “tâğutî“ özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün ideolojik
sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifade ile İslâm’ın
dışındaki bütün sistemler tâğutîdir. Tâğutların hükümlerine göre
yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü’minlerin, Allah’ın indirdiği
hükümlerin galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır.
Şurası unutulmamalıdır ki, tâğutun hükümlerine “evet“ diyenler,
Allah’ın dinine “hayır “ demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu
ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez.
Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; “Allah’a ibâdet edin, tâğuta
kulluktan kaçının“ diye tebliğat yaptıkları âyetlerle sabittir. Tâğutun
hükümlerini inkâr etmeyen ve tâğutî güçlerle mücadele vermeyen
kimse, ne kadar âlim olursa olsun, “müsteşrik“ çizgisini asla
geçemez. 55
Tâğut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen
addır. Şeytana da bu yüzden tâğut denmiştir. Tâğut, hakka, hakikate
ve imana karşı gelen, Allah’ın kulları için çizdiği nizamı ve
sınırları aşan her şeyi ifade eder. Tâğut, bir şahıs olabileceği gibi,
51 4/Nisâ, 76
52 4/Nisâ, 60
53 4/Nisâ, 60
54 İbn Kesir, 1/519
55 Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 316-317
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah’a bağlanmayan
her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim
bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah’a
iman edip bağlanır, sadece Allah’ın kanun ve nizamlarını kabul
eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa
bağlanmış, yani kurtulmuş olur.56 Tâğutu reddetmeden iman eksiktir,
yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen
müşriklerin Allah’a inanması gibidir. Tâğut, Allah’a ibâdetten alıkoyan,
Allah’a giden yolu tıkayan, dini Allah’a has kılmayı, Allah
ve Rasûlü’ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği
gibi, ağaç, beton, tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve
sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu
kavramın içine koyabiliriz.
Mevdudi’ye göre tâğut kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırları
aşan herkes için kullanılır. Kur’an bu kelimeyi Allah’a isyan eden,
Allah’ın kullarının hâkimi olduğunu iddia eden ve onları kendi
kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Eğer bir kimse Allah’a
isyan eder ve O’nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o
zaman tâğuttur. Böyle bir kimse; şeytan, rahip, dinî veya politik
lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tâğutu
reddetmedikçe Allah’a inanmış sayılamaz. Tâğutun, tekil ve çoğul
anlamı birlikte kullanılır. Çünkü Allah’ı inkâr eden kimse, sadece
bir tek değil; binlerce tâğutun kölesi olur.57 Tâğut, ilâhî olmayan
hükümlere göre kararlar veren otorite demektir. Tâğut kelimesiyle,
aynı zamanda, Allah’ı tek hâkim / egemen ve Rasûlü’nü nihâî
otorite olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir. 58
Seyyid Kutub da tâğutu şu şekilde tanımlar: Allah’ın emri dışındaki
her çeşit sistem, Allah’ın şeriatına dayanmayan her türlü
nizam tâğuttur. Tâğut, Allah’ın şeriatından başka bütün idare şekilleridir.
Zira insan, ülûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mal
edip, adaletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatın hudutlarını aşarak
kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyan etmiş ve kendi haddini
aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyandır ve böyle iddialar ileri
sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir. Bunlara inananlar,
bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler. 59
Yusuf el-Karadavi’ye göre, Allah’ın şeriatı ile çatışan bütün
gelenekler, rejimler, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar
tâğuttur. Tâğut, kulun haddi tecavüz ederek, ibâdet ettiği, tâbi
56 2/Bakara, 256
57 Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, c. 1, s. 202
58 Mevdûdi, a.g.e. c. 1, s. 375
59 Seyyid Kutub, Fi Zılali'l Kur'an, c.3, s. 269
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 23 -
olduğu ve itaat ettiği şeydir. Her kavmin tâğutu, kendisine hüküm
götürdükleri, huzurunda muhakemeleştikleri, ibâdet ettikleri,
tâbi oldukları, yalnız Allah’a itaat edilmesi gerektiği yerde itaat
ettikleri kimse veya varlıklardır. Bunların ve bunlarla ilişkisi olan
insanların durumlarını düşündüğümüz zaman, insanların çoğunu
Allah’a ibâdet ve itaatten yüz çevirmiş, tâğutlara ibâdet ve itaat
eder halde görürüz.60
Nisa, 76. âyetine göre tâğut, Allah’a karşı olanların, uğruna
savaştığı şey, nesne, insan, dâvâ, ideoloji olarak anlaşılmaktadır.
Tâğut, itaatte Allah’a ortak koşulan her şeydir. Kendisine kayıtsız
şartsız itaat edilecek tek merci Allah’tır. O’nun dışındakilere
O’ndan dolayı itaat edilir. Bu tür itaatler, meşruiyetini Allah’tan
alırlar. Kur’an, Allah’tan başkasına itaati, tâğuta itaat ve ibâdet
olarak nitelemektedir.61 İtaat edilen şey, Allah’ın hükümlerine aykırı
olursa, itaat tâğuta itaatin ta kendisi olmaktadır. 62
Tâğut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın, adaletsizliğin,
putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza
gelen tüm kötülüklerin sembolü. Bu sembol, bazen kendini Firavun
ilan eden antik ya da çağdaş bir yönetici, bazen cansız bir
eşya, bazen bir ideoloji, bazen da şeytan, uğur, şans, talih gibi
soyut şeylerdir. Tâğut, insanoğlunun ilâhlaştırdığı her şeydir. Daha
doğrusu tâğut, insanla Allah arasına gerilen şeylerin tümüne verilen
ortak isimdir. Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyen insan tuğyan
etmiştir. İşte tâğut, o insana bu sınırları çiğneten şeydir. Eğer o şey
insansa ve kâfirse ona itaat eden de kâfir olur; yok eğer insanın
itaat ettiği tâğut münâfıksa ona itaat eden de münâfık olur. Tabii
fâsıksa fâsık; zâlimse zâlim olur. 63
Bütün bu açıklamalar çerçevesinde tâğut, her türlü azgınlık,
sapkınlık, aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder.
Tâğut, tuğyanı yaşayan ve yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür.
Tâğut, her devirde Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları
olan grubun genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok tâğut
bulunur. Tâğutların, kabile çapında, millet çapında olanları yanında
bölgesel ve enternasyonal olanları da bulunacaktır. Bunlar,
birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler.
Hatta İblisler parlamentosu (hizbu’ş-şeytan, evliyâu’ş-şeytan) gibi
birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. Tâğutlar, aralarında
60 Yusuf el-Kardavî, Tevhidin Hakikatı, s. 57
61 16/Nahl, 36
62 4/Nisâ, 60
63 Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, 170
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler.
Böyle olunca tâğutî sistemler, parlamentolar, prensipler
geliştirilebilir. Meselâ, Muhammed İkbal, emperyalist batılıların
oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri
organizasyonu, İblisler parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun
gibi tâğutlar parlamentosu deyimini de kullanabiliriz. Kur’an, bu
noktada evliyâu’t-tâğut (tâğutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri)
deyimini kullanıyor. 64
Bir kimse, Allah’a, meleklerine... inandığını ikrar etse, buna
mukabil, tâğutî rejimleri (demokratik, laik, hümanist, kapitalist,
sosyalist vs.) çağdaş devlet modelleri adı altında benimsese, doğruluklarına
itikat etse, irtidat etmiş olur, yani dinden çıkar. Kim,
insanların maslahat ve iyiliklerini Allah’tan daha iyi bildiğini iddia
ederek, insanlar üzerinde hükümler koymaya ve bunları tatbik
etmeye gayret ederse “ilâhlık“ iddiasına girişmiş olur. Her kim
de bunların bu iddialarını doğrulayarak onlarla işbirliği yaparsa,
tevhid akidesini parçalamış, ilâhlara iman etmiş, kâfirler zümresine
dâhil olmuş demektir. Bu açıdan “çağdaş devlet modelleri“
iyi değerlendirilmeli, isimleri milliyetçi-mukaddesatçı dahi olsa,
Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine
geçmek üzere doktrinler imal eden, bu doktrinleri insanların hayatına
tatbik edeceğini ilân eden insanların tâğut olduğu gerçeği
unutulmamalıdır. Bu gün dünyada insanların beşikten mezara hayatlarını
düzenlemek iddiasındaki meclisler, konsüller, krallar, kavimlerarası
kuruluşlar, insanları teslim almış görünmektedirler. 65
Hz. Âdem’den günümüze kadar, genel anlamda insanlığın iki
tanrısı var olagelmiştir: Allah ve tâğut... Tarih boyunca insanoğlu
ya tevhid dinine mensup olmuş ve bu dinin tanrısı olan Allah’ı
kendisi için yegâne ilâh edinmiş; ya da şirk dinine mensup olmuş
ve bu dinin çok çeşitli olan tanrı veya tanrılarına ittiba etmiştir.
İşte Kur’an, şirk dininin tanrı veya tanrılarına genel olarak tâğut
demektedir.
Günümüzde müslümanlık iddiasında bulunanların birçoğu bu
bakımdan profan / bölmeli bir kafa yapısına sahip bulunmaktadır.
Bu kimseler, bir yandan Allah’a iman ettikleri iddiasında bulunurken,
diğer yandan İslâm’ın açıkça emrettiği ve yasakladığı şeylere
ters düşebilmekte ve tâğutların yasalarına kabulleri arasında
yer verebilmektedirler. Oysa bir kalpte hem imana, hem de küfre
yer verilmesi İslâm’a göre açık bir paradoks, gerçek bir çelişkidir.
64 2/Bakara, 257; Kur'an'ın Temel Kavramları, 562
65 Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, 140
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 25 -
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?
Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktır. Kıyamet
gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez
değildir.“ 66
Bir kalpte hem iman ve hem de aynı zamanda küfür bulunamaz.
Bu iki olgu, ateş ile barut gibi yanyana bulunamazlar. Birisinin
yerleştiği kalpte bir diğerine yer yoktur. Mü’min, kâfir ve
münâfıktan farklıdır; kendisine İslâm ile beraber bir veya birkaç
dünya görüşünden veya ideolojiden sentezler yapan, bukalemun
bir şahsiyete sahip olamaz. Çünkü tevhidi, şirkten farklı kılan; başka
felsefelere, herhangi bir dünya görüşüne veya ideolojiye ihtiyaç
duymaması, mü’minin bütün bir hayatını kuşatan yetkin bir
inanç, bir pratik; kısacası bir sistem, bir yaşam biçimi olmasıdır. Bugün
beşeriyet, Tevhid dininden uzaklaşarak, yeryüzünde egemen
olan tâğutların dinine sapmış bulunuyor. Müslümanlık iddiasında
bulunan yığınların Allah’a değil; tâğutlara ibâdet ettikleri su götürmez
bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle Kur’an’ı öğrenmek,
mânâsının derinliklerine dalmak ve onu pratik hayatlarına indirgemek
isteyen her müslümanın, tâğut kavramının gerçek anlamını
kavraması ve kavradığı tâğutu tüm kuralları ve kurumlarıyla
birlikte reddetmesi, bu reddi davranışlarıyla göstermesi itikadî bir
sorumluluktur.
Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi
Allah’tan Almıyorsa Tâğuttur
Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hemen hepsi,
beşerî rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymakta; dolayısıyla
da Allah’ın hükümlerine muhalefet etmektedirler. O yüzden bu
rejimlerin hepsi “tâğut“ olarak isimlenir.
Bir kimse; Allah’a, ahirete ve inanılacak hususlara inandığını
açıklasa; fakat demokratik, laik, sosyalist, kapitalist vb. rejimlerden
herhangi birinin hükümlerini kabul edip itaat etse, böyle bir
kimsenin irtidadına hükmedilir. Zira insanları yaratan Allah’tan
başkası, insanların nasıl idare olunacağı hususunda ve onların
sosyal yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine sahip değildir.
Çükün hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği
insanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Allah
katında üstünlük, sadece takvâ iledir.67 Kendisinde böyle yetkiler
gördükten sonra, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyip, heva
66 2/Bakara, 85
67 49/Hucurât, 13
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar aynı zamanda
“ilâhlık“ iddiâsı içindedirler. Dolayısıyla Allah’ın hükümleri dışında
hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar da, tevhid akidesinin
dışına çıkarlar. Tâğut, müslümanın en büyük düşmanıdır.
Tâğut, devlet sistemlerini, ahlakî değerleri ele geçirmiş ve onları
müslümana zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tâğut,
müslümanı dört yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana
müslümanca hayat hakkı tanımamaktadır. Tâğutî güçler, Allah’ın
arzında, O’nun hükümlerine karşı tuğyan eden ve insanların üzerinde
ilâhlık iddiasında bulunan otoritelerdir. Bunlarla sürekli olarak
savaşmak farzdır. 68
Günümüzde Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak,
“hakimiyet kayıtsız ve şartsız insanındır“ sloganına sarılan
ve insanların çoğunun rızasına göre kurulduğu iddia edilen siyasî
otoriteler, iktidar haline gelmişlerdir. Bu siyasî otoritelerin tâğut
hükmünde olduğu unutulmamalıdır. Daha açık bir ifade ile İslâm
nizamının dışındaki bütün sistemler “tâğutî“ özellikleri taşırlar.
Kelime-i şehadet getirerek, başka ilâhları ve tâğutları reddeden
müslümanlar, bu sözlerini davranışlarıyla da ispatlamak zorundadırlar.
Allah, zâlim yöneticilere yardım etmeyi de haram kılmış, onlara
küçük çapta meyil ve yardım anlamı taşıyan sözlerden, davranış
veya tasvipten nehyetmiştir: “Sakın zulmedenlere en ufak bir
meyil duymayın; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin
Allah’tan başka evliyânız/dostlarınız yoktur. Sonra (O’ndan da) yardım göremezsiniz.“
69
İnsanlara zulmeden tâğutî siyasal otorite konusunda, unutulmaması
gereken hususlardan biri, zâlim yöneticilerin, yardımcıları
olmasa, zulmetmeye güçlerinin yetmeyeceğidir. Tâğutî yönetim
ve kurumlardaki bu yardımcılar, zulüm ve tuğyanda yöneticinin
kullandığı malzemeleridir. Zulüm ve tuğyan çarklarının dönmesi
için bir taraftan ezen ve diğer taraftan ezilen dişlilerdir. Bu sebeple,
onlar da aynen o zâlim tuğyankâr gibi suçlu ve zulmünün
cezasında ortaktırlar. Bundan dolayı Allah, Firavun ve avanelerini
aynı vasıfla anmıştır: “Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri yanlış yolda
idiler.“70 Allah, Firavun’u helak edince, onları da helak ettiğini
açıklar: “Firavun, askerleriyle birlikte onların peşine düştü. Deniz onları
gömüp boğuverdi.“71; “Biz de onu (Firavun’u) ve askerlerini yakalayıp
68 4/Nisâ, 76
69 11/Hûd, 113
70 28/Kasas, 8
71 20/Tâhâ, 78
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 27 -
denize atıverdik. Bak, işte zâlimlerin sonu nasıl oldu!“ 72
Tâğut tanımına girenler şunlardır:
a- Arzuları mâbudlaştırılan nefis, tâğuttur.
b- Allah’ın emir ve yasaklarını tanımayan, İslâm nizamı ile çatışan
düzen ve düsturlara çağıran her fert ve önder tâğuttur.
c- Allah’tan gayrı, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar
tâğuttur.
d- Şeytan tâğuttur.
e- Allah’ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, esas alınan bütün
rejimler tâğuttur. 73
Tâğutları destekleyen, onları ölçü alan, onlara sevgi besleyen
her insan, Allah’a ibâdet ve kulluktan vazgeçip tâğutun kulluğunu
kabullenen şeytan askeridir. Allah’ın emirleri ve yasaklarıyla
çatışan nefsi, fertleri, önderleri, rejimleri ve ilkeleri reddetmedikçe,
hâkimiyetin yalnız Allah’a ve O’nun nizamı İslâm nizamına ait
olduğunu tasdik etmedikçe, tevhid kulpuna yapışılamaz.74 Müslüman
olmak için şart olan tâğutun şiddetle reddedil-mesi, sadece
sözle yeterli değildir. Ruhun derinliklerinde kasırgalaşan ve
amelî hayatta neticeler doğuran fiilî bir red gerekir. Bunun için de
tâğutla savaşmak lazımdır. Bu savaşın gerekleri:
a- Allah’ın emir ve yasaklarına tâbi oluncaya kadar tâğut olan
nefisle savaşmak,
b- Kişisel ve toplumsal hayatımızı Allah’a döndürmemize engel
olan ve tâğut olan cahiliyye düzenleri ve tâğutî fikir babaları
ile savaşmak.
İslâm’da emrolunan cihad, işte bu tâğutlara karşı verilmesi
gerekli olan mücadeledir. Tâğutla çatışmak, hakkı getirmek ve
bâtılı gidermek için olacağından, her kesimden ve her iş yapanlardan
bütün mü’minler, tâğutla mücadele edeceklerdir. Bu, farz
bir görevdir. Rabbimiz, mü’minleri tâğuta karşı kendi nizamının
savaşçıları olarak takdim ediyor.75 Tâğuta ve ondan yana olanlara
karşı mücadele vermeyenler mü’min kalamazlar. Bunun içindir ki,
Peygamberimiz: “Her kim (tâğuta karşı) cihad etmeden ve onunla mücadele
(ederek Hakkı hâkim kılma) arzusunu ruhunda duymadan ölürse
72 28/Kasas, 40
73 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 2, s. 869
74 Bk. 2/Bakara, 256
75 4/Nisâ, 76
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
nifaktan bir şube üzerinde ölür.“ 76 buyurmuşlardır. Tâğutu kalben
reddetseler dahi, fiilen onunla vuruşmayanlar, amelî hayatın icabı
onunla anlaşma ve dostluk kurma yoluna gitmeye mecbur kalırlar.
Bu da Allah ve tâğut dostluğunu bir araya getirmek olan nifakın
ilk tezahürü olur. Hâlbuki Allah, tâğuta ancak kâfirlerin dostluk
gösterebileceğini açık bir şekilde belirtmiştir. 77
Müslümanlar, bugün Allah ve tâğut hâkimiyetini, dostluğunu
bir arada yaşatmaya çalışmak gibi sonu zulmet ve ateş olan çıkmaz
bir yolun üzerindedirler. Namazı, orucu... kabul edip, hatta yerine
getiren niceleri, İslâm’ın asrımızın yaşayan bir toplumsal ve siyasal
düzeni olmasını lüzumlu bulmayanlar, Allah ve tâğut hâkimiyetini
bir arada tanımış oluyorlar. İslâm insanının yetiştirilmesini isteyen
niceleri, materyalist eğitim sistemine mücadele etmeksizin
rızâ göstermekle tâğut dostluğuna sine açıyorlar. Ferdî mülkiyeti,
Allah’ın mülk vb. hâkimiyetini kabul eden niceleri, faiz düzenini
zaruri görmekle, tâğut egemenliğine baş eğiyorlar. Ahlâk ve fazilet
ölçülerinin yaşanmasını isteyen niceleri, kişisel çıkarları uğruna
çeşitli çirkinlik ve kötülükleri yapmakla tâğut dostluğunu açığa
vuruyorlar. Bütün bu durumlar, kendisinden râzı olundukça veya
tâğuta karşı bir iman ve amel harbi açılmadıkça bir küfürdür. 78
Yaşadığımız toplum düzeni, fikir putlarıyla, cahiliyye örfü ve
sistemleri ile ve sapıttırdığı öz nefsimizle, bizleri kuşatmış, tâğutu
hâkim ve dost tanımak sapıklığı ile karşı karşıya getirmiştir. Öyle
ki, fert, aile cemiyet, sanat, ticaret, memuriyet, eğitim ve politika
hayatının her bölümü bir kavşak noktası olmuştur. Bu kavşakta bir
tek yol İslâm nizamına; diğer yollar tâğuta gidiyor: Abdullah bin
Mes’ud anlatıyor: Hz. Peygamber bize bir hat çizdi ve sonra, “bu
Allah’ın yoludur“ dedi. Bu hattın sağına ve soluna da birçok hatlar
(çizgiler) çizdi ve “bunlar, birtakım yollardır ki herbiri üzerinde
kendisine çağıran bir tâğut vardır.“ buyurdu ve şu âyeti okudu:
“Şüphesiz ki bu (İslâm) benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. (Tâğuta ait)
yollara tâbi olmayın ki, sizi O’nun yolundan saptırıp parçalamasınlar. İşte
Allah (tâğutun kötülüklerinden) sakınasınız diye size bunları emretti.“ 79
Bugün Kur’anî kavramlar içerisinde kendisinden bütünüyle
habersiz kalınan ve aynı zamanda büyük bir tahrif ve istismara
uğrayan kavramlardan bir tanesi de hiç şüphesiz tâğut kavramıdır.
Öyle ki; kendilerini Müslüman olarak isimlendiren insanların büyük
bir kısmı tâğut kavramını hayatlarında bir kere dahi olsa hiç
76 Sahih-i Müslim; Riyâzü's- Sâlihin, II, no: 1346
77 Bk. 2/Bakara, 257
78 Bk. 4/Nisâ, 60
79 6/En'âm, 153; Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, II/ 41
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 29 -
duymamışlardır. Çok küçük bir kesim ise, tâğut kavramını duymakla
beraber, ya bu kavram hakkında hiçbir bilgiye sahip değiller, ya
da azda olsa bu noktada bilgi sahibi olsalar bile bu bilginin pratiğe
nasıl aktarılacağı hususunda büyük bir cehalet içerisindedirler.
Bu cehaletin doğal bir sonucu olarak, hayatlarının her alanında
tâğutlara ibâdet etmektedirler. Hâlbuki tâğut kavramı Kur’ani
kavramlar içerisinde en önemli kavramlardan bir tanesidir. Çünkü
bütün resullerin getirmiş olduğu tek hak din olan İslâm dininin ilk
şartı, tâğutu reddetme şartıdır. Allahu Teâlâ fertlerin ya da toplumların
İslâm dairesi içerisine girebilmelerini öncelikle tâğutu
reddetme şartına bağlamıştır. Tâğutun reddi olmadan Müslüman
ismine sahip olabilmek bu noktada asla mümkün gözükmemektedir.
Nitekim Allahu Teâlâ Bakara Sûresi’nin 256. âyetinde şöyle
buyurmaktadır: “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan
iyice ayrılmıştır. O halde kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak
bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla
bilendir.“
Yine aynı şekilde tâğutu reddetme şartı, tüm resullerin gönderilme
ve kitapların indirilme gayesidir. Tüm resuller öncelikle
Allah’a ibâdet etme ve tâğutu reddetme gerekliliğini insanlara
tebliğ etmek için gönderilmişlerdir. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tâğûttan kaçının“
diye peygamber gönderdik. Allah onlardan kimini doğru yola iletti,
onlardan kimine de (kendi iradeleri sebebiyle) sapıklık hak oldu. Şimdi
yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu
görün.“ 80
Tâğutun her türlüsünü reddedebilmek ve hâlis bir tevhid inancına
sahip olabilmek için ise, tâğut kavramının ve özellikle zamanımızın
tâğutlarının en iyi şekilde bilinmesi gerekmektedir.
Lisanu’l Arab’da tâğut kelimesi hakkında şu bilgiler yer almaktadır:
Tâğut: küfürde haddini aşan mânâsına da gelmektedir.
Allah’tan başka ibâdet edilen her şey tâğuttur. Tâğut, putlardan
olabildiği gibi cin ve insanlardan da olabilir.
İbn Cerir Et-Taberî tâğut kelimesi hakkında şöyle demektedir:
“Tâğut; Allah’a karşı isyankar olup zorla, zorlama ile veya gönül
rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan, gerek insan, gerek
şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir
şey demektir.
Bunun tefsirinde şeytan veya sihirbaz, yahut kâhin ya da
80 16/Nahl, 36
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
insanların ve cinlerin, inat edip büyüklük taslayanları veya Allah’a
karşı mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud gibiler
veya putlar diye çeşitli rivâyetlere rastlanır.“
Müfessirlerden Kurtubî ise bu kavram hakkında şunları söylemektedir:
“Tâğutu reddedin demek, şeytan, kahin, put, ve bunlar
gibi Allah’tan başka ibâdet edilen ve sapıklığa çağıran her şeyi
terk edin demektir.“
Yine tâğut kavramı hakkında Mücahid şunları demektedir:
“Tâğut kendisine muhakeme oldukları ve emirlerine itaat ettikleri
insan görünümündeki şeytanlardır.“
İbn Kayyim el-Cevziyye ise şunları söylemektedir: “Tâğut; kendisine
ibâdet edilme, bağlanılma ve itaat edilme noktasında haddini
aşan kul demektir. İnsanların tâğutu, Allah ve Resulü’nün kanunlarıyla
hükmetmeyen, Allah’tan başka kendisine muhakeme
olunan, ibâdet edilen ve Allah’ın emrine dayanmaksızın, Allah’a
itaat etmeksizin kendisine tabii olunanlardır. Bunları düşünür
ve insanların durumlarına bakarsan, insanların çoğunun Allah’a
değil tâğutlara ibâdet ettiğini, Allah ve Resulü’nün hükümlerine
değil tâğutların hükümlerine muhakeme olduklarını, Allah ve Resulüne
değil, tâğuta itaat edip tabii olduklarını görürsün.“
Seyyid Kutub ise tâğut kavramı hakkında şunları söylemektedir:
“Tâğut, sağduyuya ters düşen, gerçeği çiğneyen, Allah’ın
kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına
gelir. Bu düşüncenin, sistemin ve ideolojinin Allah’a inanmaktan,
O’nun koyduğu şeriatından kaynaklanan bağlayıcı bir kuralı bulunmaz.
İlkelerini yüce Allah’ın direktiflerine dayandırmayan her
sosyal sistem, yüce Allah’ın buyruklarından kaynaklanmayan her
kurum, her düşünce, her edep kuralı ve her gelenek bu kategoriye
girer, bu kavramın kapsamına girer.“
Bilinmelidir ki, tâğut Allah’tan başka ibâdet edilen her şey
olduğuna göre tâğutların sayısını belirli bir şekilde ifade etmek
kesinlikle mümkün değildir. Buna karşılık İslâm âlimleri tâğutları
şu beş kısımda incelemişlerdir:
1- Şeytan: Tâğutların başı ve en büyüğü, Allah’ın kullarını kıyamete
kadar Allah’tan başkasına ibâdet ettirmek için nefsine yemin
eden şeytandır. Şeytan tüm fitnelerin müsebbibidir ve kişiyi
Allah’a ibâdetten men etmesi itibarıyla tâğutların başıdır. Şeytan
insanoğlunun ebedi düşmanıdır. Kıyamet gününe kadar insanoğluna
Allah’tan başkasına ibâdet ettirmek için bütün güç ve kuvvetini
harcar:
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 31 -
“Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki,
ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette
oturacağım.“ Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından
ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden
(kimse)ler bulamayacaksın.“ 81; “İblis, “Rabbim! Beni azdırmana karşılık,
andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde
ihlâsa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım“ dedi.“ 82
Şeytan insanoğlunu saptırmak ve Allah’a kulluktan ayırıp kullara
kulluk yaptırmak için uğraş veren bir lanettir. Ve bunun için
yemin etmiştir. Şeytan öncelikle muvahhid kulları küfre davet edip,
iman dairesinden çıkarmak ister. Şâyet bundan ümitsiz olur, muvahhid
bir kulu iman dairesinden çıkaramayacağını anlarsa o zaman
“imana büyük günahlar zarar vermez“ diyerek vesveseleriyle
müslümanı günah bataklığına düşürmek ister. Şâyet bu hususta
başarılı olamaz ise, küçük günahların ibâdetlerle silineceğine dair
vesvese vererek kişiyi küçük günahlara itmeye çalışır. Bununla birlikte
farz ibâdetlerden yoksun bırakmaya, nafile ibâdetleri yerine
getirtmemeye gayret gösterir ve savaş kıyamete kadar bu şekilde
devam eder durur. İşte bundan dolayı Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Bütün yeryüzündeki nimetlerimden helâl olmak,
temiz olmak şartıyla yiyin. Fakat şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o
size belli bir düşmandır.“ 83
2- Allah’ın Şeriatı Dışında Hüküm Koyan: Tâğutların en önde
gelenlerinden bir tanesi de Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara
bırakarak yasamada bulunanlar, Allah’ın helallerini haram,
haramlarını helal yapanlardır. Bu ister tek kişi olsun, isterse de
bir grup, parti ya da devlet olsun fark etmez. Kim Allah’ın indirdiği
hükümleri terk ederek yasamada bulunursa haddini aşmış ve
tâğutlaşmıştır. Zira teşride bulunmak, kanun ve hüküm çıkarmak
ilâhlığın en belirgin vasıflarındandır. Allah’ın indirdiği hükümleri
terk ederek yeni kanun ve hükümler çıkaranlar bu yaptıklarıyla
Allahu Teâlâ’nın hakkını gasbederek tâğutlaşmışlardır.
Böyle bir eylem aynı zamanda Yahudi ve Hristiyan âlimlerinin
yaptıklarının aynısıdır. Zira onlar da Allah’ın kendilerine indirmiş
olduğu şeriatı terk ederek, Allah’ın kendileri için haram kıldıklarını
helal, helal kıldıklarını ise haram yapmışlardır. Allahu Teâlâ şöyle
buyurur: “Onlar, Allah’dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine
Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa onlar bir olan Allah’a
81 7/A’râf, 16-17
82 15/Hicr, 39-40
83 2/Bakara, 168
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Allah’dan başka hiçbir ilâh yoktur. O,
müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.“ 84
İmam Âlûsî bu âyetin tefsirinde şöyle demektedir: “Müfessirlerin
çoğundan nakledildiğine göre din adamlarının yaratıcı olduklarına
inanmıyorlardı. Bilakis onlara emir ve nehiy konusunda
itaat ediyorlardı.“
3- Allah’ın İndirdiği İle Hükmetmeyen Hâkim: Allah’ın indirdiği
hükümlerden başka bir hükümle hükmeden hakimde haddini
aşarak tâğutlaşmıştır. Böyle bir kimse Allah’ın indirdiği hükümlerle
hükmetmeyerek Allah’ın hükmünü terkedip ondan yüz çevirmiş,
beşer aklına dayalı cahiliye kanunları ile hükmetmiş, insanları
Allah’ın kulluğundan uzaklaştırıp, kendilerine kul/köle yapmaktadırlar.
Yeryüzüne kendi egemenliklerini yayarak Allah’ın hükümlerini
kaldırmaktadırlar. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim
Allah’ın indirdiği hükümler ile hükmetmezse; İşte onlar kâfirlerin ta kendileridir.“
85
Şeytan insanoğlunu saptırmak ve Allah’a kulluktan ayırıp kullara
kulluk yaptırmak için uğraş veren bir lanettir. Ve bunun için
yemin etmiştir. Şeytan öncelikle muvahhid kulları küfre davet edip,
iman dairesinden çıkarmak ister. Şâyet bundan ümitsiz olur, muvahhid
bir kulu iman dairesinden çıkaramayacağını anlarsa o zaman
“imana büyük günahlar zarar vermez“ diyerek vesveseleriyle
müslümanı günah bataklığına düşürmek ister. Şâyet bu hususta
başarılı olamaz ise, küçük günahların ibâdetlerle silineceğine dair
vesvese vererek kişiyi küçük günahlara itmeye çalışır. Bununla birlikte
farz ibâdetlerden yoksun bırakmaya, nafile ibâdetleri yerine
getirtmemeye gayret gösterir ve savaş kıyamete kadar bu şekilde
devam eder durur. İşte bundan dolayı Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Bütün yeryüzündeki nimetlerimden helal olmak,
temiz olmak şartıyla yiyin. Fakat şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o
size belli bir düşmandır.“ 86
Câhilî hükümle hükmeden hâkim de haddini aşarak
tâğutlaşmıştır. Böyle bir kimse Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyerek
Allah’ın hükmünü terkedip ondan yüz çevirmiş, beşer
aklına dayalı cahiliye kanunları ile hükmetmiş, insanları Allah’ın
kulluğundan uzaklaştırıp, kendilerine kul/köle yapmaktadırlar.
Yeryüzüne kendi egemenliklerini yayarak Allah’ın hükümlerini
kaldırmaktadırlar. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’ın
84 9/Tevbe, 31
85 5/Mâide, 44
86 2/Bakara, 168
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 33 -
indirdiği hükümler ile hükmetmezse; İşte onlar kâfirlerin ta kendileridir.“ 87
4- Sihirbazlar: Sihirbazlar hakkı gizleyip batılı insanlara güzel
göstermektedirler. Aynen Firavun’un sihirbazları gibi. Zira onlarda
Hz. Mûsâ’nın hak davasını batıl göstermek için sihre başvurmuşlardı.
Bununla beraber sihirbazların yaptığı her büyü şirk ve
küfürle doludur. Bundan dolayıdır ki, Rabbimiz kitabında onlardan
kendisine sığınmamızı emretmektedir: “De ki: Ben, ağaran sabahın
Rabbine sığınırım, Yarattığı şeylerin şerrinden, Karanlığı çöktüğü
zaman gecenin şerrinden, Ve düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden,
Ve hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden.“ 88
5- Kâhinler: Gaybten haber verdiği iddiasıyla insanları kandıran
sihirbazlarda tâğuttur. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasûlü “kim
bunlara başvurursa bana nazil olanı inkâr etmiştir“ diyerek bizleri
ikaz etmektedir.
Bilinmesi gerekir ki, tâğut kavramının içeriği sadece bu beş
kısımdan ibaret değildir. Zira aslen tâğut yukarıda da belirttiğimiz
gibi Allah’tan başka ibâdet edilen her şeydir. Buna göre, bazen
kişinin nefsinin ve hevasının tâğut olduğunu görürüz, Şöyle
ki, kişinin nefsi her neyi emrederse kişi onu güzel görür ve ona
tabii olursa nefsini tâğutlaştırmış olur. Allah’a isyan konusunda
heva ve hevese itaat edilip bağlanıldığında, Allah’ın şeraitine ters
düşse bile heva ve hevesin hak gördüğü hak, batıl gördüğü batıl
görülerek eşyalar üzerinde hüküm verici kaynak tayin edildiğinde
heva ve heves Allah’tan başka ibâdet edilen bir tâğut olmuş olur.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kendi nefsinin arzusunu kendisine
ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?“89; “Hevâsını
(nefsinin arzusunu) ilâh edinen, Allah’ın; (halini) bildiği için saptırdığı ve
kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün
mü?“ 90
Bazı durumlarda özellikle demokrasilerde görüldüğü üzere
millet iradesi tâğut olur. Zira demokrasiler de milletin, halkın yetkisi
asıldır. Demokrasiye göre; İslâm’a zıt bile olsa çoğunluğun görüşü
doğru ve geçerlidir.
Bazı durumlarda vatancılık ve milliyetçilik düşüncesi tâğut
olarak karşımıza çıkar. Milliyetçilik düşüncesi ümmet kavramını
yok etmesi sebebiyle bütün hak ve hukuku vatan anlayışı üzerine
kurmaktadır. Bundan dolayıdır ki, bugün birçok İslâm alimi “kim
87 5/Mâide, 44
88 113/Felak, 1-5
89 25/Furkan, 43
90 45/Câsiye, 23
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
kâfir olsun Müslüman olsun insanların hukukunu vatandaşlık anlayışına
göre bina ederse kâfir olur“ demişlerdir. Çünkü bu düşünce
akîde bağını koparmak, yerine başka bir bağ koymaktır ki, bu
da İslâm’ın bütünüyle bertaraf edilmesidir. Asrımızın tâğutlarının
milliyetçilik düşüncesini toplum içerisinde yaygınlaştırmaya çalışmalarının
altında yatan temel esas da budur. Onlar devamlı surette
vatan için mücadele etmeyi, vatan için yaşamayı ve vatan için
ölmeyi telkin ederler ki bu da putperestliğin ta kendisidir.
Milliyetçilik anlayışına paralel olarak bazen ırkçılık düşüncesi
tâğut olarak karşımıza çıkar. Kişi ırkçılığı kendisi için kabe edinip
onun için mücadele ederse ırkçılığı tâğutlaştırmış olur. Irkçılık düşüncesi
kişiyi öyle bir konuma getirir ki, kişi bütün ölçülerini bunun
üzerine kurar. Dostluk ve düşmanlık gibi tevhid kelimesinin
en önemli esasını akîde bağı üzerine değil ırk bağı üzerine bina
eder. İnsanların dinine bakmaksızın kendi ırkından olanların hukukuna
riâyet ederken, başka ırktan olanların hukukuna riâyet
etmez ki bu da putperestliğin bir çeşididir.
Bazı durumlarda insanlık (Hümanizm) düşüncesi tâğut olarak
karşımıza çıkar. Bu da kişinin Allah’ın şeraitini düşünmeksizin bütün
fiillerini insanlığa yöneltmesidir. Hiçbir dini ayrım gözetmeksizin
insan olması itibarıyla bütün insanlığı dost edinmek, bütün
insanlara eşit davranmak bu düşüncenin dışa yansıyan halidir.
Burada üzülerek belirtmekte fayda görüyorum ki, bazı müfessirlerimizin
tâğut kavramını şeytan olarak tefsir etmeleri üzerine
günümüzün sathi düşünenleri tâğutun sadece şeytandan ibaret
olduğunu zannetmişlerdir. Ve içinde yaşadıkları topluma da böyle
anlatmışlardır. Bu düşünce tarzı da ister istemez toplumların, yeryüzünün
bütününü kaplayan tâğutlardan habersiz kalmalarına
sebep olmuştur. İnsanlar şeytana nefret beslediklerini zannederek
hayatlarının bütününde tâğutlara kulluk ve kölelik etmeye başlamışlar
ancak bunun farkına dahi varmamışlardır.
Sahih bir imanın gerçekleşmesi ancak Allahu Teâlâ’nın istediği
şekliyle tâğutları inkâr etmekle mümkün olur. Tâğut; Allah’tan
başka ibâdet edilen her şeydir. Şeytandan sonra tâğutların en
tehlikelisi ise Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen idari sistemlerdir.
Bir kimsenin mü’min olabilmesi için öncelikle La ilâhe reddi
ile bu tâğutları reddetmesi gerekmektedir. Hayatın hiçbir alanında
tâğutlara, Allah’a muhâlif bir meselede itaat etmemeli, itaat
sözü vermemeli, her 3-5 yılda bir onlara iman tazeleme anlamına
gelecek tavırlara meyledilmemelidir. Tâğutların mahkemelerinin
Müslüman olduğunu iddia eden bir fert için asla yetkili bir kurum
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 35 -
ve kuruluş olmadığı değerlendirilmelidir.
Tâğut ve Tuğyan’ın Çağdaş Boyutu
“Andolsun biz, her ümmete ‘Allah’a kulluk edin, Tâğut’a kulluktan
kaçının’ diye bir elçi gönderdik. Onlardan kimine Allah hidâyet etti. Onlardan
kimine de sapıklık hak oldu. İşte yeryüzünde gezin bakın, başkaldıranların
sonu nasıl olmuş?“ 91
Allah bir şeyi yaratırken onun işleyiş yasalarını, yiyeceğini, hayatını
idame ettireceği rızkını da yaratır. Rabbimiz fizik âlem içinde
insan toplumları için de böyle yasalar koymuştur. Bu yasalara
uygun hareket etmek ilâhi dengeyi devam ettirirken, aksine hareket
etmek bu dengeyi bozar.
Kur’an-ı Kerim, tufan gibi gelen yasaların bir istisnası olan taşkınlıklara
da, ölçüde haksızlık yapan, ahlaki sapmalar içinde olan
insan toplumlarının taşkınlıklarına da tuğyan demiştir.
İnsan topluluklarına uymaları için hayatın çeşitli alanlarına ait
temel buyruklar indiren Allah, bu buyruklardan sapanları tâğut
olmakla suçlamıştır, insanların tuğyanı sadece toplumda kargaşalık
çıkarmaz. Fiziksel alemi, karayı, denizi, havayı, ozonu hatta atmosferin
dışını dahi bozmaktan çekinmeyen bir karaktere sahiptir.
O halde Allah’ın indirdiği ilkelere göre hareket etmeyen, örgütlü
bir düşünce (ideoloji), ilâhi dengelere savaş açmış demektir. Bunun
için tâğut, Allah’a iman edenlerin inkâr etmeleri gereken bir
ilâhtır.
Tâğut, “Tağvâ“ ve “Tuğyan“ mastarlarının çokluğu ve büyüklüğü
ifade eden bir kipinden türemiştir.’ “Tağaâ kök harflerinden
müştak olan “Tâğut“, çokça azan, taşkınlıkta, sınırı aşmada ileri
giden demektir. el-Müfredat sahibi Ragıb el-İsfehani “Tuğyan“
maddesinde konu ile ilgili şu bilgileri vermektedir. “İsyan ve günahta
sınır tanımayacak kadar ileri gitmek“
Tâğut’un kelime anlamı ile çokça azgın haddi aşan anlamına
gelirken, terim olarak da, zorla yahut insanları şartlandırarak kendisine
kulluk ettiren (Firavun gibi) küfrün önde gelenlerine denir.
Ayrıca şeytan, put, sihirbaz, kâhin için de kullanılan bir nitelemedir.
Eğer bir insan Allah’a isyanda ileri gider ve insanları kendi taşkınlığına
ortak yapıp boyun eğmeye zorlarsa tâğut olur. Tâğut bir
kişi olabileceği gibi dini ya da siyasi bir lider, kral, padişah, devlet
91 16/Nahl, 36
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
başkanı olabilir. Sözü edilen güçlerin dayanağı, dayanışma içersinde
olduğu kurumları da tâğut olabilir. Örneğin devlet ve benzerleri
gibi...
İlkelerini Allah’ın direktiflerine dayandırmayan her düşünce,
her kurum ve gelenek bu kavramın kapsamına girer. Hakkı çiğneyen,
ilâhi vahyin ilkelerine savaş açan her düşünce, sistem, ideoloji
ve Allah’ın adını istismar ederek, dinin yerine hurafeler ikâme
eden herkes, tâğut kavramının kapsamına girer.
İnsanları “küfre“ düşüren her kişi, “fuhşa“ sürükleyen her
dünya görüşü, “fesada“ saplanan ve “ifsada’ yönelten her kurum,
her türlü şirk önderliği tâğuttur.
Kısaca tâğut, Yüce Allah’ın onayına dayanmayan herhangi bir
hukuk sistemi, Allah’ın şeriatınca desteklenmeyen her hükümranlık,
otoritesinin meşruiyetini Allah’tan almayan her türlü yönetim,
uygulamasını Allah’ın şeriatı ile test etmeyen her iktidar, hakka
tecavüz eden her zalim düşünce tâğuttur.
Kur’an’da Tâğut’un Kelime ve Terim Anlamları
Türevleriyle birlikte Kırka yakın âyette geçen tâğut, suyun kabarıp
taşması, yatağından çıkıp kenarlara hücum etmesi anlamında
kullanılmıştır. Bu durum, yeni bir ilâhi emirle tabiatin genel
işleyiş kanunlarının dışına çıkmasını ifade eder. Bu tuğyan hali
insanın tuğyanını takiben bir ceza olmak üzere gerçekleşmiştir:
“Sular kabarınca (Tağâ el-mâu), biz sizi akıp giden (gemi)de taşıdık.“ 92
Aynı sûrenin 5. âyetinde de Semud kavminin yok eden fırtınadan
“Tağiye“ kelimesi ile söz edilmiştir. Nuh kavminde olduğu
gibi insanların tuğyanı/ilâhi çizgiden çıkması fiziksel alemin
tuğyanını davet etmiştir: “Bu yüzden Semûd azgın bir olay (tâğıye) ile
helâk edildiler.“ 93
İnsan toplumları için uyulması gereken İlahi yasalar, nebevi
vahiy ile belirlenmişken, azgınlık yapan, zulmü, ifsadı yaygınlaştırarak
Tâğut nitelemesini hak edenleri Rabbimizin hem dünyada
hem de ahirette cezalandırması O’nun adaletinin bir gereğidir.
Dikkatimizi çekmesi gereken husus, insanın tuğyanının, tuğyana
geçmiş maddi bir kuvvet tarafından yetki altına alınmaya çalışılmış
olmasıdır. Ancak tufan ya da fırtınanın tuğyanı yaratıcıdan
izinlidir ve adaletin tekrar ikamesi için son çare olarak devreye
sokulmaktadır.
92 69/Haakka, 11
93 69/Haakka, 5
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 37 -
Tuğyan içinde olanlar sadece kendilerini değil, tüm insanlığı
etkilerler. Hatta sınırsız kalkınma ve ilerleme sloganlarıyla hareket
eden günümüz Batı medeniyetinin dünyayı bir felakete sürükleyecek
teknolojiler üretmesi örneğinde görüldüğü gibi, fiziksel
âlemin ilâhi dengelerini de bozacak bir karaktere sahiptir.
Tâğutların zulümlerine engel olmamak, bütün bir toplumun
helak nedenidir. Semûd kavmi, Mısır’ın Firavunî uygarlığı hep tuğyan
üzere bir yaşam tarzı sürdürdükleri için helak edilmişlerdir:
“Semûd (kavmi) azgınlığı (tuğyanı) yüzünden yalanlandı. En bahtsızları
(şakileri) ayaklandığı zaman, Allah’ın elçisi onlara: “Allah’ın devesine ve
onun su içme hakkına dokunmayın“ dedi: Onu yalanladılar, deveyi kestiler,
Rableri de günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz
etti.“94; “Ve piramitler sahibi Firavun’a bunlar ülkelerde azmışlardı.
(Tâğutluk yapmışlardı). Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin
onların üzerine azab kırbacını çarptı.“ 95
Tuğyânı bir yaşam tarzı haline getirenler menfaatleriyle öyle
bütünleşirler ki, uyarı ve öğüt fayda vermez hale gelirler. Tuğyan
hastalığı dolayısıyla adalet çağrısı yapanların öğütleri onların küfrünü
ve zulmünü daha da arttırır.
“... Andolsun, Rabb’inden sana indirilen, onların, çoğunun azgınlığını
(Tuğyan) ve küfrünü arttıracaktır...“ 96
Tuğyan, insanın kendisini ilâhlaştırması sonucu doğan şer bir
fiildir. “Şimdi sen Firavun’a git; çünkü o azdı (tağâ) 97; “(Firavun): “Ben
size izin vermeden ona inandınız ha? O, size büyü öğreten büyüğünüzdür...“
98
Cibt, cansız put anlamında iken, Tâğut o putu sembol olarak
kullanıp zulüm düzenlerini kuran, bilinçli, azgınlıkta kararlı tavrı
çağrıştırmaktadır.
Nisâ sûresi 51. âyette cibt (put) ve tâğut yanyana ve ayrı anlamlara
tekabül etmek üzere kullanılmıştır. Siyak sibaktan anlaşıldığına
göre ehl-i kitaptan bazı insanlar, Kur’an’ın indirildiği
dönemde müslümanlarla ittifak kurmaları, Kur’an vahyine inanmaları
gerekirken müşriklerle işbirliği yapmışlardır. Bunun nedeni
tevhidi, üçlemeye ya da birtakım kuruntularla şirke yaklaştırmaları
dolayısıyladır.
94 91/Şems, 11-14
95 89/Fecr, 10-13
96 5/Mâide, 64; Ayrıca Bk. 2/Bakara, 15, 6/En’âm, 110, 7/A’râf, 186; 10/Yûnus,
11; 17/Nahl, 60; 23/Mü’minûn, 75; 52/Tûr, 32
97 20/Tâhâ, 24; Ayrıca Bk. 20/Tâhâ, 43; 79/Nâziât, 17
98 20/Tâhâ, 71
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
Nasıl Allah’ın indirdiği yasalara göre hareket etmemek bir
taşkınlıksa, bu taşkınlığa öncülük eden din adamları, rahipler,
hahamlar, kahinler, beyler, paşalar, efendiler, üstadlar da birer
tâğuttur. Çünkü bu kişilere Allah’ın onayından geçmeyen yasalar
koyma yetkisi tanımışlardır. Bu yetkiyi üstlenenler ise ilâhi ölçüleri
çiğneyerek taşkınlık yapmışlar Allah’ın tekelindeki bir imtiyaz
olan egemenliği insanlara vermişlerdir. Bu tutum bir taşkınlık ve
kuralları çiğneme olayıdır. 99
Tâğutların Özellikleri
a- Müstağnilik: Kendilerini, zengin, yeterli, üstün görmeleri, 100
b- Zulüm: Haksızlık yapmayı bir hayat tam olarak sürdürmeleri,
101
c- Kurdukları sömürü düzenin korumak için ellerinden gelen
gayreti göstermeleri; kararlı, bilinçli olarak tuğyanı seçmiş olmaları,
102
d- Fesadı yaygınlaştırmayı bir kazanç vesilesi saymaları, 103
e- Maddi gücü elinde bulundurmak için her türlü haksızlığı
halkına reva görebilmeleri, istikbarı sürdürebilmeleri için halkın
zayıf kalmasına yönelik politikalar icra etmeleri. Örneğin
nüfus kontrolü ve güç kontrolü için bebekleri kesecek kadar
cânîleşebilmeleri. 104
Tâğut’a Kulluk
Tâğuta ibâdet etmekten sakınmak, mü’minlerin temel görevleri
arasındadır. Çünkü, Allah’ın dışındaki nesne, kişi, kurum vb.
ibâdet etmek, Rabbani yöneliş içerisindeki kişiliklere yakışmaz.
Zümer sûresi 17-18 âyette Tâğuta kulluktan kaçınmak ile sözün
en güzeline uymak arasındaki, uyma olayına dikkatimiz çekilmektedir.
Böylece Tâğutun insan ruhunda dolaşan belli belirsiz bir
duygu olmadığını, önemli bir tercihte somut bir şekilde karşısına
alınanın mücadele alanı olduğunu öğrenmekteyiz.
Nefsini tezkiye etmek isteyenler, sözlerin en güzeli olan ilâhi
bildirime uyarlar. Hayatlarını kötülükle, günahla çevrili insanlar
99 Bk. 4/Nisâ, 51-55
100 Bk. 96/Alak, 6-7
101 Bk. 53/Necm, 52
102 Bk. 11/Hûd, 27-32; 26/Şuarâ, 111-116; 71/Nûh, 71/7-25
103 Bk. 89/Fecr, 11-12
104 Bk. 28/Kasas, 4
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 39 -
ise Tâğutun günaha, kirliliğe çağıran sözlerine kulak verirler:
Tâğutun peşinden gidenler, onu öncü, yönetici dost (velî) olarak
kabul ettikleri için, ona ibâdet etmiş olurlar. 105
Tâğut ise kendisini velî edinenleri ateş çukuruna, nurdan
zulümâta götürüp karanlıklar içinde bırakıverirler. 106
Mâide sûresi 60. âyette “maymun ve domuz olun“ denilerek
Allah’ın gazabına uğrayan ehl-i kitaptan bazı kimseler, tâğuta
ibâdet etmekle suçlanmaktadırlar. Somut olarak onlar din adamlarına
tapmış değillerdir. Yani azgın, çizgiden sapmış ve hakka tecavüz
eden otoritelere, onlar, açıkça rükû ve secde yaparak kulluk
yapmıyorlardı. Fakat hahamlara kayıtsız şartsız itaat ettikleri için
bu durum kulluk olarak nitelendirilmekte ve yoldan sapmak şeklinde
anılmaktadır.
Kısaca tâğuta ibâdet edenler, Allah’ın indirdiklerine muhalefet
ettikleri için ilâhi adalet tarafından maymun ve domuz olmakla
cezalandırılmışlardır. Çünkü onlar, Allah’a düşmanlık, Allah’a
“cimridir“ diye iftira etmek, haram yeme konusunda yarışmak, günah
işleyerek tuğyanı hayatlarında kurumlaştırmak vb. şer eylemleri
işlemişlerdir. 107
Tâğut’a Kulluğun Somut Tezahürü: Hâkimliğine Başvurmak
Âyetlerde sözü edilen ehl-i kitaptan olup, Allah’ın önceden
indirdikleri yahut Kur’an’daki hükümler yerine başka bir sistemin
başka bir hüküm merciğinin hakemliğine başvurmak isteyen yahudiler
ve onların yardakçıları münafıklardır. Bu gruplar uymak istedikleri
hüküm kaynağını nevalarından olmakta böylece ilâhlığın
başta gelen yetkisini kendisine yakıştırdıkları için kendileri tâğut
ilan etmiş olmaktadırlar.
Münafıklar Allah’ın dininden meşruiyetini almayan bir kaynağın
hakemliğine başvurarak sonucu hüsranla bitecek bir maceraya
atılmış oluyorlar. “Şunları görmüyor musun? kendilerinin, sana ve
senden önce indirilene inandıklarını soruyorlar da, hakem olarak tâğuta
başvurmak istiyorlar. Oysa kendilerine onu inkâr etmeleri emredilmişti.
Şeytan onları iyice saptırmak istiyorlar.“ 108
Şeytan ve tâğut kelimelerinin ayrı ayrı kullanılmasından anlıyoruz
ki, tâğut şeytanın razı olacağı şekilde yeryüzünde egemenlik
105 Bk. 5/Mâide, 60
106 Bk. 2/Bakara, 257
107 Bk. 5/Maide, 60-65
108 4/Nisâ, 60
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
kuran insanlar anlamına gelmektedir. Ağızlarıyla inandıklarını
söyledikleri halde, hayat tarzı olarak başvuru kaynağı olan ilâhi
bildirgelere ters hareket edenler tâğuttur. Mü’minlerin görevi,
bunları dost tutmamak, inkâr etmektir. “İman edenler Allah yolunda
savaşırlar, inkâr edip küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde
şeytanın dostlarıyla savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır.“ 109
Karanlığın Dostu Tâğutların, Kendilerini Temize Çıkarma Çabası
Allah’ın şeriatını bir yana bırakıp, başka bir kaynağın hakemliğine
başvuranlar, her zaman kendilerinin temiz oldukları iddiasında
bulunurlar ve hatta bu konuda kendilerini temize çıkarmak
için Allah’ın adını bile istismar ederler.
“Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
Kâfirlerin dostları da tâğuttur. (O da) Onları aydınlıktan karanlığa çıkarır.
Onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır.“ 110
Tâğutlar karanlığa yolcu taşıdıklara halde dostlarına hayra, iyiliğe,
uzlaşmaya çağırdıkları mesajını vererek aldatmaya çalışırlar:
“Ya nasıl, elleriyle yaptıkları (kötülükler) yüzünden başlarına bir felaket
gelince, hemen sana geldiler de: “Biz sadece iyilik etmek ve uzlaştırmak
isledik“ diye Allah’a yemin ediyorlar.“ 111
İslâmî Mücadele Yöntemi Olarak Tâğut’u İnkâr
Küfrün kaynağı tâğut, imanın kaynağı ise Allah’tır. Tâğutu
inkâr bir mücadelenin İslâmîliğinin garantisi aynı zamanda başarısınında
teminatıdır. Çünkü Tâğutu inkâr edip Allah’a gönülden
inananlar Urvetu’l-Vuska’ya/kopmaz kulba yapışmıştır. Bu kulbun
yapışanını selamet sahiline ulaştıracağından kuşku yoktur.
“Dinde ikrah yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim
tâğutu inkâr edip Allah’a inanırsa muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir
kulba yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir.“ 112
Tevhid ve adaleti hakim kılma mücadelesi, yeryüzünde görevlendirilmiş
bütün elçilerin ve mü’minlerin uymakla yükümlü, oldukları
bazı temel ilkeler üzerinde yükselir. Bu ilkelerin en başta
geleni tâğutu inkâr etmektir; İslâmî kimliğin toplumsal hayata
yansıyan bariz vasfı tâğuti otoriteye, bu otoriteyi temsil eden kurumlara
ve şahıslara açık bir red tavrına sahip olmasıdır.
109 4/Nisâ, 76
110 2/Bakara, 257
111 4/Nisâ, 62
112 2/Bakara, 256
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 41 -
Tâğut kavramı kendini yeterli ve Allah’tan bağımsız olarak
görüp azgınlaşan Allah’ın uluhiyetine (Hanlığına) ve Rabbliğine
karşı tuğyan İçinde olan her tür kişi ve kurumu kapsar. Bu yönüyle
açıkça şeytanın tarafında yer alan ve Allah’ın dininin yeryüzünde
ortaya çıkma biçimlerine ve nişanelerine (Örneğin; başörtü zulmü,
faiz yasağını alaya almak, hadleri alaya almak, ihramla, haccın rükunlarıyla
dalga geçmek) karşı savaş açan yerel ve evrensel dünya
sistemleri birer tâğuttur. Nasıl Firavun nüfusu kontrol ederek insanların
neye saygılı neye saygısız olması gerektiğini tespit ederek,
eline geçirdiği güçle şirk sistemini hakim kılarak tâğutlaştıysa
günümüzün Firavunları da geniş kitleleri, zayıf bırakarak, genel
servetten mahrum kılarak, sömürü politikalarıyla insanları esip
sindirmektedirler. Bu nitelikleriyle tâğut insan haysiyet ve onuruna
aykırı olarak zalim küfre dayalı bir sistemi göğüslere vesvese
vererek, şartlama yoluyla medya ve benzeri güçleri kullanarak,
yahut askeri kaba kuvvete zor ve şiddete dayalı olarak mahrum
kitlelere emperyalist sistemini dayatanlardır.
Tâğutu inkâr, sözde kalmaması gereken bizzat yaşamayı da
içeren bir şekilde egemenliğin tümünü Allah’a hasretmeyi gerektirir.
Tevhid kelimesinde Allah’tan başka tüm otoriteleri reddetmek
anlamına gelen “lâ“ demek nasıl Allah’a imanın bir ön şartıysa,
tâğutu inkâr da Allah’a yönelmenin bir ön şartıdır.
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde vardır.
Müjdele kullarımı. Onlar ki sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar,
işte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir. Ve onlar akl-ı
selim sahibidirler.“ 113
İslâmî kimliğin en belirgin vasıflarından biri tâğuti güçlere
karşı tavır almaktır. Allah’ın değil sistemin rızasını kazanmaya
çalışan sözde mukaddesatçı, muhafazakarlıkta ölçüsüz oluşumlar
İslâmîlik iddiasında bulunamazlar. Günümüzde İslâmîlik iddiasındaki
birçok oluşum mevcut şirk sistemine yaklaşımda ve kurduğu
yapısal ilişkilerde genelde tâğutla uzlaşmacı sentezci bir yaklaşımı
benimsemektedirler.
Uzlaşmacılık, İslâmî olmak iddiasındaki bir mücadelenin esası
olamaz. Devleti, “ebed-müddet“ olarak görüp adeta Allah’ın
hâkimiyetine ortak koşarak masum telakki etmek, yaptıklarını
sorgulamamak, hatta İslâm’a karşı açılmış bir savaşı sevap getiren
bir “ictihad“ olarak nitelemek, sorunu yöneticilerle ve yöneticilerin
uygulamalarıyla sınırlıymış gibi görmek, olsa olsa safdilliktir.
Devlet, şahısların iradelerinin üzerinde bir yapı ve işleyişe sahiptir.
113 39/Zümer; 17-18
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
Tâğuti bir karaktere sahip olan devleti “aynı gemideyiz“ edebiyatı
ile koruyucu, kollâyıcı pozisyon içerisine girmek son derece yanlıştır.
Bu tutum, 1960’larda İslâmî duyarlılığı olan kitleleri Missuri
Zırhlısından çıkan Amerikan askerlerini koruma ve kollama görevi
amacıyla, solculara karşı kışkırtan basiretsiz noktalara kadar uzanmıştır.
Mevcut şirk sistemini doğru tanımlamak, neye sahip çıkıp
çıkmamamız gerektiğini belirlemek için elzemdir. Missuri Zırhlısı
örneğinde görüldüğü gibi geleneksel anlayış ve yapılanmalarının
olumsuz mirasına dair önemli ipuçları vermektedir. Temelinde
iyi niyet bulunan birçok muhafazakâr yapı, adeta Allah’ın değil
tâğutun rızâsını kazanma kaygısıyla oluşturulmuştur.
Mevcut durumu ve câri sistemi kutsamaktan ötürü, geçmiş
yıllarda Kur’ani düşünce ve Kur’ani kavramların önü kapatılmıştır.
Müslüman isminin önüne sağcı, muhafazakar, mukaddesatçı,
milliyetçi vb. sıfatlar eklenmiştir. Dünya sisteminde faşizmin
moda olduğu yıllarda milliyetçilik sıfatı nasıl tâğutun bir dayatması
ise, Körfez Savaşı’ndan sonra kurulduğu iddia edilen “Yeni
Dünya Düzeni“nde de liberal, demokrat, sivil toplum gibi sıfatlar
tâğutun birer dayatmasıdırlar. Müslüman kimliğinin önüne böyle
bulandırıcı sıfatlar eklemek değiştirmek zorunda olduğumuz şirkin
değerlerine teslimiyete yol açar.
İslâmî mücadele evrensel ya da yerel, geleneksel ya da modern
tâğuti oluşumlara karşı net, tavizsiz, devrimci bir tavrı gerektirir.
Çünkü tâğutu inkâr Allah’a imanın bir ön koşuludur. Bu tavır
bütün peygamberlere emredilmiştir. Çünkü ilkelerin, zamanın
değişmesiyle, düşmanın farklılaşmasıyla hükmü ortadan kalkmaz.
Egemen şirk sistemi zamana ve zemine göre müslümanları çeşitli
yerlere yama olarak eklemek isteyecektir. Bu dayatmalar karşısında
tavizkar bir tutum sergilemek İslâmî ilkelerin tasfiyesine kadar
gidebilecek çıkmaz bir sokaktır.
Zamanın egemen güçleri, Peygamberimizle de ilkesel uzlaşılara
girmek istemiştir. Ancak Allah Teâlâ O’nun kalbini bu tür oyunlara
karşı sağlamlaştırarak sapmayı önlemiştir. “Onlar istediler ki sen
onlarla uzlaşasın da onlarda seninle uzlaşınlar.“ 114
Tâğutların sonu ateş çukurlandır: “Cehennem de durmadan gözetlemektedir.
Azgınlar (tâğutların) varacağı yerdir.“ 115
“Bu böyledir. Fakat azgınlara (tâğutlara) da en kötü bir gelecek
114 68/Kalem, 9
115 78/Nebe’, 21-22
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 43 -
vardır: Cehennem. Oraya girecekler. Ne kötü bir döşektir O!“ 116
Tâğut, tuğyanın bilinçli bir yayıcısı, zulmün ele basısı, lideridir.
Adaletin çağmalarına da ilkin tâğutlar karşı çıkarlar. Tâğutların tarih
boyunca geçerli bir özelliklerine Rabbimiz dikkatimizi çekerek,
İslâmî, mücadeleyi üstlenmek isteyen mü’minlerin işe, “tâğutu
inkâr“la başlamalarını emretmektedir. 117
Tâğutun Mahkemelerine Müracaat
Kur’an’da şöyle buyrulur: “(Ey Muhammed!) Sana indirilen
Kur’an’a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor
musun? Reddetmekle emrolunmuşken tâğuta muhakeme olmak
istiyorlar. Oysa şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak istiyor. Onlara:
‘Allah’ın indirdiğine (kitaba) ve Rasûle gelin (onlara başvuralım)’ denildiği
zaman münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.“ 118
Tâğutun mahkemesine müracaatla ilgili bu âyetten farklı hükümler
çıkarılmakta ve farklı yorumlar yapılmaktadır. Bu âyette
dikkatimizi çekmesi gereken odak kelime, bana göre “yurîdûne/
isterler (istiyorlar)“ ifadesidir. Bir kimse İslâm devletinde bile yaşasa,
sadece tâğutun hükümleriyle muhakeme olmak istese bu isteğiyle
küfre girmiş olur. Tersine; bir kimse istemeden böyle bir mahkemede
muhakeme olsa bu, küfür olmaz. Meselâ bir müslümanı
polisler evinden alıp götürüyorlar. Sonra mahkemeye çıkartıyorlar.
Bu, elbette küfür de değildir, haram da değildir. Zulmen mahkemeye
çıkarılmak. Benzer şekilde bir zulümle karşı karşıya kalsa ve
hakkını İslâmî bir kurum (Allah’ın hükmüne göre işleyen bir İslâm
mahkemesi) olmadığı için müslümana has şekilde alamıyorsa, zulme
rıza göstermenin de haram olduğunu değerlendirip bir zulmün
def edilmesi için (başka alternatif bulamadığı için) istemeye
istemeye mahkemeye gitmesi yukarıdaki âyetteki tehdidin içine
insanı koymaz diye hükmedilebilir. Ama bu husus kişinin gönlünün
tatmin olmasına bağlıdır. Hadiste “Fetvayı alsan da kalbine danış“
buyrulmaktadır. Mümkün ki, azimet-ruhsat ayrımı yapılabilir.
İslâm’ın temel ilkelerinden biri, tâğutu reddetmek olduğu kadar,
bir diğeri zulme engel olmaktır. Zulüm, ancak mahkeme yoluyla
engellenebiliyorsa, dinin ölçülerine uymak kaydıyla ondan
yararlanılabilir. Delil, hilfu’l-fudûl kurumudur.
Hilfu’l-Fudul nedir, bu konuya açıklık getirelim:
116 38/Sâd, 55-56
117 Fevzi Zülaloğlu, Haksöz-Haber
118 4/Nisâ, 60-61
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
Hılfu’l-Fudûl
Hılfu’l-Fudûl; Zulme karşı İslâm öncesi Arapların yaptığı Hz.
Peygamber’in de katıldığı antlaşma demektir.
Bütün cahili toplumlar gibi İslâm öncesi Arap toplumu da kuvvet
sahibi zorbaların hâkim olduğu, zulüm ve haksızlığın kol gezdiği
bir toplumdu. Fil olayının yirminci yılında Ficâr savaşı olarak
adlandırılan kanlı kabile kavgalarından sonra Mekke’de hiçbir yabancı
ve koruyucusuz kimsenin mal, can ve namus güvenliği kalmamıştı.
İşler çığırından çıkmıştı. Yabancı tacirlerin malları alınır,
parası ödenmezdi. Hac için gelenlerin hoşa giden kadın ve kızları
zorla ellerinden alınır, kimsenin feryadına kulak asılmazdı.
Böyle bir ortamda Yemen Zebid kabilesinden bir adam
Mekke’ye satmak için bir deve yük mal getirmişti. Mekke’nin ileri
gelenlerinden As b. Vail, Zebidî’nin mallarını almış fakat parasını
ödememişti. Zavallı Zebidî parasını almak için Mekke’nin güçlü
ailelerine başvurdu ise de bir sonuç alamadı. Başvurduğu kimseler
yardım etmek bir yana, aşağılayarak kovmuşlardı adamı.
Uğradığı zulümden bağrı yanan Zebidî, bir sabah Ebu Kubeys
dağına çıkarak Kâbe çevresinde toplanan Mekke halkına, “ey Fihr
halkı“ hitabıyla uğradığı zulmü şiir biçiminde haykırdı. Bunun
üzerine Hz. Peygamber’in amcası Zübeyr bir daha böyle olayların
tekrarlanmasını engellemek düşüncesiyle girişimlerde bulundu.
Kendisine katılan Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris ve Teymoğullarının
ileri gelenleri ile birlikte Mekke’nin zengin ve saygı değer
adamlarından Abdullah b. Cud’an’ın evinde toplandılar. Uzun
görüşmelerden sonra Mekke’de hiçbir yabancı ve yerli kimsenin
zulme uğramasına meydan verilmemesi, hakları alınıncaya kadar
mazlumların yanında hareket edilmesi yolunda karar aldılar.
Yakubî’ye göre antlaşma şu şekilde gerçekleştirildi:
Abdulmuttalib’in kızı Atike veya Beyda ortaya hazırladığı bir çanak
koku koydu. Oradakiler birer birer ayağa kalkıp elini çanaktaki
kokuya batırarak, “Vallahi, bundan böyle Mekke’de yerli olsun,
yabancı olsun, zulme uğramış hiçbir kimse bırakmayacağız. Zulme
meydan vermeyeceğiz. Mazlumlar zâlimlerden haklarını alıncaya
kadar mazlumlarla birlikte hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl
parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir dağları yerlerinden
silinip gidinceye, Kâbe’ye istilam ibâdeti ortadan kalkıncaya
kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz“ diye and içtiler.
Bu antlaşma, daha önceki zamanlarda aynı amaçla Cürhüm
ve Katura kabilesinde Fadl ve Hidayl adlı birkaç kişinin
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 45 -
yaptıkları andlaşmaya çok benzediği için onların adına izafe edilerek
“Fadl’ların andlaşması“ anlamındaki “Hılfu’l-Fudûl“ olarak
adlandırılmıştır. Fudûl kelimesi “fazlalık şey“ anlamına da gelmektedir.
Bu antlaşmayı yapanlar zulmedenlere fazladan zulmen
alınan mallarını geri vermek üzere yemin ettikleri için bu isimle
anılmıştır da denilir.
Andlaşmaya katılanlar ilk iş olarak As b. Vail’in kapısı önüne
dikilmiş ve ondan Zebidî’nin hakkını almışlardır. Daha sonra da
benzeri olaylarda zulmün ortadan kaldırılması yolunda başarılı
girişimleri olmuştur. Bunlara örnek olarak anılan iki olay şöyledir:
Has’am kabilesinden birisi kızı ile birlikte Hac için Mekke’ye
gelir. Mekke’nin güçlü kişilerinden Nübeyh b. Haccac çok beğendiği
kızı babasının elinden zorla alarak evine kapatır. Kızını kurtarmak
için çırpınıp duran adama Hılfu’l-Fudûl’a başvurması tavsiye
edilir. Adamın başvurusu üzerine hemen Nubeyh’in evi kuşatılır
ve çaresiz kalan zalim, kızı babasına teslim eder.
Sumale kabilesinden bir tacir mallarını bir kısmını Mekke reislerinden
Ubey b. Halef’e satar. Ancak Ubey üzerinde anlaştıkları
bedeli tacire ödemez. Hılfu’l-Fudûl’a başvuran adama, “şimdi sen
hemen Ubey’e git ve ona Fudulî’lerden geldiğini, ödemeyi derhal
yapmazsa biıim gelişimizi beklemesini söyle“ derler. Bu haber
Ubey’e ulaşınca vakit geçirmeden adamın parasını öder.
“Fadl’lar Andlaşması“na, o zaman yirmi yaşlarında olan Rasûl-i
Ekrem (s.a.s) de katılmıştır. Ahmed b. Hanbel’in rivâyetine göre
Hazret-i Peygamber bu antlaşma hakkında şöyle demiştir: “Abdullah
b. Cud’an’ın evinde yapılan And’da ben de bulundum. Bence o and
kırmızı tüylü bir deve sürüsüne malik olmaktan daha sevgilidir. O zaman
Haşim, Zühre ve Teym Oğulları, deniz bir kıl parçasını ıslatacak kadar suya
malik oldukça mazlumlarla birlikte bulunacaklarına and içmişlerdi. Ben
ona İslâm devrinde bile çağrılsam icabet ederdim.“ 119
Andlaşmaya katılanlar sonradan aralarına başka kimseleri
alamadıkları için onların ölümüyle “hılfu’l-fudûl“ son bulmuştur.
Fakat fiilen devam etmese de yıllarca sonra bile hılfu’l-Fudûl’dan
söz etmek zâlimleri korkutmaya yetmiştir. Nitekim Muaviye’nin
yönetimi döneminde Medine valisi Velid b. Utbe, bir meseleden
dolayı kendisine zulmetmeye kalkışınca Hazreti Hüseyin, “vallahi,
ya adalete riâyet eder hakkımı verirsin, yahut kılıcımı sıyırarak
Rasûlullah’ın Mescidi’nin kapısına dikilir halkı Hılfu’l-Fudûl’a davet
ederim.“ diyerek onu tehdit etmiştir. Bunu duyan Abdullah b.
119 Ahmed b. Hanbel, I,190, 193
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
Zübeyr, “Vallahi, eğer Hüseyin böyle bir davette bulunacak olursa,
ben de kılıcımı çeker, ona adalet üzerine hakkı verilinceye kadar
onunla birlikte ayaklanırım, yahut hep ölürüz“ demiş, buna daha
başkaları da katılınca Velid çaresiz Hazreti Hüseyin’e hakkını teslim
etmiştir. 120
Bir müslüman, günümüz şartlarında mahkemede kendini savunabilir.
Mahkemeye zorla çıkarılabilir. Çıkmak zorunda bırakılabilir.
Bu konularda şirk ve haram olduğu kesin olan şeylerden
sakınmak kaydıyla mahkemelerden yararlanabilir. Aynen belediyeden
yararlandığı gibi. Esnafın vergi karnesini işyerine asıp ondan
yararlanması (ceza gibi zararlardan korunması) gibi.
Bütün bunlar yasak kapsamına girme ihtimali olan hususlar
olduğu için sonra da istiğfar ve tevbe etmesi, aynı zamanda İslâmî
devlet için çalışması ve bu tür İslâm açısından riskli şeyleri zorlayan
gayri İslâmî düzene tavır alması (varsa, bu konudaki) günahlarına
kefaret için terk edilmemesi gereken önemdedir.
Ama adalet bekleyerek, mecbur olmadan, çok büyük bir zararın
def’i gibi bir zaruret bulunmadan tâğutların mahkemesine
müracaata caiz demek çok zordur.
Sözün özü: zarar büyükse, zarardan/zulümden sakınmak için
hilful fudul örnek alınabilir. Bu ifadeler, kesinlikle bir fetva mahiyeti
taşımaz. Mü’minler, kalbine danışmalı ve kendileri karar vermelidir.
Şirk Toplumunda İslâmî Hayat
(Tâğutun Mahkemesine Gidenin Durumu)
Özellikle devlet düzeninde şirkin hâkim olması hayata dair
birçok sorunları da gündeme getirmektedir. Zira bugün halkı yönetenler
hiçbir hususta Allah’ın indirdiklerine itibar etmiyorlar.
Bundan dolayı birçok noktada olumsuz şeylerle karşılaşabiliyoruz.
Bunlardan biri, günümüz tâğutlarının mahkemelerinde muhakeme
olmaktır. Acaba günümüz tâğutlarının mahkemelerine yapılan
her türlü müracaat sahibini dinden çıkaran bir amel midir?
Müslüman bir kimse elindeki tüm imkânları kullanarak bu
mahkemelere muhakeme olmaktan kaçınmalıdır. Özellikle davetçiler
bu konuda çok titiz davranmalıdır. Zira onlar toplumun içinde
örnek alınan şahsiyetlerdir.
Ancak, bir Müslümanın büyük bir malı gasp edilmişse ve
120 Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 440-441
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 47 -
tâğutun muhakemesine gitmeksizin uğradığı zararı kaldırma
gücü yok ise bu durumda tâğutun muhakemesine başvurabilir.
Çünkü bazı ihtiyaçlar zaruret durumundadır.
Bir de büyük miktardaki bir malın gasp olunması bir tür ikrah
mânâsını taşır. Dolayısıyla böylesi bir durumda bu mahkemelere
başvuran kişiler küfre girmezler.
Bir kişi Şeyh Abdurrazzak Afifi’ye böyle bir soru yöneltmiştir.
O da cevaben şöyle demiştir: “Müslüman gücü yettiği kadar
tâğutların mahkemesine başvurmasın. Şâyet başka bir alternatifi
yoksa başvurabilir. Hatta Seyyid Kutup, Mısır’da Muhammed Kutub
kanun dışı olarak yakalanınca mahkemeye başvurmuştur.“ 121
Fakat Şeyh Hamid bin Atik, Şeyh Süleyman bin Sehman gibi
bazı âlimler “inkâr etmekle emrolundukları halde tâğuta muhakeme
olmak istiyorlar“122 âyetinin zâhirine bakarak hiçbir şekilde tâğutun
mahkemelerine muhakeme olmayı caiz görmemişler.
Hâlbuki bu âyetin nüzul ortamında İslâm şeriati hâkim idi ve
o zamanın atmosferi ile bizim içinde bulunduğumuz ortam bir
değildir. Zira bizim içinde bulunduğumuz ortamda İslâm şeriati
hâkim değildir. Her iki ortamın arasındaki bu büyük farkı görmezlikten
gelerek birbirine kıyas yapmak kıyas-ı maal fârıktır. (Yani
ilgisiz şeylerin birbiri ile kıyaslanmasıdır.)
Ayrıca Rasûlullah (s.a.s.) mazlumların hakkını korumak için
müşriklerin kurmuş olduğu müesseseye iltica etmeyi, sığınmayı
caiz görmüştür.
İmam Ahmed’in Musned’inde ve Müstedrek’te geçen bir
rivâyette Rasûlullah (s.a.s.) “Çocukken amcalarımla birlikte Hılfu-l
Mutayyibin’e şâhit oldum. Bana kırmızı develer verilse bile bu anlaşmayı
bozmam“ buyurmuştur.
Yine mürsel olarak gelen bir başka rivâyette ise “Şâyet bugün o
anlaşmaya çağrılsam giderdim“ buyurduğu nakledilmiştir.
Konuya dair Şeyh Muhammed bin İbrahim şöyle der: “Helâlı
haram, haramı helâl kılma konusu olmadığı müddetçe aşiret reislerine
sulh yapmak için başvurulabilir. Fakat hüküm vermek için
başvurmak caiz değildir. Zira aşiret reislerinin çoğu cahil insanlardır.
Onlara tahakküm yetkisini vermek tâğuta muhakeme olmaktır.“
123
121 Münir Gadban, Hareket Metodu, s: 74
122 4/Nisâ, 60
123 Fetvalar, 12/292
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
Maalesef bu taksimatlardan habersiz olan bazı cahil kişiler
mahkemeye giden herkesi tekfir ederler. Hatta bazıları işi iyice
abartarak tâğutun karakollarına gidenleri de tekfir ederler. Kişinin
bu karakola niçin gittiğini araştırma gereği bile duymazlar.
Dolayısıyla İslâm’ın caiz gördüğü bir şeyi yasaklar, İslâm’ın
genişlettiğini darlaştırırlar. Kişinin içinde bulunduğu zamana ve
zemine bakmadan kendileri gibi düşünmeyen herkesi tekfir ederler.
Bu yaptıklarıyla âlimlerin içtihadına hayat hakkı tanımazlar.
Kur’an’dan ve sünnetten bazı âyet ve hadisleri kendi düşüncelerini
doğru göstermek uğruna istismar ederler. 124
Tâğuta Küfür, Tâğutun Yaptığı İyilikleri İnkâr
Edip Görmezden Gelmeyi de Kapsar
Bakara 256’daki âyet: “Fe men yekfur bi’t-tâğuti / Kim tâğuta küfrederse…“
diye başlıyor. Âyette geçen “tâğuta küfretmek“ nasıl
olur ve neleri kapsar? Bu soruyu cevaplamak için “küfür“ nedir,
onu tahlil etmek gerekir.
Küfür, “ke-fe-ra“ fiil kökünden masdar olup, lügatta ‘bir şeyi
örtmek’ demektir. Bu anlamıyla tohumu toprağa eken ve böylece
onu örtüp gizleyen çiftçiye küffar denildiği gibi, kılıcı örttüğü için
kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta
da kâfir denir. Bazı ibâdetler ve tevbe de birtakım günahları örttüğü
için bunlara da keffare(t) denilmiştir. Kâfir kişi de Allah’ın
varlığını, âyetlerini, nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten,
bilmezlikten gelip inkâra gittiğinden bu ismi almıştır. Küfür kelimesi,
Türkçe’de inkâr kelimesiyle karşılanır. Küfretmek; inanmamak,
inkâr etmektir.
Kur’an, imana yüklediği tüm anlamların zıtlarını küfür kelimesine
yüklemiştir. Zaten küfür de, bir inançtır; olumsuz bir inanç.
Göğüsler iman için açıldığı gibi, küfür için de açılır. 125
“Küfür“, “iman“ın zıddıdır. Küfrü tanımak için zıddı olan imanı
tanımak gerekir. İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı,
birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat
etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına
gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar.
Demek ki küfür de “birini sözünde tasdik etmemek, onaylamamak,
kabullenmemek ona itimat etmemek, onu gönülden
benimsememek, ona güvenmemek demektir.
124 Alaeddin Palevî, Mühim Soruların Cevabı, s. 160 -161
125 16/Nahl, 106
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 49 -
Küfür kelimesinin yukarıdaki anlamından yola çıkarak,
“tâğuta küfretmek“, tâğutun varsa nimetlerini veya hükümlerini
görmezlikten, bilmezlikten gelip inkâr etmek gerekiyor, demek
zorundayız. Buraya kadar küfür kelimesinin salt lügat anlamından
çıkan zarûri bilgileri aktarmış olduk. Kelimenin bu anlama
geldiğinden “tâğuta küfür“ kavramını bu doğrultuda şöyle açıklamamız
gerekir:
Tâğuta nasıl küfredilir, tâğutun neyini, nesini inkâr edip örteceğiz,
neyi yok sayacağız? Tâğutun kendisini yok saymak, görmezlikten
gelmek, onun varlığını inkâr etmek kast edilmiş olabilir
mi? Hayır, olamaz! Çünkü tâğutun varlığını kabul edecek ki, onun
hükümlerinin veya mahkemelerinin varlığını anlasın ve kanunlarını
ve mahkemelerini kabul etmesin.126 Varlığını kabul edecek ki,
ondan (tâğuta kulluktan) kaçınsın. 127
Küfür, aynı zamanda nimetleri inkâr, iyilikleri görmezlikten
gelmek, yani nankörlük demektir. Kur’ân-ı Kerim’de tam 30
âyette küfür kelimesi, nankörlük anlamında kullanılır. Nankörlük,
nimete karşı küfür, iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek,
yok saymak demektir.
Nankörlük kelimesi dilimize, Farsça’dan geçerek yerleşmiş bir
kelimedir. Arap dilinde nankörlük; “küfrân“ ya da “küfrânü’nnimeti“
kelimeleriyle ifade edilmektedir. Nankör kimseye de
“kâfirü’n-nimeti“ denilir. Nankörlük; bir insanın başka bir insana
karşı ya da Rabbine karşı nankörce davranmasına göre iki yönden
ele alınabilir. İkinci tür nankörlük, insanın Rabbine karşı olan
nankörlüğüdür. Zira bunda, insanın küfre girme ihtimali büyüktür.
Her ne kadar küfür ile nankörlük ilk bakışta birbirlerinden tamamen
farklıymış gibi görünseler de aralarında çok yakın bir benzerlik
vardır. Birincisinde; Allah’ın varlığını, birliğini ya da inanmamızı
emrettiği hükümlerini inkâr etme söz konusudur ki, bu açıkça
küfürdür. Allah’ın verdiği nimetleri inkâr etmek, onları unutmaya
çalışmak ya da unutmuş görünmek de haddi zatında küfürdür.
Zira her iki durumda da, ikrar edilmesi vacib olan hakikatleri inkâr
etme söz konusudur.
Kur’ân-ı Kerim’de, insanların Allah’a karşı nankörlüğünden
söz edilirken, “nankör“ ve “nankörlük“ kelimelerinin, “küfr“
kelimesiyle ifade edildiğini görüyoruz: “...Nankörlük ettikleri için
(bimâ keferû) onları işte böyle cezalandırdık. Biz, nankör (kefûr) olandan
126 4/Nisâ, 60
127 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
başkasını cezalandırır mıyız?“ 128
“Yanında kitabdan bir ilim olan kişi; sen yerinden kalkmadan önce
onu sana getirebilirim, dedi. Süleyman tahtı yanına yerleşivermiş görünce;
bu, şükür mü edeceğim yoksa küfür (nankörlük) mü edeceğim diye
beni sınayan Rabbimin lütfundandır. Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş
olur, nankörlük eden de (ve men kefera) bilsin ki Rabbim Ganî’dir,
Kerîm’dir.“ 129
“Allah, size güven ve huzur içinde olan bir kasabayı misâl verir; her
taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah’ın nimetlerine nankörlük
ettiler (keferat bi-enumi’llâh). Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık
açlık ve korku belâsını tattırdı.“ 130
Yukarıdaki âyet meallerinin ilkinde geçen “nankörlük ettikleri
için“ sözü, Kur’an’daki “bimâ keferû“ kelâmının mealidir. “Nankör“
kelimesi de “kefûr“ sözünün mealidir. Aynı şekilde, ikinci ve üçüncü
âyetlerde geçen “nankör“ ile “nankörlük“ kelimelerinin tümü,
“küfr“ kelimesinin türevleridir. 131
İşte, Farsçadan Türkçeye geçtiği şekliyle nankörlük demek
olan Kur’an ifadesi olarak “küfür“ Kur’an’daki ikinci anlamıyla nimeti
tanımamak demektir. Nimetleri inkâr, iyilikleri görmezlikten
gelmek demektir. Kur’ân-ı Kerim’de tam 30 âyette küfür kelimesi,
işte bu anlamda, nimeti görmezlikten gelme, yani nankörlük anlamında
kullanılır. Dolayısıyla, Kur’an’da 30 âyette geçen “küfür“
kelimesi, “nimete karşı küfür, iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı
inkâr etmek, yok saymak“ anlamında kullanılmıştır. Kur’an’ın en
doğru tefsiri yine Kur’an’la yapılır. Kur’an’daki “Tâğuta küfür“132
kelimesinin tefsiri de, Kur’an’dan yola çıkarak; “iyilikleri örtmek,
nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak“ olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz.
“Tâğuta küfür“ kavramını başka türlü izah etmek zordur. Eğer
buradaki “küfür“ kelimesinden “red, reddetmek“ anlamı kast edilseydi,
“redd“ kelimesi kullanılırdı. Bilindiği gibi reddetmek anlamındaki
“redd“ kelimesi Arapça’dır ve Kur’an’da (türevleriyle
birlikte) tam 62 yerde kullanılmıştır. Başka yerde kullanılan “redd“
kelimesi, Bakara 256’da kullanılmamış, “küfür“ kelimesi kullanılmıştır.
Demek ki, buradaki küfür kelimesini “redd“ anlamı vermek
doğru değildir. Zaten Kur’an’da diğer âyetlerde de “küfür“
128 34/Sebe', 15-17
129 27/Neml, 40
130 16/Nahl, 112
131 Halid Erboğa, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 50-51
132 2/Bakara, 256
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 51 -
kelimesi, redd anlamında kullanılmamıştır ki, bu âyette kullanılmış
olsun. Ama küfür kelimesi, Kur’an’da tam otuz yerde “nimetleri,
iyilik ve yardımları yok saymak, iyilikleri örtmek, inkâr etmek“
anlamında kullanıldığına göre, bu âyette de o anlamda kullanılmıştır
diyebiliyoruz.
Kur’an, bizden tâğutların iyiliklerini örtmemizi, onların yardım
ve iyiliklerini görmezden gelip yok saymamızı, yani inkâr etmemizi
istemektedir. Kur’an bunun örneğini de bizzat kendi tavrıyla
gösterir. Meselâ Kur’an, bazı (tâğut olmayan) kâfirlerin bazı
olumlu taraflarını ifadeden kaçınmaz: “Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki,
ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iâde eder...“133
İçki ve kumar hakkında da benzer tavır takınılır: “Sana şarap ve kumar
hakkında sorarlar: De ki: ‘Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar
için birtakım faydalar vardır. Ancak, her ikisinin de günahı faydasından
daha büyüktür...“134 Fakat Kur’an, hiçbir âyette tâğut kategorisine
giren İblis’in, şeytanın, Firavun, Nemrud, Ebû Cehil gibi şahısların
olumlu taraflarından bahsetmez. Onların iyi taraflarını örter, yok
sayar.
Kur’an, onların hiçbir iyiliğini görmezlikten gelerek örnek olduğu
gibi, bizim de tâğutlar konusunda benzer tavır takınmamızı,
onların iyiliklerini örtmemizi, yani küfredip inkâr etmemizi istiyor.
Çünkü o tâğutlar, sıradan kâfir gibi değildir. Biz, tâğut olmayan
kâfirlerin olumlu yönlerini anlatabiliriz. Ama tâğutların asla.
Çünkü onlar, yüz binlerce belki milyonlarca insanın şirke düşmesine,
Allah’a isyan etmesine ve Cehenneme doğru adım atmasına
insanları teşvik ediyorlar, hatta zorlayıp yönlendiriyorlar. Kişileri
Allah’ın indirdiği kanunlardan mahrum bırakıyor, kendi kafalarından
çıkardıkları hükümlerle insanlara hükmederek onları Allah’ın
azâbına sürüklüyorlar. Böyle büyük cinâyetler işleyen tâğutların
insanlara dünyevî yönden bazı faydalar sağlaması gündeme getirilecek
önemde midir? O küçük faydaların gözönüne getirilip
inkâr edilmemesi, o tâğutların büyük cinâyetlerini örtbas etmeye
götürebilir. Kanserden can çekişen bir adamın ayağındaki mantarla
uğraşmak veya binlerce adam öldürmüş seri katil bir canavar
kişinin bu cinâyetlerini görmezden gelip dilenciye verdiği yardımı
öne çıkarmak gibi bir şeydir bu.
Kur’an, o yüzden sıradan kâfirlerden ayrı “tâğut“ kavramından
bahseder ve bu özellikteki insanlara karşı tavır almamızı, onları
(yaptıkları iyilikleri) inkâr etmemizi emreder. Bunu iman için
133 3/Âl-i İmrân, 75
134 2/Bakara, 219
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
bir esas kabul eder. Bu imanî esası çok iyi anlayan peygamberlerden
hiçbiri, kendi dönemlerindeki tâğut saydıkları yöneticileri
en küçük çapta olumlu bir özellikleriyle zikretmemişler, onların
hep kötülük odakları olduğunu bildirip onlarla hep mücadele etmişler.
Sadece kendileri onlara tavır almakla yetinmemişler, kavimlerine
onlara kulluktan, yani itaatten kaçınmaları gerektiğini
ısrarla hatırlatmışlardır: “Andolsun ki, Biz her kavme; ‘Allah’a ibâdet
edin, tâğuttan (tâğuta kulluktan) kaçının’ diye (tebliğat yapması için) bir
peygamber gönderdik.“135 Tâğutların bazı iyi taraflarını gündeme
getiren kimse, nasıl tâğuttan kaçınır? Allah’a karşı bu kadar azgınlaşan,
tuğyan eden tâğutun iyi tarafı olduğu nasıl kabul edilir?
Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen tâğutlar, sadece kâfir değil,
aynı zamanda zâlim ve fâsıktırlar. 136
Kur’an’da iki çeşit yönetici vardır. Biri, hoşlanmadığımız durumlarda
bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle
hükmeden bizden olan yönetici, yani “ulu’l-emr.“137 İkincisi,
hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul
edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu “tâğut“.
İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz, iyiliklerini
örtmemiz iman için şart koşuluyor.138 Güne kâfirlere ültimatomla
başlamamız Peygamberimizin sünneti: Her sabah ilk işimiz namaz
kılmak. Sabah namazının ilk kıldığımız sünnetinin ilk rekâtında
Fâtiha’dan sonra “Kâfirûn“ sûresi okumak sünnettir. Bu sûrede
“De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza… Sizin dininiz size, benim
dinim bana!“139 Günümüzü de benzer bilinçle kapatıyoruz: Gece,
en son kıldığımız namaz yatsıdan sonra vitir namazı. Onun da en
son rekâtında okuduğumuz kunut duası. Bu duada “ve nahlau
ve netrukü men yefcuruk“ diye Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz
ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan)
kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz, onu kendi
haline terk ederiz.“ Nahlau (hal’ ederiz) derken kullandığımız
hal’ kelimesi, “ehl-i hal’ ve’l-akd“ denilen yöneticiyi azletme ve
yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir.
“Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye“ hal’ etme
denir. Ve netruku: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla
ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. Dikkat
edilirse, Allah’a isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi, sadece
bu vasıflarıyla hal’ etme sözü veren müslüman, yüz binlerce insanı
135 16/Nahl, 36
136 5/Mâide, 44, 45, 47
137 4/Nisâ, 59
138 2/Bakara, 256
139 109/Kâfirûn, 1, 2, 6
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 53 -
Allah’a isyan etmeye sevk eden, onların fâsık ve fâcir, hatta müşrik
olmasına zorlayıp yönlendiren tâğutlara karşı haydi haydi hal’
etme sözü vermiş olacaktır. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara
bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair bir
ahid ve söz verme, bir siyasî bilinçtir.
“Andolsun Biz, her toplum içinde: ‘Allah’a ibâdet edin, tâğuttan kaçının’
diye bir elçi gönderdik.“140 Bu âyette “tâğut“, ibâdet konusunda
Allah’ın karşısına konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir.
Şu âyette ise, tâğuta ibâdetten sakınan ve Allah’a yönelen kimsenin
müjdelenmesi istenmiştir: “Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve
Allah’a yönelenlere müjde var.“141 Şu âyette de, tâğuta ibâdet edenler
şiddetle kınanmaktadır: “De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü
olanı size söyleyeyim mi? Allah’ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından
maymun, domuz ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte onların yeri
daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır.“142
Nedir tâğut? “Tâğut“ kelimesinin kökü “tuğyan“dır. Tuğyan,
isyanda haddi aşmak, azmak, zulmetmek, sapmak, ölçüsüz şekilde
hareket etmek, büyüklenmek anlamlarına gelir. Tâğut; şeytana,
putlara, Allah’tan başka tapılan her varlığa, insanı azdıranlara,
insanları haktan ve hidâyetten saptıranlara, hayır yolundan men
edenlere, haddi aşanlara, küfür ve dalâlette önderlik edenlere,
gaybdan haber verdiğini ileri süren kâhinlere/medyumlara, insanların
Allah’a ibâdet etmelerine ve İslâm’ı yaşamalarına engel
olanlara denir. Put olsun, ağaç olsun, insan veya hayvan olsun,
Allah’tan başka tapınma konumunda olan her şey; kanunlarında
Allah’ın dinine karşı sınırı aşan zâlim yönetici ve Allah’ın indirdiği
hükümlerin gayrisiyle hükmeden idareci; İslâm şeriatine uymayan
bütün metod, düşünce, fikir, ideoloji, pozisyon, âdet, gelenek ve
görenekler tâğut kapsamına girer. Ayrıca tâğuttan hoşnut olup
ona bağlanan, tâğuta kulluğa çağıran, tâğutun dâvet ettiği şeye
sahip çıkan da kendi sapıklığı içinde tâğuttur.
Kur’ân-ı Kerim’de tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda
şu sonuca varırız: Kulu Allah’a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan,
Allah ve Rasûlüne itaatten alıkoyan ve çeviren her şey
tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye çalışan, Allah’ın kulları için çizdiği
sınırları çiğneyen her kimse veya her nesnedir. Allah ile bağlantısı
olmayan her program ve Allah’a bağlanmayan her çeşit düşünce,
sistem, edep ve alışkanlık; otoritesini Allah’ın sisteminden almayan
140 16/Nahl, 36
141 39/Zümer, 17
142 5/Mâide, 60; Ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda Bak. 2/Bakara, 256,
257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
her idare, Allah’ın otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine düşman
olan her şey tâğuttur.143
Allah’a isyan konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi,
o kimseye ibâdet etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tâğuttur.
Mevdûdi, tâğut kelimesini şöyle izah eder: “Tâğut, Allah’a karşı
azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için ulûhiyet ve
rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir.
Tâğut, Allah’a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük,
otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü
yerine getirir; kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü yollarla kendine
itaate çağırır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe
boyun eğmesi ve ona tapması tâğut için bir ibâdettir.144
Kur’an’a göre tâğut; Allah’ın, dininin, elçisinin ve kitabının
karşısına konulan, Allah yerine tapılan, İslâm’ın hükümleri, emir
ve yasakları, helâl ve haramları yerine ikame edilen, Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in yerine önder seçilen, Kur’an düşüncesi, inanç ve
hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç, hayat ve yönetim biçimi
koyan, hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve uyulan her insanın,
her sistemin ortak adı ve sembolüdür.
Buna göre tâğuta ibâdet, Allah’tan başka şeytan, insan, önder,
kâhin gibi canlı ve cansız varlıklara, Allah’a isyan anlamına
gelecek şekilde itaat etmek, boyun eğmek, Allah’ın hükmü yerine
Allah’tan başkalarının hükümlerini kabul edip isteyerek uygulamak
demektir ki bu, insanı şirke, küfre götürür.
Bir kimse tâğutu reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz.
Tevhid’in şartı, Allah’a imandan önce tâğutları reddetmek,
onları tanımamaktır. Bu durum, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir:
“Artık kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa
yapışmış olur.“ 145
“Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik
diye boş iddiâda bulunanlara bakmaz mısın? O azgın şeytana, tâğûta
muhâkeme olmak, onun hükümlerini kabul etmek istiyorlar. Hâlbuki onu
tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları çok uzak bir sapıklığa
düşürmek ister. Onlara, ‘Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve Peygamberim hükmüne
gelin’ denildiği zaman münâfıkları görürsün ki, senden düşmanca
bir dönüşle yüzçevirirler.“ 146 “... Hüküm (hâkimiyet, egemenlik ve kanun
koyma hakkı) ancak Allah’ındır. Ve O yalnız, sadece Kendisine kulluk ve
143 Muhammed Kutub, Lâ İlâhe İllâllah, Ravza Y., s. 109
144 Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim, İdeal Kitaplar Y., s. 66 ve 84
145 2/Bakara, 256
146 4/Nisâ, 60-61
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 55 -
ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte doğru ve gerçek din budur. Fakat insanların
çoğu bunu bilmezler.“ 147
Kur’an, peygamberlerin tavrını da, bize örnek olması için,
açıkça belirtiyor: “Celâlim hakkı için, Biz, her ümmete ‘Allah’a kulluk/
ibâdet edin ve tâğutlardan sakının’ diye bir peygamber gönderdik...“148
Düşünelim ki, Hz. İbrâhim, devrindeki tâğutlarla nasıl mücâdele
etti? Putlara ve Nemrut’a karşı nasıl tavır aldı? İnsanları bu
tâğutlardan nasıl sakındırmaya gayret etti? Firavun’a karşı Hz.
Mûsâ’yı ve mücâdelesini bir gözönüne getirelim. Nemrut’un,
Firavun’un emrine girmek isteyen, onun sarayında, onun düzenine
ve ona yardımcı olmayı düşünen bir tavır gözünüzün önüne
gelebiliyorsa, bugün tâkip edilen yol meşrûdur; yoksa... Ve
son peygamber, esas örnek ve liderimiz, ki hakkında “Gerçekten
Allah’ı, âhiret gününü arzulayanlar ve Allah’ı çok zikredenler için size
Allah’ın Rasûlünde (tâkip edeceğiniz) pek güzel örnek vardır.“149 hükmü
bulunan zâtın, bize örnek olması gereken bu konudaki tavırları...
Rasûlullah, her türlü düşmanca tavra rağmen açıkça Allah’a
kulluğa ve tâğutlara isyana (itaat etmemeye) devam edince,
Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’le uzlaşma yolları aradılar. Bazı
tâvizlerine karşılık bazı tâvizler istiyorlardı. Bu tâvizler arasında
“dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet, bir sene de biz
yönetelim“ teklifi de vardı. Ama Rasûlullah, tüm bu tekliflere
Kur’ân-ı Kerim’den âyetler okuyarak kesin red cevabı veriyordu.
Oysa müşrikler “bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt“
diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bir rejimin yönetimi
Peygamber’in eline tümüyle veya iki yılda bir geçseydi ne
değişirdi ki? Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü “biz
sana uyarsak, yerlerimizden (mevkîlerimizden) hızla çekilip alınacağız.“150
diyorlardı. Zâten Rasûlullah’ın amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını
onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin
yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini ikame etmek, yani
Kureyş düzenini kökünden yok etmek, darmadağın etmek, devirmekti.
Yine bir defâsında amcası Ebû Tâlib aracılığıyla, müşriklerin,
Efendimiz’e teklif ettikleri birkaç husustan biri de “istersen gel,
seni başımıza kral yapalım“ teklifi idi. Bugünkü siyasîlerin bırakın
krallığa, bakanlığa; milletvekilliği teklifine bile nasıl can attıklarını
bir düşünelim. Efendimiz ise: “Vallahi, bir elime güneşi, bir elime
de ayı verseniz, dâvamdan vazgeçmem“ diyordu; dâvâ hiçbir tâviz
ve dünyevî beklentiyi kabul etmiyordu. Efendimiz’in reddettiği
147 12/Yusuf, 40
148 16/Nahl, 36
149 33/Ahzâb, 21
150 28/Kasas, 57
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
anlayış, şimdilerde “bırakın birkaç sene de biz idare edelim“ şeklinde
hem de çok harâretli tek taraflı isteklere dönüşüvermişti.
Müslümanlar çok oy oyununa gelmişlerdi: Devlete, rejime tâlip
olmak ve bunun için Rabbânî mücâdele yapmak yerine; hükümete,
kâfir rejimin idaresine tâlip olmuştu müslüman. Müslümanların
çokça oy verdikleri partilerdeki insanlar yönetici olduklarında
İslâm nâmına neler değişmişti acaba? Değiştiğini düşünelim: İsterse,
şeriat 100 esasta toplanmış olsa, 99’unu uzlaşma veya küfürle
koalisyonlarla kabul ettirerek tâviz koparsalar müslümanların
1 tek esası bile küfürden almaları, bir esasta tâviz vermeleri câiz
miydi? Bu tür tâvizci sistem İslâm olabilir miydi acaba? “Yoksa siz
Kitab’ın (ve ahkâmın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?
Şimdi sizden bunu yapanların cezâsı, ancak, dünyada rezillik, rüsvaylık ve
bayağılık; kıyâmette de en şiddetli azâba atılmaktır. Allah, sizin yaptıklarınızdan
gâfil değildir.“151 Amelden tâviz vere vere Müslümanlar, inanç
ve dâvâlarından da tâviz vermeye başladılar: Rejim devam etsin,
küçük ıslahatlarla hatta takviye edilsin, ama yöneticiler namaz kılanlardan
olsun. Hamam ve tas aynı olsun, tallâklar değişsin.
Bu anlayışlarımızı değiştirmeden Rabbimizin devlet nimeti
vererek, toplumumuzu değiştireceğini beklemek İlâhî hükme,
sünnetullaha ters olur: “...Muhakkak ki Allah, bir kavmi, onlar kendi
nefislerini değiştirmedikleri müddetçe değiştirmez...“152
Kâfirler, düzenbazlar, müslümanların da ancak kendi istedikleri
sahada, kendi istedikleri metotlarla mücâdele etmelerini
istiyorlar. Hâlbuki İslâm’da savaşlar, kâfirlerin değil, müslümanların
istediği sahalarda kabul edilir. Her çeşit İslâmî mücâdele ve
hizmetlerin esasları, ancak müslümanların istediği şekillerde ve
İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün ise, Firavunların tesbit ve
müsâade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği sahada mücâdele
ve çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavunlara açıkça cephe
almadan, onları nasıl alt edeceklerdir?
Demokrasi ile İslâm’a giden, bu yolla Kur’an ahkâmını tatbik
eden dünyada hiçbir örnek gösterilemez; aksi ise, dâima olagelen
vâkıadır. Kur’an bu gerçeğe ışık tutar mâhiyette şöyle diyordu: “Hepiniz,
toptan Allah’ın ipine (dinine, şeriatına) sımsıkı sarılın. Birbirinizden
ayrılıp dağılmayın, fırka fırka olmayın...“ 153 Fırka fırka, hizip hizip olmak
yasaklanıyordu. Bu âyetleri bilmiyor muydu bu kardeşler, biliyorlar,
hatta başkalarına da okuyorlardı, ama buna rağmen kendi
151 2/Bakara, 85
152 13/Ra'd, 11
153 3/Âl-i İmrân, 103
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 57 -
partilerine çağırıyorlardı insanları. Fırkalaşmayı reddeden âyetle,
bir fırkaya dâvet ederek çelişkiler sergiliyorlardı. Osmanlı’nın son
zamanlarında ve T.C.’nin ilk yıllarında parti kelimesinin Türkçe
karşılığı olarak “fırka“ kelimesi kullanılıyordu, hatta. “İttihad ve
Terakki Fırkası“, “Halk Fırkası“, “Serbet Fırka“ gibi. Rabbimiz fırka
fırka olmayın demesine rağmen fırkalar, hizipler kendi yaptıklarıyla
övünüp tefrikaları hızlandırıyor, ümmetin vahdetine engel
oluyordu. “Onlar ki, dinlerini parçalara ayırdılar, böylece grup grup,
parti parti olmuşlardır. Her hizip (her parti), kendindekine güvenmekte,
onunla övünmektedir.“154 Eski Türkçe’de fırka, Arapça’da hizip (hızb)
diye karşılık bulan, bugünkü Türkçe’de Avrupa’daki kullanılışı gibi
aynen kullanılan “parti“ zâten parça demekti. Partinin bu anlamı,
âileleri, samimi insanları bile nasıl parçalayıp birbirine düşman
ediyor, müslümanlar nasıl parça parça olup, kardeşliğini unutup
düşman hale geliyor, özellikle seçim atmosferinde daha berrak
gözükmektedir.
İslâm ise, kelime-i tevhid’deki lâ=hayır kılıcıyla tâğutla işbirliğini,
onunla yardımlaşmayı, ona tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı
kesip atar. Bir tevhid eri için “lâ“ ile isyan bayrağını çektiği küfür
ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün olabilir? Uzlaşma olursa Rabbimizin
emri tebliğ ve cihad nasıl gerçekleşir? Tevhidin gereği olan,
tâğutlara isyan olmadan da İslâm devleti, İslâmî değişim ve dönüşüm
hayal olur. Rabbimiz bu konuda bakın ne buyuruyor: “(Yâ
Muhammed!) Az kalsın seni bile sana vahyettiğimizden başka bir şeyi
Bize karşı uydurman için fitneye düşüreceklerdi. İşte o zaman seni dost
edinirler. Eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, muhakkak, az da olsa
sen onlara meyledecektin (tâviz verecektin). O takdirde dünya ve âhiret
azâbını kat kat tattırırdık. Sonra Bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın.“
155 Yine tâvizci anlayışa yukarıda zikrettiğimiz Bakara
Sûresi âyet 85 tokat gibi inmektedir. Tâvizci bir edâ ile hak-bâtıl
karışığı dâvet, tebliğ ve hizmet yolunu Hz. Allah yasaklamaktadır:
“Hakkı bâtıla karıştırmayın. Ve bile bile hakkı gizlemeyin.“ 156
İslâm’ın istediği devlet olmadığında, eğer İslâm’ı temsil
iddiâsındaki müslümanlarla küfür düzenleri arasında uzlaşma
ve düzenin emrine ve hizmetine girme varsa, devletin istediği
İslâm(!) olacak, bu tip İslâm, tâğutların yönlendirdiği, Amerikanvari
özellikler taşıyacaktır, tevhîdî özellik değil. “Allah’ın indirdiği
Kitap ile aralarında hükmet. Onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği
Kur’an hükümlerinin bir kısmından seni şaşırtırlar, vazgeçirirler diye
154 30/Rûm, 32
155 17/İsrâ, 73-75
156 2/Bakara, 42
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
kendilerinden sakın. Eğer onlar, hükümleri kabulden yüzçevirirlerse bil
ki Allah, onların bazı günahları sebebiyle onları cezalandırıp, başlarına
bir musîbet getirmek istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktır.“ 157 Tam
bir açıklıkla, cesâretle tebliğ ve hizmet emredilmektedir: “Emrolunduğun
şeyi çatlatırcasına (tam bir cesâretle ve hiç çekinmeden) açık
açık bildir, tebliğ et. Ve müşriklerden yüzçevir (sözlerine ve tehditlerine
aldırma). Muhakkak Biz, o müstehzîlere karşı sana kâfîyiz, seni korumaya
Biz yeteriz.“ 158
Biz, Rabbimizin gösterdiği yolda kulluk vazifemizi yapar, hiçbir
şeyi O’na şirk/ortak koşmazsak, devlet nimetini Cenâb-ı Hak,
bir meyve olarak bize Kendisinin ihsân edeceğini beyan ediyor:
“Sizden iman edip sâlih ameller işleyenlere Allah vaad etti: Kendilerinden
öncekileri nasıl halîfeler kıldıysa, şüphesiz onları da yeryüzünde halîfeler
kılacak, onlar için seçtiği dini (İslâm’ı) kendilerine kuvvetlendirip icrâ
imkânı verecek, onları korkularının ardından emniyete kavuşturacaktır.
Bana ibâdet ederler ve Bana hiçbir şirk/ortak koşmazlar. Kim de bundan
sonra nankörlük ederse, işte onlar fâsık olanlardır.“ 159 Bu âyetin tefsirinde
Mevdûdî diyor ki: “Burada Allah’ın yeryüzünde halîfelik
verme sözünün, adı müslüman olanlar için değil, imanda samimi,
amelde müttakî, sadâkatte içten ve Allah’ın dinine uymada şirkin
her türlüsünden uzak ve ihlâslı olanlar için olduğu belirtilerek
münâfıklar uyarılmaktadır. Kendilerinde bu nitelikleri ve İslâm’a
yalnızca dillerinin ucuyla hizmet edenler bu sözün muhâtabı
ve lâyığı değildirler. O halde, bu sözde, payları olduğu ümidini
beslememelidirler. Bu nimeti kazanmak için ileri sürülen şart:
Mü’minlerin her türlü şirkten kaçınarak imanlarında ve Allah’a
bağlılıklarında sağlam ve sarsılmaz olmaları gerektiğidir. Hakiki
mânâda bu imana sahip kimseler Allah’tan bir vaad üzeredir ve
Allah vaadini yerine getiren ve ordusuna yardım edendir. Allah’a
karşı savaşanları Allah daha iyi bilir. Müslümanlar, çok olduklarından
dolayı değil, Allah’ın nusret ve yardımıyla savaşarak gâlip
gelir.“ 160
Kendi nefsinde ve ailesinde... yaşayabileceğinin en son noktasına
kadar Şeiratı yaşamayan, bu noktada yüzlerce tâvizler veren,
devlete şeriatı nasıl uygulayacak? Biz, kendi vazifemizi (şirkin
hiçbir şûbesine bulaşmayıp tâğutlardan kaçınarak, Allah’a
kulluk) yapalım. Allah’ın vaadini beklemeye hakkımız olsun. Tabii
ki, tâğutlardan kaçınmanın ve Allah’a kulluğun fiilî cihadsız
157 5/Mâide, 49
158 15/Hıcr, 94-95
159 24/Nûr, 55
160 Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'an, c. 3, s. 497-499
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 59 -
da olmayacağını bilelim. Onun için biz Şeriat’ı getirmekle değil,
zâten 1400 sene önce gelmiş olan Şeriat’ın hükümlerini yaşamakla
mükellefiz. Devlet olarak halîfeliği de biz değil, Allah kendi tekeffül
ederek, Nur Sûresi, 55. âyetteki şartları yerine getirenlere
vaad ederek üzerine alıyor. Dokunulmazlıkları, makamları, koltukları...
yani partinin imkânları olduğu halde, şeriatın adını bile
anamayanlar, lâfı eveleyip gevelemek zorunda kalanlar, “İslâm
Devleti istiyoruz“ demeye bile güç yetiremeyenler, tâğutlardan
korktukları için sloganlara bile sansür koyanlar, putları ürkütmemeye
özen gösterenler, demokrasinin bir sürü geleneğini yerine
getirenler, zâhiren kanunlara teslim olan, hatta kanun koyan ya
da kanunları halka uygulatanlar, bu küfür kanunlarının çerçevesinde,
kanunları, işgal ettikleri o makamları nasıl devirecekler?
Bir insanın veya teşkilâtın “biz peygamberlerden ve
Peygamberimiz’den daha kolay, daha kestirme, daha rahat bir yol
bulduk. O zâtlar İslâm devletine gitmek için memleketlerinden
kovuldular, olmadık zulme, işkencelere mâruz kaldılar, tâğutlarla,
maddî güçleri çok az olduğu halde savaştılar, putlara ve tâğutlara
boyun eğmeyeceğiz diye nice tehlikelere atıldılar. Biz ise çok daha
kolay yol biliyoruz. Onlar bilememişler. Veya bu devirdeki bu tür
kolaylıkların bir benzerini onlar yapmamakla hata etmişler...“
dese, bu sözleri söyleyenlere tepkiniz ne olur? Peki, bunları diliyle
söylemeyip davranışlarıyla söylüyorlarsa? Öyle ya, “bugün devlete
gidiş yolu ancak budur; günümüzün cihadı böyle olur“ diyerek
rahat koltuklarda nutuk atma, 4-5 yılda bir oy atma, sonra yan gelip
yatma: Al sana modern cihad, sen de böyle yap, ol bir mücâhid,
sonra bekle, gelsin kolay yoldan İslâmî sistem!
Din tamamlanmış, Kur’an’ın ve Sünnet’in ahkâmı Kıyâmete
kadar değişmeden uygulanmayı beklemektedir. “Bugün kâfirler,
dininizi söndürebilmekten ümitlerini kestiler; artık onlardan korkmayın,
yalnız Ben’den korkun. Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki
nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip ondan
râzı oldum.“ 161 Asrımızın en büyük bid’atlerinden biri particiliktir.
Kâfirler tarafından Batıdan, önce Türkiye’ye, oradan da İslâm
âlemi denilen tâğutların hâkim olduğu hemen tüm memleketlere
yayılma gösterdiği gibi, dine hizmet, cihad vs. diye takdim edildiğinden
tehlikesi çok büyük bir bid’at olmuştur. Çünkü bid’atin
târifi: Dine, Peygamberimiz’den sonra sokulan herhangi bir şeydir.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya
çıkan her şey bid’at’tır; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık insanı
161 5/Mâide, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
ateşe sürükler.“162; “Allah (c.c.) bid’at sahibinin, orucunu, namazını, sadakasını,
haccını, umresini, cihadını, (hayır yoluna) harcamasını, şâhidliğini
kabul etmez. O kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkar.“ 163; “Yoksa onların,
dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var?
Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri
bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.“ 164 Bid’at
ve bid’atçılara karşı fıkhî hükümleri de müslümanlar araştırıp öğrensinler.
Müslümanlar! Boş, lüzumsuz, hatta nice yönden zararlı şeylerle
vakit geçirip oyalanmayı bırakalım. “Rabbimiz’in “Cihad edenlerle
oturanları ayırt etmeden cennette gireceğinizi mi sanıyorsunuz?“ 165
hitâbının gereğini yapalım. “(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce
gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi
mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve
öyle sarsıldılar ki, Peygamber ve onunla beraber iman edenler nihâyet
‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman (onlara), ‘Şüphesiz
Allah’ın yardımı yakın’ (denildi).“ 166
Eski bir şâirin bir şiirini hatırlayalım:
“Muîni zâlimin erbâb-ı denâettir. / Köpektir zevk alan sayyâd-ı
bî-insâfa hizmetten.“ (Zâlimlerin yardımcısı ancak alçaklar grubundandır.
Çünkü insafsız avcıya hizmet etmekten zevk alan köpektir.)
Bu şiirde başka şey kast edilebilir, ama siz İslâm’a göre
“zâlim“, “zâlime yardımcı olmak“, “insafsız avcı“ ve “köpek
karakterliler“i değerlendirme ferâsetinde olun. “Kim Allah’ın indirdiği
ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerin tâ kendisidir.“ 167 “Zâlimlere
az da olsa meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız).
Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım
edilmez.“ 168 Bundan önceki âyette de “Emrolunduğun gibi dosdoğru
ol!“ 169 uyarısı yapılır.
Müslümanlar, zâhire göre değerlendirmek zorundadır. Kalpleri
bilen yalnız Allah’ındır. Açıkça bâtılı savunanların sözlerine
ve davranışlarına (zâhirlerine) göre bakıp müslüman-kâfir diye
162 Müslim, Cum'a 43, hadis no: 867, 2/592; Ebû Dâvûd, Sünne hadis no: 4606,
3/201; İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 45-46, 1/17; Nesâî, Iydeyn 22,
3/153
163 İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 49
164 42/Şûrâ, 21
165 3/Âl-i İmrân, 142
166 2/Bakara, 214
167 5/Mâide, 45
168 11/Hûd, 113
169 11/Hûd, 112
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 61 -
hüküm verenler, benzeri küfür lâfızlarını sevdikleri şahıslar söyleyince
de aynı hükmü vermek zorundadır. Yoksa Efendimiz’in “kalbini
yarıp baktın mı?“ sözü ile muhâtap olurlar. Önce belirttiğimiz
gibi, Mâide sûresi 44, 45, 47. âyetler konusunda da, sevdiklerinizi
hangi şer’î ölçüye göre istisnâ edeceğinizi iyi tesbit etmeli ve araştırmalısınız.
Ya T.B.M.M. denilen yere ne dersiniz? Yine önce bir âyet-i
kerimeden yola çıkalım: “Allah size kitabında (Kur’an’da) şunu da indirmiştir:
Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla eğlenildiğini işittiğiniz
zaman, o kâfirlerle beraber oturmayın, tâ ki başka söze dalsınlar
(başka bir söze geçmedikçe onlarla bir arada oturmayın). Yoksa orada
kalırsanız siz de onlar gibi olursunuz. Şüphe yok ki Allah, münâfıklarla
kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.“170 Ve bu âyetin bir öncesi:
“Mü’minleri bırakıp, kâfirleri dost edinen münâfıkları acı bir azap ile
müjdele. Şerefi, izzeti kâfirlerin yanında mı arıyorlar? Oysa bütün şeref ve
izzet tamâmen Allah’a âittir.“ 171 Müctehid ve fukahâya göre: Meselâ
kumar oynanan, bira içilen bir kahvede, içkili lokantada, içen veya
oynayanların yanındaki ayrı bir masada bir müslümanın çay içmesi,
yemek yemesi (yanında, aynı mecliste haramı görüp önlemeye
çalışmadığı için) câiz olmuyor, haram oluyor. Bu, harama rızâ kabul
ediliyor. Harama rızâ haram olur; Küfre rızâ ise küfür. Yanındaki
masada içilen haram olan bira veya şaraba seyirci olmaktan
çok daha kötüdür “egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa âit olduğu“
küfür ifâdesine -ki, Kur’an hükmüne tümüyle terstir: “Hüküm (egemenlik,
hâkimiyet) ancak (kayıtsız şartsız) Allah’ındır.“172- devamlı seyirci
olmak. Meclis’i düşünün: Kapı gibi (belki de altından dökme) harflerle
tüm milletvekillerinin gözüne sokarcasına, kafasına ve kalbine
koyarcasına devamlı, tam karşısına bu hükmü diken meclis.
Bu mecliste her Allah’ın günü Allah’la ve O’nun diniyle, hükümleriyle
alay etmek, O’nu inkâr edip kaale bile almamak, O’nun
hâkimiyetini zerre kadar tanımamanın isbâtı olarak; ilâhlık taslanacak,
kanun koymaya, teklif edilmeye çalışılacak, düzenin aksayan
yönlerine tedbirler alınacak, nice küfür ve şirk olan kelimeler
sık sık söylenecek, müslüman da bütün bunlara rızâ gösterip seyredecek.
Seyretmeyip ne yapabilir, dersiniz? Günde binlerce defa
değişik ifâdelerle gündeme gelen küfür kelimelerinin hangisine,
nasıl tepki gösterecek, hangisi söylenince en azından dışarı çıkacak?
Küfür ahkâmının nasıl icrâ edileceği konuşulup, tâğutların
Allah’a rağmen kanun koymaya kalktıkları... yerde oturmanın
170 4/Nisâ, 140
171 4/Nisâ, 138-139
172 12/Yusuf, 40
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
hükmünü müslümanlar mutlaka öğrenmek zorundadır.
Yanlış anlaşılmasın, biz hâricî de değiliz, tekfirci de. Ulu-orta
tekfir müessesesinin işletilmesinin, delilsiz olarak, müslümanların
birbirlerine, hele grup, hizip ve parti taassubu ile kâfir demelerine
şiddetle karşıyız. Biliyoruz ki, karşımızdakine kâfir deyince, o kâfir
değilse, söylediğimiz söz bize döner. Biz aşırılığa karşıyız, itidalden
yanayız. Hatta mecbur olmadan, ihtilâflı meselelerin, metot tartışmalarının
gündeme gelmesini esas düşmanlara karşı gücümüzü
azaltacağı için, vahdeti engelleyeceği için tasvip etmeyiz. Evet,
küfre düşecek kesin delil olmadan hiçbir mü’mine kâfir demenin
câiz olmadığı bilinci içindeyiz. Amma, Kur’an ve hadis-i şerifler
ışığında tevhidî akîde çerçevesinde tüm olayları değerlendirmek
zorundayız. Bazı kimselerin hatırına veya ihtilâf çıkmasın diye açık
şer’î hükümlere ters olan, küfür veya şirk kabul edilen tavırları
sergilemekten çekinmenin de vebal olduğunu bilmekteyiz. Yoksa
Kur’an ve Sünnette bu hükümlerin yer almasına gerek olmazdı.
Bu konuda kardeşlere tavsiyemiz; açıkça küfrüne şâhit olmadıkları
hiçbir şahsı tekfir etmemeleri, ama şahıs ille de ben Kur’an’ın
kâfir dediği sınıflardanım diye diliyle veya tavrıyla diyorsa, ona
da mü’min demenin kimsenin hakkı olmadığı anlayışıyla hareket
etmeleridir. Peygamberimiz (s.a.s.): “münâfıkların alâmeti şunlardır...“,
“şöyle yapan şirke düşmüştür“, “şu câhiliyye alâmetidir“, “şunu söyleyen
bizden değildir“ veya “kâfirlerdendir“ gibi genelleme yapar, açık delil
olmadan muayyen bir ismi tekfirden kaçınırdı. Yalnız bu konuda
da aşırı gitmemeli, dost-düşman bilinmeli, tebliğ ve dâvet ona
göre yapılmalı, tavırlar muhâtabın akîde durumunun bilinmesini
gerektireceğinden dolayı, kâfire mü’min demenin de günahı bilinmelidir.
Bazı Âlimlerin Görüşleri
Şeyhul İslâm Mustafa Sabri şöyle der: “Laiklik ilkesini kabul
eden bir siyası rejim İslâm hükümlerine başkaldırmış demektir.
Dolayısıyla öncelikle bu hükümet irtidat etmiş sonra da buna itaat
edenler mürtedleşmiş sayılır. Siyasî yönetimde görev alanlar
tek tek mürted hükmünü aldıkları gibi bu hükümete itaat eden
kitleler de irtidada düşmüş olur. Bu, kestirmeden toplu küfre giriş
kadar korkunç bir olay tasavvur edilemez. Birimiz, fert olarak
İslâm’ın herhangi bir hükmünü kabul etmediğimiz, dinin sultasını
reddettiğimiz, helâl ve haramdan, emir ve nehiyden birini inkâr
ettiğimiz takdirde küfre girmiş oluruz. Peki, toptan Allah’ın sultasını,
emir ve nehiylerini helâl ve harama ilişkin ölçülerini reddeden
dolayısıyla mürted olduğu şüphe götürmeyen bir idarenin üyeleri
hakkındaki hükmünüz ne olacaktır? Cevap: Yalnızca ‘mürted
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 63 -
olmak’, değil mi?“ 173
Şeyh Şankıtiy şöyle demektedir: “Allah hüküm koymada kendine
ortak kabul etmez.“ 174 âyeti ve benzeri âyetlerden anlaşılıyor ki;
Kur’an ve sünnetin dışında kendi hevâ ve heveslerine göre kanun
koyanlara uyanlar Allah’a şirk koşmuşlardır. Bu mânâyı destekleyen
birçok âyet de vardır. Örneğin; Şeytana ve kendi hevalarına
göre teşri (kanun) koyarak, haram olan ölü hayvan etini “Allah
öldürmüştür“ diye helâl sayanlara uyanlar hakkında Allah (c.c.)
şöyle diyor: “Üzerine Allah’ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin.
Bunu yapmak Allah’ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytan sizinle
tartışmaları için dostlarına fısıldar. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz
müşrik olursunuz.“ 175 Bu âyette Allah’ın haram kıldığı eti helâl sayanlara
itaat etmenin şirk olduğu apaçık bir şekilde bildiriliyor. Bu
şirk, Allah’ın kanunlarına muhâlif olan kanunlar koyanlara itaat
edilerek işlenmiş bir şirktir.
“(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilenlere
inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğuta küfretmeleri (ona
inanmayıp onu inkâr edip reddetmeleri) emrolunduğu halde, tâğutun
önünde muhâkeme olmak, onların hükümleriyle hükmedilmek istiyorlar.
Hâlbuki şeytan onları derin bir dalâlete/sapıklığa saptırmak istiyor.“176
Bu zikrettiğimiz âyetlere göre apaçık belli oluyor ki; şeytanın
kendilerini kandırdığı ve insanların kafalarından çıkarılmış
Allah’ın şeriatına muhâlif kanunlara tâbi olan kimselerin kâfir ve
müşrik olduklarında şüphe edenler; hakkı görmek hususunda basireti
kör olmuş kimselerden başkaları değildir. 177
Kurtubi şöyle diyor: “Ebu Ali dedi ki: ‘Allah’ın kanunlarından
yüz çevirip onların dışında başka hükümleri isteyen kâfir olur.“ 178
İbn Teymiye şöyle diyor: “Bütün âlimlerin ittifakıyla; her Müslümanın
bilmesi gerekir ki; Her kim İslâm’dan başka bir dine tâbi
olur veya Muhammed’in (s.a.s.) şeriatından (kanunundan) başka
şeriatlara (kanunlara) tâbi olmayı serbest bırakıp câiz görürse
kâfir olur.“179
İbn Kesir, Nisâ sûresi 65. âyetinin 180 tefsirinde şöyle diyor:
173 Mustafa Sabri, Mevkıf el Akl ve’l İlm ve’l Âlem min Rabbil Âlemîn, c. 4, s. 280
174 18/Kehf, 26
175 6/En'âm, 121
176 4/Nisâ, 60
177 Şankıtî, Edvâü’l Beyan, c. 4, s. 83-84
178 Kurtubi Tefsiri, s. 2185
179 İbn Teymiyye, Fetvalar c. 4, Mesele 515
180 “Rabbine andolsun ki aralarında ayrılığa düştükleri şeylerde seni hakem
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
“Allah (c.c.) tüm işlerde Rasûlullah’ı (s.a.s.) hakem tayin etmeyenin
iman etmiş olmayacağını kendi adına yemin ederek belirtiyor.
Allah’ın Rasûlü (s.a.s.) hükmederse o haktır. Zâhiren ve bâtınen
yalnız ona bağlanmak gerekir.“ 181
İbn Kesir, “İhtilâfa düştüğünüz her meselede hüküm verecek olan
Allah’tır.“ 182 âyetinin tefsiriyle ilgili şunları söyler: “Yani Allah ve
Rasûlünün verdiği hüküm haktır. Hakkın dışında sapıklıktan başka
ne vardır? Bu sebeple Allah, bu âyetin hemen ardından: “Eğer
Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız“ buyurmaktadır. O zaman
bu; “Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız aralarınızda olan
ihtilâflarda, anlaşmazlıklarda çözümü Kur’an ve sünnetten isteyin
ve o iki kaynağı hakem tayin edin,“ demektir. Bu âyetler gösteriyor
ki yalnız Kur’an’a ve sünnete muhâkeme olmayan kişi Allah’a
ve âhiret gününe iman etmiyor demektir.“ 183
İbn Kesir, bir başka eserinde şöyle diyor: “Kim Muhammed’e
(s.a.s) inen şeriatı bırakıp bunun dışında neshedilmiş (iptal edilmiş
Tevrat ve İncil gibi) şeriatlara bağlanırsa küfre girer. Kur’an
ve sünnete muhakeme olmayıp da Yesak’a 184 muhâkeme olanın
(onun hükmüyle hükmetmenin) hükmü nedir? Şüphesiz ittifakla
küfürdür.“ 185
Bu konuda önemli bir noktaya değinmek gerekir: İslâm’la çelişmeyen
idari kanunları tatbik etmek ayrı, haramı helâl, helâlı haram
yapan kanunları tatbik etmek ayrıdır. Birincisi caizdir, ikincisi
ise küfürdür. İslâm ile çelişmeyen idarî kanunlardan kasıt; haramı
helâl, helâlı haram yapmayan, fertlerin menfaatini ve topluluğun
düzenini sağlayan idarî kanunlardır. Trafik, binaların şekli, yolların
şekli, su dağıtma şekli, mahallede bulunanların kaydedilmesi,
işçilerin tanzimi, fabrikalar kurma vb. ve düzenleme gibi halkın
genel maslahatına uygun olan ve şeriata karşı gelmeyen kanunları
yapmak ve uygulamak câizdir.
Şeyh Emin Şankıtiy şöyle diyor: Hevâ ve heveslerinden kaynaklanan
Kur’an’a zıt olan kanunları uygulamak (ki bu açık bir küfürdür)
ile Kur’an’a ve sünnete zıt olmayan, insanların hayatını düzene
sokan kanunları uygulamak arasındaki farkı ayırmak lâzımdır.
tayin etmedikçe, verdiğin hükümden dolayı kalplerinde hiçbir sıkıntı
duymadan teslim olmadıkça onlar iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65)
181 İbn Kesir Tefsiri, c. 1, s. 520
182 42/Şûrâ, 10
183 İbn Kesir Tefsiri, c. 1, s. 518
184 Yesak: Cengiz Han’ın Kur’an, Tevrat, İncil ve kendi düşüncesinin bir sentezi
olarak ortaya koyduğu bir yasadır.
185 İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 13, s. 119
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 65 -
Kanunlar iki türlüdür: İdarî ve şer’î kanunlar. İdarî kanundan maksat;
insanların durumlarını Kur’an ve sünnete muhâlif olmayacak
şekilde düzenlemektir. Bu gibi kanunların insanlar tarafından konulması
câizdir. Sahâbiler ve ondan sonra gelen Müslümanlar da
bunu yapmışlardır. Ömer b. Hattab Rasûlullah (s.a.s.) zamanında
olmayan bunun gibi idarî birçok kanunlar koymuştur. Örneğin;
Askere katılanlarla katılmayanları tespit etmek için askerlerin
kaydedilmesi gereken bir kuruluş kurmuştur. Hâlbuki Rasûlullah
(s.a.s) böyle bir şey yapmamıştır. Dolayısıyla Kâ’b İbn Mâlik ve
onun gibi Tebük savaşına katılmayan kimseleri ancak sonra öğrenebilmiştir.
Ayrıca Ömer b. Hattab Saffan b. Umeyye’nin evini
hapishane yapmıştır. Hâlbuki Rasûlullah (s.a.s.) ve Ebu Bekir zamanında
hapishane yoktu. İşte bu gibi İslâm’a zıt olmayan ve insanların
hayatını düzene koyucu kanunları koymak câizdir. Şeriata
muhâlif olmayan işçilerin işlerini düzenleyen kanunlar koymak
da bunlardandır. Fakat gökleri ve yerleri yaratan Allah’ın şeriatına
muhâlif bir kanun koymak ve bunu insanlara uygulamak bu
gökleri ve yeri yaratanı inkârdır, küfürdür. Mirasta erkek ve kızın
eşit tutulması, boşanma gibi hususlarda yeni kanun koymak, had
cezalarını kaldırmak, hırsızların elini kesme cezasını değiştirmek
ve bunun gibi şeriatta bulunan cezaları ortadan kaldırmak ve bu
cezalar hakkında: ‘Artık bunlar zamanımıza uymaz’ demek gökleri
ve yeri yaratanı inkâr etmek demektir. Böyle yapmak Allah’ın
koyduğu nizama başkaldırmaktır. Hâlbuki Allah (c.c.) insanların
maslahatını en iyi bilendir. Teşrî’ konusunda da Allah (c.c.) ortaktan
münezzehtir.186
Tâğut, şeytanlığın, şeytânî özelliğin, yani kötülüğün örgütlenmiş,
kurumsallaşmış şeklidir.
Öncelikle, bir konuda âyetler delil olarak gündeme getiriliyorsa,
mü’minlere düşen husus, bu konuda alternatif olarak şahsî kanaat
ve yorumlarını belirtmek olmamalı; o âyetlerin ilmî usullere
göre delil olup olmadığını gündeme getirmek olmalıdır. Bu konuda
söz ve yazı ile tartışmaya katılacak kişi, o âyetlerin ilgili hüküm
konusunda delil olduğu tezini çürütecek ve onlar kadar sağlam
başka deliller ileri sürecekse, bu konuyu ilmî olarak tartışıyor demektir.
Yoksa… İmam Şafii şöyle diyor: “Kim Kur’an ve sünnetten
kaynaklanan sağlam bir delile dayanmadan, kendi görüşü doğrultusunda
bir fetva verirse, doğruya isabet etmiş bulunsa bile bu
yaptığından dolayı sevap alamaz ve yanlış yapmış olmaktan kurtulamaz.
Eğer Kur’an ve sünnete dayanmadan yanlış fetva verirse,
186 Edvâü’l Beyan, c. 4, s. 84
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
bu durumda da özür sahibi sayılmaz.“ 187
Kur’an, ihtilâfları gidermek için gelmiştir. “İhtilâfa/ayrılığa düştüğünüz
herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a mahsustur.“188 Kur’an,
mü’minler arasında hakemdir, ölçüdür. Mü’minler, bir âyetten
uluorta, ilimsiz ve aceleci yaklaşımla hüküm çıkarmamaya dikkat
ederler. Ama onların hükmü Kur’an’la irtibatsız ve hele Kur’an
hükümlerine ters olamaz. Kur’an’ın çok açık bir hükmü kendine
ulaştığında, farklı bir yoruma, farklı bir tercihe, farklı bir alternatife
gidemez. Hükmün kabulünde ve uygulamaya geçirilmesinde
ertelemeye gidemez. “İşittik, itaat ettik.“189 derler. Hele, bir âyet
değil, birbirini destekleyen onlarca âyetin hükmü gündeme getirilince,
Allah’ın kitabına teslim olmaları gereken mü’minlerin ne
yapmaları gerekir?
Bunun için Kur’an okumalıyız, özellikle de şu âyetleri topluca
ve bütünlük içinde okuyup, ilk indiği ve inşa ettiği hayatla ve bugünkü
hayatla bağını da kurarak anlamaya çalışmalıyız. (16/Nahl,
17, 35/Fâtır, 3, 7/A’râf, 3, 42/Şûrâ, 21, 42/Şûrâ, 10, 6/En’âm, 121, 4/
Nisâ, 65, 24/Nûr, 47-48, 5/Mâide, 44, 5/Mâide, 50, 95/Tîn, 8, 4/Nisâ,
59, 33/Ahzâb, 36, 7/A’râf, 54, 6/En’âm, 82, 12/Yûsuf, 40, 39/Zümer,
17-18, 3/Al-i İmrân, 31-32; Yine Bak. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât,
15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân,
142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115., 18/Kehf, 26, 17/İsrâ, 23, 12/
Yûsuf, 40, 25/Furkan, 43, 6/En’âm, 153, 2/Bakara, 85, 5/Mâide, 49,
2/Bakara, 42, 2/Bakara, 257, 6/En’âm, 129
“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir şeriatı, dini getiren ortakları
mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi.
Şüphesiz zâlimlere can yakıcı bir azap vardır.“ 190 Yani, onların önünde
müşriklik, İslâm dışı sistemlere uymak, zulüm, aslı astarı olmayan
ibâdet ve inançlar, kutsal kişiler, günler, mekânlar icat etmek gibi
Allah’ın meşrû kılmadığı birtakım şeyleri emreden ve diledikleri
gibi din yapan birileri mi var?
Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu
âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler
(ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir
ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka
ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.“ 191 Adiy: “Ya
187 Muhammed bin İdris eş-Şâfiî, er-Risâle, 178. risale
188 42/Şûrâ, 10
189 2/Bakara, 285
190 42/Şûrâ, 21
191 9/Tevbe, 31
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 67 -
Rasûlallah, hristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları
rab ve ilâh edinmiyorlar ki“ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara
haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din
adamlarına?“ Adiy: “Evet“ dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara
ibâdettir.“ 192 Evet, Allah’ın haram kıldıklarını serbest kılanlar,
helâl kıldıklarını ve hatta emrettiklerini yasaklayanlar rablik iddia
etmiş, onların bu durumlarını kabul edenler de onları rab kabul
etmiş oluyorlar.
“Emrolunduğun şeyi çatlatırcasına (tam bir cesâretle ve hiç çekinmeden)
açık açık bildir, tebliğ et. Ve müşriklerden yüzçevir (sözlerine ve tehditlerine
aldırma). Muhakkak Biz, o müstehzîlere karşı sana kâfîyiz, seni
korumaya Biz yeteriz.“ 193
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu
Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya,
güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını
bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan
başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.“ 194
Yukarıdaki nasslardan anlaşılmaktadır ki; Kim hükmetme, kanun
koyma hakkını Allah’tan başkasına verirse, Allah’tan başkasını
rab edinmiş olur. Bu hakkı verdiği otoriteyi Allah’a şirk koşmuş
olur. İslâm’ın dışındaki tüm yönetim şekilleri, hayat sistemleri küfürdür,
tâğutîdir, çağdaş tâğutları temsil etmektedir. Onları inkâr
etmek, tanımamak ve onlardan uzak durmak gerekir. Aynı şekilde
onları bilinçli olarak ve doğru kabul ederek destekleyenler de
iman-küfür saflaşmasında tercihini yapmış sayılır.
Kur’an ve sünneti bırakıp insanların hayatlarını düzenleyen
beşerî kanunlar koyanlar, “tâğut“ kategorisine girer. Bu tâğutî
otoriteleri ikrah olmaksızın reddetmeyenler, bunların hükümlerini
mutlak şekilde kabul edip tatbik edenler de saflarını belli etmiş
kimselerdir.
Yolların ayrılış noktasındayız: insan, ya tâğuta tâbi olup geçici
zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara
kulluk; tâğuta kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ
ve heveslerine göre yaşamanın sonucu ahirette de varış, cehennem
olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah’a dostluk; hayatını
İslâm’ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat
ve cennet: “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde
192 Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî,
hadis no: 5093
193 15/Hıcr, 94-95
194 İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204, 4205
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı
müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri
de onlardır.“195 Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü
bir durumdan söz etmek mümkün değildir!
“İman edenler Allah yolunda savaşır; küfredenler de tâğut yolunda
savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.“
196
195 39/Zümer, 17-18
196 4/Nisâ, 76
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 69 -
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Tuğyân ve Tâğut Kelimelerinin Kökü Olan T-ğ-y Kelimesi ve Türevlerinin
Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam -Hepsi- 39 Yerde): 2/Bakara, 15, 256, 257; 4/
Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60, 64, 68; 6/En’âm, 110; 7/A’râf, 186; 10/Yûnus, 11;
11/Hûd, 112; 16/Nahl, 36; 17/İsrâ, 60; 18/Kehf, 80; 20/Tâhâ, 24, 43, 45, 81; 23/
Mü’minûn, 75; 37/Sâffât, 30; 38/Sâd, 55; 39/Zümer, 17; 50/Kaf, 27; 51/Zâriyât,
53; 52/Tûr, 32; 53/Necm, 17, 52; 55/Rahmân, 8; 68/Kalem, 31; 69/Haakka, 5, 11;
78/Nebe’, 22; 79/Nâziât, 17, 37; 89/Fecr, 11; 91/Şems, 11; 96/Alak, 6.
B- Tuğyân Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 9 Yerde): 2/Bakara,
15; 5/Mâide, 64, 68; 6/En’âm, 110; 7/A’râf, 186; 10/Yûnus, 11; 17/İsrâ, 60; 18/
Kehf, 80; 23/Mü’minûn, 75.
C- Tâğut Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 8 Yerde): 2/Bakara, 256,
257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17.
D- Tuğyanla Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler: Bakara, 15; En’am, 110; Maide,
64, 68; A’raf, 186; Hud, 112; Yunus, 11; Mü’minun, 75; İsra, 60; Kehf, 80;
Taha, 24, 43, 45, 81; Saffat, 30; Sat, 55; Kaf, 27; Zariyat, 53; Tur, 32; Rahman,
8; Kalem, 31; Nebe’, 22; Necm, 17, 52; Hakka, 5, 11, Naziat, 17, 37; Fecr, 11;
Alak, 6; Şems, 11.
E- Tâğut Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler: Bakara, 256-257; Nisa, 51, 60, 76;
Maide, 60; Nahl, 36; Zümer, 17.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 215-216
2. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 193-196
3. Tefsir-i Kebir (Mefatihu’l-Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 49-51
4. Fi Zılali’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 90-91,; c 3, 269
5. Tefhimül Kur’an, Mevdudi, insan Y. c. 1, 202, 375
6. Min Vahyi’l-Kur’an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 81-83
7. Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 140-141
8. Tâğut, Ahmed Kettan, Muhammed ez Zeyn, Esra Y.
9. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 6, s. 226-228, 77-79
10. Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 297-307
11. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 319-321
12. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 316-317
13. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 143-145
14. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 105-109
15. İlahi Kanunların Hikmetleri, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 248-261
16. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 166-171
17. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y. c. 1, s. 31-45, 203-211
18. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 67-70, 149-162
19. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff Y. s. 55-58
20. Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 53-57
21. Tuğyana Karşı Ulema, M. Recep el-Beyyumi, Eksen Y.
22. Alim ve Tâğut, Yusuf el-Kardavi, Bengisu Y.
23. Medeni Vahşet, Hüsnü Aktaş, Düşünce Y. s. 135-141
24. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 41-46
25. Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Recep Çetintaş, Usûl Y.
- 71 -
MÜRTED ve İRTİDÂD
•
İrtidâd; Anlam ve Mâhiyeti
•
Mürted
•
Fıkhî İctihadlara Göre Mürtedin Cezası
•
Ridde Savaşları
•
Kur’ân-ı Kerim’de İrtidâd Kavramı
•
Hadis-i Şeriflerde İrtidâd Kavramı
•
Mürtede Verilecek Dünyevî Cezânın Tahlili
•
İrtidadın Dünyevî Cezası Yoktur Diyenlerin Delilleri
•
Gizli İrtidâd
•
Şirkin Çağdaş Yansımaları; Özendirilen ve Dayatılan Mürtedlik
•
Müşrik ve Mürtedlerle Mücâdele
•
Şirk, Küfür ve İrtidaddan Korunma Yolları
•
İrtidâd, İrticâ/Gericilik Demektir; Mürted de Mürtecî/Gerici
“Sana haram aydan ve onda savaşmanın doğru olup olmadığından soruyorlar. De ki: ‘Haram ayda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak, (insanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak; bunlar Allah katında daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden irtidâd edip döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktir ve orada devamlı kalırlar.” 197
İrtidâd; Anlam ve Mâhiyeti
İrtidâd, Arapça bir kelime olup, ridde’nin türevidir. Reddetmek, geri çevirmek ve bir işten rücû etmek gibi manalara gelir. Istılahta, iman ettikten sonra, İslâm’dan dönmeye verilen isimdir. İslâm dinini terkedip başka bir dine geçmek veya eski inancına dönmeye irtidat; bunu yapan kimseye de “mürted” denir.
Kur’an’da irtidatla ilgili şöyle buyrulur: “Sizden kim irtidat eder (dininden döner) ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhirette amelleri boşa çıkmıştır ve onlar cehennem ehlidir, orada ebedî kalacaklardır.”198; “Kim imanı küfürle değiştirirse, şüphesiz o, dümdüz
197 2/Bakara, 217
198 2/Bakara, 217
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
yolun ortasında sapıtmıştır.” 199
İrtidâd edip, dinden dönen, İslâm’ı terkedip küfrü veya şirki
seçen kimseye mürde denir. İslâm’dan çıkma olayına ‘ridde’ veya
‘irtidat’ denilmektedir. Mürted, müslümanlığı kendi isteğiyle, hiç
bir baskı olmadan seçtiği halde, sonradan çeşitli nedenlerle yine
kendi arzusu ile terkeden, küfrünü açıkça ortaya koyan insandır.
Kur’ân-ı Kerim, böylelerinin çirkin durumunu açıklayarak onları
kötü bir âkıbetin/sonucun beklediğini haber veriyor. 200
Mürtedin Kişiliği: Mürted, kişilik zaafı olan biridir. Doğru bir
bilgiye ve sağlam bir görüşe sahip olamamıştır. İnandım dediği
dini yeterince benimsememiştir. Bir başka fikir veya inanç, hoşuna
giden bir dünyalık onu daha çok etkilemiştir. ‘İslâm’dan çıkarsam,
gayri müslimlerin safına geçersem maddî bir çıkar kazanabilirim’
diye düşünmüştür. Kendisine çok süslü gösterilen, İslâm dışı hayat
şekilleri daha çok hoşuna gitmiştir. Nefsinin arzuları kabarıp
taşmıştır. Çok şey istemektedir, birçok şeyden zevk alma arzusundadır,
ama müslüman kaldığı müddetçe bunlara ulaşması zordur.
Zaten pamuk ipliği ile bağlı olduğu İslâm bağını hemen koparıp
atmaktadır.
Mürtedlik aslında sıradan bir mesele değildir. Allah katında
din seçmek insan varlığı için en önemli olaydır. Âlemlerin Rabbi,
insana değer veriyor, onu kendisine muhâtap (hitap edilecek kişi)
olarak kabul ediyor, deyim yerindeyse, insanı ‘adam yerine koyuyor’.
Ona elçiler ve din gönderiyor, ona doğru yolu gösteriyor.
Buna karşın insanların bir kısmı buna aldırmıyor yahut elçilerle
gelen dâvete karşı çıkıyor, ya da onu eğlenceye alıyor. Bunun bir
belirtisi olarak da bazen inandığını söylüyor, bazen de bu inandığı
dini terkediyor. Kimileri de dışarıdan inanmış gibi görünüyor, ancak
içinden inkârcılığa devam ediyor. Aslında pek de âciz olan ve
ölünce mutlaka Rabbinin huzuruna çıkacak olan insanın bu denli
cesur olması, cür’ette bulunması, korkmaması, yaptığı işin sonunu
düşünmemesi ne kadar acıdır!
Kendisine verilen değeri anlamayan ve değerini çok çok yüceltecek
olan ilâhî dâvete kulak vermeyen insandan daha akılsızı,
daha bedbahtı/şanssızı var mıdır? Böyleleri bile bile zararlı ve kötü
olanı tercih ediyorlar, derecelerini kendi elleriyle alçaltıyorlar. Bir
kısmı da kurtuluş ve mutluluğun adı olan İslâm’ı kabul ettikten
sonra şu veya bu sebepten dolayı onu terkediyorlar. Onu ya beğenmiyorlar,
ya küçümsüyorlar, ya da çıkarlarına engel görüyorlar.
199 2/Bakara, 108
200 2/Bakara, 217
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 73 -
Hangi sebeple olursa olsun bu tavır Allah’ın sevmediği bir tavırdır.
Bu davranış âlemlerin Rabbi Allah ve O’nun aziz dini İslâm
ile -hâşâ- dalga geçmek gibidir. Bu bir ciddiyetsizlik, câhillik ve
dönekliktir. İslâm’a göre, elbette din ve inanç hürriyeti vardır. İsteyen
istediği dini ve yaşama biçimini seçebilir. Bu konudaki seçim
hakkı bireyin kendisine aittir. Onu hiç bir kimse bir inanca ve
ideolojiye bağlanmaya zorlayamaz. Herkesin cehenneme gitme,
orayı tercih etme özgürlüğü vardır. Ancak bir kimsenin İslâm’ı din
olarak seçtikten sonra onu terketmesi hem onun için çok önemli
bir kayıp, hem müslüman toplum için bir sorun, hem de İslâm’ın
yüceliğine gölge düşüren bir durumdur. 201
Günümüzde batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma,
birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da
onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor,
onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, İslâm’ı bilmemenin ve ona imanın
zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da yönetildikleri
rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim,
medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya
çalışılıyor.
Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi,
şu söz ve davranışıyla şirke düştü; mürted oldu, müşrik oldu,
ona hangi cezayı verelim?’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikler
ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla insanlara ulaştırmak,
hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların
dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Şirk konusu,
bu bilgileri çevremizdeki düzenin kurbanı ve câhil insanlara
karşı kılıç gibi kullanmak için öğrenilmez. Şirki, irtidâdı tanımak,
yani tevhidî şuur, kendimizi, en küçük bir ihtimalle bile şirke düşürebilecek
davranışlardan şiddetle sakınmak ve insanları bu hale
getiren bataklıkla mücâdele etmek, şirk düzeni ile savaşılmadan
bunun önününün alınamayacağını idrâk etmek ve insanları en
büyük tehlike olan bu belâdan kurtarmanın yollarını aramak, tebliğ
etmek, canlı Kur’an olmaya çalışıp tevhidi bayraklaştırdığımızı
davranışlarımızla isbat etmek için olmalıdır.
“İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar
var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” 202
Mürted
Mürted; geri dönmek, geriyi istemek, eski haline dönmek
201 Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 457-459
202 6/En’âm, 82
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
anlamındaki “irtidâd” masdarının fâil ismidir, yani irtidad eden
kimse demektir. Istılahta ise, müslüman olduktan sonra, İslâm’dan
dönüp başka bir dine giren veya dinsizliği tercih eden kimseler
için kullanılan bir akaid terimidir. Dinden çıkma olayına “riddet”,
İslâm’dan çıkana da “mürted” denir.
Müslümanın dinden çıkıp irtidat etmesine sebep olan şeyler
şunlardır:
1- Allah Teâlâ’ya ibâdette O’na şirk koşmak: “Kim Allah’a ortak
koşarsa, şüphesiz Allah ona Cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer
Cehennemdir. Zâlimlerin hiç bir yardımcısı da yoktur.”203 İbâdet türlerinden
herhangi birini Allah’tan başkasına yönelterek işlemek, ölülerden
yardım istemek, aracılık ve şefaat dileyerek ilk müşriklerin
yaptığı gibi Allah’a şirk koşmak, (Mekkeli müşrikler ibâdet ettikleri
ilâhlarının/putlarının, insanları yarattığına, rızıklandırdığına
ve tasarruf yetkisine sahip olduğuna inanmıyorlardı. Onlar, tapındıkları
putlarının Allah indinde bir makama sahip olduklarına ve
insanlarla Allah arasında aracı ve şefaatçilikte bulunduklarına inanıyorlardı):
“Bunlar Allah katında şefaatçilerimizdir derler.”204; “Şüphesiz,
mescidler Allah’a mahsustur. O halde orada Allah ile beraber bir başkasını
anmayın.”205; “Doğru duâ ancak Allah’a yapılandır. Allah’tan başkasından
yardım istenmez. Zira Allah’tan başka diğer varlıklar duâ edenlerin ve yardım
isteyenlerin hiçbir isteğine cevap veremezler. Allah’tan başkasından
yardım isteyenlerin durumu ellerini tamamen açarak suya uzatan kimseye
benzer. Ağzına su götürmek ister fakat götüremez. Şu halde kâfirlerin
duâsı sapıklıktan başka bir şey değildir.” 206
Allah’tan başkasına duâ edip bir dilekte bulunanlar, kâfirler
olarak adlandırılmaktadır. Bu konu üzerinde ulemânın icmâ’ı
olup, buna muhâlif görüş beyan eden hiç bir kimse yoktur.
Allah’ın şeriatından başka kanunlarla veya Allah’ın nizamının
dışındaki şirk düzenlerinin kaideleriyle hükmetmek de, Allah’a
ibâdette ortaklar edinmektir: “Hüküm ancak Allah’ındır. O ancak
kendisine ibâdet etmenizi emretti.” 207; “O hiç bir varlığı hükmüne ortak
yapmaz.” 208
Allah’ın dışında; insan, melâike, cin, taştan heykel vb. adına
kurban kesmek veya adak adamak; ayrıca, Allah’a tevekkül eder
203 5/Mâide, 72
204 10/Yunus, 18
205 72/Cinn, 18
206 13/Ra'd, 14
207 12/Yusuf, 40
208 18/Kehf, 26
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 75 -
ve O’na sığınır gibi, bir başka varlığa sığınmak ve ondan medet
ummak da irtidadı gerektirecek fiillerdendir.
2- Kâfirleri tekfir etmemek, kâfirler hakkında şüpheye düşmek
ve uydukları İslâm dışı ideolojilerinin doğru olduğuna inanmak;
anıt, mezar ve ölülere tapınmak; Yahudilik, Hıristiyanlık, Komünizm,
Kapitalizm, Demokrasi, Sosyal Demokrasi vb. şirk düzenlerini
doğrulamak. Allah Teâlâ, bunların hepsinin küfür olduğuna
hükmetmiştir. Bu, Kitap, Sünnet ve icmâ ile sabittir. Buna göre
bunların küfür olduğunu kabul etmeyen, Kur’an’ı, Sünnet’i ve
icmâ’ı yalanlamıştır. Müslüman olduktan sonra, bu şekilde düşünmeye
başlayan kimse irtidat etmiştir.
3- Muhammed’in (s.a.s.) getirdiklerinden bir şeye kızmak ve
uygunsuz görmek. Onlarla amel ediyor olsa bile durum değişmez.
Allah Teâlâ bunu şöyle ifade etmektedir: “Bunun sebebi, onların,
Allah’ın indirdiklerini beğenmeyip çirkin bulmalarıdır. Dolayısıyla da Allah,
onların amellerini heder etmiştir.” 209
4- Rasûlullah’ın (s.a.s) dininin sevap veya günahlarından herhangi
birini alaya almak, eğlence konusu yapmak: “Onlara de ki:
Allah ile âyetleri ve peygamberleriyle mi alay ediyordunuz? Özür beyan
etmeyin. Çünkü iman ettikten sonra, inkâr ettiniz.” 210
5- Kâfirleri alkışlamak ve mü’minlere karşı onlara yardım etmek:
“Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur. Muhakkak
ki Allah zâlim kavmi hidâyete erdirmez.” 211
6- Allah’ın dininden tamamıyla veya o olmadan dinin sahih olması
mümkün olmayan temel unsurlarının birinden yüz çevirmek:
“Fakat kâfirler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirirler.” 212
7- Bazı insanların, Hz. Muhammed’in (s.a.s) şeriatini aşıp, ona
bir şeyler ekleyebileceğine inanması: “İslâm’dan başka bir din arayan
kimseden Allah bunu asla kabul etmez. O kimse ahirette de hüsrana
uğrayanlardan olacaktır.” 213
8- Üzerine icmâ vâki olmuş İslâm’ın farzlarından birisi üzerinde
tartışmaya girmek veya yine haramlığı icmayla sabit olan
bir şeyi helâl saymak. İmam Suyûtî şart koşulan sahihlik şartlarını
taşıyan hadisi inkâr edenin İslâm dairesinden çıkıp irtidat etmiş
olduğunu ve kıyamet gününde Yahûdilerle, Hıristiyanlarla veya
209 47/Muhammed, 9
210 9/Tevbe, 65-66
211 5/Mâide, 51
212 46/Ahkaf, 3
213 3/Âl-i İmrân, 85
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
küfür gruplarından uymayı dilediği kimselerle haşrolacağını söylemektedir.
214
Bir kimse şehâdet getirip, namazını kılsa, orucunu tutsa ve
kendisinin müslüman olduğunu iddia etse bile, bu sayılan şeylerden
ve İslâm’a dair eserlerin mürted bahislerinde etraflıca zikredilen
hususlardan bir tanesini işlediği zaman irtidat etmiş sayılır.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Bir müslüman nasıl tekfir edilebilir?
Zira Rasûlullah (s.a.s.); “Bir adam kardeşine “ey kâfir” derse, bu
söz ikisinden biri için mutlaka gerçekleşir.”215; “Allah’tan başka ilâh olmadığına
ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye
Allah ateşi haram kılmıştır.”216 buyurmaktadır. Burada tekfir edilmesi
câiz olmayan müslüman, muvahhid olup, İslâm’a aykırı olan şeylerden
kaçınan kimsedir. O, tevhid üzere olan kişidir. İşte Allah
Teâlâ bu gibi kimseler üzerine ateşi; kendisine şirk koşanlara ise
Cennet’i haram kılmıştır. Nitekim, Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a inanıp O’na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet’e girmiştir.
Allah’a inanıp da O’na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir.”217 Bunun
içindir ki ashâb, Müseylemetü’l-Kezzab ve Esvedü’l-Ansî’nin
nübüvvetine iman edenleri ve ayrıca zekât vermek istemeyenleri
tekfir ederek, onların mürted olduklarına hükmetmiş ve onlarla
savaşmışlardı.
Akıl hastası ve çocuğun dinden dönmesi irtidat cezasını gerekli
kılmaz: “Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş
kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene
kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu
tutulmazlar.” 218
Bunun gibi, istemediği ve kastetmediği halde hataen küfrü
getiren bir söz sarfeden kimse de mürted sayılmaz: “Allah, ümmetimden
hata, unutma ve zorlanma ile yaptığı şeylerden sorumluluğu
kaldırdı.”219 Kalbi imanla dolu olduğu halde, zorlama (ikrah) ile
dinden döndüğünü söyleyen kimse için irtidat vâki olmaz: “Kalbi
imanla dolu olduğu halde, inkâra zorlananların dışında her kim imanından
sonra Allah’ı inkâr edip de küfre göğüs açarsa, işte Allah’ın gazabı o
gibilerin başınadır ve onlar için büyük bir azap vardır.” 220 İkrahın özür
214 Miftâhü'l Cenne fi'l-İhticâcı bi's-Sûnne, s. 5
215 Buhârî, Edeb, 73; Müslim, İman, 111
216 Buhârî, İlim, 49
217 Müslim, İmân, 152
218 Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak,
15
219 İbn Mâce, Talâk, 16
220 16/Nahl,106
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 77 -
sayılmasının bir ölçüsü vardır. İçki içmek, ölü eti yemek, küfür ve
malı telef etmek şeklindeki zorlama veya dövmek ve hapsetmekle
tehdid edilmek, ikrah değildir ve haddi gerektirir. Sadece ölümle
tehdit edilip de tehdit edenin bunu yapabilme gücüne sahip olması
halinde ikrah özür sayılabilir. Kişi sabreder, dininden dönmez
ve öldürülürse bunun karşılığında büyük bir mükâfat alır 221
Zorlama olmadan (ikrah) küfrü gerektiren bir söz söyleyen
veya bir iş yapan, bunu korkusundan yahut alay için yapmış olsa
bile mürted sayılır. Çünkü mücerred korku özür değildir. Sarhoşların
irtidadı hakkında âlimler arasında ihtilâf vardır.
İslâm’ın ilk dönemlerinde on bir fırka dönden dönmüştür.
Bu vak’alardan üçü Hz. Peygamber’in hayatının sonlarına doğru
meydana gelmiş, yedisi Hz. Ebû Bekir devrinde, biri de Hz. Ömer
devrinde olmuştur. Ama bizim için önemli olan husus, bunları birer
tarihî vak’a olarak anmak ve anlatmak değil, günümüz insanının
bir irtidad keyfiyetiyle ilgisi ve bulaşıklığı olup olmadığının
incelenmesidir. Bilindiği veya bilinmesi gerektiği gibi irtidâd, bir
veya birkaç olaya ve belli bir zamana münhasır değildir. Yani değişik
karakterler arzetse de irtidâd etme halleri, hiçbir devirde ve
toplumda tümüyle ortadan kalkmamıştır. Kur’an âyetlerinin hükmü
de umûmidir.
İrtidâd olayının temel illeti, sadece inkâr değil; çoğu kere
İslâm otoritesine karşı gelmektir. Meselâ, bugün de zekât, İslâmî
ulu’l-emr tarafından toplanacak olsa, vermeyecekler çoğunluktadır.
Asr-ı saâdetteki irtidâd olaylarına baktığımızda, açıkça görülür
ki, mürted olmanın temelinde biraz ekonomik, biraz da Hz.
Peygamber’in (veya O’ndan sonra başa geçen Hz. Ebû Bekir’in)
iktidarını kabul etmemek gibi siyasî etkenler de vardır. Bu arka
plan, hemen her devirdeki irtidâd olaylarında da sözkonusudur.
Mürted, İslâmî otoriteye (âdetâ) savaş açmış bir bağî ve
muhârip durumundadır.
İrtidad, bilinçli ve kasıtlı yapılan bir eylemdir. İrtidâd eden kimseye,
yani bilerek, düşünerek ve karar vererek İslâm’dan çıktığını
söyleyen ya da buna ilişkin kanıtlayıcı bir tavır gösteren kimseye
mürted denir.
Gaflet içindeki kimselerin sorumsuzca sarfettikleri bir sözden,
yaptıkları bir eylemden ya da gösterdikleri yanlış bir tavırdan dolayı
küfre saptıkları, yaşanan bir olaydır. Bunların mürted olup
olmadığına gelince, çoğunun demeçleri, günlük konuşmaları ve
221 el-ihtiyâr, II/106
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
genelde tavırları, bu insanların kendilerini müslüman veya mü’min
saydıklarını açıkça göstermektedir. Hâlbuki mürted böyle değildir.
Mürted insan, İslâm’ı reddettiğini, Onun yerine dinsizliği, ya da
başka bir dini tercih ettiğini açıkça ifade eden veya bu doğrultuda
eylem yapan insandır. Örneğin vaktiyle namaz kılan, oruç tutan,
benzeri İslâmî ibâdetleri yaptığı görülen bir kimsenin, daha sonra
bir kiliseye girerek fiilen âyine katılması veya bir put karşısında
saygı duruşu göstermesi onun mürted olduğunu kanıtlamak için
yeterlidir. Öyle ise birçok gâfil insanın bir an için işledikleri küfür,
genelde riddet anlamını taşımaz.
Elbette ki mürted insan da netice itibarıyla kâfirdir. Çünkü
İslâm’ı açıkça reddetmiştir. Ancak onun işlediği suç, küfrün türlerinden
biridir. Yani şirk nasıl ki aynı zamanda küfrün bir alt kümesi
ise, irtidâd da aynen öyledir. Fakat mürtedi sıradan müşrik ve kâfir
insandan ayıran ciddî çizgiler vardır. Çünkü genellikle şirk ve küfür,
bir insanın hayatına yanlışlıklarla birlikte girer. Çok kere kişi,
bilinçsiz bir şekilde bu suçu işler. Ama irtidâd böyle değildir. Tıpkı
nifak gibi mutlaka bilinçli işlenen bir suçtur.
İrtidad olayı, daha çok bilgisizliğin ya da düşünce kaosunun
sonuçlarından olan küfür ve şirkle karşılaştırıldığı takdirde görülür
ki, mürted insan, sıradan kâfir ve müşrikten çok farklıdır. Çünkü
irtidâd düşünüp tasarlamayı, ondan sonra karar vermeyi gerektirmektedir.
Böyle bir insan ise, anca son derece bilinçle hareket
eden biri olabilir. İşte bu nedenledir ki, geleneksel küfrün ve şirkin
yaygın olmasına karşın, irtidâd çok ender rastlanan bir olaydır.
İrtidâd, neden küfrün en az rastlanan türüdür? Bunun nedenini
iki noktada aramak gerekir:
Birincisi: Bir insanın özellikle düşünerek ve karar vererek
İslâm’dan bilinçle çıkıp dinsiz olmak, ya da başka bir dini seçmek
için bir haklı ve mantıklı neden bulamamasıdır. Çünkü İslâm, gerçeklerin
tümünü kucaklayan en büyük gerçektir. İslâm’ı yalanlamaya,
Onu çürütmeye, hiçbir mantık ve hiçbir otorite güç yetirememiştir.
Aynı zamanda İslâm o kadar rahat, o kadar kolay
anlaşılan bir hayat ve kâinat düzenidir ki, insan zaten Onun atmosferinden
dışarıya çıkamamaktadır.
İslâm, bir anlamda fıtrat ve doğa demektir. Dolayısıyla bilgi
ve kültür düzeyi ne olursa olsun her müslüman, İslâm’ı âdeta solumaktadır.
Onun için de başka bir din arayışı müslümanın akıl ve
hayalinden hiçbir zaman geçmez. Oysa İslâm’ın dışındaki bütün
dinlerin mensuplarında, hatta onların aydınlarında, râhiplerinde
ve her rütbeden din adamlarında bile bu arayış vardır.
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 79 -
İrtidâda ender rastlanmasının ikinci nedeni ise çok ilginçtir.
Çünkü kimliğindeki “İslâm” sözcüğünden başka İslâm’la hemen
hiçbir bağı olmayan, buna rağmen kendini belki de müslüman sanan
birçok insan daha vardır ki, bunlar da İslâm’dan çıkıp başka bir
din seçmeyi hiçbir zaman düşünmemektedirler. Çok şaşırtıcı gibi
görünen bu gerçeğin arka planındaki neden şudur: Aslında çoğu
pozitivist kâfir ya da müşrik olan bu insanların İslâm’dan başka
bir din aramamaları, onların hemen hiçbir dine önem vermemelerinden
kaynaklanmaktadır. Onlara göre; İslâm demek, mevlitler,
kandiller, çelenkler, âyinler, tarikatler, fal ve büyüler gibi İslâm’la
uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir sürü gelenekler, törenler ve
şarlatanlıklar demektir. Ve yine onlara göre; İslâm da aynen hıristiyanlık,
yahûdilik, budizm ya da şintoizm gibi bir dindir; dolayısıyla
İslâm’dan çıkıp başka bir dine girmek ya da dinsiz olduğunu
söylemek anlamsızdır.
Tarihte iki kez toplu riddet olayı meydana gelmişse de bu her
iki olayın temelinde o günlerin özel nedenleri yatmaktadır. Bunların
birincisi, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatı üzerine henüz İslâm’a
ısınmamış bulunan câhil çöl Araplarının yaşadıkları deprasyondur.
İkincisi ise, yine İslâm’ı pek kavrayamamış olan Hazar Türklerinin
8. yüzyılda Kral Bulan’ın eğilimi üzerine topluca yahûdiliğe girmeleri
olayıdır.
İrtidâd, imanî bir sorunun ötesinde genelin vicdanına karşı
cüretkâr bir isyan, toplum düzenini sarsıcı ve anarşiyi dâvet edici
sinsi bir suçtur. Bazen de organize hale dönüşür. İslâm hukukuna
göre bir kimsenin mürted sayılabilmesi için onun daha önce müslüman,
akıllı ve özgür olması şarttır. Şu halde hiç müslüman olmamış,
ya da aklî dengesi bozuk veya zorlanarak irtidâd eden kimse
için böyle bir durum sözkonusu olmaz. Kâfirlerin ve müşriklerin,
diğer şirk ve küfür dinlerinden herhangi birini seçmeleri için de
İslâm’a göre bir engel yoktur. Çünkü sonuç itibarıyla “ehl-i küfür
bir tek millettir.” 222
Fıkhî İctihadlara Göre Mürtedin Cezası
Bir müslümanın dinini değiştiriliprip irtidâdı; görülmesi, duyulması,
itiraf etmesi veya iki âdil müslüman tarafından şâhitlik
edilmesi hallerinde sâbit olur.
Mürtedin cezası, eğer tevbe etmezse öldürülmektir: “Dinini
değiştireni öldürün” 223. Ulemanın çoğunluğu kadın için de aynı
222 Ferit Aydın, İslâm'da İnanç Sistemi, s. 190-195
223 Buhârî, Cihâd, 149
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
hükmün uygulanacağı görüşündedirler. Ancak Hanefiler bu konuda
farklı görüştedirler. Kadınların öldürülmesini nehyeden hadisin
224 hükmünün geneli kapsadığını iddia ederek irtidad eden
kadının öldürülmeyeceği görüşünü ileri sürmüşlerdir. 225
Mürtede had uygulanmadan önce, tevbe edip İslâm’a dönmesi
telkin edilir. Fakat bunun ne şekilde uygulanacağı hakkında
ihtilâf vardır. Âlimlerin çoğunluğunun görüşüne göre, üç defa
tevbe etmesi istendikten sonra öldürülür. Hz. Ömer (r.a.), irtidad
edenin üç gün hapsedilip tevbe etmeye çağrılması ve bu zaman
zarfında yiyecek olarak suçluya sadece ekmek verilmesi gerektiğini
bildirmiştir.
Hz. Ali (r.a.), bu müddeti bir ay olarak uygulamıştır. en-Nahaî
ise bunun bir zamanla sınırlandırılmaması ve tevbe edene kadar
sürekli İslâm’a çağrılması gerektiği görüşünü ileri sürmüştür. Ancak,
bu görüş, Sünnet ve icmâ ile sâbit olan irtidad cezasının uygulanmasını
imkânsız kılacağından itibara şâyân değildir.
İmam Mâlik, Leys, İshak ve Ebû Hanîfe; zındıkın ve irtidat edip
tevbe ettikten sonra tekrar dinden dönenin tevbesinin dikkate
alınmayacağını ve haddin uygulanacağını kabul etmişlerdir. Çünkü
zındıkın mürted sayılmasını gerektiren önceki görüşlerinden
döndüğü hiç bir zaman açık olarak tesbit edilemez. Allah Teâlâ;
“Ancak, tevbe edip kendilerini düzelten ve Allah’ın indirdiğini açıklayanlar
müstesnâ.”226 buyurmaktadır. Dinden dönmeyi birkaç defa tekrarlayanların
tevbelerinin kabul edilmeyeceğine delil olarak da şu
âyet-i kerîme gösterilmektedir: “İman edip sonra inkâr eden, sonra
imân edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenleri Allah ne
bağışlayacak ne de doğru yola eriştirecektir.” 227
Müslüman anne babadan doğan ve müslüman olarak yetişen
kimse irtidat edince, tevbe etmeye çağrılmadan had uygulanır.
Fakat daha önce küfre girip sonra müslüman olan kimse tevbeye
çağrılır. Allah’a ve Rasûlüne küfreden kimse de tevbe etmeye
çağrılmadan öldürülür. Böyle bir kimse tevbe etse dahi durum
değişmez. Çünkü Allah’a ve Rasûlüne küfretmek haddi gerektirir.
Tevbe ise haddi düşürmez. 228
Mürtedin irtidat etmesiyle birlikte, bütün sâlih amelleri silinir
224 Ebû Dâvud, Cihad, 121
225 İbn Kudâme, el-Muğnî, Mısır (t.y.), VIII/125; Seyyid Sâbık, Fıkhu's-Sünne,
Kahire, (t.y.), II/385 vd.
226 2/Bakara, 160
227 4/Nisâ, 137
228 İbn Kudâme, a.g.e., 125 vd
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 81 -
ve o ebedî olarak Cehennemde kalır: “Sizden kim, dininden döner ve
kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhirette amelleri boşa gitmiştir.
İşte cehennemlikler onlardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.” 229
Bu, tevbe edilmediği takdirde böyledir. Mürted tevbe ettiği
takdirde, irtidat etmeden önceki amellerinin yok olup olmayacağı
hususunda İslâm âlimleri arasında görüş ayrılıkları vardır. İmam
Şâfiî’ye göre irtidad edip, sonra İslâm’a dönenin haccı da dâhil
hiç bir ameli düşmez. İmam Mâlik’e göre ise amellerinin tamamı,
irtidad ettiği an düşer. 230
İrtidatla birlikte evlilik akdi fesh olur. Ancak mürted tekrar
İslâm’a döner ve her iki taraf evliliklerini sürdürmek isterse, yeniden
bir nikâh akdi ve mehir sözkonusu olmaz. Hanefîler kocanın
irtidadına bağlı boşanmayı bâ’in talak olarak kabul etmişlerdir.
Mürted, müslüman yakınlarına mirasçı olamadığı gibi, o öldüğünde
de müslüman yakınları ona mirasçı olamazlar: “Kâfir müslümana,
müslüman da kâfire mirasçı olamaz.” 231
Ancak âlimler bu konuda da ihtilaf etmişlerdir. Hz. Ali (r.a),
Hasan, Şa’bi, Leys, Ebû Hanife ve İshak ibn Raheveyh müslüman
yakınların mirasa sahip olacaklarını kabul ederken; Mâlik
ve Şâfii’nin de içinde bulunduğu diğer bir grup âlim de mürteddin
malının beytülmale intikal edeceğini söylemişlerdir. Ebû
Hanîfe’ye göre, irtidad halinde kazanılan mal fey hükmündedir
232. Ebû Hanîfe, irtidad etmeden önce sahip olunan malın mirasçılara
intikal edebileceğine hükmederken, mürtedin irtidadla
birlikte hukuken ölmüş olduğu prensibinden hareket etmektedir.
Ebû Yusuf, Muhammed ve Şubrume her hâl u kârda mirâs
olayının sözkonusu olduğunu söylemişlerdir. Kurtubî; “İki millet
(mü’min ve kâfir) arasında miras yoktur.” 233 hadisinin hükmünün
mutlak olacağını ileri sürerek, müslümanla mürted arasında
verâset olayından bahsedenlerin görüşlerini reddetmektedir. 234
Mürted, had uygulanana kadar, malının gerçek sahibi olup,
bunda dilediği gibi tasarruf etmekten alıkonulamaz. Öldürülmeyi
hak etmiş olması, O’nun malındaki tasarruf hakkını düşürmez. Bu
konu diğer had gerektiren cezalarda olduğu gibi değerlendirilir.
Bunun gibi, kaçıp daru’l harbe sığınsa, mülkiyet hakkı yine düşmez.
İslâm ülkesindeki mal varlığı yed-i emin vasıtası ile koruma
229 2/Bakara, 2/217
230 el-Kurtubî, el-Cami'li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1965, III/48).
231 Buhârî, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1
232 Kurtubî, a.g.e., III/49
233 Ebû Dâvud Ferâiz, 13; Tirmizî, Ferâiz, 16; İbn Mâce, Ferâiz, 6
234 Kurtubî, aynı yer
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
altına alınır. 235
Ayrıca mürted öldüğünde yıkanmaz, kefenlenmez, cenaze namaz
kılınmaz ve müslüman mezarlığına defnedilmez. Mürted için
istiğfar câiz olmadığı gibi, onu rahmetle anmak da câiz değildir:
“Ne peygamberin ne de mü’minlerin cehennemlik oldukları belli olduktan
sonra, yakın akrabaları da olsa, müşrikler için af dilemeleri asla doğru
olmaz.” 236
Bir kimse İslâm’dan çıkıp başka bir dine girdiği zaman onun irtidadına
hükmedilerek cezalandırılır. Ancak, irtidat olayı bununla
sınırlı mıdır; yoksa kâfirlerin din değiştirip başka bir küfür dinine
girmesi de irtidad mı sayılır? Âlimler bu konuda farklı görüşler
ileri sürmüşlerdir.
Zâhiren bakıldığında bir kâfir, bâtıl olan dininden çıkıp, onun
gibi bâtıl olan başka bir dine girmiş olduğundan dolayı sorgulanmaz.
Çünkü küfür tek bir millettir. Ancak, İslâm’ı terkedip başka
bir dine girenin durumu, hidâyetten yüz çevirip dalâleti seçtiği
için farklılık arzetmektedir. Mâlikîler ve Hanefîler bu görüştedirler.
Şâfiîler’de ise bu konuda iki farklı görüş vardır. Bir kâfir, dininden
döndükten sonra, ya İslâm’a girer ya da öldürülür. Taberânî
İbn Abbas’tan merfû olarak şöyle bir hadis nakletmektedir: “Dininden
çıkıp kendisine İslâm’dan başka bir din seçeni öldürün.” 237 Ahmed
ibn Hanbel’in de iştirak ettiği diğer görüş ise şöyledir: Kâfirin seçtiği
yeni din, eski dininden yukarıda ise, sorgulanmaz, aksi halde
irtidat cezası uygulanır; Yahûdi veya Hıristiyan’ın Mecusîliği seçmesi
gibi. 238
Mürtedin öldürülmesinin hikmeti: İslâm, insan için, bütün eksikliklerden
arındırılmış bir hayat programıdır. O, dindir, devlettir,
ibâdettir, önderliktir, kitap ve kılıçtır, ruh ve maddedir, hem dünya
hem de âhirettir. O, akıl ve mantık üzerine binâ edilmiş ve kesin
bilgi ve deliller üzerinde yükseltilmiştir. Onun inanç sisteminde ve
şeriatında insan fıtratıyla çatışan, ona ters düşen hiç bir şey yoktur
ve o, insanın önünde diğer beşerî düşünceler gibi, onun ebedî
ve maddî olgunluğa erişmesi için bir engel değil; ona ulaştıran
emin bir yoldur. Kim İslâm’a girer, onun hakikatini kavrar, onun
ruhî zevkini tadar ve sonra da ondan dönüp irtidad ederse apaçık
delilleri inkâr ederek, hak ve mantık ölçülerinin dışına çıkmış olur.
235 Seyyid Sabık, a.g.e., II/390
236 9/Tevbe, 113
237 Seyyid Sabık, a.g.e., 382
238 Bk. Seyyid Sâbık aynı yer
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 83 -
İnsan bu duruma geldiği zaman, çöküş derecelerinin en aşağılarına
düşmüştür. Böyle bir insanın hayatının korunmasının hiç bir
geçerli sebebi yoktur. Çünkü onun hayatında ulaşılması gereken
ne yüce bir gâye, ne de şerefli bir maksat kalmıştır.
Diğer bir açıdan bakıldığında da İslâm’ın insanın yaşayışında
ihtiyaç duyduğu her şeyi kapsayan bir nizam olduğu ve bu nizamın
değer ve hududlarının korunmasının mutlak anlamda gerekli
olduğu görülecektir. Çünkü hiç bir nizam yoktur ki, onu yok etmeye,
yeryüzünden silmeye yönelik tehditlere karşı korunmadan
ayakta durabilsin, varlığını devam ettirebilsin. Bir düzenin korunmasını
sağlayan en önemli şeylerden biri de, her dileyenin dilediği
gibi onu inkâr ederek, dışına çıkmasını engellemektir. Bu yapılmadığı
takdirde, bir düzenin korunması mümkün değildir.
İslâm’dan çıkıp irtidat etmek; ihânet ederek ona baş kaldırmak
ve parçalayıp yok etmeye azmetmektir. İslâm toplumunu bu
tür bir tehlikeden korumak için önlemlerin alınması kaçınılmazdır.
Bunu önlemek ise, beşerî sistemlerin de uygulamak zorunda oldukları
gibi ölüm cezası vermeye bağlıdır.
Komünist veya kapitalist toplumların hangisinde olursa olsun,
devletin anayasal nizamının dışına çıkıp ona başkaldıran kimse,
ülkesine ihânet suçuyla itham edilir ve ölüm cezası ile cezalandırılır.
Bu, İslâm’ın bu konudaki uygulamasına karşı çıkanların
itirazlarının gerçekte, İslâm’a karşı olan düşmanlıklarından kaynaklandığını
ortaya koymaktadır. İslâm’ın mürted’e uyguladığı
cezanın mantık dışı hiç bir tarafı olmadığı ortadadır. Zaten tarihe
bakıldığında, müslümanları idare edenler, bu haddi, hakedenlere
uygulamaktan ne zaman yüz çevirmişlerse, işte o zaman, devlet
ellerinden gitmiş, İslâm toplumu İslâm dışı güçlerin baskısı altında
ezilir hale gelmiştir. 239
Hanefî fıkhına göre İslâm’dan çıktığını açıkça gösteren söz, tutum
ve davranışlarda bulunan kişi, mürted sayılır ve tevbe etmediği
takdirde idam edilir. Mürted ile kâfir arasında çok önemli bir
fark vardır. Şöyle ki; mürted, İslâm’ın Allah indinde yegâne din olduğunu
ve kudsiyetini bildiği halde; dünya menfaati, hırs, hased,
kin veya bunun gibi duygularla dinini terketmiştir. Bu duygular,
mürtedi müslümanlara karşı harbî (muhârip, savaşçı) durumuna
getirir. Çünkü irtidatla birlikte sahip olduğu ismet-i şahsiyetini (kişisel
mâsumluk ve dokunulmazlığını) kaybetmiştir. Gayr-i müslim
olan kâfir ise, dâvete muhtaçtır. İslâm hakkında doğru bir bilgiye
239 Seyyid Sâbık, a.g.e., II/387; Eymen ed-Dımaşkî-Ömer Tellioğlu, Şâmil
İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 369-372
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 84 -
sahip değildir.
İbn Âbidin: “İrtidat eden ve muhârip durumuna geçen kimsenin
öldürülmesi, dinin muhâfazası için zarûridir. Çünkü dinin
muhâfazası, maslahatların en üstünüdür” hükmünü zikreder.
Hanefî fukahâsı: “irtidat eden erkeğin öldürülmesinde, kadının
ise hapsedilmesinde müttefiktir. Çünkü kadın, muhârip (savaşçı)
durumunda değildir.” Bu noktada şunu hatırlatmakta fayda
vardır: Mürted olan erkek derhal öldürülmez; önce irtidat sebebi
araştırılıp, şüpheye düştüğü husus izah edilir ve tecdîd-i imana
dâvet edilir. Bütün bunlardan sonra, durum değişmezse ulu’l-emr
tarafından öldürülür. Bu cezayı herhangi bir mü’min, kendi şahsî
değerlendirmesiyle yapamaz. Çünkü velâyete tecâvüz câiz değildir.
Ulu’l-emr, bütün ümmetin velâyetine sahiptir. 240
İslâm dini temelde din ve vicdan hürriyetine büyük önem
vermiştir. Bu yüzden hiç kimse müslüman olmaya zorlanamaz.
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Dinde zorlama yoktur. Artık hak
bâtıldan seçilip belli olmuştur. Kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse,
şüphesiz ki o, kopmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah her şeyi işiten
ve her şeyi bilendir.”241 Kendi hür irâdesiyle müslüman olan kimsenin
ise artık İslâm dininin esaslarına uyması gerekir.
İrtidad, bir bakıma İslâm toplumuna ve devletine karşı baş kaldırma,
ciddi bir isyanda bulunma hareketidir. Bu yüzden mürtede
uygulanacak müeyyideler ağır tutulmuştur. Bir hadis rivâyetinde
şöyle buyrulur: “Kim dininden dönerse, onu öldürün.”242; “Müslüman
bir kimsenin öldürülmesi ancak şu üç sebepten biriyle helâl olur: İmandan
sonra dinden çıkma, evlilikten sonra zina, haksız yere birini kasden
öldürme.”243 İrtidad edenin öldürüleceğine dair hüküm Hanefîler’e
göre, yalnız erkekleri kapsamına alır. İrtidad edene, İslâm dini
arzedilerek tevbe etmesi istenir. Bu müstehaptır. Kendisine daha
önce İslâm dâveti ulaştığı için, bu çağrı farz değildir. O, yeniden
İslâm’a dönerse problem bitmiş olur. Eğer küfürde ısrar eder, devlet
başkanı tevbe ümidi görürse veya mürted, süre istemiş bulunursa;
kendisine üç gün süre verilir. Eğer devlet başkanı tevbe
ümidi görmez ve mürted de bir süre talebinde bulunmamış olursa,
derhal öldürülür. Bu konuya delil olarak Hz. Ömer’in uygulaması
gösterilir. İslâm ordusunda irtidad edip, derhal öldürülen bir adamın
durumu Hz. Ömer’e haber verilince şöyle demiştir: “Onu bir
yerde üç gün hapsetmeniz her gün bir ekmek vermeniz ve tevbeye
240 Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 214
241 2/Bakara, 256
242 Buhârî, Cihad, 148; İ'tisâm, 28
243 Buhârî, Diyât, 6, Kasâme, 25, 26
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 85 -
dâvet etmeniz gerekmez miydi? Umulur ki o, tevbe eder ve Allah’a
dönerdi. Ey Allah’ım! Ben bu olayda hazır bulunmadım. Emir
vermedim. Haber bana ulaştığı zaman rızâ da göstermedim.”244
Rivâyete göre Hz. Ali de mürtedi üç defa tevbeye dâvet eder ve
şu âyeti okurdu; “İman edip sonra inkâr eden, sonra iman edip tekrar
inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenleri Allah ne bağışlayacak ne
de doğru yola eriştirecektir.”245 Mürted’in tevbeye dâvet edilmeden
önce öldürülmesi mekruhtur. Ancak dinden dönmekte ismetini yitirdiği
için, onu öldüren yetkiliye bir şey gerekmez. Mürtedin tevbesi,
kelime-i şehâdet getirmesi ve girdiği dinden yeniden İslâm’a
dönmesi, hangi konuyla ilgili irtidâd etmişse o konu ile ilgili İslâmî
hükümleri kabul ettiğini ilân etmesidir.
Dinden dönen kadının öldürülmesi câiz değildir. Fakat o, yeniden
İslâm’a girmeye zorlanır. Zorlama şöyle olur: Hapsedilir ve
her gün çıkarılarak tevbe etmesi istenir. İslâm’a dönerse serbest
bırakılır. Aksi halde ölünceye kadar hapiste kalır. Öldürülmeme
konusunda delil şu hadistir: “Kadın ve çocukları öldürmeyin!” 246
İmam Şâfiî’ye göre, mürted kadın da erkek gibi öldürülür. Delil:
“Dinini değiştiren kimseyi öldürünüz” 247 hadisinin genel ifadesidir.
Çünkü kanın mubah olmasının illeti, imandan sonra küfürdür.
Mürted erkeğin öldürülmesinin sebebi budur. Aynı özellik mürted
kadında da vardır. İmandan sonra küfür, aslî küfürden daha ağırdır.
248
Mürted mânen ölmüş sayıldığı için o, kimseye mirasçı olamaz.
Mürtede başkalarının mirasçı olması konusunda ise görüş ayrılıkları
vardır. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre, dinden çıkanın
irtidaddan önce veya sonra kazandıkları kendi müslüman
vârislerine intikal eder. Ebû Hanîfe’ye göre ise, irtidaddan önce kazandıkları
kendi mirasçılarına, sonra kazandıkları ise beytülmâle
gider. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise tüm malı beytülmâle
intikal eder.
Mürtedin nikâhı geçersiz olur, irtidâd eden erkek, müslüman
hanımından; irtidâd eden kadın da müslüman kocasından boşanmış
olur. Karı-koca birlikte irtidad etseler veya birlikte İslâm’a
girseler, nikâh bağları devam eder. İmam Züfer’e göre ise bu durumlarda
da nikâh akdi fâsit olur. Eşlerden biri diğerinden önce
244 el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi’, Beyrut 1402/1982, VII/134-135
245 4/Nisâ, 137
246 Ebû Dâvud, Cihâd, 90
247 Buhârî, Cihâd, 149; İ'tisam, 28
248 el-Kâsânî, a g e., VII, 135
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 86 -
İslâm’a girerse, nikâh akdinin fâsit olacağı konusunda görüş birliği
(icmâ’) vardır. 249
İman sahibi olduktan sonra İslâm’ı terkedenlerin dünya ve
âhirette karşılaşacakları tehlikeleri haber veren pek çok âyet vardır.
250
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir’in
halîfeliğinin ilk günlerinde dinden dönme olayları görüldü. Ebû
Bekr’in (r.a.) onlara savaş açarak kararlı tutumuyla İslâm’ın bütünlüğü
korunmuş oldu. Ebû Hureyre’den şöyle dediği nakledilmiştir:
Rasûlullah vefat edip de ondan sonra Ebû Bekir halife seçildiği
ve Araplardan bazıları dinden döndüğü zaman Hz. Ömer, Ebû
Bekir’e şöyle dedi: “Allah Rasûlu; “İnsanlar, ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’
deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim, ‘Allah’tan
başka ilâh yoktur’ derse, malını ve canını benden korumuş olur. Ancak
İslâm’ın hakkı müstesnâdır. Onun asıl hesabı ise Allah’a kalmıştır” buyurduğu
halde, nasıl olur da sen insanlarla savaşırsın? Ebû Bekir
şöyle cevap verdi: Allah’a yemin ederim ki namazla zekâtın arasını
ayıranlarla mutlaka savaşacağım. Çünkü zekât malî bir haktır.
Allah’a yemin ederim ki, Rasûlullah’a vermiş oldukları bir deve yularını
bile bana vermezlerse, onlarla savaşırım” dedi. Bunun üzerine
Hz. Ömer şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki, Azîz ve Celîl olan
Allah Ebû Bekir’in gönlünü savaş için genişletmiş ve yine anladım
ki, onun görüşü doğrudur.” 251
Hz. Ebû Bekir’in zekât vermeyenlerle savaşa karar vermesinin
delili, Hz. Peygamber’in şu uygulamasıdır. Allah Rasûlu, Eşca’ kabilesinden
birisinin zekâtını alması için bir memur göndermiş, vermeyince,
ikinci defa göndermiş, üçüncüde yine vermezse boynunu
vurmasını söylemiştir 252. Diğer yandan, namaz kılmayanlarla
harp edileceğine dair sahâbenin icmâ’ı vardır. Ebû Bekir burada
zekâtı, namaza kıyas etmiştir. 253
Hattâbî’ye göre, bu dönemde dinden dönenler iki sınıftır:
1. Dinden tamamen dönenler: Museylimetü’l-Kezzâb ile
el-Esvedü’l Ansî’ye uyanlar. Ebû Bekir (r.a.) bunlarla savaşmış,
Müseylime’yi Yemâme’de, el-Ansî’yi ise San’a’da öldürtmüştür.
Onlara uyanların çoğu da öldürülmüş, kalanlar ise kaçmış ve
249 el-Kâsânî, a.g.e., VIII/136-137
250 2/Bakara, 217; 3/Âl-i İmrân, 3/86-91, 106; 4/Nisâ, 115, 137; 5/Mâide, 54
251 Ebû Dâvud, Zekât, l
252 Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercümesi, Ankara 1984, V/21
253 Sünen-i Ebû Dâvud Terceme ve Şerhi, N. Yeniel - H. Kayapınar - N. Akdeniz,
İstanbul 1988, VI/93
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 87 -
dağılmıştır. Diğer yandan dinin bütün hükümlerini inkâr edip namaz
ve orucu terkedenler de vardı. Bunlar câhiliyye devrindeki
hallerine dönmüşlerdi.
2. Namazla zekâtı birbirinden ayıranlar: Bunlar namazın farz
olduğunu kabul ediyor, fakat zekâtı tanımıyorlardı. İçlerinde kabile
reisinden korkarak zekât vermeyenler de vardı. Meselâ; Benû
Yerbu’ kabilesi kendi arasında zekâtı toplamış, Hz. Ebû Bekir’e
göndermek üzere iken Mâlik b. Nuveyre bunu duymuş ve toplanan
zekâta el koyarak kabileye dağıtmıştır. Bazıları da; “Onların
mallarından, kendilerini temizleyeceğin bir zekât al.” 254 âyetini yalnız
Hz. Peygamber’le ilgili görüyor ve zekât vermek istemiyordu.
İşte Hz. Ömer’in tereddüdü ve Halîfe Ebû Bekir’e itirazı bu
ikinci madde ile ilgilidir. Diğer yandan Hz. Ömer’in dayandığı; “İnsanlar
Allah’dan başka ilâh olmadığını söyleyinceye kadar... onlarla savaşmakla
emrolundum” hadisi, başka rivâyetlerde “Hz. Muhammed’e
imanı, kıblemize dönme, kestiklerimizi yeme, bizim gibi namaz kılma”
gibi ilâvelerle nakledilmiştir. Hz. Ömer’in başlangıçta, bu ayrıntıları
düşünmeden karşı çıkmış olması de muhtemeldir. 255
Ridde Savaşları
Rasûlullah’ın (s.a.s.) vefatından sonra dinden dönüp İslâm
devletine savaş açanların isyanlarının bastırılması için yapılan
askerî harekâtlara Ridde savaşları denir.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) vefat haberini duyan Yemen ve Necid bölgelerindeki
bazı kabileler özellikle zekât ödemeyi reddederek isyan
ettiler. Ayrıca Rasûlullah’ın (s.a.s.) vefatı ile ortaya çıkan karışık
ortamdan istifade etmek isteyen bazı kimseler de peygamberliklerini
ilan etmişler ve kendilerine inandırdıkları kalabalıkları peşlerine
takarak İslâm hükümranlığını tehdit etmeye başlamışlardı.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) sağlığında onun hâkimiyetine boyun eğmek
zorunda kalarak müslüman olan, ancak imanın kalplerine nüfuz
edip yerleşmediği bu bedevî topluluklar, onun vefatıyla cesaretlenmiş
ve kalplerinde gizlediklerini açığa çıkarmışlardı. Aslında
onların bu durumu bilinmiyor değildi. Zira Allah Teâlâ onlar için
bir âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Ey Muhammed! Bedeviler
“İman ettik” derler. Sen onlara şöyle de: “Hayır! İman etmediniz. Siz ancak,
254 9/Tevbe, 103
255 Bk. Buhârî, İmân, 17, 28, Salât, 28, Zekât, 1, İ'tisâm, 2, 28; Müslim, İmân,
32-36; Ebû Dâvud, Cihâd, 95; Tirmizî, Tefsîru Sûre (88); Nesâî, Zekât, 3; İbn
Mâce, Fiten, 1-3; Dârimî, Siyer, 10; Ahmed bin Hanbel, IV/8; Eymen ed-
Dımaşkî-Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. c. 3, s. 175-176
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 88 -
müslüman olduk deyin. Çünkü iman henüz kalbinize girmemiştir.” 256
İrtidat hareketlerinin başlamasıyla başkent Medine her taraftan
düşmanlarla kuşatılmış bir duruma geldi. Öte taraftan
Yahûdi ve Hıristiyanlar, ortaya çıkacak fırsatları değerlendirmek
için müslümanların durumunu izlemeye başladılar. Tarihçiler müslümanların
o zaman içinde bulundukları dehşet verici durumu;
“Müslümanlar, peygamberlerini kaybetmeleri, sayılarının azlığı ve
düşmanlarının çokluğu yüzünden sanki şiddetli soğuk, yağmurlu
ve karanlık bir gecede sahrâda kaybolmuş koyun sürüsüsün durumunu
andırıyordu”257 şeklinde ifade etmektedirler. Medine’nin
bu şekilde ciddi olarak tehdit altında bulunmasını ileri süren
bazı kimseler, Rasûlullah’ın (s.a.s) vefatından az önce yola çıkan
Usâme’nin ordusunu bu seferden alıkoyması için Ebû Bekir’e (r.a.)
mürâcaat ettiler. İslâm devletinin başına henüz geçmiş olan Hz.
Ebû Bekir son derece net ve kararlı bir ifade ile bu tavsiyeyi yapanlara;
Bilsem ki kurtlar burada beni parçalayacak; Usâme’nin ordusu
için Rasûlullah’ın (s.a.s.) emretmiş olduğu şeyi uygulayacağım”
258 dedi ve bu orduya yoluna devam etmesi için emir verdi.
İlk dinden dönme hareketi Peygamber’in (s.a.s.) sağlığında
Yemen’de ortaya çıkmıştı. Kendisinin peygamber olduğunu iddia
eden Esved el-Ansî, topladığı kuvvetlerle önce Necran bölgesini,
peşinden de San’a’yı, vali Şehr ile yirmi beş gün savaşarak ele
geçirdi. Hz. Peygamber’in âmil ve muallim olarak bölgeye gönderdiği
Mu’az b. Cebel, Ma’rib’de bulunan Ebû Mûsâ el-Eşarî’ye
iltihak etmiş daha sonra ikisi birlikte Hadramevt’e gitmişlerdi.259
İbnül-Esir’in ifadesiyle, “Esved’in çıkarmış olduğu fitne bir alev
gibi, Hadramevt’ten Taif, Bahreyn ve Ahsa’dan Aden’e kadar her
yeri kaplamıştı.”260 Hadramevt’te toplanan müslümanlar endişeli
bir şekilde beklerken, durumu haber alan Rasûlullah’ın (s.a.s.),
Yemen bölgesinde bulunan müslümanların tamamına yönelik,
Esved’e karşı savaşılması emri bölgeye ulaştı. Veber b. Yuhannis
vasıtasıyla gönderilen mektupta; dinin korunması, mürtedlere
karşı savaşılması, Esved el-Ansî’nin açıkça savaşılarak veya gizli
bir tertiple ortadan kaldırılması ve bu emrin İslâm’da sebât eden
bölgedeki bütün müslümanlara ulaştırılması gibi tâlimatlar yer almaktaydı.
261
256 49/Hucurât, 14
257 Taberî, Tarih, Beyrut ty, III/225; İbnü’l-Esîr, Tarih, Beyrut 1979, II/33
258 Taberi, a.g.e., III, 225, 228; İbnül-Esir, a.g.e., aynı yer
259 Taberiî III/229-230
260 İbnül-Esir, II, 338
261 Taberî, III/231; İbnül-Esîr, II/338
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 89 -
Rasûlullah’ın (s.a.s.) emri San’a’daki müslümanlara ulaştığı zaman,
planlanan bir suikast ile Esved el-Ansî, Firûz adındaki biri tarafından
öldürülmüş ve Kenan bölgesi tekrar İslâm’ın hâkimiyetine
girmişti. Onun öldürüldüğü haberi Medine’ye Rasûlullah’ın (s.a.s.)
vefat ettiği günün sabahında ulaşmıştı. 262
Peygamber’in (s.a.s.) ölüm haberi üzerine, Müseyleme ve Tuleyha,
peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktılar, Tay ve Esed kabileleri
Tuleyha’ya tâbi olarak dinden döndüler. Gatafan ise, Uyeyne
b. Hısn’ın başkanlığı altında isyan etti. Uyeyne: “Esed ve Gatafandan
bir peygamber, bize Kureyşten olan bir peygamberden daha
sevimlidir. Muhammed öldü. Tuleyha ise hayattadır” diyerek,
Tuleyha’ya tâbi oldu.263 Havâzinliler ise zekâtlarını ödemeyeceklerini
bildirdiler. Her taraftan irtidat haberleri Medine’ye ulaştığı
zaman Ebû Bekir (r.a.), elçiler göndermek sûretiyle İslâm’a dönmelerini
sağlamaya çalıştı ve Usame’nin ordusunun dönüşünü bekledi.
Ancak, Abslar’la, Zubyanlar’ın Medine’ye saldırmaları üzerine
bu tehlikeyi yok etmek için faâliyete geçmek zorunda kaldı. Bu
arada diğer birtakım kabilelerin elçileri Medine’ye gelerek, namazı
kılacaklarını, ancak zekât’ı ödemeyeceklerini bildirdiler. Ve bu
durumun kabul edilmesini istediler.
Ebû Bekir (r.a.) elçilere; “Zekât olarak vereceğiniz hayvanların,
bağlanacakları ipleri vermediğiniz takdirde bile sizinle savaşacağım”
şeklinde sert bir cevap verdi.264 Hz. Ebû Bekir (r.a.) tarafından
istekleri reddedilen bu elçi heyeti dönüşlerinde, Medine’de
bulunan müslümanların azlığını kabilelerine bildirerek Medine’ye
yürümek için onları heveslendirdiler. Ebû Bekir (r.a.) sayılarının azlığını
öğrenen mürtedlerin Medine’ye saldırabileceklerini anladığı
için birtakım tedbirler aldı. Yakında olan düşman birliklerinin
şehre girişini önlemek için Ali (r.a.), Talha (r.a.), Zübeyr (r.a.) ve
İbn Mes’ud’u (r.a.) şehre giren yollara yerleştirdi ve herkesin mescidde
toplanmasını istedi. Nitekim o, düşüncesinde yanılmamış ve
üç gün sonra mürtedler gece vakti harekete geçmişlerdi. Ancak
yolları bekleyen birlikler onlarla savaşarak şehre girmelerini engellediler
ve durumu Hz. Ebû Bekir’e bildirdiler. Ebû Bekir (r.a.)
mesciddekilerle birlikte hemen harekete geçerek onları geri püskürttü
ve Zahusa’ya kadar onları takip etti. Burada mürted askerlerin
uyguladıkları bir yöntemle müslümanların develeri ürkmüş
ve geri dönmüşlerdi. Mürtedler, müslümanların korkarak geri
döndükleri zannına kapıldılar ve Zül-Kassa’da toplananlara haber
262 geniş bilgi için Bk. Taberî, III/227 vd
263 İbnül-Esîr, II, 342
264 Taberi, III, 244
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 90 -
göndererek kendilerine katılmalarını bildirdiler. Öte taraftan Ebû
Bekir (r.a.), geceyi savaş hazırlığı ile geçirdi ve sabaha yakın, sağ
kanatta Numan b. Mukarrin, sol kanatta Abdullah b. Mukarrin,
ortada Suveyd b. Mukarrin şeklinde bir tabya düzeni ile yola çıktı.
Merkezinde Ebû Bekir’in (r.a.) bulunduğu ordu yaya olarak (sadece
aracı birlikte süvâriler vardı) hızlı bir yürüyüş yaptı ve fecirde
düşmanın bulunduğu yere geldi. Onlar olan-bitenlerden habersiz
olarak dururken, müslümanların âni saldırısı karşısında çok sayıda
ölü bırakarak kaçmak zorunda kaldılar. Hz. Ebû Bekir, kaçanları
Zül-Kassa’ya kadar takip etti. Numan b. Mukarrin’i bir miktar askerle
orada bırakarak Medine’ye döndü. İrtidat eden Absoğulları
ile Zubyanoğulları, aldıkları bu yenilginin acısıyla kabileleri içerisindeki
müslümanları öldürmeye ve çevrede bulunan diğer müslümanlara
saldırmaya başladılar. Bu haber Ebû Bekir’e (r.a.) ulaştığı
zaman o, müthiş bir şekilde hiddetlendi ve müslümanları çeşitli
şekillerde öldüren mürted kâfirlerin, öldürdükleri müslümanlara
karşılık olarak korkunç bir şekilde öldürüleceklerine dair yemin
etti.265 Bu olaydan sonra, müslümanların moralleri düzeldi ve kabileler
içerisinde irtidat eden kimselerin bir bölümü tekrar İslâm’a
dönmeye ve yeniden zekât mallarını Medine’ye göndermeye başladılar.
İbnül-Esir’in kaydına göre de kırk gün sonra Usâme bin
Zeyd seferden dönerek Medine’ye geldi. Hz. Ebû Bekir onları sefer
yorgunluğunu üzerlerinden atmaları için Medine’de bıraktı ve
tertip ettiği kuvvetlerin başına geçerek, Necd yönünde bulunan
Zül-Kassa’ya doğru hareket etti. Bu nazik ortamda Hz. Ebû Bekir
(r.a.)’ın bizzat savaşa çıkmasını doğru bulmayan bazı kimseler
ona müracaat ederek Medine’de kalmasını istediler. Bu kimseler,
eğer Halife Ebû Bekir (r.a.)’a bir şey olursa, içinde bulunulan kritik
durumun müslümanlar için bir felakete dönüşmesinden endişe
ediyorlardı. Ebû Bekir (r.a.); müslümanları bizzat koruyacağını
söyleyerek bu teklifi reddetti. 266
Yolda kendisine katılan komutanlarından Mukarrinoğlu Numan,
Abdullah ve Suveyd kardeşlerle birlikte Rebezelilerin toplandığı
Ebrak denilen yere kadar ilerledi ve burada yapılan savaşta
mağlup olan ve komutanlarını kaybeden Abslar ve Benû
Bekr’ler dağılarak suratli bir şekilde bölgeden uzaklaştılar. Günlerce
Ebrak’da kalan Ebû Bekir (r.a.), Benû Zübyan’ları mağlup etti
ve topraklarını ganimet olarak değerlendirerek bu arazileri Benû
Zübyan’lar için yasak bölge ilan etti. Onun bu galibiyeti üzerine
mürtedlerin çoğunluğu tekrar İslâm’a döndü. Ebû Bekir (r.a.), itaat
265 Taberî, III, 246; İbnül-Esîr, II, 345
266 Taberî, III, 247
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 91 -
altına aldığı bu kimselere karşı Rasûlullah (s.a.s.)’in sünnetine uyarak
oldukça yumuşak davranmıştır. Öte taraftan, dağılan Abs ve
Zübyan kuvvetleri peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha’nın
yanına gittiler. Tuleyha, Sumeyra’dan hareket ederek Buzaha’ya
yöneldi ve burada karargâh kurdu. Medine’ye dönen Ebû Bekir
(r.a.) savaş hazırlıklarına girişti ve orduyu on bir kısma ayırarak
her birine bir bayrak verip görev sahalarını belirledi. Buna göre,
Halid b. Velid, Buzaha’da bulunan yalancı peygamber Tuleyha ile
savaşacak, peşinden Butah’da bulunan Mâlik b. Nuveyre üzerine
yürüyecek, İkrime bin Ebi Cehl Müseyleme ile mücâdele edecek,
Muhâcır b. Ebî Ümeyye, Esved el-Ansî’nin bağlılarına karşı harekete
geçecek, peşinden de Kays b. Makşuh ve onu destekleyen diğer
Yemenliler’e karşı, Ebnalar’a yardım edecek ve sonra Kindelileri
te’dip için Hadramut’a yönelecek. Halid b. Said, Suriye taraflarına;
Amr b. el-As, Kuzâ’aya karşı yürüyecek; Huzeyfe b. Mıhsan,
Deba halkıyla savaşacak; Arfece b. Herseme, Mehre kabilesiyle;
Tureyfe b. Haciz, Benî Süleym’i ve onlarla birlikte hareket eden
Havazinliler’i itaat altına alacak; Süveyd b. Mukarrın, Yemen’in
Tıhame bölgesine; Alâ b. el-Hadramî, Bahreyn’e gidecekti. Halife,
Şurahbil b. Hasane’yi de, İkrime bin Ebî Cehl’in arkasından göndererek,
İkrime’nin Yemen’den ayrılıp Kuzâ’alılar üzerine yöneldiği
zaman ona iltihak etmekle görevlendirdi. 267
Ebû Bekir (r.a.), orduyu Zül-Kassa’da taksim etti ve görevlendirdiği
komutanlar birliklerini alarak görev bölgelerine doğru harekete
geçtiler. Hz. Ebu Bekir irtidat eden kabilelere elçilerle, orduların
önünden mektuplar göndererek onları İslâm’a dönmeye
dâvet ediyor ve tavırlarının doğuracağı sonuçlar hakkında onları
uyarıyordu.268 Öte tarafta, mürtedlere karşı gönderdiği komutanlara
da, düşmanla karşılaşıldığı zaman nasıl hareket etmeleri gerektiği
konusunda talimatlar verdi. Bu talimatlar; Allah’dan korkmaları,
Allah’ın emri dışına çıkanlarla savaşmada gayretli olmaları;
savaştan önce düşmanın İslâm’a dâvet edilmesi; karşı tarafa fayda
ve zararlarına olan her şeyin açıkça izah edilmesi; emirlere uyanların
açıkladıkları sözlerinin kabul edilerek iyi muâmelede bulunulması;
ganimetin şer’i kurallara göre taksimi ve müslümanlara her
hal ve durumda iyi davranılması gibi maddeleri içeriyordu.
Halid bin Velid’in Tuleyha Meselesini Çözümlemesi: Tuleyha,
Beni Esed bin Huzeyme’ye mensup olup, Rasûlullah’ın (s.a.s.) son
zamanlarında peygamberlik iddiasında bulunmuştu. O, bağlı bulunduğu
Esedoğullarına kendisine Cebrail’in geldiğini söyleyerek
267 Taberî, III, 248-249
268 Bu belgenin tam metni için bk. Taberi, Tarih, III, 249-251
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 92 -
bazı tuhaf şeyler uyduruyor ve onlardan kendisine tâbi olmalarını
istiyordu. Kendisine tâbi olanlara namaz kılarken secde etmeyi
yasaklıyor ve Allah’ın buna ihtiyacı olmadığını, O’nu ayakta zikretmelerini
emrediyordu. İbnül-Esir; “Kabilecilik taassubundan
dolayı çok sayıda Arap ona tâbi oldu” demektedir.269 Bu yüzden
ona bağlı olanların çoğu Esed, Gatafan ve Tay kabilelerine mensuptular.
Fezare ve Gatafanlılar Taybe’nin güneyinde toplanmış,
Tay kabilesi ise kendi topraklarının sınırında beklemekte idiler.
Tuleyha’nın mensup bulunduğu Esed oğulları ise Sumeyra’da
toplanmıştı. Abs, Sa’lebe ve Mürreliler ise Rebeze dolaylarında,
Ebrek’de beklemekteydiler. Onların bir kısmı burada kalmış, diğer
bir kısmı da Zül-Kassa’ya giderek Medine’yi tehdit etmişlerdi. Bizzat
halifenin başında bulunduğu kuvvetler tarafından, önce Zül-
Kassa’da sonra da Abrek’de yenilgiye uğrayan grup Sumeyra’dan
ayrılıp, Gatafan ve diğer kabilelerle birleşerek Tay kabilesi arasında
bir su kenarı olan Buzaha’da karargâh Kur’an Tuleyha’ya iltihak
etti. Bu olay üzerine Tuleyha Tay kabilesinin Cedile ve Gavş
boylarına adam göndererek kendisine iltihak etmelerini emretti.
Onların bir bölümü acele olarak onun yanına hareket ettiler; arkada
kalanlara da gelmelerini söylediler.
Ebû Bekir (r.a.), Hâlid bin Velid’e ilk önce Eknaf’da bulunan
Taylıların üzerine yürümesi, peşinden Buzaha’da toplananlarla savaşması,
sonra da Butah’a yönelmesi tâlimâtını verdi. Halid’den
önce, Adiy b. Hâtem et-Taî Medine’den kabilesinin yanına giderek
onları üzerlerine gelen orduyla korkuttu ve Halife’ye itaate çağırdı.
Onlar, bu çağrıya uyarak, Adiy’den kendileri için Halid’den
eman almasını ve kendilerine mühlet vermesini istediler. Onlar,
Buzaha’da bulunan kabilenin diğer mensuplarını, Tuleyha’nın öldürmesinden
korkuyorlardı. Adiy, durumu Halid’e bildirdi. O da
onlara zaman tanıdı. Taylılar, Tuleyha’nın yanında bulunan akrabalarına
haber gönderdiler. Onlar da oradan ayrılarak Halid’le
birleştiler. Daha sonra Adiy’in teşebbüsü ile Cedileliler de İslâm’a
dönüp Halid’e iltihak ettiler. Tay ve Cedilelilerden bin beşyüz kişinin
iltihakıyla daha da güçlenen Halid, Buzaha’ya Tuleyha’nın
üzerine yürüdü. Benu Amirliler etraftan, hangi tarafın galip geleceğini
gözetlemekte idiler. Halid b. Velid Tuleyha ile savaşa tutuştu.
Tuleyha’nın yanında Uyeyne b. Hısn komutasında yedi yüz kişilik
Fezareli asker bulunmaktaydı. Savaşın şiddetlendiği bir sırada
Uyeyne birkaç defa Tuleyha’nın yanına gidip kendisine Cebrail’in
savaşın sonucu hakkında haber verip vermediğini sordu. Tuleyha
sonunda ona; “Evet geldi ve bana; “bir gün düşmanlarınla
269 İbnül-Esir, a.g.e., II, 344
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 93 -
karşılaşacaksın. Başlangıçta aleyhinde de olsa sonunda savaşı kazanacaksın.
Değirmen gibi insan öğüten kanlı bir savaş... Ve işte
unutamayacağın bir söz” diye haber getirdi” dedi. Uyeyne ona;
“unutamayacağın bir sözmüş...” dedi ve askerlerine; “Ey Fezareliler!
Bu adam bir yalancıdır. Savaşı bırakıp geri dönün” emrini
verdiğinde adamları ona uydu. Savaşı kaybeden Tuleyha, atına binerek
Suriye’ye kaçtı. Sonra da Kelb kabilesinin yanına gitti. Esed
oğulları ve Gatafanlıların tekrar İslâm’a döndüğünü duyduğu
zaman o da iman etti. Hz. Ebû Bekir (r.a.) vefat edinceye kadar,
Kelblilerin arasında yaşamaya devam eden Tuleyha ancak onun
vefatından sonra Medine’ye gitmiş ve Ömer’e (r.a.) bey’at etmişti.
Tuleyha Hz. Ömer döneminde vuku bulan Kadisiye ve daha sonraki
savaşlarda akıl almaz kahramanlıklar göstermiş ve bu sefer
gerçekten iman ettiği İslâm için hayatını sürekli tehlikelere atarak
hizmet etmekten geri kalmamıştır.
Benû Âmir, Havâzin ve Suleymlilerin İrtidâdı: Benû Âmirler,
Tuleyha’nın komutasında savaşan Esed ve Gatafanlıların durumunu
gözetliyorlar ve tereddüt içinde bulunuyorlardı. Tuleyha mağlup
olduğu zaman, Kurre b. Hubeyre, Kâ’b oğullarının; Alkame
b. Ulase ise, Kilaboğullarının başına geçerek kendilerine katılan
diğer kimselerle Kâ’boğulları arazisine gelerek kamp kurmuştu.
Alkame, Rasûlullah (s.a.s.) zamanında müslüman olmuş, peşinden
irtidat ederek Suriye’ye kaçmıştı. Onların irtidat haberi ve hazırlıkları
Ebû Bekir’e (r.a.) ulaştığı zaman Ka’ka b. Amr’ı bir birlikle
üzerlerine gönderdi. Ka’ka’, Alkame’nin bulunduğu yere geldiği
zaman, o kaçmayı tercih etti ve peşinden takip edenlerden
kurtulmayı başardı. Ka’ka’ ise, onun eşini, çocuklarını ve orada
bulunan diğer kimseleri yakalayarak Medine’ye döndü. Onlar,
Alkame’ye yardım etmediklerini, dolayısıyla irtidatla suçlanamayacaklarını
ileri sürdüler. Ebû Bekir onları serbest bıraktı. Alkame
de Medine’ye gelerek İslâm’a girdiğini açıkladı. 270
Benû Âmirler ise Tuleyha’nın Buzaha bozgununu gördükleri
vakit, birbirlerine; “Döndüğümüz dine girelim. Allah’a ve
Rasûlüne iman edelim” dediler. Onlar Halid bin Velid’e giderek
ona zekât vermek de dâhil İslâm’ın her rüknüne uyacaklarına
dair bey’at ettiler. Ancak Halid, Esed, Gatafan, Tay, Suleym ve
Âmirlerden, irtidat durumunda iken müslümanları yakarak öldüren,
onlara müsle yapan ve İslâm’a düşmanlıkta bulunan kimselerin
teslim edilmesinden önce bu kabilelere eman vermedi. Onlar
Halid’in bu istediğini yerine getirip bu suçları işleyenleri ona
teslim ettiler. O da müslümanlara karşı işledikleri cinâyetlerin
270 Taberî, III/261-262
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 94 -
benzerlerini onlara tatbik ederek cezalandırdı. 271
Kur’ân-ı Kerim’de İrtidâd Kavramı
Kur’an’da irtidâd kelimesinin türediği kök olan r-d-d kelimesi
ve türevleri toplam 60 yerde geçer. Kur’an’da, din hürriyeti temel
hak ve özgürlüklerden kabul edilmiş, kimsenin zorla dine sokulması
uygun görülmemiş, dinde zorlama olmadığı ilân edilmiştir.272
Bunun yanında müslümanlardan, sahih bir iman ve ona yakışan
sâlih amel istenmiş ve müslümanlar olarak can vermeleri emredilmiştir.
273 Kitabın/dinin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmek
şirk veya irtidâd kabul edilmiştir. 274
İrtidâd ile ilgili âyetlerde, irtidâdın dünyevî cezasından hiçbir
şekilde bahsedilmemiş, uhrevî cezalar dile getirilmiştir. İnsan, sonucuna
katlanmak şartıyla dilediği dine girebilir, dilediği şekilde
yaşayabilir. Hak dinden dönen kimselerin amellerinin/yaptıkları
iyiliklerin dünyada da âhirette de boşa gideceği vurgulanır.275 Bütün
amelleri, İslâm inancına sahip iken yaptıkları hasenâtın hepsi,
dünyada ve âhirette bâtıl olur, boşa gider; telâfîsi kabil olmayacak
bir sûrette tutulur, yani bütün çalışmaları heder olur. İman
ettikten sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta/küfürde daha da
ileri gidenlerin tevbeleri, asla kabul edilmeyecektir.276 İslâm’dan
başka bir din arayan kimseden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek
ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır. Mürtedlere Allah’ın
hidâyet nasip etmeyeceği vurgulanır. Bunların cezâsı olarak,
Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lâneti onların üzerinedir.
Onların azapları hafifletilmez; âhirette yüzlerine de bakılmaz.277
Kâfirler ve özellikle ehl-i kitaptan çoğu, mü’minleri imanından
vazgeçirip küfre döndürmek isterler.278 O yüzden onlara uymak,
mürtedliğe kapı açar.279 Onlar eğer güçleri yeterse, mü’minleri
dinlerinden döndürünceye kadar onlara karşı savaşırlar. 280
Mürtedlere şeytan günah işlemeyi kolaylaştırmış ve onları
uzun emellere, arzulara düşürmüştür.281 Büyük günahları
271 İbnül-Esîr, II/350; Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 262-
267
272 2/Bakara, 256
273 3/Âl-i İmrân, 102
274 2/Bakara, 85
275 2/Bakara, 217
276 3/Âl-i İmrân, 89-90
277 3/Âl-i İmrân, 85-91
278 2/Bakara, 109
279 3/Âl-i İmrân, 100, 149
280 2/Bakara, 217
281 47/Muhammed, 25
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 95 -
işlemeyi onlara önemsiz ve kolay göstermiş, emellerini ve kuruntularını
çoğaltmış, kendilerinin çok ömür süreceklerini onlara
telkin etmiştir. 282
Kur’ân-ı Kerim’de irtidâd, mâhiyet ve vasıf değişikliği ile hal
ifade eden dönüş mânâlarında kullanılmıştır. Küfre dönüşün acıklı
sonunu tasvir eder ve gayr-ı müslimlere itaatin mü’minleri küfre
ve dolayısıyla irtidâda götüreceği haber verilir. Bu, tatbik edilen
sosyal nizam, ekonomik sistem ve genel kabul gören dünya görüşü
için de böyledir. Eğer bir toplum, kendi dünya görüşünü, sosyal,
ekonomik ve siyasal sistemini İslâm’dan seçmiyorsa, o toplum
câhiliyye toplumudur ve tümüyle küfür içindedir. Eğer önceleri
müslüman iken sonradan bu duruma düştüler ise mürted bir toplumdur.
“...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?
Sizden öyle davrananların cezâsı, ancak, dünya hayatında rezillik/
rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah,
sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” 283
“...Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dümdüz yoldan sapmış olur.” 284
“Ehl-i kitaptan çoğu, hak ve doğru olan kendilerine apaçık belli olduktan
sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan vazgeçirip
küfre döndürmek isterler...” 285
“Sana haram aydan ve onda savaşmanın doğru olup olmadığından
soruyorlar. De ki: ‘Haram ayda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak, (insanları)
Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın
ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak; bunlar Allah katında
daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye
kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden
irtidâd edip döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada
da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktir ve orada devamlı
kalırlar.” 286
“Dinde ikrâh/zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten
ayırt edilmiştir. O halde kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, hiçbir
zaman kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) işitir ve
bilir.” 287
282 Beyzavî, Mecmua, 5/511
283 2/Bakara, 85
284 2/Bakara, 108
285 2/Bakara, 109
286 2/Bakara, 217
287 2/Bakara, 256
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 96 -
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, kendisinden (böyle bir
din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır.
İman ettikten, Rasûl’ün hak olduğuna şehâdet ettikten ve kendilerine
apaçık deliller geldikten sonra inkârcılığa sapıp kâfir olan bir topluluğa
Allah nasıl hidâyet nasip eder? Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.
İşte onların cezâsı: Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lâneti
onların üzerinedir. Bu lânette ebedî gömülüp gidecekler. Zira onların
azapları hafifletilmez; yüzlerine de bakılmaz. Ancak, bundan sonra tevbe
edip ıslah olanlar/yola gelenler başka. Çünkü Allah, çok bağışlayıcı ve
merhametlidir. İman ettikten sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta/küfürde
daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte
onlar, sapıkların ta kendisidirler. Gerçekten, inkâr edip kâfir olarak ölenler
var ya, onların hiçbirinden -dünya dolusu altını fidye olarak verecek olsa
dahi- kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır; hiç yardımcıları
da yoktur.” 288
“Ey iman edenler! Kendilerine Kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız,
imanınızdan sonra sizi çevirip (irtidat ettirip) kâfirler haline getirirler.” 289
“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde, hakkıyla korkun ve
ancak müslümanlar olarak can verin.” 290
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler
gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır. Nice yüzlerin
ağardığı, nice yüzlerin de karardığı günü (düşünün). Şimdi, yüzleri
kararanlara, ‘inanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz? Öyleyse inkâr etmiş
olmanız yüzünden tadın azâbı!’ (denilir.)” 291
“Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler;
o takdirde büsbütün kaybedersiniz.” 292
“Alllah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan
başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk/ortak koşan kimse
büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.” 293
“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri
görmedin mi? Zira tâğûta inanmamaları/küfretmeleri kendilerine
emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek, onun hükümleriyle
hükmetmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları büsbütün saptırmak
istiyor.” 294
288 3/Âl-i İmrân, 85-91
289 3/Âl-i İmrân, 100
290 3/Âl-i İmrân, 102
291 3/Âl-i İmrân, 105-106
292 3/Âl-i İmrân, 149
293 4/Nisâ, 48s
294 4/Nisâ, 60
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 97 -
“İman edip sonra inkâr edip kâfir olanları, sonra yine iman edip
tekrar küfre girenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak
ne de onları doğru yola iletecektir.” 295
“O Kitap’ta size indirmiştir ki: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini, yahut
onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze
dalıncaya kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz.
Elbette Allah, münâfıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.”
296
“...Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar
kâfirlerin ta kendileridir.” 297
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki); Allah, sevdiği
ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere
karşı aziz/onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda
cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin
kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lutfudur.
Allah’ın lutfu ve ilmi geniştir.” 298
“Âyetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde,
onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terket).
Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk) o
zâlimler topluluğu ile oturma. (Allah’ın azâbından) korunanlara, inanmayanların
hesabından herhangi bir sorumluluk yoktur. Lâkin onlara doğruyu
hatırlatın. Umulur ki, korunurlar. Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence
edinen, böylece kendilerini dünya hayatı aldatmış olan kimseleri (kendi
hallerine) bırak. Sen yalnız Kur’an’la nasihat et ki, hiçbir kimse kazandığı
(günah) yüzünden helâke sürüklenmesin. Onun Allah’tan başka ne bir
dostu ne de bir şefaatçisi vardır. O, bütün varını fidye olarak verse, yine
de ondan alınmaz (kabul olunmaz). Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden
helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr etmekte oldukları gerçeklerden
ötürü onlar için kaynar sudan ibâret bir içecek ve acıklı bir azap vardır. De
ki: ‘Allah’ı bırakıp da bize fayda ya da zarar veremeyecek olan putlara mı
tapalım? Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, şeytanların saptırıp şaşkın
olarak çöle düşürmek istedikleri, arkadaşlarının ise: ‘Bize gel!’ diye doğru
yola çağırdıkları şaşkın kimse gibi ökçelerimizin üzerinde irtidat edip
gerisin geri (küfür ve şaşkınlığa) mı döndürüleceğiz?’ Allah’ın (gösterdiği
hidâyet) yolu, doğru yolun ta kendisidir. Ve bize âlemlerin Rabbine teslim
olmamız emrolundu.” 299
295 4/Nisâ, 137
296 4/Nisâ, 140
297 5/Mâide, 44
298 5/Mâide, 54
299 6/En'âm, 68-71
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 98 -
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi.
O halde sen, iman etmeleri için insanları zorluyor musun? Allah’ın izni
olmadan hiç kimse iman etmez. O, murdarlık (azâbını), akıllarını kullanmayanlara
verir.” 300
“Sakın, Allah’ı zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma. Şu kadar var
ki, Allah onları (cezâlandırmayı), gözlerin şaşkınlıktan bakakalacağı bir
güne erteliyor.” 301
“Kalbi iman ile mutmain olduğu halde (dinden dönmeye) ikrâh olunan/
zorlanan hâriç, kim, iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse (ona
Allah’ın gazabı vardır). Ama kim, kâfirliğe göğüs açarsa, onların üzerine
Allah’tan bir gazap ve onlara büyük bir azap vardır.” 302
“Ve de ki: ‘Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen
inkâr edip kâfir olsun. Biz, zâlimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun
duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır...” 303
“Onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve ‘bizim amellerimiz/
işlerimiz bize, sizin amelleriniz size; size selâm olsun. Biz kendini
bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler. Sen sevdiğini hidâyete
erdiremezsin; bilâkis, Allah dilediğine hidâyet verir ve hidâyete girecek
olanları en iyi O bilir.” 304
“İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru
ol. Onların kötü arzularına uyma ve de ki: ‘Ben Allah’ın Kitap’tan indirdiğine
inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah
bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin
işledikleriniz de sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışmayı gerektiren bir durum
yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O’nadır.” 305
“Şüphesiz ki kendilerine hidâyet/doğru yol belli olduktan sonra, ona
arka dönüp mürted olanları, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir.
Bunun sebebi; onların, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara
‘bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini
biliyor. Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını
alırken durumları nasıl olacak? Ona sebep, onların Allah’ı gazaplandıran
şeylerin ardınca gitmeleri ve O’nu râzı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır.
Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır. Kalplerinde hastalık
olanlar, yoksa Allah’ın kendilerine besledikleri kinlerini ortaya çıkarmayacağını
mı sandılar? Biz isteseydik onları sana gösterirdik de, sen onları
300 10/Yûnus, 99-100
301 14/İbrâhim, 42
302 16/Nahl, 106
303 18/Kehf, 29
304 28/Kasas, 55-56
305 42/Şûrâ, 15
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 99 -
yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen onları, konuşma üslûplarından tanırsın.
Allah bütün işlediklerinizi bilir.” 306
“İnkâr edip kâfir olanlar, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine
doğru yol belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelenler, Allah’a hiçbir
zarar veremezler. Hâlbuki Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır.” 307
“İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak ölenleri
Allah asla bağışlamaz.” 308
“...Sen onların üzerinde bir cebbâr/zorlayıcı değilsin, sadece
tehdîdimden korkanlara Kur’an’la öğüt ver.” 309
“Sizin dininiz size, benim dinim bana.” 310
Bir Tefsirden İktibas
“Onlar yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya
devam ederler.” Bu açıklama her şeyi bilen ve her şeyin içyüzünden
haberdar olan Allah’tan gelen doğru bir tespittir. Burada
kötülüğe ve müslümanları dinlerinden koparmaya yönelik iğrenç
bir ısrar açığa vuruluyor. Bu ısrarlı çaba, İslâm düşmanlarının sürekli
hedefleri olmuştur. Bu çaba nerede ve hangi zaman diliminde
olursa olsun müslüman cemaatin düşmanlarının değişmez
amacıdır. İslâm’ın yeryüzündeki varlığı, bu dinin düşmanları, her
dönemdeki İslâm cemaatinin düşmanları için başlı başına bir kin
ve korku kaynağı olmuştur. Başlı başına İslâm onları rahatsız ediyor,
korkutuyor, kinlerini kabartıyor. İslâm o kadar güçlü, o kadar
sağlam bir dindir ki, bütün Batı taraftarları ondan korkuyor, bütün
haydutlar ondan ürküyor ve bütün bozguncular (müfsitler)
ona karşı antipati duyuyor. İslâm gerek başlı başına gerek içerdiği
apaçık hakk, gerek tutarlı sistemi ve gerekse sağlıklı sosyal düzeni
ile doğrudan doğruya somut bir savaştır; o bütün bu nitelikleri ile
batıla, haydutluğa, zulme ve bozgunculuğa karşı doğrudan doğruya
somut bir savaştır. Bundan dolayı batıl taraftarları, haydutlar,
bozguncular onun varlığına katlanamıyorlar. Bu yüzden müslümanların
karşısında hep pusudadırlar, onları dinlerinden koparmak,
kâfirliğe döndürmek için yanıp tutuşurlar. Kâfirlik olsun da
hangi türü olursa olsun, onlar için farketmez. Zira yeryüzünde
bu dine inanan, bu sistemin izinden giden, bu düzeni yaşayan
bir tek müslüman cemaat varken batıl düzenlerinin yaşayacağına,
306 47/Muhammed, 25-30
307 47/Muhammed, 32
308 47/Muhammed, 34
309 50/Kaf, 44-45
310 109/Kâfirûn, 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 100 -
haydutluklarının ve bozgunculuklarının devam edebileceğine güvenemiyorlar.
Bu İslâm düşmanlarının savaş metodları ve savaş araçları zamanla
farklılaşır, fakat hedef hiçbir zaman değişmez. Bu hedef,
gerçek müslümanları dinlerinden döndürmektir. Ne zaman ellerindeki
silâhlardan biri kırılsa, bozulsa başka bir silah çekerler. Ne
zaman ellerindeki silâhlardan biri körelse, etkisini yitirse bir başkasını
bilerler.
Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah’ın vermiş
olduğu bu doğru haber karşımızdadır, müslüman cemaati bu
düşmanlara teslim olmamaları hususunda uyarıyor, onlara tehlikenin
büyüklüğünü gösteriyor, onları düşmanların oyunları karşısında
direnmeye, savaşın zorluklarına dayanmaya çağırıyor. Aksi
halde karşılaşılacak sonuç dünya ve âhiret hüsranı zararıdır, hiçbir
mazeretin ve hiçbir gerekçenin önleyemeyeceği bir azaptır:
“Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse böylelerinin bütün
yaptıkları dünyada da âhirette de boşa gider. Bunlar Cehennemliktirler
ve orada ebedi olarak kalacaklardır.” Burada geçen “Hubut” kelimesi,
merada otlayan bir devenin zararlı bir ot yemesi sonucunda
önce şişip arkasından ölmesini anlatan bir deyimden türemedir.
Kur’an-ı Kerim, burada bu kelime ile insanın işlediği amellerin
önce kabarıp sonra yok oluvermeleri olayını anlatmak istiyor. Görüldüğü
gibi bu kelimenin somut anlamı ile soyut anlamı arasında
sıkı bir uyum var. Yani batıl amelin önce kabarması, görüntüsünün
şişmesi, sonunda ise ortadan çekilip yokluğa karışması olayı
ile zehirli ot yiyen devenin şişmesi ve bu şişkinlik sonunda patlayıp
ölmesi olayı arasında sıkı bir çağrışım vardır.
Kim İslâm’ı taddıktan, onu tanıdıktan sonra baskı ve caydırma
darbeleri altında bu dinden dönerse -uğradığı baskının ve karşılaştığı
caydırma girişimlerinin çapı ne olursa olsun- yüce Allah tarafından
belirlenen akıbeti budur. Yani amellerinin hem dünyada
ve hem de ahirette boşa gitmesi, buna ek olarak da hiç bitmeyecek
bir Cehennem azabına çarpılmasıdır.
İslâm’ın tadına varan, onu tammış olan bir kalp, gerçek anlamda
asla ondan dönemez, vazgeçemez. Bu dönüşün sözkonusu
olabilmesi için o kalbin düzelmez, ıslâh olmaz derecede bozulması
gerekir. Yalnız, insan takatını aşan ağır işkence karşısında görünüşte
taviz verilerek başvurulan korunma önlemi (takıyye) bu
sözümüzün dışındadır. Zira yüce Allah merhametli olduğu için insanın
dayanma gücünü aşan işkence karşısında müslümana dinini
bırakmış gibi davranarak canını kurtarma izni verdi. Fakat bu zor
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 101 -
durumda müslümanın kalbi İslâm’a bağlılığını sürdürmeli, imanını
seve seve korumalıdır. Başka bir deyimle bu durumda müslümana
verilen müsaade, gerçekten kâfir olma, (Allah korusun) sahici bir
“dininden dönme” müsaadesi değildir.
Yüce Allah’ın bu uyarısı dünyanın son anına, Kıyamet gününe
kadar geçerlidir. Hiçbir müslüman işkenceye, çeşitli caydırma
girişimlerine boyun eğerek dinini, Allah’a kesin bağlılığını bırakmakta,
imanından ve İslâm’a bağlılığından dönmekte mazur sayılamaz.
Yapılması gereken şey cihaddır, mücadeledir, yüce Allah bir
çıkış yolu gösterinceye kadar sabretmek, direnmektir. Hiç kuşkusuz
yüce Allah kendisine inanan ve O’nun yolunda işkencelere maruz
kalan kullarını yüzüstü bırakmaz. O, onları, fedakârlıklarına
karşılık olarak iki güzel sonuçtan biri ile; ya zafer ya da şehitlik ile
ödüllendirecektir. 311
Hadis-i Şeriflerde İrtidât Kavramı
Abdullah İbn Abbâs’ın, güvenilirliği çok tartışmalı âzâdlı kölesi
İkrime’den gelen rivâyete göre, eğer doğruysa Hz. Ali, kendisine
tanrı diyenleri yahut zındıkları veya gizlice putlara tapanları
ateş dolu hendeklere attırıp yaktırmış. Bunu duyan Abdullah
İbn Abbâs: “Ben olsaydım, onları yakmazdım. Çünkü Peygamber
(s.a.s.), “Allah’ın azâbıyla azâb etmeyiniz!” buyurmuştur. Ben onları
öldürürdüm. Çünkü Peygamber (s.a.s.): “Dinden döneni öldürünüz!”
buyurmuştur. 312
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’
deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu
söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar
müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah’a aittir.” 313
Abdullah bin Mes’ûd dedi ki: “Rasûlullah (s.a.s.) bize karşı yaptığı
bir konuşmasında dedi ki: “Kendisinden başka ilâh olmayan (Allah)
hakkı için söylüyorum: Allah’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına, benim
de Allah’ın peygamberi olduğuma şehâdet eden bir kimsenin kanı ancak
şu üç şeyden biri dolayısıyla helâl olur: İslâm’ı terkedip İslâm cemaatinden
ayrılan, evli olduğu halde zinâ eden ve birisini öldürdüğü için (kısas cezâsı
olarak) öldürülmesi gereken.” 314
311 Fi Zılâl, 2/218
312 Buhârî, Cihad 149, İ’tisâm 28, İstitâbe 2, Ahkâm 16, Mürteddîn 2; Ebû
Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 14; İbn Mâce,
Hudûd 2; Ahmed bin Hanbel, I/2, 7, 28, 282, 283, 323, V/231s
313 Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104;
Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
314 Müslim, Kasâme 25-26; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 5,
14; İbn Mâce, Hudûd 1
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 102 -
Hâlid bin Velîd, “Nice namaz kılan var ki, kalbinde olmayanı
söylüyor (inanmış görünüyor)” gerekçesiyle kısmeti (ganimet
taksimini) kabul etmeyen bir kişiyi öldürmek için izin isteyince
Allah’ın Rasûlü: “Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını
araştırmam emredilmedi’ buyurmuştur.315 Bir rivâyette Peygamber
(s.a.s.): “Bırak şunun boynunu vurayım” diyen kimseye, “Hayır, ben
ashâbımı öldürmem!” demiştir. 316
Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den rivâyete göre, (Yemen’de vali iken)
bir adam önce İslâm’a girmiş, sonra da yahûdiliği kabul etmişti.
(Muâz bin Cebel) dedi ki: “Allah’ın ve Rasûlünün hükmü gereğince
onu öldürmedikçe oturmayacağım.” 317
“Kâfir müslümana, müslüman da kafire mirasçı olamaz.” 318
“İki millet (mü’min ve kâfir) arasında miras yoktur.” 319
“…Her kim ‘Lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri
reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur.
Hesabı Allah’a kalmıştır.” 320
“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna
şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır.” 321
Ebû Zer’in (r.a.) rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.s.)
şöyle buyurdu: “Cebrail (a.s.) bana gelerek; ‘Ümmetinden kim Allah’a
herhangi bir şeyi şirk koşmadan ölürse cennete girer müjdesini verdi.”
Ben, (hayretle) ‘zina ve hırsızlık yapsa da mı?’ diye sordum. “Evet,
hırsızlık etse de, zina yapsa da” cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Yani hırsızlık
etse, zina yapsa da ha?’ dedim. “Evet, bunları yapsa da (Cennete
girecektir)” buyurdu. Ben aynı soruyu dördüncü defa sorunca;
“Ebû Zerr’in burnu kırılsa (patlasa) da Cennete girecektir” buyurdu. 322
“Allah’a inanıp, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet’e girmiştir.
Allah’a inanıp da, O’na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir.” 323
“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/
ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta
315 Buhârî, Meğâzî 61; Müslim, Zekât 144; Fethu'l-Bârî, 8/67s
316 Fethu'l-Bârî, 12/293
317 Buhârî, Ahkâm 16, Mürteddîn 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1
318 Buhârî, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1
319 Ebû Dâvud Ferâiz, 13; Tirmizi, Ferâiz, 16; İbn Mâce, Ferâiz, 6
320 Müslim, İman 35, hadis no: 21, 1/52
321 Buhârî, İlim, 49
322 Müslim, İman 153-154, hadis no: 94, 1/94-95; Tirmizî, İman 18, hadis no:
2644, 5/27; Buhârî, Tevhid 33; K. Sitte, 2/205
323 Müslim, İmân 152
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 103 -
tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde,
zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine
ve arzularına göre iş yapacaklardır.” 324
“Bir adam kardeşine “ey kâfir” derse, bu söz ikisinden biri için mutlaka
gerçekleşir” 325
“Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana
kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç
zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar.” 326
“Allah, ümmetimden hata, unutma ve zorlanma ile yaptığı şeylerden
sorumluluğu kaldırdı.” 327
Mürtede Verilecek Dünyevî Cezânın Tahlili
Fıkıh bilginlerinin çoğuna ve geleneksel anlayışa göre mürtedin
cezası, ölümdür. Dinden dönmenin cezâsının idam olduğuna
hükmedenlerin dayandığı delilleri şöyle özetleyebiliriz: “...Sizden
kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada
da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktir ve orada
devamlı kalırlar.” 328
İbn Abbâs’tan rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Men beddele dînehû fa’ktulûhu -Kim dinini
değiştirirse, onu öldürün-!” 329
Fakîhler, yukarıdaki âyet ve hadise dayanarak mürteddin idam
edilmesinin gerektiğini kabul etmişlerdir. Hanefî hukukçu Serahsî,
mürteddin öldürülmesinin asıl dayanağı: “Bedevîlerden (Hudeybiye
seferinden) geri kalmış olanlara de ki: ‘Siz yakında çok kuvvetli bir kavme
karşı savaşmaya çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsınız veya müslüman olurlar.
Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir. Ama önceden
döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi acıklı bir azâba uğratır.” 330
Rahatlıkla görülebileceği gibi, bu iki âyette de dinden dönenin
öldürüleceğine dair açık bir hüküm yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de
324 İbn Mâce, hadis no: 4205
325 Buhârî, Edeb, 73; Müslim, İman, 111
326 Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15
327 İbn Mâce, Talâk, 16
328 2/Bakara, 217
329 Buhârî, Cihad 149, İ’tisâm 28, İstitâbe 2, Ahkâm 16, Mürteddîn 2; Ebû
Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 14; İbn Mâce,
Hudûd 2; Ahmed bin Hanbel, I/2, 7, 28, 282, 283, 323, V/231
330 48/Fetih, 16 âyeti olduğunu belirtmektedir (Serahsî, el-Mebsût, Beyrut,
1978, c. 10, s. 68).
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 104 -
dinden dönme ile ilgili331 yanında başka âyetler de vardır. Bunları,
yukarıda gördük. Ancak bunlardan hiçbiri dünya hayatında verilmesi
gereken bir cezâdan bahsetmemektedir. Sadece âhirette
uğrayacakları cezâdan bahsetmektedir. Bu da, cehennem ateşi ile
ziyana uğramak ve yapılan amellerin yok olup gitmesidir.332 Ancak
bu âyetlerde de dünyevî cezâdan bahsedilmemektedir.
Hadis rivâyeti konusunda, aşağıda belirtilecek çok önemli tenkitler
yapılmış ve bunun sahih olamayacağı, en çok da bir sahâbî
görüşü olduğu değerlendirmesi yapılmıştır. Hadis-i şerif, sahih
olmuş olsa bile, âhad hadistir. Birçok ilim adamına göre, hadler
âhad haberle sâbit olmamaktadır. Şâyet, âhad haberle hadler
sâbit olsa bile, burada mürtedden kastedilen, onun mücerred olarak
İslâm’dan ayrılması, küfrü benimsemesi değildir.
Abdülkerim Zeydan, bu konuda şunları söyler: “Dinden dönen
kimseye uygulanan cezayı inanç özgürlüğüne getirilmiş bir kısıtlama
gibi görenler yanılmaktadır. Bunun inanç hürriyeti ile hiçbir
ilgisi yoktur. Çünkü irtidâd, bilindiği gibi, bir müslümanın dinden
dönmesidir. Bu nedenle karşımızda suç işleyen müslüman vardır;
dininden, inancından zorla çıkarılan bir hıristiyan veya yahûdi
değil. Zaten kimsenin dininden zorla çıkarılamayacağı Kur’an teminatı
altındadır. Eğer insanlar zorla İslâm dinine sokulabilseydi,
İslâm hukukunda zimmet akdi (zimmîlerle ilgili hükümler) meşrû
görülmezdi. Ayrıca, mürtedin dinden çıktığını herhangi bir şekilde
ilân etmesi gerekir. Aksi takdirde onun dinden döndüğüne
hükmedilemez. Çünkü o takdirde bu kişi mürted değil; münâfık
sayılır. Böylece mürtedin dinden çıkışını ilân etmesi, bir başka suç
teşkil eder. Çünkü bu ilânda, ümmetin inancını alaya alma vardır,
İslâm nizamını hiçe sayma vardır. Ayrıca mürted, bu davranışıyla
kendisi gibi olanları bu yola teşvik etmiş olur. En azından zayıf
inançlı kişilerin kalplerine şüphe tohumlarını ekmiş olur. Bütün
bunlar, toplumun sarsılmasına ve İslâm nizamının zedelenmesine
sebebiyet verir. Bunlar büyük suçlardır. Bu suçların önlenmesi, ancak
mürtede verilecek ceza ile mümkün olur. İslâm hukukunda
(bu şekilde savaşçı konumunda olan) mürtede ölüm cezası öngörülmüştür.
Çünkü İslâm nizamını bozucu (ve onu yıkmayı hedefleyen)
davranışta bulunmak çok büyük bir suçtur.
Nitekim bazı davranışlar, çok kötü sonuçlar verdiği için cezası
da ona göre ağırdır, bunda garipsenecek bir şey de yoktur. Meselâ
331 2/Bakara, 217
332 47/Muhammed, 25; 5/Mâide, 54. Ayrıca, imandan sonra kâfir olmakla ilgili
bazı âyetler de vardır (4/Nisâ, 37; 5/Mâide, 5, 3/Âl-i İmrân, 86; 18/Kehf,
29 gibi).
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 105 -
devletle orduya erzak temin etmek üzere anlaşan bir insanın, tam
savaş sırasında kasden ordunun erzâkını kesmesi, onun idamı için
yeterlidir. Çünkü yaptığı hareket basit gibi görünse de korkunç
sonuçlar doğuracağı için cezası da büyük olur. Bir başka örnek;
bir bebeği emzirmeyi üzerine alan bir kadın kasden yavruyu emzirmez
ve bundan dolayı çocuk ölürse, bazı hukukçulara göre, kadının
cezası idamdır. Böyle bir durumda kadın, “önce kabul ettim,
sonra fikrimi değiştirdim, fikrimi değiştirme, fikir özgürlü hakkım
yok mu?” diyebilir mi? Bununla birlikte, İslâm hukuku, mürtedin
suçunun büyüklüğüne rağmen, ona üç gün mühlet vermeyi gerekli
görmüştür. Bu müddet içinde pişman olursa cezası düşer. Bütün
bunlara rağmen “mürtedi cezalandırmada inanç hürriyetinin
kısıtlanması vardır” denilebilir mi? Hayır, denilemez!” 333
Abdülkerim Osman ise şu tesbitlerde bulunur: “Şu kadarını
söylemeliyiz ki; Dinden çıkma ile dine karşı çıkma arasında fark
vardır. Dinden çıkma, genellikle fert bazında olur. Oysa dine karşı
çıkma, daha çok topluca olur; tıpkı Rasûlullah dönemindeki
yahûdi gruplar ile Hz. Ebûbekir dönemindeki Arap mürtedler gibi.
İkinci olarak, bir fiili yasaklamak ile o fiilin karşılığında bir ceza
koymak arasında fark vardır. Mürtedin cezası had değil; tâzirdir,
bu cezanın şekli, veliyyü’l-emrin (İslâm devlet başkanının) kararına
bırakılmıştır. İbn Kayyım’a göre, mürtedin cezasının İslâm’daki
inanç hürriyeti ile ilgisi yoktur; bu, siyasî bir husustur. Bundan
maksat, müslümanları ve İslâm devletinin nizamını düşman saldırılarından
korumaktır.” 334
İrtidadın Dünyevî Cezası Yoktur
Diyenlerin Delilleri
Günümüzde Kur’an etrafında oluşturulan problemlerin büyük
bir kısmını, Kur’an dışı rivâyetlerle yanlış olarak elde edilen yorumlar
teşkil eder. Örnek vermek gerekirse; Kur’an’da mürtedd’in
(İslâm’dan, başka bir dine dönenin) öldürüleceğini emreden hiçbir
nass mevcut değilken; bu hüküm âdeta tartışmasız bir İslâmî ceza
olarak kabul edilmiştir. Oysa böyle bir hüküm, birçokları meyanında335;
“Dinde zorlama yoktur...”336 âyetine de aykırı düşmektedir.
Hz. Peygamber sonrası uygulama ve ictihadlardan yararlanmak
gerektiği halde, dogmalaştırılıp İslâm haline getirilmesi, din
333 Abdülkerim Zeydan, Mecmuâtu Buhûsin Fıkhiyye, Beyrut 1407/1986, s.
415-416
334 Abdülkerim Osman, en-Nizâmu's-Siyâsî fi'l-İslâm, s. 66-67
335 2/Bakara, 217; 5/Mâide, 54
336 2/Bakara, 256
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 106 -
anlayışlarımızla ilgili problemlerin çoğunu teşkil etmektedir. Öncelikle
Kur’an dışı rivâyetleri, Kur’an’ın önüne geçirmemek, ona
tahakküm ettirmemek sûretiyle birçok problem bertaraf edilmiş
olur. Geriye kalan problemler ise, Kur’an’ın doğru anlaşılmasına
dayanan problemlerdir. 337
İrtidad, büyük bir günah olmakla beraber Kur’ân-ı Kerim’de
buna dinî bir cezâ (önleyici bir yaptırım) konmamıştır. Çünkü
iman gönül işidir; zorlama ile olmaz. Dinden dönen, içinden inkâr
ediyorsa dil ile inandığını söylese bile gerçekte mü’min değildir.
Öyle ise dinden dönen kimse, zorla dine sokulamaz. “Dinde ikrâh
yoktur!”338 İrtidâd edenin öldürüleceği hakkında rivâyetler varsa
da Kur’an’a ters olan bu rivâyetlerin bir değeri yoktur.
İrtidâd Allah’a karşı işlenen bir suç olduğundan buna bir cezâ
belirlenmemiş, diğer tür dinî hükümler gibi cezâsı âhirette Allah’ın
hükmüne bırakılmıştır. Mürteddin öldürüleceği hakkındaki bazı
görüşler dinin değil; insanların kendi kanaatleridir. Kur’an bu konuda
bir cezâ belirtmemiştir.
Mürteddin öldürüleceğine dair bazı zayıf rivâyetler vardır
ki, bunlar hadisten çok, sahâbî sözü (eser) olarak aktarılmıştır.
Abdullah İbn Abbâs’ın, güvenilirliği çok tartışmalı âzâdlı kölesi
İkrime’den gelen rivâyete göre güya Hz. Ali, kendisine tanrı diyenleri
yahut zındıkları veya gizlice putlara tapanları ateş dolu hendeklere
attırıp yaktırmış. Bunu duyan Abdullah İbn Abbâs: “Ben
olsaydım, onları yakmazdım. Çünkü Peygamber (s.a.s.), “Allah’ın
azâbıyla azâb etmeyiniz!” buyurmuştur. Ben onları öldürürdüm. Çünkü
Peygamber (s.a.s.): “Dinden döneni öldürünüz!” buyurmuştur. 339
Bu rivâyet çelişkilerle doludur. Çünkü önce rivâyetten Peygamber
döneminde henüz bir çocuk olan Abdullah İbn Abbâs’ın,
mürteddin hükümlerini, Peygamber döneminde icraatın içinde
yoğrulmuş Hz. Ali’den daha iyi bildiği anlaşılmaktadır. Bu, mantıklı
değildir. İkinci olarak Abdullah İbn Abbâs, Hz. Ali döneminde
Kûfe’de Hz. Ali’nin yanında idi. Hz. Ali’nin çukurlar eştirmesi, bu
çukurlara doldurduğu yakıtları ateşleyip bu insanları ateş hendeklerine
attırıp yaktırması, toplumdan gizli kalacak bir şey değildir.
Abdullah da muhakkak ki orada idi ve olayı görüyordu. Eğer
böyle bir uygulama olsaydı, bu konuda düşüncesini Hz. Ali’ye
337 Hikmet Zeyveli, Kur'an'ın Aktüel değeri Üzerine, 1. Kur'an Sempozyumu,
Bilgi Vakfı Y. s. 289, 293
338 2/Bakara, 256
339 Buhârî, Cihad 149, İstitâbe 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25;
Nesâî, Tahrîm 14; İbn Mâce, Hudûd 2; Ahmed bin Hanbel, I/2, 7, 28, 282
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 107 -
söyleyebilir, onu bu korkunç uygulamadan caydırabilirdi.
Ayrıca bu rivâyetlerde ateşte yakılanların kimliği de değişmektedir.
Bir rivâyette Ali’nin yaktırdığı kişiler zındıklar (gizli Mani
dini bağlıları), bir rivâyette gizlice putlara tapan fakat müslüman
görünen kişiler, bir diğer rivâyette de Ali’nin Tanrı olduğunu söyleyen
Yemen’li Abdullah İbn Sebe’ ve adamlarıdır.
Aslında birçok yazarın allandıra ballandıra fitne olaylarının
kaynağı olarak gördükleri bu Abdullah İbn Sebe’, gerçekte
efsânevî bir kişidir, tarihî bir kişi değildir. Bu olayların altında hep
bir yabancı parmağı arama alışkanlığındaki kişilerin ürettiği sanal
bir kişidir. Yüz elli Uydurma Sahâbî adlı kitabın yazarı, bu kişinin
uydurma bir kişi olduğunu ispatlamaktadır.
Kimi rivâyette Hz. Ali bunları yakmamış, hendeklere attırıp
üstlerine duman salarak boğdurmuş; kimi rivâyette de bunları
önce hapsetmiş, bunlara ne yapmak gerektiğini adamlarına danışmış.
Adamları bunların öldürülmesini önermişlerse de Hz. Ali:
‘Hayır, ben bunlara, babamız İbrâhim’e uygulanan cezâyı uygulayacağım!’
demiş ve öyle yapmış.340 Sanki Hz. Ali, Hz. İbrâhim’in
ateşe atılmasını yerinde bir cezâ görmüş ki zorba kâfirlerin, tevhid
imamına uyguladıkları o tüyler ürpertici cezâyı, bu zavallı insanlara
uygulamaya heveslenmiş. Hz. Ali’den gelen başka bir rivâyette
ise mürted öldürülmeden önce tevbeye çağrılır ve tevbe etmesi
için kendisine bir ay süre tanınır. 341
Ahmed bin Hanbel’in bir rivâyetine göre Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin,
Allah ve Elçisi’nin hükmüne göre mürtedin derhal öldürülmesini
istediği söylenirken, devamı olan başka bir rivâyette ise Ebû
Mûsâ’nın, kendisine gelen mürtedi yirmi gece veya buna yakın bir
süre tevbeye çağırdığı, Muâz gelince hâlâ tevbe etmemiş olan bu
adamın boynunun vurulduğu belirtilmektedir.
Enes’in rivâyetine göre “Hz. Ömer, yanına gelen Enes İbn
Mâlik’e: Bekr İbn Vâil’den irtidât eden altı kabileye ne yaptıklarını
sormuş. Enes, onların savaşta öldürüldüklerini söyleyince; Ömer,
onların öldürülmesini uygun bulmadığı için ‘İnnâ lillâh...’ demiş.
Enes: ‘Onlar için öldürülmekten başka bir yol var mıdır?’ diye sormuş.
Ömer: ‘Evet, onlara İslâm’ı arz ederim, kabul etmezlerse onları
hapsederim’ demiştir.”342 Hz. Ömer’in bu sözünden, mürtedin
sadece hapsedileceği, fakat öldürülmeyeceği anlaşılmaktadır.
340 Fethu'l-Bârî, 12/270; Neylu'l-Evtâr, 7/191, 194
341 Fethu'l-Bârî, 12/270
342 Neylu'l-Evtâr, 7/191 -Beyhakî'den
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 108 -
Hâlid bin Velîd, “Nice namaz kılan var ki, kalbinde olmayanı
söylüyor (inanmış görünüyor)” gerekçesiyle kısmeti (ganimet
taksimini) kabul etmeyen bir kişiyi öldürmek için izin isteyince
Allah’ın Rasûlü: “Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını
araştırmam emredilmedi’ buyurmuştur.343 Bir rivâyette Peygamber
(s.a.s.): “Bırak şunun boynunu vurayım” diyen kimseye, “Hayır, ben
ashâbımı öldürmem!” demiştir. 344
Başka olaylar saldırgan düşmanlara karşı takınılması gereken
tavrı belirleyen âyetleri, derûnî (içsel) olan ve asla zor kabul etmeyen
vicdânî inanca müdâhaleye dayanak yapmak, Kur’an’ın
din ve vicdan özgürlüğüne tamamen aykırıdır. İman gönül işidir.
İnanmadığı takdirde öldürüleceğini anlayan insan, zor karşısında
inansa da mü’min sayılmaz ki. İkrâh ile ne iman, ne de küfür olur.
İman serbest olarak benimsenip kabul edilen düşüncedir. “Dinde
zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tâğutu
inkâr edip Allah’a iman ederse, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir
kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir.” 345
İslâm’ın kimseyi zorla dine sokmayı emretmediği, herkese
din ve vicdan hürriyeti tanıdığı, başka dinden insanlara dinlerini
yaşama fırsatı verdiği herkesin bildiği bir gerçektir. Her şeyden
önce, “Lâ ikrâhe fi’d-dîn -Dinde zorlama yoktur-.”346 âyetiyle bu hüküm
ilân edilmiştir. Bir başka âyette de; “Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin
hepsi mutlaka inanırdı, o halde sen mi insanları inanmaları
için zorlayacaksın?”347 buyrulmakla, Allah’ın insanoğluna bahşettiği
kendisine inanıp inanmama özgürlüğüne işaret edilmiştir. Yoksa
tüm insanları, mü’min ve itaatkâr kullar olarak yaratması ve yeryüzünde
hiçbir kâfir kul bırakmaması işten bile değildi. Fakat o
zaman insanoğlunun yaratılmasının altında yatan hikmet, geçersiz
hale gelirdi. 348
Bazılarına göre bu hürriyet, dine girmeden öncedir. Kimse,
zorla müslüman edilemez, ancak dine girdikten sonra dilediği
gibi davranamaz, onun kurallarına uymak gerekir. Bu doğrudur,
bir sistemi benimsemek onun kurallarına uymayı kabul etmek anlamına
gelir. Aykırı davranışların müeyyideleri de olmalıdır. Ancak,
İslâm’ın insanlara tanıdığı din ve vicdan hürriyetini müslüman olmadan
önceki bir zamana hasretmek sadece bir izah tarzıdır ve
343 Buhârî, Meğâzî 61; Müslim, Zekât 144; Fethu'l-Bârî, 8/67
344 Fethu'l-Bârî, 12/293
345 2/Bakara, 256; Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 10, s. 170-172
346 2/Bakara, 256
347 10/Yûnus, 99
348 Mevdûdi, Tefhimu'l Kur'an, c. 2, s. 340
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 109 -
böyle bir davranış, Hıristiyan ve Yahûdilere tanınan din ve vicdan
hürriyetinin Müslümanlardan esirgenmesi demektir ki, nasslarda
böyle bir sınırlama mevcut değildir. 349
Din ve inanç hürriyeti var” diyoruz, ama İslâm dininden dönen
kişinin (yani ben müslüman değilim diyen insanın) öldürülmesi
gerektiği konusunda hâlâ büyük bir ittifak var. Yani, din hürriyetini
hıristiyana, yahûdiye tanıyoruz, ama müslümana tanımıyoruz
gibi bir kanaat var. Yani hıristiyan hıristiyan olarak, yahûdi yahûdi
olarak kalacak, ama Mehmet Aydın dinden çıkarsa? Onun cevabı
pek hoş değil. “Lâ ikrâhe fi’d-dîn gayi müslimler içindir, müslümanlar
için değildir” diyenler, böyle anlayanlar var; hâlâ bu böyle
yorumlanıyorsa ciddî bir inanç hürriyeti problemi var demektir. 350
Zorla iman olmaz. Gönül ferahlığı ile dinden çıkan kişinin,
inandıktan sonra inkâr eden kimsenin cezası nedir? Kur’ân-ı Kerim,
buna bir ceza koymamıştır. Şöyle bir kural konabilir: “Toplum
hukukunu ilgilendiren, toplum haklarına dokunan suçlar işlendiği
takdirde Kur’an’ın ona belirlediği cezalar vardır, ama toplumun
haklarını ilgilendirmeyen, Allah ile kul arasında kalan tamamen
vicdanî meselelerde suç işleyen kimselerin Kur’an’da bir cezası
yoktur.” Yani bir adam hırsızlık yaparsa, bu, toplumun hakkına
saldırıdır. Allah katında günah ama aynı zamanda toplum hakkına
da saldırıdır. Bir adam zina ederse bu, toplum hakkına saldırıdır.
Allah katında suç olduğu gibi, bir de toplum düzenine saldırı
var. Bunların elbette cezaları vardır. Ama oruç tutmamanın
dünyada cezası var mıdır? Yoktur; cezası âhirettedir. Yani Allah ile
kul arasında olan suçların cezası uhrevîdir, ama toplum düzenini
ihlâl eden suçların cezası dünyevîdir. Âhirette Allah onu ya affeder
veya etmez; o ayrı bir konu. İrtidad da tamamen Allah ile kul
arasında olan bir meseledir. O yüzden cezası uhrevîdir. Sonradan
bir ceza uygulanmış ama bu Kur’an’ın getirdiği bir ceza değil. O
toplumun yaptığı ictihaddır.
Bugün biz Kur’an bağlamında düşündüğümüz zaman görürüz
ki, irtidâdın cezası olmadığı gibi, dinde de zorlama yoktur. Adam
“ben dine inanmıyorum, dinden çıkıyorum” derse çıksın, biz onu
zorlamayız ama ikaz ederiz. Kabul eder veya etmez, o ayrı mesele.
Zaten “inan!” diye zorlasak, o da “inandım” dese, acaba gerçekten
inanmış mıdır? Bu, bir vicdan işidir. Hatta bir sahâbî savaşta
bir insanı selâm verdiği (Lâ ilâhe illâllah dediği) halde öldürüyor.
Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu öldüren
349 Ahmet Yaşar, İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, s. 98
350 Mehmet Aydın, 1. Kur'an Sempozyumu, s. 353
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 110 -
kişiye “neden öldürdün?” diyor. O da, “sadece korkusundan, öldürüleceği
endişesiyle selâm verdi (Lâ ilâhe illâllah dedi)” diyor. “Hel
lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya” diyor. Biz, adamın
zâhirine, görünüşüne değer veririz. Dinde zorlama yoktur. Ama
hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır. Farazâ şimdi bir
Alman, Türk vatandaşlığını kabul etse, bu adam T.C.’nin kanunlarına
uymayı kabul etmiş demektir, ona uymak mecbûriyetindedir.
T.C.’nin kanunlarına göre suç olduğu halde; “ben hırsızlık ederim,
adam öldürürüm” diyebilir mi? Devlet, ona keyfî hareket etme
serbestliğini verir mi? Elbette ki vermez. İslâm da hiçbir müslümana
kendi kurallarını çiğneme hakkını vermez. Aksi halde nizam
diye, hukuk diye bir şey kalmaz. Elbette bu konularda zorlama
vardır. Ama iman meselesinde bir zorlama yoktur. 351
Hayreddin Karaman Hoca ise, bu konuda şunları söylemektedir:
“İrtidad, bir insanın müslümanken İslâm’ı terkedip dinsiz olması
yahut başka bir dine geçmesi demektir. Öyleyse şimdi müslüman
değilken din değiştirse, ona irtidad demiyoruz. Dilediğine
inansın, dilediğine geçsin. Müslüman olmayan bir insanın din değiştirmesi
zaten serbesttir. Müslüman bir kimsenin din değiştirmesidir
problem. Şimdi korkuyor ya birkısım insanlar, “ya gelirseniz
ne olacak?”
Bugün Türkiye’de yaşayanların % 99,6’sı müslüman(mış); iyi
de, şimdi, bazı alevî vatandaşlarımız çıkıyor, diyorlar ki: “25 milyon
alevî var.” Onlara soruyoruz: “Bu alevîlik nasıl bir şeydir?” Anlatıyorlar;
bir kısmının anlattığı şeyin İslâm’la alâkası yok. Zaten
böyle alevîlere soruyorsun, diyorlar ki; “biz bir kere sünnî değiliz
ya, bizimki İslâm da değil; apayrı bir kültürdür, vs.dir.” Bu, tüm
alevîler için doğru olmadığı halde, onların sözcülüğünü üstlenen
niceleri böyle diyor, en azından böyle olanlar da var. Başka birileri
çıkıyor, diyor ki: “Ülkemizde şu kadar falan dinden insan var, şu
kadar filan inançtan kişi var, şu kadar şu ideolojiye mensup insan
var. Bunlar söyleniyor. Kaleme vuruyorsun, neticede % 99 gibi bir
şey gözükmüyor. Bunların hepsini biz müslüman sayıp da, yarın
adam “ben müslüman değilim” deyince, mürted sayma hakkımız
var mı? Bu soru olarak ortaya atılan cümlenin cevabı içinde vardır.
Yani bu tür kimseleri mürted saymaya hakkımız yok. Biz, bu kimseleri
henüz müslüman olmamış ham madde olarak kabul edeceğiz.
Ham madde ama ahsen-i takvîme, eşref-i mahlûkata yönelik, ona
tâlip ham madde. Bütün gayretimizle onlara İslâm’ı sevdirmeye
çalışacağız, öyle düşmanca, merhametsizce, kılıçla, sopayla değil.
Kur’ân-ı Kerim insanları nasıl İslâm’a kazanacağımızı, nasıl dâvet
351 S. Ateş, 1. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 382-383
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 111 -
edeceğimizi anlatıyor. Orada müjde vardır, sevgi vardır, merhamet
vardır, paylaşma vardır. İslâm’ın güzelliklerini anlatma, gönülleri
ısındırma ve kazanma vardır. Biz bunları yaparak bu insanları kazanmaya
çalışacağız, mesele budur ve korkulacak bir şey yoktur.
İkincisi, diyelim ki hakikaten bir müslüman, -Allah esirgesinnasıl
olduysa bir gün İslâm’dan şüphe etti ve dini bıraktı, dinden
çıktı. Müslüman iken dinsiz oldu, başka bir dine intikal etti, ama
meselâ müslümanların karşısına geçip müslümanlara hiyânet etmedi,
müslümanların düşmanlarıyla onlara karşı savaşmadı, sadece
dinini değiştirdi, İslâm dinini terketti. Sırf bundan dolayı bu
insan öldürülür mü? Bu soruya İslâm, bir tek cevap vermiyor. Öldürülür
diyen var, öldürülmez diyen de. Nitekim Ebû Hanife diyor ki:
Kadın irtidad ettiğinde öldürülmez. Niye? Çünkü kadın muhârip
değildir. Yani kadın bilkuvve muhârip, savaşçı değildir. Bilfiil bazı
kadınlar da savaşçı olabilir, ama olsun, potansiyel olarak genellikle
kadınlar düşmanlara iltihak edip müslümanları vurmayacağı
için kadın öldürülmez diyor.
Eğer bir insan, sadece dinini değiştirdiği için öldürülseydi, kadının
da öldürülmesi lâzım gelirdi. Çünkü kadın da insandır ve
kadının Allah’a kulluk mükellefiyeti bakımından erkekten hiçbir
farkı yoktur. Öyle olunca, eğer bir insan, sadece dinini değiştirdiği
için öldürülseydi, sebep bu olsaydı, o zaman dinini değiştiren kadın
da öldürülürdü. O halde “İslâm’da mürted öldürülür” diyen
fıkıhçının gerekçesi sadece din değiştirme değildir. Böyle olunca,
başta kâfir olma hürriyeti olduğu gibi, insanların sonradan kâfir
olma hürriyeti de vardır. İnsanlar zorla iman ettirilemez ve zorla
iman içinde tutulamaz.” 352
Mürtede karşı tavır konusunda dikkatli olmak mecbûriyeti
vardır. Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir
hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’
mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı,
o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları gözönüne
alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden
çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını
düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak
hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır.
Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.
Mürted’e verilecek ceza konusunda fıkıhçıların değişik görüşleri
var. Bazıları, eğer toplu irtidat olmuşsa bu; İslâm toplumunun
veya devletin güvenliğini ilgilendirdiği için, onlarla topluca
352 Hayreddin Karaman, İslâm’da İnsan Hakları, Ensar Neşriyat, s. 72-73
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 112 -
savaşılır, zararları def edilir demektedirler.
Günümüzde batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma,
birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da
onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor,
onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, gerçek İslâm’ı gereği gibi bilmemenin
ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar
da, yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere,
uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya,
İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.
Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi
ve mürted oldu, ona hangi cezayı verelim’ diye fetvâ arayışı değil;
İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla insanlara
ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların
dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır.
Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı haksız ve kolaycı bir davranıştır.
Hiç bir yararı da yoktur. 353
Kanaatimize göre, mürtedden kasıt, İslâm nizamına, İslâm
devletinin varlık ve bütünlüğüne karşı çıkıp ona baş kaldırmak
için dinden dönmedir. İşte dört mezhebin ittifakıyla mürtede uygulanan
idam cezâsı, bu düşünceyle dinden dönmenin cezâsıdır,
yoksa kılıç zoruyla insanları dinde tutmak için değildir. Birçok
âyette belirtildiği gibi, dini zorla kabul ettirmek gibi bir şey zaten
yasaklanmıştır. 354
Muhammed Hamidullah’ın şu sözleri de bu kanaatimizi
desteklemektedir: “İrtidâd suçu, İslâm milletine karşı işlenen
bir bağy (isyan) suçu olduğundan, hem siyasî, hem de dinî cezâ
gerektirmektedir.”355 Bilindiği gibi, bağy suçunun cezâsı, Hucurât
sûresinin 9. âyetiyle sâbittir. Peygamberimiz döneminde mürted
olan ve sayıları hiç de az olmayan insan çıkmıştır. Hicreti göze
alamadığı için Mekke’de kalmaya devam eden ve çevre şartlarına,
oradaki baskılara dayanamayıp irtidad edenler, Habeşistan’a
hicret edip oranın şartlarına uyum sağlayıp irtidad edenler vardır.
Yine, Hz. Peygamber’e vahiy kâtipliği yapmış olan Kays, sonradan
mürted olup kaçmıştır. Hz. Peygamber, bu mürtedlere herhangi
bir ceza uygulamamıştı. Yani Rasûlullah’ın fiilî sünnetinde mürtedlere
idam cezası gibi bir hükümden bahsetmek doğru değildir.
Mekke’nin fethi sırasında Hz. Peygamber’in öldürülmelerini emrettiği
bazı müşrikler yanında kimi mürtedler varsa da, bunlar, salt
353 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 459
354 Bk. 2/Bakara, 256; 10/Yûnus, 99; 18/Kehf, 29 vb
355 Vâkıdî, Kitâbu’r-Ridde, Hamidullah’ın Mukaddimesi, s. 9
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 113 -
mürted oldukları için bu cezâya çarptırılmamıştır. Mürted olduktan
sonra İslâm düşmanlarını müslümanların aleyhine kışkırttıkları
için, İslâm’a büyük oranda zarar vermeye çalıştıkları, savaşçı konumları
için bu cezaya müstahak olmuşlardır.356 Hatta bunlardan
bir kısmı tekrar müslümanlığı kabul etmiştir.
Özellikle Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde “ridde savaşları” diye
bilinen savaşlar, hele zekât gibi o dönemde devlete verilen bir
vergiye itiraz edenlere karşı uygulandığı gözönüne alınınca, bunların
bağî/isyankâr oldukları, meşrû İslâm devletine karşı ayaklandığı,
savaşçı konumunda oldukları ve bunun cezâsı olarak kendileriyle
savaşıldığı değerlendirilmelidir. Hz. Ebû Bekr’in mürtedlere
ve zekât vermeyenlere karşı savaş açması, tamamen devletin düzenini
yıkma girişimlerine karşı verilmiş bir savaştır. Tarihte devlet
adamları, kamunun yararını dikkate alarak bazı uygulamalarda
bulunmuş olabilirler, ama bunlar siyasî amaçlıdır, başkaldırılara
karşı tedbirden ibârettir. Yoksa, savaşçı konumunda olmadıkları
için kadınların sırf irtidad ettikleri için öldürülmemeleri gerektiği
hükmü de değerlendirilmemiş olur. Dolayısıyla İslâm’la ve/veya
müslümanlarla savaşçı durumunda olan ister önceden beri kâfir/
müşrik, ister mürted kimselerle savaşılır, onlar öldürülür. Ama
savaşçı durumunda olmayan kendi halindeki mürtedlerin öldürülmesi,
Kur’an hükümlerine uygun değildir, Kur’an’ın inanç özgürlüğü
ilkelerine terstir. İslâm fıkhında dört mezhebin ittifak
ettiği mürtedin idamla cezalandırılması hükmü, devletin düzenine
karşı başkaldırması ve bir bağy suçu işlediği içindir. Yoksa,
Şeltut’un da dediği gibi; kendi kendi kendine, İslâm’ı karalayıp
suçlamadan bir başka dini benimseyen kimseye idam cezası verilmez.
357
Peygamberimiz’in (s.a.s.) müslümanlar arasında münâfıkların
varlığından haberdar olduğu halde, bu insanları cezalandırmadığı,
hatta onları mescidinden kovup mahcup etmediği bilinmektedir.
Bu da, müslümanların ne kadar hoşgörü sahibi olduğunun
bir delilidir. Bunun için diyoruz ki, mürtedin ölüm cezasına çarptırılması,
İslâmî sisteme, devletin egemenliğine karşı çıkma haliyle
sınırlıdır.358 Bugün hemen hemen bütün dünyada bu suçu işleyenlerin
cezası hep aynıdır; idam.
Mürtedin dinden çıktığını herhangi bir şekilde ilân etmesi
gerekir. Aksi takdirde onun dinden döndüğüne hükmedilemez.
356 Bk. İbn Hacer, el-İsâbe, II/317
357 Mahmut Şeltut, el-İslâmu Akîdeten ve Şerîah, s. 301
358 M. Şeltut, a.g.e. s. 301
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 114 -
Çünkü o takdirde bu kişi mürted değil; münâfık sayılır. Bu ilân ile
de İslâm nizamını hiçe saymış olur, mürted, bu davranışıyla kendisi
gibi olanları bu yola teşvik etmiş, İslâm aleyhinde en azından
soğuk savaş başlatmış, yıkıcı propagandaya girişmiş olur. En azından
zayıf inançlı kişilerin kalplerine şüphe tohumlarını ekmiş olur.
Bütün bunlar, toplumun sarsılmasına ve İslâm nizamının zedelenmesine
sebebiyet verir. Bunlar büyük suçlardır. İslâm’da kimsenin
gizli hallerini araştırmak, yani tecessüs câiz olmadığına göre,359
fıkıhçılar tarafından irtidâd için öngörülen idam cezâsı, aslında
bu davranışın açıkça propaganda yoluyla İslâm nizamına karşı gelinmesinden
dolayıdır.
Dinden çıkma ile dine karşı çıkma ayrı ayrı şeylerdir. Fıkıhçılara
göre, idam cezasına çarptırılan mürted, dinden dönen herhangi
bir kimse değil; dine karşı saldırıya geçen savaşçı kimliğindeki
insandır.
İrtidâd, akıllı ve bâliğ kimsenin zorlama olmadan İslâm dinini
fiil, söz veya inanç bağlamında terketmesiyle gerçekleşir. Delinin,
aklı ermeyen çocuğun ve mükrehin/zorlananın dinden dönmesi
geçerli değildir. Kişinin sözlü, fiilî veya itikadî olarak gerçekleştirdiği
davranışının dinden çıkmayı gerektirdiğini bilmesi ve bunu
bilerek yapması gerekir. Hatta Şâfiî’ye göre, kişinin bu işi bilerek
yapması da yetmez, dinden çıkmaya niyetlenmesi de gerekmektedir.
Çünkü ameller niyetlere göre değer kazanır. 360
Özellikle, günümüz câhiliyye ortamlarında insanlar, müslüman
olduğunu iddiâ edenler, ya da müslümanların yaşadığı
yerlerdeki insanlar, çevrelerinden İslâm’ı ne kadar, doğru bir şekilde
öğrenme, güzel örneklerini görme imkânlarına sahiptir? Çoğunlukla
bid’at ve hurâfelerle yer yer tahrife uğramış, medyada,
okullarda, hatta kimi câmilerde tanıtılan ve yaşanılan İslâm’ın ne
oranda gerçek İslâm olduğu sorulmalıdır. Ve bütün bu olumsuz
şartlar içinde insanın bazen hurâfelere, zâlimlerle işbirliği yapanlara
karşı çıktığını zannedip değerlendirerek hak adına hakka karşı
çıkabildiğini unutmamak gerekiyor. Câhillik, bilinmeyen İslâm’a
karşı çıkmayı neticelendirdiği gibi, bazen bu câhiller sevdiği(ni
zannettiği) dinin gerçeklerine karşı çıkıp çıkmadığını bile bilip değerlendirmeden
aklına göre bir hükmü kabul etmeyebiliyor. Nice
insan İslâm için kendini belki fedâ edebilecek durumda Allah’ı ve
359 49/Hucurât, 12
360 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Itk 6, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Talâk 11; Eymân 23;
Müslim, İmâre 155; Ebû Dâvud, Talak 11; Nesâî, Tahâre 59, Talak 24,
Eymân 19; İbn Mâce, Zühd 26; Abdülkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinâiyyü’lİslâmî,
2/719
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 115 -
Rasûlünü sevdiği halde, düzen ve ortamın kurbanı olarak, ilim ve
amel konularında da ihmalin neticesi, bazı müslümanlarca mürted
ilan edildiği için idamı hak eden duruma düşebiliyor. Acınması
ve kurtarılması gereken bu zavallılara karşı görevlerini yerine getirmeyen
müslümanların, bunları asılması gereken insanlar olarak
ilân etmeleri ne kadar doğru olur? Bunlara ne verdik ki, ne istiyoruz?
Bataklıktan, hele gübrelikten çok güzel kokulu güller mi
çıkacak? Tek tük çıksa bile, gübreliğin gülistan olmasını beklemek
idealizmin anormallik boyutu değil midir? Bataklık/gübrelik kurutulmadan
b... böceklerinin veya sivrisineklerin önüne geçmek
mümkün mü? Cehâlet, aldatmalar, saptırmalar, akın kara, karanın
da ak gösterilmesi gibi tavırlar değerlendirilmeden ve bunlara
çözümler bulunmaya çalışılmadan insanların hakka tümüyle nasıl
teslim olabileceğini düşünmek gerekiyor. Derdimiz bağcı dövmek
değil, üzüm yemek olmalı. Yargı yerine dâvet öne çıkmalı, tekfir
ve mürtedlik damgalamasıyla öldürülecek adam aramak yerine;
ihyâ edilecek, hidâyetlerine sebep olunacak tavırlar gerekiyor.
Mesleğimiz yargıçlık değil, itfaiyecilik ve doktorluk olmalı. Bilinçli
şekilde savaşçı konumunda olmayanları öldürmeye değil, onları
kurtarmaya, ihyâ etmeye koşmalıyız. Militanlık değil, merhamet
fedâiliği gerekiyor ıslah için, amel-i sâlih için, hakkı ve sabrı tavsiye
için. Unutmayalım ki, bir canı kurtaran/ihyâ eden, bütün insanları
kurtarmış gibi; haksız yere birini öldüren de bütün insanları
öldürmüş gibi olur. 361
Gizli İrtidâd
İçinde bulunduğumuz toplumun önemli bir kesiminin, itikad
ve fikir bakımından halleri, gizli irtidâd vak’asına uymaktadır. Bu
kalabalıkları, bundan başka hiçbir kalıba oturtmak mümkün olmamaktadır.
Tanzimat denilen kökü imanın dejenere olması psikolojisiyle
başlayan Meşrûtiyet ve Cumhuriyet dönemleriyle gelişen kâfirlere
özenme ve her konuda onlara benzeme, batılaşma şeklindeki
hâlet-i rûhiye ve bu ruh halinin sonucunda, akîde, düşünce ve
sosyal yaşantıda meydana gelen değişim, öyle bir insan türü oluşturdu
ki, bu insan türü, mukaddesat cümlesinden bazı şeyleri “bu
benim aklıma ve çağdaş anlayışa uymuyor...” diyerek kolayca reddedebilecek,
inanç bakımından zararlı olan birçok şeyi de rahatlıkla
isteyerek benimseyip bir kurtuluş düsturu gibi sarılabilecek
hale düşmüştür.
361 5/Mâide, 32
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 116 -
Batılılaşma adı altında gelişen bâtıllaşma ve değişim, diğer
adıyla yabancılaşma çığırında gelinen bugünkü nokta, tam anlamıyla
bir gizli irtidâd olgusunu sergilemektedir. Hem resmî, hem
de özel ve sivil planda İslâmîyet’in dışlanması demek olan bu hal,
gizli irtidâd hükmünden başka hiçbir şeyle izah edilemez. Çünkü
bu toplum, bir zamanlar İslâmîyet’i -tam ve mükemmel olmasa
da- esası itibarıyla benimsemiş bir toplumdu.
Ama sonra onu çağın gerisinde kabul ederek kendine göre
çağdaş normlar edinmek gibi bâtıl bir yola saptı, daha doğrusu
saptırıldı. İşte bu kültür ve bu anlayışla oluşan bir toplumun içinde
fikrî ve itikadî alanda, tevhid ölçüsünde ve çizgisine göre birçok
sapmaların olması ve ne idüğü belirsiz, melez, şahsiyetsiz/kimliksiz
insanlardan oluşan bir toplumun ortaya çıkması kaçınılmazdır,
İlk dönemde kendini gösteren irtidâd olayları ile son dönemlerde
gizli ve itikadî esaslarda da meydana gelen gelen irtidâd
hallerinde, temelde yatan etkenler ve reddetmenin dışa vuruş şekilleri
bakımından ortak nitelikler ve benzerlikler vardır. Meselâ,
kendini mü’min saydığı halde, zekât diye bir görev tanımayan
zenginler, (Hz. Ebû Bekir’in konumundaki) yetkili mercîler tarafından
tahsil edilecek olsa vermeyecek durumda mü’min olduğunu
iddiâ eden zenginler... “Fâizi bankalar kendi rızâsıyla veriyor veya
biz kendi isteğimizle ödüyoruz...” diyerek böyle dinî bir haramı
kabul etmeyen ve bu fâizi meşrû sayan şahıs ve kurumlar... (“Alan
râzı, veren râzı, bu haram olan zorla ırza geçme değildir ki, zinâ
olsun” deyip kerhâneleri savunanlar, devlet eliyle işletilen kumarı,
meselâ milli piyangoyu, altılıyı, sayısalı, totoyu... haram kabul
etmeyip meşrû gören, önceden de müslüman olduğu bilinen kişiler...)
Yine meselâ, icabında oruç tutan, kurban kesen, Cuma namazı
kılan, fakat beş vakit namaz diye bir görevi yerine getirmeyip
böyle bir yükümlülüğü de âdeta kabul etmez bir tavır içinde olan
kalabalıklar... Ve daha yaygın bir hastalık olarak, laik ve şeriatsız
bir dindarlığa güya taraftar olanlar... (Lâ’sı olmayan, ilâh kavramına
girecek çağdaş bâtıl zihniyet ve putlardan hemen reddedecek
hemen hiçbir şeyi olmayan, tâğuta karşı çıkmayan, bâtılı reddetmeyen
insanlar... “Biz de bir zamanlar bu yollardan geçtik, bunlar
boş şeyler, çağın gereklerine, yaşanılan gerçeklere, konjönktüre
uymuyor” deyip cihada, İslâmî tavırlara karşı çıkan bukalemun
gibi her renge giren veya renksizleşenler...)
Bütün bunlar “ridde” ve “irtidâd” ölçüsünden başka hangi kalıba
oturtulabilir? Yine bu tür düşünce sahipleri, belki de mü’min
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 117 -
bir âileden gelmektedir ya da gençliklerinde tam müslümandılar.
Dinden dönme olayının bireysel ve toplumsal düzeyde vuku bulduğunu
biliyoruz. Bu durumu, müfessir Hamdi Yazır merhum da
şöyle belirtiyor: “Demek oluyor ki, bu gibi televvünât (yani itikadî
bakımdan değişik renklilikler göstermek) sadece efrâd (fertler)
hakkında değil; cemaatler hakkında da sebeb-i felâkettir. Binâen
aleyh, bir zamanlar İslâm dinine hizmet etmiş olup da bilâhere
kâh küfür ve kâh iman, şuraya buraya bocalayarak sonunda
küffâra istihâle etmiş (dönüşmüş, yabancılaşmış) olanların halâs
ve selâmet bulmalarında asla ihtimal olmadığı da anlaşılmış oluyor.”
362
Yani bu (mürted) toplumlar iflâh olmazlar. Felâh, refah ve
terakkî gibi zâhirî bakımdan iyi gibi görünen hallere rağmen, bunun
gerçek bir saâdet ve iyileşme olmadığı şüphesizdir. Asıl kurtuluş,
toplumların benlik ve şahsiyetlerini bulmasıdır. Bu da ancak
İslâmîyet’le mümkündür. İslâm’ın dışında herhangi bir mercîye ve
düzene yöneliş, durum ve derecesine göre küfür, şirk, nifak ya da
irtidâd hallerinden biriyle nitelenip hükme bağlanabilir. 363
Şirkin Çağdaş Yansımaları; Özendirilen
ve Dayatılan Mürtedlik
Şirk, Allah’a ait özellikleri bir anlamda gasbetmek ve onları
hak etmeyenlere vermektir. Haddi aşan insanlar veya aklını iyi kullanmayanlar,
Allah’ın rabliğini, melikliğini, ilâhlığını, hâkimiyetini
gasbederler. Bütün bu ilâhî özellikleri bazı şeylere, insanlara veya
birtakım güçlere verirler. Sonra da onların önünde şöyle veya
böyle boyun eğerler, onlara mutlak anlamda itaat ederler. İnsanların
şirk içinde olması Allah’ın rabliğine zarar vermez. İnsan,
kendi aleyhine olarak şirke yuvarlanır. Ancak, şirkin zararı sadece
müşrikle sınırlı kalmaz, topluma da yayılır. Şirkin ve müşriklerin
güçlü olduğu yerlerde fesat yaygınlaşır, toplumun huzuru bozulur.
Allah’tan başka yaratıcı, öldürücü, mutlak tasarruf sahibi, sınırsız
güç sahibi, sevilen ve ibâdet eder gibi itaat edilen, hükmüne
-Allah’ın hükümlerine aykırı olarak- boyun eğilen her şey, şirke götüren
sahte tanrılardır. Şirk içinde olanlar, şüphesiz toplum içinde,
tabiatta ve insan ilişkilerinde dengeyi bozarlar. Hâlbuki Tevhid bu
hayatî dengeyi kurmak ve korumak için gönderilmiştir.
Şirke düşenler hiç bir zaman “Allah (c.c.) evreni şu kadar ortakla,
yardımcı ile idare ediyor” demiyorlar. Onlar, yaptıklarının
362 Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y. c. 3, s. 1499
363 Ekrem Sağıroğlu, Kur'an'da İnsan ve Toplum, s. 213-216
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 118 -
şirk olduğunu çoğunlukla kabul bile etmezler. Hatta birçoğu
İslâm’a ve Kur’an’a saygı duyduklarını dahi söylerler. Ancak, şirk
koşmaktan maksat, Allah’ın evren üzerindeki hâkimiyetini tanımamak,
O’nun hükümlerini reddetmek ve O’na Rabliğinde ortaklar
bulmak, öyle inanmaktr. Dolaysıyla hayata ait hükümleri, ilâhî
ölçüleri Allah’tan almamak, kulluğu, mutlak itaati başka sahte
ilâhlara yapmaktır.
Bu anlamda çağımızda yepyeni şirk örnekleri gelişmiştir. Eskiden
görülen şirk çeşitlerine yenileri de ilave olmuştur. Artık atalar
dini, eskiden beri devam eden putçuluk, falcılık, kurtarıcı liderlik,
siyasal güçler, mezarda yatan ölüler, spor kulüpleri, ikon (put) haline
getirilen sevgililer, her bir şeyi taklit edilen sanatçılar, dünya
çıkarları, makamlar, heykeller ve ölümlü kişiler birer şirk aracı haline
getirilmiştir. Allah’a inandığını söyleyen niceleri, O’nun Rabliğini
göklere gönderirken, O’nun yalnızca göklere karışmasını isterken,
kendi hayatına ve toplum hayatına başkalarının ilkelerini
daha uygun görmekte, Allah’ın peygamber aracılığıyla gönderdiği
ölçüye aldırış etmemektedirler. Bir kişinin veya bir siyasal gücün
ilkelerini Allah’ın hükümlerinin önüne getirebilmektedirler. Çok
üstün sandıkları birtakım kişilere ve şeylere Allah’tan ve O’nun
hükümlerinden daha fazla değer vermektedirler. İslâm, insanın
bu sapıklıktan kurtulup Tevhidle hayat bulmasını istiyor. Allah’ı
birlemek ve yanlızca O’na kulluk yapmak üzere yaratılan insanın
fıtratına uygun olan da budur. İnsana düşen, Kur’an’ın “De ki O Allah
tektir. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış, doğurulmamıştır. Hiç
bir şey O’na denk/eş değildir.”364 gerçeğine teslim olmak ve gereğini
yapmaktır. 365
İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde,
cehâlet ve düzenin/ortamın cahilî yapısından dolayı -Allah
muhâfaza etsin- kolaylıkla şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok
zor değildir; esas önemli olan, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı
çevrelerde mü’min kalmak ve müslüman olarak ölmektir. Günümüzde
sık görülen şirk unsurlarının, tevhidi bozan durumların en
yaygın olanları şunlardır:
Güncel Câhilî Eğitimde Şirk: Câhilî eğitim kurumlarında bilginin
temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip, sadece akıl ve
duyu organları kabul edilir. Bu, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem
de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern
câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın
364 112/İhlâs, 1-4
365 Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 640-641
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 119 -
ortaya çıkışı konularında ortaya atılan teoriler câhilî eğitimin temelini
teşkil eder. İlk insanı, tesadüf sonucu veya doğa kanunları
gereği hayvanın evrim geçirmiş türü kabul eden günümüz bilimleri
ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi
(rabliği) Allah’a hiç dayandırmayan, yaratıcı ve rab olarak başka
tanrılara inanan müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Yaratma konusunda
Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen çağdaş
şirk zihniyeti, dünyadaki ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası
ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan
tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve
hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak istenir. Müşriklerin hâkim olduğu
devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye
hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden
geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın
asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil
medeniyetidir.
Günümüzde ekonomik yorumlar da baştan sona şirk anlayışı
içerir. Sadece iktisat ve ekonomi eğitimi veren kurumlar değil;
medyanın, hatta halkın gündemindeki ekonomik değerlendirmelerin
hemen hepsinde para, ilâhların başında gelir. Tüm mülkün,
para, mal ve nimetlerin Allah’a ait olduğu anlayışı olan “ekonomik
tevhid” anlayışına yer yoktur. İnsanların ekonomi yönüyle de
evrim geçirdiği, ilkel komünal toplumdan köleci topluma, feodal
toplumdan, kapitalist ve sosyalist topluma doğru seyri ve bu çeşit
tasnifi, insanların Allah’tan bağımsız olarak sürekli evrim geçirdiği
iddiasını haklı çıkarmaya dayanır. İlk insanın, ilk peygamber
ve ilk yaşama biçiminin vahyin ışığında tevhid olduğu gerçeği, en
küçük bir teori ve ihtimal dâhilinde bile değerlendirilmez.
Siyasal şirk anlayışı da bilimsel kılıflarla takdim edilir. En
iyi sistem, milyonlarca yıllık tecrübe sonunda cumhuriyet ve demokrasi
olarak adlandırılır. Hakk’ın değil; halkın egemenliğini,
Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi alternatif bile kabul etmeyen
bu câhiliyye düzenlerini neredeyse tüm insanlar canla başla savunur.
Faşist, kapitalist veya sosyalist olsun her farklı grup, gerçek
demokrasinin kendi savundukları ideoloji ve düzen anlayışında
olduğunu iddia ederlerken, kendini müslüman sayan nice insan
da bu orkestraya katılır.
Devlet yönetiminde dine yer yoktur, eğitim ve sosyal hayatın
düzenlenmesi laik ve Kemalist esaslarla düzenlenmek zorundadır.
Din anlayışı, din eğitimi ve din kurumları da laik düzenlemeye
tâbidir. Dinlerin ortaya çıkışı, ilk insanın yapısı, konumu, evrim
inancı gibi nice hususlar batı câhiliyyesinden aynen aktarılmış,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 120 -
zanna dayalı uydurma teorilerdir. İlk insan da, ilk peygamber Hz.
Âdem değildir bu şirk anlayışında; insan, önce tabiata, totemlere
tapmış, sonra çok tanrılı dinleri icad etmiş, çok sonraları da tek
tanrılı din anlayışı oluşturmuştur...
Modern câhiliyyenin sosyal ve siyasal şirk anlayışı gereği, devlet,
din esaslarına -en küçük çapta bile- dayandırılamaz. Tüm kurum
ve kurallarıyla şirkin dışına çıkılamaz bu devlet anlayışında.
Halk da sosyal hayatta, kamu alanında tevhidî inancını sergileyemez,
muvahhid bir şekilde yaşayamaz. Ama demokrasi vardır;
halk şirk arasında istediği tercihi özgürce yapabilir, istediği tâğutu
rab olarak seçebilir.
İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi,
Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları
ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak
istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar.
“Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere
uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı şekilde- câmilere karışabilir,
oraya hâkim olabilir. Üniversite dâhil okullara, mahkemelere,
meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve
kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu
anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği
olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin
devlete, devletin dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği
ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)
mayan Allah’ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, buralarda
egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde
tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil,
temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve
eski Arap câhiliyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine
karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için
mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir
şey yok; sadece eski câhiliyenin modern görünüm ve söylemleri
var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten
başka bir şey yapıyor değiller.
İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle,
hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad
ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale
edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir.
Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara Allah’ın dışında
başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor,
dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların
tümü, şirkin dışında bir şeyle izah edilemez.
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 121 -
Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde
kabul ediyorlardı.366 Modern câhiliyye insanı ise, Allah’a bu
kadar bile inanmıyor; ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu
düşünmeden doğa/tabiat ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor.
Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri, güzellikleri doğanın armağanı
olarak kabul ediyor. Bazen de bu “tabiat tanrısı”na kendisini
ve hemcinslerini ortak koşuyor, kendisinin veya başka insanların
yaratıcılıklarından bahsediyor.
Tüm bunların yanında, her dönemde görülebilen şirk unsurlarını
da katarsanız, muvahhid insanın, istisnalar dışında niye yetişmediği,
huzursuzluk ve zilletin, kaos ve krizlerin niye artarak
devam ettiğinin temel sebebi daha iyi teşhis edilecektir.
Yalnız, burada unutulmaması gereken önemli bir husus var:
Allah’a ortak koşan birisinin, şirk koştuğu şey için, “bu da bir
ilâhtır” , “ben buna da tapıyorum” demesi veya böyle düşünmesi
de, olayın şirk olması için şart değildir. Şirk, öncelikle kalpte yer
eder, sonra düşünce ve hareketlere yansır. Şirkin temeli, Allah’tan
başka herhangi bir şeyi Allah’a tercih etmektir.
Hızır olarak adlandırılan ölümsüz zannedilen zat, gerçekte hayatta
olmayan bir kimsedir. Yine Hızır gibi bazı ilâhî vasıflara sahip
olduğu zannedilen “evliyâ”nın, tanrılaştırılıp bunların her yerde
hazır ve nâzır olduğuna, insanları gözetlediğine, bazen koruyup
yardım ettiğine inanılır. Dünyanın varlık sebebinin bu gibi zatlar
olduğu kabul edilir. Müslümanım diyen nice insan, Allah’ın dünyayı
ve özellikle yaşanılan coğrafyaları onların yüzü suyu hürmetine
ayakta tuttuğunu, yoksa çoktan helâk edeceğini kabul edip
dillendirir. Bu tür inançların gerçekle de, temel hakikat olan tevhidle
de hiçbir ilgisi yoktur. Tümüyle bâtıl itikatlardır. Allah, dünyayı
kendi irâdesiyle ayakta tutmaktadır. O’nun irâdesine engel
olacak veya onu değiştirecek hiçbir ölü veya diri zât olamaz. Allah,
dünyanın ve evrenin işleyişi ile ilgili kanunlar koymuş, hikmetler
belirlemiştir. Evren bu ilâhî kanunlarla ayakta durur. Allah’ın otoritesinde
ve tasarrufunda hiçbir kimsenin ortaklığı yoktur. Dolayısıyla
Allah’tan başkasına, sanki bir güce sahipmiş gibi duâ etmek
şirktir. Ölülerlerden medet ummak câhiliyye sapıklıklarındandır.
Muvahhid bir mü’min, bunlardan kesinlikle uzak durmalıdır. O,
yalnızca Rabbinden dilekte bulunmalı, O’na yönelmeli ve O’na
duâ etmelidir.
İttibâ Şirki: İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki
üçe ayırmak mümkündür: İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki.
366 29/Ankebût, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 122 -
Bırakın eğitim kurumlarını, câmiilerde bile (istisnalar dışında) tevhidden
şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma
bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına
ve bazen de hakla bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek...
Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi
bozan konulara önem vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun
yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden
Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe
illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi
gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması
mümkün değildir. Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu
kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır.
Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere,
İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor,
zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi
de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle,
kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor,
korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı
şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi;
tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu
rüyası olmaktadır.
Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki
yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir.
Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz.
“Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında
bileceklerdir.”367 Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet
asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi.
İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî
çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya
benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve
benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa
zaman içinde boşalacaktır.
Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’ın en fazla
önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi
tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla
tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm
âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler...” diye tevhide işaretle, o temeli
güçlendirmek ve üstüne binâ dikmek için alt yapıya dikkat
çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak
başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna
dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara
367 26/Şuarâ, 227
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 123 -
atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, İman edin!
(imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı
yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).” 368
“Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece
kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz
ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır.
Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini
ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, İman edin!” diye
uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu
için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı,
yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O’na
ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın
kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine
muhtaç değildir, ama insan muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet
halindedir; ya Allah’a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla
küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih
yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah’a hem de şeytana kul olarak
yaşayamaz.369 “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle
Allah’a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan
kullarımı müjdele!”370 Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a
muhtaçtır.
Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız
Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları
tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz de kavmini bu
esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle, onunla Allah’ın
yanında sana şefaatçı olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah...” diyordu.
Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren
bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece
bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için
mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum
vardı. Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri
vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı.
İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı,
Kitab’a uymayı, Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de
ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm... Ama bunların
temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı
içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri
gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.
368 4/Nisâ, 136
369 Bk. 33/Ahzâb, 44
370 39/Zümer, 17-18
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 124 -
Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş
sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah’a yapılması ve helâl-haramda
Allah’ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka
ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allah’tan başkasına
yönelme ve Allah’tan başkasının Allah’a rağmen hüküm koyması,
helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar,
kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar.
Yığınlar, tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu
bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu
organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele’ (ileri gelenler,
müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil;
sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla
halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır. Bu zâlimlere göre,
gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması
yoluyla Allah mı? Bütün câhiyyelerdeki müstekbirleri
tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan
egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan
kalkması onların işine gelmez. Hâlbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı,
rızık verici... Allah’a aittir. “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/
hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!”371;
“...Hüküm sadece Allah’a aittir.”372; “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir?
Hiç düşünmüyor musunuz?”373; “Allah’tan başka size gökten ve yerden
rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl
oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?”
374
Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya gizli diktatörlükle
yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî
arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının
ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin
de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak, güya
onlar adına sürdürürler. Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar,
bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday
olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini
tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi
savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı
kışkırtırlar. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ’yı öldüreyim de, o Rabbine
duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâ’yı kurtaracak mı?) Çünkü ben,
onun dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk
371 7/A’râf, 54
372 12/Yûsuf, 40
373 16/Nahl, 17
374 35/Fâtır, 3
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 125 -
çıkaracağından korkuyorum.” 375
Mekke’deki olay da aynıydı. Mele’, Kureyş’ti orada. Düşmanlık
ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid
arasındaydı. Kendilerine karışmayacak “el-emîn” Muhammed’den
(s.a.s.) şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi halinde
mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim ediliyordu.
Dâvetle düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi
arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablik
anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile, tapınılan bir rabdı,
baba ve dedelerin örfü/töre, kamuoyu tapınılan bir rabdı. Kureyş
ve diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve dilediğini
haram yapan rablardı.
Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe denilen altın nesil.
Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne
anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti
onların hayatında? Mü’minlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişince,
şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/
inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından,
bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının
tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür?
Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen
bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması
düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve
tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah’a iman eden
tevhid eri bir mü’minin Allah’a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud,
tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi
nasıl olur?!
İman iddiası, itaat ile isbat edilmeden insanı kurtaramaz.
Bu konuda Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem,
Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu:
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve
Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten
başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların
şirk koştukları şeylerden yücedir.”376 Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar
din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar
ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram
yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi.
Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” 377
375 40/Mü’min, 26; Ve yine Bk. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54
376 9/Tevbe, 31
377 Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî,
hadis no: 5093
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 126 -
“Rabbınızdan size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek
onlara uymayın.”378; “Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara
meşrû kılacak ortakları mı vardır?”379; “Ayrılığa düştüğünüz herhangi
bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.”380; “...Doğrusu, şeytanlar, sizinle
tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz
siz müşrik olursunuz.”381; “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan
çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı
içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman
etmiş olmazlar.”382; “(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat
ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar
mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne
çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.”383; “Kim Allah’ın
indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”384; “Yoksa
câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan
daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?”385; “Allah, hüküm
verenlerin en üstünü değil midir?”386; “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin,
Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa
düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu
Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem
hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”387; “Allah ve Rasûlü,
bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi
kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.”388; “...Dikkat edin, yaratmak
da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne
yücedir!”389; “İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar
var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.”390;
“...Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi
emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu
bilmezler.” 391
Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi,
Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme
ulaştırır: “Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve
378 7/A’râf, 3
379 42/Şûrâ, 21
380 42/Şûrâ, 10
381 6/En’âm, 121
382 4/Nisâ, 65
383 24/Nûr, 47-48
384 5/Mâide, 44
385 5/Mâide, 50
386 95/Tîn, 8
387 4/Nisâ, 59
388 33/Ahzâb, 36
389 7/A’râf, 54
390 6/En’âm, 82
391 12/Yûsuf, 40
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 127 -
Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere
koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur.
Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa
Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir
azap vardır.”392; “Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve
Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun,
aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.”393; “Tâğuta kulluk etmekten
kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip
de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola
ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”394; “(Rasûlüm!)
De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir.
De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah
kâfirleri sevmez.” 395
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu
Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya,
güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını
bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan
başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” 396
Hüküm koyma (teşrî), “Lâ ilâhe illâllah”la direkt ve sağlam bir
şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. “Allah’ın
indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.”397 âyetinde fukahâ, Allah’ın
indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir
edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün
gerisinde bir küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden
rüşvet aldığından, önündeki meselede Allah’ın indirdiği dışında
bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez.
Allah’ın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki
konuda yanılan ve Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş
olan biri ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça
ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar...
Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah’ın indirdiği dışında bir şeyi
teşrî ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla,
fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın
392 4/Nisâ, 13-14
393 8/Enfâl, 1
394 39/Zümer, 17-18
395 3/Al-i İmrân, 31-32) Yine Bk. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/
Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16;
23/Mü’minûn, 115
396 İbn Mâce, hadis no: 4205
397 5/Mâide, 44
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 128 -
indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah’tan ayrı olarak
teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allah’ın
dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa
rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın
dinine muhâlif haramlar helâllar koyuyor. Ardından açıkça veya
lisan-ı haliyle: “Allah’ın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı
uygulayın, çünkü bu, ona denktir veya bu, Allah’ın kanunundan
daha üstündür, kıymetlidir” diyor. İslâm tarihinde fıkıh âlimleri,
bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir.
Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden
şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine
rağmen ve kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe
(hüküm koymaya) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır;398 çünkü
ikrahta rızâ yoktur.
Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle
insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman
olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara
sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü
dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak,
İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek,
Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu
iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar
ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, “lâ
ilâhe illâllah” deyince müslüman olacakları, İslâm’ı yaşamasa da
insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların
önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece
diliyle söyleyenler. 399
Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevanın soyulmasının bazı etkenleri,
sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’lma’rûf
ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata
meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi,
israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle
mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının
oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin başında gelir.
Şirk ve irtidâdla ilgili bu bilgilerden sonra, içinde yaşadığımız
toplumu değerlendirmeye çalışalım: Eski ümmetler gibi bu toplum
da helâk olsa, deprem vb, bir âfetle yerle bir olsa, aradan
uzun asırlar geçtikten sonra buralarda yaşayan insanlar, kazılarla
elde edecekleri heykel ve eğlence araçlarından, tesbit ettikleri,
398 16/Nahl, 106
399 Geniş bilgi için bkz. Muhammed Kutub, Tevhid, Risale Y.
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 129 -
araştırıp buldukları şeylerden bu zamanki toplumun yaşam tarzı
ve dini hakkında neye hükmederler dersiniz? Ya da (hayâlî bir şey
de olsa) “zaman tüneli”nden bir sahâbeyi geçirseler, bizim yaşadığımız
zaman ve ülkeye misafir etseler, (meselâ bir gece kulübüne,
bir mahkemeye, bir okula, çarşıya, ya da bir eve) baksa, bu toplumun
inancı konusunda ne tür bir yargıya varırdı? Hasan Basrî’nin
daha 3. nesil müslümanlarına söylediği sözü hatırlayalım: “... Onlar
sizi görseydi, müslüman demezlerdi.”
Okullar, törenler, mahkemeler, meclisler, resmî kurumlar, bankalar,
stadyumlar, ...hâneler, kumar ve eğlence yerleri... toplumun
dinini yansıtmıyor mu? Hele yasalar ve hükümler... Seçim öncesi
halkın yönetici adaylarından beklediklerinin, onların vaadlerinin
hangi dinle izahı yapılabilir? Küçük Amerika hülyâları, sadece
dünyevî ve fânî istekler...
Anket yapsanız, halkın kendini hangi sıfat-isimle benimseyip
başkasına tanıtmak istediğini sorsanız, içinde, “Atatürkçü/Kemalist,
laik, demokrat, Batıcı, Sosyalist, falancı, Avrupa Birliğine üyeliği
çok önemseyen, özgürlük taraftarı, falan partili, filan takım
taraftarı veya şu sanatçı hayranı gibi kelimeler sıralasanız, bu listenin
sonuna da “müslüman” kelimesini ekleseniz; bunlardan birini
tercih etmesini isteseniz, son kelimeyi isim-sıfat olarak tercih
edenler gerçekten hâlâ bazılarının düşünmeden söyledikleri gibi
% 99’ları bulur mu dersiniz?
Meselâ, Taksim’e, ya da şehrin işlek bir caddesine, meydanına
çıksanız, gelip geçen gençlere teklifte bulunsanız, “alın size bin
dolar, ama şurada ‘falan dini seçiyorum’ diye söz verecek, -meselâşu
belgeyi de imzalayacaksınız” deseniz, nasıl bir netice ile karşılaşırsınız?
Ya da “ayda 500 milyon maaşla bir Yahûdi sinegogunda
Yahûdiliğe hizmetle ilgili iş vereceğim” veya “yurtdışına, meselâ
Amerika’ya gönderiyoruz, ama farklı bir dinle ilgili bazı şartlarımız
var” deseniz... Bu konularda sonucu tahmin etmeden önce,
Harp Okullarına, emniyete veya bir devlet kurumuna girmek için
can atan gençleri, anıtkabire akın eden insanları, çok rahat elfâz-ı
küfür söyleyen, hatta dine ve mukaddesâta sövebilen kışladaki
subayları, kahvedeki vatandaşları... gözönüne getirmeli ve özellikle
insanın para için neler yapabildiğini, nâmusunu hem de çok
ucuza satan bayanları, “ne iş olursa yaparım, ağabey, sen yeter
ki paradan haber ver!” diyen insanları değerlendirmelisiniz. Hele
devletin emri veya yasağı olan konularda, halkın anormal görmediği
durumlarda...
Diyanet’in açıklamasına göre, Adapazarı deprem bölgesinde
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 130 -
100 civarında insan, misyonerlerin hummalı çalışmaları sonucu
İslâm’ı bırakıp resmen Hıristiyanlığı seçmiş. Her gün dininden kopan,
farklı ideoloji ve hayat görüşlerini benimseyen ama resmen
farklı bir dine geçtiği değerlendirilmeyen insanların sayısını kimse
bilmiyor. Medya, okullar, resmî kurumlar devamlı mürted yetiştiren
programlarıyla ha bire müslümanları adı konulmamış farklı dinlere
çekmekteler. 2 Ocak 1976’da çıkan Sebil adlı Haftalık gazetenin
kapaktan sorup, sayfalarında işlediği konu şöyleydi: “Nasıl Hıristiyan
Olacaktık?” Kâzım Karabekir Paşa’nın hâtıralarından alıntılar
yapılıyor, TBMM’de ilk yılında meclis başkanının riyâsetinde devletin
resmî dininin Hıristiyanlık olmasının ısrarla savunulduğu ve bu
konudaki tartışmaları anlatıyordu. Devlet, resmen Hıristiyanlığı
kabul etmemişti, ama çok kısa zaman sonra Anayasadan “Devletin
dini İslâm’dır” ifadesi kaldırılmış, “laik demokratik devlet” ifadesi
konulmuştu. Sonra da bu doğrultuda dayatmalar, devrimler,
takrir-i sükûn kanunları ve İstiklâl Mahkemeleri...
“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/
ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’
demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde
meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine
ve arzularına göre iş yapacaklardır.” 400
Toplumla ilgili esas problem, ekonomik kriz değildir, maddî
sıkıntılar da, açlık da. Hatta yolsuzluklar, ahlâk eksikliği de değildir.
Problem, iman problemi; kriz, tevhid krizidir. İmanı olmayan
topluma hangi ahlâkî ilkeleri yerleştirmek isterseniz isteyin, delik
kaba su doldurmaya çalışmış olursunuz. Arabanın motorunu
çalmışlarken kaportadaki çiziklerin ne önemi var? Kalbi olmayan
birinin, nesi olursa olsun, o insan değildir artık. İmanını yitiren
toplumun her şeyi gitmiş/bitmiş demektir.
Mürtedliğe Giden Yollar
Mürtedliğe Yol Açan Sebepler: Mürtedlik, söz, fiil/eylem ve
inanç (ve şüphe) ile ortaya çıkar. Mürtedlerin İslâm’dan dönmelerinin
birkaç sebebi olabilir:
1- İslâm’ı ve onun hükümlerini beğenmemek,
2- İslâm’ı çıkarlarına ve zevklerine engel görmek,
3- Dünyalık bir makam elde etme ihtirası,
4- İman zayıflığı veya İslâm’ı yeterince tanımama,
400 İbn Mâce, hadis no: 4205
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 131 -
5- Gayri müslimlere özenme, onların zevk içinde yaşamalarına
imrenme ve onları bazı konularda üstün ve ileri kabul etme anlayışı
ve diğer sebepler.
Bir Müslümanı Mürted Yapan Tavırlar: Bir müslümanın
İslâm’dan çıkmasına sebep olacak bazı durumları şöylece özetleyebiliriz.
Müslüman olduğu halde, Allah’a şirk koşmak; Allah’ın dışında
bir kimseye, bir otoriteye, putlara tapınmak, Allah’tan istenecek
yardımı ölülerden veya mezarlardan istemek, birtakım örgütleri
veya devletleri Allah gibi düşünmek, kişiyi İslâm’dan çıkarır, mürted
yapar.
İslâm’ın küfr veya kâfirlik dediği şeyler konusunda şüphe etmek;
İslâm da bellidir, onun dışındaki bâtıl yollar da bellidir. Küfür
olan konularla ilgili olarak “acaba onlar da doğru olabilir mi?”
düşüncesi İslâm inancına aykırıdır. Onlar doğru olsaydı, İslâm’ın
Hz. Muhammed ve Kur’an’la gönderilmesine ne lüzum vardı? Bütün
bâtıl dinler, bütün İslâm dışı ideolojiler, insanlar adına nisbet
edilen hayat sistemleri İslâm tarafından reddedilmektedir (Komünizm,
Hinduizm, Hıristiyanlık, Demokrasi, Marksizim, laisizm, Kemalizm
ve diğerleri).
Peygamberimiz’in bize bildirdiği bazı şeyleri beğenmemek,
onlara karşı yüzü buruşturmak, râzı olmamak. 401
Müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, onlara yardım
etmek. 402
İslâm’ın ilkelerine, şeriata karşı gelmek, onlarla alay etmek,
onların yerine başka otoritelerin veya kişilerin görüşlerini daha iyi,
güzel veya çağdaş bulmak.
Kesin deliller ile ümmetin icmâsı ile sâbit olmuş, dinden sayılan
hükümlere karşı gelmek, onları kabul etmemek.
Bunlar veya bunlara benzer davranışlar ve sözler bir müslümanı
dinden çıkarabilir, mürted yapabilir. Bunlar birer hükümdür
ve müslümanları din konusunda dikkatli olmaya teşviktir, onları
tehlikeden sakındırmaktır. Kişi ya inanır, ya inanmaz. Ama tutarlı
olması gerekir; inandığı dinin gösterdiği gibi inanması ve yaşaması
lâzımdır. İslâm, Allah’ın dinidir ve ona nasıl inanılması gerektiği
ortaya konulmuştur. O, insanların görüşü değildir ki, dileyen
401 47/Muhammed, 9
402 9/Tevbe, 65-66
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 132 -
dilediği gibi kullansın.403
Günümüzde insanlar, ortamın ve çevre şartlarının İslâmî değil;
câhiliyye yapısı arzettiğinden, İslâm’ı doğru bir şekilde kavrama
ve sırât-ı müstakîm çizgisini kolaylıkla sürdürme imkânlarına yeterince
sahip değildirler. İslâm dışı, hatta İslâm’a düşman düzen
ve buna bağlı kurum ve kuralların etkisiyle her an bâtıl yollara
bilinçsiz de olsa dalma riskiyle karşı karşıyadır. Bunlardan bir kısmı,
belki imanını tümüyle giderecek ve kişiyi mürted yapacak durumda
değilse de, birkısım insan bilerek ve seçerek İslâm’dan farklı
yollar/ideolojiler/dinler edinmektedirler. Bu kimselerin mâzîsinde
İslâm’ı gerçek anlamıyla bilip bir bütün halde kabul etme ve yaşama
gayreti var iken, sonradan bilinçli bir tercih sonucu dinini
değiştirme sözkonusu olmuş ise, -neûzü billâh- mürtedlik vuku
bulmuş olur. Mü’min iken kişinin mürted olması sonucunu veren
birtakım söz ve fiillere şunlar örnek gösterilebilir:
Müslüman bir kimsenin kendi irâdesiyle açıkça; ‘Ben Allah’a
ortak koşuyorum’ demesi, yahut Allah’ın varlığını inkâr etmek,
peygamberleri reddetmek ya da bir tek peygamberi dahi yalanlamak
gibi küfrü gerektirici bir söz söylemek, açıkça küfrü gerektiren
-Mushaf’ı ya da bir parçasını pisliğe atmak gibi- bir fiil işlemek,
namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi İslâm’ın kesin bir
hükmünü inkâr etmek, farz namazların, -bunların bir rekâtinin
bile olsa- farz olduğunu, dinin emri olduğunu reddetmek gibi
veya farz olmadığı kesin delillerle sâbit bir hükmün farz olduğuna
-meselâ farz namazlara bir rekât ilâve etmek gibi- inanmak,
peygamberliğin insanların kendi gayretiyle kazanılabileceğini ileri
sürmek gibi hususlar küfrü gerektirir. Bu gibi küfrü gerektiren
inanç ve tavırlar önceden müslüman bir kimse tarafından kabul
ediliyorsa, bu kimse mürted olur.
Çağımızda ortaya çıkan birtakım şartlar vardır ki, müslüman
kimse iman açısından bunların da hükmünü bilmelidir. Bunların
en başında hiç şüphesiz Allah’ın indirdiği hükümlerin dışındaki
hükümler ile hükmetmek gelir. Konuyla ilgili olarak Abdülkadir
Udeh’den alıntı yapalım: “Çağımızda reddetmek, kabul etmemek
yoluyla küfrün açık örneklerinden bir tanesi de, Allah’ın şeriatiyle
hükmetmeyi kabul etmemek ve onun yerine insanlar tarafından
konulmuş hükümleri, kanunları uygulamaya koymaktır. Çünkü
İslâm dininde aslolan kural, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin
farz, ondan başka kanun ve hükümler ile hükmetmenin ise haram
olduğudur. Kur’ân-ı Kerim’in bu hususa dair nasları gâyet açık ve
403 Hüseyin K. Ece, a.g.e. s.458-459
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 133 -
kesindir.
İslâm şeriatine aykırı her türlü yasa ve hükmün bâtıl olduğu
hususunda fakîhler ile ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmamaktadır.
Yine onların ittifakına göre İslâm dışı hükümlere
itaat gerekmez, hatta İslâm şeriatine aykırı olan her şey, müslümanlara
haramdır. İsterse bu haramı emreden ya da mubah kılan
egemen otorite ya da başkası olsun. Yine ittifakla kabul edilen hususlardan
bir tanesi de şudur: Sahih olduğuna inandığı bir te’vile
dayanmaksızın müslümanlardan her kim Allah’ın indirdiklerinden
başka hükümler ortaya atarsa, o kimseler hakkında Yüce Allah’ın
verdiği “kâfir, zâlim ve fâsık” hükümleri verilir. Meselâ, başka
bir hükmü ondan daha üstün, daha güzel gördüğü için İslâm’ın
öngördüğü cezaları ve hükümleri uygulamaktan yüz çeviren bir
kimse, kesinlikle kâfirdir, daha önce iman etmiş ise bu tavırlarıyla
mürted olur.
İttifakla kabul edilen hususlardan bir diğeri: Allah’ın ya da
peygamberinin emirlerinden herhangi birisini reddeden bir kimse,
bunu ister şüphe ve tereddüt yoluyla, isterse de terk ve kabul
etmemek yoluyla, isterse de o hükme teslim olmamak dolayısıyla
reddedecek olursa İslâm’dan çıkar, mürted olur. Çünkü sahâbe-i
kirâm, zekât vermeyi kabul etmeyenleri mürted olarak değerlendirmişlerdir.
Yüce Allah kendisinin ve Rasûlünün hükmünü teslimiyetle
kabul etmeyenlerin kâfir olduklarına dair açık hükmünü
indirmiştir: “Rabbine andolsun ki, onlar kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda
Senin hükmüne başvurmadıkça ve verdiğin hükmü, içlerinde
bir sıkıntı olmaksızın tam bir teslimiyetle kabul etmedikçe iman etmiş
olmazlar.” 404
Elfâz-ı Küfür: Elfâz’ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade
demektir. Küfür ise “kefera” fiilinden masdar olup, sözlükte;
bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye
de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi
küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere “elfâz-ı
küfür” adı verilir.
Bir mü’mini küfre düşüren sözler beşe ayrılır. Bunlar: İstihlâl,
istihzâ, istihfaf, istihkar ve istinkârdır. İstihlâl, Allah’ın yasakladığı
bir haramı helâl, helâlı haram kabul etmek; İstihzâ, dinin esaslarından
birini alaya almak; istihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı
diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar,
dinle ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret
404 4/Nisâ, 65; 21Abdülkadir Udeh, et- Teşrîu’l-Cinî el-İslâmî, Beyrut, 2/708-
710 -İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî HukukKUR’AN
KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 134 -
etmek, çirkin sözler söyleyip sövmek; istinkâr ise bir İslâmî hükmü
açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp
küfretmek.
Allah’ın zatı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında
şaka yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve
Allah’a çirkin sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır. “Allah ile O’nun
âyetleriyle, O’nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye
kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz.” 405
Peygamberlik kurumunu önemsememek ve peygamberlikle
alay etmek, onlar hakkında küçük düşürücü sözler söylemek istihkar
(hakaret ve sövme) sayılır. Bu yüzden herhangi bir peygamberi
küçük gören, alay eden ve O’na ezâ veren dinden çıkar. “Şüphe
yok ki, Allah’a ve Rasûlü’ne eziyet verenlere Allah dünyada ve âhirette
lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap hazırlamıştır.”406;
“Münâfıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve ‘O her söyleneni
dinleyen bir kulaktır’ diyorlar. De ki, ‘O sizin için bir hayır kulağıdır.
Allah’a da inanır, mü’minlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir.
Allah’ın Rasûlüne eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır.” 407
Hz. Peygamber’e hakaret dinden çıkardığı gibi, mukaddes
kitaplara ve Kur’ân-ı Kerim’e hakaret veya mukaddes kitapların
aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür. Kur’an’la, bir sûresi
veya âyetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür. Meleklere
hakaret etmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür.
Cebrâil’in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla
Hz. Muhammed’e (s.a.s.) vahyi verdiğini söylemek de kişiyi
dinden çıkartır. Azrâil’e, ölüm meleği olduğu için hakaret etmek,
meleklerin dişi olduğunu söylemek de küfürdür. Sahâbeleri tekfir
ederek, onların mü’min olmadığını söylemek de küfür kabul edilmiştir.
Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğzetmek
ise bid’at ve sapıklıktır. 408
Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana
getirmesi için hür bir irâde ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit,
zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, ikrâh-ı
mülcî yani tam zorlama ile öldürme, kesme, bedene zarar verme
ve şiddetli dövme gibi işkence veya bu tehditler varsa küfür sözü
söyleyebilir. “Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ
olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah’tan onlara
405 9/Tevbe, 65
406 33/Ahzab, 57
407 9/Tevbe, 61
408 Bk. 48/Fetih, 18; 9/Tevbe, 100
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 135 -
bir azap vardır.”409 Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını
gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı
Sümeyye’yi İslâm’dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini
de öldürmüştür. Yâsir’in oğlu Ammâr’ı da bir kuyuya atarak
işkence yapmışlar, Ammâr işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla
dolu olduğu halde, diliyle İslâm’dan döndüğünü söylemiş ve
canını kurtarmıştır. Haber Hz. Peygamber’e ulaşınca, kendisiyle
görüşmüş ve yine işkenceye mâruz kalırsa aynı sözleri söylemesine
ruhsat vermiştir. Yukarıdaki âyet-i kerime bu olay üzerine inmiştir.
Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret
taşıyan, kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah’ı sever gibi
sevme ifadeleri müslümanım diyen insanlar tarafından rahatlıkla
söylenebilmektedir. Bir futbol takımı ekber, yani Allah’a ait olan
“en büyük” ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte, öğrencilere bir şahıs
hakkında ilâhî özellikler verilerek antlar, şiirler söylettirilebilmektedir.
Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı küfür rahatlıkla
ağızlardan çıkabilmektedir. “İşimiz Allah’a kaldı”, “Allah’lık”
gibi ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler söylenebiliyor.
Azrail’e kızılıp ileri geri sözler sarfedilebiliyor. Bir kıza “Melek”
ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle göklerin insan kaderi üzerinde
etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler edilebiliyor. Açıkça
kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor. Cennet ve cehennemle
ilgili fıkralar anlatılarak Allah’ın ödül ve cezası şaka konusu
edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları veya dinin
kutsallarını küçük düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor. Allah’ın
sıfatları başkasına verilebiliyor. Allah’tan başkasına duâ edilip medet
ve yardım istenebiliyor. Allah’tan başkası adına yemin edilebiliyor.
Ağzımızdan çıkan her sözün hesabının isteneceği unutularak
küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor. Bütün bunlar,
elfâz-ı küfür, şirk, irtidat gibi konuların kapsamına girmektedir.
Çevrede Çokça Duyulan Elfâz-ı Küfürden Bazıları (Söyleyeni
Şirke Düşürmesinden Korkulan, Müslümanları Mürted Yapmasından
Endişe Edilen Çirkin Sözler)
Allah’la İlgili:
“Allah’lık” (saf bir insan için)
“Allah’sız” (Bunun Allah’ı yok, bu kimseyi Allah yaratmamıştır
anlamında)
“İşimiz Allah’a kaldı” (İşimiz yaş, netice beklemeyin anlamında)
409 Nahl, 106
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 136 -
“İnşâallah deme, kesin söz ver” (İnşâallah, yani Allah dilerse
sözünün yanlış ve yetersiz olduğu anlamında)
“Gökte Allah var”, “yukarıda Allah var” (Allah’a mekân isnadı
anlamında)
“Seni Allah gibi seviyorum” (Allah’ı sever gibi çok sevmek, fanatiklik
anlamında)
“Seni elimden Allah bile kurtaramaz” (Allah’ın gücü bile yeterli
olmaz anlamında)
“Burada Allah yok, Peygamber izinde” (Karakolda, hapishanede
vb. Allah’ın yardım edemeyeceği anlamında)
“Allah’ın olmadığı, şeytanın bol olduğu yerde elime geçecek,
ciğerlerini sökerim” (Allah’ın olmadığı yer olabileceği anlamında)
“Allah, ondan verdiği canı alamıyor” (Borcuna sâdık olmayanlar
hakkında, Allah’ın âcizliği anlamında)
“Allah’ın hükmü burada geçmez” veya “o eskidendi, şimdi
Allah’ın hükmü uygulanmaz, devir değişti” (Allah’ın hükmünün
geçersizliğini iddia veya tüm zamanlara ait olduğunu inkâr anlamında)
“Şu işin (şeyin) Allah’ını yapar” (Allah’ı herhangi bir şeye benzetme
anlamında)
“Sen Allah mısın be?” (Bir yaratığın Allah olma ihtimalini çağrıştıracak
anlamda)
“Ye Allah ye”, “vur Allah vur” (Allah’ı kula benzetmek anlamında)
“Allah Baba”, “Allah’ın oğlu gelse...” (Allah’a çocuk isnad
etme anlamında)
“Tapılacak kadın” (Allah’tan başka tapılacak/ibâdet edilecek
mâbud kabulü anlamında)
“Futbol/müzik ilâhı, ...tanrıçası” (Allah’tan başka ilâh kabulü
anlamında)
“Hâkimler hâkimi” (Allah’ın dışında bir varlığa Allah’ın bir sıfatını
verme, her şeyi yönlendiren anlamında)
“Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” (Allah’a denk
başkasının hakkı olduğu, Allah’ın her yerde tek güç olmadığı anlamında)
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 137 -
“Allah bizi unuttu” (Allah’ın zorluklarla denemesi konusunda
Allah’ı unutma gibi bir eksiklikle vasfetme anlamında)
“Filan kimse şu şeyi yarattı” (Yaratma fiilini gerçek anlamda,
yani yoktan var etme manasında başka birine verme, Allah’ın fiiline
ortak kabulü anlamında)
“Allah’ın başka işi mi yok, bununla uğraşacak?” (Allah, her
şeyi takdir edip, her şeye hükmünü geçirmez, O’nun dediğinin ve
müdâhalesinin dışında da işler olur anlamında)
“Allah bilir ki, şu iş şöyledir”, “Allah şâhit şunu şöyle yaptım”
dediği halde, yalan söylemiş olsa; Allah’a iftira atmak ve gizli-açık
her şeyi bildiğini kabul etmemek anlamında)
“Hâkimiyet/egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir/meclisindir”
(Hâkimiyetin, egemenliğin Allah’ın dışında başkalarına ait olduğunu
kabul ve Allah’ın hükmünün üstünde hüküm olduğu anlamında)
“En büyük filân takım, başka büyük yok” (Ekber/en büyük sıfatının
Allah’tan başkasına verilmesi ve başka büyüğün olmadığı,
Allah’ın büyüklüğünün inkârı veya büyüklükte ortağı olduğu anlamında)
“Allah’ımı inkâr edeyim ki, şu şöyledir” (Söylediği söz, doğru
bile olsa; Allah’ı inkâr etmeyi ihtimal olarak kabul ve inkârı basite
almak anlamında)
“Allah, şunu şöyle yaratsaydı, şu işi şöyle yapsaydı ne iyi olurdu”
(Allah’ın yarattığını beğenmemek, O’na eksiklik ve kusur isnad etmek
anlamında)
“Allah, keşke şunu haram kılmasaydı, şunu farz etmeseydi”
(Allah’ın hükmünü beğenmemek anlamında)
(O konuda âyet olmadığı halde,) “Allah şöyle buyurmuştur”
demek (Kur’an’da olmayan, ispatlanamayan cümleleri Allah’a
isnâd etmek, dolayısıyla Allah’a iftira etmek anlamında)
(Allah’ın kesin olarak haram kıldığı bir şeyi yiyip içerken
“Allah’ın ismiyle (Bismillâh)” demek (Allah’la, Allah’ın haram hükmüyle
alay etme anlamında)
Allah’ı, O’nun kurallarını, O’nun dinini, kitabını... istihzâ/alay,
küçük görme, hakaret, inkâr etme.
Allah’a, dine, dince mukaddes sayılan şeylere küfür, sövme
veya çirkin söz söyleme.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 138 -
Allah’tan başka mutlak gaybı bilen olduğunu kabul etme.
Allah’tan başkasına söylenmesi câiz olmayan şeyleri başka şeyler
için söyleme: “Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım, Diz çöküp
önünde yıllarca taptım.”, “Mihrâbım diyerek yüz sürdüm” , “Bir
Allah’a, bir de sana taptım”, “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya/
Anıtkabir yeter” , “Ey, bugünleri borçlu olduğumuz ulu Atatürk”
vb.
Allah’tan başkasına dua etmek veya bir kuldan meded istemek
Allah’ın helâllarını helâl; haramlarını haram kabul etmemek
Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan başkasına
adak adamak
Allah’ın kesin yasağına rağmen Allah’ın düşmanlarını, kâfirleri
sevmek, küfre rızâ göstermek, kâfirlere -hidâyetleri dışında- dua
etmek
Tâğutların resim ve heykelleri önünde tapınırcasına saygı göstermek
Allah’ın şeriatından/hükmünden daha üstün yönetim şekilleri
olduğunu belirtmek: “Demokrasi/halk idaresi en iyi idare şeklidir”,
“Kemalizm, Kapitalizm insanları mutluluğa götürür” demek.
Allah’ı, sadece göklere ve tabiata hükmü geçen bir zat olarak
kabul edip, yeryüzünü insanların kendi bağımsız arzularına
bırakıp Allah’ı dünya işlerine karıştırmamak, insanların sosyal ve
siyasal ilişkilerini düzenleme konusunda Allah’ın dışında otoriteler
tanımak
Fayda ve zararı Allah’tan bilmemek, “şu doktor benim hayatımı
kurtardı”, “frene basmasaydı ölmüştüm”, “şu hap bana şifa
veriyor, beni iyi ediyor” “Devlete karşı çıkılır mı, ezer geçer”
İbadet kapsamına girecek tüm amelleri, sadece Allah için yapmamak,
gösteriş veya dünyevî bir menfaat için yapmak.
b- Dinle İlgili:
“Din ayrı, dünya ayrı” (Dünyayı dinin dışına itmek, dini dünyaya
karıştırmamak ve laiklik anlamında)
‘’Din ayrı, siyaset ayrı” (İnsanların yönetiminin dinle ilgisi yok,
siyaset dinden bağımsız olmalıdır anlamında)
“Dinde zorlama yoktur” (Din seçme konusundaki özgürlükle
ilgili Bakara sûresi, 256. âyetini farklı ve yanlış bir konu için
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 139 -
delillendirerek, bir müslümana karışılamayacağı, onun haramları
işlemede özgür olduğu anlamında; dinin ahkâmla/muâmelâtla ilgili
konularını inkâr etmek veya geçerli olmayacağını iddia anlamında)
“Zevklere ve renklere karışılmaz” (Arzu ve heveslere hiç kimsenin
müdahale etmesine hakkı yoktur, ben neden zevk alıyorsam
onu yaparım, din adına bile olsa hiç kimse ona karışamaz anlamında)
“Bu benim özel hayatımdır, kimse karışamaz.”, “Demokrasi
var, bana kimse karışamaz, canım ne isterse onu yaparım” demek
(Allah’ı, Allah’ın hükümlerini önemsememek ve O’na teslim olmamak,
nefsini, hevâ ve hevesini putlaştırıp ilâhlaştırmak anlamında)
“Biz babamızdan, atalarımızdan böyle gördük” (geleneği, ataların
yolunu mutlak doğru olarak kabul etmek, dine ters düşse de
atalarının yolunun en doğru yol olduğunu kabul anlamında)
“Din şöyle diyor, doğru ama...”, “haklısın, fakat...” (Dinin
emir ve yasaklarının doğru olduğunu kabul etmekle birlikte,
hayata geçirmenin imkânsız gibi çok zor olduğu, yaşanamayacağı,
başka alternatiflerin zaruri olduğu anlamında)
“İslâm dini akıl dinidir, mantık dinidir” (Nakli dışlama, vahyi
temel ölçü almama, aklı putlaştırma anlamında)
“İslâm şeriatı eskidenmiş, bundan sonra din hâkim olamaz.”
(Dini, eski zamana ait tarihî bir vaka gibi kabul etme ve gelecekle
ilgili Allah’ın vaadlerini inkâr anlamında)
“Dine bağlı yaşamanın, dindâr olmanın zamanı geçti; doğru
olursan bu devirde aç kalırsın” (Dinin bütün zamanlar için geçerli
olmasının reddi anlamında)
“Dinî günler” (Zamanı, günleri dinî olan ve dinî olmayan diye
ayırıp, bazı günlerin dinle ilişkilerinin olmaması gibi anlaşılabilmesi
anlamında)
“Hayat yalnız bu dünyadadır” (âhireti inkâr anlamında)
“Sen benim kalbime bak, kalbim temiz” (Dinin bazı emirlerini
yerine getirmeyişin mâzereti olarak kalbin temizliği anlayışı ve
ibâdet edenlerin kalbi temiz değil ki ilâhî emirleri yerine getiriyorlar
anlamında)
“Paranın açmadığı kapı yoktur” (Parayı putlaştırmak, kapitalizmin
her şey olduğu anlamında)
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 140 -
“Demokrasilerde çare tükenmez” (Beşerî bir düzen olan demokrasi
(halkın kendi kendisini yönetmesi)nin her konuya çözüm
getiren en üstün idare şekli olduğu; İslâm’ın siyâset ve devlet anlayışından
daha üstün bir yönetim şekli olduğu anlamında)
“Aşırı dinciler” , “dinciler” “fundemantalistler”, “dinci teröristler”
gibi çirkin ithamları gerçek mü’minlere etiket olarak takmak,
müslümanları, dolayısıyla İslâm’ı kötülemek anlamında)
İslâm’a irticâ, gericilik, fundemantalizm, taassup ve benzeri
çirkin sıfatlar takmak.
İslâm’a, şeriata, tesettüre karşı tavır almak veya bu tür dinle
ilgili hususlara düşman olanları desteklemek.
İslâm’ın kutsal kabul ettiği hususların dışında, özellikle de
İslâm’a düşman olan rejimlerin sembollerini yüceltmek veya onlara
saygı duymak
c- Cennet, Melek ve Kaderle İlgili:
“Eşek cennetini boyladı” (Cenneti küçümsemek, cenneti yakışıksız
bir şeyle vasıflandırmak anlamında)
“Sensiz cennet kötü, seninle cehennem bana ödül” gibi sözler
(Cenneti, cehennemi önemsiz görmek veya âşık olduğu bir insanı
bunlardan daha önemli kabul etmek anlamında)
Bir insana “Meleğim” demek, “Çarli’nin melekleri” veya bir
kıza “Melek” ismi vermek, ya da birine “melek gibi” demek (Melekleri
insan gibi olduğunu, şekillerinin, yapılarının insana benzediğini
kabul etmek anlamında)
“Azrâil onun canını yanlış yere aldı” , “Azrâil’le savaşıyor” gibi
sözler, Azrâil’e hakaret etmek, onu eleştirmek anlamında)
“Kader utansın” gibi kadere isyan anlamında sözler
“Felek”le ilgili hem hakaret, hem kaderi belirlediği inancı, göklerin
(yıldız ve burçların) insan üzerinde etkinliğini, insanların kaderini/
geleceğini gök cisimlerinin tayin ettiğini kabul anlamında)
Ve bunlara benzer, düşünmeden, ya da bilinçli olarak söylenen,
şirk düşüncesini yansıtan nice sözler...
Ef’âl-i Küfür: Ef’âl-i küfür, küfür fiil ve davranışları demektir.
İnsanların bazı hareket, kıyafet ve davranışları küfre alâmet
sayılmıştır. Bu fiillerin bir kısmı müslüman olmayan toplumlara
benzemek kastıyla yapılan hareket ve davranışlardır. Küfre
alâmet sayılan ef’âl-i küfür kabul edilen hareketleri şu şekilde
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 141 -
sıralamak mümkündür:
a- Puta tapmak: Puta tapmak, Allah’a şirk/eş koşmak demektir.
“Nihâyet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikleri zaman şöyle
diyecekler: ‘Allah’ı bırakıp da tapındığınız putlar nerede?’ Onlar şöyle
cevap verecekler: ‘O putlar bizi bırakıp kayboldular.’ Onlar kendi aleyhlerine
kâfir olduklarına şâhitlik edeceklerdir.”410; “Onlar Allah’ın yolundan
saptırmak için Allah’a eşler uydurdular. De ki: ‘Eğlenip keyfinize bakın!
Çünkü gidişiniz muhakkak ateştir.”411 Allah’tan başkasına tapmanın
küfür alâmeti/ef’âl-i küfür olduğu kesindir.
b- Mushafı pisliğe atmak gibi saygısızca davranmak: Mushafı
pisliğe atmak da küfür fiillerinden biri sayılmıştır. Üzerinde
Kur’an’dan bir bölüm, Yüce Allah’ın veya Peygamberin adı yazılı
bir kâğıdı pisliğe atmak da aynı hükme tâbi tutulmuştur. Tabii
ki atma, kasden ve bilerek olursa, kâğıdın üzerindeki şeyi inkâr
sözkonusu olacağından küfür davranışı kabul edilmiştir. Zaman
zaman medyaya yansıdığı gibi, üzerinde âyet veya Allah lafızlarının
yazılı olduğu ayakkabı, bayan elbisesi şeklinde eğlence ve
aşağılama kabul edilecek tarzda bunları giymek de aynıdır.
c- Gayr-i müslimlerin tapınaklarına ibâdet kasdıyla gitmek:
Kilise, havra, katedral, puthane gibi yerlerde ibâdet ve duâ etmek,
veya buralarda Allah’a ibâdet etmenin daha faziletli olduğuna
inanmak da kişiyi İslâm’dan çıkarır. Fakat bu tür yerlere ibâdet
kasdı olmaksızın, bilgi edinmek veya incelemek için gitmekte bir
sakınca yoktur.
d- İbâdet kasdıyla herhangi bir şahsa secde etmek: Bir kimse
tapınma kasdı olmadan sadece hürmet ve saygı için bir büyük
karşısında eğilse, yeri öpse bu günah kabul edilse bile küfür kabul
edilmez. Kişiye tapmak anlamına gelecek davranış küfürdür.
e- Ölülerden duâ ederek bir şey istemek, kabirleri tapınak
yapmak: Sadece Allah’a yapılması gereken ibâdet ve duâyı412
Allah’tan başkasına, ister ölü ister diri olan birine yapmak küfürdür.
Allah’tan başkasına kesilen kurban, Allah’tan başkasına adak,
kabirleri tavaf, kabirde yatandan duâ ile bir şey istemek, ölülerden
imdat ve medet istemek küfür davranışlarıdır.
f- Haç takınmak: Hıristiyanların takındıkları madalyon olan
haç, onların iddiasına göre Hz. İsa’nın çarmıha gerilmiş şeklinin
remzidir ve onlara göre kutsaldır. İslâm âlimleri, haç takınmanın
410 A'raf, 37
411 İbrahim, 30
412 1/Fâtiha, 4
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 142 -
küfür davranışı olduğunda hemfikirdirler. Günümüzde de böyle
bir madalyonun ancak hıristiyanlar tarafından takıldığını unutmamak
gerekir.
g- Ğıyar ve zünnâr: Ğıyar, zimmîlerin omuzlarına attıkları
alâmet yahut kumaş parçasıdır. Zünnâr da hıristiyan ve mecûsîlerin
küfür alâmetleri olan bir çeşit kuşaktır. Bunlar gayr-i müslimlerin
özel giysileri ve dinlerinin alâmetleri olarak sembol olduğundan,
bunları kullanmanın küfür fiilleri olduğu belirtilmiştir.
h- Mecûsî ve yahûdi şapkası: Mecûsîlerin ve yahudilerin mümeyyiz
vasfı olan şapkalarını onlara benzemek kasdıyla giymek
de küfür sayılmıştır.
Bu alâmetler, her asırda ve bölgede değişiklik gösterebilir. Buradaki
temel espri, İslâm’ın dışındaki dinleri benimsemiş kişilerin
özel kıyafetleri, dinlerine ait kıyafetleridir. Tabii, râhibe elbisesi
ve papaz cübbesi giymek de küfür fiillerindendir. Her devrin
küfür alâmeti değişik olmaktadır. Belli bir zaman küfür alâmeti
olan şey, belki kısa zaman sonra küfür alâmeti olma özelliğini
kaybedebilmektedir. Bu konuda en açık örnek, şapkadır. Belli bir
döneme kadar şapka, özellikle fötr küfür alâmeti sayılırdı; Âtıf
Hoca gibi nice âlimler ve müslümanlar şapka giymediği ve bunun
küfür olduğunu belirttikleri için idam edilmiştir. Bu âlimler, küfrün
sembolü olduğunu bildiklerinden dolayı buna karşı çıkmayı
idamı göze alma pahasına sürdürmüşlerdir. Ama şimdi şapkanın
küfür ve kâfir özelliği olduğunu iddia güçtür. Artık şimdi gayr-i
müslimler, müslümanlar kadar bile şapka giymemektedirler. Dolayısıyla
küfür alâmeti değişince, hüküm de değişmektedir. Küfür
alâmetlerinin çağlara göre farklılık arzetmesi sebebiyle, eskiden
küfür sayılan giysilerle ilgili bir husus, bugün küfür olmayabilir.
(Veya tersi; eskiden küfrün sembolü sayılmayan bazı şeyler, sonradan
kâfirlerin simgesi olarak kabul edilebilir.)
i- Sihir: Sihri öğrenip öğretmenin, sihir yapmanın haram oluşunda
mezhepler arasında ihtilâf yoktur. Bütün mezhepler, sihrin
mubahlığına inanmanın küfür olduğunda da müttefiktir. Fakat
sihrin haram olduğuna inanmakla beraber, sihir/büyü yapan kimsenin,
bu davranışıyla kâfir olup olmadığında ihtilâf vardır. Ebu
Hanife ve tâbileri, İmam Mâlik, Ahmed bin Hanbel ve tâbilerine
göre büyücü/sihirbaz kâfirdir. Bu gruba göre, sihirbaz sihrin haramlığına
inansa da inanmasa da tekfir olunur ve öldürülür. İmam
Şâfii’ye göre ise kendisinde küfrü gerektirecek bir inanç, söz ve
fiil bulunmayan sihir küfür değil, sadece haramdır. 413
413 A.Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, s. 160-165
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 143 -
Müşrik ve Mürtedlerle Mücâdele
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’
deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu
söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar
müstesnâ; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah’a aittir.” 414
Şirk ehliyle, müşriklerle, özellikle de mürtedlerle mücâdele
esastır. Müslüman, zaman ve şartların durumuna göre savaş(a)
mıyorsa bile, onlara en azından “Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza
ibâdet etmem. Sizin dininiz size; benim dinim bana!”415 deyip,
onları reddettiğini göstermek zorundadır. “Size de, Allah’ı bırakıp
tapmakta olduğunuz şeylerinize, putlarınıza da yuh olsun! Siz, akıllanmaz
mısınız?” 416
İslâm dininin en temel esası tevhiddir. Tevhid kelimesi ise, “Lâ
ilâhe illâllah”tır. Mânâsı: Allah’tan başka ilâh yoktur, yani bütün
kâinatta Allah’tan başka ibâdet edilmeye, O’nun dışında mutlak
olarak itaat edilmeye ve boyun eğilmeye lâyık kimse yoktur. Dikkat
etmek gerekir ki kelime-i tevhid önce Allah’tan başka diğer
ilâhları reddetmekle başlıyor. Müslüman, önce Allah’tan başka
bütün ilâhları reddetmeli ve ilâh olarak sadece Allah’ı kabul etmelidir.
İslâm dininin ilk indiği zamanlarda -tıpkı bugün olduğu gibişirk
hâkimdi. İnsanlar putlara tapıyorlar, ilâhlık vasıflarını insanlara
ve bazı varlıklara veriyorlardı. Araplar, melekleri Allah’ın
kızları olarak kabul ediyorlar, ehl-i kitap olan yahûdi ve hıristiyanlar
da, Allah’a oğullar isnat ediyorlardı. Helâl ve haram koyma
yetkilerini din adamlarına vererek, onları ilâh ediniyorlardı.
Peygamberimiz’in bu ortamda en küçük bir tâviz vermeden sürdürdüğü
tebliğde, en çok vurguladığı konu tevhiddi. Esasen insanlık
tarihi, Allah’a hakkıyla iman edenlerle, şirk koşanların, birden
fazla ilâha inananların kavgasından ibârettir.
Kur’ân-ı Kerim baştan sona kadar tevhid’den söz etmektedir.
Bütün peygamberler tevhid’i ikame etsinler diye gönderilmişlerdir.
Kur’an’a baktığımız zaman, bütün peygamberlerin üzerinde
ısrarla durdukları ve insanların kavramaları için her türlü zorluklara
katlandıkları hususlar; Allah’ın her hususta, yani hayatın her
sahasında “tek” olarak kabul edilmesi ve O’na kesinlikle şirk koşulmamasıdır.
Tevhid, insanın hayatındaki düşünceden başlayarak,
414 Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104;
Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
415 109/Kâfirûn, 1, 6
416 21/Enbiyâ, 67
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 144 -
günlük hayatındaki her tavrına kadar, Allah’ın belirlediği sınırlara
uyması, onların korunması için seferber olması ve Allah’ın ortaya
koyduğu ölçü ve onun pratikteki şekli olan sünnetin yaşanılmasıdır.
İrtidad ve mürtedlerle ilgili bu hükümleri bilmenin büyük
önemi vardır. Bu sâyede imandan sonra küfrün ne kadar büyük
bir vebali gerektirdiği tekrar gündemimize girmiş olacak ve müslümanın
imanını korumak üzere gereken hassâsiyet ve titizliği
göstermesi gerektiğinin her şeyden daha önemli olduğu vurgulanacaktır.
Bununla birlikte, tevbe kapısının açık olduğunu hatırlayarak,
herhangi bir şekilde ve herhangi bir sebepten ötürü böyle
bir tehlike ile karşı karşıya kalmış insanlar için her şeyin bitivermediği
de değerlendirilecektir. Evet, irtidadın, küfrün, şirkin günahı
büyüktür ve Allah bu günahı affetmez.417 Ama tevbe edilmediği
müddetçe. Tevbe edilen şirk ve irtidad da affedilir. Allah tüm günahların
bağışlayıcısıdır; elverir ki tevbe edilsin ve bu tevbe üzere
hayatın sonuna kadar müslümanca yaşansın. “De ki: ‘Ey (isyan
ederek) nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit
kesmeyin. Çünkü muhakkak Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz
ki O, çok bağışlayandır, çok rahmet edendir. Size azap gelmezden önce
(tevbe ederek) Rabbinize dönün ve O’na teslim olun.” 418
Şirk, Küfür ve İrtidaddan Korunma Yolları
Muvahhid bir mü’min olabilmek, öyle yaşayabilmek ve
Allah’ın râzı olacağını ve kulları için seçip beğendiğini belirttiği
İslâm dini üzere ölmek, bir müslümanın, bir mü’minin en büyük
emelidir. Yüce Allah’ın da emri budur, bütün peygamberlerin
ümmetlerine tavsiye ettikleri de budur. “Ey iman edenler,
Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece, hakkıyla korkun ve
ancak müslümanlar olarak ölün.”419 Kişinin âhiret hayatında Yüce
Rabbimizin azâbından kurtulup ebedî mükâfatlarına nâil olabilmesi,
günahlarının bağışlanabilmesi, ancak mü’min olarak, muvahhid
olarak Yüce Allah’a herhangi bir şeklide herhangi bir şeyi,
bir kimseyi, kurum ve nesneyi, madde ya da mânâyı, ideoloji ve
putu şirk/eş koşmayarak Rabbine kavuşmasına bağlıdır. Çünkü
kim Allah’a şirk koşarak ölürse cehhenneme girecektir.420 Kim de
Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığı gerçeğini bilerek ve Allah’a
417 4/Nisâ, 48, 116
418 39/Zümer, 53-54
419 3/Âl-i İmrân, 102
420 Buhârî, Tefsîr 2, Sûre 22, Eymân 19, Cenâiz 19; Müslim, İman 150, 151 ve
4/Nisâ, 48, 116
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 145 -
hiçbir şeyi şirk koşmaksızın ölürse, o da cennete girecektir. 421
Bu büyük gerçeği Kur’ân-ı Kerim’in hemen hemen her sayfasında
çeşitli şekilde dile getirilmiş olarak görebilmekteyiz. O halde
müslümanın iman ve tevhid konularında gereken hassâsiyeti göstererek
imanını her nefes, her an ve her durumda korumaya, ona
herhangi bir zarar getirmemeye çalışması, bunun için âzamî gayretini
harcaması gerekmektedir. Bunun için, yani imanı korumak
ve şirk ve irtidaddan korunmak ve küfre yaklaşmamak için gerekli
olan bazı önemli hususları kısaca sayalım:
Sahih bir iman, akaid bilgisi ve güçlü bir inanma/yakîn,
Kur’ân-ı Kerim’in ve sahih sünnetin emir ve teşvik ettiği amel
ve ibâdetlere önem vermek, bunları yerine getirmek için âzamî
gayret harcamak,
Allah’ın ve Peygamberinin uyarılarına dikkat ederek, sakındırdıklarından
kesinlikle uzak kalmak, hatta o yasaklara yaklaşmamak,
Akîdemiz uğrunda gereken mücâdeleyi vermekten hiçbir şekilde
geri kalmamak; inancımızla taban tabana zıt bir ortam içerisinde
yaşamanın ıstırabını kalbimizin derinliklerinde duymak,
Akîdemizi hâkim kılmak azmi ve emelini daima canlı tutmak,
bu uğurda aynı hedefi paylaşanlarla bir ve beraber olmak,
Allah’ı ve Rasûlünü yakından tanımak ve her şeyden çok sevmek,
onların emir ve buyruklarını bütün emir ve direktiflerden üstün
tutmak, onlara bağlanmayı her şeyin önünde bilmek, onların
rızâlarını esas almak,
Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmayan, onun sünnetini
baştacı bilen, onun dışında izlenmeye, yolundan gidilmeye değer
hiçbir kimsenin varlığını kabul etmeyenleri, başta sahâbeleri, güzel
bir şekilde onların izinden gidenleri mümkün mertebe yakından
tanımak, onların bu akîde uğrunda verdikleri mücâdele ve
cihadı, kendi mücâdele ve cihadımız için yol azığı edinmek,
İslâm’a, Kur’an ve Sünnet esaslarına kesin ve tâvizsiz bir şekilde
bağlı kalmak, dinî vecîbeleri ihlâsla yerine getirmek,
Yüce Peygamberin dahi küfürden, şirkten, riyâkârlıklardan ve
benzeri kalbî/imanî hastalıklardan Allah’a sığındığını bilerek, hatırlayarak,
imanımızı son nefesimize kadar muhâfaza edebilmek
421 Buhârî, Cenâiz 1, Rikak 13, 14, Tevhid 33; Müslim, İman 43, 150, 151;
Tirmizî, İman 18; Nesâî, Cihad 18
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 146 -
için Rabbimize daima duâ etmek, yalvarmak, fiilî olarak duâ
bâbından elimizden gelen tüm gayreti göstermek. Rasûlullah
(s.a.s.) duâlarında: “Sonrası küfür olmayan bir iman” ister422; her namazın
akabinde “küfürden, fakirlikten ve kabir azâbından”423; “küfürden
ve borçlanmaktan” Allah’a sığınırdı 424. Hz. Ebû Bekir’e ve onun
şahsında bütün mü’minlere sabah akşam yapmasını tavsiye ettiği
duâda, “şirkten” Allah’a sığınmak yer almaktadır: “Bile bile şirk koşmaktan
Allah’a sığınırım, bilmediklerimden de Senden af dilerim” 425
İrtidâd, İrticâ/Gericilik Demektir;
Mürted de Mürtecî/Gerici
Gerici; geriye dönmek isteyen, geride kalan dönemi ve bu
dönemin değer yargılarını benimseyen, özleyen kişi ve bu kişinin
niteliğine denir. Gerici ve gericilik kavramları mürteci ve irtica kelimeleriyle
de dile getirilir.
Gericilik, kavram olarak zamansal bir geriye dönüş isteğini de
içermekle birlikte, temelde değerlerle ilgilidir. Bu nedenle savunduğu
değerlerin geçmişe, geride kalan bir döneme ait olup olmaması
değil; bu değerlerin mâhiyeti, niteliği kişiyi gerici ya da
mürtecî yapar. Bu temel anlamına karşılık İslâm toplumlarının Batılılaşmasından,
Batılı câhilî değerlerin egemenliği altına girmesinden
sonra gerici ve gericilik deyimleri İslâm dışı yönetimler ve
işbirlikçisi kimseler tarafından tam tersi anlamda, siyasal ve ideolojik
bir suçlama ve sindirme aracı olarak kullanılmaya başlandı.
Gerçek anlamdaki gericiler, siyasal güçlerine dayanarak bu kullanımla
İslâm’ı topluma yeniden hâkim kılma mücâdelesi veren
müslümanlara gerici, mürtecî; İslâm’a da gericilik, irticâ nitelikleri
yamamaya çalışmaktadırlar.
Gericiliğin temel nitelikleri, câhiliye kavramının ihtivâ ettiği
anlamlarla ifâde edilebilir. Bunlar, Râğıb el-İsfehânî izlenerek
söylenirse; bilgisizlik, gerçek dışı ve yanlış inanç, yanlış davranış
olarak tesbit edilebilir. Kur’an’a göre bilgisiz insanlar kişisel arzu
ve hevâları peşinde koşar; diledikleri gibi yaşamak, istedikleri
gibi kanunlar koymak isterler ve bu nedenle doğru yoldan saparlar.
426 Diğer bir özellikleri de hevâlarına uygun çeşitli ideolojiler
(emâniy, ümniye) geliştirmek427 ve bunu yaparken zanlarına
422 Tirmizî, Deavât 30
423 Nesâî, İstiâre 16, 29
424 Nesâî, İstiâze, 16, 29
425 Ebû Dâvud, Edeb 102; M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 351-354
426 6/En'âm, 119
427 2/Bakara, 78
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 147 -
dayanmaktır.428 Bu etkenler câhilî bir sistem, bir hayat, düşünce
ve inanç biçimi oluşturur. Bu sistemin temel özelliği şirktir. Şirk, ya
Allah’ın ilâhlığını, Rabliğini, Melikliğini tanımama ya da Allah’a
bu ve benzeri konularda ortaklar tanıma biçiminde kendini gösterir.
Şirkin toplum hayatındaki başlıca pratik sonuç ve işaretleri
evrende ve insan hayatında Allah’tan başka bir yaratıcı, öldürücü,
tasarruf edici, boyun eğilecek, sevilecek, korkulacak, tevekkül
edilecek, hüküm ve kanunlar koyacak varlık, kişi ya da kurumlar
tanımaktır. Şirkin davranışlar alanındaki sonucu ise, bu tür kişi ve
kurumların koydukları kanun ve kurallara gönüllü olarak boyun
eğmek, itaat etmektir.
Kur’an’ın öngördüğü inanç, düşünce ve hayat biçiminin dışında
beşerî istekler, ideolojiler ve zanlara dayalı bilgiler doğrultusunda
oluşturulan toplumsal düzenler, şirk düzenleri, eş deyişle
câhiliye düzenleridir esas irticâ/gericilik. Böyle bir toplum modeli
peşinde koşan insan, bu model; ister geçmişte uygulanan bir
model olsun, ister henüz uygulanma imkânı olmayan bir tasarı
olsun; adı ister Demokrasi, ister Sosyalizm; isterse Komünizm ya
da Faşizm olsun, gericidir, mürtecidir.
Gerici ve gericilik kavramları İslâmî terminoloji içerisinde
mürtecî ve irticâ kavramlarının yanısıra mürted-irtidâd, münâfıkmünâfıklık,
fâsık-fısk, tâğî-tuğyân, mücrim-cürm gibi başka kavramlarla
da anlam ilişkileri içindedir. Bir İslâm toplumunda câhilî
eğilimler, önlemler içindeki kişi, itikadî ve amelî durumuna göre
mürted, münâfık, fâsık gibi adlar alır. İslâm’ın öngördüğü inanç
ve toplum yapısını kabul ettiği halde sonradan bunu reddederek
herhangi bir câhilî inanç sistemini, toplum modelini benimseyen
kişi, İslâm’la bütün bağlarını keserek geriye dönmüş, irtidâd etmiş,
mürted olmuştur. İrtidâd, gericiliğin en kesin ve açık biçimini
oluşturur. Câhili inanç esaslarını terketmeden çeşitli nedenlerle
İslâm’ı benimsemiş görünen ve hayatını müslümanlar arasında
sürdüren münâfıklar da gericidirler. Bunlar, içlerinde taşıdıkları
inançları ve bu inançların yansıması olan gerici eğilimleri zaman
zaman davranışlarında, düşünce ve hayat biçimlerinde göstermek
zorunda kalırlar. Gericiliğin bu biçimi gizli, ama İslâm toplumu için
en tehlikeli olandır. İrtidâd ve münâfıklık boyutlarına ulaşmayan
kimi gericilik biçimleri de kişinin İslâm hüküm ve kuralları karşısındaki
tutumu; benimseyerek sürdürdüğü câhiliye gelenek, görenek
ve davranışlarına göre fısk, tuğyân, cürm gibi çeşitli adlarla ifâde
edilir. Bütün bunlar kişiyi İslâm’ın doğru ve aydınlık yolundan saptırıcı
ve belli bir cezayı gerektirici gerici davranışı belirtirler.
428 6/En'âm, 116
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 148 -
İslâm’ın değerler açısından baktığı gerici ve gericilik kavramlarına
çağdaş câhil ve gerici dünya daha çok zamansal açıdan, eskilik-
yenilik, gerilik-ilerilik kavramlarının yedeğinde bakar. Buna
göre gerici, yeni olana direnerek eski olanı korumaya çalışan ya
da tarihin tekerleğini geriye döndürmeye çalışan kişidir. Bu tanıma
göre gerici, ilericinin karşısında yer alır ve gericilik; bilgisizlik,
tutuculuk, sağcılık gibi kavramlarla ilişkilendirilir. Tanım, doğal
olarak eski olanın kötülüğü, yeni olanın iyiliği kabulüne dayanmaktadır.
Buna göre müslümanlar gerici, İslâm da gericiliktir. Bu
yargı şöyle açıklanır: “Kendilerinin değerli buldukları düzeni ve
kurumları değişime karşı şiddetle savunan muhâfazakârlar, bu
uğraşlarında başarısızlığa uğradıkları takdirde, bir kısmı yeni beliren
düzeni evrenin işleyişinin kaçınılmaz sonucu olarak kabul edecektir.
Fakat eski ideallerini hâlâ benimsemekte devam eden mağlup
olmuş muhâfazakâr ister istemez bir “gerici’ olacaktır. Yeni
gelişen dünyayı tenkid edecek ve gelecekte, eskiden var olmuş
olduğuna inandığı “altın bir çağı’ tekrar yaşamak için harekete
geçecektir.” 429
Alışılmış Batılı bakışı yansıtan bu değerlendirmenin, yanlışlığı,
tutarsızlığı açıktır. Çünkü belli bir inanç biçiminin ve buna bağlı değerler
düzeni ile toplum modelinin zaman bakımından önce ya da
sonra oluşu, onun iyilik ya da kötülüğünün, gerilik ya da ileriliğinin
ölçütü olamaz. İslâm’ın Türkiye’de terkedilmiş bir inanç ve toplum
modelini temsil etmesi, doğal olarak, onun kötülük ve geriliğini
göstermez. Bu nedenle Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir
yerinde mevcut sistem yerine İslâm’ı öngören, İslâm’ı geçirmeye
çalışan müslümana gerici denemez. Müslümanlar, toplumu tarihin
belli bir zamanına döndürme amacı peşinde değillerdir. Tam tersine,
insanların, içinde bulundukları koşullara göre oluşturdukları
bir inancı ve toplumsal düzeni değil, zaman ve mekânın üstünde
bir kaynaktan gelen ve bütün zamanlar için geçerli olan evrensel
bir inanç ve değerler düzenini amaçlamaktadırlar. Bu inanç ve değerler
düzeni ise Garaudy’nin deyişiyle “bilim, teknik, millet, para,
cinsellik, büyüme gibi sahte tanrılar üretilerek oluşturulan politeizm
(çok tanrıcılık) üzerine kurulan çağdaş uygarlığın iflâsının
artık iyice anlaşıldığı günümüzde bütün insanlığın önünde duran
kurtarıcı tek seçenektir.”430 Dolayısıyla müslümanların gerici,
İslâm’ın gericilik gibi gösterilmesi, Kur’an’ın terimleriyle söylenirse
zanlarına dayanan, hevâları ve ideolojileri (ümniye) peşinde
koşan sapkın kişilerin câhilî değerlendirmelerinin bir işaretinden
429 Ahmet Yücekök, Türkiye'de Din ve Siyaset, s. 90
430 Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, s. 29
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 149 -
başka bir şey değildir.431 Nakıl ve akıl çerçevesinde irticâ/gericilik,
başta mürtedlik ve her çeşit şirk için bir sıfat; mürtecî/igerici de,
adı, dünya görüşü, diploması, kültürü ve yaşadığı zamanı ne olursa
olsun her çeşit mürted ve müşriğin temel vasfıdır.
Gerek sözlük ve gerekse ıstılahî mânâsından anlıyoruz ki,
irtidâd, bir geri dönüş hareketidir. Kaynaklar bunu “ric’at” veya
“rücû” olarak da ifâde eder. İslâm’dan geri dönen, aynı zamanda
Hak Dinden “rucû” ve “irticâ” etmiş demektir. Geri dönüş ve
irticâ; bilgisizliğe, inkâra ve küfre rücû ettiğinden “câhiliyye”ye
sapmış olur. İslâm’a ulaşmak, onu gerçek hayat ve bilgi kaynağı,
dosdoğru yol kabul etmek, ilmin ta kendisine sahip olmakla,
hidâyetle özdeştir. Câhiliyye ise, Allah’ı ve O’nun indirdiği hak
hükümleri bilmemek/tanımamak veya inkâr etmek olduğundan
bilgisizlik ve cehâlettir. O halde zaman zaman İslâm düşmanları
tarafından hakaret ve itham ifâdesi olarak İslâm için kullanılan
“irticâ”, “mürtecîlik”, yani “gericilik”, “geriye dönüş” aslında ilkel
ve modern her çeşit küfür ve şirk için, İslâm dışı hayat görüşleri
için kullanılabilir/kullanılmalıdır. İslâm’ı bildiği halde ve özellikle
müslümanlıktan sonra başka bir dünya görüşü ve yaşama
biçimi (ideoloji/din) seçenlerdir “mürtecî”, “gerici”. Çünkü onlar,
İslâm’ın dışına çıkmakla geriye dönük bir hareket yapmış ve
câhiliyyeye sapmış kimselerdir. Mü’minler, “Rabbim Allah” demişler
ve kaalû belâ’da vermiş oldukları bu sözden432 ve Allah’ın
hidâyetinden dönmezler, döneklik yapmazlar. İrtidâd, bir geri
dönüştür, dönekliktir. Hem de gerçek ilimden ve mutlak hakikatten,
fazîlet ve erdemden geri dönüş ve irticâdır. Bu anlamda İslâm,
her zaman ve gerçek ilmîliği, ilericiliği (hem de dünya ile sınırlı olmayan,
âhireti de kuşatan istikbal anlayışı, ilericilik ve tekâmülü)
temsil eder. Mürted kişi; zulmün, fıskın, küfrün ve sapıklığın, kısacası
câhiliyyenin bataklığına döndüğü için bir “mü’min” iken
kazandığı yüce ve şerefli mevkiini kaybetmiş, ahsen-i takvîmden
esfel-i sâfilîne irtidâd ile redd olunmuştur.433 Müslüman, bir mürtedin/
döneğin/gericinin bu aşağılık ve câhilî inanış ve yaşayışına
göre elbette çok üstün ve çok ileridir. “...Eğer gerçekten iman etmişseniz,
siz üstünsünüz.”434; “...İzzet/üstünlük/şeref, ancak Allah’ın ve
Peygamberi’nin ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” 435
İmandan sonra küfre düşme ihtimalini ateşe atılmak olarak
431 Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 232-233
432 7/A’râf, 172
433 95/Tîn, 4-5
434 3/Âl-i İmrân, 139
435 63/Münâfıkûn, 8
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 150 -
gören ve imanını en kıymetli bir mücevher gibi koruyan, İslâm
düşmanı bilinçli mürtedlerle mücâdeleyi bayraklaştıran muvahhid
gençlere selâm olsun!
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 151 -
İrtidat Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Kur’an’da, İrtidat Kelimesinin Türediği Kök Olan R-d-d Kelimesi ve Türevlerinin
Geçtiği Âyetler
(60 yerde): 2/Bakara, 85, 109, 217, 217, 228; 3/Âl-i İmrân, 100, 149; 4/Nisâ, 47,
59, 83, 86, 91; 5/Mâide, 21, 54, 108; 6/En’âm, 27, 28, 62, 71, 147; 7/A’râf, 53;
9/Tevbe, 45, 94, 101, 105; 10/Yunus, 30, 107; 11/Hûd, 76; 12/Yusuf, 65, 65, 96,
110; 13/Ra’d, 11; 14/İbrâhim, 9, 43; 16/Nahl, 70, 71; 17/İsrâ, 6; 18/Kehf, 36, 64,
87; 19/Meryem, 76; 21/Enbiyâ, 40, 40; 22/Hacc, 5; 27/Neml, 40; 28/Kasas, 7, 13,
85; 30/Rûm, 43; 33/Ahzâb, 25; 38/Sâd, 33; 40/Mü’min, 43; 41/Fussılet, 47; 42/
Şûrâ, 44, 47; 47/Muhammed, 25; 62/Cum’a, 8; 79/Nâziât, 10; 95/Tîn, 5.
İrtidat ve Mürtedler
Dinden Dönmek: 2/Bakara, 108, 217; 4/Nisâ, 137.
İmanı Küfür ile Değiştirmek: 2/Bakara, 108.
İmandan Sonra Küfre Sapanlar, Hidâyete Eremez: 3/Âl-i İmrân, 86-87; 4/Nisâ,
137.
Dinden Dönenlerin Yaptıkları Boşa Gider: 2/Bakara, 217.
Dinden Dönenlerin Tevbesi: 3/Âl-i İmrân, 89-90.
Dinden Dönenlere Şeytan Uzun Ömür Telkin Eder: 47/Muhammed, 25.
Dinden Dönenlerin Malları, Kendilerine Fayda Vermez: 53/Necm, 36-38.
Dinden Dönmenin Müeyyidesi/Yaptırımı: 3/Âl-i İmrân, 87-88, 106; 16/Nahl,
106-109.
Şirk
Allah’a Eş/Şirk Koşmak: 4/Nisâ, 36, 48, 116; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23, 39; 29/
Ankebût, 68; 33/Ahzâb, 57.
Şirkin Misali: 30/Rûm, 28.
Şirk Büyük Bir Zulümdür: 31/Lokman, 13.
Hevâ ve Hevesi Putlaştırmak: 45/Câsiye, 23, 47/Muhammed, 12.
Allah’a Çocuk İsnâd Edenler: 18/Kehf, 5, 102; 19/Meryem, 88-92.
Allah’a Eş Koşmak Haramdır: 7/A’râf, 33; 16/Nahl, 74; 22/Hacc, 31.
Putlara Tapmak: 5/Mâide, 76; 23/Mü’minûn, 117; 46/Ahkaf, 5.
Allah, Kendisine Şirk Koşmayı Affetmez: 4/Nisâ, 48, 116.
Şirkten Sakınmak: 26/Şuarâ, 213; 28/Kasas, 88; 30/Rûm, 31; 39/Zümer, 65-66;
40/Mü’min, 66; 41/Fussılet, 37; 51/Zâriyât, 51.
Şirkten Sakınanların Mükâfatı: 47/Muhammed, 15, 36.
Mekke’li Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41;
43/Zuhruf, 20-21, 57-59.
D- Müşrikler
Müşrikler, Allah’a Çocuk İsnâd Ettiler:6/En’âm, 100-101; 10/Yûnus, 68-70; 16/
Nahl, 57, 62; 17/İsrâ, 40; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 26; 22/Hacc, 3-4; 34/
Sebe’, 40-42; 37/Saffât, 149-159, 180; 43/Zuhruf, 15-16, 18, 79-82; 52/Tûr, 39;
53/Necm, 21-22.
Müşrikler, Allah’tan Başkasını Tanrı Edindiler: 2/Bakara, 165; 3/Âl-i İmrân,151;
4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107, 136, 150; 7/A’râf, 191; 10/Yûnus, 18,
66; 11/Hûd, 109; 14/İbrâhim, 30; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 73; 19/Meryem, 81;
22/Hacc, 11-13, 71, 74; 25/Furkan, 3, 55; 36/Yâsin, 74-75; 37/Saffât, 11; 38/Sâd,
5-7; 39/Zümer, 15 45, 67; 40/Mü’min, 10-12; 42/Şûrâ, 9; 52/Tûr, 43.
Müşrikler, Kötülükleri “Atalarımızdan Devraldık” Diye Savunurlar: 2/Bakara,
170-171; 5/Mâide, 103-104; 7/A’râf, 28; 11/Hûd, 109; 31/Lokman, 21; 37/Saffât,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 152 -
68-71; 43/Zuhruf, 22-25.
Müşrikler, Allah’ın Âyetlerini İnkâr Ederler: 6/En’âm, 4-5, 66-67, 105, 110, 124;
8/Enfâl, 31-33, 52; 9/Tevbe, 9; 10/Yûnus, 15; 37/Saffât, 68-71; 38/Sâd, 8.
Müşrikler, Put Diye Şeytana Taparlar: 4/Nisâ, 117.
Müşrikler, Hem Kendileri Peygamber’den Uzaklaşırlar, Hem de İnsanları
Uzaklaştırmak İsterler: 6/En’âm, 26, 116-117; 21/Enbiyâ,. 2-5; 25/Furkan, 7-9;
31/Lokman, 6-7; 34/Sebe’, 43-44; 38/Sâd, 8, 50/Kaf, 1-2, 5; 54/Kamer, 3; 68/
Kalem, 46-48, 51.
Müşrikler, Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkâr Ederler: 6/En’âm, 29-30, 134; 11/
Hûd, 19, 25/Furkan, 11, 32/Secde, 10-11, 36/Yâsin, 78-79; 37/Saffât, 16-21; 41/
Fussılet, 7; 44/Duhân, 9-10 34-36; 45/Câsiye, 24-26; 50/Kaf, 2-4; 51/Zâriyât, 12-
14; 64/Teğâbün, 7.
Müşrikler, Peygamberlerden İnanmayacakları Mûcizeler İsterler: 6/En’âm, 37,
57-58, 109-111, 158; 10/Yûnus, 20, 46; 11/Hûd, 12; 13/Ra’d, 6-7, 27, 40; 15/Hıcr,
6-8; 17/İsrâ, 59, 90-93; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 5, 37-39; 25/Furkan, 7-8;
29/Ankebût, 50-51, 53-54; 32/Secde, 28-29; 37/Saffât, 176-177; 45/Câsiye, 25;
70/Meâric, 1-3, 5-7; 74/Müddessir, 52-53.
Müşrikler İman Etmezler: 7/A’râf, 192-193; 10/Yûnus, 42-43; 25/Furkan, 9; 36/
Yâsin, 7-10; 41/Fussılet, 4, 14; 43/Zuhruf, 40, 88; 68/Kalem, 42-43; 109/Kâfirûn,
1-6.
Müşrikler, Putları Şefaatçi Kabul Ederler: 10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/Nahl,
55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3, 43-44.
Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/Zuhruf,
20-21, 57-59.
Müşriklerin Peygamberimiz’e İftiraları: 21/Enbiyâ, 5-6; 25/Furkan, 4-5; 34/
Sebe’, 43, 46; 38/Sa’d, 4; 44/Duhân, 14; 46/Ahkaf, 8-9; 51/Zâriyât, 8-11;52/Tûr,
29-30, 32-33; 68/Kalem, 1-2, 5-6, 51.
Müşrikler, Peygamberimiz’le ve Mûcizelerle Alay Ederler: 21/Enbiyâ, 36; 25/
Furkan, 7-9, 41-43; 37/Saffât, 11-12, 14-15, 35-36; 40/Mü’min, 83; 43/Zuhruf,
31-32, 57-58; 54/Kamer, 2; 70/Meâric, 1-2, 36-39.
Müşrikler, Kur’an’ı Dinlerler ve “Eskilerin Masallarından İbaret” Derler;
Kur’an’la Alay Ederler ve O’nu Yalanlarlar: 6/En’âm, 25; 10/Yûnus, 42-43; 17/
İsrâ, 47-48; 21/Enbiyâ, 5; 25/Furkan, 4-6; 34/Sebe’, 43; 37/Saffât, 167-170; 38/
Sa’d, 7; 43/Zuhruf, 30-31; 46/Ahkaf, 7, 11; 50/Kaf, 5; 52/Tûr, 33; 53, Necm, 59-
61; 68/Kalem, 15; 74/Müddessir, 11-26; 83/Mutaffifîn, 13.
Müşrikler, Meleklere Cinsiyet Yakıştırırlar: 43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28.
Müşriklerin Akıllarına Hitap Ederek İman Etmelerini İsteyen Âyet-i Kerimeler:
30/Rûm, 8-9; 36/Yâsin, 66-73; 40/Mü’min, 13; 50/Kaf, 6-7; 52/Tûr, 35-43; 53/
Necm, 62; 67/Mülk, 19-24, 28, 30; 80/Abese, 17-32; 82/İnfitâr, 6-9; 88/Ğâşiye,
17-21; 106/Kureyş, 1-4.
Mekke Müşriklerinin İslâm’a ve Peygamberimiz’e Karşı Yürüttükleri Haksız
Mücadele: 2/Bakara, 118, 139; 170; 3/Âl-i İmrân, 7, 10, 135, 165; 8/Enfâl,30,
47; 9/Tevbe, 13, 32; 10/Yûnus, 2, 15-16; 38-39, 49, 51, 53, 57, 59, 104, 108; 11/
Hûd, 7-8, 12, 14; 13/Ra’d, 5-7, 16, 27, 30-31, 43; 14/İbrâhim, 28, 46; 15/Hıcr, 3,
85, 90-91; 16/Nahl, 1, 44-45, 83, 101-102, 125; 17/İsrâ, 46, 50-51; 56-57, 73, 76,
90, 93; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77, 80-82; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ,
34, 36, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 15, 19, 25, 47, 49, 68-69; 23/Mü’minûn, 56,
63-96, 109-110; 25/Furkan, 3-9, 21-22, 27, 29, 32, 40, 44, 52; 26/Şuarâ, 4-8 192
197, 208, 212, 214; 28/Kasas, 46-51, 57; 29/Ankebût, 12-13, 50-51, 53-54, 61,
63, 67; 30/Rûm, 6, 10, 28, 33, 43-46, 50-54; 35/Fâtır, 4, 5, 37, 42-43; 36/Yâsin,
6, 11, 69-70, 74-76; 37/Saffât, 11, 13, 34, 36, 38, 40, 50, 61, 149, 158, 167, 170,
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 153 -
176, 179; 38/Sa’d, 8-11, 15-16; 39/Zümer, 36, 38-40, 64; 40/Mü’min, 6, 10, 12,
56, 69, 77; 41/Fussılet, 5, 13-f4, 26, 29, 33, 38, 40, 53, 54; 42/Şûrâ, 13, 15, 24,
47, 54; 43/Zuhruf, 24-25, 29-31, 79-80; 44/Duhân, 10, 16, 34, 37; 46/Ahkaf, 9;
47/Muhammed, 1-3, 8, 10, 14, 32; 48/Fetih, 25-26, 50/Kaf, 12, 14, 22, 36-37,
45; 51/Zâriyât, 14, 53-54, 59-60; 52/Tûr, 15-16, 30, 47; 53/Necm, 19, 26, 33, 37,
59,61; 62/Cum’a, 2; 67/Mülk, 9, 11, 13, 18, 25, 30; 68/Kalem, 42-43, 46-47, 51;
69/Hakka, 43-44, 49-50; 73/Müzzemmil, 15; 74/Müddessir, 11, 49; 75/Kıyâme,
31; 76/İnsan, 27; 77/Mürselât, 7, 16; 78/Nebe’, 1; 83/Mutaffifîn, 13, 16; 86/Târık,
17; 96/Alak, 19; 102/Tekâsür, 1-8; 106/Kureyş, 1-4; 107/Mâûn, 1-3; 108/Kevser,
1-3; 109/Kâfirûr, 1-6; 111/Leheb, 1-5.
Müşriklerin Bazı Özellikleri
Müşrikler Nankördür: 6/En’âm, 63-64; 10/Yûnus, 12, 21-23; 16/Nahl, 53-55, 83;
21/Enbiyâ, 46; 29/Ankebût, 65-67; 30/Rûm, 33-35; 31/Lokman, 32; 37/Saffât,
11; 39/Zümer, 8; 43/Zuhruf, 9, 15, 87; 80/Abese, 17-23; 100/Âdiyât, 1-11; 106/
Kureyş, 1-4.
Müşrikler, Kız Çocuklarını Öldürüyorlardı: 6/En’âm, 137, 140; 16/Nahl, 57-59;
42/Şûrâ, 17; 81/Tekvîr, 8-9.
Müşrikler, Helâlı Haram; Haramı Helâl Yaparlar: 6/En’âm, 136-140, 143-145,
148-151; 10/Yûnus, 15, 59-60; 16/Nahl, 35.
Müşrikler, Kadınlara Değer Vermezler: 6/En’âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/Şûrâ,
17; 43/Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
Müşrikler, Allah’a İftira Ederler: 6/En’âm, 138-139, 143-144,
Müşrikler, Çocuklarına Putlarının Adını Verirler: 7/A’râf, 190-191.
Müşrikler, Antlaşmalarını Bozarlar: 9/Tevbe, 1-4, 7-10, 12-13.
Müşrikler Necistir: 9/Tevbe, 28.
Müşriklerin Misali: 13/Ra’d, 14; 22/Hacc, 31; 25/Furkan, 44; 29/Ankebût, 41-43.
Müşrikler, Mü’minlerle Alay Ederler: 23/Mü’minûn, 109-111; 38/Sâd, 62-63;
67/Mülk, 25-29; 83/Mutaffifîn, 29-36.
Müşrikler, Dünya Nimetleriyle Övünürler: 13/Ra’d, 26; 23/Mü’minûn, 54-56,
101; 43/Zuhruf, 32; 53/Necm, 29-30; 68/Kalem, 14, 16-41.
Müşrikler, Fakirlere Vermekten Kaçarlar: 41/Fussılet, 7; 68/Kalem, 17-33, 36-
40; 107/Mâûn, 1-3.
Müşrikler, Yetimlere Zulm Ederler: 107/Mâûn, 1-2.
Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Çıplak Tavaf Ederlerdi: 8/Enfâl, 35.
Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Tavaftan Men Ederlerdi: 8/Enfâl, 34-35.
F- Müşriklerin Cezaları
Müşrikler, Putlardan Fayda Görmeyecekler: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94;
7/A’râf, 37, 53, 194-198; 10/Yûnus, 28; 25/Furkan, 17-19; 26/Şuarâ, 96-103; 38/
Sâd, 59-60; 45/Câsiye, 10.
Müşrikler, Azabı Görünce Tekrar Dünyaya Dönmek İsteyecekler: 2/Bakara,
167; 6/En’âm, 27-28; 7/A’râf, 53; 23/Mü’minûn, 99-100, 107-108; 26/Şuarâ, 94-
102; 32/Secde, 12; 35/Fâtır, 37; 39/Zümer, 56-59.
Kıyâmet Günü Müşriklerin Durumu: 3/Âl-i İmrân, 151; 4/Nisâ, 120-121; 6/
En’âm, 22-24, 30; 9/Tevbe, 17; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 20, 22; 12/Yûsuf, 107;
13/Ra’d, 34; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 86-87; 18/Kehf, 52-53; 23/Mü’minûn, 99-
108, 112-115; 25/Furkan, 11-14; 26/Şuarâ, 91-103; 28/Kasas, 62-67, 74; 29/
Ankebût, 54-55; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 31-33; 37/Saffât, 19-34, 38-39; 38/
Sâd, 55-64; 39/Zümer, 15-16, 60; 40/Mü’min, 71-76, 84-85; 41/Fussılet, 6, 47;
43/Zuhruf, 36-39; 50/Kaf, 22-30; 68/Kalem, 42-43; 70/Meâric, 42-44; 73/Müzzemmil,
11-13; 98/Beyyine, 6.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 154 -
Müşriklerin Tevbesi: 9/Tevbe, 3, 11; 25/Furkan, 70; 28/Kasas, 67.
Müşriklerin Yaptıkları İyilikler Boşa Gider: 9/Tevbe, 17; 39/Zümer, 65.
Mekke Müşriklerinin Azapla Korkutulmaları: 16/Nahl, 45; 18/Kehf, 55, 58; 19/
Meryem, 77-82; 20/Tâhâ, 134-135; 21/Enbiyâ, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 19, 25,
49, 69; 40/Mü’min, 77; 41/Fussılet, 13; 43/Zuhruf, 41-42; 44/Duhân, 9-16, 36,
59; 50/Kaf, 12-14, 36; 51/Zâriyât, 59-60; 52/Tûr, 31 42, 44-47; 54/Kamer, 4-5,
43-48, 51; 67/Mülk, 16-18; 68/Kalem, 16-41. 44; 70/Meâric, 40-41; 72/Cin, 24;
73/Müzzemmil, 11, 15-17; 77/Mürselât, 16-18; 85/Bürûc, 17-20; 86/Târık, 17;
88/Ğâşiye, 23-24.
Müşriklerin Malları ve Evlâtları, Kendilerine Fayda Vermez: 3/Âl-i İmrân, 10,
91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem, 77-80;
45/Câsiye, 10; 58/Mücâdele, 17; 69/Hakka, 25-29; 92/Leyl, 8-11; 104/Hümeze,
2-6; 111/Leheb, 1-3.
Müşrikler, Azaptan Kurtulmak İçin Her Şeylerini Fedâ Etmek İsteyecekler: 70/
Meâric, 11-18.
Müşriklere Verilen Mühlet (Süre): 18/Kehf, 58-59; 29/Ankebût, 53; 39/Zümer,
8; 68/Kalem, 44-45; 70/Meâric, 42-43; 73/Müzzemmil, 11.
Müşriklerin Kâbe’ye Hizmet Hakları Yoktur: 9/Tevbe, 17-19, 28.
Müşrik-Mü’min İlişkisi
Müşriklerin Dostluğu Yoktur: 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106; 9/Tevbe,
7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73-75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9.
Müşrikler, Mü’minleri Ateşe Çağırırlar: 2/Bakara, 221; 17/isrâ, 73-75; 29/
Ankebût, 12-13.
Müşriklerden Yüz Çevirmek: 6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94; 28/
Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/
Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil,
10.
Müşriklerden Korkulmaz: 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/Hacc,
38; 37/Saffât, 171-175.
Müşrikler İçin İstiğfâr Edilmez: 9/Tevbe, 113-115.
Müşrikle Mü’min Karşılaştırması: 47/Muhammed, 15; 67/Mülk, 22.
Müşrikler, Mü’minlere Zarar Veremezler: 37/Saffât, 160-163; 52/Tûr, 42.
Müşriklere Savaşta Yapılacak İşlem: 9/Tevbe, 5-6, 11-12.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İslâm Fıkhında Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Samerraî, Sönmez
Neşriyat
2. Çağdaş İrtidat, Ebul Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.
3. 20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
4. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
5. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.
6. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
7. 20. Asrın Câhiliyeti, Muhammed Kutub, Hilal Y.
8. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.
9. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
10. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
11. Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.
12. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y.
MÜRTED ve İRTİDÂD
- 155 -
13. İslâm Siyasi düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
14. İslâm Dünyasında İnanç Sorunları, Hasan el-Hudaybi, İnkılab Y.
15. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
16. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
17. Elfâz-ı Küfür, Küfür Sözler, Hüseyin Aşık, İlim Y.
18. Sorumsuzca Söylenen Sözler, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
19. Çağımızın Bâtıl İnançları, Yüksel Kanar, Beyan Y.
20. Antik İnançlar, Modern Hurâfeler, Martin Lings, İşaret Y.
21. İslâm Ceza Hukuku ve İnsanî Esasları, M. Cevat Akşit, Kültür Basım Yayın
Birliği
22. Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması, Süleyman Akdemir, İzmir, 1988
23. İslâm’da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, Yunus Vehbi Yavuz, Sahaflar
Kitap Sarayı Y.
24. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 10, s. 161-175; c. 8, s.
315-320
25. İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk, Abdülkadir Udeh, İhya Y. c. 4, s.
236-271
26. İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, Ahmet Yaşar, Beyan Y.
s. 90-107
27. Din Değiştirme, Ali Osman Kurt, Gökkubbe Y.
28. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 64-83
29. İslâm’da İnsan Hakları, Hayreddin Karaaman, Ensar Neşriyat, s. 72-73
30. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 210-216
31. Bidâyetü’l-Müctehid, Mezheplerarası Mukayeseli İslâm Hukuku, İbn
Rüşd, Beyan Y. c. 4, s. 349-350
32. Fıkhu’s-Sünne, Âyet ve Hadislerle İslâm İlmihali ve Hukuku, Seyyid Sâbık,
Pınar Y. c. 4, s. 281-293
33. Kitâbur-Ridde ve Nebzetün min Futûhi’l-Irak, Muhammed bin Ömer
Vâkıdî, Beyrut, 1989
34. Nazariyyetü’l İ’dâm Beyne’ş-Şerîati’l-İslâmîyye ve’l-Kavânîni’l-Vad’iyye,
Mahmut İstanbulî, el-Va’yü’l- İslâmî, 92, Kuveyt 1972
35. El-Ahkâmu’s-Sultâniyye, İmam Ebu’l-Hasan el-Mâverdi, Trc. Ali Şafak,
Bedir Y. s. 63-70
36. İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Vehbe Zuhayli, Risale Y. c. 7, s. 462-471
37. Şamil İslâm Ansiklopedisi, (İrtidad md:) (Eymen ed-Dımaşkî-Ömer
Tellioğlu) c. 3, s. 175-176; (Mürted md:) c. 4, s. 369-372; (Ridde Savaşları:)
c. 5, s. 262-267 (Gerici-Gericilik md:) (Ahmed Özalp) c. 2, s. 232-233
38. TDV İslâm Ansiklopedisi, İrtica Maddesi (Şaban Sitembölükbaşı), TDV Y.
c. 22, s. 458-459
39. İman Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y. 62-64;
201-245
40. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Hüsnü Aktaş), Risale Y. c. 2, s. 257-259
41. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 280-283, 289, 293, 353, 382-383
42. İslâm Hukuku Açısından Cehalet, Ebu Yusf Midhat b. el-Hasan Ali Ferrac,
Kayıhan Y. s. 231-347
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 156 -
43. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 190-195; 61-72; 107-
119
44. Akaid Ders Notları, Ahmed Kalkan,Tevhid Vakfı Y. s. 168, 102-109
45. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 345-354
46. İslâm Davetinin Esasları, Abdülkerim Zeydan, Risale Y. s. 309-310
47. Kur’ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y. s. 149-
150
48. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 457-459
49. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c.1, s.98-103. c. 2, s. 29-46
50. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 214
51. Allah Erinin Ahlâk ve Kültürü, Said Havva, Hilal Y. s. 9-29
52. Din Hürriyeti ve Mürteddin Öldürülmesi Meselesi, Reşid Rızâ, Terc.
Hikmet Zeyveli, Kelime Dergisi, Sayı 15, Eylül 1987, s. 57
53. Din ve Zorlama, Veysel Kasar, Köprü, Kış 97, s. 86-112
54. Hoşgörü: Nereye Kadar, Köprü, Kış 1997
55. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, Y. N. Ö. Yeni Boyut Y. s. 307-314
56. Devlet, Demokrasi, Oligarşi, Teokrasi, E. Yüksel, Ozan Y. s. 94-96
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…
Şirk ve Endâd Edinmek
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -11-
ŞİRK ve ENDÂD EDİNMEK
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2011
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
ŞİRK ve ENDÂD EDİNMEK
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-11-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
İslâm, sadece inanılıp kabul edilmesi gereken esaslara iman etmeyi değil; aynı zamanda reddedilmesi gereken esaslar inkâr etmeyi de içerir. Akaid de, dinde inanılması ve reddedilmesi gerekli olan esaslara denir. Reddedilmesi gerekli esasların başında da şirk, küfür, nifak, kullara kul olmayı gerektiren bâtıl düzen ve hayat görüşleri gelir.
Şirkin zulmü küreselleşiyor. Devlet, eğitim kurumları aracılığıyla şirki, alternatifi olmayan tek din olarak gösteriyor ve 8-9 yılı mecburî olan okullarda müşrik bir vatandaş yetiştiriyor. Meclisi ve mahkemeleri başta olmak üzere bütün resmî kurumlar, tevhide giden yolu tıkayıp şirkin önünü açmak gibi bir görevi yerine getiriyorlar.
Allah’a zâtında, sıfatlarında veya fiillerinde ortak ve denk tanımaktır. Şirk koşan kişiye müşrik denir. İki veya daha çok ilâh tanımak, herhangi bir varlığı ma’bud (ibâdet edilen) olarak bilmek, Allah’ın yaratıcı, kadîm, bâkî gibi sıfatlarına başka varlıkların da sahip olabileceğine inanmak şirktir. Kısacası, Allah’ın ilâhlık vasıflarından herhangi birini Allah’tan başkasına vermek şirktir.
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan birtakım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevk ederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.
Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini veya başka bir şahsı tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. İşte günümüzde şirkin daha çok belirdiği görünüm budur.
Şirkin olduğu yerde sâlih amel olmaz. Çünkü amelin kabul olması için ihlâs yani, yalnız Allah için yapılmış olması gereklidir. Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutmasın.” (18/Kehf, 110)
Şirk ve endâd edinmek, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Allah, şirk inancı ile âhirete gelenleri asla affetmeyecektir. “Allah kendisine şirk (ortak) koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar.” (4/Nisâ, 48)
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibârettir. Bütün Peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur. Şirk sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek şirktir.
Kitabın ikinci bölümünde “Endâd” konusu işleniyor. Açıkça tapınılsın veya tapınılmasın ilah yerine konan, tanrı olarak benimsenen Allah’ın dışındaki şeylere de “endâd” denir.
Kullarının O’nu tek hâkim, tek otorite olarak kabul etmeleri, O’nun önünde secde etmeleri, gizli ve açıkça yalnız O’ndan korkmaları, Allah’ın kayıtsız-şartsız hakkıdır. Fakat kullar bu hakların bir kısmını veya hepsini başkalarına verirlerse o zaman O’na ortak koşmuş olurlar. Neyin haram, neyin helal, neyin pis, neyin temiz olduğunu belirleme hakkı da Allah’a mahsustur. Kullarının hak ve görevlerini belirleme, onlara belli yasaklar koyma otoritesi de O’nundur. Bu nedenle, bu haklardan bir kısmını kendisine ait kabul eden kimseler, şirk koşmuşlardır. Hâkim olarak tanınmak, sadece O’na lâyıktır. Kulları olarak insanlar, O’nun emirlerini nihâî otorite olarak kabul etmeli ve doğru yola ulaşmak için O’na yönelmelidirler. O halde bu hakları Allah’tan başkasına veren kişi, şirk/ortak koşmuş demektir. Aynı şekilde bu nitelik ve haklardan herhangi birine sahip olduğunu iddia eden ve başkalarının, bu özelliklerin kendilerinde bulunduğuna inanmalarını isteyen kişi ve kurumlar, resmen ilahlık iddiasında bulunsalar da, bulunmasalar da kendilerini Allah’a ortak koşmuş olurlar.
Hayatının gayesinin, şahsında ve çevresinde tevhidi ikame edip şirkin ve endâd edinmenin her çeşidinden şiddetle kaçınmak olduğunu unutmayıp imtihan bilincine uygun tarzda inancına şirk karıştırmadan Allah’ın istediği gibi iman edip müslümanca yaşayanlara selâm olsun!
“Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesâba çekme (affet).
Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme.
Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma.
Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et.
Sen bizim Mevlâmızsın. Tek ve gerçek dostumuzsun.
Kâfir kavimlere/toplumlara karşı bize yardım et.” (2/Bakara, 286)
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2011, Ümraniye
İÇİNDEKİLER
ŞİRK / 11
Şirk; Anlam ve Mâhiyeti / 11
Şirkin Çağdaş Yansımaları / 17
Şirkin En Belirgin Özelliği Olarak Tarihten Günümüze Put ve Putlaştırma / 29
Kur’ân-ı Kerim’de Şirkin Tanım ve Görüntüleri / 37
Şirkin Sebepleri / 45
Şirkin Çeşitleri / 48
Şirk İçin Bazı Örnekler / 50
Büyük ve Küçük Şirk; Açık Şirk ve Gizli Şirk / 67
Gizli Şirk / 67
Küçük Şirk / 68
Gizli Şirk Örneği Olarak Riyâ / 69
Hevânın Putlaştırılması / 75
İlâh Nedir? / 79
Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları / 84
Hayat sahibi varlıklar / 86
Elfâz-ı Küfür ve Ef’âl-i Küfür / 86
Hurâfe / 87
Allah Teâlâ’nın Birliği ve Şirk / 88
Müşrik / 93
İrtidat ve Mürted / 96
ENDÂD EDİNMEK / 110
Endâd ve Nidd Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti / 110
Kur’ân-ı Kerim’de Endâd Kavramı / 110
Endâdın Doğal İki Sonucu; Şirk ve Putçuluk / 124
- 11 -
ŞİRK
•
Şirk; Anlam ve Mâhiyeti
•
Şirkin Çağdaş Yansımaları
•
Şirkin En Belirgin Özelliği Olarak Tarihten Günümüze Put ve Putlaştırma
•
Kur’an-ı Kerim’de Şirkin Tanım ve Görüntüleri
•
Şirkin Sebepleri; Şirkin Çeşitleri
•
Şirk İçin Bazı Örnekler
•
İttibâ Şirki; Büyük ve Küçük Şirk
•
Açık Şirk ve Gizli Şirk
•
Gizli Şirk Örneği Olarak Riyâ
•
Şirkin Zararları; Hevânın Putlaştırılması
•
İlâh Nedir? Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları
•
Efâz-ı Küfür ve Efâl-i Küfür
•
Hurâfe; Allah’ın Birliği ve Şirk
•
Müşrik; İrtidat ve Mürted
“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Şirk koşan müşriklerden/putperestlerden herbiri de arzular ki, bin sene yaşasın. Oysa (uzun) yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yapmakta olduklarını eksiksiz görür.“ 1
Şirk; Anlam ve Mâhiyeti
“Şirk“, “şerike“ fiilinden masdardır. “Şirk“ ve aynı kökten gelen şirket, müşâreket, sözlükte; mülk ve saltanatta ortak olmak demektir. Bir şeyin birden fazla kişiye ait olduğunu ifade ederler. Aynı kökten gelen ‘eşreke’ fiili, ortak koşmak, ortak olmak anlamına gelir. Ortak koşana ise “müşrik“ denir.
Istılâhta şirk; Allah’a zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak ve denk tanımaktır. Şirk koşan kişiye müşrik denir. İki veya daha çok ilâh tanımak, herhangi bir varlığı ma’bud (ibâdet edilen) olarak bilmek, Allah’ın yaratıcı, kadim, bâkî... gibi sıfatlarını başka varlıklara vermek şirktir. Kısaca şirk, Allah’ın ilâhlık vasıflarını Allah’tan başkasına vermektir. Şirk; tevhidin temeli olan “lâ ilâhe illâllah“ gerçeğinin dışına çıkmak, Allah’tan başka ilâh(lar) olduğunu inanç, söz veya eylemle iddia etmek, Allah’ın dışında ibâdet edilecek, duâ edilecek, gerçek anlamda güç ve kudret sahibi
1 2/Bakara, 96
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
olduğunu kabul etmektir.
Şirk küfürdür, müşrik aynı zamanda kâfirdir. Şirk kavramı,
insanların uydurdukları dinleri tanımlama açısından son derece
önemli kavramlardan biridir. İnsanlar tarih boyunca sınırlı sayıdaki
inançsızlar/ateistler dışında ya “şirk’ dini üzerinde ya da ‘Tevhid’
dini üzerinde olmuşlardır. Aslında ateistler de bir anlamda müşrik
ve münkirdirler.
Şirkin olduğu yerde sâlih amel olmaz. Çünkü amelin kabul
olması için ihlâs, yani yapılan ibâdetin yalnız Allah için yapılmış
olması gereklidir. Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Rabbine
kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiçbir
kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutmasın.“ 2
Şirk, kelime anlamı itibariyle bir ortaklığı, ortak olmayı, bir
eş-arkadaş tutmayı, malda ve tasarrufta bir hissedar bulmayı ifade
eder. Söz gelimi, aynı kökten gelen ‘şerik’ arkadaş, yardımcı,
hissedar yani ortak demektir. Şirk, bu ortak olma, eş ve arkadaş
bulma fiilidir. İslâm kültüründe şirk kelimesi sözlük anlamından
hareketle çok daha özel bir mânâ kazanmıştır. Tevhid dinine aykırı
olarak inanılan dinleri ve Allah’tan başka ilâh kabul edenlerin
kafa yapılarını, aynı zamanda da onların yaptıkları yanlış işi değerlendirmek
üzere kullanılır olmuştur.
Şirk ve Küfür İlişkisi: Şirk olayının küfr olayı ile birlikteliği
vardır. Aslında şirk de bir inkârdır; Hak’tan gelen gerçeğin üzerini
örtmektir (küfürdür). Ancak ‘küfr’ kelimesi ‘şirk’e göre biraz
daha kapsamlıdır. ‘Küfr’ kavramı bütün inkârcıların eylemini ifade
ederken; ‘şirk’ Allah’ı kabul ediyor görünürken O’na ortak koşmayı,
birden fazla ilâh edinmeyi, bir şeye Allah’ın özelliklerini vermeyi
anlatmaktadır. Kısaca ‘şirk’ Tevhid dini dışında kalan bütün
ilâh anlayışlarını, tüm bâtıl inançları içeren anahtar bir kavramdır.
İnsanın, fıtratından gelen inanma ve ibâdet etme ihtiyacını karşılarken
düştüğü alçak seviyeyi, haktan yüz çeviren insanın içindeki
kaosu, inanma adına insanların düştüğü cahillik ve sapıklığı
anlatmaktadır. Yine ‘şirk’ kavramı, insanların kendi kafalarından
uydurdukları inançları ve bu inançlar adına yaptıkları yanlışlar, fesatlar
ve zulümleri gözler önüne sermektedir.
Şirk, insan zihnindeki bir sapmayı ve sıkıntıyı ifade etmektedir.
Tevhid hakikatinden sapan kimselerin, kendi kendilerine düştükleri
açmazları, sürüklendikleri yanlışları ve bunun sonucu olarak
yaratılış kanununa aykırı düşmeleri böylelikle ortaya konmaktadır.
2 18/Kehf, 110
ŞİRK
- 13 -
Şirk; Allah’a zâtında (sayı olarak), sıfat ve tasarrufunda (yapıp etmelerinde)
ortak tanıma eylemi veya inanışıdır. Şirk koşmak salt
bir inkâr olayı değildir. Şirk koşanlar, yani müşrikler inançsız insanlar
değildir; aksine, Allah’a inanan ama yanlış inanan, inancı
tevhide aykırı olan ve Allah’ın yanında başka varlıklara da ilâh
diye tapınan kimselerdir.
Kur’an, şirk üzerinde ısrarla durmaktadır. Çünkü tarih boyunca
dinsiz toplumlardan çok şirk koşan toplumlarla, ateist insanlardan
çok müşrik insanlarla karşılaşıyoruz. İnsanlar, Tevhid’ten
uzaklaştıkça, din adına çok çeşitli yalanlar, hurâfeler uyduruyor,
kendi kafalarından sahte tanrılar icad ediyor; sonra da onlara yine
kendi kafalarına göre ibâdet ediyorlar. Bazı toplumlar da, başlangıçta
Tevhid’e bağlı iken zamanla çeşitli nedenler yüzünden şirke
düşmüşler, dinlerini bozmuş ve yanlış bir şekilde inanıp din adına
ilâhlar, ilkeler, törenler, âyinler ve ibâdet türleri uydurmuşlardır.
İnanmak fıtratta/yaratılışta vardır. İnanma ve yüce bir kudrete
kulluk yapma ve ona tapma; yüce bir güçten yardım isteme ihtiyacı
bütün insanlarda vardır. İnsanın fıtratı böyledir. Yaşamak için
suya, yemeğe, havaya muhtaç olan insan, inanmaya ve inandığı
ilâhın önünde eğilmeye de muhtaçtır. Bu ihtiyacı bilen, insanların
yaratılışına bu ihtiyacı koyan âlemlerin Rabbi, ilk insandan itibaren
toplumlara peygamberler/elçiler göndermiş ve nasıl hareket
etmeleri gerektiğini onlara göstermiştir. Dünyaya imtihan için gelen
insan, bu elçilerin gösterdiği gibi yani Tevhid dini üzerinde
yaşadığı zaman, hem sınavı kazanır hem de dünya hayatını fıtratına
uygun olarak yaşamış olur. Üstelik Tevhid’in ilkeleri, insana
gerçek saâdeti ve kurtuluşu getirmektedir. İnsana ait hakları ona
vermekte, insanlar ve toplumlar arasındaki adâleti sağlamakta,
azgın kimselerin hevâ ve heveslerinin getirdiği fitne ve zulümden
insanları korumaktadır.
Ancak insanların çoğunluğu bu gelen elçileri dinlemedi. Elçilerin
öğrettiklerini ya hiç almadı veya aldıktan kısa bir zaman sonra
bir tarafa attı, tevhidi tahrif ve dejenere etti; kendi hevâsının peşinden
gitti. Eline geçirdiği güç ve dünyalıklarla ‘bağy’ etti, ‘tuğyan’
ederek azgınlaştı ve tevhidin doğru yolundan ayrıldı.
Toplumların hayatını düzenleyici kanunlar, insanların bağlandığı
değer yargıları, insanın fıtratında bulunan tapınma, duâ
etme, kendinden üstün bir varlığa el açma ihtiyacı insanla birlikte
vardır. Tevhidden uzaklaşanlar veya Tevhidi bilmeyenler, her ne
kadar yerin ve göklerin bir sahibi, yağmuru yağdıran, dünyayı yaratan
ve yöneten bir ilâhın olduğunu kabul etseler de; hâkimiyet,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
sosyal hayatın düzenlenmesi, ibâdet, helâl haram gibi konularda
kendi hevâlarına veya egemen güçlerin isteklerine ve tâğûtî
yasalara uyarlar. Böyle kimseler ve topluluklar, zamanla birtakım
varlıkları ve güçleri ilâhlaştırarak, onlara aşırı saygı göstermeye,
bazılarının yardımını alabilmek için, bazılarının da kötülüğünden
kurtulmak için onlar adına uydurulmuş putlara veya ilkelere tapınırlar.
Kimileri de bu tapındıkları ilâhları kendileriyle Allah arasında
bir aracı kabul ederler. Kendilerine göre dinler icad ederler ve
onun peşinden giderler veya hak dini tahrif eder, hurâfe ve şirk
peşinde koşarlar.
Tevhid dininden ayrılıp kendi hevâsına uyarak ‘bağî’ ve ‘müşrik’
olan ve bu şekilde doğru yoldan uzaklaşan zâlimler, kendi kafalarından
koydukları ilkeleri bir inanç haline getirirler ve insanlara
dayatırlar. İnsan, inanma ihtiyacı ile beraber yaratılmış olduğu
için, âlemlerin Rabbine olan tevhidî inancını kaybetmiş veya hak
dini bulamamışsa, içindeki boşluğu mutlaka bir şeyle dolduracaktır.
Geçmişte daha çok putçuluk ve bâtıl/uydurma din şeklinde görülen
bu ihtiyaç, günümüzde de benzer şekilde karşımıza çıkmaktadır.
Kimileri Allah’a ait ilâhlık özelliklerini bir başka şeye verirler.
Sayı olarak, birden fazla ilâh kabul ederler, kimileri de Allah’a
ait yaratma, rızık verme, cezalandırma, ödüllendirme, kendisine
ibâdet ve duâ edilme gibi özellikleri Allah’ın dışındaki varlıklara
da verirler. Onlar bu değer verdikleri niddlerini (ortak koştukları
ilâhlarını) Allah’ı sever gibi, hatta daha fazla severler.3 Kimileri,
herhangi bir şeye hayatlarında Allah gibi yer verir; Allah’tan fazla
ondan korkar, Allah’tan fazla ona değer verir. Allah’ın hükümlerini
takmaz, aldırmaz; ama o çok sevdiği şeyden geldiğini zannettiği
her şeye daha fazla itibar eder.
Bu gibi müşrikler, bir müslümanın Allah’a ibâdet ettiği gibi,
ilâh haline getirdiği şeyin karşısında rukû’ yapar, ya da secdeye
kapanır veya namazdaki kıyâma benzer şekilde saygı duruşunda
bulunur. Ona olan saygısını ve bağlılığını çeşitli şekillerde ortaya
koyar. İlâh haline getirdiği şeyin veya kişinin emrinden dışarı çıkmaz.
Onun önünde boyun eğer, onu râzı etmeye ve onun cezasından
kurtulmaya çalışır.
Şirk olayı, Allah’ın dışındaki herhangi bir şeyi, bir varlığı, bir
kişiyi, bir gücü veya beşerî ideolojiyi Allah gibi değerlendirme,
Allah yerine koymanın mantığıdır. Allah dışındaki herhangi bir
şeyi Allah gibi sanmanın, onlara ilâhlık vermenin adıdır şirk. Bu,
onlara tapınma şeklinde ortaya çıktığı gibi, inanç ve saygı olarak
3 2/Bakara, 165
ŞİRK
- 15 -
da görülebilir. Nitekim Kur’an câhiliyye Araplarının putlara tapınmasını
şirk olarak nitelendirdiği gibi4 O’na çocuk isnat etmeyi
ve yaratıkların ilâh sayılmasını da şirk olarak nitelemektedir.5 Bu
yanlışlık, kulların Allah’a ait ilâhlığı ve rabliği yeterince anlamamalarından
kaynaklanmaktadır. Kur’an bu konuda şöyle diyor:
“Allah’ı gereği gibi takdir edemediler.“6 Allah’ı hakkıyla bilemeyenler,
O’nu ve O’nun rabliğini anlamayanlar, başka dinlere girer, başka
ilâhlara boyun eğerler. Kendilerini âlemlerin Rabbinden mahrum
edenler, içlerindeki ihtiyacı başka yalancı ilâhlarla gidermeye çalışırlar.
Kendini Allah’tan mahrum edenler, mutlaka başka ilâhlar
(tanrılar) bulacaklardır. Yaratılış gereği Allah’a kulluk etmeyenler,
ibâdet edecekleri bir ilâha, bir puta bağlanacaklardır. Allah’a hakkıyla
kul olamayan insanın böyle dalâleti var, putunu kendi yapar,
kendi tapar. İşte şirk yanlışı, insanı bu noktaya düşüren bir zillet
ve bayağılıktır.
Şirk En Büyük Zulümdür: Kur’an’ın ifadesine göre şirk en
büyük zulümdür.7 Zulüm, hem nûrun zıddı olarak karanlık; yani
kötülük, mutsuzluk, kaos, huzursuzluktur; hem de hakkı asıl sahibine
değil de bir başkasına vermek, Allah’ın hâkimiyet hakkını,
hiç hakkı olmayan başkalarında görme yanlışlığıdır. Şirk inancı, insana
huzur değil; sıkıntıyı, emniyeti değil; korkuyu ve güvensizliği,
saâdeti değil; şekaveti, adâleti değil; zulmü, iyi ahlâkı değil; azgınlığı
ve fesâdı kazandırır. Kur’an, şirk koşanların sürekli huzursuzluk
içinde olduklarını çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır: “Kim
Allah’a şirk koşarsa sanki o gökten yere düşmektedir de kuşlar onu didik
didik etmektedir veya rüzgâr onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir.“ 8
Şirk İnancının Bir Temeli Yoktur: İslâm’a göre tek yaratıcı
Allah’tır ve O bütün kâinatın tek hâkimidir.9 Bu açıdan şirkin bir
esası, bir temeli yoktur. Zaten müşrikler bile sıkıştıkları zaman
âlemlerin Rabbi Allah’a sığınırlar.10 Yerde ve gökte iki veya fazla
ilâh (tanrı) olsaydı hepsinin düzeni bozulurdu.11 Öyleyse şirk dininin
ilâh anlayışı temelinden sakattır. Şirk inancı, sahibini desteksiz
ve yönsüz bırakır. Şirk koşanlar, Allah ile bağlarını kopardıkları
için haktan uzak kalırlar, yanlış hüküm verirler, adâletten uzaklaşırlar,
zulme bulaşırlar. Hatta bu şirk onlara çocuklarını öldürmeyi
4 53/Necm, 19-23
5 6/En’âm, 100; 7/A’râf, 191-192
6 22/Hacc, 74
7 31/Lokman, 13
8 22/Hacc, 31
9 6/En’âm, 101, 164; 10/Yûnus, 68; 17/İsrâ, 111; 22/Furkan, 2
10 6/En’âm, 40, 63; 10/Yûnus, 22
11 21/Enbiyâ, 22
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
bile güzel gösterebilir.12 Ancak, şirk inancı insanı tatmin etmez.
Müşrik kimse, bir arayış ve özlem içerisindedir. Müşrikler, ibâdet
ve duâ ettikleri ilâhlarının kendi ihtiyaçlarını karşılayacağını sanırlar.
Hâlbuki ilâhlar onlara hiçbir karşılık veremezler. İlâhlara yalvaranların
hali susuzluğunu gidermek için iki elini suya uzattığı
halde asla suya ulaşamayan kimse gibidir. 13
Müşrikler, hiçbir şey yaratamayacak olan, aksine kendileri bir
Yaratıcı tarafından yaratılmış şeyleri Allah’a şirk/ortak koşmaktadırlar.
Şüphesiz aklını iyi kullananlar bunun yanlışlığını görürler.14
Allah’a ait özellikleri (nitelikleri) yaratılmış olanlara vermek, yanlışların
en büyüğüdür. Şirk koşanlar büyük sapıklık ve karmaşa içerisine
düşerler.15 Onlar, dibi görünmez bir karanlığa yuvarlanırlar.16
Allah (c.c.) böylesine yanlışlığa ve sapıklığa düşenlerin yüreklerine
sürekli bir korku salmıştır. Onlar devamlı bir tedirginlik ve korku
içerisindedirler.17 Onlar, âhiret hayatına yakînen inanmadıkları
için, hep dünyada kalmak isterler, ölmekten korkarlar. 18
Allah (c.c.) şirk günahını affetmez: Kur’an’ın haber verdiğine
göre Allah, şirk koşma dışında kalan günahlardan dilediğini
bağışlayacaktır. Ancak, rahmetinin genişliğine rağmen müşrikler
bu rahmetten mahrum kalacaklar. Çünkü şirk, kulun işlediği en
önemli cürümdür.19 Yarın hesap gününde onlar affedilmeyi, merhamet
olunmayı istedikleri zaman onlara “hani dünyada iken ortak
koştuklarınız, çağırın bakalım“ denecek. Ama ortak koştukları
şirk unsurları onlara asla yardım edemeyecektir.20 Hatta o şirk koştukları
şeyler, müşriklere ‘siz yalancılarsınız’ diye cevap verecekler
ve kendilerinin Allah’a teslim olduklarını söyleyecekler. 21
Şirk koşmadan ölenlerin affedileceği umulur: Şirk koşanlar,
kesinlikle cehennemliktirler.22 Müslümanlardan şirk koşmadan
ölenlerin affedilip cennete konulacağı umulur. 23
Ebû Zer (r.a.)’in rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.s.)
şöyle buyurdu: “Cebrail (a.s.) bana gelerek; ‘Ümmetinden kim Allah’a
12 6/En’âm, 137
13 13/Ra’d, 14
14 7/A’râf, 191
15 4/Nisâ, 48
16 4/Nisâ, 116
17 2/Âl-i İmrân, 151
18 2/Bakara, 96
19 4/Nisâ, 48, 116
20 6/En’âm, 23; 16/Nahl, 27; 18/Kehf, 52
21 16/Nahl, 86-87
22 5/Mâide, 72; 4/Nisâ, 116
23 Müslim, İman 151-152, hadis no: 93-94, 1/94
ŞİRK
- 17 -
herhangi bir şeyi şirk koşmadan ölürse cennete girer müjdesini verdi.“ Ben,
(hayretle) zina ve hırsızlık yapsa da mı? diye sordum. “Evet, hırsızlık
etse de, zina yapsa da“ cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Yani hırsızlık etse,
zina yapsa da ha?’ dedim. “Evet, bunları yapsa da (Cennete girecektir)“
buyurdu. Ben aynı soruyu dördüncü defa sorunca; “Ebû Zerr’in burnu
kırılsa (patlasa) da Cennete girecektir“ buyurdu.24 Peygamberimiz,
açık ve büyük şirkten sakındırdığı gibi, mü’minleri gizli şirkten de
sakındırmaktadır.25 Peygamberimiz, şunu da ilâve ederek diyor ki:
“Dikkat edin ben size onlar (müslümanlar) güneşe, aya tapacaklar demiyorum,
ancak onlar amellerini Allah’tan başkası için yapacaklar.“ 26
Şirkin Çağdaş Yansımaları
Şirk, Allah’a ait özellikleri bir anlamda gasbetmek ve onları
hak etmeyenlere vermektir. Haddi aşan insanlar veya aklını iyi kullanmayanlar,
Allah’ın rabliğini, melikliğini, ilâhlığını, hâkimiyetini
gasbederler. Bütün bu ilâhî özellikleri bazı şeylere, insanlara veya
birtakım güçlere verirler. Sonra da onların önünde şöyle veya
böyle boyun eğerler, onlara mutlak anlamda itaat ederler. İnsanların
şirk içinde olması Allah’ın rabliğine zarar vermez. İnsan,
kendi aleyhine olarak şirke yuvarlanır. Ancak, şirkin zararı sadece
müşrikle sınırlı kalmaz, topluma da yayılır. Şirkin ve müşriklerin
güçlü olduğu yerlerde fesat yaygınlaşır, hayatın huzuru bozulur.
Allah’tan başka yaratıcı, öldürücü, mutlak tasarruf sahibi, sınırsız
güç sahibi, sevilen ve ibâdet eder gibi itaat edilen, hükmüne
-Allah’ın hükümlerine aykırı olarak- boyun eğilen her şey, şirke götüren
sahte tanrılardır. Şirk içinde olanlar, şüphesiz toplum içinde,
tabiatta ve insan ilişkilerinde dengeyi bozarlar. Hâlbuki Tevhid bu
hayatî dengeyi kurmak ve korumak için gönderilmiştir.
Şirke düşenler hiçbir zaman “Allah (c.c.) evreni şu kadar ortakla,
yardımcı ile idare ediyor“ demiyorlar. Onlar, yaptıklarının şirk
olduğunu çoğunlukla kabul bile etmezler. Hatta birçoğu İslâm’a
ve Kur’an’a saygı duyduklarını dahi söylerler. Ancak, şirk koşmaktan
maksat, Allah’ın evren üzerindeki hâkimiyetini tanımamak,
O’nun hükümlerini reddetmek ve O’na Rabliğinde ortaklar bulmak,
öyle inanmaktr. Dolaysıyla hayata ait hükümleri, İlâhî ölçüleri
Allah’tan almamak, kulluğu, mutlak itaati başka sahte ilâhlara
yapmaktır.
24 Müslim, İman 153-154, hadis no: 94, 1/94-95; Tirmizî, İman 18, hadis no:
2644, 5/27; Buhârî, Tevhid 33; K. Sitte, 2/205
25 İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204, 1/1406
26 İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4205; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları,
s. 635-639
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
Bu anlamda çağımızda yepyeni şirk örnekleri gelişmiştir. Eskiden
görülen şirk çeşitlerine yenileri de ilave olmuştur. Artık atalar
dini, eskiden beri devam eden putçuluk, falcılık, kurtarıcı liderlik,
siyasal güçler, mezarda yatan ölüler, spor kulüpleri, ikon (put) haline
getirilen sevgililer, herbir şeyi taklit edilen sanatçılar, dünya
çıkarları, makamlar, heykeller ve ölümlü kişiler birer şirk aracı haline
getirilmiştir. Allah’a inandığını söyleyen niceleri, O’nun Rabliğini
göklere gönderirken, O’nun yalnızca göklere karışmasını isterken,
kendi hayatına ve toplum hayatına başkalarının ilkelerini
daha uygun görmekte, Allah’ın peygamber aracılığıyla gönderdiği
ölçüye aldırış etmemektedirler. Bir kişinin veya bir siyasal gücün
ilkelerini Allah’ın hükümlerinin önüne getirebilmektedirler. Çok
üstün sandıkları birtakım kişilere ve şeylere Allah’tan ve O’nun
hükümlerinden daha fazla değer vermektedirler. İslâm, insanın
bu sapıklıktan kurtulup Tevhidle hayat bulmasını istiyor. Allah’ı
birlemek ve yanlızca O’na kulluk yapmak üzere yaratılan insanın
fıtratına uygun olan da budur. İnsana düşen, Kur’an’ın “De ki O
Allah tektir. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış, doğurulmamıştır.
Hiçbir şey O’na denk/eş değildir.“27 gerçeğine teslim olmak ve gereğini
yapmaktır. 28
İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde,
cehalet ve düzenin/ortamın cahilî yapısından dolayı -Allah muhafaza
etsin- kolaylıkla şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok zor değildir;
esas önemli olan, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı çevrelerde
mü’min kalmak ve müslüman olarak ölmektir. Günümüzde sık
görülen şirk unsurlarının, tevhidi bozan durumların bazıları şunlardır:
Güncel Câhilî Eğitimde Şirk: Câhilî eğitim kurumlarında bilginin
temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip, sadece akıl ve
duyu organları kabul edilir. Bu, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem
de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern
câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın
ortaya çıkışı konularında ortaya atılan teoriler câhilî eğitimin temelini
teşkil eder. İlk insanı, tesadüf sonucu veya doğa kanunları
gereği hayvanın evrim geçirmiş türü kabul eden günümüz bilimleri
ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi
(rabliği) Allah’a hiç dayandırmayan, yaratıcı ve rab olarak başka
tanrılara inanan müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Yaratma konusunda
Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti,
dünyadaki ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile
27 112/İhlâs, 1-4
28 Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 640-641
ŞİRK
- 19 -
başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle
farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hakbâtıl
mücadelesi unutturulmak istenir. Müşriklerin hâkim olduğu
devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı
ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden
geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı
saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir.
Hepimizin okullarla şu veya bu şekilde bir ilişkisi var. Ya kendimiz
veya çocuklarımız ya da en yakınlarımızdan birileri eğitim
adına eritiliyor, öğütülüyor. Yeni neslin kafaları düzene uygun
hale getirilmek için yontuluyor, fıtratları bozuluyor. Ve bu konuda
Müslümanlar olarak çıkış yolu bulamamanın bin bir zilletini
yaşıyor ve vebalini taşıyoruz.
Problemi anlamadan çözüm mümkün olmaz. Hastalığı doğru
teşhis etmeden tedavinin mümkün olmadığı için, önce problemin
adını koymamız gerekiyor: Okullar, devlet kurumları olduğuna ve
bu ülkede yaşayan her çocuk, 8 yıl zorunlu eğitime tâbi tutulduğuna
göre, ilk olarak devleti/düzeni din açısından teşhis etmeyle
işe başlamamız lâzımdır.
Türkiye, bir din devletidir. Okullara ve her türden resmî kurumlara
baktığınızda bunu kabullenmek zorunluluğu var. Kemalizm
dini, tek dindir ve kimse Atatürk’e hiçbir şeyi ortak koşamaz.
Laik olduğunu iddia eden T.C., aslında Kemalist bir teokrasidir.
Devletin resmî lügatinde bu ilan edilir: 1948’de basılan Türk Dil
Kurumu’nun Türkçe Sözlüğüne göz atılırsa sadece devletin değil,
tüm Türklerin de dini Kemalizm’dir. Bu resmî sözlüğe göre; “Kemalizm:
Türklerin dini“dir. Türkiye Devletinde Atatürk tek ulusal
lider kabul edilir ve halkın da bu tercihi alternatifsiz kabul etmesi
istenir. Sanıldığının aksine, resmî inanışa göre o, yalnız askerî ve
siyasî bir dehâ değil, aynı zamanda dinî liderdir de. Günümüzde,
devletin okullarında okutulan Din Dersi (Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi)
kitaplarının kapağına ve içeriğine, âyet ve hadisten daha fazla
onun referans gösterildiğine bakmak yeterlidir. O, devlet inancında
“ulu önder“dir. T.C., 1923’den beri Atatürk’ün en büyük
olduğuna inandığı için her Türk vatandaşının onu sevmek ve ilkelerine
itaat etmek zorunda olduğunu düzen, din yaklaşımı içinde
tartışmasız kabul eder ve ettirir. Anayasa, partiler kanunu ve tüm
yasalar onun ilkelerinin hiçbirine ters düşemez. Hangi parti yönetim
rolünü üstlenirse üstlensin, aslında Atatürk her dönemde
tek başına iktidardadır ve iktidarını başkalarıyla paylaşması, yani
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
Atatürk’e şirk koşulması kabul edilemez. Bu ülkede egemenlik
kayıtsız şartsız Atatürk’ündür. Bu ülkede din devletinden bahsedilemez,
ama devlet dininin egemenliğinden rahatlıkla söz edilebilir.
Ne diyordu Celal Bayar: “Atatürk’ü sevmek ibâdettir.“ Evet,
devletin gözünde Atatürkçülük bir dindir. Devletin anayasasında,
Allah, Peygamber, Kur’an, İslâm gibi kelimeleri bulamazsınız. Bunun
yerine sadece Atatürk’e ve onun ilkelerine atıfta bulunulur.
Devletin bu mutlak sevgisi ve bağlılığı, bir tapınmanın göstergesi
kabul edilebilir.
Kur’an, müşriklerin, “biz atalarımızın yolundan ayrılmayız,
onların izinden gideriz“ dediğini belirtir. T.C. de kendine özgü bir
atalar rejimidir. Türkiye düzeni, tüm Türk vatandaşlarının atası kabul
ettiği için, atasını sevmeme hakkını kimseye vermez. Atatürk
sevgisinden daha büyük sevgi olmaması gerektiğini, onun ilkelerinin
tartışılmaz doğru olduğunu bir akîde ve davranış biçimi olarak
ilân eder ve çeşitli âyinlerle bu tavır, İlköğretimin ilk sınıfından
itibaren tüm vatandaşlara uygulattırılmaya çalışılır. Düzene göre,
onun hata yaptığı kabul edilemez. Kimse Atatürk’ü eleştiremez,
heykellerine ve fotoğraflarına yan gözle bakamaz.
Düzenin ve okulların farklı bir dini dayattığı için, Müslüman
çocuklarımız iki dinli yetişiyor. Evdeki din ile okuldaki din farklı;
birbirine tümüyle düşman iki inanç ve yaşam tarzı sunuyor. Çocuklar,
çifte standartlı yetişiyor. Ana ve babaların “aman oğlum, şunu
sevme, şuna inanma, ama bunları okulda öğretmenine filan da
belli etme!“ diye tavsiyesi, çocuğun karakterini daha küçük yaşta
anormalleştiriyor.
Bu ülkedeki tüm problem, çatışma ve gerginliklerin sebebinin
dinler arası çatışma olduğunu söyleyebiliriz. Hayır, 19 Ocak
2007 tarihinde ülkeyi karıştırmak ve belki de tekrar askerî darbeye
zemin hazırlamak için öldürülen Hrant Dink’ten, Ermenilerden,
azınlıklardan bahsetmiyorum. Onlar özgür olarak kendi dinlerini
öğrenebiliyor, papazların öğretmen olarak görev yaptığı özel
okullarda kendi dinlerine uygun eğitim alabiliyor, kendi dinlerini
özgürce yaşayabiliyorlar. Devlet dini olan laiklik ve Kemalizm ile
çoğunluğun dini İslâm arasındaki çatışmadan bahsediyorum. En
önemli Kemalist devrimlerden biri tevhid-i tedrisattır. Yani, eğitim
ve öğretimin tekel olarak devlete ait olduğu ilkesi. Tevhid eri
Müslümanlar olarak biz tevhid-i tedrisat değil; tevhîdî tedrisat
istiyoruz. Eğitim, tümüyle devlet tekelinde olduğu için, okullarda
şikâyet edilen tüm problemlerden öncelikle bu düzen sorumludur.
Bu ilkeden yola çıkarak düzen, eğitim kurumlarında kendi
dinini, kendi kutsallarını bütün Müslüman çocuklara dayatmakta,
ŞİRK
- 21 -
bütün çocukların laik ve Kemalist olmasından başka bir seçenek
ve özgürlük tanımamaktadır. İslâm’ın putperestlik olarak kabul
ettiği uygulamalar, törenler, âyinler, övgüler okutulan derslerden
de önemli, en öncelikli ders kabul edilmektedir. Siyer dersi işlenir
gibi ama farklı bir kişinin hayatı işleniyor; uydurma coşkularla
döne döne her yıl ezberlettirilip körpe beyinlerin yıkanması için
anlatılıyor, anlatılıyor. Tüm derslerin içeriği Batıcı, laik ve Kemalist
inanca uygun olarak veriliyor okul denilen tapınakta. Okullar,
düzene uygun kafalar yetiştiren birer torna atölyesi konumunda
işlev yapmaktadır. Uysal ve düzene itaatkâr nesiller, tâğuta kulluk
yapmaya hazır insanlar yetiştirmek okulların temel görevi olmaktadır.
Bu topraklardaki tüm okullarda verilen eğitim Kitapsız bir
eğitimdir, tıpkı devletin Kitapsız bir devlet olduğu gibi. Buradaki
Kitab’ı tırnak içinde ve Kur’an anlamında ifade ediyorum. Yoksa
fırlatılınca ekonominin yerle bir olduğu düzenin sarsıldığı Anayasa
adında kutsal bir kitabı vardır devletin. Okullarda da bu kutsal
Anayasa ve kutsal Nutuk kitabına uygun o paralelde farklı kitapların
varlığını elbette herkes bilmektedir. Evet, insanlar tâğutî
kurumlar aracılığıyla Kitapsız yapılmakla da kalmıyor, farklı kutsallarla
yönlendiriliyor. Eğitim, Rab kavramını gündeme getirir.
İnsanların mutlak eğiticisi, terbiye edip yetiştiricisi Allah’tır. O’nu
temel almayan eğitim, eğitim değil öğütüm olur. Pansuman tedaviler
yerine; radikal değişim ve çözümler olmadan eğitimden hayır
beklemek, okyanusu yürüyerek geçmeyi düşünmek demek. Câhilî
eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul
edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet
yönetime, laik eğitim de bilime Allah’ı karıştırmaz. Oralara başka
ilâhlar(!) yön verir. Hâlbuki Kur’an’a göre yönetmek ve eğitmek
sadece Allah’a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tesbit
yalnız O’nun hakkıdır. Vahyi, eğitime müdâhale ettirmemek, hem
eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin
güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır.
Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya
atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah’a dayandırılmaz. Eğitim,
aynı zamanda besmelesizdir. Bismillâh deyip besmele çekerek
başlamak bile yasaktır derse, Es-selâmu aleyküm’le sınıfa girmek
gibi. Başörtüsü yasağı da gâyet doğaldır bu zihniyette. Ama besmele
ile başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği
tâvizler değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi
daha büyük olur. İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl
daha tehlikeli olacaktır, hakka hiç yer vermeyen bâtıldan. Günümüz
bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
etmeyi (rabliği) Allah’a hiç dayandırmadığından; yoktan var edici,
yarattıklarını yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara
inanıp kul olmaya hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar.
Kur’an’ın ilkelerine hiç yer vermeyen, O’nun emir ve yasaklarını,
hükümlerini bilimsel bulmayan anlayışta neyi eleştirecek, nasıl
düzelteceksiniz?
Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul
etmeyen şirk zihniyeti, bize göre kendisine küçük bir Kitap (suhuf,
vahy) verilmiş bir peygamber olan ilk insanı, okuyup-yazması
olmayan, hatta konuşamayan, çiğ et yiyen mağara insanı olarak
tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası
ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan
tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat
ve hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak istenir. Peygamberler değil,
krallardır, tâğutlardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne çıkarttığı;
hak-bâtıl mücâdelesi değildir. Savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk
uygarlıklardır üzerinde durulan. Müşriklerin hâkim olduğu devlet
düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal
toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş
ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti;
Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir,
şimdiki örneği de Batı, yani zulüm ve sömürü merkezi Amerika
ve kokuşmuş Avrupa. Genel Coğrafya, Allah’tan bağımsız işlenir,
dünya kendi kendine güneşten kopmuş, kendi kendine içinde
canlılar belirmiş olarak körpe beyinlere sunulur. Diğer tüm derslerde
de aynı ateist ve ataist bakış açısı sözkonusudur.
Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı
gibi, Din, sadece kültür ve ahlâktan ibârettir bu zihniyete göre.
Tevhidî Müslümanlar olarak “keşke olmasa“ dediğimiz Din Dersi,
daha doğrusu “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi“ dersi için durum, biraz
farklıdır. Dersin isminden de anlaşılacağı gibi, din, bir kültür
olarak; ahlâk da bir bilgi olarak sözkonusu edilirken, yine ders
kitaplarına Kemalist ve laik bakış açısı baştan sona hâkimdir. Bu
ders kitaplarındaki ve müfredattaki farklılık, bu derste Atatürkçülüğün
şirki kabul etmesidir. Yani diğer derslerde Atatürk’e eş ve
benzer hiçbir güç, ideoloji, inanç kabul edilmez ve ona en küçük
çapta bir ortaklık verilmezken; Din dersinde Atatürk’le beraber,
Allah’tan ve Peygamber’den de bahsedilerek, Atatürk’e şirk koşulmasına
müsaade edilir. Her ne kadar Atatürk’ün cümleleri, âyet
ve hadislerden daha fazla ise ve Atatürkçü bakışla konular ele
alınsa da, yine de, Atatürkçülüğe ters düşmeyen ve ona uygun
yorumlanan başka bir dinle ilgili bazı hususlar kültür olarak da
ŞİRK
- 23 -
verilmeye çalışılır. Bu ders, câhil halkın çoğuna göre çok önemlidir.
Bir şuurlu genç Müslüman, marangoz hatası olarak nasılsa çıksa ve
bu kitapların daha kapaklarındaki resimleri, içindeki referansları,
Kur’an’dan fazla Nutuk’tan alıntıları göstererek “bu din benim
dinim değil; bu kitaptakiler Kur’an’ın anlattığı İslâm değil!“ deyip
halk tabiriyle “din dersi“ne girmek istemese -ki düzen sadece bu
dersi bir zamanlar isteğe bağlı kabul ediyordu, şimdilerde zorunlu
kabul ediliyor- başta babası ve yakın çevresi tarafından nasıl
dışlanacaktır? Evet, bu ders, hakla bâtılın, putperestlikle İslâm’ın
sentezinden ibaret ve şirk kabul edilmesi gereken anlayış doğrultusunda
düzenin oltaya taktığı bir yemdir.
Bu konular, halkımızın gündeminde yoktur. Aydınlar ve Müslüman
yazarlar, hocalar da tartışamaz bile. Câmiler de devlet dairesine
benzediğinden oralarda da bahsedilmez bu hususlar. Abdesti
bozan konular, tevhidi bozan konuların önüne geçirilir hep.
Kur’an’ın en fazla önemsediği, bütün peygamberlerin en büyük
mücadeleyi bu konuda verdiği putperestlik ve şirk konusu, artık
çağdaş müslümanı(!) hiç ilgilendirmemektedir.
Câhillik kötüdür, dolayısıyla “çocuğumu nerede, hangi şartlarla
nasıl olursa olsun okutayım“ demek, daha da kötü olabilir.
Fazla ilim sahibi olmamak anlamında kullanılan câhillik kötüdür
ama, küfür mânâsına gelen câhillikten çok ama çok ehvendir. Halkın
birinci tip câhillikten/bilgisizlikten ağzı yıllardır yandığından,
çocuğunu ikinci tip câhil yapmaya yeltendi. Yani câhilliğe rızâ göstermeyeyim
diye, câhilî eğitime râzı oldu, yağmurdan kaçarken
doluya tutuldu.
“Ne yapmalı?“ sorusu bu teşhisin içinde. Hastalık doğru teşhis
edilmeden tedâvi mümkün değildir. Doğru teşhise katılan, hatanın
nerede olduğunu tesbit eden, çözümü bulmakta zorlanmayacaktır.
Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir
fitnedir/sınavdır. Ana-baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun
ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştırılacak. İkincisi olursa,
âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine şöyle
diyecek: “Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a
itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/
beylere ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan
saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir
lânetle lânetleyip rahmetinden kov.“ 29
“Eğitim konusunda neler yapılmalı?“ sorusuna verilecek cevabın
şekli, öncelikle bizim nerede durduğumuz ile alâkalıdır. Nihâî
29 33/Ahzâb, 66-68
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
tercihimizi Allah’tan, âhiretten, cennetten, İslâm’dan, Kur’an’dan
yana yapıp yapmadığımızla ilgilidir. İmkân ondan sonraki mesele.
Zaten Allah, nihâî tercihini Kendinden yana yapanlara, yollarını
açacak, onları güçlerinin dışındakinden zaten hesaba çekmeyecek.
Ama önce biz bu tercihi yapmış mıyız, ya da böyle bir arayış içerisinde
miyiz, onu sorgulamamız lâzım. Yani, Allah’a kulluğu birinci
sıraya alıyor muyuz? İşimizi seçerken, eşimizi, aşımızı seçerken,
evlâdımızla ilgili tercihimizi yaparken, kendimizle ilgili kararlar
verirken Allah’ı merkeze alarak mı hareket ediyoruz? Yoksa kulluk
görevlerimizle ilgili çoğu alanda mâzeret adıyla bahânelere
mi sığınıyoruz?
Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü
lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde
siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin
haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan
hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri
yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Mekke’de camii yoktu,
okul yoktu; ama Erkam’ın evi vardı. Ümmetin evleri vardı. Yani
camii, okul fonksiyonunu icra edecek, insanlara vahyi öğretebilecek,
çocuklarını bu noktada korumalarını sağlayacak, imkânların
elverdiği en uygun çözümlere gidilmişti. Yine Hz. Mûsâ, Firavun
gibi azgın bir zorbanın her uygulamasıyla tanrılık tasladığı bir
yerde risâlet görevine muhâtap olmuştu. Hz. Mûsâ’yla ve O’na
iman edenlerle ilgili bir âyet-i kerime var; meâli şöyle: “Mûsâ’ya
ve kardeşine, ‘kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz
kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri müjdele’ diye
vahyettik.“30 Zaferle müjdelenecek mü’minlerin yapmaları gereken
zafere yönelik faâliyetler gündeme gelir. Nedir o? Evleri mescid
edinmek. Mescid tâbirini bugünkü vâkıadan yola çıkarak sadece
namaz kılınıp dağılınan yerler değil; otuz civarında işlevi bulunan,
siyasal, sosyal, ailevî ve eğitimle ilgili her türlü düzenlemeyi içeren
bir muazzam kurum olarak düşündüğümüzde, evlerin mescid,
yani mektep, okul ve insanların ihtiyaçlarına cevap verecek kurumlar
haline getirilmesi emri ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla hantal
yapıların modası da geçti. Müslümanlar ne kaybettilerse araçlardan,
metotlardan kaybettiler. Halen de yeterince ibret almıyorlar.
Çoğunluk olarak 1969’dan sonra bir partinin arkasında faâliyetler
yaptılar. Bir düdük öttü, bütün müslümanların faâliyetleri kesiliverdi.
Sonra Kur’an Kursu, İmam Hatip faâliyetleri oldu. Bir yönetmelik
çıktı, bir başörtüsü yasağı oldu, sekiz yıllık zorunlu eğitim
başladı; Kur’an Kurslarının kapıları kapanıverdi. Katsayı değişti,
30 10/Yûnus, 87
ŞİRK
- 25 -
İmam Hatipler câzibesini yitirmeye başladı. Yeni ve köklü alternatifler
oluşturulmadı. Vakıflara bazı zorluklar getirildi, tavizler
ve geri adımlar hızlandı. Müslümanlar dar ve engelli alanlarda
sıkıştılar kaldılar. Yani çok yönlü mobil hizmet alanları oluşmadı.
Çok yönlü kullanılabilecek ve değişik planlara müsâit faâliyet için
cemaatlere, dernek ve vakıflara çok iş düşüyor.
Okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersini zorunlu saymayarak
ateist bir insanın çocuğuna din dersini mecbur etmeyen bir
düzen, bir müslümana da ateist ve İslâm’ı dışlayan eğitim anlayış
ve uygulanışını mecbur etmeme eşitliği tanımalı değil midir?
Okulsuz olma özgürlüğü, okul reddetme hakkı, insan hakları kapsamına
girmiyor mu? Böyle hukuk anlayışı ve özgürlük olur mu?
Bir Müslüman kalksa, “her istediğiniz bâtılı, zihnine yerleştirmek
ve onu düzene uygun bir tarzda bir müşrik vatandaş haline getirmek
için çocuğumu zorla elimden alıyorsunuz, bu bizim özgürlüğümüzü
yok sayan bir durumdur; okul dediğiniz şey, bizim için
hapishane ve zindan konumundadır“ dese, ne cevap verir yetkililer?
Bir hak mıdır eğitim, yoksa vatandaş açısından bir sorumluluk
ve zorunluluk mu; devletin uyguladığı tek tipleştirme dayatmasından
önce bunu hukukçularına danışıp anayasaya uygunluğunu
değerlendirmesi gerekir. Dayatmacı bir düzen hukukun üstünlüğünü
tanıyarak özgürlükçü ve eşitlikçi davranır mı; zaten problemin
özü bu sorunun cevabında yatıyor.
Öncelikle vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu
ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci
ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için
mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her
çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler,
câiz tâbirinden de öte insanlık suçu olduğunu ilan edecekleri,
resmî âyinlerde şirk unsuru olan hususlar varsa bu törenler, bazı
derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar varsa onlar,
kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Burada ben, tartışmalı olan, yoruma
tâbi olan hususları kastetmiyorum. Çok net olarak, eğitimle
ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip
kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ
bile edememişiz. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla
bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Varsa yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD
gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç
olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim okullardan istediğimiz
olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden
başka. Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
aracılığıyla, başın içine koyduğu bilgi ve kültürün ne olup olmadığı,
ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana
ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.
Çözüm konusunda azîmet veya ruhsat olarak iki çizgiden biri
seçilmelidir. İlki, yanlış olarak radikallik denilen savaşçı kimliği, Allah
askeri olmak ile; diğeri de en asgarî bir tevhid eri Müslüman
kimliğiyle alâkalıdır. Birincisi toptan reddetmektir, tüm tâğutları
ve tâğûtî kurumları. Bedeli vardır elbette bu tavrın. Mümkün
ki, bu tavır savaş ilanı kabul edilecek, sürgünler yani hicretler,
mahrûmiyetler, sıkıntılar, cezalar gibi karşı tarafın zulmüne göğüs
germeyi gerektirecektir. Ayrıca, alternatifler oluşturmadan
sadece tavır almak yeterli olmadığı için imkânlar oranında çözüm
üretmeyi, müslümanca bir eğitim arayış ve çabalarını da mutlaka
oluşturma mecburiyetini de ebeveynin sırtına yükleyecektir.
Her müslümanın kahraman olması beklenemeyeceği, İslâm’ın
bedevîlerin, ihtiyar kadınların, âciz müstaz’afların da dini olduğu
için, ruhsat yolu da tercih edilebilir. Bu konuda, tâviz verilebilecek
hususlarla tâviz verilmesi bir Müslüman için mümkün olmayan
şeyleri ayırt etme mecbûriyeti karşımıza çıkmaktadır. Müslüman,
İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerde ve böyle ortamlarda
belki zâhiren tâğutların egemenliğini kabul etmiş gözükerek
Allah’ın affetmesini umacağı günahlarla bu konuda tâviz vererek
kurtulabilir. Ama yeterli bir ikrâh olmadığı müddetçe küfür lafız
söyleyemez ve küfür davranışlarını sergileyemez. Bülûğa ermemiş
olan temyiz yaşındaki çocukların mürtedliği de geçerlidir Hanefî
fıkhınca. O yüzden çocuğunu kendi elleriyle ateşe atmamak için
ebeveyn, onu kurumlardaki küfre karşı uyarmalı, Müslüman kimliğini
nasıl taşıyıp nasıl koruyabileceğini iyi öğretmelidir. Cezalar
da verilse, tâğutların övgüsü niteliğindeki şiirleri okumayacak,
onların övüleceği bayram ve törenlere katılmayacak, en azından
ağzından tâğutların kutsallarını över anlamda sözler çıkmayacak
ve bu tür davranışlardan her ne pahasına olursa olsun uzak kalacaktır.
Bu konuda ant törenleri ve bayramlar çözüm getirilmesi
gereken problemler olarak karşısına çıkacaktır Müslüman ebeveynin.
Derslerdeki terslikler, yani bir Müslüman açısından küfür olan
hususlar tesbit edilmeli ve zihin ve gönüllere o tür zehirli gıdaların
girmemesine özen gösterilmelidir. Okullarda nasıl gıdalar verildiği,
her akşam çocuk eve geldiğinde kontrol edilmeli ve varsa
zehirler iyice yerleşmeden hemen temizlenmelidir.
Günümüzde ekonomik yorumlar da baştan sona şirk anlayışı
içerir. Sadece iktisat ve ekonomi eğitimi veren kurumlar değil; medyanın,
hatta halkın gündemindeki ekonomik değerlendirmelerin
ŞİRK
- 27 -
hemen hepsinde para, ilâhların başında gelir. Tüm mülkün, para,
mal ve nimetlerin Allah’a ait olduğu anlayışı olan “ekonomik tevhid“
anlayışına yer yoktur. İnsanların ekonomi yönüyle de evrim
geçirdiği, ilkel komünal toplumdan köleci topluma, feodal toplumdan,
kapitalist ve sosyalist topluma doğru seyri ve bu çeşit tasnifi,
insanların Allah’tan bağımsız olarak sürekli evrim geçirdiği
iddiasını haklı çıkarmaya dayanır. İlk insanın, ilk peygamber ve ilk
yaşama biçiminin vahyin ışığında tevhid olduğu gerçeği, en küçük
bir teori ve ihtimal dâhilinde bile değerlendirilmez.
Siyasal şirk anlayışı da bilimsel kılıflarla takdim edilir. En
iyi sistem, milyonlarca yıllık tecrübe sonunda cumhuriyet ve demokrasi
olarak adlandırılır. Hakk’ın değil; halkın egemenliğine,
Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi alternatif bile kabul etmeyen
bu câhiliyye düzenlerini neredeyse tüm insanlar canla başla savunur.
Faşist, kapitalist veya sosyalist olsun her farklı grup, gerçek
demokrasinin kendi savundukları ideoloji ve düzen anlayışında
olduğunu iddia ederlerken, kendini müslüman sayan nice insan
da bu orkestraya katılır.
Devlet yönetiminde dine yer yoktur, eğitim ve sosyal hayatın
düzenlenmesi laik ve Kemalist esaslarla düzenlenmek zorundadır.
Din anlayışı, din eğitimi ve din kurumları da laik düzenlemeye
tâbidir. Dinlerin ortaya çıkışı, din eğitimi veren laik kurumlarda
da doğal olarak şirk esasına dayandırılır. İlk din İslâm, ilk insan ilk
peygamber, ilk peygamber Hz. Âdem değildir bu şirk anlayışında;
insan, önce tabiata, totemlere tapmış, sonra çok tanrılı dinleri
icad etmiş, çok sonraları da tek tanrılı din anlayışı oluşturmuştur...
Modern câhiliyyenin sosyal ve siyasal şirk anlayışı gereği, devlet,
din esaslarına -en küçük çapta bile- dayandırılamaz. Tüm kurum
ve kurallarıyla şirkin dışına çıkılamaz bu devlet anlayışında.
Halk da sosyal hayatta, kamu alanında tevhidî inancını sergileyemez,
muvahhid bir şekilde yaşayamaz. Ama demokrasi vardır;
halk şirk arasında istediği tercihi özgürce yapabilir, istediği tâğutu
rab olarak seçebilir.
İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi,
Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları
ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak
istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar.
“Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere
uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı şekilde- câmilere karışabilir,
oraya hâkim olabilir. Üniversite dâhil okullara, mahkemelere,
meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.“ Bu
anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği
olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin
devlete, devletin dine karışmaması“ demek olan “laiklik“ gereği
ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)
mayan Allah’ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, buralarda
egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde
tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil,
temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve
eski Arap câhiliyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine
karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için
mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir
şey yok; sadece eski câhiliyenin modern görünüm ve söylemleri
var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten
başka bir şey yapıyor değiller.
İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle,
hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad
ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale
edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir.
Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara Allah’ın dışında
başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor,
dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların
tümü, şirkin dışında bir şeyle izah edilemez.
Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde
kabul ediyorlardı.31 Modern câhiliyye insanı ise, Allah’a bu
kadar bile inanmıyor; ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu
düşünmeden doğa/tabiat ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor.
Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri, güzellikleri doğanın
armağanı olarak kabul ediyor. Bazen de bu “tabiat tanrısı“na
kendisini ve hemcinslerini ortak koşuyor, kendisinin veya başka
insanların yaratıcılıklarından bahsediyor.
Tüm bunların yanında, her dönemde görülebilen şirk unsurlarını
da katarsanız, muvahhid insanın, istisnalar dışında niye yetişmediği,
huzursuzluk ve zilletin niye artarak devam ettiğinin temel
sebebi daha iyi teşhis edilecektir.
Yalnız, burada unutulmaması gereken önemli bir husus var:
Allah’a ortak koşan birisinin, şirk koştuğu şey için, “bu da bir
ilâhtır“, “ben buna da tapıyorum“ demesi veya böyle düşünmesi
de, olayın şirk olması için şart değildir. Şirk, öncelikle kalpte yer
eder, sonra düşünce ve hareketlere yansır. Şirkin temeli, Allah’tan
31 29/Ankebût, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87
ŞİRK
- 29 -
başka herhangi bir şeyi Allah’a tercih etmektir.
Hızır olarak adlandırılan ölümsüz zannedilen zat, gerçekte
hayatta olmayan bir kimsedir. Yine Hızır gibi bazı ilâhî vasıflara
sahip olduğu zannedilen “evliyâ“nın, tanrılaştırılıp bunların
her yerde hazır ve nâzır olduğuna, insanları gözetlediğine, bazen
koruyup yardım ettiğine inanılır. Dünyanın varlık sebebinin
bu gibi zatlar olduğu kabul edilir. Müslümanım diyen nice insan,
Allah’ın dünyayı ve özellikle yaşanılan coğrafyaları onların yüzü
suyu hürmetine ayakta tuttuğunu, yoksa çoktan helâk edeceğini
kabul edip dillendirir. Bu tür inançların gerçekle de, temel hakikat
olan tevhidle de hiçbir ilgisi yoktur. Tümüyle bâtıl itikatlardır. Allah,
dünyayı kendi irâdesiyle ayakta tutmaktadır. O’nun irâdesine
engel olacak veya onu değiştirecek hiçbir zat olamaz. Allah, dünyanın
ve evrenin işleyişi ile ilgili kanunlar koymuş, hikmetler belirlemiştir.
Evren bu ilâhî kanunlarla ayakta durur. Allah’ın otoritesinde
ve tasarrufunda hiçbir kimsenin ortaklığı yoktur. Dolayısıyla
Allah’tan başkasına, sanki bir güce sahipmiş gibi duâ etmek şirktir.
Ölülerden medet ummak câhiliyye sapıklıklarındandır. Muvahhid
bir mü’min, bunlardan kesinlikle uzak durmalıdır. O, yalnızca Rabbinden
dilekte bulunmalı, O’na yönelmeli ve O’na duâ etmelidir.
Şirkin En Belirgin Özelliği Olarak Tarihten
Günümüze Put ve Putlaştırma
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği
iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücadeleden
ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları
temel esas, tevhiddir. Kur’an-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu
konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirk, sadece
putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın
sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda
Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir.
Peygamberimiz zamanındaki Mekke müşrikleri Allah’la birlikte
birçok ilâha inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ ve heveslerine
göre putlar yapıyorlar ve onlara tapıyorlardı. Kâbe’nin içinde
360 tane put bulunuyordu. Bunların en büyükleri; Hubel, Lat,
Menat, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suva, Yeûk ve Nesr isimli
putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan iyi huylu,
cömert ve sâlih insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların heykelleri
yapılmış ve zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı. Bazı
Araplar bunlardan başka, güneşe, aya, bazı taşlara, ağaçlara ve
hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, melekleri Allah’ın kızları
olarak görüyorlar ve onları Allah’a şirk koşuyorlardı. Aslında
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi
nefislerini ilâh edinmeleridir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz
zamanındaki müşrikler arasında temelde bir fark yoktur. Müşriğin
mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne
karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin
aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın,
yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu
kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile
ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. Günümüzde
şirkin aldığı en net görünüm budur.
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî
mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak
da şirktir. Put sadece tapılan birtakım nesneler değildir. Eğer hayatın
amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine
göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir
şey put olabilir. Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan
çağdaş Firavunlar ile onlarla işbirliği yapan sahte din adamları
yani Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden
beslenen, haramzade, zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan,
onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın
hükümlerine aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk yığınlarından
meydana gelir.
Kur’an-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara
ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok
fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlâa edilebilir:
1- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş
ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel
putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere
dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü
daha moderndir. Sanem veya vesen dediğimiz ilk maddedeki
putlar, tapanların nazarında tabiatüstü yüce bir gücü ve kuvveti
temsil ettikleri için putperestler, bu güç ve kuvvetin tapındıkları
putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya
putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş tarihsel bir
mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir
kısmı ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs. yi temsil eder.
İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre putperestlik,
İslâm’dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir
ki, Arabistan’da putçuluğun bütün çeşitleri olmakla beraber, daha
çok birinci maddede belirtilen putperestlik yaygındı. Kâbe’nin,
ŞİRK
- 31 -
putperestliğin sergilendiği bir yer olarak gerçek amacından saptırıldığını
görüyoruz. Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke’yi fethettiği
zaman Kâbe’ye girmiş ve orada peygamberlerin resimlerinin bulunduğunu
görünce, bunların ortadan kaldırılmasını emretmişti.
Ayrıca Kâbe’de herbiri farklı kabile ve şahıslara ait olan ve değişik
şeyleri temsil eden 360 putu görünce, onların da kırılmasını emretmişti.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü
en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri,
insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini ve putların,
heykellerin de yaratıcı değil; yaratık olduğu düşüncesini aşılama
sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz?
Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.“ 32
Put, sadece Arapların cahiliyye döneminde taptıkları basit ve
alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrahim döneminde olduğu
gibi muhtelif cahiliyye sistemlerinde tapınılan tahtadan, taştan,
tunçtan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş,
ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri
Allah’a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca
bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki
şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak,
oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamış olmayız.
Oysa Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin
Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-manevî her şeydir.
Bu putları, hayatın amacı kılmak da Allah’a şirk koşmak olarak
nitelendirilmiştir. İnsanları kendilerine faydası dokunmayan ağaç,
taş, maden vs. şeylere ibâdete sevk eden sebepler nelerdir? İnsanlar
niçin putlara taparlar? Göz göre göre bu cansız şeylere neden
tâzimde bulunulmuş ve bulunulagelmektedir?
Putlara Tapınmanın Sebepleri: Kur’an, putlara tapınma sebepleri
konusunda şunları sayar:
1- Şefaat düşüncesi ve Allah’a bu aracılarla güya yakın olma
arzusu: Kur’an, putçuların bu bahanelerini, yapay kılıflarını geçerli
bir neden kabul etmez ve insanları putperestliği bırakmaları
için en keskin ve sert dili kullanır. 33
2- Aşırı ta’zim: Kur’an’a göre bir varlığa aşırı saygı gösterme,
onu yüceltme ve onu ululama, sonuçta onu tanrılaştırmaya yol
açacağı için yerilmiş ve şirk olarak değerlendirilmiştir. Sanki ibâdet
32 Saffat, 95-96
33 Bkz. 39/Zümer, 3, 44; 10/Yûnus, 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 30/Rûm, 13
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
edilecek derecede yüceltilen şahsiyetler, Allah katında makbul ve
aslında böyle bir ta’zimden kaçan kimseler bile olabilirler. Kur’an,
peygamberlere, din adamlarına, meleklere, sâlih insanlara vb. varlıklara
gösterilen bu aşırı ta’zimi şirk olarak değerlendirmiştir. 34
3- Aşırı sevgi: Kur’an, herhangi bir şeyi, Allah’ı sever gibi severek,
onun arzularına, emir ve yasaklarına itaat etmeyi Allah’a şirk
koşmak olarak değerlendirmiş; herhangi bir şeye veya kimseye
karşı beslenen aşırı sevgiyi de, onu putlaştırmak olarak nitelemiştir.
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başka eşler tutarlar. Allah’ı
sever gibi onları severler. İman edenler ise, en çok Allah’ı severler...“35
Allah’a inanmak, kişinin O’nun isteğini kendi dileğine veya başkalarının
isteklerine tercih etmesini ve diğer arzuları O’nun yolunda
feda edecek kadar O’nu sevmesini gerektirir. Allah’ı sevmenin
kanıtı, Allah’ın belirli nitelik ve güçlerini başkalarına atfetmemek
ve O’nun hakkını sahte ilâh ve rablere vermemektir. Allah’ın sıfat
ve güçlerini başkalarına atfedenler, O’nu sevdiklerini iddia edemezler;
bilakis bu şekilde O’na ortak koşmuş, Allah’a denk tutmuş
olurlar. İnsan, Allah’ın melekleri, nebî ve velîleri gibi değerli kullarını
severken de, bu âyetin çizdiği sınırda durmasını bilmelidir.
Zira Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmenin arasındaki
farkı bilip ona göre davranmak gerekir. Hiçbir şeyi veya kimseyi
Allah’ı sever gibi sevemeyiz, O’na ait vasıfları veremeyiz, O’nun
gibi yüceltemeyiz.
Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk
temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve
putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler
de bir Allah inancına sahipti.36 Fakat Allah’ın hükmü yerine Mekke
site devletinin parlamentosu Daru’n-Nedve’nin kanun yapmasını
ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlardı.
Yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak
şirke sarılıyorlardı.
Günümüzde de kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan,
hacca giden kimselerin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri,
tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah’a mahsus olan sıfatları başkalarına
verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp
birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri, bayrakları, heykelleri,
gelenek ve görenekleri, bazı kavram ve ideolojileri, sanatı,
sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını, parti veya kurumlarını,
34 Bkz. 5/Mâide, 116; 9/Tevbe, 30, 31; 34/Sebe’, 40; 71/Nuh, 23
35 Bakara, 165
36 Bkz. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3
ŞİRK
- 33 -
devlet adamlarını, liderlerini... yücelttikleri ve bu sayılan değerler
uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını, ahlaklarını pâyimal
ettikleri, böylece bunlara kulluk ettikleri ortadadır. Sözü edilen
bu şahısların, tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şeytanî ve indî
değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep
Allah’ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil
verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların
emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın
şeriatına tümüyle zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini
tatbik ettikleri de inkâr edilemez.
Bunlar, müşrik değil de nedir? Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir
mi? Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket
ederek onların yolundan hiç ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına
ve Rasûlü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların
işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest
olur mu? Bunlar, apaçık müşrik olduklarını kendileri ilân ediyorlar.
Bu tür insanlar, ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister hacca
gitsin ve isterse sabahlara kadar Allah Allah diyerek tesbih çeksinler.
Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan
kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz!..
37
Putları Kırmak: Şeytan insana, şirkten kurtulmayı çok zor ve
karmaşık, tevhidi, ihlâsı ve imanı ise yaşanması imkânsız gibi olağanüstü
zor gösterebilir. Oysa bu, yalnızca şeytanın verdiği bir
vesveseden ibarettir.38 Bilinmelidir ki, şirkten kurtulmak için samimi
bir niyet ve tavır değişikliği yeterlidir. Bu niyet tashihi kişininn
her şeye, herkese ve tüm olaylara karşı olan bakış açısını şirkten
tevhide çevirecektir. Yani siyah gözlük takan birisinin etrafını görebilmek
için her yeri tek tek aydınlatmasına gerek yoktur. Gözlüğünü
çıkarması yeterlidir. Şirk de her yeri karartan bu gözlük
gibidir. Gözlüğü çıkarmadan zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya
çalışmak hem zor, hem de ümit kırıcıdır. Bir hamlede gözlüğü
çıkarmak ise hem kolay, hem de tek etkili çözümdür. İnsanın şirk
boyutundan Allah’ın râzı olduğu iman ve ihlâs boyutuna geçmesi
de tek bir kararlılık hamlesi gerektirir. Bu da her ne durumda olursa
olsun Allah’a güvenmek ve Kur’an’a bütünüyle ve samimi olarak
uymaya karar vermektir. Bu samimiyet ve kararlılık, muhakkak
beraberinde Allah’ın yardımını, hidâyetini ve büyük bir nimetle
rahmetini getirecektir.
37 Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, Şafak Y. s. 132-138
38 14/İbrâhim, 22
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
Şeytan tabii ki, tevhidi ve ihlâsı çirkin, sıkıntılı ve ızdırap verici
olarak göstermeye çalışacaktır. Hâlbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve
ızdırap şirktedir. Bu, dünyada da âhirette de böyledir. Taptığı sahte
ilâhları bırakarak sadece Allah’a yönelen bir insan boşlukta ve
sahipsiz kalmaz; aksine tek gerçek ilâh olan Allah’a sığınarak olabilecek
en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. “Kim Allah’tan
ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu
hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O,
ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir.“39
Şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı
farkıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış,
Hz. Mûsâ yahûdilerin edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini
denize savurmuştur. Bunlar, sembolleştirilen şirklere karşı vurulan
darbelerdir. Bugün de sembolleştirilen şirklere karşı aynı fiilî
müdâhaleler yapılabilir; ama önemli olan öncelikle şirkin mantığını
yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar yıkılmadan diğer putların
yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve kafalardan
yıkmak için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi gerekmektedir.
Bu nedenle, şirkten vazgeçip tevhide yönelen insanın yaşadığı
büyük değişim, öncelikle kalpte ve zihinde meydana gelir. Dış
görünüm olarak belki eski yaşamının bazı öğelerini devam ettirse
bile tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur muvahhid
insan. Eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına,
birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi
sadece Allah’ın kitabına göre ve sadece O’nun rızâsı için düzenler.
Böylece binlerce küçük ve sahte ilâha kulluk etmeyi, onları memnun
etmek için uğraşmayı bırakarak, “birbirinden ayrı rabler mi daha
hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?“40 diyen Hz. Yûsuf gibi,
sadece kendisini Yaratan’a teslim olur. 41
“İbrâhim / İçimdeki putları devir / Elindeki baltayla / Kırılan
putların yerine / Yenilerini koyan kim?“
“Andolsun biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık.
O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz
heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar
kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık
içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan
biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin
de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki,
39 65/Talak, 2-3
40 12/Yûsuf, 39
41 Hârun Yahya, Şirk, s. 90, 92
ŞİRK
- 35 -
siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda
İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki
ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o,
zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk;
kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen
insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza
sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır.
Haydi, onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi
vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler.
Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını
pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp
da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız?
Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz
mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza
yardım edin!’ dediler. ‘Ey ateş! İbrâhim için serinlik ve esenlik ol!’ dedik.
Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana
uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle
âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.“ 42
Hz. İbrâhim’in putçularla mücâdelesi ve putları devirmesi
Sâffât sûresinde de şu şekilde anlatılır: “Şüphesiz İbrâhim de onun
(Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o,
babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan
başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi
hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar,
onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber
bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara
şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça
(kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri
görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun
üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak
İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz
şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı
Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’
dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onları alçaklardan
kıldık.“ 43
Ve Rasûlullah: Yegâne önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), put kıran
bir peygamber babanın, put kıran bir peygamber oğludur. Tek başına
bir ümmet olan İbrâhim (a.s.), put kıran bir peygamber idi. O
babanın oğlu, yani onun neslinden olan Rasûlullah da, put kıran
bir Peygamberdir. Rasûlullah, hem kalplerdeki, hem beyinlerdeki
42 21/Enbiyâ, 51-71
43 37/Sâffât, 83-98
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
putları ve putlaşmış fikirleri, akîdeleri kırıp parçalamış, hem de
müşrik putperestlerin kendi elleriyle yapıp meydanlara diktikten
sonra tapınılan put heykelleri paramparça edip kırmıştır.
Rasûlullah, hem putçu ideolojileri ortadan kaldırmış, hem de tapınılan
ve putlaştırılan şeyleri yok etmişti.
Gerek içteki, gerekse dıştaki putları kırmak ile vazifeli olan
Rasûlullah’ın, müşrik tâğutların egemen olduğu ve bir dâru’ş-şirk
haline getirdikleri tevhidin merkezi Mekke’deki bir uygulaması
şöyledir: (Bu uygulama, Rasûlullah’ın hicret edeceği sırada gündeme
gelmiştir.) Emîru’l-Mü’minîn İmam Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) anlatıyor:
“Ben ve Peygamber (s.a.s.) yürüdük, nihâyet Kâbe’ye vardık.
Bana: “otur!“ dedi. Oturdum, omuzuma çıktı, yukarıya kaldırmak
istedim. Benim güçsüzlüğümü görünce, indi ve: “Sen, benim omuzuma
çık!“ dedi. Omuzuna çıktım, beni kaldırdı, bana öyle bir hal
geldi ki, istersem göğe kadar yükselebileceğimi sandım. Nihâyet
Beyt’in üstüne çıktım. Bakır ve altından yapılmış birçok heykellerle
karşılaştım. Beyt’in sağından, solundan, önünden ve arkasından
onları toplayıp bir araya getirdim. Hepsini topladığımda
bana, şöyle buyurdu: “Şimdi onları bir bir aşağıya fırlatıp at!“ Fırlatıp
attım, cam bardaklar gibi kırılıp parça parça oldular. Sonra indim.
İnsanlardan birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak
evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.“ 44
Olayı anlatan Hz. Ali’nin (r.a.) ifadelerine dikkat edilecek olursa,
bu put kırma hareketi çok gizli yapılmış, gerekli önlemler alınıp
en müsait zaman seçilmiş, olay gerçekleştikten hemen sonra
koşarak evlerin arasında kaybolup olay yerinden uzaklaşılmıştır.
Hatta İmam Ali’nin ifadesiyle, “İnsanlardan birinin bizi görmesinden
korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.“
Bu korku, tedbir mâhiyetinde bir endişe idi ki, tabiî ve fıtrîdir. Yoksa
korkunun adı tedbir olmuş değildi. Yine dikkat edilecek olursa,
tüm ihtimaller düşünülerek ve tedbirler alınarak olay gerçekleşmiştir.
Müşrik tâğutların egemenliğindeki Mekke’de örnek bir put
kırma olayını gerçekleştiren önderimiz Rasûlullah, birkaç yıl sonra
fethedilen Mekke’de, gerek Kâbe’nin içinde ve üstünde, gerekse
Kâbe’nin etrafında, yani Harem-i Şerif’teki bütün putları kıracaktı.
Abdullah bin Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s.),
Mekke’nin fethi günü Kâbe’nin avlusuna girdi. Kâbe’nin etrafında
ibâdet için dikilmiş üç yüz altmış put vardı. Rasûlullah, elindeki
44 Ahmed bin Hanbel, 1/84; Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid: Büyük Hadis Külliyatı, c.
3, s. 259, hadis no: 6396-6398; İslâm Tarihi, Mekke Devri, M. Âsım Köksal,
c. 6, s. 149
ŞİRK
- 37 -
deynekle bu putlara dürtmeye başladı (onunla dokunduğu her
put, yüz üstü düşüyordu) ve şu âyetleri okuyordu: “Hak geldi, bâtıl
yok oldu.“45 “Hak geldi, bâtıl ise, ne (bir şey) ortaya çıkarabilir, ne geri
getirebilir.“ 46
Ebu’l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: “Bana Hz. Ali (r.a.): ‘Rasûlullah
(s.a.s.)’ın beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim
mi?’ diye sordu ve Rasûlullah’ın kendisene: “Haydi git, kırıp dökmedik
put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!“ buyurduğunu söyledi.“ 47
Hz. İbrâhim’in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara
biz de tekrarlıyoruz: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza!
Siz aklınızı kullanmaz mısınız?“ 48
Kur’ân-ı Kerim’de Şirkin Tanım ve Görüntüleri
Kur’an’da Şirk ve türevleri 168 yerde geçer. Şirk kelimesi geçmese
bile âyetlerin çok büyük bir bölümü, tevhidi hâkim kılmak
için şirkle mücâdeleyi konu edinir. Kur’ân-ı Kerim’de Allah lafzı
2697 yerde, ilâh kelimesi 147 yerde, lâ ilâhe illâllah ifâdesi 2 yerde,
lâ ilâhe illâ hû cümlesi 30 yerde, iman kelimesi 873 yerde, küfür
kelimesi 525 yerde zikredilir. Saydığmız bu kavramlar şirk kelimesiyle
birlikte toplam olarak 4442 etmektedir. Sadece bu lafızlarla
tevhidin yerleştirilmesi ve şirkin izâlesi Kur’an âyetlerinin üçte ikisini
teşkil ettiği görülür. Bir adı da Tevhid sûresi olan İhlâs sûresinin
Kur’an’ın üçte biri sayılması da bu sûrede baştan sona tevhidin en
özlü ve özet biçimde sunulduğunun hatırlatılmasıyla ilgilidir. Yani,
ihlâs sûresinin içerdiği tevhid, Kur’an konularının üçte biridir anlamı
taşır. Hadis rivâyetindeki ihlâs sûresinin Kur’an’ın üçte birine
eşit olduğu ifâdesinden de anlaşıldığı gibi, direkt tevhidle ilgili
âyetler Kur’an’ın üçte birini teşkil etmekte, dolaylı olarak şirkin
izâle edilip tevhidin hâkim kılınmasıyla ilgili âyetler ise yukarıdaki
rakamlardan anlaşıldığı gibi Kur’an’ın üçte ikisinden fazlasını
oluşturmaktadır. Bütün bunlar göstermektedir ki, Kur’an’ın en temel
konusu gönüllerde, zihinlerde ve eylemlerde birey ve toplum
olarak tevhidin hâkim kılınıp şirkin yok edilmesidir.
Kur’an-ı Kerim, müşrikleri, yeryüzünde birliği ve huzuru bozan,
insanlar için zararlı, çirkin bir tip olarak görür ve necis, yani
45 17/İsrâ, 81
46 34/Sebe’, 49; Buhârî, Meğâzî, B. 50, hadis: 294; Müslim, Cihad ve’s-Siyer,
B. 32, hadis: 87; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, B. 18, hadis no: 3345; Kul Sâdi
Yüksel, Selefin İzinde, s. 215-219
47 Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99
48 21/Enbiyâ, 67
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
pislik olarak nitelendirir.49 Kur’an’da şirk, herhangi bir şeyi, kavramı
veya bir kimseyi tercih etme, önem ve kıymet verme, yüceltme
bakımından Allah’la eşit düzeyde görmek veya bunu davranışlarıya
göstermektir. Kur’an bize Allah’ı (c.c.) birçok sıfat ve isimleriyle
tanıtmış ve O’ndan başka ilâh olmadığını kesin ifadelerle
bildirmiştir. İlâh, Allah’ın Kur’an’da bildirilen özelliklerine sahip
olan varlıktır. Allah gerçek ve tek ilâhtır; Allah’ın sıfatlarına sahip
olan başka hiçbir varlık olamaz. İşte, Allah’ın herhangi bir sıfatına
başkasının Allah’la birlikte veya bağımsız olarak sahip olduğunu
iddia etmek, Allah’tan başka ilâh kabul etmektir, yani şirktir.
Kur’an-ı Kerim’de birçok âyette Allah Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri
hususunda uyarır: “De ki: ‘Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına
kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?’ Ey Muhammed! And olsun ki
sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuşıur. And olsun,
eğer Allah’a ortak koşarsan amellerin şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan
olursun. Hayır, yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.
Onlar, Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Hâlbuki kıyâmet günü bütün
yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun eliyle dürülüp bükülecektir.
O, müşriklerin ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir.“ 50
“(İbrahim onlara) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet
uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...“ 51
“İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a -hâşâ- eşler, ortaklar,
benzerler edinirler de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise
Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları
zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın
vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.“ 52
“Onlar (müşrikler), O’nu bırakıp yalnızca birtakım dişilere tapar, onlardan
yardım isterler. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan
başkasına tapmazlar.“ 53
“Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden,
yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, din
de (itaat ve kulluk da) yalnız O’nundur. Böyleyken, Allah’tan başkasından
mı korkuyorsunuz?“ 54
“Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azaba
49 9/Tevbe, 28
50 39/Zümer, 64-67
51 29/Ankebût, 25
52 2/Bakara, 165
53 4/Nisâ, 117
54 16/Nahl, 51-52
ŞİRK
- 39 -
uğratılanlardan olursun.“ 55
“...Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten
de kaçının. Kendisine şirk/ortak koşmaksızın Allah’ın hanifleri (O’nun
birliğini kabul eden mü’minler olun). Kim Allah’a ortak koşarsa, sanki o,
gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu
uzak bir yere sürükleyip atmış gibidir.“ 56
“De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen
Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana müslüman
olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah’a ortak koşan müşriklerden
olma!’ (denildi).“ 57
“Kâfirler Beni bırakıp da kullarımı evliyâ/dostlar edineceklerini mi sandılar?
Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.“ 58
“Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost)
olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.“ 59
“Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki
onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye
asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu mâbutlar için yardıma hazır askerlerdir.“
60
“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında
kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa
elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.“ 61
“Ey oğlum, Allah’a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.“
62
“Gönülden katıksız bağlılar olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup
sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın.“ 63
“Allah, sizlerden iman edip sâlih amellerde bulunanlara vaad etmiştir:
Hiç şüphesiz kendilerinden öncekileri nasıl güç ve iktidar sahibi kıldıysa,
onları da yeryüzünde halifeler (yeryüzüne hâkim, güç ve iktidar sahibi) kılacak,
kendileri için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) kendilerine yerleşik kılıp
sağlamlaştıracak ve onları geçirdikleri korku döneminden sonra, güvenliğe
çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibâdet ederler ve Bana hiçbir şeyi
55 26/Şuarâ, 213
56 22/Hacc, 30-31
57 6/En’âm, 14
58 18/Kehf, 102
59 4/Nisâ, 45
60 36/Yâsin, 74-75
61 4/Nisâ, 116
62 31/Lokman, 13
63 30/Rûm, 31
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
şirk/ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır
(büyük günahkârlardır).“ 64
“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç
sahibidir, azizdir.“ 65
“Biz insana, anne ve babasına (karşı) ihsânı/güzelliği tavsiye ettik. Eğer
onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı
çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz
Banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.“ 66
“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz
ki: ‘Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?’ Sonra onların: ‘Rabbimiz
olan Allah’a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’ demelerinden
başka bir fitneleri olmadı. Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve
düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup uzaklaştı.“ 67
“Andolsun, ‘Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler küfre
düşmüştür. Oysa Mesih’in dediği (şudur:) ‘Ey İsrâiloğulları, benim de
Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet edin. Çünkü O, kendisine
ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir.
Zulmedenlere yardımcı yoktur. Andolsun, ‘Allah üçün üçüncüsüdür’
diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer
söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkâr edenlere
mutlaka (acı) bir azab dokunacaktır.“ 68
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler
ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet
etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O,
bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.“ 69
“De ki: ‘Ey Kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye
(tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi
ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı
Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şâhid olun, biz gerçekten
müslümanlarız.“ 70
“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler“ 71
“Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin
64 24/Nûr, 55
65 22/Hacc, 74
66 29/Ankebût, 8
67 6/En’âm, 22-23
68 5/Mâide, 72-73
69 9/Tevbe, 31
70 3/Âl-i İmrân, 64
71 12/Yûsuf, 106
ŞİRK
- 41 -
vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar)?
Eğer o fasıl kelimesi (azabı erteleme sözü) olmasaydı, derhal aralarında
hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir
azap vardır.“ 72
“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır,
biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. Ya
atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?“ 73
“İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi
ki: ‘Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. Tanrıları bir tek ilâh mı yaptı? Doğrusu
bu, tuhaf bir şey!’ Onlardan mele’ (ileri gelen bir grup, egemen
güçler): ‘Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz
budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, içi boş bir uydurmadan başka
bir şey değildir.“ 74
“Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Sizin
Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği,
sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlerden başkası
değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk
etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların
çoğu bilmezler.“ 75
“Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak
şeylere kulluk ederler ve ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’
derler. De ki: ‘Siz, Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber
veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir.“ 76
“Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler...“ 77
“Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a şirk/ortak koştuklarından
dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma
yerleri ateştir. Zâlimlerin konaklama yeri ne kötüdür!“ 78
“O’nu bırakıp ilâhlar mı edindiler? De ki: ‘Kesin delilinizi getirin, işte
benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitapları.’ Hayır, onların
çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.“ 79
“O ancak tek bir ilâhtır. ‘Doğrusu ben O’na ortak koşmanızdan
72 42/Şûrâ, 21
73 2/Bakara, 170; Benzer âyetler için bkz. 5/Mâide, 104; 43/Zuhruf, 22-24;
7/A’râf, 28
74 38/Sâd, 4-7
75 12/Yûsuf, 39-40
76 10/Yûnus, 18
77 9/Tevbe, 28
78 3/Âl-i İmrân, 151
79 21/Enbiyâ, 24
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
mâsumum’ de.“ 80
“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapma. O’ndan başka hiçbir ilâh
yoktur.“ 81
“İşte, Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi
yaratandır. O her şeye vekildir. Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri
görür. O latiftir, -her şeyden- haberdardır.“ 82
“De ki; O Allah bir’dir. O Allah samed’dir. Her şeyin kaynağı ve yaratıcısıdır.
Hiç kimseyi doğurmamıştır. Hiç kimse O’nu doğurmamıştır. O’na
benzeyen hiçbir şey de yoktur.“83
Kur’an’da birçok âyetlerde açıkça görüldüğü gibi, Allah,
ibâdetin sadece kendisine yapılmasını emrediyor. İster içimizde ve
ister dışımızda olsun bizi kendisine râm eyleyen, mutlak anlamda
itaatkâr kılan, bizim bedenimizi ve ruhumuzu kendi kudretine
göre yönlendiren, bizim enerjimizi kendi istediği yöne sevkeden,
yani bizi teslim alan her “güç“, bizi kendisine kul yapmış demek
olur. Oysa Rabbimiz, ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyeti bizim yalnızca
kendisine tahsis etmemizi ve bu noktada bütün sahte ilâh
ve rableri reddetmemizi istiyor.
Kur’ân-ı Kerim’de Şirk, Şu Şekillerde Tanımlanır:
1-) Büyük Günah: “Allah’a ortak koşan kimse şüphesiz büyük bir
günahla iftira etmiş olur.“ 84
2-) Büyük Zulüm: “Lokman, oğluna öğüt vererek: ‘Ey oğulcuğum,
Allah’a eş koşma. Doğrusu O’na eş koşmak büyük haksızlıktır, zulümdür’
demişti.“ 85
3-) Büyük Cehâlet: “O’nu bırakıp tanrılar mı edindiler? De ki: ‘Kesin
delilinizi getirin. İşte benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin
kitabı.’ Hayır, onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.“ 86
4-) Apaçık Sapıklık: “Allah’ı bırakıp da, kıyâmet gününe kadar
cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kimdir? Çünkü, yalvardıkları
şeyler yalvarışlarından habersizdirler.“87 “Allah kendisine ortak
koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar.
80 6/En’âm, 19
81 28/Kasas, 88
82 6/En’âm, 102 - 103
83 112/İhlâs, 1-4
84 4/Nisâ, 8
85 31/Lokman, 13
86 21/Enbiyâ, 24
87 29/Ankebût, 5
ŞİRK
- 43 -
Allah’a ortak koşan kimse, derin bir sapıklığa sapmış olur.“ 88
5-) Büyük Alçaklık: “Buzağıyı tanrı olarak benimseyenler, Rablerinin
öfkesine ve dünya hayatında alçaklığa uğrayacaklardır. İftira edenleri
böylece cezalandırırız.“ 89
6-) Zanna Göre Hareket: “Yeryüzündekilerin çoğunluğuna itaat
edersen seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar, sadece
tahminde bulunurlar.“ 90
7-) Dünya Hayatına Düşkünlük: “Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya
karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Şirk koşan müşriklerden/
putperestlerden herbiri de arzular ki, bin sene yaşasın. Oysa (uzun)
yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yapmakta
olduklarını eksiksiz görür.“ 91
8-) Halkı, Sağlam Temellerden Uzak Tutma: “Allah’tan başka
dostlar edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir.
Evlerin en dayanıksızı şüphesiz örümceğin yuvasıdır. Keşke bilseler!“
92
9-) Şirk Koşanların Kalplerinin Korku ile Doldurulması: “Hakkında
hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koşmalarından ötürü,
inkâr edenlerin kalbine korku salacağız. Onların varacağı yer cehennemdir.
Zâlimlerin durağı ne kötüdür!“ 93
10-) Cennetin Kapılarının Şirk Koşanlara Kapanması: “Kim
Allah’a ortak koşarsa, muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı
yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur.“ 94
11-) Tevhid İnancında Olanlara Karşı Düşmanlık: “İman edenlere
en şiddetli düşman olarak, yahudileri ve Allah’a eş koşanları bulursun...“
95
Sahâbeden Muaz b. Cebel anlatıyor: Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)
bana, “Ey Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir? diye sordu.
Ben: ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dedim. Rasûlullah: “Allah’ın kulları
üzerindeki hakkı, kulların O’na ibâdet edip, başka hiçbir şeyi ortak
koşmamalarıdır.“ buyurdu. 96
88 4/Nisâ, 116
89 7/A’râf, 52
90 6/En’âm, 116
91 2/Bakara, 96
92 29/Ankebût, 41
93 3/Âl-i İmrân, 151
94 5/Mâide, 72
95 5/Mâide, 82
96 Buhâri, Müslim
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
Şirkin Sebepleri
İnsanların şirke düşme sebepleri söyle özetlenebilir:
1-) insanın Kendisini/Hevâsını (Basit Arzu ve Şehvetlerini)
Tanrılaştırması: insanların tevhidden sapıp şirke düşmelerinin asıl
sebebi; insanın kendi nefsine tapması, nefsini, yani kötü arzularını
(hevâsını) ilâh edinmesi ve diğer insanlara karşı üstünlük sağlayıp
onları kendisine kul etmek istemesidir. Kur’ân-ı Kerim bunu şu şekilde
belirtmektedir: “(Firavun:) ‘sizin en yüce rabbiniz benim’ dedi.“97;
“Firavun milletine şöyle seslendi; ‘Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde
akan ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?“98 insan,
büyüklük taslayınca, tuğyan eder, azgınlaşır; Rabbine döneceğini
unutur. “İnsan, azgınlık etmektedir, kendisini müstağnî/ihtiyaçsız görerek.
Şüphesiz dönüş Rabbinedir.“ 99
“Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten
sonra, başka değil, ancak aralarındaki bağy nedeniyle ayrılığa düştüler.“
100 Bağy; “hakka saldırı, payına razı olmayıp başkalarının
payına el uzatma, haksızlık etme, hased, birbirini çekememezlik“
mânâlarına gelir. İnsanları bağy etmeye iten, hevâ ve heveslerinin
peşine gitmeleri, kendi hevalarına tapınmalarıdır. “Hevâ ve hevesini
ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın.?“101; “Allah’tan bir
hidâyet olmaksızın, kendi nefsine uyandan daha sapık kim vardır?“ 102
Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan
ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın, yalnız
Allah’a ibâdet edildiği ve uyulduğu sürece mümkün olmadığını
bilirler. Çünkü Allah’ın dini, adâleti emreder ve bütün insanları
eşit olarak görür. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, insanları kendilerine
kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden
tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin
tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini
isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak,
aslında kendilerine kulluk ettirirler. Sosyal ve siyasal anlamda
şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır. Tevhid de,
kulun kula kulluktan kurtulup yegâne Yaratıcısına yönelmesidir.
2-) Ataların Yolunu Körü Körüne Tâkip Etmek, Gelenekleri,
Örf ve Âdetleri Yüceltmek, Irkçılık: Şirkin temel sebebi cehâlettir.
97 79/Nâziât, 24
98 43/Zuhruf, 51
99 96/Alak, 4-5
100 3/Âl-i İmrân, 10
101 25/Furkan, 43
102 28/Kasas, 50
ŞİRK
- 45 -
Cehâlet taklidi getirir. Câhil kimseler doğru bir inanca sahip olmak
için hiçbir gayret sarfetmezler. Atalarından, büyüklerinden nasıl
görmüşlerse öyle inanırlar. Atalarının ve büyüklerinin her şeyin en
iyisini bildiklerini zannederler. Onların bellettikleri ve miras bıraktıkları
örfe âdete uymayı da görev kabul ederler. Atalardan kalma
her şeyin doğru olduğuna inanma veya topluma uyma yanlışlığı,
insanı şirke yaklaştırır. “(Ne yapalım,) Daha önce babalarımız Allah’a
şirk/ortak koşmuşlardı. Biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onun için
biz de onların izinden gittik...“103; “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denilince,
‘hayır, atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Ya ataları
bir şey akledemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?“ 104; “Ey
Muhammed! Senden önce, herhangi bir kasabaya gönderdiğimiz uyarıcıya,
o kasabanın şımarık varlıklıları sadece: ‘Doğrusu babalarımızı bir din
üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz’ derlerdi. Gönderilen
uyarıcı: ‘Eğer size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu
getirmiş isem de mi bana uymazsınız?’ dedi. Onlar: ‘Doğrusu sizinle
gönderilen şeyi inkâr ediyoruz’ dediler.“ 105
3-) Aşırı Hürmet ve Saygı; Diğer Varlıkları Allah ve Rasûlünden
Çok Sevmek: “De ki: ‘Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız,
elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret,
hoşunuza giden evler, sizce Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda
cihaddan daha sevgili ise, Allah’ın hükmü gelinceye kadar bekleyin.’ Allah
fâsık kimseleri doğru yola eriştirmez.“106; “Sen, yahûdi ve müşriklerin
dünya hayatına daha düşkün olduklarını görürsün. Herbiri ömrünün bin
yıl olmasını ister. Oysa uzun ömürlü olması onu azabtan uzaklaştırmaz.
Allah onların yaptıklarını görür.“ 107
4- Kibir, Büyüklenme (İstikbar): Şirk ve küfrün sebeplerinin
başında büyüklük taslama gelir. “Küfredenler, cehenneme sunuldukları
gün, onlara ‘Siz, dünya hayatında bütün iyi şeylerinizi tükettiniz ve
onlardan gönlünüzce faydalandınız. Fakat bu gün, hem dünyada haksızca
büyüklük taslamış olmanız, hem de fâsıklık etmeniz dolayısıyla alçaltıcı
bir azap ile cezalandırılacaksınız’ denir.“108 Cehennemdeki kâfir
kuluna Allah şöyle seslenir: “Sana, âyetlerim gelmişti de, onları yalanlamış,
büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştun.“109; “Mûsâ şöyle dedi:
‘Ben, hesap gününe inanmayan her kibirlenen (mütekebbir)den Rabbime
103 7/A’râf, 173
104 2/Bakara, 170
105 43/Zuhruf, 23 - 24
106 9/Tevbe, 24
107 2/Bakara, 96
108 46/Ahkaf, 20
109 39/Zümer, 59
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
sığınırım.“110 İblis’in Âdem için Allah’a secde etmemesinin ve küfre
düşmesinin sebebi de kibir idi. “Meleklerin hepsi onun için secde etmişti;
yalnız İblis hariç. O, büyüklenmiş ve kâfirlerden olmuştu.“111 Azgın
Firavun da istikbarı yüzünden rabliğini ilân etme küstahlığında
bulundu: “(Firavun,) adamlarını topladı ve onlara bağırdı: ‘Ben, sizin en
yüce Rabbinizim!’ dedi.“ 112
5- Haddi Aşmak (Taşkınlık): Şirk ve küfrün sebeplerinden biri
de Kur’an’da “beğâ“ fiili ile anılan Türkçesi “başkalarına karşı aşırı
kibri yüzünden haksız ya da hukuksuz davranışlarda bulunmak“
olan durumdur. “Eğer Allah, rızkı kullarına (ölçüsüz) verseydi, mutlaka
yeryüzünde bağy ederler, küstahlaşırlardı. Ama O bir ölçü dâhilinde dilediğini
indiriyor.“113 “Karun, Mûsâ ümmetindendi. Ama o, toplumda
kendini bilmez bir bağî/taşkın oldu. Biz ona öyle bir hazine vermiştik ki,
onun anahtarları güçlü bir topluluğa ağır geldi. Kavmi ona demişti ki:
‘Şımarıp böbürlenme, Allah, taşkınlık edenleri sevmez. İyilik yap, Allah’ın
sana verdiği ile dünyadan nasibini unutmadan âhiret yurdunu ara ve
dünyada fesat çıkarmaya niyetlenme. Allah, bozgunculuk yapanları hiç
sevmez.“ 114
6- Utuv ve Tuğyan (Çılgınlık, Azgınlık): insanların çoğu, bilhassa
refah içinde zengin bir hayat yaşamaya başladıkları zaman,
çılgınlık ve azgınlık sebebiyle, Allah’a ve O’nun vahyine karşı burun
kıvırıp meydan okuyarak şirkin ve küfrün alçaklığına saplanırlar.
“Oysa Biz, Bize kavuşmayı ummayanları azgınlıkları (tuğyanları) içinde
bırakırız da bocalayıp dururlar.“ 115
7- İstiğnâ (Kendisini Yeterli Görmek), Zenginlik ve Refahla Şımarma,
Dünyevî Endişeler: insanın kendi kendini yeterli görmesi
ve kendi dışında İlâhî bir güce ihtiyacı olmadığını zannetmesi
yeni değildir. Teknolojinin baş döndürdüğü dünyamızda, insanlar,
bu ürünlerinin kulu olarak Allah’ı unutmuşlar ve yaptıklarına tapınmaya
başlamışlardır. “Hayır, doğrusu insan, istiğna ederek (kendi
kendine yeterli olduğunu zannederek) tuğyan/azgınlık etmektedir. Oysa
dönüş Rabbinedir.“ 116
8- Cebbarlık: insanın büyüklük taslayarak, kendi kendine yeterliliğini
tahakküm biçiminde ortaya koymasına cebbarlık denir.
Bu da şirkin ve küfrün sebeplerindendir. Kendini bu pozisyonda
110 40/Mü'min, 27
111 38/Sâd, 72-74
112 79/Nâziât, 23-24
113 42/Şûrâ, 27
114 28/Kasas, 76-77
115 10/Yûnus, 11
116 96/Alak, 6-8
ŞİRK
- 47 -
gören bir insan, Allah’a iman ihtiyacı duymaz, O’nu tanımaz. “İşte
Allah, her büyüklük taslayan ve cebbar kalbe böyle mühür vurur.“ 117
9- Çoğunluğa, Sürüye Uymak; Zanna Tâbi Olmak: “Yeryüzünde
bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar.
Onlar, zandan (kesin olmayan bilgiden, tahmin ve teoriden) başka bir
şeye tâbi olmaz, yalandan da başka (söz) söylemezler.“118 Hakikat adına
hiçbir şey ifade etmeyen zannın119 peşine düşmek, insanı Allah’a
şirk/ortak koşmaya120 götürür. Allah’a şirk koşmanın ve sahte tanrılara
tapmanın, zanna tâbi olmanın (tahmin ve teorilere yaslanmanın)
dışında hiçbir dayanağı yoktur.
10- Aklı Kullanmamak, Allah’ı Yeterince Tanımamak; Câhillik,
Allah’ı ve O’nun Tasarruflarını bilmemek
11- Sadece Hissedilebilene, Beş Duyu ile Algılanılabilene İnanıp,
Hissedilemeyeni İnkâr, Duyu Organlarının İlâhlaştırılması,
Gayba İman Etmeme
12- İnsanlara Tevhidî Dâvetin Yeterli Şekilde Yapılmaması
13- Yarını/Âhireti Uzak Görmek, Önemsemeyip İhmal Etmek,
Bâtıl Umutlar
14- Şeytanın Aldatması, Şirk Düzenlerinin ve Müşrik Çevrelerin
(İslâm’a Teslim Olmayan Ailenin, Arkadaş Grubunun, Medyanın,
Eğitimin) Etkisi.
Şirkin Çeşitleri
Câhiliyye Araplarının putlara tapan müşrikler olduğunu okuyan
veya duyan bazılarının zannettiği gibi, şirkin tek çeşidi putlara
tapmak değildir. Gerek Kur’an’a ve gerekse câhiliyye Araplarının
hayatına baktığımızda putlara ibâdetin şirk çeşitlerinden sadece
biri olduğunu görürüz. Evet, putlara tapma, şirkin en açık bir
örneğidir; ama onun dışında her zaman dilimindeki câhiliyyenin
şirki çok çeiştlidir. Farklı câhiyyelerde şirk, değişik boyutlar kazanmıştır.
Modern câhiliyyenin egemenliğindeki günümüz düzen ve
toplumlarında, doğuda ve batıda insan hayatında sayısız şekilleriyle
şirk mevcuttur.
Arap câhiliyyesinde de, sanıldığı gibi, şirk unsuru olarak
put, yalnız ve tek çeşit değildi. Müşrik Araplar, putlara ibâdetin
117 40/Mü'min, 35
118 6/En’âm, 116
119 10/Yûnus, 36; 53/Necm, 28
120 6/En’âm, 116, 148; 10/Yûnus, 35-36, 66
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
yanısıra; meleklere, cinlere tapınma, kabile taraftarlığında (ırk ve
soy asabiyetinde) aşırıya gitme, atalarının örf ve âdetlerini körü
körüne taklit gibi sahte rablere kulluk ediyorlardı. Zaten onlar,
putlara Allah gibi bir ilâh gözüyle de bakmıyorlar, onların Allah’a
yakınlık için aracı, şefaatçi olduklarına inanıyorlardı. Bununla birlikte
kesinlikle Allah’ı yaratıcı ve büyük ilâh olarak kabul de ediyorlardı.
Şirk çok çeşitlilik arzeder. Şirk, temelde Allah’tan başka
ilâh/tanrı kabul etmek olduğu halde, çok farklı görüntüleri vardır.
Şirki iyi anlamak için çeşitlerini bilmek şarttır. Şirk çeşitlerini şöyle
sayabiliriz:
1-) Şirk-i İstiklâl: Birbirinden ayrı iki ilâhın varlığını kabul etmek;
Allah ile birlikte başka bir ilâh tanımak yahut tamamen ayrı
olmak üzere Allah’tan başka bir veya birden fazla mâbudun varlığına
inanmaktır. Eski Türklerdeki yer ve gök tanrısı inancı veya
mecûsîlerin iyilik ve kötülük tanrısı inançları gibi.
2-) Şirk-i Teb’iz: Allah’ın bir olduğunu kabul etmekle beraber,
birden fazla tanrının toplanmasından meydana gelmiş bir Allah
kabul etmektir. Hristıyanların teslis, yani Allah’ın baba-oğul-ruhul
kudüs toplamı olarak bir olduğu inancı gibi.
3-) Şirk-i Takrib: Allah’a yaklaştıracakları zannıyla birtakım
putlara tapınmak; Kâinatın yaratıcısının ve düzenleyicisinin bir olduğuna
inanmakla beraber ona yaklaştıracağı inancı ile insanların
kendi yaptıkları put, heykel ve benzeri şeylere tapmasıdır. Peygamberimiz
zamanında yaşayan câhiliyye Arapları putlara, kendilerini
Allah’a yaklaştıracakları iddiası ile tapıyorlardı. Kur’an-ı
Kerim onların şöyle dediklerini anlatır: “Allah’ı bırakıp da kendilerine
birtakım dostlar edinenler derler ki: Biz bunlara ancak bizi Allah’a daha
fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.“ 121
4-) Şirk-i Taklid: Çevrenin etkisinde kalarak düşülen şirk; Ataların
bâtıl inanışlarını aynen sürdürmek, bâtıl da olsa atalar dinine
inanmak. Hususi olarak beğenip seçtikleri için değil de, atalarından
geldiği için bâtıl olduğu halde kabul ettikleri inanç, düşünce
ve yaşama biçimi, şirktir. Genellikle insanların çoğu, dinini araştırıp
delilleriyle bilerek, bâtılı haktan ayırıp seçerek değil; içinde
bulunduğu toplumda o din bulunduğu için, bulduğu saflığı veya
yanlışlığıyla birlikte bir dine sahip olur. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de
müşriklerin ağzından şöyle belirtilir: “Atalarımızı bir din üzerinde bulduk.
Biz de onların izlerine uyarız.“ 122
121 39/Zümer, 3
122 43/Zuhruf, 23
ŞİRK
- 49 -
5-) Şirk-i Esbab: Sebepleri putlaştırmak; Kâinattaki her türlü
kanunun Allah’ın yaratması ve müsaadesiyle değil de, kendi kendine
oluştuğuna ve işlediğine inanmak. Evrendeki her şeyi yaratan
ve eşyanın hususiyetlerini tayin ve takdir eden Allah’tır. Kâinatta
her şeyin özellikleri vardır. Su yüz derecede kaynar, ateş yakıcıdır
gibi. Eşyaya bu özellikleri Allah vermiştir. Allah’ı hiç tanımayarak
her şeyi eşyaya ve sebeplere bağlamak şirktir. Allah her şeye bir
sebep göstermiştir. Her şeyin sebeplerine bağlı olduğuna, sebepsiz
bir şey olmadığını kabul etmekle beraber, sebepleri Allah’ın
yarattığına inanmak şirk değildir. Şirk olan, her şeyi yalnız tabiata
ve zâhirî sebeplere vermek, sebepleri gerçek fâil ve yaratıcı kabul
etmek, sebepleri putlaştırıp yüceltmektir.
6) Şirk-i Ağraz: “Acaba Allah ne der?“ yerine; “İnsanlar acaba
ne der?“ diyerek, insanların hatırını Allah’ın hatırından üstün tutmaya
ve Allah’ın rızâsı yerine insanların beğenisini tercih ederek
Allah’ın hükmünü uygulamayıp başkalarının hükmünü isteyenlerin
şirkine şirk-i ağraz denilir.
Şirk İçin Bazı Örnekler
Bu şirk çeşitleri yanında, bazı inanç ve davranışlardan dolayı
düşülen şirki, şu örneklerle ayrı ayrı ele almak da mümkündür:
Allah’ın Sıfatları Konusunda Şirke Düşmek. Allah’ın isim, sıfat
ve fiillerinden herhangi birini inkâr etmek veya başkasını bu
hususlarda ortak görmek, O’nu gereği gibi tanımamak. Sadece
Allah’a ait olan bazı sıfat ve özellikleri, Allah’la birlikte veya
O’ndan bağımsız olarak başkasına vermek. Bunun sonucu olarak,
Allah’a herhangi bir eksiklik izâfe edilir veya ortak koşulur ki, bu
tevhidi bozar. “En güzel isimler Allah’ındır. O halde Allah’a bu isimlerle
duâ edin. O’nun isimlerinde sapıklık edenleri terk edin. Yarın kıyâmette
onlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.“ 123
Hâkimiyet Şirki; Allah’ın indirdiği emirlerle hükmetmemek
ve Allah ve Resulü’nün hükmünü kabul etmemek. Allah’tan
başkasını mutlak kanun koyucu kabul etmek, İslâm dışı kanunları
ve kanun koyucuları benimseyip kabullenmek de insanı şirke
sokar. Allah’ın hükümlerini bir tarafa bırakıp, tâğutların hükümlerini
uygulamak ve onlara tâbi olmak insanı tevhidden uzaklaştırır.
“Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.“124;
“Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi
emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların çoğu
123 7/A’râf, 18
124 5/Mâide, 44
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
bilmezler.“125; “Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki,
Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/
dinî kural kıldılar).“126; “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık
hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde
hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman
etmiş olmazlar.“127 Allah ve Rasûlü’nün hükmüne teslim olmamak,
İslâm’dan olan bir şeyden tiksinip hoşlanmamak, Allah’ın haram
kıldığını helâl/serbest veya helâl kıldığını haram/yasak saymak da
açık bir şirktir.
Allah’tan başkasına emretme, yasaklama, helâl ve haram kılma,
kanun koyma ve hâkimiyet hakkını verme gibi haller tevhidi
bozar, insanı şirke sokar. Allah’ın koyduğu hükümleri, ölçüleri bir
tarafa bırakarak hâkimiyeti herhangi bir şeye vermek bir mü’minin
yapamayacağı şeydir. Bu konuda Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle
buyuruyor: “Hüküm/egemenlik yalnız Allah’a mahsustur. O sadece kendisine
kul olmayı emretti. Dosdoğru din ancak budur.“128; “Onlar Allah’ı
bırakıp bilginlerini, râhiplerini, Meryem’in oğlu Mesih’i rabler edindiler.
Hâlbuki onlar da bir olan Allah’tan başkasına ibâdet etmekle emrolunmamışlardı.
O, bunların eş tutageldikleri her şeyden münezzehtir.“ 129
Kur’an’ın hak-bâtıl, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin... gibi
ölçülerini kabul etmeyerek başka ölçü ve kıstasları benimsemek,
şirktir. Bir kimse, benimsediği bu İslâm dışı ölçüleri koyanları,
Allah’ın dışında hüküm ve kanun koyucu olarak kabul ederse,
onu Allah’a şirk koşuyor demektir. Bu ölçü veya hükümleri koyan,
kişinin kendisi, yani hevâsı, babası, ataları, patronu, çevresi, içinde
yaşadığı toplum, çeşitli ideoloji ve felsefelerin kurucuları ve uygulayıcıları,
devlet veya devlet adamları... olabilir. Allah’ın itaat edilip
uyulmasına izin vermediği kimselerin görüşlerini veya İslâm’ın
çizdiği yoldan farklı bir yolu benimseyen, beşerî düzen ve yasaları
ilâhî nizama tercih eden kimse şirke girmiş demektir. Böyle bir
kimse, kendisinin müslüman olduğunu iddia etse, hatta İslâm’ın
birçok emirlerini yerine getirse bile bir tek konuda bile Kur’an’a
ters bir anlayışı, düşünce ve değer yargısını tercih etse şirke düşmüş
olur. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe
ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah
ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.“ 130
125 12/Yûsuf, 40
126 42/Şûrâ, 21
127 4/Nisâ, 65; ve yine bkz. 4/Nisâ, 59
128 12/Yûsuf, 40
129 9/Tevbe, 31
130 33/Ahzâb, 36
ŞİRK
- 51 -
Allah’tan Başka İlâh Kabul Etmek: İlâh; kendisine kulluk edilen,
yönelinen, kendisinden korkulan, aynı zamanda sevilen, sayılan,
kâinatın idaresini elinde tutan zat demektir. İlâh, her şeyi
görür, bilir, dilediğini yapmaya gücü yeter. Allah’tan başka bir zatın
da her şeyi gördüğünü, bildiğini ve evrende dilediği gibi tasarruflarda
bulunduğunu zannetmek şirktir. 131
Allah’tan Başka Rabler Edinmek: Rab kelimesinin anlamı: Eğiten,
yetiştiren, yönlendiren, terbiye eden, hükmeden, idare edendir.
Allah’tan başka rab edinmek şirktir. Allah’tan başka rab olarak
benimsenen sâlih bir insan, hatta peygamber bile olsa bu durum,
yine açık bir şirk olur. “Onlar, Allah’tan başka âlimlerini, din adamlarını
ve Meryem oğlu Mesih’i kendilerine rab edinmişlerdi. Hâlbuki onlar da
tek bir ilâha kulluktan başka bir şeyle emrolunmamışlardı. Zira O’ndan
başka ilâh yoktur. O, koştukları şirklerden münezzehtir.“132 insanların
Allah’tan başka rab edinmeleri nasıl olur? Allah’ın gönderdiği
Kur’an’ı bir tarafa bırakarak, üstün ve büyük bildikleri zatlara yönelip
onların her dediğini kabul eden, her hükmüne iman eden
kimseler, onların Allah’ın helâl kıldığı şeyleri haram, haram kıldıklarını
helâl kabul eden görüşlerine uyan kimseler onları rab
edinmiş olurlar. 133
Kur’ân’ın temel konusu olan tevhidle, bunun Peygamberî izah
ve uygulamasıyla yetişmiş Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi zatlar,
yöneticiliklerinde kendilerini rab olarak kabul etmemelerini insanlara
öğretmişler, “Eğer biz Allah’ın yolundan ayrılırsak, bize
itaat etmeniz gerekmez“ demişlerdi. Halkın içinden herhangi bir
genç çıkıp, “Ey Ömer, Allah’ın yolundan ayrılırsan, seni bu kılıçlarımızla
doğrulturuz“ diyebilmişti. Hz. Ömer ise, bu tevhidî şuur
dolayısıyla Allah’a hamd ediyordu.
Yakınlaştırma ve Vâsıta Anlayışıyla; Şefaatçi Kabulü ile Düşülen
Şirk: “Dikkat et, hâlis din Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım
dostlar edinenler, ‘onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’
derler.“134; “Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda
verebilecek şeylere tapıyorlar ve ‘bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır’
diyorlar. De ki: ‘Siz Allah’a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi
mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların şirk/ortak koştukları her şeyden
uzak ve yücedir.“ 135
131 Bkz. 6/En’âm, 19; 27/Neml, 63; 41/Fussılet, 6
132 9/Tevbe, 31; ayrıca bkz. 3/Âl-i İmrân, 64; 12/Yûsuf, 39; 18/Kehf, 110
133 Bkz. 9/Tevbe, 31. âyetin izahı olarak Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hds no:
3292
134 39/Zümer, 3
135 10/Yûnus, 18
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
Allah ile insanlar arasında, ibâdetleri Allah’a çıkaran ve aracılık/
arabuluculuk yapan varlıklar olduğuna inanmak: Allah ile insanlar
arasında, Allah’ın buyruklarını insanlara ulaştıran peygamberlerden
başka, Allah ile insanlar arasında bu anlamda aracılar/
şefaatçiler yoktur. Kul ile Allah arasına ibâdet yönüyle hiç kimse
giremez. Allah, kulun ibâdetini, duâsını işitir ve onu görür. Allah,
kuluna şah damarından daha yakındır. Kul duâ ettiği zaman, Allah
onun duâsını ânında işitir. Allah’ı hakkıyla takdir edemeyen
câhiller ise, kulu Allah’a yaklaştırıcı, aracı zatların olduğuna inanırlar,
böylece şirke düşerler. Yanlış bir örnekle doğruluklarını
ispatlamaya kalkışırlar: “Bir vatandaşın cumhurbaşkanı ile görüşebilmesi
için aracılara, cumhurbaşkanına yakın zatlara ihtiyaç duyulur
da âlemlerin rabbi olan Allah ile görüşebilmek için aracılara
ihtiyaç duyulmaz mı?“ derler. Elbette cumhurbaşkanı ile herkes
görüşemez, aracılara ihtiyaç duyulur. Çünkü cumhurbaşkanı, bir
anda ancak bir kişiyle görüşebilen, bir kişiyi duyabilen âciz ve
zavallı bir varlıktır. Milyonlarca vatandaşı bir anda kabul etmesi,
onları görmesi ve işitmesi mümkün değildir. Fakat Allah bundan
âciz midir ki aracılara gerek duysun! O, bir anda bütün kâinatı ve
yarattığı varlıkları görür ve duyar. O, semî’ ve basîrdir. Çünkü O,
ilâhtır. Gerçek İlâh, âcizlik göstermez, eksik ve noksanlıktan uzaktır.
Kul ile Allah’ı karşılaştırıp kıyas ederek böyle bir şirki, ibâdet
gibi insanlara sunmak, şeytanın evliyâsının bir tuzağıdır. Bu tuzağa
düşmemek için uyanık olmak, Allah’ın kitabını okumak ve
anlamak gerekir. Allah Kitab’ında ne buyuruyor: “Rablerinin huzurunda
toplanacaklarından korkanları Kur’an ile uyar. Ki onların Allah’tan
başka velîleri ve şefaatçıları (aracıları) yoktur. Umulur ki sakınırlar.“136;
“Kullarım sana Benden sorarlarsa, Ben şüphesiz onlara yakınım. Bana duâ
edenin, duâ ettiği zaman duâsına cevap veririm. O halde onlar da Benim
çağrımı kabul etsinler ve Bana inansınlar ki doğru yolu bulabilsinler.“ 137
Velî/Dost Edinme Şekliyle Şirk; Mü’minleri Bırakıp Kâfir ve
Münâfıkları Velî/Dost Edinmek: Sevgi, güvenme ve yardım bekleme
gibi duyguların bir araya gelip kaynaşmasından velî/dost
edinmek adı verilen yakınlık doğar. Allah, Kur’an’da velî, dost
ve yardımcı olarak kendisinin yeterli olduğunu belirtir “Allah sizin
düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost) olarak Allah
yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.“138 insan için Allah’tan başka
gerçek anlamda dost ve yardımcı yoktur. “Gerçek şu ki, göklerin ve
yerin mülkü Allah’ındır; diriltir ve öldürür. Sizin Allah’tan başka velîniz ve
136 6/En’âm, 51
137 2/Bakara, 186
138 4/Nisâ, 45
ŞİRK
- 53 -
yardımcınız yoktur.“139 Kâfirleri dost tanıyıp, müslümanları sevmemek
açık bir şirktir: “Ey iman edenler! Yahudilerle, hristiyanları dost
edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost edinirse,
o da onlardandır.“140; “Ey iman edenler! Sizden önce Kitap verilenlerden
dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları ve kâfirleri dost edinmeyin.
Eğer gerçek mü’minlerden iseniz Allah’tan korkun.“ 141
Kâfirleri velî ve yönetici tanımak açık bir şirktir. Velî kelimesi,
Arapçada hem dost, hem de sahip, yönetici anlamına gelir.
Mü’minler birbirlerinin dostudur. Allah da mü’minlerin sahibi ve
yöneticisidir. Bir mü’min, Allah için ve O’nun izin verdiği mü’minleri
velî/dost edinmeyi bırakıp kâfirleri dost ve yönetici olarak kabul
ederse, imanı boşa çıkar ve müşrik olur. “Allah, mü’minlerin velîsidir.
Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîsi ise tâğuttur. Onları
aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. Onlar ateş arkadaşlarıdırlar. Orada temelli
kalacaklardır.“142; “Ey iman edenler, kendilerine Kitap verilenlerden
herhangi bir gruba itaat ederseniz, onlar sizi, imanınızdan sonra çevirip
kâfir yaparlar.“143 Velî, yani gerçek ve mutlak anlamda yönetici, dost
ve yardımcı edinilmeye lâyık yegâne varlık Allah’tır. O’ndan başkaları,
kendilerine bile yardım etmeye güçleri yetmeyen, kendileri
de Allah tarafından yaratılmış olan, her bakımdan Allah’a muhtaç
ve bağımlı olan âciz varlıklardır. “De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var
eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’
De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve
‘sakın Allah’a ortak koşan müşriklerden olma!’ (denildi).“144 Müşriklerin
önemli bir özelliği, kendilerine Allah’tan başka dostlar edinmeleridir.
Allah’ı bırakıp kullarını velî (mutlak yönetici, dost ve yardımcı)
edinmek, Kur’an’a göre şirktir. “İnkâr edenler, Beni bırakıp
kullarımı evliyâ/dostlar, velîler edindiklerini mi sandılar? Gerçekten Biz
cehennemi kâfirler için bir konak/durak olarak hazırladık.“145; “Yardım
görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki onların (o
sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye asla güçleri
yetmez. Bilâkis onlar, bu mâbutlar için yardıma hazır askerlerdir.“ 146
Herhangi Bir İbâdet Şekliyle, Özellikle Duâ Hususunda Şirke
Girmek, İbâdeti Allah’tan başkasına yapmak. Allah’tan başkasına
secde etmek, Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan
139 9/Tevbe, 116
140 5/Mâide, 51
141 5/Mâide, 57
142 2/Bakara, 257
143 3/Âl-i İmran, 100
144 6/En’âm, 14
145 18/Kehf, 102
146 36/Yâsin, 74-75
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
başkasına duâ etmek gibi fiiller tevhidi bozar. “De ki, şüphesiz benim
namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm yalnız âlemlerin Rabbi
olan Allah içindir.“ 147; “Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden
yardım ister, medet umarız (Ey Allah’ım!)“148; “Allah ile beraber başka
bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun.“149;
“Allah’tan başkasına (yalvarıp) duâ edenden daha sapık kim vardır? Yalvardıkları
o kimseler kıyâmet gününe kadar onlara cevap veremezler ve
onların duâlarından habersizdirler.“150; “Allah’tan başka duâ ettikleriniz
sizin gibi kullardır.“151; “Allah’ı bırakıp da duâ ettikleriniz size yardım etmeye
muktedir olamazlar; Onlar, kendilerine bile yardım edemezler.“ 152
İlâhî gücün tamamı Allah’ın elindedir. O’ndan başka böyle bir
güce sahip kimse yoktur. Duâ elbette, güç ve kudret sahibi, yardım
etme ve tasarruf sahibi olma gibi şartları taşıyan kimseye yapılır.
Müşrikler, Allah’ın dışında, bu tür şartları, vasıfları üzerinde
taşıyan zatların olduğuna inanırlar. Onlara yönelerek medet umar,
duâ ve niyaz ederler. Tevhîdî bir imana sahip olan, şirklerden arınmış
bir mü’min ise yalnızca Allah’a yalvarır, ihtiyacını O’na arzeder
ve yalnızca mutlak anlamda O’ndan yardım diler. Müşrikler,
yardım ümidiyle; ölülere, mezar taşlarına, türbelere ve kutsal saydıkları
yerlere giderek orada çeşitli ibâdetler yaparlar, onlar için
adaklar ve kurbanlar keserler, çaputlar bağlarlar, şekiller çizerler,
orada medfun olan yatır veya evliyâ dedikleri zatlara duâ edip arzularına
nâil olmak isterler. İnsanların çoğu, bilmeden bu tür şirke
düşer. Câhillik, insanı şirke götüren en kolay, en kestirme yoldur.
Hele İslâm dışı bir çevrede, İslâm’ı yozlaştıran ve tahrif eden bir
anlayışın hâkim olduğu, gerçek dinin mahkûm olduğu ortamlarda
bu yol daha hızla kişiyi şirke ulaştırır.
Câhil halk, Allah’tan başka yatırlara, türbelere duâ etmekte,
hatta bazen Allah’ın Rasûlünü de kendi şirkine âlet etmektedir.
Bazı câhil insanlar, duâ ederken: “Ya Rabbi, Ya Rasûlallah!“
diye nidâ etmektedir. Dolayısıyla hem Allah’a, hem de Allah’ın
Rasûlüne duâ ediyor. Bunun sebebi, çoğunlukla “Rasûlullah“
kelimesinin anlamını bilmemek olmalıdır. İkinci sebep ise,
Rasûlullah’ın ölümsüz olduğu, herkesi görüp gözeterek ümmetinin
yardımına her an koştuğu inancı olabilir. Hurâfe ve şirk inancı,
insanlara Peygamber’in ölümsüz olduğunun yanında, evliyâların,
Hızır’ın, Mehdi’nin, Mesih’in ölümsüz olduğunu, fakat bunların
147 6/En’âm, 162
148 1/Fâtiha, 5
149 26/Şuarâ, 213
150 46/Ahkaf, 5
151 7/A’râf, 194
152 7/A’râf, 97
ŞİRK
- 55 -
gizli yaşadıklarını, herkesin onları görmesinin mümkün olmadığını
kabul ettirmiştir. Oysa peygamberlerin ölümlü olduğunu Kur’an
bize açıkça ifade etmektedir: “Muhammed ancak bir peygamberdir/
elçidir. O’ndan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da
öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle)
geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri
mükâfatlandıracaktır.“153 Peygamberimiz’in vefatından sonra,
onun ölümüne inanmak istemeyenlere karşı Hz. Ebû Bekir’in
cevabı meşhurdur: “Herkes bilsin ki Muhammed (s.a.s.) ölmüştür.
Kim, Muhammed’e tapıyorsa O, beşerdi ve öldü. Kim de Allah’a
tapıyorsa bilsin ki O, diridir, hayy ve kayyûmdur. Kendisinden başka
ilâh olmayan tek Allah’tır.“
“Sizden hiçbiriniz, beni ana babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan
daha fazla sevmedikçe gerçek mü’min olamaz.“ insanlar içinde
en çok, hatta kendi nefsimizden daha fazla Allah Rasûlünü
sevmek zorundayız. Bu sevgi, “anam babam (ve kendim, senin
uğruna) fedâ olsun yâ Rasûlallah!“ diyen ashâbın dillendirdiği
fedâkârlık boyutlarında da olmalıdır. Ama Allah için sevmekle,
Allah’ı sever gibi sevmek, tevhidle şirk kadar birbirinden apayrı
şeylerdir. Peygamberlerini sevmekte aşırıya giderek şirke düşen
hristiyanlar, peygambere duâ edip yalvarır, ondan bir şeyler isterken;
tevhidî esaslara bağlı olan mü’minler, peygamberleri için
Allah’a duâ eder, Allah’ın ona rahmet etmesini isterler; yani salevat
getirirler. Birinde kendisinde ilâhî özellik görülerek duâ edilen,
Allah’a şirk koşulan bir yanlış sevgi; diğerinde, kendisi için Allah’a
duâ edilen, insan olarak büyüklüğüne rağmen, duâya, Allah’ın
rahmetine muhtaç kabul edilen bir kul olarak doğru sevgi...
Allah ve Rasûlü’nden Geldiği Kesinlikle Sâbit Olan Nasslara,
Hükümlere Bir Bütün Olarak Tümüne İnanmamak: Kim Kur’an’ın
hükümlerinden birini geçersiz sayıyor veya ona inanmıyorsa o
kişi Allah’a ortak koşmuş olur. “...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman
edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası,
ancak, dünya hayatında rüsvaylık/rezilliktir. Kıyâmet gününde ise en
şiddetli azaba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil
değildir.“154; “...Sakın dinlerini parçalayan, fırka fırka olan ve her fırkası,
kendi elindekiyle sevinen müşriklerden olmayın.“ 155
Kur’an’la, Sünnetle, Dinle, Peygamberle Alay Etmek, Onlara
Hakaret Etmek: “Eğer onlara, (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette,
153 3/Âl-i İmrân, 144
154 2/Bakara, 85
155 Rûm, 31-32
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
‘biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk’ derler. De ki: ‘Allah ile O’nun
âyetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz? (Boşuna) özür
dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden
(tevbe eden) bir grubu bağışlasak bile bir gruba da suçlu olduklarından
dolayı azab edeceğiz.“156; “O (Allah), Kitap’ta size şöyle indirmiştir
ki: ‘Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz
zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (başka konuya
geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi
olursunuz. Elbette Allah, münâfıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya
getirecektir.“ 157
Allah’tan Başkasına Tevekkül Etmek, Mutlak İtimad ve Güven
Duymak: “Mü’min iseniz Allah’a tevekkül ediniz..“158; “De ki: ‘Allah’ın
bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isâbet etmez. O bizim
mevlâmızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.“159;
“Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki onların
(o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye asla
güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu mâbutlar için yardıma hazır askerlerdir.“
160
Sevgi, Hürmet ve Bağlılık Yönüyle Şirk. Bir insanı veya Nesneyi,
İdeolojiyi Aşırı Şekilde Severek Putlaştırmak: “(İbrahim onlara)
dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna
Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...“161; “İnsanlardan bazısı
Allah’tan başkasını Allah’a -hâşâ- eşler, ortaklar, benzerler edinirler de
onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri
daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak
bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın
gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.“162; “Biz insana, anne ve babasına
(karşı) ihsânı/güzelliği tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin
olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa,
bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Artık yaptıklarınızı
size haber vereceğim.“ 163 Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetim adına
en çok korktuğum şey Allah’a şirk koşmaktır. Ancak benim söylediğim,
onların güneşe, aya, putlara tapmaları değildir. Benim korktuğum şirk,
Allah dışındaki şeylerin hoşnutluğunu gözeterek ameller yapmak ve gizli
156 9/Tevbe, 65-66
157 4/Nisâ, 140
158 5/Mâide, 23
159 9/Tevbe, 51
160 36/Yâsin, 74-75
161 29/Ankebût, 25
162 2/Bakara, 165
163 29/Ankebût, 8
ŞİRK
- 57 -
şehvettir.“ 164
Allah’tan Başkasının da Gaybî Yollarla Fayda ve Zarar Verebileceğine
İnanmak: Gaybî yollarla, yani arada hiçbir vâsıta olmadan,
mûcizevî bir şekilde yapılan yardıma, böyle bir güce ancak
İlâh sahiptir. İlâh ise yalnızca Allah’tır. Allah’tan başka hiçbir
varlık hiçbir surette gaybî yollarla hiç kimseye fayda da zarar da
veremez. Böyle bir güce peygamber de sahip değildir. “De ki: ‘Ben
Allah’ın dilediğinden başka kendime (bile) herhangi bir fayda veya zarar
verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok
hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı, ben sadece
inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.“165; “De ki: ‘Allah’ı bırakıp
da sizin için fayda ve zarara gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz?
Hakkıyla işiten ve bilen yalnız Allah’tır.“ 166
Allah’ın Âyetlerinden Yüz Çevirmek: Kur’an’dan, Allah’ın
âyetlerinden yüz çevirmek, onları önemsemeden hayatına yön
vermek, yaşadığı hayatı Kur’an’a uymayan bir tarzda sürdürmek
de şirktir. Çünkü insan ancak Allah’ın âyetlerini yaşadığı sürece
Allah’a kulluk eder. Allah’ın âyetlerinden uzak olduğu zaman
Allah’a kulluktan da uzaklaşır. Ya hevâsının, heveslerinin kulu
olur, ya da uyduğu lider ve büyüklerinin kulu olur. “Allah’ın âyetleri
sana indirildikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Rabbine yalvar
ve sakın müşriklerden olma!“167; “Şu hevâ ve hevesini kendisine ilâh
edinen kimseyi gördün mü?“168; “Âyetlerimiz size okunmadı mı? Fakat
siz, büyüklük tasladınız ve suçlu bir kavim oldunuz.“169; “...Âyetlerimizi
tanımayıp yalanlayanlar ise, işte onlar cehennem ateşinin dostlarıdır ve
orada ebedî kalacaklardır.“ 170
İtaat ve İttibâ Yoluyla Şirk. Tâğutların Hükmünü Allah’ın
Hükmüne Tercih Etmek, İslâm’ın Yaşanıp Kur’an’ın Hâkim Olmasını
İstememek, Rasûlullah’ın Örnek ve Önder Olduğunu Kabullenmemek.
“Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki,
Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/
dinî kural kıldılar.“171; “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler
(ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir
ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh
164 İbn Mâce, hadis no: 4205
165 7/A’râf, 188
166 5/Mâide, 76
167 28/Kasas, 87
168 45/Câsiye, 23
169 45/Câsiye, 31
170 2/Bakara, 39
171 42/Şûrâ, 21
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.“ 172
Kötülüğü Hoş Karşılayıp Yayılmasına Seyirci Kalmak, Kötülüğü
Emretmek: “Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir.
Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler.
Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu (Onları terketti, hidâyet ve
yardımını kesti)! Çünkü münâfıklar fâsıkların kendileridir!“ 173
Korku Yönüyle Şirk: “Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek
bir ilâhtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde
ne varsa O’nundur. Din de (itaat ve kulluk da) sürekli olarak O’nundur.
Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?“174; “Allah,
kuluna yeterli değil mi? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah,
kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur.“175; “İşte o şeytan,
ancak kendi dostlarını (veya sizi kendi dostlarından) korkutur. Şu halde,
eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.“ 176
Müşrikler, taptıkları şeylerin kendilerine zarar verebileceğini
düşünerek, onlara kulluk edebilirler. Hz. Hûd’a (a.s.) onlar şöyle
diyorlardı: “Tanrılarımızdan biri seni çarpmıştır’ demekten başka bir şey
söylemeyiz.“177 Buradaki “çarpmak“, daha ziyade “deli etmek“ şeklinde
izah edilmiştir.
Cibt ve Tâğuta da İnanmak: Cibt: Asılsız ve bâtıl olan hurâfeler,
Allah’tan başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Cibt; büyücülük,
müneccimlik, gaybdan/gelecekten haber verme, kehânet
gibi şeylere denir. Tâğut ise: Allah’ın çizdiği sınırları aşan, sapmış,
azgın kimseler; Allah’ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki
anlayış, düzen, sembol, put veya şahıslardır. Bunlar, Allah’ın Kitabında
olmayan ve Kitab’a aykırı olan hükümleri ve kanunları
insanlara Allah’ın kanunları gibi sunarlar. Cahil kimseler de bunlara
aldanıp inanırlar. Böylece imanlarını boşa çıkarırlar. “Kitaptan
bir nasip verilenleri görmüyor musun? Cibt ve tâğuta (putlara ve bâtıl
tanrılara) iman ediyorlar. Sonra da kâfirler için ‘bunlar, Allah’a iman edenlerden
daha doğru yoldadır’ diyorlar. İşte bunlar, Allah’ın lânetledikleridir.
Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı
bulamazsın.“178 “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman
ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Tâğutun önünde mahkemeleşmek,
onların hükümlerini uygulamak istiyorlar. Oysa onu tanımamakla
172 9/Tevbe, 31; Ve bkz. 4/Nisâ, 65, 59; 33/Ahzâb, 36
173 9/Tevbe, 67; Ve bkz. 5/Mâide, 78-79
174 16/Nahl, 51-52
175 39/Zümer, 36
176 3/Âl-i İmrân, 175
177 11/Hûd, 54
178 4/Nisâ, 51-52
ŞİRK
- 59 -
emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.“ 179
Tasarruf ve Hulûl Yoluyla Şirk.
r- Kur’an’ın Zâhirî Mânâsına Ters Düşen Bâtınî Anlamlarının
Olduğuna, Bunları da Ancak İlham Aracılığıyla Az Sayıda insanların
Bilebileceğini İddia Etmek.
s- Tevhid Ehli Bir Mü’mini Haksız Yere Tekfir Edip Katlini
Helâl Saymak.
İttibâ Şirki
İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak
mümkündür: İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki. Bırakın
eğitim kurumlarını, câmiilerde bile (istisnalar dışında) tevhidden
şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından
ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla
bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek... Abdesti bozan şeylerin
üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem
vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının
tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle
doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani
tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden
dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir.
Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine
ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında
siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden
zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki
silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle
(veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan
mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın
askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir
silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da
imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.
Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki
yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir.
Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz.
“Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında
bileceklerdir.“180 Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet
asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi.
İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî
çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla
179 4/Nisâ, 60
180 26/Şuarâ, 227
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve
benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa
zaman içinde boşalacaktır.
Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’an en fazla
önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi
tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla
tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm
âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler...“ diye tevhide işaretle, o temeli
güçlendirmek ve üstüne bina dikmek için alt yapıya dikkat
çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak
başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna
dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara
atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, İman edin!
(imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı
yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).“ 181
“Lâ ilâhe illâllah“ hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece
kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz
ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır.
Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini
ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, İman edin!“ diye
uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu
için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı,
yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O’na
ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın
kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine
muhtaç değildir, ama insan muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet
halindedir; ya Allah’a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla
küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır.
Âdemoğlu, hem Allah’a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz.
182; “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle
Allah’a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan
kullarımı müjdele!“183 Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah“a
muhtaçtır.
Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız
Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur“ diyerek insanları
tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz de kavmini bu
esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle, onunla Allah’ın
yanında sana şefaatçı olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah...“
181 4/Nisâ, 136
182 Bkz. 33/Ahzâb, 44
183 39/Zümer, 17-18
ŞİRK
- 61 -
diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren
bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece
bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için
mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum
vardı. Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri
vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı.
İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı,
Kitab’a uymayı, Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de
ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm... Ama bunların
temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı
içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri
gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.
Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş
sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah’a yapılması ve helâl-haramda
Allah’ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka
ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allah’tan başkasına
yönelme ve Allah’tan başkasının Allah’a rağmen hüküm koyması,
helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar,
kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar.
Yığınlar, tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu
bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu
organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele’ (ileri gelenler,
müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil;
sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla
halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır. Bu zâlimlere göre,
gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması
yoluyla Allah mı? Bütün câhiyyelerdeki müstekbirleri
tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan
egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan
kalkması onların işine gelmez. Hâlbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı,
rızık verici... Allah’a aittir. “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/
hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!“184;
“...Hüküm sadece Allah’a aittir.“185; “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir?
Hiç düşünmüyor musunuz?“186; “Allah’tan başka size gökten ve yerden
rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl
oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?“
187
Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya gizli
184 7/A’râf, 54
185 12/Yûsuf, 40
186 16/Nahl, 17
187 35/Fâtır, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına,
süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının
ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında
kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak,
güya onlar adına sürdürürler. Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar,
bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına
aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün
güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur,
tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara
karşı kışkırtırlar. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ’yı öldüreyim de, o Rabbine
duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâ’yı kurtaracak mı?) Çünkü ben,
onun dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk
çıkaracağından korkuyorum.“ 188
Mekke’deki olay da aynıydı. Mele’, Kureyş’ti orada. Düşmanlık
ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid
arasındaydı. Kendilerine karışmayacak “el-emîn“ Muhammed
(s.a.s.)’den şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi
halinde mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim
ediliyordu. Dâvetle düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi
arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablık
anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile tapınılan bir rabdı,
baba ve dedelerin örfü, kamuoyu tapınılan bir rabdı. Kureyş ve
diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve dilediğini haram
yapan rablerdi.
Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe denilen altın nesil.
Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne
anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti
onların hayatında? Mü’minlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişince,
şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/
inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından,
bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının
tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür?
Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen
bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması
düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve
tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah’a iman eden
tevhid eri bir mü’minin Allah’a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud,
tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi
nasıl olur?!
İman iddiası, itaat ile ispat edilmeden insanı kurtaramaz.
188 40/Mü’min, 26; Ve yine bkz. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54
ŞİRK
- 63 -
Bu konuda Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem,
Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu:
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve
Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten
başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların
şirk koştukları şeylerden yücedir.“189 Adiy: “Ya Rasûlallah, hristiyanlar
din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar
ki“ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram
yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?“ Adiy: “Evet“ dedi.
Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.“ 190
“Rabbinizden size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek
onlara uymayın.“191; “Yoksa Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara
meşrû kılacak ortakları mı vardır?“192; “Ayrılığa düştüğünüz herhangi
bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.“193; “...Doğrusu, şeytanlar, sizinle
tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz
siz müşrik olursunuz.“194; “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan
çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı
içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman
etmiş olmazlar.“195; “(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat
ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar
mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne
çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.“196; “Kim Allah’ın
indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.“197; “Yoksa
câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan
daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?“198; “Allah, hüküm
verenlerin en üstünü değil midir?“199; “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin,
Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa
düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu
Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem
hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.“200; “Allah ve Rasûlü,
bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi
189 9/Tevbe, 31
190 Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî,
hadis no: 5093
191 7/A’râf, 3
192 42/Şûrâ, 21
193 42/Şûrâ, 10
194 6/En’âm, 121
195 4/Nisâ, 65
196 24/Nûr, 47-48
197 5/Mâide, 44
198 5/Mâide, 50
199 95/Tîn, 8
200 4/Nisâ, 59
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.“201; “...Dikkat edin, yaratmak
da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne
yücedir!“202; “İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar
var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.“203;
“...Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi
emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu
bilmezler.“ 204
Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi,
Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme
ulaştırır: “Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine
itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır;
orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a
ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu
devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.“205;
“Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve Peygamber’e
aittir. O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin,
Allah ve Rasûlüne itaat edin.“206; “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp
Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en
güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler
onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.“207; “(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer
Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.
Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a
ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.“
208
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu
Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya,
güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını
bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan
başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.“ 209
Hüküm koyma (teşrî), “Lâ ilâhe illâllah“la direkt ve sağlam bir
şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. “Allah’ın
201 33/Ahzâb, 36
202 7/A’râf, 54
203 6/En’âm, 82
204 12/Yûsuf, 40
205 4/Nisâ, 13-14
206 8/Enfâl, 1
207 39/Zümer, 17-18
208 3/Al-i İmrân, 31-32. Yine bkz. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/
Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16;
23/Mü’minûn, 115
209 İbn Mâce, hadis no: 4205
ŞİRK
- 65 -
indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.“210 âyetinde fukahâ, Allah’ın
indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir
edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün
gerisinde bir küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden
rüşvet aldığından, önündeki meselede Allah’ın indirdiği dışında
bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez.
Allah’ın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki
konuda yanılan ve Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş
olan biri ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça
ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar...
Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah’ın indirdiği dışında bir şeyi
teşrî ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla,
fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın indirdiği
dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah’tan ayrı olarak
teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allah’ın
dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa
rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın
dinine muhâlif haramlar helâllar koyuyor. Ardından açıkça veya
lisan-ı haliyle: “Allah’ın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı
uygulayın, çünkü bu, ona denktir veya bu, Allah’ın kanunundan
daha üstündür, kıymetlidir“ diyor. İslâm tarihinde fıkıh âlimleri,
bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir.
Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden
şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine
rağmen ve kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe
(hüküm koymaya) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır;211 çünkü
ikrahta rızâ yoktur.
Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle
insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman
olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara
sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü
dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak,
İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek,
Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu
iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar
ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, “lâ
ilâhe illâllah“ deyince müslüman olacakları, İslâm’ı yaşamasa da
insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların
önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece
210 5/Mâide, 44
211 16/Nahl, 106
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
diliyle söyleyenler. 212
Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevanın soyulmasının bazı etkenleri,
sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’lma’rûf
ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata
meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi,
israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle
mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının
oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin başında gelir.
Büyük ve Küçük Şirk; Açık Şirk ve Gizli Şirk
Şirki İslâm âlimleri şu şekilde de ayırmışlardır. a- Büyük Şirk:
Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmektir ki bu, en büyük inkâr ve
küfürdür. b-Küçük Şirk: Bazı amelleri yaparken Allah’ın dışında
başkalarının da rızâsını hesaba katmaktır. Böyle bir tavır riyâ ve
amelî münafıklıktır. Şirkle ilgili yukarıdaki tasniflerin yanında,
şirk; açık şirk ve gizli şirk olmak üzere de ikiye ayrılmıştır.
Gizli Şirk
Açık şirk: Allah’ın zatında, sıfatlarında ve isimlerinde ortak
tanımaktır. Bu şirkin tesbiti kolaydır. Fakat gizli şirk öyle değildir.
Gizli şirk; Allah’ın tasarruflarına (isteklerine) kafa tutmak
ve Allah’tan beklenmesi gerekeni başkasından beklemektir. Bu
şirkin farkına varmak zordur, kişi çoğu zaman bu şirke düştüğünün
farkına bile varmayabilir. Maalesef, günümüzde dinini tam
olarak bilmeyen bazı müslümanlar gizli şirke bulaşmaktadırlar.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) bu hususta müslümanları
uyarmaktadır. Riyâ, gizli şirklerin başında gelir. Meselâ, bir insan
Allah’a ibâdet ederken insanların gözüne girmeyi, onların yardımlarından
faydalanmayı amaç edinirse, şirk koşmuş olur. Buna gizli
şirk denir. Çağımızda bir hastalık derecesine varan, aşırı mal-mülk
sevgisi, aşırı para ve servet hırsı, aşırı şöhret sevdası gibi kötü duygular
da gizli şirk sayılmışlardır. Bunlar için delicesine çalışılırsa, bu
çok tehlikelidir. Farkına varmadan insanı şirke götürebilir. Çünkü
İslâm’da ibâdet, sadece Allah’ın rızâsı için yapılır; hayatın amacı
sadece Allah olmalıdır.
“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler.“213 Allah Rasûlü
(s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum
küçük şirktir.“ ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular.
“Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıkla-
212 Geniş bilgi için bkz. Muhammed Kutub, Tevhid
213 10/Yûnus, 106
ŞİRK
- 67 -
rını verdiği zaman riyâkârlara: ‘Dünyada kendilerine gösteriş yapmakta
olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak
mısınız?’ buyurur.“ 214
Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, şirkten
sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.“
İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından
daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?“
“Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana
sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de senden mağfiret dileriz’ deyin“ buyurdu.
215
Allah’ın halili (dostu) İbrahim (a.s.) ne güzel dua etmiş: “Allah’ım,
beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ya Rabbi, şüphesiz ki
bu putlar, birçok insanı saptırdı.“216 Âyette belirtildiği üzere, İbrahim
(a.s.) bile kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması için Allah’a
duâ etmiştir.
Hele, İslâm’ın hâkim olmadığı günümüz câhiliyye ortamlarında
şirk çeşitleri daha da çoğalmıştır. Kur’an’ın birçok âyetinde,
küçük olsun, büyük olsun şirkin her türlüsünden arınan müttakî
kullardan bahsedilir. Allah’ın birliğine iman eden, Allah’a şirk koşanlara
düşman olan, tâğutlara ve müşriklere buğz ederek Allah’a
yaklaşan, sadece Allah’ı dost, ilâh ve ma’bud edinen, yalnız O’nu
seven, O’ndan korkan, O’ndan uman, O’ndan yardım isteyen,
O’na boyun eğen, O’na tevekkül eden, O’nun emrine tâbi olup
rızâsını gözeten, bir iş yaptığı zaman Allah adıyla yapan ve hayatının
her bölümünü O’na ait kılan kimseler kurtuluşa ermişlerdir.
“De ki, namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbi Allah
içindir. O’nun hiçbir şeriki/ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben
müslümanların ilkiyim.“217; “De ki, Allah her şeyin Rabbi iken, ondan başka
bir rab mi arayayım?“ 218
Küçük Şirk
Kebâirden, (büyük günahlardan) daha büyük, ebedî cehennemlik
yapan şirkten daha küçük olan şirk unsurları, küçük şirk
diye adlandırılır. Günümüzde de her yerde görülebilen küçük şirke
bazı örnekler verelim:
1- Riyâ (Allah rızâsı için yapılması gereken bir ibâdeti Allah’tan
214 Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457, 4/58; Müsned, Ahmed bin Hanbel
215 İbn-i Kesir
216 14/İbrahim, 35-36
217 6/En’âm, 162-163
218 6/En’âm, 164
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
başkası için yapmak anlamında).
2- Allah’tan başkası adına yemin etmek (Allah’ın dışında yemin
edilecek kutsal bir varlık kabulü anlamında).
3- Mavi boncuk, nazar boncuğu takmak (zarardan uzaklaştırmak
için manevî sığınak olarak Allah’ın dışında bir şey kabulü
anlamında).
4- Sihir/büyü ve üfürükçülük, kâhinlik, medyumluk, arraflık:
“...Süleyman kâfir olmadı (büyü yapmadı ve ona inanmadı). Lâkin şeytanlar
kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri öğretiyorlardı...“ 219
5- Gelecekten haber vermek ve bu haberlere inanmak veya
mutlak gaybı bildiğini iddia etmek (Yıldızlardan ve burçlardan
yola çıkarak, her çeşit fal bakarak, cinlerden öğrendiğini iddia
ederek gelecekle ilgili bilgiler vermek ve bu yalanlara inanmak;
kendisinin veya başkasının geleceği, mutlak gaybı bildiğini iddia
etmek anlamında).
6- Allah’tan başkası adına adak adamak veya kurban kesmek,
muskacılık, cincilik yapmak
7- Uğursuzluk görüşü.
Gizli Şirk Örneği Olarak Riyâ
“Riyâ“ kavramının aslı görmek anlamına gelen “ru’yet“tir. Riyâ;
kişinin, görsünler diye bir davranış içerisine girmesi, bir ibâdeti
gösteriş için yapmasıdır. Bu; işte, davranışta ve ibâdette gösteriştir.
Sâlih bir ameli Allah rızâsını kazanmak amacıyla değil, insanların
beğenisini, onların hoşnutluğunu kazanmak için yapmaktır. Bu
şekilde gösteriş yapanlara ‘riyâkâr’ veya ‘mürâi’ denilir.
Riyâ anlayışında, yapılan fiil niyete uymaz. Bu uygunsuzluk
yerine getirilen ibâdette ve davranışta ya tamamen ya da biraz
olabilir. Riyâ, samimiyetsizliğin, ikiyüzlülüğün, kişiliksizliğin bir sonucudur.
Bazı zayıf karakterli insanlar, ya bir dünyalık elde etmek,
ya bir makama çıkmak, ya da şöhrete ulaşmak için başkalarına şirin
görünmeye çalışırlar. Onların hoşuna gidecek davranışta bulunurlar.
Oldukları gibi değil de; yaranmaya çalıştıkları kişilere göre
görünürler, ortama göre hareket ederler.
Riyânın en çirkini şüphesiz, insanı Rabbine yaklaştıran ve kulluğun
gereği olan ibâdetin veya İslâmî ilkelerin çirkin çıkarlara
âlet edilmesidir. Kişinin, ibâdeti, kul olduğu ve Allah’ın rızâsını
219 2/Bakara, 102
ŞİRK
- 69 -
kazanmak için değil de; menfaat elde etmek niyetiyle yapmasıdır.
Bir kişinin tamamen veya az da olsa saf ve iyi niyetinin tersine iş
ve ibâdet yapması, bunun sonucunda mükâfat beklemesi riyâdır.
Riyâkâr, Allah rızâsı için yapılması gereken bir ibâdeti, kullar
görsün diye sergiler. Allah’tan beklenmesi gereken sonucu/ödülü
de kullardan bekler. Böyle bir durumda iki yalan ve yanlış vardır:
Allah rızâsı için yapması gereken davranışı kullar için yapmak;
Allah’tan beklenmesi gereken bir mükâfatı kullardan beklemek.
Kur’an-ı Kerim, riyâyı münâfıkların önemli bir özelliği olarak saymaktadır:
“Gerçek şu ki, münâfıklar (sözde), Allah’ı aldatmaktadırlar.
Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman isteksizce (tembel
tembel) kalkarlar. İnsanlara karşı riyâ (gösteriş) yaparlar ve Allah’ı çok az
anarlar.“220 Yine, Mâûn sûresinde namazı gösteriş için kılıp, kıldığı
namazdan habersiz olanlar kınanmaktadır. Sûrenin başında Din’i
yalan sayan, yetime yemek yedirmeyi teşvik etmeyen kimse kınanırken,
sûrenin sonunda, riyâ/gösteriş için namaz kılanlar ağır dille
suçlanır. Bu kimseler “mâûn“u (zekâtı veya çeşitli yardımları)
da vermezler.221 Mâûn sûresinin ifadesine göre bu gibi riyâ, Din’i
yalanlamakla eşittir; münâfıklık ve çirkin bir davranıştır. Riyâ, olduğundan
farklı şekilde iyi görünerek insanların kalbinde hak
etmediği bir yer almak isteğidir. Böylesine bir davranış karakter
bozukluğudur, bir kalp hastalığı ve alçak bir ikiyüzlülüktür. 222
Riyânın Dereceleri: İmam Gazâli, riyânın dört derecesini saymaktadır:
1- En ağır riyâ çeşidi; hiçbir sevap beklentisi olmadan gösteriş
için ibâdet etmek. Abdestsiz olduğu halde insanların yanında namaz
kılmak gibi. Bu, açık bir şirktir.
2- Biraz Allah rızâsı için niyet olsa da, ibâdeti gösteriş için yapmak.
Tek başına olsa yapmayacağı o ibâdeti başkalarının görmesi
için yapmak. Bu davranış, gizli şirktir
3- Gösteriş ve sevap niyeti eşit olan davranışta bulunmak. Bu
şekilde amel işleyenin ameli boşa gider.
4- İbâdetini, insanların duymasından sonra daha da artırmaktır.
Böyle birisi, insanlar duymasa da ibâdetini yapar. Ancak riyâ
kokusu olduğu için bu şekilde davranmak hatadır.
Peygamberimiz (s.a.s.) riyâyı, gizli şirk olarak tanıtmaktadır:
220 4/Nisâ, 142
221 Bkz. 107/Mâûn, 4-7
222 Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 541-543
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
“Muhakkak ki sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirk, yani riyâdır.“ 223
Câfer Sâdık (r.a.) da şöyle diyor: “Riyânın her türlüsü şirktir.
Şüphesiz ki insanlar için amel eden kimsenin sevabı insanların üzerinedir
(karşılığını onlardan beklesin); Allah (c.c.) için amel eden
kimsenin sevabı ise Allah üzerinedir.“224 Kur’an, Allah’a ve âhiret
gününe inanmayıp insanlara karşı gösteriş olsun diye mallarını
infak edenleri kınar ve onların yaptıklarının geçersiz olduğunu
belirtir.225 Buna karşın gerçek mü’min olanlar, mallarını yalnızca
Allah rızâsı için infak ederler. 226
Birçok hadis-i şerifte riyânın çirkinliği ve riyâkârların kazandıkları
kötü sonuçlar açıklanmaktadır. Gösteriş için Kur’an okuyanlar,
insanlar kendisine âlim desinler diye ilim öğrenenler, dinini
âlet ederek dünya çıkarı sağlamaya çalışan istismarcılar, insanlara
ma’rû’fu (iyiliği) emredip kendileri yapmayanlar ve benzerleri şiddetle
tenkit edilmektedir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Allah
Teâlâ buyuruyor ki: ‘Ben şirk koşulan her şeyden müstağnîyim (onlara
ihtiyacım yoktur, onlardan uzağım). Kim bir amel yapar, buna Benden
başkasını da ortak kılarsa, onu ortağıyla başbaşa bırakırım.“ 227
Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerife göre, “kahramanlık
ve gösteriş için cihad eden Allah yolunda değildir. Ancak bir
kimse îlâ-yı kelimetullah (Allah’ın yüce adı) için cihad ederse o Allah
yolundadır.“228 insanların en kolay riyâ karıştırabilecekleri ibâdetler
namaz ve sadaka vermektir. Çünkü her ikisi de zordur ve sevapları
çoktur. Peygamberimiz (s.a.s.) bunların gösteriş için yapılmasını
ısrarla yasaklar.
Riyâkârlık ve münâfıklık daha çok müslümanların güçlü olduğu
yerlerde ortaya çıkmaktadır. Rabbimiz buyuruyor ki: “De
ki: ‘Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnız bana
sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı
umuyorsa, sâlih amelde bulunsun ve Rabbine ibâdette hiç kimseyi ortak
tutmasın.“ 229
Şirkin Zararları
İman ve tevhid fıtrattandır. Fert olarak insan, doğuştan fıtrat
üzere (imana ve tevhide müsait şekilde) doğduğu gibi, ilk din
223 Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457, 4/58
224 İ. Humeynî, Kırk Hadis Şerhi, 1/53
225 2/Bakara, 264; 4/Nisâ, 38
226 2/Bakara, 272
227 Müslim, Zühd 46, hadis no: 2985, 4/2289
228 Müslim, İmâre 150, hadis no: 1904, 3/1513
229 18/Kehf, 110
ŞİRK
- 71 -
de (câhiliye eğitiminde kasıtlı olarak tersi söylenmesine rağmen)
tevhid dinidir; ilk insan, tevhidî mesaja sahip bir peygamberdir.
Şirk, hastalıktır, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir
ârızadır, bir anormalliktir. Şirk, öncelikle kalbin hastalığıdır, müşrikler
de ölümcül hastadırlar,230 onların duyu organları da ârızalı
ve görev yapamaz durumdadır.231 Onlar, akıllarını da kullanmayan
hayvandan aşağı insan müsveddeleri,232 birer pisliktirler.233
Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk
de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit
çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız
kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin
olduğu yerde, kargaşa, fezat, fesat, kavga, anarşı, düzensizlik ve
huzursuzluk vardır. “Eğer yerde ve gökte, Allah’tan başka ilâhlar/tanrılar
bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı), kesinlikle bozulup gitmişti.“234
Kâinatta nizam ve âhenk olduğuna göre, tevhidî özellik vardır.
Güneşler, gezegenler ve büyük yıldızlar gibi makro âlemden
atom ve hücrenin iç yapılarına kadar mikro âleme, bitkiler
âleminden hayvanlar âlemine kadar tüm evrende tevhidin eseri
gözükmektedir. Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insanın
tevhidden yüzçevirmesi, çevresiyle uyumsuzluğa sebep olduğu
gibi, halifelik misyonu açısından da bir ihânettir. Hayatlarını din
ve dünya diye ayıran, Sezar ve Tanrı diye iki ilâh kabul eden, devletine
dini karıştırmak istemeyen, laiklik gibi çok tanrılı anlayışa
sahip olan, Kur’an tâbiriyle dinlerini parçalayan müşriklerin
kendileri de parça parça, grup gruptur ve her grup, kendi yanındakiyle
övünür durur.235 Şirkin bu çirkin tablosu yanında; Tevhid
ile vahdet kelimeleri aynı kökten gelir. Biri, “birlemek“, diğeri
“birlik“ veya “birleşmek“ demektir. Tevhide inanan her ırktan, her
yapıdan insan “ümmet“ bilincine sahip olacak, birbirlerini ancak
kardeş236 kabul edecektir. Aynı Allah’a gerçekten iman edenler,
yekvücut olacaklar, aynı nizamın parçasını oluşturacaklar, güç ve
imkân birliği oluşturacaklardır. Şirkin sayısız zararlarını ana başlıklar
halinde şöyle özetleyip sayabiliriz:
1 Şirk, fıtrattaki nuru söndürür.
2 Arınmış nefsi yok eder.
230 2/Bakara, 10
231 2/Bakara, 18, 7/A’râf, 179
232 7/A’râf, 179
233 9/Tevbe, 28
234 21/Enbiyâ, 22
235 30/Rûm, 31-32
236 49/Hucurât, 10
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
3 İzzeti öldürüp yerine zilleti, köleliği getirir. İnsanlık için
bir hakarettir.
4 Vahdeti, insanların birliğini parçalar.
5 Amelleri boşa çıkarır.
6 İnsanın ebediyyen cehennemden kalmasına sebep olur.
7 Şirk, bütün hurâfelerin yuvasıdır.
8 Büyük bir zulümdür.
9 Şirk, bütün yanlış korkuların, fobilerin kaynağıdır.
10 İnsan dinamizmini hareketsiz bırakır.
Şirk, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Bütün zararlarından
daha önemli olan, şirkin insanı ebedî cehennemlik yapmasıdır.
Allah, şirk inancı ile âhirete gelenleri asla affetmeyecektir. “Sana
da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki ‘eğer şirk koşarsan, şüphesiz
bütün amellerin boşa gider ve hüsrâna uğrayanlardan olursun.“237;
“Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını
(günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse büyük bir
günah ile iftira etmiş olur. Kim Allah’a şirk/eş koşarsa büsbütün sapıtmıştır.“
238
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği
iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücadeleden
ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları
temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu
konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur.
Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan
ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın,
yalnız Allah’a ibâdet edildiği ve sadece O’na uyulduğu sürece
mümkün olmadığını bilirler. Çünkü Allah’ın dini adâleti emreder
ve bütün insanları eşit olarak görür. Faziletler doğuştan değil;
sonradan kazanılan iman, takvâ, cihad ve ilim sâyesindedir. Şirk
ise nefsini ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve
sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini
ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve
başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini isterler.
Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine
taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk
ettiği düzenin adıdır.
237 39/Zümer, 65
238 4/Nisâ, 48 ve 116
ŞİRK
- 73 -
Müşrikler, bazı şeyleri ilâh haline getirdikten sonra bazıları
doğrudan o ilâhlara tanrı diye, bazıları da ‘bizi Allah’a götürecekler’
diye tapınmaya başladılar. Hâlbuki Allah (c.c.) bütün insanlara,
sizi ben yarattım ve rızkınızı da ben veriyorum. Öyleyse ibâdeti
yalnızca Bana yapın.’ diye buyurmaktadır.239 Şirk dini üzerinde
olanlar, hem Allah’ın dışında birtakım ilâhlara ibâdet ederler, hem
de o ilâhlar adına kurallar (şeriatlar) uydurup onu din haline getirirler.
Allah ise onların bu tutumunu kesin bir şekilde kınamakta
ve reddetmektedir.240 Allah’a başka şeyleri ‘şerik-ortak’ koşanlar,
aslında gerçek anlamda bir ilâh bulmuş ve gerçekten ona ibâdet
ediyor değildir. Onların bu yaptığı bir ‘zan’ (sanı)dır, bir avunmadır.
241 Yarın hesap günü şefaatçi olacakları zannedilen bütün ‘şerikler-
ortaklar’ müşriklerin yanında olmayacaklar, onlara yardım
edemeyeceklerdir. 242
Bâtıla İman: Kur’an, imanı sadece olumlu alanlar için kullanmaz.
Gönülden benimseme ve tasdik etmenin, yani imanın,
olumsuz görünümlerinin bulunabileceğine de dikkatimizi çeker.
İman, Allah’ın inanılmasını istediği şeylere olursa doğru; hakkında
Allah’ın hiçbir delil indirmediği şeylere olursa bâtıl olur. “De
ki: ‘Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde
ne varsa bilir.’ Bâtıla iman eden ve Allah’ı inkâr edenler var ya, işte ziyana
uğrayacaklar onlardır.“243; “Tek Allah’a ibâdete çağrıldığı, duâ edildiği
zaman küfrederdiniz. O’na şirk koşulunca (buna) iman ederdiniz. Artık
hüküm, yüceler yücesi Allah’ındır.“244; “Onların çoğu, ancak şirk koşarak
Allah’a iman ederler.“ 245
Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, mutlak anlamda aldığımızda
inkâr da bir imandır. İnkâr, imansızlığa imandır. Yani, her imanda
bir inkâr, her inkârda bir iman vardır. Mü’min de Allah’a iman
etmiş olmak için, hatta imandan önce, bazı şeyleri inkâr etmesi,
“küfür“ etmesi gerekir. Küfredip reddetmesi gerekenlerin başında
tâğut gelir.246 Doğru iman, Kur’an’ın gösterdiği imandır. Bu iman,
insanlara Allah’tan başka ilâh olmadığını, Allah’ın âlemlerin
Rabbi olduğunu, Allah’tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi
gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir.
Şirk, doğru olduğunu ispatlamak için Allah’ın, hakkında delil/
239 4/Nisâ, 36
240 42/Şûrâ, 21
241 10/Yûnus, 66
242 6/En’âm, 94
243 29/Ankebut, 52
244 40/Mü'min, 12
245 12/Yûsuf, 106
246 Bkz. 2/Bakara, 256
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl
inançlardır. “Allah’tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın
uydurduğu putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna
dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah’a aittir. O’ndan
başkasına değil!“ 247
Kur’an, imanlarını zulümle (şirkle) lekeleyenler için kurtuluş
kapısını kapatmıştır. “İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar
var ya, işte emn (güven) onlarındır. Ve onlar hidâyeti (doğru
yolu) bulanlardır.“248 Kur’an, imandan sonra küfre sapanlara karşı
çok sert ve şiddetli bir tavır takınmaktadır. Kur’an, bu olaya tebdil
veya irtidat demektedir. Tebdil, imanı küfürle değiştirmek; irtidat
ise, İslâm dininden çıkmak, geriye dönmek demektir. Tebdil ve irtidat
Kur’an’a göre en iğrenç ve onur kırıcı hastalığın adlarıdır. 249
Hevânın Putlaştırılması
“Hevâ“; boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelir.
Bu kavram nefsin şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi,
yeterli ilmi olmadan sahibine emir veren nefis anlamında da kullanılmaktadır.
Böyle bir nefis, sahibini şehvete ve aşırı zevke düşürüp
günaha sürükler, dünyada rezilliğe, âhirette ise azâba götürür.
İnsanın aşırı isteklerine, Allah’tan gelen ilme yani vahye uymayan
tutumlarına “hevâ“ denilmektedir. Nefsin ölçülü ve sınırlı istekleri,
meşrû arzuları normal yoldan karşılandığı zaman hata değil;
sevap bile olur. Nefis her zaman çeşitli isteklerde bulunur. Bu
taleplerin bir kısmı insanın ihtiyacı değil; hevânın aşırı arzularıdır.
Kişi, nefsinin meşru isteklerini inandığı Rabbin gönderdiği ölçüler
içerisinde karşılayabilir. Aşırı isteklere uyulması; nefsin Rabbin ölçülerine
aldırmaması anlamına gelir. Bu, şüphesiz bir hatadır ve
sahibine zarar veren bir şeydir.
Eğer nefis Allah’tan gelen ilme, yani vahye uyarsa, görüşlerini,
kararlarını, isteklerini bu ilme uygun bir şekilde ayarlarsa; o nefis
doğru yolda olan nefistir. Fakat bir kimse Allah’tan gelen ilme/
vahye kulak asmaz, yalnızca kendi görüşünü, zevkini, kararını, arzusunu
ön plana çıkarırsa, bu nefis, doğru yoldan azan bir nefistir
ve o kişi hevâsına uydu demektir. Yeryüzündeki bütün günahların,
bütün şirklerin, bütün kâfirliklerin sebebi hevâya uymaktır.
Bir iş yaparken, bir şeyin hakkında karar verirken, bir ibâdet fiilini
yerine getirirken, bir şey yanlış mı doğru mu diye düşünürken;
247 12/Yûsuf, 40
248 6/En'âm, 82
249 Bkz. 3/Âl-i İmran, 86, 90; 2/Bakara, 217
ŞİRK
- 75 -
kişi ya kendi aklına/arzularına ya da inandığı dinin ölçülerine uyar.
Eğer bir akıl Allah’tan gelen haberlere inanmıyorsa, o aklın sahibi
kesinlikle yanılacaktır ve insan, hevâsına uymuş olacaktır.
Hevânın İlâh Haline Getirilmesi: Bir insan kendi görüşünden,
kendi kararından başkasını beğenmiyorsa, kendi zevkinden daha
üstün bir şey tanımıyorsa o insan kendi hevâsını, kendi nefsini
tanrı haline getiriyor demektir. Kur’an-ı Kerim bunu şöyle açıklıyor:
“Gördün mü hevâsını (arzularını/isteklerini) tanrı haline getireni?
Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?“250 Böyle kimseler, canlarının
istediğinden başka kutsal bir şey bilmezler. Bunlarda hakseverlik
yoktur. Bu gibiler bencil insanlardır. Peşine düştükleri arzuları da
normal bir istek değil, nefislerinin istediği kuruntulardır. Böyleleri
hak, hukuk, delil, âyet, şâhit tanımazlar, yalnız kendi isteklerini
en üstün tutarlar. Onlara göre din de, insanların vicdanlarından
gelen arzularıdır. Dolayısıyla kendi nefislerini doyurmaya, keyiflerini
tatmin etmeye çalışırlar. Bunlar, hakkı/gerçeği kabul etmezler,
ama keyfîliği hayat anlayışı olarak alırlar.
“Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini
saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir
perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet
verecektir? Siz öğüt alıp düşünmüyor musunuz?“ 251
Hevâsına Uyanların Özellikleri: Hevânın yerleştiği kalpte, başta
şirk olmak üzere bütün olumsuz davranışlar, bütün kötülükler
yerleşmeye başlar. Böyleleri hevânın bir benzeri olan zanlarının
(boş kuruntularının) ve keyflerinin peşine giderler. Allah’ın gönderdiği
hidâyet rehberine aldırmazlar bile. 252
Kişinin kendi hevâsına uyması, Hak’tan yüz çevirmesi demektir.
Nitekim Kur’an, “kendi hevâlarına uyanlara tâbi olmayın“253
demektedir. Böyle yapanlar zâlim olurlar. Zâlimler ise Hak’tan yüz
çevirenlerdir.254 Zaten onların Allah’ın hidâyetinden yüz çevirmelerinin,
ya da âyetleri yalan saymalarının sebebi, Vahyi bırakıp
kendi hevâlarına uymalarıdır.255 Şu âyet, hevâya uymanın zararlarını
göstermesi açısından ne kadar dikkat çekicidir: “Eğer hak, onların
hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde
olan herkes (ve her şey) fesada (bozulmaya) uğrardı…“ 256
250 25/Furkan, 43
251 45/Câsiye, 23
252 53/Necm, 23
253 38/Sâd, 26; 5/Mâide, 77
254 2/Bakara, 145
255 6/En’âm, 150; 18/Kehf, 28
256 23/Mü’minûn, 71
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
Hevâlarına uyanların özelliklerinden biri de istikbar (kendini
büyük görme) ve peygamberlerin getirdiği vahye karşı çıkmadır.
Bu gün de hayata ve dünyaya kendi hevâları doğrultusunda yön
vermek, keyiflerine göre yaşamak isteyenler Kur’an mesajına,
İslâm’ın güzelliklerine karşı çıkmaktadırlar.257 Hevâlarına uyanlar
Allah’tan gelen ilmi (vahyi veya âyetleri) bilgisizce bir tarafa atarlar.
Onlar gerçekten câhillerdir.258 Kur’an, Hz. Peygamberi ve onların
şahsında müslümanları uyararak: “Sana gelen bu ilimden (Kur’an
ve hükümlerinden) sonra onların hevâsına uyarsan, senin için Allah’tan
bir velî ve yardımcı yoktur.“259; “Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların
hevâsına uyma!“260; “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol ve onların hevâsına
uyma!“261 diye emretmektedir.
Kur’an, mü’minlere ayrıca “adâletten ayrılıp hevânıza uymayın“
demektedir.262 Şüphesiz ki hevâya uymak dengeyi bozar,
hakları ihlâl eder, tarafgirliğe ve taassuba sebep olur, düşmanlığı
körükler. İnsan, Allah’ın hidâyet kitabı olarak gönderdiği Kur’an’ı,
yani vahyi dışlayarak, her şeyi kendi aklına, kendi hevâsına göre
çözmeye, her şeyin hükmünü işine geldiği gibi vermeye kalkışırsa,
insanın içinde de yeryüzünde de huzurun olması mümkün değildir.
Vahyi dışlayanlar hem kendilerine çeşitli ilâhlar bulurlar, hem
de küçük, önemsiz ve kısır çekişmelerin içinde, ucuz çıkarların peşinde
koşar dururlar. Hevâsına uyan kimselerin yön verdiği dünyada
barış ve adâletin olması mümkün değildir. Bu gerçeğe hem
tarih şâhittir, hem de içinde yaşadığımız şartlarda bunu açıkça
görmekteyiz.
Kur’an, mü’minleri, hevâlarına uymamaları konusunda sık sık
uyarmaktadır. Yine, mü’minlere, hevâlarına uyan veya hevâlarını
tanrı haline getirenlerin peşinden gitmemelerini emretmektedir.
Buna bağlı olarak da en iyi barınma yeri Cennet’in Rabbinin makamından
korkanlar ve nefsinin hevâsından sakınanlar için hazırlandığını
haber vermektedir.263 Kur’an, Allah’ın âyetlerine tâbi
olanlar ile hevâlarına uyanların bir olmayacağını belirtir: “Şimdi
Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü ameli kendisine
‘süslü ve çekici’ gösterilmiş ve kendi hevâsına uyan kimse gibi
midir?“264 Elbette bir olmaz. Birisi, Allah’tan gelen açık, sağlam,
257 2/Bakara, 87; 5/Mâaide, 70
258 30/ Rûm, 29
259 13/Ra’d, 37; 2/Bakara, 120
260 5/Mâide, 48-49
261 42/Şûrâ, 15
262 4/Nisâ, 135
263 79/Nâziât, 40-41
264 47/Muhammed, 14
ŞİRK
- 77 -
Hak, doğru, hidâyete ulaştırıcı, iki dünyada da kurtuluşa götürücü,
kişiyi adam eden ilâhî belgelere, yani vahye (Allah’ın âyetlerine)
uymakta, öbürü ise nefsinin aşırı isteklerine, kuruntulara, ilmî dayanağı
olmayan zanlara, boş hayallere uymaktadır.
Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Yüce Allah’ın yanında gök
kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan
hevâ (aşırı istek ve tutkular)dan daha büyüğü yoktur.“265 Hevâsına uyan
insanların çok olduğu toplumlarda hata çok yapılır, suç çok işlenir,
fitne ve fesat çok yaygınlaşır, insanî değerler rağbet görmez,
adâletle hareket etme ahlâkı zayıflar. Bu bakımdan insanlara düşen,
hevâlarına uymak değil; kendi hevâsından konuşmayan bir
Peygamber’e266 ve O’nunla beraber Allah’tan gelen ilme (vahye)
tâbi olmaktır. 267
“Hakiki mücâhid, nefsiyle (hevâsıyla, kötü arzu ve istekleriyle)
savaşandır.“268 Nefsin sayısız denecek kadar çok, kötü arzu ve istekleriyle
mücâdele İslâm’ın istediği şekilde ve miktarda olmazsa,
hevâsı insana hâkim olur, insanın tüm yönetim ve denetimini ele
geçirir. İşte bu durum, Kur’an’ın “hevâyı ilâhlaştırmak“ dediği durum
olur. Hevânın her emrini yapmak, arzularını bir kanun gibi
benimseyip, kimseyi karıştırmayan mutlak özgürlük içinde bulunmak,
İslâm’la çeliştiğinde tercihi arzulardan ve nefsî isteklerden
yana yapmak hevâyı putlaştırmak demektir. “Allah’ın ölçülerine
göre; Allah’ın mâbudluğunun dışında, arzularına uyulan nefisten/
hevâdan daha büyük bir ilâh, semâ gölgesi altında yoktur.“ Dini,
şeriatı nefsine hâkim kılamayan kişi, çevresine ve devlete hiç kılamaz.
İrâdesine hâkim olamayan kişi, başkalarına hakkın sözünü
hiç duyuramaz. Nefsimizin istediği ölçüde, basit menfaatlerimize
uygun düştüğü kadar İslâm’ı isteyen, hevâsını hakem ve ölçü
yapmıştır. İslâm tebliğ edildiği halde, çeşitli bahaneler ileri süren,
İslâm’ı yaşamayan veya yanlış yaşayan bazı kötü örnekleri, kendi
yaptığı yanlışlara mâzeret kabul eden, onları tenkit ederek işin
içinden sıyrılacağını zanneden kişi, hevâsının egemenliğine girmiş,
şirk yoluna düşmüş demektir. Kişi; Allah’a, İslâm’a dil uzatılmasına
karşı sessiz kaldığı halde; nefsine sataşıldığında, menfaatlerine
ters bir durum olduğunda kavgaya kalkıyorsa, nefis ve hevâsını
büyük tanrı kabul etmiş olmaz mı?
265 Taberânî, nak. Elmalılı, 6/70, Ş. İsl. Ans. 2/397
266 53/Necm, 3-4
267 2/Bakara, 120; Hüseyin K. Ece, A.g.e. s. 264-266
268 Tirmizî
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
İlâh Nedir?
Şirki ve tevhidi tam değerlendirmek için iyi bilinmesi gereken
kavramlardan biri de “ilâh“ kavramıdır. Bu kavram iyi bilinmeden
şirk de yeterince anlaşılmaz. Tevhid Kelimesinin içinde yer alan bu
kavram, iman ile şirk (ortak koşma) arasındaki farkı ortaya koyar.
Sözlük anlamı; ısınmak, alışmak, birisine aşırı sevgi ile yönelinen,
kulluk edilen, mâbud haline getirilen, alışılan, düşkün olunan demektir.
Kendisinden türediği ‘elihe’ fiili; yönelmek, düşkün olmak,
kulluk yapmak, örtmek, gizlemek, alışmak gibi anlamlara gelmektedir.
Kavram olarak; “kendisine ibâdet edilen, mâbud sayılan her
şey, her şeyden çok sevilen, ta’zim edilen kutsal varlık“ anlamında
kullanılmaktadır. Tapınılan, kendisine ibâdet edilen, üstün sayılan
bütün mâbudların ortak adı “ilâh“tır. Türkçede bunu “tanrı“
kelimesi ile karşılarız. İslâmî ıstılahta ilâh; tapınılan, kendisine
ibâdet edilen demektir. İlâh; ibâdet edilmeye lâyık, yani kudret
ve kuvveti önünde huşû ile boyun eğip ibâdet ve itaat etme gereği
duyulan, her şeyin O’na muhtaç olduğu bir varlık demektir.
İlâh kelimesi, gizlilik ve esrârengizlik mânâlarına da gelir ki, böylece
ilâh, görülmez ve ulaşılmaz bir varlıktır. İlâh, İslâmî ıstılâhta
şu anlamlara gelir: “Otorite sahibi, kanun koyan, ibâdet edilen,
rızık veren, hesaba çeken, kendisine ihtiyaç duyulan.“ İlâhlık ve
otorite birbirini gerektirir. İlâh denildiğinde, aklımıza, hayatımız
için kanun koyan, nizam ve hukuk belirleyen ve kayıtsız şartsız
hâkimiyet sahibi Allah (c.c.) gelmelidir.
İnsanın fıtratında kendinden üstün bir varlığa yalvarma ve tapınma
ihtiyacı yatar. Her insan bir şeye tapar. İnsanlar fıtrattan
gelen ilâh edinme ihtiyacını sadece Allah’a yöneltmezse, başka
ilâhlara tapar ki, bu da insanı şirke ve küfre sokar. Kur’ân-ı
Kerim’de öncelikle Allah’ın ilâhlığı üzerinde durulur. Tek ilâh
Allah’tır, yani kendinden başka kulluk edilecek, tapınılacak, yönelinecek
başka bir ilâh yoktur. Câhiliyye döneminde, gerek Mekke
müşrikleri gerek yahûdi ve hristiyanlar Allah’a inanıyorlardı; fakat
Allah’ın ilâhlık vasıflarını başkalarına da vererek, Allah’a karşı en
büyük yalan olan şirke düşmüşlerdi.
İlâh tektir ve O da Allah’tır. Allah; her şeyi yaratan, insanları
bir gün bir araya toplayacak olan, öldüren ve dirilten, kendisine
güvenilen, yalvarılan, sığınılan, kendisi için zaman ve mekân sınırı
olmayan ve varlıkların eksikliklerinden bütünüyle uzak olandır.
O halde, sadece bütün bunlara gücü yeten “ilâh“tır ve O da bir
tanedir. Birden fazla ilâh olması mümkün değildir. Birden fazla
ilâh inancı, kâinatın var oluşu ve işleyişindeki nizam ile ters düşer.
ŞİRK
- 79 -
Evrenin varlık ve nizamındaki mükemmellik, Allah’ın tek ilâh olmasının
bir delilidir. Allah bu konuda şöyle buyurur: “Allah hiç evlât
edinmemiştir. O’na ortak hiçbir ilâh da yoktur. Aksi takdirde her ilâh kendi
yarattığını sevk ve idâre eder ve bir gün mutlaka onlardan biri diğerine
gâlip gelir, üstün çıkıp büyüklenirdi. Allah Onların (müşriklerin) bütün isnatlarından
münezzehtir.“ 269
Yani, her ilâh başka bir şey dilerdi. Her ilâh diğerinden farklı
bir şey yapmak, bağımsız olduğunu ve egemenliğini göstermek isterdi.
Bunun sonucunda da bütün kâinat yerle bir olurdu. Hâlbuki
kâinatta muazzam bir düzen vardır. Öyleyse bütün kâinata hükmeden
ilâh tekdir ki, O da Allah’tır. Bütün evren, içindeki varlıklarla
birlikte, gücü her şeye yeten, bilgisi her şeye ulaşan bir İlâh’ın
kontrolündedir. İnsanlar bu İlâh’a yönelirler, O’na duâ ederler.
Korkuları bu İlâh’tandır, güvenleri de bu İlâh’adır. Bu İlâh’a her
şeyiyle bağlıdırlar, O’nu her şeyden çok severler. Elbette bu ilâh
âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. “Lâ ilâhe illâllah“ kelimesinde belirtildiği
gibi, Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.
İlâhlık vasıflarının en önemlisi, Allah’ın hayatımız için kanun
koyan, nizam ve hukuk belirleyen olmasıdır. Eğer kanun koyma,
insanlar için hukuk belirleme Allah’tan başkalarına verilirse,
bu onlara ilâhlık vasıflarını da vermek olur ki, bu da şirktir. Bu
mânâda kanun koyucu olarak ilâhlık taslayan tâğutlar tarih boyunca
çıkmıştır ve çıkacaktır. Günümüzde ve tarihte en çok görülen
şirk çeşidi budur.
“Kim tâğutu reddedip Allah’a iman ederse, muhakkak ki, kopması
mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur.“270 Kur’ân-ı Kerim
bize bütün Peygamberlerin tevhid akidesiyle gönderildiğini bildirir.
Âyet-i kerimede şöyle buyrulur: “Ey Muhammed! Senden önce
gönderdiğimiz her Peygambere; Benden başka ilâh yoktur, Bana ibâdet/
kulluk edin diye vahyetmişizdir.“ 271
İnsanoğlu her zaman bir ilâha inanma, sığınma ve ondan yardım
istemeye muhtaçtır. İnsan, bazı şeylerden korkar, bazı şeylere
gücü yetmez de başkalarından yardım ister, bazı şeylere sığınır,
bazı şeyleri kendinden üstün görür. Bütün ümitlerinin bittiği yerde,
görmediği, tanımadığı, hayal etmediği bir gizli ‘ilâh’tan yardım
ister. Çevresinde gördüğü bütün olayların kendi gücünün dışında
olduğunun farkındadır. Bu olayları bir gücün yaptığına inanır.
Bunlara benzer daha birçok sebepten dolayı insan sığınacak bir
269 23/Mü’minûn, 91
270 2/Bakara, 256
271 21/Enbiyâ, 25
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
melce, sığınak arar.
Peygamberlerin tebliğ ettiği Allah inancından uzaklaşan topluluklar
ve insanlar, yaratılışlarında ve pratik hayatlarındaki bir
ilâha bağlanma ihtiyacını başka şekillerde giderirler. Tarihte ve
günümüzde gerçek anlamda dinsiz insan olmadığı gibi, ilâhsız insan
da yoktur. Kimileri, hiçbir tanrıya inanmadığını söylese bile
onun içerisinde, sığındığı, bağlandığı, yardım istediği, her şeyden
çok sevdiği, her şeyden çok büyük saydığı bir ‘şey’ mutlaka vardır.
İşte o ‘şey’ onun için bir tanrıdır. Kur’ân-ı Kerim çok ilginç bir örnek
veriyor: Birtakım insanlar kendi görüşlerini, kendi isteklerini,
kendi emirlerini en üstün ve doğru görürler. Bırakın bir dinin emrine
uymayı, toplumda geçerli olan hiçbir kural onları bağlamaz.
Bu tip insanlar, kendi keyiflerine uyarlar. Kendi hevâlarından (arzularından)
başka kutsal, kendi isteklerinden ve görüşlerinden üstün
güç ve doğru kabul etmezler. İşte bu tür insanlar için Kur’ân-ı
Kerim; “Gördün mü o kendi hevâsını (istek ve arzularını) ilâh/tanrı edinen
kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın?“272 demektedir.
İlâh zannedilen şey, insan üzerinde var sayılan ‘güç’tür. Bu kimilerine
göre ateş, kimilerine göre güneş, kimilerine göre gökler,
kimilerine göre yıldızlar, kimilerine göre madde, kimilerine göre
ataların ruhu, kimilerine göre tabiat (doğa), bazılarına göre devlet
erki, kimilerine göre iyilik ve kötülük tanrılarıdır. Hatta kimi
insanlar ve toplumlar, başlarındaki yöneticileri, kralları ilâh, ya da
yarı ilâh saymışlardır. Nitekim Firavun, elinin altındakilere “ben
sizin en büyük Rabbinizim/ilâhınızım“273 diyordu. Japon kralları,
güneşin/tanrının oğlu, bir çeşit Budist dini olan Lamaların büyüğü
Dalay Lama yarı tanrı sayılıyor. Birçok ülkede diktatörler, tanrı gibi
algılanmış, karşı konulmaz üstün güce sahip, her dedikleri yapılması
gereken, kızdığı zaman gazabıyla herkesi cezalandırabilen
tanrılar gibi düşünülmüştür. Hatta birçok yerde bu diktatörler
adına dikilen heykellere insanlar secde edercesine saygı göstermektedirler.
Tarihte, Tevhid Dininden uzaklaşmış bütün toplumlarda farklı
ilâh düşünceleri gelişmiştir. Kimileri inandıkları ilâhlar adına putlar
ve mâbetler/tapınaklar yapıp o putlara tapınmışlardır. Bu putların
taştan, tunçtan veya ahşaptan yapılmasının fazla bir önemi
yoktur. İnsanlar, ilâhları adına kendi elleriyle heykeller yapıp, sonra
da buna, ilâhımız veya bizi ilâhımıza götürecek aracımız diyorlar
ve o heykellere tanrı diye tapınıyorlardı.
272 25/Furkan, 43
273 79/Nâziât, 24
ŞİRK
- 81 -
Kur’ân-ı Kerim’e göre, yer, gök ve ikisinde olan her şey, bir
olan Allah’ındır. Yoktan var eden yalnızca O’dur. Bütün nimetler
O’nun elindedir. Sonsuz güç ve kuvvet yalnızca O’nundur. Bütün
işler yani kader O’nun elindedir. Yerde ve gökte olan her şey isteyerek
veya istemeyerek O’na boyun eğer. Her şey O’nu tesbih eder
(O’na ibâdet eder, O’nu zikreder). Yerde ve gökte yalnızca O’nun
hükmü geçer. O’nun bir benzeri ve eşi yoktur. Hiçbir şey O’nun
dengi olamaz. O’nun Rabliğinin, ilâhlığının, hükmünün, yaratıcılığının
ortağı ve yardımcısı yoktur. O hiçbir şeye muhtaç değildir.
Mutlak anlamda yardım edici O’dur, mutlak anlamda ceza verici
yine O’dur. O, gerçek ve mutlak olan yegâne ‘ilâh’tır ve O’ndan
başka ilâh yoktur.
İslâm, bu sıfatları taşıyan Rabbe, Allah demiştir. Bu isim ilâh
kavramından farklıdır. Benzeri, eşi, ortağı, çoğulu, olmayan bir Allah
kavramı. Bu, kâinatın sahibi, mutlak yaratıcı ve azamet sahibi
‘ilâhın’ özel adıdır. İnsanlar birçok ilâhlar düşünmüşlerdir, düşünebilirler
de; ama ‘Allah’ birdir ve O’nun hakkında başka türlü
düşünmek de mümkün değildir. Allah, hem ilâhlık (ulûhiyet), hem
rablık (rubûbiyet), hem hâkimlik (hâkimiyet), hem de meliklik
(mülûkiyet) sıfatlarına, işlevine sahiptir.
İlâh’ın Kur’an’daki İki Mânâsı: Kur’an’da ‘ilâh’ daha çok iki anlamda
kullanılmıştır: Birincisi, hak olsun bâtıl olsun, bütün insanların
kendisine ibâdet ettikleri ma’bud; ikincisi, gerçek ibâdete
lâyık olan, âlemlerin Rabbi olan Allah.
İlâh Düşüncesi: Hz. Âdem’den belirli bir zaman sonra insanlar,
Tevhid inancının dışına çıkmaya başladılar ve ikinci Âdem Hz.
Nûh’tan sonra da yaptıkları heykelleri ilâh haline getirip onlara
tapındılar. Daha sonradan gelen birçok kavmin arasında ve günümüzde
dünyanın çeşitli yerlerinde bu bâtıl inanış devam etmektedir.
Kişinin inandığı ilâh, onun ihtiyaçlarını karşılayan, duâlarına
karşılık veren, sıkıştığı zaman imdadına koşan ve her bakımdan
üstün (müteâl) olmalı. Bu ilâh, insanın sahip olmadığı birçok özelliği
taşır. Ülûhiyet (ilâhlık), aynı zamanda ulaşılamayacak yüce bir
makamdır. Kimileri bu ilâhlarını somut bir şekilde, put halinde cisimleştirmişlerdir.
Birçoğu da insana ait birtakım özellikleri onlara
vermişlerdir.
Eski yunan tanrıları, insanlar gibi kavga ediyorlar, birbirlerinin
hanımlarına göz koyuyorlardı. Eski İran dini Mazdeizm’in iki
tanrısı vardı ve sürekli kavga ederlerdi. Birisinin kötülükleri, diğerinin
iyilikleri yarattığına inanılırdı. Eski Azteklerin ilâhı zâlim bir
savaşçıydı. Kimileri birtakım hayvanları, kimileri zamanı, kimileri
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
ruhları, kimileri yerleri kutsal sayıp, onlara bir ilâh gibi saygı göstermişlerdir.
Geçmişte bu tür acaip ve sapık ilâh inançları çoktu.
İslâm, bütün peygamberler vâsıtasıyla bu tür bütün ilâh düşüncelerini
kaldırmış ve insanlar hakkında hakk olan Allah inancını
getirmiştir. Çünkü bu inanç, insanların kendi kafalarından ve eksik
görüşlerinden değil; bizzat insanların Rabbi Allah’tan gelmiştir.
Böylece, Tevhid dinine inanan insanlar ‘ilâh’ konusundaki düşüncelerini
ve inançlarını düzeltebilmişlerdir.
Ancak buna rağmen tarihte olduğu gibi günümüzde de aklını
kullanmayan, Kur’an’a kulak vermeyen insanlar, hâlâ yanlış ilâh
inancını sürdürmektedirler. Allah’a ait bir sıfatı veya sıfatları bir
başka varlığa veren, onu ilâh gibi düşünmüş olur. Dinimizde bunun
adı şirktir. Allah’ın yaratma, öldürme, diriltme, affetme, azab
etme, yoktan var etme, kutsal olma, nimet verme, hüküm koyma
gibi sıfatları, başka şeylerde, başka varlıklarda var sayılırsa, onlar
‘ilâh’ haline getiriliyor demektir. Bu bağlamda bir kimse; bir kişinin,
bir kurumun veya bir başka şeyin, tıpkı tanrı gibi olduğunu
kabul etmesi, “tıpkı tanrı gibi yaratıyor“ diye düşünmesi, onu ilâh
saymasıdır.
Günümüzde bu tür ilâh fikrini çokça görmek mümkündür.
Üzülerek söylemek gerekirse, bilimin bu kadar ilerlemesine rağmen
insanlar hâlâ, geçmişteki câhiller gibi sapık ilâh inancını terketmemişlerdir.
Bugün kimileri, atalarının ruhunu, kimileri devlet
yöneticilerini ve kahramanları, kimileri devlet örgütlerini, kimileri
uluslararası kuruluşları tıpkı ilâh gibi görmektedirler. Bunların
gücü çok büyüktür ve bunlara asla karşı gelinmez diye inanılmaktadır.
Gazete sayfalarında görülen ‘futbol ilâhı’, ‘müzik ilâhı’, ‘sanat
ilâhı’, ‘seks tanrıçası’, ‘ey falanca şarkıcı sana tapıyorum’, ‘ey
sevgili sana tapıyorum’ gibi ifadeler işte bu yanlış ilâh fikrinin çok
çirkin görüntüleridir. Kimileri bir spor yıldızını, kimileri bir müzik
ve film yıldızını kendisi için en üstün örnek sayar, onun peşinden
gider, onu taparcasına sever, ondan başka üstün ve kutsal bir şey
düşünmez. İşte bu yanlış fikir onu sapık ilâh fikrine, yani şirke sürükler.
Rejimlerin, devlet adamlarının, diktatörlerin, partilerin, meclislerin
koydukları ilkeler ve kanunlar, yaptıkları işler, uygulamalar,
‘karşı gelinemez, değiştirilemez, itaat edilmesi zorunlu ilkelerdir’
düşüncesi, onları ilâh saymanın çağdaş görüntüleridir. İnsanlar
bu gibi otorite sahiplerinde olağanüstü bir güç var sanmaktalar,
dolaysıyla onlarda ilâhlık sıfatları görmekteler. Bazılarının, ‘birtakım
kişilerin veya grupların fikirleri, ilkeleri, kanunları en üstündür,
onların üzerinde güç ve otorite yoktur’ şeklindeki düşünce ve
ŞİRK
- 83 -
inançları, onların dinleridir. Aynı konuda âlemlerin rabbi Allah’ın
insanlar için indirdiği hükümlere aldırmamak, onları reddetmek,
ya da onların yerine kişilerin ve kurumların hükmünü kabul etmek;
onları ilâh haline getirmenin göstergesidir.
Diyelim ki, herhangi bir konuda Allah’ın koyduğu bir ölçüsü
veya bir hükmü var. Buna karşın aynı konuda bir kişinin, siyasî bir
otoritenin, devletin veya başka bir gücün tam aykırı bir görüşü
veya ölçüsü bulunmaktadır. Bir insan Allah’ın hükmüne rağmen
onları benimser, inanır ve peşinden giderse; işte o kabul ettiği
hükmü veya ölçüyü koyan kaynağı ilâh haline getirmiş demektir.
Örneğin, Allah (c.c.), Kur’an’da içki içmeyi yasaklıyor, fâiz alıp
vermeyi haram sayıyor, kadınlara örtünmeyi emrediyor, ama birtakım
yöneticiler veya yetki sahipleri, içki içmeyi normal görüyor,
fâizsiz ekonomi olmaz diyor, ya da birileri kadınların örtünmesini
çağdaş kıyafet değil diye yasaklıyor. Bazıları, ‘Allah’ın ölçülerinin
geçerliliği yoktur, bu zamanda uygulamak zordur, ama yöneticilerin
koyduğu hüküm daha doğrudur, zamana daha uygundur, biz
onları tercih ederiz’ derlerse, işte bu inanç başkalarını ilâh haline
getirmedir.
Kim herhangi bir şeyi Allah’tan fazla severse, bir şeye
Allah’tan fazla saygı gösterir, Allah’tan korkar gibi ondan korkarsa,
kim Allah’ın dışında herhangi bir şeye veya insana tapınırsa,
kim Allah’ın hükmüne aykırı olarak başkalarının ilkelerini daha
üstün sayarsa, işte o insan, bütün bunları ilâh haline getiriyor demektir.
Farklı ilâhlara inananlar, bu inançlarını zaman zaman ortaya
koyuyorlar. ‘Falanca devletin, filanca uluslararası kuruluşun,
falan adamın ilkeleri her şeyin üstündedir’ diyen kimse, Allah’ı
değil onları ilâh tanıyor demektir.274 İslâm’ın ezelî, ebedî, değişmeyen
ve evrensel ilkesi şudur: “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedü’r
Rasûlullah“ Yani, “Allah’tan başka ilâh yoktur; Hz. Muhammed
Allah’ın Rasûlü, elçisidir.“ “Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapınma.
O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.“ 275
Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen
Bâtıl Tanrı Anlayışları
Kur’ân-ı Kerim, müşrikler tarafından tapınmaya konu edilen
varlıklardan bahsederken, birçok durumda genel ifadeler kullanır:
“Allah’tan başka taptıkları“276; “Allah’tan başka duâ edip yalvardıkları“277;
274 Hüseyin K. Ece, A.g.e. s. 295-299
275 28/Kasas, 88
276 25/Furkan, 17
277 7/A’râf, 194
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 84 -
“Allah’a şirk koştukları“278; “Şirk koştukları şeyler“279; “Allah’tan başka
benimsedikleri“280 tarzında fiil şekilleri olduğu gibi; genel anlamda
birtakım isimler de hayli fazladır: “İlâh“281; “âlihe -ilâhlar-“282;
“endâd -eş ve denkler-“283; “esnâm -heykelden putlar-“284; “evsân -putlar-
“285; “temâsîl -heykeller-“286; “şürekâ –ortaklar-“287; “şühedâ -şâhitler,
yardımcılar-“288; “şüfeâ’ -şefaatçiler, aracılar-“289; “erbâb -rabler-“290;
“evliyâ -velîler, dostlar, yöneticiler-“291; “emsâl -eşler, benzerler-“292; “tâğût
-azgın yönetici“293; “cibt -putlar-“294; “ensâb -dikili taşlar, putlar-“295; “veled
-çocuk-“296; “sâhibe -eş, hanım, zevce, tanrıça-“ 297
Kur’an’da yukarıdaki âyetler başta olmak üzere çeşitli yerde
yüzlerce defa kullanılan bu genel tâbirler gösteriyor ki, Kur’an
şirkin her türlüsünü iptal için gelmiştir. Yoksa sadece zuhur ettiği
bölgede, birtakım özel isimlerle belirtilen (Menât, Hubel, İsâf
vb.) putları hedef almış değildir. Allah’ı tek tanımanın hâlis olması
için yukarıda anılan bütün şirk kavramlarının kapsadığı alanın,
ulûhiyete tahsis edilmesi gereklidir (İbâdet, şefaat, duâ, tutunma,
hâkimiyet, velâyet vb.). Bu özellik, Kur’an’ın şirk karşısındaki durumu
bakımından, birinci dereceden bir önem arzetmektedir. Öbür
yandan Kur’an, bâtıl ulûhiyetlerin (sahte tanrıların) türlerini gösterirken
genel olarak, onların adlarından değil; mâhiyetlerinden
bahseder. (Arabistan’da o dönemde tapılan tanrılardan bazılarının
özel isimleri -el-lât, el-Uzzâ, Vedd vb.- sadece birkaç yerde zikredilmiştir.)
Şu halde, o, aslında ulûhiyet bakımından yok olan o
varlıkları muhâtap, bir muârız, bir rakip veya düşman gibi telâkkî
ederek birtakım belirli fertlere değil; insanlık dünyasında tanrılaştırılmaları
yaygın olan mâhiyetlere hücum etmiştir. Mâhiyetler
278 28/Kasas, 68
279 7/A’râf, 190
280 45/Câsiye, 10
281 15/Hicr, 96
282 21/Enbiyâ, 36
283 2/Bakara, 165
284 7/A’râf, 138
285 22/Hacc, 30
286 21/Enbiyâ, 52
287 13/Ra’d, 16
288 2/Bakara, 23
289 39/Zümer, 43
290 12/Yûsuf, 39
291 29/Ankebût, 41
292 16/Nahl, 74
293 2/Bakara, 256
294 4/Nisâ, 51
295 5/Mâide, 90
296 72/Cin, 3
297 72/Cin, 3
ŞİRK
- 85 -
üzerinde dururken de, onlar hakkında bilgi vermek değil; onların
eksik yanlarını, neden tanrı olamayacaklarını belirtmeye yönelmiştir.
Diğer taraftan, Kur’an’ın mâhiyetlerinden bahsettiği bâtıl ve
sahte tanrıların, insanlığın çeşitli devir ve yerlerinde tanrılaştırdığı
varlık tipleri durumunda olduğu söylenebilir. Bu tipler arasında,
Arabistan’da rastlanmayanların da bulunması, Kur’an’ın evrenselliği
ile açıklanmalıdır. Bu tipler, şöyle sınıflandırılabilir:
Hayat sahibi varlıklar
İnsanlarca görülmeyen varlıklar; a) hayırlılar (Melekler, kısmen
cinler), b) Şerliler (şeytanlar, kısmen cinler)
İnsanlar; a) Tanrı oğlu veya kızı (İsa, Uzeyr), b) Tanrıça (sâhibe),
c) Hükümdar-tanrı (Firavun)
Hayvanlar; a) Buzağı, boğa, b) Nesr (kartal)
Cansızlar
Tabiat varlıkları; a) güneş, b) ay, c) yıldızlar (Şi’râ), d) Ba’l, e)
ağaç (el-Uzzâ), kaya (el-lât, Menât)
İnsan eliyle yapılanlar; a) esnâm, evsân (Vedd, Yeğûs vb.), b)
ensâb
Mücerred Varlıklar
1- Nefsin hevâsı, 2- şâri’, 3- dehr, 4- seneviyye 298
Elfâz-ı Küfür ve Ef’âl-i Küfür
Elfâz’ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir.
Küfür ise “kefera“ fiilinden mastar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek
anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden
münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren
ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere “elfâz-ı küfür“ adı
verilir.
Ef’âl-i küfür, küfür fiil ve davranışları demektir. İnsanların bazı
hareket, kıyafet ve davranışları küfre alâmet sayılmıştır. Bu fiillerin
bir kısmı müslüman olmayan toplumlara benzemek kastıyla
yapılan hareket ve davranışlardır. 299
298 Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 339-340
299 Geniş bilgi için bk. Ahmed Kalkan, Kur’an Kavramları, Küfür Kavramı,
kavram no: 122
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 86 -
Hurâfe
Dinde olmadığı halde dindenmiş gibi uydurulup anlatılan
hikâye ve rivâyetlere verilen ad. Bu çeşit rivâyetler ve hikâyeler
tümüyle uydurma, hatta bir kısmı saçma sapan olduğu halde, tarih
boyunca Islâm’a mal edilmiş, dinî bir kılıfla sunulmuşturlar.
Hurâfe, aslında bir kişinin adıdır. Hurâfe adındaki bu kişi, aslı astarı
olmayan hikâyeler anlatırmış. Dolaysıyla, Hurâfe’nin anlattıkları,
Hurâfe’nin uydurdukları, Hurâfe’nin kullandığı deyimler zamanla,
bu tür bütün uydurma rivâyetlerin ortak adı olmuştur.
Hurâfeler, dilden dile veya kitaplarla anlatılan rivâyetlerdir.
Bunların sağlam bir asılları yoktur yani uydurma şeylerdir. Ancak
dinî bir motifle, dine mal edilerek anlatılır. İşin önemli olan yanı
da burasıdır. Hurâfeler yalnızca hikâyeden ibâret olsa, üzerinde
durulmaz. Hikâye her yerde her zaman anlatılabilir, yazılabilir.
Ancak bunlara uydurma ve yanlış oldukları halde İslâmî bir kılıf
giydirilirse, o zaman iş değişir. Çünkü bu tür rivâyetler müslümanların
saf inancına zarar vermektedir. Müslümanlar arasında
dolaşan yanlış unsurların bir kısmı, yahudi ve hristiyan kaynaklarından
aktarılmışlardır. Bunlara ‘israiliyyat’ denilir. Bir kısmı, dinden
olmadığı halde din’e sonradan sokulan bid’atlerdir. Ki bunlar,
uydurma oldukları halde, çok önemli dinî ibâdetler gibi algılanır
ve yapılır. Bir kısmı, halk arasına yerleşmiş bâtıl, yani yanlış, İslâm
dışı inançlardır. Hurâfeler, İslâm gerçekleriyle bağdaşmayan bâtıl
inanışlar, uydurma hikâyeler ve çarpık davranışlardır.
Hurâfeler, bir taraftan müslümanların inançlarına zarar verirken
bir taraftan da başkalarının, yeni yetişen nesillerin İslâm
hakkında yanlış fikre sahip olmalarına sebep olur. Hurâfelerle
örülmüş bir din, günümüzün gerçeklerinin çoğuyla bağdaşmaz.
Hâlbuki İslâm, kâinattaki kevnî gerçeklerle uyuştuğu gibi, her çağın
ve her ülkenin insanına hitap etmektedir. Günümüzde birçok
felsefî, siyasî ve iktisadî düşünceler, birçok tavır ve anlayışlar birer
bilimsel gerçek, birer değişmez inanç ilkeleri gibi sunulmaktadır.
Hâlbuki bunların çoğu ya kişilerin kendi görüşleri, ya da zamanla
modası geçecek şeylerdir. Bunların pek çoğu müslümanların saf
inancını bozacak özelliktedir. Bunlara ‘modern hurâfeler’ dememiz
mümkündür.300 Cifircilik ve ebcedcilik gibi, “on dokuzculuk“,
bilimcilik/bilimselcilik gibi doğrulukları tartışabilecek hususların
din gibi veya dinin kesin ve bağlayıcı yorumu olarak kabulü de
bu kabildendir.
Müslümanlar, hangi adla ve hangi kılıfla sunulursa sunulsun,
300 Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 279
ŞİRK
- 87 -
her türlü hurâfeye karşı dikkat etmek zorundadırlar. 301
Allah Teâlâ’nın Birliği ve Şirk
Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın varlığını belirten birçok âyet-i
kerime olmakla beraber, O’nun birliğinden bahseden âyetler, varlığını
ifade eden âyetlerden daha çoktur. Allah Teâlâ’nın birliğinden
bahseden ve çoğu Mekke’de inen âyetler, şirki reddedip tevhidi
emreder. Bu âyetlerin bir kısmı Allah Teâlâ’nın ilâhlık vasfına
yakışmayan; yaratılmışlık, âcizlik ve eksiklik ifade eden özelikleri
reddetmek suretiyle O’nu tenzih eder. Bir kısmı da O’nun kâinatın
yaratıcısı, nimet vericisi, tek sahibi ve hâkimi olduğunu belirtir.
Meselâ; Kur’an’da “Allah kendine ortak koşulmasını bağışlamaz,
bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten
büyük bir günah işlemiştir.“302 buyrularak şirk reddedilirken; diğer bir
sûrede: “De ki: O Allah birdir. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey
O’na muhtaçtır. Kendisi doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.“303 buyrularak
tevhid en özlü biçimde vurgulanmaktadır.
Ebû Cehil gibi en azılı müşrikler, hatta şeytan bile Allah’ı inkâr
edememiş, O’nu yaratıcı, tabiata hükmedici olarak kabul etmeye
kendilerini mecbur hissetmişlerdi. Ama Allah’a sadece inanmak
yeterli değildir. O’na hiçbir şeyi, hiçbir şekilde şirk koşmamak şarttır.
İnsanlar tarih boyunca Allah’ın varlığını doğrudan inkâr yerine
ya müşrikler gibi O’na ortak koşarak şirke düşmüşler, ya da
laiklik anlayışıyla O’nun bazı sıfat ve fiillerini inkâr ederek küfre
düşmüşlerdir. Bu iki inkâr, iki şirk çeşidi arasındaki benzerlik ve
farkları şöyle ifade etmek mümkündür:
Müşrikler Allah’ın varlığını, yaratıcılığını, rızık vericiliğini kabul
ettikleri halde, vahdâniyetini inkâr ediyorlar, O’na putları ortak
koşuyorlardı. Laiklik ise, Allah’ın rabbâniyetini inkâr ederek O’nu
dünya hayatına, insanın gündelik yaşamına, toplumların yönetimi
demeye gelen siyasete karıştırmak istememektir. Özetle, şirk
vahdâniyeti; laiklik rabbâniyeti inkâr etmektir.
Şirk, Allah’ın zatında O’na ortaklar koşmakken; laiklik de
Allah’ın sıfatlarında O’na ortaklar koşmak ve O’nun olan teşrî, terbiye
etme, hüküm koyma yetkilerini yaratandan alıp yaratılanlara
devretmektir.
301 Geniş bilgi için bk. Ahmed Kalkan, Kur’an Kavramları, Atalar Yolu
302 3/Âl-i İmrân, 48
303 112/İhlâs, 1-4
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 88 -
Şirkle laikliğin bu uygulamaları neticede aynı kapıya çıkıyordu:
Hevâ ve heveslere uygun bir hayat sürmek; canları çekince
çiğnedikleri, ya da değiştirdikleri, kurallarını kendilerinin belirlediği
bir hayat...
Şirk de laiklik gibi hakkı ikiye paylaştırıp Allah’ın hakkını
Allah’a, “Sezar“ları olan tâğutlarının hakkını da putlarına vermektir.
“Allah’ın birliği“ konusu, Akaid’in temel ve en önemli konusudur.
Akaid ilmine bu yüzden Tevhid ilmi de denir. (Tevhid, birlemek,
Allah’ı bir kabul etmek demektir. Yani, Allah’ın zatında,
sıfatlarında ve fiillerinde eşsiz olduğunu bilmek ve öylece inanmaktır.)
İslâm Dini’ndeki tüm hükümlerin bir noktada Allah’ın
birlenmesine (tevhide) dayandığı için, İslâm’a Tevhid dini; müslümanlara
da muvahhid denilir.
Günümüzde Allah’ı sözde bir olarak kabul eden nice insanlar,
hâkimiyet ve mutlak otorite konusuna gelince Allah’a ortaklar
koşmaktadırlar. Allah’a ait bazı vasıfları başkalarına veren, başka
şeyleri Allah’ı sever gibi seven, başkasından Allah’tan korkar gibi
korkanlar Allah’ı gerçekten birlemiş olmazlar. Allah’ı kanunlarına,
idarelerine, işlerine... karıştırmak istemeyenler tevhid eri vasfını
kaybedip müşrik vasfını kazanırlar. “Onların çoğu, Allah’a, şirk koşmaksızın
iman etmezler.“ 304
Allah’ın varlık ve birliğini kabul etmenin, fert ve toplum hayatının
her alanında ortaya çıkması zorunlu olan birtakım sonuçları
vardır. Bir olan Allah’a iman etmek: Sadece O’nun hâkimiyetini
kabul etmek, mutlak itaat edilecek otorite olarak O’nu tanımak,
O’na ve emirlerine boyun eğmektir. Bir olan Allah’a iman; Allah’ın
öngördüğü nizama aykırı olan her şeye karşı bir inkılâp hareketidir;
bir başkaldırıdır. Allah’tan başka ilâhları reddettiğimiz, Allah’ı
birlediğimiz yaşantımızın tüm boyutlarında kendini göstermelidir.
Allah’a iman, çevreyi etkilemeyen, gayr-ı İslâmî vâkıayı kabullenen
kuru ve edilgen yahut etkisiz bir iddia olamaz. Bir olan
Allah’a iman etmenin zorunlu gereği; Allah’ın nizamını hayatına,
düşünce ve inançlarına, ferdî, sosyal, siyasal, ekonomik, ahlâkî ve
teabbudî (ibâdetle ilgili) bütün ilişkilerine hâkim kılmaya çalışmaktır.
Tevhid ve Tâğutlarla Mücadele
“De ki: ‘Ey kitap ehli! Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye
304 12/Yusuf, 106
ŞİRK
- 89 -
gelin: Yalnız Allah’a ibâdet edelim; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım;
bazımız bazımızı Allah’tan başka rabler edinmesin..’ Eğer yüz çevirirlerse:
‘Şâhid olun, biz müslümanlarız’ deyin.“305; “İman edenler Allah yolunda
savaşırlar; küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın
dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.“ 306
Sosyal bir hayat nizamı olarak tevhid, halkın bilgisizliği ve şuursuzluğu
üzerine dayalı veya onlara zulmetmek üzere kurulan
cahilî ve tâğutî sistemleri temelden değiştirecek plan ve projeler
sunar. Tevhid, sırf fikrî ve nazarî bir akide değil; eyleme yönelik,
pratik çözüm yolları sunan bir sistemdir. Tevhid akidesi, yalnızca
tabiat ötesi/metafizik konulara izah getiren ve ahlâk ile ilgili konularda
sözkonusu edilebilecek bir tasavvur değil; şirk temeli üzerine
oturmuş tâğutî sistemlere karşı muvahhidlere planlı, programlı
bir hareket mantığı sunan, inkılâpçı bir başkaldırıdır.
Tevhid akîdesi, pratik, eyleme dönük bir hareket ve câhiliyyeye,
şirk temeline dayanan sistemlere bir başkaldırı ve de müstekbir,
zâlim tâğutlara karşı siyasî, iktisadî, sosyal ve hukukî bir sistem olmasaydı,
tarih boyunca bu akîdeyi kavimlerine sunan bütün peygamberlere
karşı savaş açılır mıydı?
İslâm güneşinin doğduğu sıralarda Mekke’de hayatlarını sürdüren
“Hanifler“in konumu, bu konuda ışık tutması bakımından
oldukça önemlidir. Peygamberimiz’e peygamberlik görevi verileceği
dönemde Mekke’de Hz. İbrahim’in şeriatı üzerine yaşayış sürdürdüklerini
iddia eden Hanif dini taraftarları vardı. Bunlar, putlara
tapmaktan vazgeçerek Hz. İbrahim’in dinine girmişlerdi. Bunlar,
Allah’ı birliyor ve kavimlerinin putları adına kestikleri kurbanları
yemiyorlardı. Panayırlarda tevhidin hakikatı ile ilgili nutuklar söylüyorlar,
putların bâtıllığına dair deliller getiriyorlar ve onlara tapmamayı
öğütlüyorlardı.
Ne var ki, Hanif dininden olduğunu iddia eden bu kimselerin
savundukları düşünce, sadece zihinde taşınan, salt fikir ve kuramsal
inanış ve anlayış olmaktan öteye gitmiyordu. O yüzden müşrik
Mekke toplumunda en ufak fikrî ve pratik bir etkinlikleri yoktu.
O putperest toplumda ortaya koydukları fikirler, sadece nazarî
inanç biçimiydi. Bunun için de bu kimseler, şirk temeline dayalı o
cahilî toplumda müşrik putperestlerle aynı ortamda, birbirleriyle
fiilî olarak çatışmadan yaşıyorlar ve bu konumları kendilerini
fazla rahatsız etmiyordu. Kokuşmuş bu küfrî toplum düzeninin
geleneği, göreneği, örf ve âdetlerinin pratik olarak içindeydiler.
305 3/Âl-i İmrân, 64
306 4/Nisâ, 76
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 90 -
Bu yüzden, pratik yaşamdan uzak bulunan ve sadece nazariye olmaktan
öteye gitmeyen tevhid akîdesine bağlı olmaları, onları o
haysiyetsiz yaşayış tarzından, cahilî ortamdan ve kokuşmuş zulüm
tasallutu altında zelil bir hayat sürdürmekten uzaklaştırmıyordu.
İslâmî dâvetin en önemli ve temel maddesi, tevhidin ispatı ve
şirkin reddi olduğu için, câhilî Mekke atmosferinde, yerleşik şirk
düzeni içerisinde gündeme gelen tevhid akîdesi, özel bir yaşam
biçimini göstererek, inkılâbçı bir kimlikle işe başladı. İslâm’ın siyasî,
iktisadî ve sosyal bir sistemin ve hayatın bütün alanlarına hükmeden
bir nizamın adı olduğu net bir şekilde ilân edildi. Şirkin
her çeşidinin çürütüldüğü deliller ileri sürüldü ve gâyet özlü bir
şekilde insanlar tevhide davet edildi. Tevhid fikri anlatılırken, sadece
zihinsel olarak Allah’ın var oluşu değil; O’nun tek oluşunun
anlamı ve bu akîdeye olan ihtiyaç da anlatıldı. İşte Rasûlullah’ın
(s.a.s.) kavmine sunduğu tevhid anlayışı ile Hanifler’in savundukları
tevhid fikri arasındaki temel fark bu noktada odaklaşıyor: Bir
yanda hayatın bütün alanlarına hükmeden, hem zihinsel, fikirsel
ve hem de pratiğe yansıyan bir akîde; diğer yanda sadece zihinde
yer eden, sadece kalpte yer tutan ve pratiğe indirgenemeyen, hayata
geçirilemeyen bir inanç...
Peygamberimiz, risâlet ile görevlendirildikten sonra yaptığı
ilk iş, inanç ve amele dayanan, teorisi ve pratiği olan gerçek tevhid
anlayışını yerleştirmek olduğu için Mekke’nin egemen güçleri,
idâreyi ellerinde tutan müstekbirler, kendisine karşı savaş başlattılar.
Savunduğu bu saf akîde, Peygamberimiz’i kâfirlerle karşı karşıya
getirdi. Kâfirler, kendisine has, özel bir yaşam biçimi sunan bu
akîdenin, kendi câhilî sistemleriyle asla uzlaşmaya girmeyeceğini,
yeryüzünde tâğutî rejimlerle sürekli ve amansız bir mücadele içerisinde
olacağını, kısacası küfre karşı devamlı bir savaşım vereceğini
kesinkes anladılar. Tevhidin, uygulamaya ve tâğutî düzenlere
karşı başkaldırı ilânı olduğu anlayışı, onların neden, daha önce
aynı akîdeyi savunan Hanifler’e karşı en ufak bir tepki göstermezken,
Hz. Peygamber ve onunla beraber olanlara karşı şiddetli bir
savaşın içerisine girdiklerini açıkça ortaya koyuyor.
Şirk Ehli Müşriklerle Mücâdele
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun Rasûlüdür’
deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu
söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar
müstesna; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah’a aittir.“ 307
307 Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104;
Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
ŞİRK
- 91 -
Şirk ehliyle, müşriklerle mücâdele esastır. Müslüman, zaman
ve şartların durumuna göre savaşmıyorsa bile onlara en azından
“Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza ibâdet etmem. Sizin dininiz
size; benim dinim bana!“308 deyip, onları reddettiğini göstermek zorundadır.
“Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylerinize, putlarınıza
da yuh olsun! Siz, akıllanmaz mısınız?“ 309
İslâm dininin en temel esası tevhiddir. Tevhid kelimesi ise, “Lâ
ilâhe illâllah“tır. Mânâsı: Allah’tan başka ilâh yoktur, yani bütün
kâinatta Allah’tan başka ibâdet edilmeye, O’nun dışında mutlak
olarak itaat edilmeye ve boyun eğilmeye lâyık kimse yoktur. Dikkat
etmek gerekir ki kelime-i tevhid önce Allah’tan başka diğer
ilâhları reddetmekle başlıyor. Müslüman, önce Allah’tan başka
bütün ilâhları reddetmeli ve ilâh olarak sadece Allah’ı kabul etmelidir.
İslâm dininin ilk indiği zamanlarda -tıpkı bugün olduğu gibişirk
hâkimdi. İnsanlar putlara tapıyorlar, ilâhlık vasıflarını insanlara
ve bazı varlıklara veriyorlardı. Araplar, melekleri Allah’ın
kızları olarak kabul ediyorlar, ehl-i kitap olan yahûdi ve hristiyanlar
da, Allah’a oğullar isnat ediyorlardı. Helâl ve haram koyma
yetkilerini din adamlarına vererek, onları ilâh ediniyorlardı.
Peygamberimiz’in bu ortamda en küçük bir tâviz vermeden sürdürdüğü
tebliğde, en çok vurguladığı konu tevhiddi. Esasen insanlık
tarihi, Allah’a hakkıyla iman edenlerle, şirk koşanların, birden
fazla ilâha inananların kavgasından ibârettir.
Kur’ân-ı Kerim baştan sona kadar tevhid’den söz etmektedir.
Bütün peygamberler tevhid’i ikame etsinler diye gönderilmişlerdir.
Kur’an’a baktığımız zaman, bütün peygamberlerin üzerinde
ısrarla durdukları ve insanların kavramaları için her türlü zorluklara
katlandıkları hususlar; Allah’ın her hususta, yani hayatın her
sahasında “tek“ olarak kabul edilmesi ve O’na kesinlikle şirk koşulmamasıdır.
Tevhid, insanın hayatındaki düşünceden başlayarak,
günlük hayatındaki her tavrına kadar, Allah’ın belirlediği sınırlara
uyması, onların korunması için seferber olması ve Allah’ın ortaya
koyduğu ölçü ve onun pratikteki şekli olan sünnetin yaşanılmasıdır.
Müşrik
“Müşrik“, ‘şirk’ kökünden türemiştir ve ‘şirk koşan’ demektir.
308 109/Kâfirun, 1, 6
309 21/Enbiyâ, 67
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 92 -
‘Müşrik’, ‘eşrake’ fiilinin fâil ismidir. Allah’a ortak koşan demektir.
Müşrik, açıktan açığa Allah’a sıfatlarında ve fiillerinde ortak
koşan kimsedir. O görünüşte Allah’ın varlığını kabul etmektedir.
Ama ya birden fazla ilâha inanır, ya Allah’a ait sıfatları başka
ilâhlara verir, ya da Allah’ın fiillerini (yaptıklarını) başka ilâhların
da, başka şeylerin de yapabileceğini kabul eder.
Müşrik, Kur’an dilinde iki ayrı anlama gelir. Biri açık (zâhirî),
diğeri de gerçek (hakiki)dir. Açıktan müşrik, çok açık bir şekilde
Allah’a ortak koşan, birden fazla ilâhın olduğuna inanan kimsedir.
Bu anlam açısından bakılırsa Hristiyan ve Yahûdilere müşrik
denmez. Gerçek (hakiki) müşrik, Tevhid dinini tanımayıp, İslâm’ı
kabul etmeyen bütün gayri müslimlerdir. Çünkü hıristıyanlar; Hz.
İsa’ya, yahûdiler; Hz. Uzeyr’e Allah’ın oğlu demektedirler. Onlar
böyle inanmakla beraber bir Allah fikrini de kabul ederler. Onlar
dışarıdan bakınca tek Allah inancını benimseseler bile müşriktirler.
310 İslâm’ın iman esaslarını kabul etmedikleri için mutlak anlamda
müşrik olurlar. Hatta Kur’ân-ı Kerim, kitap ehline bazen ‘kâfir’
(inkârcı) bile demektedir. “Ne kitap ehlinin kâfirleri ve ne de müşrikler
Rabbinizden size bir iyilik inmesini isterler.“311; “Şüphesiz ‘Allah, Meryem
oğlu Mesîh’tir’ diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır...“312; “Andolsun
‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki bir tek
Allah’tan başka hiçbir tanrı yoktur.“313 Müşrik ile kâfir arasında esasta
bir fark yoktur. Ancak kâfirlik, müşrikliğe göre biraz daha geniştir.
Kur’ân-ı Kerim, Allah’a şirk koşanların da, O’nu inkâr edenlerin
de büyük bir sapıklık içinde olduklarını belirtiyor.314 Kâfir, Allah’ı
doğrudan inkâr eder, müşrik ise, Allah’ın varlığına iman ettiği halde,
O’nun ilâhlık ve Rabb’lik sıfatlarına başkalarını da ortak eder.
Allah’a şirk koşmanın küfr olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur.
Müşrikler özellikle Allah’ın ilâhlık sıfatını kabul etmemekte, bu
ilâhlığı başka varlıklara vermektedirler.
Şirk İnancının Ortaya Çıkması: Tevhid Dini üzerine şekillenmiş
topluluklar, gerek münâfıkların gerekse, haddi aşanların
(bağîlerin) yüzünden zayıflar ve parçalanırlar. Zaman içerisinde
insanlar giderek Tevhid inancından ve İslâmî hayattan uzaklaşırlar.
Parçalanan toplum, Tevhidden uzaklaşan insanlar başka yollara,
başka inançlara saparlar. Bazı insanlar dünya hayatını âhiret
hayatına tercih ederler. Hevâsına (kendi görüşüne) uyan birtakım
310 22/Hacc, 17
311 2/Bakara, 105
312 5/Mâide, 17
313 5/Mâide, 73
314 4/Nisâ, 116
ŞİRK
- 93 -
kimseler, kendi uydurdukları dinleri veya ilkeleri din edinmeye
başlarlar. Başkalarına da bu uydurma dini dayatırlar. Böylece, insanlardan
bir kısmı ‘müşrik’ olurlar, bir ve tek olan Allah’a ibâdet
yerine başka ilâhlara da kulluk yapma yanlışlığı ortaya çıkmaya
başlar.
Nefislerine uyarak bağî olan azgınlar, Tevhid toplumunu şirk
toplumuna çevirirler. Bütün insanlarda yaratılıştan ibâdet, duâ,
sığınma isteği, kendisinden üstün saydığı varlıktan yardım istemeye
duyguları vardır. Bütün toplumların, hayatlarını düzenleyici
kanunları, bağlandıkları değer yargıları vardır. Tevhid toplumundaki
mü’minler, tek olan Allah’a kulluk yaparlar. O’na duâ ederler,
O’na el açarlar. O’nun gönderdiği ilkeler doğrultusunda hayatlarını
sürdürürler, toplumsal düzenlerini sağlarlar. Ancak şirk toplumlarında
insanlar birden çok ilâh edinirler. Kimileri kendi nefsine,
kimileri tabiat güçlerine, kimileri ata ruhuna, kimileri hayvanlara,
kimileri güneşe, kimileri liderlerine ilâhlık özelliği verirler. Allah’a
ait sıfatları ve özellikleri bunlarda ararlar.
Müşrikler, sebepleri Yaratan Allah’a değil de sebeplerin kendisinde
ilâhlık görürler. Tapınmak için putlar edinirler. Putların kendilerini
Allah’a yaklaştıracağını sanırlar. 315
Müşriklerin Özellikleri
Kur’ân-ı Kerim, inkârcılara bazen kâfir, bazen de müşrik demektedir.
Bu onların yaptıkları işlere, takındıkları tavırlara göre
verilen bir isimlendirmedir. İnkâr açısından ikisi arasında fazla
bir fark bulunmamaktadır. Kur’an, müşrikleri tanıtırken, yalnızca
Firavun’a iman edenleri, Hz. Muhammed’e karşı çıkan Mekkeli
müşrikleri değil; hem onları hem de tüm zamanlar boyunca olabilecek
bütün müşriklerin özelliklerini tanıtıyor. Şirkin nasıl bir şey
olduğunu ortaya koyarak, insanları sakındırıyor.
Kâinatın Rabbi Allah (c.c.) bütün kemal (üstün) sıfatlara sahip,
bir ve tek olan, başlangıcı ve sonu olmayan, yaratıklardan hiçbirine
benzemeyen, her şeyin sahibi, çok güçlü ve kudretli, emir ve
hüküm sahibi olan, istediği şeyi istediği gibi yaratan, varlığı her
şeyi kuşatan, yalnızca kendisine ibâdet edilen tek İlâh’tır. Canlıların
rızkını O verir. O öldüren ve diriltendir. Mülk O’nundur. O
yaratıcıdır (Hâlık) ve O’nun dışında her şey yaratılmış (mahlûk)tır.
İşte Allah (c.c.)’a ait bu ve buna benzer sıfatları başkasına
veren müşriktir. Evrende olan olayları Allah’ın yarattığını kabul
etmeyip, bunların tabiat (doğa) tarafından yaratıldığına inanan
315 39/ Zümer, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 94 -
müşriktir. Tabiatı veya diğer sebepleri yaratılan değil de, yaratıcı
gibi kabul eden müşriktir. Yeryüzünün ve insan irâdesinin dışındaki
bütün oluşumlara ait tasarruf Allah’ın elindedir. Müşrikler, bu
tasarruf hakkını başkalarına da verirler. Hayatın her alanına ilâhî
hükümler koyma yetkisi Allah’ındır. Ancak müşrikler, Allah’ın bu
yetkisine saldırarak, ya kendileri adlarına, ya da başka bir insan
veya put adına hüküm koyarlar.
İnsanları Allah yaratmıştır. Dolaysıyla onlar Allah’ın kullarıdır.
İbâdet yalnızca Allah’a yapılır. Ama müşrikler Allah’tan başkasına
da kulluk yaparlar. O’nun dışındaki varlıkların da önünde tıpkı bir
ilâh gibi secde ederler. Kendi hevâ ve hevesleri doğrultusunda insanlar
adına, bir ulus ve ideoloji adına hükümler/yasalar koyarlar
ve bunlara kalpten bağlanır, Allah’ın hükümlerini bir tarafa atarlar.
Bunlar şirk koşmaktadırlar.
Allah’ın helâl ve haram ölçülerini kabul etmeyip, O’nun gönderdiği
ilkeleri bir tarafa atarak, kendi arzusuna göre helâl ve
haram ölçüleri koyanlar; insanların, partilerin, devletlerin veya
örgütlerin koyduğu haram ve helâl ölçülerini kabul edenler müşrik
olurlar. Bir insanın, bir örgütün, bir ideolojinin görüşlerini,
hükümlerini Allah’ın hükümlerinden daha doğru, daha çağdaş,
daha iyi bulanlar, Allah yerine başka ilâh tanımış olurlar.316 Allah’a
ait görme, haberdar olma, mutlak anlamda ilâhî yardım yapma,
günahları affetme, gözetleme gibi sıfatları varlıklara veya insanlara
verenler müşrik olmuşlardır. Söz gelimi, bağlanılan şeyhlerin
çok uzak yerlerden öğrencilerini (müridlerini) evlerinin içinde bile
gördüğünü, ibâdet veya zikirleri ancak şeyhlerin Allah’a ulaştırabileceğini,
şeyhlerin diledikleri yere diledikleri zaman gidebileceklerini,
istedikleri zaman kerâmet gösterebileceklerini kabul
etmek, şüphesiz ki şirke çok benzemektedir.
Ölmüş veya yaşayan kimi insanların ilkelerini mutlak hüküm
ve ilke saymak, onların görüşlerini en üstün, hatta Allah’ın
âyetlerinden daha yüce saymak, ölünün mezarı başına gidip, ona
hesap vermek şirkin, yani Allah’a ortak bulmanın ta kendisidir.
Çünkü Allah’a ait sıfatlar bir ölümlüye veya ölmüşe verilmektedir.
Tekrar edelim ki, ister bir başka insanın, ister insanın kendi
hevâsının, ister bir grubun, isterse bir coğrafyanın olsun; Allah’ın
ilâhlığına ait bir özelliği onlarda görmek, onlarda da aynı özelliklerin
var olduğuna inanmak şirktir. Bunu yapanlar da müşriktirler.
İslâm ülkelerinde bazı adamlar, müslümanlık iddia etmelerine
rağmen, batı dünyasından gelen bütün fikirleri, bütün ölçüleri en
316 9/Tevbe, 31
ŞİRK
- 95 -
üstün sayarlar. Onlara, ‘bakınız Allahımız şöyle buyuruyor’ denildiği
zaman, “o din işi“, “o ayrı“ ayrı derler.
Görüldüğü gibi müşriklik, inkârcılıktan çok, Allah var denildiği
halde, Allah’a benzer ilâhlar bulmanın, O’na ait özellikleri varlıklara
da verip onları da Allah gibi üstün tutmanın adıdır. İslâm’ın
mücadele ettiği en önemli inkâr işte bu şirk anlayışıdır. İslâm geldiği
zaman Mekkeliler tanrısız değillerdi. Evreni Allah’ın yarattığını,
rızkı O’nun verdiğini kabul ediyorlardı. Ama O’na putları ortak
ediyor, başka şeylere kulluk yapıyorlardı.317 Günümüzde müslümanların
sakınması gereken temel tehlike budur.
Kur’ân-ı Kerim, müşriklere ait bazı özel durumlara da dikkat
çekmektedir: Şirk en büyük zulümdür, öyleyse müşrikler aynı
zamanda zâlimdirler.318 Müşrikler, gerçek ilme değil; zanna (sanrıya,
tahmin ve teorilere) uyarlar. Onlar ilmin, aydınlığın, doğrunun
peşinde olduklarını söylerler, ama onların gerçek sandığı
şey, Allah katında bir değer ifade etmez. Onlar sıkışınca Allah’a
duâ eder, yalvarırlar, ama rahata ve refaha kavuşunca Allah’ın
âyetlerinden yüz çevirirler.319 Putlarını, yani Allah’a eş koştukları
şeyleri çok severler, onlara candan bağlıdırlar. 320
İslâm’ın teklifleri müşriklere çok ağır gelir.321 Onlar mü’minleri
sevmezler, devamlı düşmanlık beslerler. Dünyaya aşırı bağlıdırlar.
322 İslâm’a karşı çıkışları noktasında tutarlı değillerdir. Yaptıkları
işler sebebiyle Allah katında suçlu (mücrim) olmuşlardır. 323
İrtidat ve Mürted
İrtidat, Arapça bir kelime olup, ridde’nin türevidir. Reddetmek,
geri çevirmek ve bir işten rücû etmek gibi manalara gelir. Istılâhta,
iman ettikten sonra, İslâm’dan dönmeye verilen isimdir. İslâm dinini
terkedip başka bir dine geçmek veya eski inancına dönmeye
irtidat; bunu yapan kimseye de “mürted“ denir.
Kur’an’da irtidatla ilgili şöyle buyrulur: “Sizden kim irtidat
eder (dininden döner) ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve
âhirette amelleri boşa çıkmıştır ve onlar cehennem ehlidir, orada ebedî
kalacaklardır.“324; “Kim imanı küfürle değiştirirse, şüphesiz o, dümdüz yo-
317 31/Lokman, 25
318 31/Lokman, 13
319 17/İsrâ, 67
320 37/Saffât, 35-36
321 42/Şûrâ, 111
322 2/Bakara, 96
323 Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 472-476
324 2/Bakara, 217
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 96 -
lun ortasında sapıtmıştır.“ 325
İrtidat edip, dinden dönen, İslâm’ı terkedip küfrü veya şirki seçen
kimse. İslâm’dan çıkma olayına ‘ridde’ veya ‘irtidat’ denilmektedir.
Mürted, müslümanlığı kendi isteğiyle, hiçbir baskı olmadan
seçtiği halde, sonradan çeşitli nedenlerle yine kendi arzusu ile
terkeden, küfrünü açıkça ortaya koyan insandır. Kur’ân-ı Kerim,
böylelerinin çirkin durumunu açıklayarak onları kötü bir âkıbetin/
sonucun beklediğini haber veriyor. 326
Mürtedin Kişiliği: Mürted, kişilik zaafı (zayıflığı) olan biridir.
Doğru bir bilgiye ve sağlam bir görüşe sahip olamamıştır. İnandım
dediği dini yeterince benimsememiştir. Bir başka fikir veya inanç,
hoşuna giden bir dünyalık onu daha çok etkilemiştir. ‘İslâm’dan
çıkarsam, gayri müslimlerin safına geçersem maddî bir çıkar kazanabilirim’
diye düşünmüştür. Kendisine çok süslü gösterilen, İslâm
dışı hayat şekilleri daha çok hoşuna gitmiştir. Nefsinin arzuları
kabarıp taşmıştır. Çok şey istemektedir, birçok şeyden zevk alma
arzusundadır, ama müslüman kaldığı müddetçe bunlara ulaşması
zordur. Zaten pamuk ipliği ile bağlı olduğu İslâm bağını hemen
koparıp atmaktadır.
Mürtedlik aslında sıradan bir mesele değildir. Allah katında
din seçmek insan varlığı için en önemli olaydır. Âlemlerin Rabbi,
insana değer veriyor, onu kendisine muhâtap (hitap edilecek kişi)
olarak kabul ediyor, deyim yerindeyse, insanı ‘adam yerine koyuyor’.
Ona elçiler ve din gönderiyor, ona doğru yolu gösteriyor.
Buna karşın insanların bir kısmı buna aldırmıyor yahut elçilerle
gelen dâvete karşı çıkıyor, ya da onu eğlenceye alıyor. Bunun bir
belirtisi olarak da bazen inandığını söylüyor, bazen de bu inandığı
dini terkediyor. Kimileri de dışarıdan inanmış gibi görünüyor, ancak
içinden inkârcılığa devam ediyor. Aslında pek de âciz olan ve
ölünce mutlaka Rabbinin huzuruna çıkacak olan insanın bu denli
cesur olması, cür’ette bulunması, korkmaması, yaptığı işin sonunu
düşünmemesi ne kadar acıdır!
Kendisine verilen değeri anlamayan ve değerini çok çok yüceltecek
olan ilâhî dâvete kulak vermeyen insandan daha akılsızı,
daha bedbahtı (şanssızı) var mıdır? Böyleleri bile bile zararlı ve
kötü olanı tercih ediyorlar, derecelerini kendi elleriyle alçaltıyorlar.
Bir kısmı da kurtuluş ve mutluluğun adı olan İslâm’ı kabul ettikten
sonra şu veya bu sebepten dolayı onu terkediyorlar. Onu ya beğenmiyorlar,
ya küçümsüyorlar, ya da çıkarlarına engel görüyorlar.
325 2/Bakara, 108
326 2/Bakara, 217
ŞİRK
- 97 -
Hangi sebeple olursa olsun bu tavır Allah’ın sevmediği bir tavırdır.
Bu davranış âlemlerin Rabbi Allah ve O’nun aziz dini İslâm
ile -hâşâ- dalga geçmek gibidir. Bu bir ciddiyetsizlik, câhillik ve
dönekliktir. İslâm’a göre, elbette din ve inanç hürriyeti vardır. İsteyen
istediği dini ve yaşama biçimini seçebilir. Bu konudaki seçim
hakkı bireyin kendisine aittir. Onu hiçbir kimse bir inanca ve
ideolojiye bağlanmaya zorlayamaz. Herkesin cehenneme gitme,
orayı tercih etme özgürlüğü vardır. Ancak bir kimsenin İslâm’ı din
olarak seçtikten sonra onu terketmesi hem onun için çok önemli
bir kayıp, hem müslüman toplum için bir sorun, hem de İslâm’ın
yüceliğine gölge düşüren bir durumdur.
Mürtedliğe Yol Açan Sebepler: Mürtedlerin İslâm’dan dönmelerinin
birkaç sebebi olablir:
1- İslâm’ı ve onun hükümlerini beğenmemek,
2- İslâm’ı çıkarlarına ve zevklerine engel görmek,
3- Dünyalık bir makam elde etme ihtirası,
4- İman zayıflığı veya İslâm’ı yeterince tanımama,
5- Gayri müslimlere özenme, onların zevk içinde yaşamalarına
imrenme ve onları bazı konularda üstün ve ileri kabul etme anlayışı
ve diğer sebepler.
Bir Müslümanı Mürted Yapan Tavırlar: Bir müslümanın
İslâm’dan çıkmasına sebep olacak bazı durumları şöylece özetleyebiliriz.
Müslüman olduğu halde, Allah’a şirk koşmak; Allah’ın dışında
bir kimseye, bir otoriteye, putlara tapınmak, Allah’tan istenecek
yardımı ölülerden veya mezarlardan istemek, birtakım örgütleri
veya devletleri Allah gibi düşünmek, kişiyi İslâm’dan çıkarır, mürted
yapar.
İslâm’ın küfr veya kâfirlik dediği şeyler konusunda şüphe etmek;
İslâm da bellidir, onun dışındaki bâtıl yollar da bellidir. Küfür
olan konularla ilgili olarak “acaba onlar da doğru olabilir mi?“
düşüncesi İslâm inancına aykırıdır. Onlar doğru olsaydı, İslâm’ın
Hz. Muhammed ve Kur’an’la gönderilmesine ne lüzum vardı? Bütün
bâtıl dinler, bütün İslâm dışı ideolojiler, insanlar adına nisbet
edilen hayat sistemleri İslâm tarafından reddedilmektedir (Komünizm,
Hinduizm, Hristiyanlık, demokrasi, Marksizim, laisizm, Kemalizm
ve diğerleri).
Peygamberimiz’in bize bildirdiği bazı şeyleri beğenmemek,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 98 -
onlara karşı yüzü buruşturmak, râzı olmamak.327
Müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, onlara yardım
etmek.328
İslâm’ın ilkelerine, şeriata karşı gelmek, onlarla alay etmek,
onların yerine başka otoritelerin veya kişilerin görüşlerini daha iyi,
güzel veya çağdaş bulmak.
Kesin deliller ile ümmetin icmâsı ile sâbit olmuş, dinden sayılan
hükümlere karşı gelmek, onları kabul etmemek.
Bunlar veya bunlara benzer davranışlar ve sözler bir müslümanı
dinden çıkarabilir, mürted yapabilir. Bunlar birer hükümdür ve
müslümanları din konusunda dikkatli olmaya teşviktir ve onları
tehlikeden sakındırmaktır. Kişi ya inanır, ya inanmaz. Ama tutarlı
olması gerekir; inandığı dinin gösterdiği gibi inanması ve yaşaması
lâzımdır. İslâm, Allah’ın dinidir ve ona nasıl inanılması gerektiği
ortaya konulmuştur. O, insanların görüşü değildir ki, dileyen dilediği
gibi kullansın.
Mürtede Karşı Tavır
Bu konuda dikkatli olmak mecbûriyeti vardır. Önüne gelene,
‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı“na düşmemek,
rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir.
İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma
tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları gözönüne alınmadan ‘tekfir’
etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış
ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız
gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil,
hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak
düşmanlarımızı sevindirir.
Mürted’e verilecek ceza konusunda fıkıhçıların değişik görüşleri
var. Bazıları, eğer toplu irtidat olmuşsa bu; İslâm toplumunun
veya devletin güvenliğini ilgilendirdiği için, onlarla topluca savaşılır,
zararları def edilir demektedirler. 329
Hanefî fıkhına göre İslâm’dan çıktığını açıkça gösteren söz, tutum
ve davranışlarda bulunan kişi, mürted sayılır ve tevbe etmediği
takdirde idam edilir. Mürted ile kâfir arasında çok önemli bir
fark vardır. Şöyle ki; mürted, İslâm’ın Allah indinde yegâne din olduğunu
ve kudsiyetini bildiği halde; dünya menfaati, hırs, hased,
327 47/Muhammed, 9
328 9/Tevbe, 65-66
329 Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 457-459
ŞİRK
- 99 -
kin veya bunun gibi duygularla dinini terketmiştir. Bu duygular,
mürtedi müslümanlara karşı harbî (muhârip, savaşçı) durumuna
getirir. Çünkü irtidatla birlikte sahip olduğu ismet-i şahsiyetini (kişisel
mâsumluk ve dokunulmazlığını) kaybetmiştir. Gayr-i müslim
olan kâfir ise, dâvete muhtaçtır. İslâm hakkında doğru bir bilgiye
sahip değildir.
İbn Âbidin: “İrtidat eden ve muhârip durumuna geçen kimsenin
öldürülmesi, dinin muhâfazası için zarûridir. Çünkü dinin
muhâfazası, maslahatların en üstünüdür“ hükmünü zikreder.
Hanefî fukahâsı: “irtidat eden erkeğin öldürülmesinde, kadının
ise hapsedilmesinde müttefiktir. Çünkü kadın, muhârip (savaşçı)
durumunda değildir.“ Bu noktada şunu hatırlatmakta fayda
vardır: Mürted olan erkek derhal öldürülmez; önce irtidat sebebi
araştırılıp, şüpheye düştüğü husus izah edilir ve tecdîd-i imana
dâvet edilir. Bütün bunlardan sonra, durum değişmezse ulu’l-emr
tarafından öldürülür. Bu cezayı herhangi bir mü’min, kendi şahsî
değerlendirmesiyle yapamaz. Çünkü velâyete tecâvüz câiz değildir.
Ulu’l-emr, bütün ümmetin velâyetine sahiptir. 330
Günümüzde batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma
birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da
onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor,
onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, İslâm’ı bilmemenin ve ona imanın
zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da yönetildikleri
rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim,
medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya
çalışılıyor.
Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi,
şu söz ve davranışıyla şirke düştü; mürted oldu, müşrik oldu, ona
hangi cezayı verelim?’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikler
ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla insanlara ulaştırmak,
hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden
uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Şirk konusu, bu bilgileri
çevremizdeki düzenin kurbanı ve câhil insanlar için kılıç gibi
kullanmak için öğrenilmez. Kendimizi, en küçük bir ihtimalle bile
şirke düşürebilecek davranışlardan şiddetle sakınmamız ve insanları
bu hale getiren bataklıkla mücâdele etmeyi, şirk düzeni ile
mücâdele edilmeden bunun önünün alınamayacağını idrâk etmek
ve insanları en büyük tehlike olan bu belâdan kurtarmanın
yollarını aramak, tebliğ etmek, canlı Kur’an olmaya çalışıp tevhidi
bayraklaştırdığımızı davranışlarımızla ispat etmek için olmalıdır.
330 Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 214
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 100 -
“İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar
var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.“331
Peygamberimiz (s.a.s.), mü’minlere şöyle duâ etmelerini tavsiye
ediyor: “Bile bile şirk koşmaktan Allah’a sığınırım, bilmediklerimden
de Senden af dilerim“.
Selâm olsun, şirkin en küçüğünden ve en gizlisinden bile kaçan
tevhidî söyleme ve eyleme sahip olan muvahhid gençlere!
331 6/En’âm, 82
ŞİRK
- 101 -
Şirkle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Şirk Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 167 Yerde):
2/Bakara, 96, 105, 135, 221, 221, 221, 221; 3/Âl-i İmrân, 64, 67, 95, 151, 186; 4/
Nisâ, 12, 36, 48, 48, 116, 116; 5/Mâide, 72, 82; 6/En’âm, 14, 19, 22, 22, 23, 41,
64, 78, 79, 80, 81, 81, 88, 94, 100, 106, 107, 121, 136, 136, 136, 137, 137, 139,
148, 148, 151, 161, 163; 7/A’râf, 33, 173, 190, 190, 191, 195; 9/Tevbe, 1, 3, 4, 5,
6, 7, 17, 28, 31, 33, 36, 113; 10/Yûnus, 18, 28, 28, 28, 34, 35, 66, 71, 105; 11/Hûd,
54; 12/Yûsuf, 38, 106, 108; 13/Ra’d, 16, 33, 36; 14/İbrâhim, 22; 15/Hıcr, 94; 16/
Nahl, 1, 3, 27, 35, 54, 86, 86, 86, 100, 120, 123; 17/İsrâ, 64, 111; 18/Kehf, 26, 38,
42, 52, 110; 20/Tâhâ, 32; 22/Hacc, 17, 26, 31, 31; 23/Mü’minûn, 59, 92; 24/Nûr,
3, 3, 55; 25/Furkan, 2; 27/Neml, 59, 63; 28/Kasas, 62, 64, 68, 74, 87; 29/Ankebût,
8, 65; 30/Rûm, 13, 13, 28, 31, 33, 35, 40, 40, 42; 31/Lokman, 13, 13, 15; 33/
Ahzâb, 73, 73; 34/Sebe’, 22, 27; 35/Fâtır, 14, 40, 40; 37/Sâffât, 33; 39/Zümer, 29,
65, 67; 40/Mü’min, 12, 42, 73, 84; 41/Fussılet, 6, 47; 42/Şûrâ, 13, 21; 43/Zuhruf,
39; 46/Ahkaf, 4; 48/Fetih, 6, 6; 52/Tûr, 43; 59/Haşr, 23; 60/Mümtehıne, 12; 61/
Saff, 9; 68/Kalem, 41, 41; 72/Cinn, 2, 20; 98/Beyyine, 1, 6.
B- Şirk Konusundaki Âyetler
a- Allah’a Eş/Şirk Koşmak: 4/Nisâ, 36, 48, 116; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23, 39;
29/Ankebût, 68; 33/Ahzâb, 57.
b- Şirkin Misali: 30/Rûm, 28.
c- Şirk Büyük Bir Zulümdür: 31/Lokman, 13.
d- Hevâ ve Hevesi Putlaştırmak: 45/Câsiye, 23, 47/Muhammed, 12.
e- Allah’a Çocuk İsnâd Edenler: 18/Kehf, 5, 102; 19/Meryem, 88-92.
f- Allah’a Eş Koşmak Haramdır: 7/A’râf, 33; 16/Nahl, 74; 22/Hacc, 31.
g- Putlara Tapmak: 5/Mâide, 76; 23/Mü’minûn, 117; 46/Ahkaf, 5.
h- Allah, Kendisine Şirk Koşmayı Affetmez: 4/Nisâ, 48, 116.
i- Şirkten Sakınmak: 26/Şuarâ, 213; 28/Kasas, 88; 30/Rûm, 31; 39/Zümer, 65-
66; 40/Mü’min, 66; 41/Fussılet, 37; 51/Zâriyât, 51.
j- Şirkten Sakınanların Mükâfatı: 47/Muhammed, 15, 36.
k- Mekke’li Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’,
41; 43/Zuhruf, 20-21, 57-59.
C- Müşrikler Konusundaki Âyetler
a- Müşrikler, Allah’a Çocuk İsnâd Ettiler:6/En’âm, 100-101; 10/Yûnus, 68-70;
16/Nahl, 57, 62; 17/İsrâ, 40; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 26; 22/Hacc, 3-4; 34/
Sebe’, 40-42; 37/Saffât, 149-159, 180; 43/Zuhruf, 15-16, 18, 79-82; 52/Tûr, 39;
53/Necm, 21-22.
b- Müşrikler, Allah’tan Başkasını Tanrı Edindiler: 2/Bakara, 165; 3/Âl-i
İmrân,151; 4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107, 136, 150; 7/A’râf, 191; 10/
Yûnus, 18, 66; 11/Hûd, 109; 14/İbrâhim, 30; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 73; 19/Meryem,
81; 22/Hacc, 11-13, 71, 74; 25/Furkan, 3, 55; 36/Yâsin, 74-75; 37/Saffât, 11;
38/Sâd, 5-7; 39/Zümer, 15 45, 67; 40/Mü’min, 10-12; 42/Şûrâ, 9; 52/Tûr, 43.
c- Müşrikler, Kötülükleri “Atalarımızdan Devraldık“ Diye Savunurlar: 2/Bakara,
170-171; 5/Mâide, 103-104; 7/A’râf, 28; 11/Hûd, 109; 31/Lokman, 21; 37/
Saffât, 68-71; 43/Zuhruf, 22-25.
d- Müşrikler, Allah’ın Âyetlerini İnkâr Ederler: 6/En’âm, 4-5, 66-67, 105, 110,
124; 8/Enfâl, 31-33, 52; 9/Tevbe, 9; 10/Yûnus, 15; 37/Saffât, 68-71; 38/Sâd, 8.
e- Müşrikler, Put Diye Şeytana Taparlar: 4/Nisâ, 117.
f- Müşrikler, Hem Kendileri Peygamber’den Uzaklaşırlar, Hem de insanları
Uzaklaştırmak İsterler: 6/En’âm, 26, 116-117; 21/Enbiyâ,. 2-5; 25/Furkan, 7-9;
31/Lokman, 6-7; 34/Sebe’, 43-44; 38/Sâd, 8, 50/Kaf, 1-2, 5; 54/Kamer, 3; 68/
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 102 -
Kalem, 46-48, 51.
g- Müşrikler, Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkâr Ederler: 6/En’âm, 29-30, 134;
11/Hûd, 19, 25/Furkan, 11, 32/Secde, 10-11, 36/Yâsin, 78-79; 37/Saffât, 16-21;
41/Fussılet, 7; 44/Duhân, 9-10 34-36; 45/Câsiye, 24-26; 50/Kaf, 2-4; 51/Zâriyât,
12-14; 64/Teğâbün, 7.
h- Müşrikler, Peygamberlerden İnanmayacakları Mûcizeler İsterler: 6/
En’âm, 37, 57-58, 109-111, 158; 10/Yûnus, 20, 46; 11/Hûd, 12; 13/Ra’d, 6-7, 27,
40; 15/Hıcr, 6-8; 17/İsrâ, 59, 90-93; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 5, 37-39; 25/
Furkan, 7-8; 29/Ankebût, 50-51, 53-54; 32/Secde, 28-29; 37/Saffât, 176-177; 45/
Câsiye, 25; 70/Meâric, 1-3, 5-7; 74/Müddessir, 52-53.
i- Müşrikler İman Etmezler: 7/A’râf, 192-193; 10/Yûnus, 42-43; 25/Furkan,
9; 36/Yâsin, 7-10; 41/Fussılet, 4, 14; 43/Zuhruf, 40, 88; 68/Kalem, 42-43; 109/
Kâfirûn, 1-6.
j- Müşrikler, Putları Şefaatçi Kabul Ederler: 10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/
Nahl, 55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3, 43-44.
k- Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/
Zuhruf, 20-21, 57-59.
l- Müşriklerin Peygamberimiz’e İftiraları: 21/Enbiyâ, 5-6; 25/Furkan, 4-5;
34/Sebe’, 43, 46; 38/Sa’d, 4; 44/Duhân, 14; 46/Ahkaf, 8-9; 51/Zâriyât, 8-11;52/
Tûr, 29-30, 32-33; 68/Kalem, 1-2, 5-6, 51.
m- Müşrikler, Peygamberimiz’le ve Mûcizelerle Alay Ederler: 21/Enbiyâ, 36;
25/Furkan, 7-9, 41-43; 37/Saffât, 11-12, 14-15, 35-36; 40/Mü’min, 83; 43/Zuhruf,
31-32, 57-58; 54/Kamer, 2; 70/Meâric, 1-2, 36-39.
n- Müşrikler, Kur’an’ı Dinlerler ve “Eskilerin Masallarından İbaret“ Derler;
Kur’an’la Alay Ederler ve O’nu Yalanlarlar: 6/En’âm, 25; 10/Yûnus, 42-43; 17/
İsrâ, 47-48; 21/Enbiyâ, 5; 25/Furkan, 4-6; 34/Sebe’, 43; 37/Saffât, 167-170; 38/
Sa’d, 7; 43/Zuhruf, 30-31; 46/Ahkaf, 7, 11; 50/Kaf, 5; 52/Tûr, 33; 53, Necm, 59-
61; 68/Kalem, 15; 74/Müddessir, 11-26; 83/Mutaffifîn, 13.
o- Müşrikler, Meleklere Cinsiyet Yakıştırırlar: 43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28.
p- Müşriklerin Akıllarına Hitap Ederek İman Etmelerini İsteyen Âyet-i Kerimeler:
30/Rûm, 8-9; 36/Yâsin, 66-73; 40/Mü’min, 13; 50/Kaf, 6-7; 52/Tûr, 35-43;
53/Necm, 62; 67/Mülk, 19-24, 28, 30; 80/Abese, 17-32; 82/İnfitâr, 6-9; 88/Ğâşiye,
17-21; 106/Kureyş, 1-4.
q- Mekke Müşriklerinin İslâm’a ve Peygamberimiz’e Karşı Yürüttükleri Haksız
Mücadele: 2/Bakara, 118, 139; 170; 3/Âl-i İmrân, 7, 10, 135, 165; 8/Enfâl,30,
47; 9/Tevbe, 13, 32; 10/Yûnus, 2, 15-16; 38-39, 49, 51, 53, 57, 59, 104, 108; 11/
Hûd, 7-8, 12, 14; 13/Ra’d, 5-7, 16, 27, 30-31, 43; 14/İbrâhim, 28, 46; 15/Hıcr, 3,
85, 90-91; 16/Nahl, 1, 44-45, 83, 101-102, 125; 17/İsrâ, 46, 50-51; 56-57, 73, 76,
90, 93; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77, 80-82; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 34,
36, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 15, 19, 25, 47, 49, 68-69; 23/Mü’minûn, 56, 63-96,
109-110; 25/Furkan, 3-9, 21-22, 27, 29, 32, 40, 44, 52; 26/Şuarâ, 4-8 192 197,
208, 212, 214; 28/Kasas, 46-51, 57; 29/Ankebût, 12-13, 50-51, 53-54, 61, 63, 67;
30/Rûm, 6, 10, 28, 33, 43-46, 50-54; 35/Fâtır, 4, 5, 37, 42-43; 36/Yâsin, 6, 11, 69-
70, 74-76; 37/Saffât, 11, 13, 34, 36, 38, 40, 50, 61, 149, 158, 167, 170, 176, 179;
38/Sa’d, 8-11, 15-16; 39/Zümer, 36, 38-40, 64; 40/Mü’min, 6, 10, 12, 56, 69, 77;
41/Fussılet, 5, 13-f4, 26, 29, 33, 38, 40, 53, 54; 42/Şûrâ, 13, 15, 24, 47, 54; 43/
Zuhruf, 24-25, 29-31, 79-80; 44/Duhân, 10, 16, 34, 37; 46/Ahkaf, 9; 47/Muhammed,
1-3, 8, 10, 14, 32; 48/Fetih, 25-26, 50/Kaf, 12, 14, 22, 36-37, 45; 51/Zâriyât,
14, 53-54, 59-60; 52/Tûr, 15-16, 30, 47; 53/Necm, 19, 26, 33, 37, 59,61; 62/Cum’a,
2; 67/Mülk, 9, 11, 13, 18, 25, 30; 68/Kalem, 42-43, 46-47, 51; 69/Hakka, 43-44,
49-50; 73/Müzzemmil, 15; 74/Müddessir, 11, 49; 75/Kıyâme, 31; 76/İnsan, 27;
77/Mürselât, 7, 16; 78/Nebe’, 1; 83/Mutaffifîn, 13, 16; 86/Târık, 17; 96/Alak, 19;
ŞİRK
- 103 -
102/Tekâsür, 1-8; 106/Kureyş, 1-4; 107/Mâûn, 1-3; 108/Kevser, 1-3; 109/Kâfirûr,
1-6; 111/Leheb, 1-5.
A- Müşriklerin Bazı Özellikleri
a- Müşrikler Nankördür: 6/En’âm, 63-64; 10/Yûnus, 12, 21-23; 16/Nahl, 53-
55, 83; 21/Enbiyâ, 46; 29/Ankebût, 65-67; 30/Rûm, 33-35; 31/Lokman, 32; 37/
Saffât, 11; 39/Zümer, 8; 43/Zuhruf, 9, 15, 87; 80/Abese, 17-23; 100/Âdiyât,
1-11; 106/Kureyş, 1-4.
b- Müşrikler, Kız Çocuklarını Öldürüyorlardı: 6/En’âm, 137, 140; 16/Nahl,
57-59; 42/Şûrâ, 17; 81/Tekvîr, 8-9.
c- Müşrikler, Helâlı Haram; Haramı Helâl Yaparlar: 6/En’âm, 136-140, 143-
145, 148-151; 10/Yûnus, 15, 59-60; 16/Nahl, 35.
d- Müşrikler, Kadınlara Değer Vermezler: 6/En’âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/
Şûrâ, 17; 43/Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
e- Müşrikler, Allah’a İftira Ederler: 6/En’âm, 138-139, 143-144,
f- Müşrikler, Çocuklarına Putlarının Adını Verirler: 7/A’râf, 190-191.
g- Müşrikler, Antlaşmalarını Bozarlar: 9/Tevbe, 1-4, 7-10, 12-13.
h- Müşrikler Necistir: 9/Tevbe, 28.
i- Müşriklerin Misali: 13/Ra’d, 14; 22/Hacc, 31; 25/Furkan, 44; 29/Ankebût,
41-43.
j- Müşrikler, Mü’minlerle Alay Ederler: 23/Mü’minûn, 109-111; 38/Sâd, 62-
63; 67/Mülk, 25-29; 83/Mutaffifîn, 29-36.
k- Müşrikler, Dünya Nimetleriyle Övünürler: 13/Ra’d, 26; 23/Mü’minûn, 54-
56, 101; 43/Zuhruf, 32; 53/Necm, 29-30; 68/Kalem, 14, 16-41.
l- Müşrikler, Fakirlere Vermekten Kaçarlar: 41/Fussılet, 7; 68/Kalem, 17-33,
36-40; 107/Mâûn, 1-3.
m- Müşrikler, Yetimlere Zulm Ederler: 107/Mâûn, 1-2.
n- Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Çıplak Tavaf Ederlerdi: 8/Enfâl, 35.
o- Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Tavaftan Men Ederlerdi: 8/Enfâl, 34-35.
E- Müşriklerin Cezaları
a- Müşrikler, Putlardan Fayda Görmeyecekler: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-
24, 94; 7/A’râf, 37, 53, 194-198; 10/Yûnus, 28; 25/Furkan, 17-19; 26/Şuarâ, 96-
103; 38/Sâd, 59-60; 45/Câsiye, 10.
b- Müşrikler, Azabı Görünce Tekrar Dünyaya Dönmek İsteyecekler: 2/Bakara,
167; 6/En’âm, 27-28; 7/A’râf, 53; 23/Mü’minûn, 99-100, 107-108; 26/Şuarâ,
94-102; 32/Secde, 12; 35/Fâtır, 37; 39/Zümer, 56-59.
c- Kıyâmet Günü Müşriklerin Durumu: 3/Âl-i İmrân, 151; 4/Nisâ, 120-121;
6/En’âm, 22-24, 30; 9/Tevbe, 17; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 20, 22; 12/Yûsuf,
107; 13/Ra’d, 34; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 86-87; 18/Kehf, 52-53; 23/Mü’minûn,
99-108, 112-115; 25/Furkan, 11-14; 26/Şuarâ, 91-103; 28/Kasas, 62-67, 74; 29/
Ankebût, 54-55; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 31-33; 37/Saffât, 19-34, 38-39; 38/
Sâd, 55-64; 39/Zümer, 15-16, 60; 40/Mü’min, 71-76, 84-85; 41/Fussılet, 6, 47;
43/Zuhruf, 36-39; 50/Kaf, 22-30; 68/Kalem, 42-43; 70/Meâric, 42-44; 73/Müzzemmil,
11-13; 98/Beyyine, 6.
d- Müşriklerin Tevbesi: 9/Tevbe, 3, 11; 25/Furkan, 70; 28/Kasas, 67.
e- Müşriklerin Yaptıkları İyilikler Boşa Gider: 9/Tevbe, 17; 39/Zümer, 65.
f- Mekke Müşriklerinin Azapla Korkutulmaları: 16/Nahl, 45; 18/Kehf, 55,
58; 19/Meryem, 77-82; 20/Tâhâ, 134-135; 21/Enbiyâ, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc,
19, 25, 49, 69; 40/Mü’min, 77; 41/Fussılet, 13; 43/Zuhruf, 41-42; 44/Duhân, 9-16,
36, 59; 50/Kaf, 12-14, 36; 51/Zâriyât, 59-60; 52/Tûr, 31 42, 44-47; 54/Kamer, 4-5,
43-48, 51; 67/Mülk, 16-18; 68/Kalem, 16-41. 44; 70/Meâric, 40-41; 72/Cin, 24;
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 104 -
73/Müzzemmil, 11, 15-17; 77/Mürselât, 16-18; 85/Bürûc, 17-20; 86/Târık, 17;
88/Ğâşiye, 23-24.
g- Müşriklerin Malları ve Evlâtları, Kendilerine Fayda Vermez: 3/Âl-i İmrân,
10, 91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem, 77-
80; 45/Câsiye, 10; 58/Mücâdele, 17; 69/Hakka, 25-29; 92/Leyl, 8-11; 104/Hümeze,
2-6; 111/Leheb, 1-3.
h- Müşrikler, Azaptan Kurtulmak İçin Her Şeylerini Fedâ Etmek İsteyecekler:
70/Meâric, 11-18.
i- Müşriklere Verilen Mühlet (Süre): 18/Kehf, 58-59; 29/Ankebût, 53; 39/
Zümer, 8; 68/Kalem, 44-45; 70/Meâric, 42-43; 73/Müzzemmil, 11.
j- Müşriklerin Kâbe’ye Hizmet Hakları Yoktur: 9/Tevbe, 17-19, 28.
F- Müşrik-Mü’min İlişkisi
a- Müşriklerin Dostluğu Yoktur: 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106;
9/Tevbe, 7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73-75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9.
b- Müşrikler, Mü’minleri Ateşe Çağırırlar: 2/Bakara, 221; 17/isrâ, 73-75; 29/
Ankebût, 12-13.
c- Müşriklerden Yüz Çevirmek: 6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94;
28/Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/
Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil,
10.
d- Müşriklerden Korkulmaz: 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/
Hacc, 38; 37/Saffât, 171-175.
e- Müşrikler İçin İstiğfâr Edilmez: 9/Tevbe, 113-115.
f- Müşrikle Mü’min Karşılaştırması: 47/Muhammed, 15; 67/Mülk, 22.
g- Müşrikler, Mü’minlere Zarar Veremezler: 37/Saffât, 160-163; 52/Tûr, 42.
h- Müşriklere Savaşta Yapılacak İşlem: 9/Tevbe, 5-6, 11-12.
G- Putlar ve Küfrün Öncüleri
a- Putlar, Kıyâmet Günü Kendilerine Uyanlardan Uzaklaşacaklardır: 2/Bakara,
166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 21; 18/
Kehf, 52; 19/Meryem, 81-82; 28/Kasas, 64, 75; 35/Fâtır, 14; 38/Sâd, 59-61; 41/
Fussılet, 48; 46/Ahkaf, 6.
b- Putlar, Hiç Kimseye Zarar ve Fayda Veremezler: 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 40,
41, 46, 71; 7/A’râf, 192-198; 10/Yûnus, 18, 106; 13/Ra’d, 14, 16; 17/İsrâ, 56-57;
20/Tâhâ, 88-89; 22/Hacc, 11-13; 25/Furkan, 55; 34/Sebe’, 22; 36/Yâsin, 74-75;
39/Zümer, 38.
c- Putlar, Hiçbir Şey Yaramazlar: 7/A’râf, 191-192; 10/Yûnus, 34; 13/Ra’d, 33;
16/Nahl, 20; 21/Enbiyâ, 21; 25/Furkan, 3; 27/Neml, 60-64; 30/Rûm, 40; 31/Lokman,
11; 35/Fâtır, 40; 46/Ahkaf, 4.
d- Putlar Şefaat Edemezler: 10/Yûnus, 3, 18; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 23;
39/Zümer, 43-44; 43/Zuhruf, 86; 53/Necm, 24.
e- Putlar Cehennem Odunudurlar: 21/Enbiyâ, 98-100.
f- Putlar Bâtıldır: 22/Hacc, 62; 28/Kasas, 74; 53/Necm, 23.
g- Putların Misali: 22/Hacc, 73.
h- Putlar Rızık Veremezler: 29/Ankebût, 17.
i- Putlar Kendilerine Tapanlardan Habersizdirler: 46/Ahkaf, 5.
j- Lât, Uzza, Menat Putları: 53/Necm, 19-20.
k- Kendisine Tapılan Putların Rabbi de Allah’tır: 53/Necm, 49.
l- Putların Kendilerine Bile Faydaları Dokunmaz: 7/A’râf, 197-198; 10/
Yûnus, 35; 21/Enbiyâ, 43; 25/Furkan, 3.
ŞİRK
- 105 -
m- Putlar, Yapılan Duâlara Cevap Veremezler: 13/Ra’d, 14; 27/Neml, 62; 34/
Sebe’, 22; 35/Fâtır, 14.
n- Put İle Allah’ın Misali: 13/Ra’d, 16, 33; 16/Nahl, 17, 75-76; 22/Hacc, 62; 27/
Neml, 59-64; 40/Mü’min, 20.
o- Putlar, Diri Değil Ölüdürler: 16/Nahl, 21.
p- Putlar, Hiçbir Şeye Sahip Değildirler: 16/Nahl, 73; 35/Fâtır, 13; 53/Necm,
19-20.
H- Putlara Tapmak
a- Putlara Tapmak Haramdır: 5/Mâide, 90; 17/İsrâ, 29, 39.
b- Putlara Sövmekten Sakınmak: 6/En’âm, 108.
c- Putlara Tapanlar Gerçekte Ona Tâbi Olmuyorlar: 10/Yûnus, 66; 28/Kasas,
62-63; 39/Zümer, 3.
d- Putlara Tapmaktan Sakınmak: 17/İsrâ, 22; 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 68; 42/
Şûrâ, 9.
I- Putların ve Küfür Öncülerinin Cezaları
a- Kıyâmet Günü Putların Durumu: 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74;
37/Saffât, 22-34.
b- Putlar, Müşrikler Tarafından İnkâr Edilecektir: 30/Rûm, 13.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 194-195
2. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 352-355
3. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s . 199-201
4. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 236-238
5. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, 422-426
6. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, İmam Kurtubî, Buruc Y. c. 2, s. 223-226
7. El-Mîzân Fî Tefsîri’l-Kur’an, Tabatabaî, Kevser Y. c. 2, s. 323
8. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 6, s. 47-49, c. 4, s. 396-398
9. Kur’an’da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s.
231-232
10. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 303-305
11. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 334-338
12. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 635-641, 472-476
13. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 64-83
14. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 137-141
15. Kur’an’da Temel Kavramlar, Harun Yahya, Vural Y. s. 10-19
16. Nurdan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c.1, s. 31-34, 52-57c. 2, s.
52-57
17. İnanmak ve Yaşamak, Ercümend Özkan, Anlam Y. c. 3, s. 85-96
18. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-123
19. Kurtulan Toplum, Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y. s. 43-71
20. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshıhıko İzutsu, Pınar Y. s. 179-183,
238-244
21. Kur’an-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y. s. 262-266,
309-310
22. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 115-146
23. Kur’an’da Ülûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. 1-9; 281-385
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 106 -
24. Kur’an’da insan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 105-152
25. Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. s. 36-60
26. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s.
80-86
27. Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 182-
184
28. Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid ve Fazileti, Osman Öztürk, Yenda Y. s. 189-198
29. Bu Böyledir, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y. s. 115-137; 58-89
30. Selefin İzinde, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y. s. 21-36; 211-232
31. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y. s. 82-99
32. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celâleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 71-111
33. Şirk, Abdullah Hanifi, Hanif Y.
34. Şirk, Harun Yahya, Vural Y.
35. Kur’an’da Şirk Kavramı, M. H. Surti, Akabe Y.
36. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
37. Kur’an’da Şirk Kavramı, Hafız İsmail Surti, Akabe Y.
38. Kur’an ve Hadislere Göreş Şirk ve Müşrik Toplum, Nadim Macit, Ribat
BasımY.
39. Kitabu’l-Asnâm (Putlar Kitabı), İbnü’l-Kelbî, Ank. Ü. İlâhiyat F. Y.
40. Çağdaş İrtidat, Ebul Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.
41. İslâm Fıkhında Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Semerrai, Sönmez
Neşriyat
42. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y.
43. Tevhid, Hasan el-Bennâ, Nizam Y.
44. Tevhid, İsmail R. Faruki, insan Y.
45. Tevhid, Abdullah bin Abdurrahman, Tevhid Y.
46. Tevhid, 1,2, Muhammed bin Abdülvahhab, Tevhid Y.
47. Tevhid, Abdülhalık Abdurrahman, Tevhid Y.
48. Tevhid, Abdurrahman bin Hasan, Tevhid Y.
49. Tevhid, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat
50. Tevhid Risalesi, Muhammed Abduh, Fecr Y.
51. Tevhid Risalesi, Mehmet Sürmeli, Mavi Y.
52. Tevhide Giriş, Muhammed Esad, Erkam Y.
53. Tevhidî Görüş, Heyet, Sahra Y.
54. Tevhidî İnanç, Abdurrahman bin Hasan, Gonca Y.
55. Tevhidin Işığında İslâm’ın Anlaşılması, Ali Diko, Meki Y.
56. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y.
57. Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri, Bir Y.
58. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
59. Tevhid ve Ledün Risâlesi, İmam Gazâli, Furkan Basım Y.
60. Tevhid Dâveti, Seyyid Kutup, Ravza Y.
61. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff/Özgün Y.
62. Tevhidi Gerçekliğin Işığında, Atasoy Müftüoğlu, Nehir Y.
63. Allah’ın Varlığı ve Tevhidin Hakikati, Yusuf el-Kardavi, İhtar Y.
64. Kelime-i Tevhid Risalesi, M. Ali Karahasanoğlu, Yipar Y.
65. Kelime-i Tevhid Kal’ası, Gazali, Özel Y.
ŞİRK
- 107 -
66. Kur’an’da Tevhid, Hüseyin Beheşti, Objektif Y.
67. Kur’an-ı Kerim’de Tevhid Esasları, Muhammed Salih Ali Mustafa, Ölçü Y.
68. İşte Tevhid, 1,2, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
69. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y.
70. İslâm Akaidinde Tevhid, Hasan el-Benna, Nizam Y.
71. Gençlerle Tevhid Dersleri, Mehmet Göktaş, İstişare Y.
72. 20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, insan Dergisi Y.
73. Kelime-i Tevhid Davası, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
74. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
75. Hakikatü’t-Tevhid, B. Said Nursi, Sözler Y.
76. Soruşturma 1, Tevhid Üzerine, Heyet, Sor Y.
77. İslâm Düşüncesinde Tevhid, Mevlüt Özler, Nun Y.
78. Dua ve Tevhid, İbn Teymiyye, Pınar Y.
79. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.
80. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, Mevdudi, Pınar Y.
81. Kur’an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y.
s. 40-50
82. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
83. Mü’min-Kâfir, Necip Fâzıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.
84. İslâm Dünyasında İnanç Sorunları, Hasan el-Hudaybi, İnkılâb Y.
85. İslâm İnancında Temel Kavramlar, Taner Cücü, Cumhur Y.
86. Kur’an’da Allah ve insan, Toshıhıko İzutsu, Kevser Y.
87. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
88. Allah’a İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
89. Akide, Şeriat ve Hayat Yolu Lâ İlâhe İllâllah, Muhammed Kutub, Ravza Y.
90. İman Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y.
91. Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Tanıtalım?, M. Emin Ay, Timaş Y.
92. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan/Özgün Y.
93. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.
94. İman, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
95. İtikad Üzerine, İhsan Eliaçık, Şafak Y.
96. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.
97. İslâm, Said Havvâ, Hilâl/Petek Y.
98. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, insan Dergisi Y.
99. İslâm’a İtirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Y.
100. Mekke Rasûllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
101. İlk Mesajlar, M. Ali Baştaşı, Birlaşik Yayıncılık
102. Şehâdet Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
103. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 23-35
104. İslâmî Kimlik İlkeler ve Hareket, Toplu Çalışma, Ekin Y.
105. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
106. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.
107. Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.
108. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y.
109. Kelimetü’l-İhlâs (Lâ İlâhe İllâllah), İbn Receb el-Hanbelî, Hak Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 108 -
110. Yalnız Allah veya Tevhid, M. Süleyman Temimi, Özel Y.
111. Hz. Peygamber’in Hayatı ve Tevhid Mücadelesi, 1,2,3, Mevdudi, Pınar Y.
112. Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, Mehmed N.
Solmaz
113. Kur’an ve Sünnete Uygun İnanç, Muhammed b. Cemal, Tekin Y.
114. İman, Abdülmecid Zindani, Risale Y.
115. Lâ, 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü/Yenda Y.
116. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
117. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
118. Resmî İdeolojinin Ücretli Köleleri, Mustafa Çelik, Misak Y.
119. Devletsiz İslâm, Mehmet Göktaş, İstşare Y.
120. Düşüncede Devrim, Mehmed Kürşat Atalar, Anlam Y.
121. Elfâz-ı Küfür -Küfür Sözler-, Hüseyin Âşık, İlim Y.
122. Mürtede Ait Hükümler, Samarrai, Sönmez Neşriyat
123. Çağımızın Bâtıl İnançları, Yüksel Kanar, Beyan Y.
124. Antik İnançlar, Modern Hurâfeler, Martin Lings, İşaret Y.
125. Kur’an’’a Göre Müşrikler ve Putperestler, İslâmî Araştırmalar Dergisi,
Temmuz, 1986
126. Kur’an Okulu, Hanif Y. 7-8
- 109 -
ENDÂD EDİNMEK
•
Endâd ve Nidd Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti
•
Kur’ân-ı Kerim’de Endâd Kavramı
•
Endâd Edinmenin İki Yansıması
•
Endâdı (Bir Şeyi) Allah’ı Sever Gibi Sevmek
•
Endâda Tâbi Olup Allah’a İtaat Eder Gibi İtaat Etmek
•
Endâdın Doğal İki Sonucu Şirk ve Putçuluk
•
Şirk
•
Put ve Putçuluk
“O Rab ki, arzı/yeri sizin için bir döşek, semâyı/göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah’a endâd/ortaklar koşmayın.” 332
Endâd ve Nidd Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti
“Endâd” kelimesi, “nidd”in çoğuludur. Nidd: Misil, denk, eş, benzer demektir. Açıkça tapınılsın veya tapınılmasın ilâh yerine konan, tanrı olarak benimsenen Allah’ın dışındaki şeylere denir. Birbiriyle çekişen, tartışan ortaklar için de bu kelime kullanılır.
Kur’ân-ı Kerim’de Endâd Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de hepsi çoğul olarak “endâd” şeklinde ve 6 âyette geçer. 333
“O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size rızık/besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık, bunu bile bile Allah’a endâd/ortaklar koşmayın.” 334
“İnsanlardan bazıları, Allah’tan başkasını Allah’a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zâlimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.” 335
“(İnsanları) Allah yolundan saptırmak için O’na endâd/ortaklar koştular.
332 2/Bakara, 22
333 Endâd Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde): 2/Bakara, 22, 165; 14/İbrâhim, 30; 34/Sebe’, 33; 39/Zümer, 8; 41/Fussılet, 9.
334 2/Bakara, 22
335 2/Bakara, 165
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 110 -
De ki: (İstediğiniz gibi) yaşayın! Çünkü dönüşünüz ateşedir.” 336
“Müstaz’aflar/zayıf bırakılıp sömürülenler de müstekbirlere/büyüklük
taslayanlara: Hayır! Gece gündüz (işiniz) tuzak kurmaktı. Çünkü siz daima
Allah’ı inkâr etmemizi, O’na endâd/ ortaklar koşmamızı bize emrederdiniz,
derler. Artık azâbı gördüklerinde, için için yanarlar...” 337
“İnsanın başına bir sıkıntı gelince, Rabbine yönelerek O’na yalvarır.
Sonra Allah kendisinden ona bir nimet verince, önceden yalvarmış olduğunu
unutur. Allah’ın yolundan saptırmak için O’na endâd/eşler koşar.
De ki: Küfrünle biraz eğlenedur; çünkü sen, muhakkak cehennem ehlindensin!”
338
“De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O’na endâd/
ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir.” 339
Endâd kelimesinin âyette neler veya kimler hakkında kullanıldığı
konusunda Fahreddin Razi, şu bilgileri verir: Âlimler, “endâd”
(ortaklar, eşler) kelimesi ile ne murad edildiği hususunda değişik
görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler üç başlıkta incelenebilir:
1- Endâd, müşriklerin kendilerini Allah’a yaklaştırsınlar diye
ilâh edindikleri, fayda ve zararını umup bekledikleri, başları dara
düştüğünde kendilerine yöneldikleri, adaklarda bulunup kurban
kestikleri putlardır. Bu, çoğu müfessirin görüşüdür. Bu görüşe
göre, putlar birbirlerinin endâdı, yani eşi ve ortağıdır; Allah’ın ortakları
değil. Veya bunun mânâsı, “o müşriklerin bozuk zanlarınca
bu putlar, Allah’ın birer eşi ve ortağı/endâdıdırlar.
2- Onlar, müşriklerin kendilerine itaat edip, onlara itaat ettikleri
zaman Allah’ın haramlarını helâl, helâllerini da haram saydıkları
başkanlarıdır. Müşrikler, mü’minlerin Allah’a boyun eğmeyi
kendilerine gerekli görüşü gibi, reislerine boyun eğip onlara son
derece saygı duymayı kendilerine gerekli görüp onları Allah’ın
endâdı edinirler. Bu görüş, Süddî’den rivâyet edilmiştir.
3- Sûfilerin ve âriflerin görüşüdür: Allah’tan başka kalbini
meşgul eden her şeyi, sen, kalbinde Allah’ın birer niddi (eşi, ortağı)
kabul etmişsin demektir. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın: “Hevâ ve
hevesini, ilâhı edinen kimseyi gördün mü?”340 âyetinde murad ettiği
mânâdır.341
336 14/İbrahim, 30
337 34/Sebe’, 33
338 39/Zümer, 8
339 41/Fussılet, 9
340 45/Câsiye, 23
341 Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, Akçağ Y., c. 4, s. 180-181
ENDÂD EDİNMEK
- 111 -
2/Bakara sûresi 22. âyette geçen “ca’l” (uydurma) tâbiri, gösteriyor
ki, Allah’a hangi şeyden olursa olsun, misil (denk) tasavvur
olunursa uydurma olur; bâtıl olur. Bunu bile bile yaparsanız, korunanlardan
olamazsınız, inatçı kâfirlerden olursunuz. Allah’ın sizi
ve sizden önceki insanları yaratan tek yaratıcı olduğunu, Dünya
döşeğini, Gök tavanını sizin için meydana getirdiğini, yukarıdan
yani bulutlardan su indirip de bu sebeple size türlü türlü meyvelerden,
ürünlerden rızık çıkardığını bilmektesiniz. Bakınız Rabbiniz
nasıl merhametli ve kudretlidir. Siz bu saydıklarımızı hep
bilirsiniz. O halde siz, bunları ve Yaratıcı’dan başka ilâh olamayacağını
bilip dururken, Allah’a, bir olan o hak ma’bûda nidd/denk
aramaya, benzerler uydurmaya, ortaklar koşmaya ve Firavun’un
yaptığı gibi yerde-gökte kulelerden dürbünlerle Allah aramaya
kalkmayın da, bu emri veren ve bütün bunları yapan, ihsan eden
ve ortağı, benzeri bulunmayan yaratıcınız, Rabbiniz, Rahman ve
Rahim bir Allah’a tevhid ile ibâdet ve kulluk edin. 342
“Ey insanlar, sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibâdet/
kulluk edin. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah’ın azabından kendinizi
kurtarmış) olursunuz. O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi)
bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size rızık/besin olsun
diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık, bunu bile bile Allah’a endâd/
şirk koşmayın.”343 Bu âyetin muhtevâsı şudur: Allah, yeryüzünün
sahibi, mâliki ve rızık verici yaratıcısıdır. Bunun için yalnız O’na
ibâdet edilmesi ve hiçbir şeyin kendisine ortak koşulmaması gerekir.
Bu sebeple Allah Teâlâ, “bile bile Allah’a endâd/şirk koşmayın.”
buyurmaktadır. Buhari ve Müslim’de İbn Mes’ud’un naklettiği hadiste
denilir ki: “Ben, ‘Ey Allah’ın Rasûlü, günahların en büyüğü
hangisidir?’ diye sorduğumda, buyurdu ki: “En tec’ale lillâhi nidden
ve hüve halekake (Allah, seni yaratmış olduğu halde kendisine nidd/şirk
koşmandır).” Muaz’ın rivâyet ettiği hadis de buna benzer. Onun
naklettiği hadiste Rasûlüllah (s.a.s.) buyurur ki: “Bilir misin, Allah’ın
kulları üzerindeki hakkı nedir? Ona ibâdet edip hiçbir şeyi O’na ortak koşmamalarıdır.”
İbn Mâce’nin rivâyet ettiği bir başka hadiste ise şöyle
buyrulur: “Sizden hiç biriniz Allah isterse ve falan da isterse demesin.
‘İnşâallah’, yani ‘ Allah isterse’ desin.” Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın
zâtındaki tevhidi korumak ve muhâfaza etmek içindir. 344
Aslında âlemde varlığı, kudreti, yaratıcılığı, ilmi ve hikmeti bakımından
Allah’a nidd/ denk olabilecek bir şeriki/ortağı Allah’a
ispata çalışan hiç kimse yoktur. Fakat, Allah’tan başka ma’bûd
342 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c.1, s. 234
343 2/Bakara, 21-22
344 İbn Kesir, Tefsir, c. 2, s. 209
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 112 -
edinmeye gelince, bunu yapan pek çok grup vardır.345 İşte bu kulluk
da bile bile Allah’a endâd / denk olabilecek ortaklar koşmak
demektir.
“Allah, hiçbir şey benzemez. O işitici ve görücüdür.”346 âyeti, mutlak
tenzihi ifade etmektedir. Nidd, nazir, şebih, küfüv, misl kelimeleri
hemen hemen aynı anlama gelir. Nidd: eş anlamına gelir. “Allah’a
meseller vermeğe (birtakım benzerler ortaya çıkararak Allah’ı onlara benzetmeğe
ve O’nu koştuğunuz ortaklarla kıyaslamaya) kalkmayın! Çünkü
Allah bilir, siz bilmezsiniz.” 347 Yani mutlak bilgisi olmayan ilâh
olamaz. O halde Allah’ın zatında, fiillerinde ve sıfatlarında misli
yoktur.
“İnsanlardan kimi, Allah’tan başka eşler tutar; Allah’ı sever gibi onları
severler.”348 Allah’tan başka şeylere de Allah’ın sıfatları gibi sıfatlar
verirler. Veya Allah’ı sever gibi başka şeyleri severler. Allah’ın verdiği
nimetleri de sebeplerden bilirler. Oysa insanı yaratan, yağmuru
gönderen ve rızkı veren yalnız Allah’tır. Fiillerinde yaratılana
benzemeyen, zatında ve sıfatlarında da benzemez. 349
Mevdûdi, endâd (eş ve ortak tutma) konusunda şunları söyler:
“O’na endâd/ortak koşarlar...” Onlar, Allah’ın belirli nitelik ve güçlerini
başkalarına atfetmişlerdir ve bu yüzden O’nun haklarını başka
ilâhlara verirler. Örneğin, tüm tabiat güçleri üzerinde kontrolün
sadece Allah’ın elinde olmasına, yaratıklarının ihtiyaçlarını karşılama,
onların dua ve isteklerini duyma gücüne sadece Allah’ın sahip
olmasına, gizli ve açığı sadece O’nun bilmesine rağmen, yine
de başkalarını yardıma çağırırlar; Allah’ın sıfat ve güçlerini başkalarına
atfederler ve böylece O’na ortak koşmuş olurlar.
Kullarının O’nu tek Hâkim, tek otorite olarak kabul etmeleri,
O’nun önünde secde etmeleri, gizli ve açıkça yalnız O’ndan korkmaları,
Allah’ın kayıtsız-şartsız hakkıdır. Fakat kullar bu hakların
bir kısmını veya hepsini başkalarına verirlerse o zaman O’na ortak
koşmuş olurlar. Neyin haram, neyin helal, neyin pis, neyin temiz
olduğunu belirleme hakkı da Allah’a mahsustur. Kullarının hak
ve görevlerini belirleme, onlara belli yasaklar koyma otoritesi de
O’nundur. Bu nedenle, bu haklardan bir kısmını kendisine ait kabul
eden kimseler, şirk koşmuşlardır. Hâkim olarak tanınmak, sadece
O’na lâyıktır. Kulları olarak insanlar, O’nun emirlerini nihâî
345 Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir c. 2 s. 133
346 42/Şûrâ, 11
347 16/Nahl, 74
348 2/Bakara, 165
349 Mehmet Soysaldı, Kur’an Semantiği Açısından İnançla İlgili Temel Kavramlar,
Çağlayan Y., s. 80-81
ENDÂD EDİNMEK
- 113 -
otorite olarak kabul etmeli ve doğru yola ulaşmak için O’na yönelmelidirler.
O halde bu hakları Allah’tan başkasına veren kişi,
şirk/ortak koşmuş demektir. Aynı şekilde bu nitelik ve haklardan
herhangi birine sahip olduğunu iddia eden ve başkalarının, bu
özelliklerin kendilerinde bulunduğuna inanmalarını isteyen kişi
ve kurumlar, resmen ilâhlık iddiasında bulunsalar da, bulunmasalar
da kendilerini Allah’a ortak koşmuş olurlar. 350
Tevhid akidesinin berraklığını ve sadeliğini korumak için
Kur’ân-ı Kerim’in şiddetle yasakladığı Allah’a endâd/eş koşma
keyfiyeti, her zaman müşriklerin yapa geldiği gibi birtakım şeyleri
ilâh ittihaz edip Allah’la birlikte onlara da ibâdet şeklinde olmaz.
Bunun, çeşitli şekilleriyle bir de gizli olanı vardır. Mesela, ümitlerini
herhangi bir şekilde Allah’tan başkasına bağlamak; Allah’tan
başkasından korkmak; her ne suretle olursa olsun vâki olan zarar
ve faydanın Allah’tan başkasından geldiğine inanmak şirkin
bir çeşididir. Yani gizlice Allah’a şirk koşmak demektir. İbn Abbas
(r.a.) bir rivâyetinde şöyle demektedir: Âyette geçen “endâd”
öyle bir gizli şirk çeşididir ki bu gizlilik, gecenin karanlığında
kaypak-siyah taş üzerinde yürüyen karıncanın ayak seslerinden
daha gizlidir. Bir kimsenin “Ey falan, Allah hakkı için, hayatımı
sana borçluyum” gibi tâbirler kullanması; “eğer şu köpek olmasaydı
dün bize hırsız gelmişti” , “Ördek (veya kaz) evde olmasaydı
hırsızlar gelirdi.” şeklinde konuşması; arkadaşına: “Allah ve sen
isterseniz bu iş olur”, “Allah’la falan adam olmasaydı işimiz olmayacaktı”
gibi sözler söylemesi hep bu endâdın yani gizli şirkin
bir çeşididir. Diğer bir hadis-i şerifte, bir adamın Peygamberimiz
(s.a.s.)’e “Allah ve sen isterseniz” dediği ve bu söze karşılık Rasûl-i
Ekrem’in: “E cealtenî lillâhi niddâ (Beni Allah’a nidd/eş mi koşuyorsun?”
buyurduğu rivâyet edilir. 351
Kur’ân-ı Kerim’e ilk muhâtap olanların gününde Allah’a endâd
ve emsal edilen şeyler; ağaçlar, taşlar, yıldızlar, melekler veya şeytanlardan
ibaretti. Allah’a eş koşulan bu varlıklar, câhiliyyenin her
devresinde eşya, şahıs, işaret ve değerler halinde ifade edilmiştir.
Bunlar, Allah’ın adıyla yan yana zikredildiği ve kalplerdeki Allah
sevgisine ortak edildiği takdirde bu hal, gizli veya açık bir şirktir.
Ya kalplerden Allah sevgisini silip de, yerine O’na endâd ve emsâl
edinilenlerin sevgileri yerleştirilirse?!
350 Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, c. 1, s. 135
351 Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an, c. 1, s. 96. Karşılaştırın: İbn Kesir, c. 2, s.
210
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 114 -
Endâd Edinmenin İki Yansıması
a- Endâdı (Bir Şeyi) Allah’ı Sever Gibi Sevmek
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başkasını O’na endâd edinir;
Allah’ı sever gibi onları severler. İman edenlerde ise, Allah sevgisi daha
fazladır.”352 Şüphesiz ki mü’minler, Allah’ı sevdikleri kadar hiçbir
şeyi sevmezler. Ne kendilerini, ne de başkalarını. Ne şahısları, ne
değerleri, ne alametleri, ne de insanları peşine takan şu dünya
kıymetlerinden birisini. Allah sevgisi, en büyük sevgidir. Her türlü
kayıt ve ölçülerin üstünde, mutlak bir sevgi. Başkalarına karşı
besledikleri bütün sevgilerin üstünde Allah sevgisi. Âyetteki sevgi
tâbiri; doğru ve yerinde bir ifade olduğu kadar da güzel bir
tâbirdir. Hakiki mü’minle Allah arasındaki bağlılık, sevgi bağlılığıdır.
Kalpten bağlanmak. Bu bağ; ruhta meydana gelen bir cezbeyle,
dostluk ve yakınlık bağıdır. Sevimli ve parlak muhabbet duygusuyla
sıkıca bağlanmış vicdan bağı... 353
Âyette geçen “Endâd edindiklerini Allah’ı sever gibi severler” ifadesinin
anlamı, “onlara itaat ve saygı duyma hususunda” demektir.
Mü’minin Allah’ı sevmesi konusunda başka âyetlerde de açıklık
vardır. “Allah onları, onlar da Allah’ı severler.”354 âyetinde olduğu gibi.
Yine bir bedevî, Hz. Peygamber’e gelerek, “Ey Allah’ın Rasûlü, kıyamet
ne zaman?” diye sordu. Bunun üzerine Rasûlüllah, “Onun
için ne hazırladın?” dedi. Bedevî de: “Çok namazım ve orucum yok;
ne var ki ben, Allah’ı ve Rasûlünü seviyorum” dedi. Bunun üzerine
de Peygamberimiz (s.a.s.): “El-mer’ü mea men ehabbe (Kişi sevdiği
ile beraberdir.)”355 buyurdular. Bunu müteakiben Enes (r.a.) şöyle
dedi: “İslâm’dan sonra, müslümanların bu hadisle sevindikleri kadar,
başka herhangi bir şeyle sevindiklerini görmedim.” 356
Yaratılana değil, yaratana kulluk ve ibâdet etmek zorundayız.
O’nun emir ve yasaklarına uygun hareket etmeli; O’nun emir
ve yasaklarına ters düşen bütün emir ve yasakları reddetmeliyiz.
Hürriyetimizi korumalı, özgür olmalıyız. Bizim gibi yaratılanların
emir ve yasaklarını Allah’ın emir ve yasaklarına tercih ederek insandan
ilâh türetemeyiz. Biliyoruz ki, bu üretilen ilâhlar yok olacak,
ölecektir. Ölenden ilâh olmaz.
Hâlbuki müşrikler, ilâhlarını severler. Allah’tan başka filan
adamı ilâh ediniyorlar. Onu seviyorlar. Ne gibi? Allah’ı sevdiği gibi.
352 2/Bakara, 165
353 Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an, c. 1, s. 319-320
354 5/Mâide, 54
355 Buhâri, Edeb 96, Ahkâm 10; Müslim, Birr 165
356 Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, c. 4, s. 183
ENDÂD EDİNMEK
- 115 -
Yani bu kimseler Allah’a da iman ediyorlar. Allah’a inandıkları gibi
Allah’ı seviyorlar da. Ama filanı da sevsek olmaz mı diyorlar. Allah
ile Allah’ın kanunlarına zıt kanun koyan kişiyi ilâhlaştırıyor, ikisini
beraber seviyorlar. Mü’minlere gelince, mü’minlerin ise Allah’a
olan sevgileri daha şiddetlidir. Onların putlarını sevdiklerinden
daha fazla severler müslümanlar Allah’ı.
Bu âyetin yaptığı kıyas/karşılaştırma ile düşündüğümüzde,
günümüzde iman konusunda ne kadar geçerli not alabileceğimizin
muhasebesini yapmalıyız. “Şu kâfir grubun veya şu bâtıl
dâvâ adamının gayret ve mücadelesini müslümanlar da yapsa...”
diyoruz. Adam, kendisi gibi bir insanın koymuş olduğu kuralların
insanlar üzerinde hâkim olması için malını veriyor, canını veriyor.
Müslüman da diyor ki: “Bizim de imanımız ve gayretimiz, şu
imansızınki kadar olsaydı.” Bu âyette Rabbimiz öyle demiyor. Sizin
Allah’a olan sevginiz, onların putlarına olan sevgisinden daha
şiddetlidir diyor. Eğer şiddetli değilse, imanımızdan şüphe etmemiz
veya zayıf olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Allah sevgisinden sonra Peygamber Efendimiz’i sevmemiz gerekiyor.
Bir hadis-i şerifte öyle buyruluyor: “Bir kişi, beni anne ve
babasından daha fazla sevmedikçe iman etmiş olmaz.” 357 Rasûlüllah’ı
Rabbimiz’den sonra sevmek zorundayız. Kul olduğunu hiç unutmadan
sevmeliyiz. Sevmek adına -hâşâ- Hıristiyanların Hz. İsa’yı
sevdiği gibi de olmayacaktır sevgimiz.
Kâfirlerin kendi liderleri, kendi yöneticileri, kendi kanun koyucuları
yolunda verdikleri mücadeleye denk mücadele vermeyeceğiz.
Bu âyete göre358 onların verdiği mücadeleden daha üstün
bir mücadele verirsek, ancak müslüman olduğumuzu ispatlayabiliriz.
359
Allah’ın itaat edilmesini yasakladığı kimselere veya Allah’ın
hükümlerine düşman olan kimselerin veya düzenlerin emir, yasak
ve arzularına itaat etmek, Allah’a isyan olduğu gibi; aynı zamanda
Allah’a karşı endâd tutmaktır. Şüphe yok ki, böyle yapmak,
gerek Allah’ı inkâr ederek olsun ve gerekse olmasın, ilâhlık manasında
onları Allah’a endâd/ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı,
bu şirki açıktan yaparlar. Firavunlara, Nemrutlara yapıldığı gibi
onlara açıktan açığa ilâh, ma’bud adını vermekten çekinmezler.
Onlara “rabbimiz, tanrımız” derler. Diğer bir kısmı da, açığa vurmadan
aynı muameleyi yaparlar. Onları, Allah’ı sever gibi severler,
357 Buhâri, İman 8; Müslim, İman 69
358 2/Bakara, 165
359 Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 324 vd.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 116 -
onları nimet sahibi olarak tanırlar. Onların sevgisini, hareketlerinin
başı kabul ederler. Allah’a yapılacak şeyleri onlara yaparlar.
Allah rızasını düşünmeden onların rızalarını elde etmeye çalışırlar.
Allah’a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.
Bu âyet360 gösteriyor ki, ilâhlık mânâsında son derece sevgi, bir
esastır. Ve ma’bud, en yüksek seviyede sevilen şeydir. Böyle son
derece sevilen şeyler, ne olursa olsun, ma’bud ve endâd edinilmiş
olur. Sevginin sonucu ise itaattir. Bunun için, ma’buda son derece
itaat edilir. Her insanın tuttuğu yolda hareket başlangıcı, onun
ma’bududur. İnsanlar tarafından böyle sevgiyle ma’bud mertebesi
verilerek Allah’a endâd/denk tutulan şeyler, o kadar çeşitlidir ki,
bir taştan, bir maden parçasından, bir ottan, bir ağaçtan tutun da
gök cisimlerine, ruhlara, meleklere kadar çıkar. Bununla beraber
“onları severler” ifadesindeki akıl sahiplerine ait olan “hüm (onlar)”
zamiri, bunların özellikle akıllılar kısmını açıkça ifade etmektedir.
Bunun içindir ki, tefsirciler, “denk, benzer” mânâlarına gelen
“endâd”ı “Allah’a isyanda itaat ettikleri liderleri, başkanları
ve büyükleri” diye açıklamışlardır. Bu zamir, tağlib yoluyla putları
da kapsamına alması takdirinde bile bu anlam açıktır.
Gerçekten servet, büyüklük, kuvvet, makam, itibar, güzellik
gibi herhangi bir ümide sebep sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar,
liderler gibi insanları, Allah’ı sever gibi seven ve onlar
uğrunda her şeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu, endâd ve
şirk konusunun putperestlik esasını, insanlığın en büyük yarasını
teşkil eder. Edebiyatta, romanda, şiir ve şarkılarda bu tür şirk o
kadar ileri gitmiştir ki sevgililer ilâh seviyesine çıkartılmıştır. En
ufak bir işi övmek için, yaratma kudreti yakıştırılmış, sanatçılar,
futbolcular açıkça veya üstü kapalı şekilde tanrılaştırılmıştır. Yeryüzündeki
insanlık kavgaları, bütün bu çeşitli ve birbirine zıt olan
endâdın mücadelesi yüzündendir. Bilimlerin, fenlerin, sanatların
gelişmesi buna çare bulamaz; bilakis hepsi, bu şirk ocağını yakmak
için gaz ve benzin yerine bu kavramları/endâdı kullanır. İslâm
dışı düzenler de şirk ve endâd için çok rahat ortam oluştururlar
ve beslerler. Bunlar, biz de müslümanız deseler bile, gerçekte ne
Allah tanır, ne peygamber. Her birinin gönlünde zaman zaman
bir veya birkaç mahlûk yer tutmuştur. Onları Allah’ı sever gibi
severler, onlara ma’bud muâmelesi yaparlar. Onlara itaat etmek
için Allah’a isyan ederler. “Onları, Allah’ı sever gibi severler.” ifadesi,
bütün bunları tasvir etmektedir. Buna velileri ve peygamberleri
ma’bud derecesine çıkaranlar da dâhildir.
360 2/Bakara, 165
ENDÂD EDİNMEK
- 117 -
Bunun için Allah’ın velileri, peygamberleri ve melekleri gibi
sevgili kullarını severken âyet-i kerimenin kapsamını iyi düşünmeli;
sevgilerini, Allah sevgisi derecesine vardırmaktan kaçınmalıdır.
Çünkü Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmek arasındaki
farkı bilmek gerekir. Allah’ı sevenler, Allah yolundaki O’nun sevgili
kullarını da severler. Fakat Allah’ı sever gibi değil, Allah için
severler ve bu sevgi ile Allah yolunda onlara uyarlar. “(Ey Muhammed!)
De ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi
sevsin.”361 Buna göre, Allah’ın sevdiği kullarını sevmek ve onlara
uymak, günah ve şirk değildir. Tersine Allah sevgisine delil olur.
Fakat bu sevgi, hiçbir zaman Allah sevgisi gibi olmamalıdır. Velileri,
peygamberleri veya onların ruhlarını ya da melekleri, bir ilâhlık
payı vererek sevmek, onları severken Allah’ı ve Allah’ın emirlerini
unutmak, onlar adına kurban kesmek, âyin yapmak, onlardan
direkt duâ şeklinde bir şeyler istemek, onlardan medet ve
imdat beklemek... “Onları, Allah’ı sever gibi severler.” ifadesinin tam
anlamıyla şirk ve küfürdür. Ayrıca böyle yapmak onlardan uzaklaşmaktır.
Çünkü onlar, ancak Allah’ı sevmişlerdir. Ölü veya diri,
cansız veya canlı putlara bağlanıp, hurafelere boğulan, uydurma
masalları ve efsaneleri din edinen, mezarlara ve ölülere tapınan
insanların sayısı gittikçe artmaktadır; câhiliyye sistemi yürürlükte
olduğu müddetçe de artacaktır. Bir de vahdet-i vücud adı altında
gizlenen bir ateist felsefe vardır ki, din ve ahlak adına ilmî ve
hikemî şekilde en büyük zarar, bundan gelmiştir.
Kısaca, başkanlarını ve büyüklerini, Allah’ı sever gibi sevenler
ve onların, Allah’ın emrine uymayan emirlerine itaat ederek
Allah’a isyan edenler, bunları Allah’a eş ve ortak edinmiş olurlar
ki, bütün putperestliğin esası ve endâd konusu, bu tarz muhabbet
beslemektedir. Bunlar, itaat ettikleri kimseleri Allah için değil;
Allah gibi severler. “İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise çok
daha fazladır.” Mü’min olanların Allah’a sevgisi, Allah için sevmesi,
her şeyden çok ve o müşriklerin tapındıkları endâda, eş ve benzerlere,
hatta varsa Allah’a sevgilerinden daha çok ve daha kuvvetlidir.
Çünkü mü’minler, ancak Allah’a yalvarırlar. Müşrikler ise
pek sıkıştıkları ve muhtaç oldukları zaman Allah’ı hatırlarlar, ihtiyaçları
kalmayınca da edindikleri eşlere uyarlar. Bundan dolayı,
mü’minin gerek rahatlık zamanında ve gerekse sıkıntı anında, gerek
darlıkta ve gerekse genişlikte Allah’a olan sevgisi devamlıdır.
Kâfir ve müşrik ise bazen rabbinden yüz çevirir, tutar bir puta
tapar, sonra ondan daha güzel bir şey gördüğü zaman onu bırakır,
buna tapar. Sonra ondan daha güzel bir şey gördükleri zaman
361 3/Âl-i İmran, 31
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 118 -
onu da bırakır, başkasına tapar. Hatta Bahile kabilesinin yaptığı
gibi acıktıkları zaman ma’budlarını yedikleri olur. (Sözgelimi, özgürlüğe,
demokrasiye taparcasına sarılanların menfaatleri veya
İslâm düşmanlıkları gereği bu putlarını yedikleri çok görülmüştür.)
Bu şekilde sevgi besledikleri şeyi ve ma’budlarını değiştirir
giderler. Bunun için onların, mü’minler gibi devamlı bir sevgileri
olmaz. Mü’minler, tek Allah’a inandıkları için bütün sevgileri, bizzat
Allah’ta toplanır. Allah’ın yarattıklarına olan sevgileri de bu
başlangıç noktasından dağılır. Yani sevdiklerini ancak Allah için,
Allah rızâsı için severler. Müşrikler ve kâfirler ise bir ma’budun
veya bir putun karşılığında diğer ma’budları ve putları da doğrudan
doğruya sevdikleri ve bütün sevgilerini Allah sevgisiyle, Allah
rızasıyla ölçmedikleri için sevgileri dağınık ve parçalanmıştır. Şüphe
yok ki dağınık ve değişen sevgiler, toplu ve sabit sevgiye göre
bir hiç demektir.
Bunun için mü’min bir halk topluluğuna sahip olan ve sırf Allah
için sevilen başkanlar, kendilerine uyulan insanlar, ne kadar
mutludurlar. Şüphe yok ki bu bahtiyarlığa kavuşmak da hakkıyla
tek Allah’a inanan bir mü’min olmaya, her şeyden, hatta kendinden
önce Allah’ı sevip, Allah’ın kullarına da Allah için muamele
etmeye ve Allah için sevgi dağıtmaya bağlıdır. Başka türlü aşırı gidenler
veya ihmal edenler, zulümden kurtulamazlar. Allah’a karşı
başkalarını endâd, yani eş ve ortak tutmak, onları Allah’ı sever
gibi sevmek ve Allah’a karşılık onları bizzat kendilerine uyulacak
varlıklar edinerek emirlerine itaat etmek, özellikle Allah’ın hakkı
olan ilâhlık sıfatına ve ma’budluğuna başkalarını da ortak etmek,
en büyük zulümdür. “Şüphe yok ki şirk, büyük bir zulümdür.”362 Bunu
yapanlar son derece zâlimdirler. Çünkü göklerin ve yerin yaratıcısı,
kâinat saltanatının mutlak hâkimi olan Allah Teâlâ’nın hakkına
tecavüz etmek cür’etinde bulunanlar, hangi zulümden sakınırlar?
Allah’ın kullarına, âciz yaratıklarına ne yapmak istemezler? 363
Bu âyet,364 açıkça gösteriyor ki, ulûhiyetin en önemli özelliklerinden
biri, muhabbettir, sevilmektir. Bundan dolayıdır ki,
Kur’an ve İslâm ıstılahında/terminolojisinde insan, daha çok “kul”
vasfıyla anılır. Kulluk, kendisine kul olunan varlığa karşı beslenen,
en ileri sevgi derecesini ifade eder. “Abd” kelimesinin bu
anlamı, câhiliyye devri Araplarında da mevcut idi. Dünyevî mertebeler
içinde risâlet en üstün mertebe olduğu halde, Rasûl, kulluğu
ile övünürdü. Şehâdet kelimesinde de biz O’nun önce kul
362 31/Lokman, 13
363 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 472 vd.
364 2/Bakara, 165
ENDÂD EDİNMEK
- 119 -
olduğunu, sonra Rasûl vasfını zikrederiz. Mezkûr âyet gösteriyor
ki, Allah’tan başka herhangi bir şeyi veya kimseyi, Allah’ı severcesine
seven, Allah’ın emir ve nehiylerine uyar gibi bu sevginin gereklerini
yerine getiren kimse, Allah’tan başka endâd, yani nidler,
nazirler edinmiş demektir. Bu, muhabbette niddir. Bâtıl tanrılara,
tapanlarının gerçek bir sevgi taşıdıklarını Kur’an âyetleri365 bildirir.
Mü’min, Allah’ı; hâlis, katışıksız, sâbit ve en ileri derecede sevmelidir.
“Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın.”366 Demek ki, Allah’a inanan nezdinde onu sevmek,
asıl fıtratı teşkil eder. Fıtratta olan bu sevgiye hitap olunarak,
Allah’ın da kendilerini sevmesi için uymaları gereken yola, böylece
irşad olunuyorlar. Öte yandan bu âyette “sevmek ve bağışlamak”
kavramlarının münasebete konulmasından anlaşılıyor ki, Allah’ın
mağfireti de, kula olan muhabbetinden ileri gelir. Normal olarak
sevmeyen bağışlamaz.
Kur’an, kimi özellikleri imanın gereği sayar ki, bunlar ister istemez
sevgiyi tazammun eder. Bunlardan biri “rızâ”dır. Rızâ, şunları
gerektirir: Kul için en sevdiği varlık, Allah olacaktır. Çünkü
bütün öbür şeyleri sevip sevmemesini belirleyen kıstas, Allah’ın
onları sevip sevmemesidir. Ayrıca kul, Allah’ından bütün fiilleri,
isimleri ve sıfatlarıyla râzı olacaktır: Rab, müdebbir, emredici, yasaklayıcı
vekîl velî vb. olarak. Bunlar da, kendiliğinden O’nu sevmesini
gerektirecektir.
Allah ve Rasûlü’ne karşı çıkanlara, babaları ve evlâtları bile
olsa, mü’minler sevgi beslemezler.367 Buralarda insanın doğal olarak
en çok seveceği varlıklar (baba, çocuk, zevce, mal, yakın akrabalar,
yer-yurt), Allah sevgisi ile karşı karşıya konulmakta, eğer
Allah’ın rızası başka yerde bulunuyorsa, Allah’a sadâkatin baskın
gelmesi istenmektedir. Bunlara olan sevgiyi belirleyen, Allah’a
olan sevgidir, O’nun rızasıdır. Bu âyetler kulun, Allah’a sevgi besleyebileceğini
göstermekle kalmaz, o sevginin ne derece ileri olduğunu
da gösterir. 368
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir topluluğun, Allah’a ve
Rasûlüne karşı çıkanlara sevgi beslediklerini göremezsin.”369 Sevgi, kullanırken
çok dikkat edilmesi ve ancak Allah’a, Peygamberi’ne ve
365 2/Bakara, 95 ve 29/Ankebut, 25
366 3/Âl-i İmran, 31
367 Bak. 58/Mücadele, 22; 9/Tevbe, 24
368 Suat Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 159 vd.
369 58/Mücadele, 22
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 120 -
İslâm Düzeninin bağlılarına tahsis edilmesi gereken pek yüce
bir hayat sermayesidir. İnançsızlara, müşrik ve mûnâfıklara,
bizi Allah’ın yolundan alıkoyan nesnelere israf edilmemesi gereken
kıymetli varlığımızdır sevgi. Kur’an ve sünnet, Allah ve
Rasûlü’nün mutlak olarak, öncelikli şekilde ve en büyük tarzda
sevilmesini emretmiştir. Bunun dışındakileri severken, ancak ve
ancak Allah’ın ve Peygamberi’nin sevilmesini istediklerinin sevilebileceğini
açıklar. “Rahmeti bütün canlıları kuşatan (Allah) iman eden
ve güzel ameller yapanlar için (kalplerde) sevgi yaratacaktır.”370; “Amellerin
en faziletlisi/değerlisi, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek/nefret
duymaktır.”371 İmansız sevgiye ulaşılamaz ve sevgisiz de iman
olgunlaşamaz. Hz. Peygamberimiz, “imanın tadını bulmayı (birinci
derecede) Allah ve Rasûlü’nü her şeyden çok sevmeye” bağlamıştır.372
“(Ancak) Allah için seven, Allah için buğz eden/nefret duyan, Allah için veren
ve Allah için sıkılık yapıp vermezlik yapan kişi imanını kemâle erdirmiş,
olgunlaştırmıştır.” 373
“Ey iman edenler! Yahudilerle, hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar
birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost edinirse, o da
onlardandır.”374; “Ey iman edenler! Sizden önce kitap verilenlerden dininizi
oyuncak ve eğlence yerine tutanları da, diğer kâfirleri de dost edinmeyin.
Eğer gerçek mü’minlerden iseniz Allah’tan korkunuz.”375; “De ki:
Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz
mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden
evler, sizce Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili
ise, Allah’ın hükmü gelinceye kadar bekleyin. Allah, fâsık kimseleri doğru
yola eriştirmez.” 376
b- Endâda Tâbi Olup Allah’a İtaat Eder Gibi İtaat Etmek
Kur’an, herhangi bir kimseye, Allah’a teslim olur gibi emrine
girmeye, ona kul köle olmaya, onun arzularına, emir ve yasaklarına
kayıtsız şartsız itaat etmeye endâd edinme olarak, Allah’a
şirk koşma olarak değerlendirmiş; herhangi bir şeye veya kimseye
karşı beslenen aşırı sevgiyi ve kayıtsız şartsız itaati de, onu
putlaştırmak olarak nitelemiştir. Allah’a inanmak, kişinin O’nun
isteğini kendi dileğine veya başkalarının isteklerine tercih etmesini
ve diğer arzuları O’nun yolunda fedâ edecek kadar O’nu
370 19/Meryem, 96
371 Ebû Dâvud, Sünnet 3
372 Buhâri, İman 9; Müslim, İman 67; Tirmizî, İman 10
373 Et-Tâc, c. 5, s. 78
374 5/Mâide, 51
375 5/Mâide, 57
376 9/Tevbe, 24
ENDÂD EDİNMEK
- 121 -
sevmesini ve O’na mutlak itaat edilmesi gereken otorite olarak
kabulünü gerektirir. Allah’ı sevmenin kanıtı, O’nu yegâne mutlak
otorite olarak kabul edip O’nun belirli nitelik ve güçlerini başkalarına
atfetmemek ve O’nun hakkını sahte ilâh ve rablere vermemektir.
Allah’ın sıfat ve güçlerini başkalarına atfedenler, O’nu
sevdiklerini, O’na teslim olduklarını, sadece O’na itaat ettiklerini
iddia edemezler; bilakis bu şekilde O’na ortak koşmuş, Allah’a
endâd/denk tutmuş olurlar.
Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk
temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve
putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekkeli müşrikler
de bir Allah inancına sahipti.377 Fakat Allah’ın hükmü yerine Mekke
site devletinin parlamentosu Dâru’n-Nedve’nin kanun yapmasını
ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlardı.
Yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında
durarak şirke sarılıyorlardı.
Günümüzdede kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan,
hacca giden kimselerin tâğutun hükmüne rıza gösterdikleri,
tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah’a mahsus olan sıfatları başkalarına
verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı
bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri, bayrakları,
heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram ve ideolojileri, sanatı,
sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını, parti veya kurumlarını,
devlet adamlarını, liderlerini... yücelttikleri ve bu sayılan
değerler uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını, ahlaklarını
pâyimal ettikleri, böylece de bu değerlere kulluk ettikleri ortadadır.
Sözü edilen bu şahısların, tâğutun ortaya koyduğu nefsanî,
şeytanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak
olsa, hep Allah’ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda
yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına
sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri
ve Allah’ın şeriatına tamı tamına zıt olan sistemleri kabul ederek
onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez.
İşte bunlar, Allah’ın dışında endâd edinenlerdir. Bundan daha
açık putçuluk düşünülemez. Putların emir ve direktifleri doğrultusunda
hareket ederek onların yolundan santim bile ayrılmayanlar,
Allah’ın kitabına ve Rasûlü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak
putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenler,
377 Bk. 29/Ankebut, 61, 63; 39/Zümer, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 122 -
Allah’a endâd uyduranların ta kendileridir. 378
Hz. Âdem’den günümüze kadar câhiliyye hayatını yaşayan
bütün toplumlarda, büyük çoğunluğu teşkil eden Allah’a endâd
uyduran insanlar, Allah’ın varlığına inanmış kimselerdir. Fakat yaratıcımızı
O’nun bildirdiği ölçüler içerisinde, hükümleri, kanunları,
itaat edilmesi gereken emirleri ile tasdik etmemişler, bu konularda
nidler edinmişlerdir. Evet, “Onlara gökleri ve yeri yaratan kimdir,
diye sorsan, elbette ki, Allah’tır diyecekler”379 anlamındaki âyette
açıklandığı üzere, Allah’a yaratıcı olarak inanmışlar, ancak varlığına
inandıkları Allah’ın Peygamberleri aracılığıyla bildirdiği ve yaşanmasını
istediği emir ve yasaklarını kabul etmemişlerdir. Kişisel,
ailevî ve sosyal hayatlarını bu mukaddes emirler ve yasaklara göre
düzenlememişlerdir. “(İnsanlar için uyulacak) emirler ve yasaklar koyma
hakkı yalnız Allah’a aittir.”380 yasasını tanımayarak çiğnemişlerdir.
Cenâb-ı Hak, bu kişileri yermekte ve uyarmaktadır: “Onlar, hâlâ
câhiliyye hayatının hükmünü (bâtıl inançları, ilkeleri ve yaşayış tarzlarını)
mı arıyorlar? Kanaate sahip olabilecek bir topluluk katında hükmü (kanunları),
Allah’tan daha güzel olan kimdir?”381 Allah’ın indirdiği emirler
ve yasaklar dizisine uymayan insanlar, ya kendi arzu ve heveslerine
veya zâlim rejimlere ve uygulayıcılarına uyarak Allah’a
endâd uydurmuşlardır.
“Onlara: Allah’ın indirdiğine uyun denilince, Hayır, atalarımızı yapar
bulduğumuz şeye uyarız derler. Ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru
yolda olmayan kimseler idiyseler? 382 Allah’tan başkasına mutlak
olarak emretme, yasaklama, helal ve haram kılma, kanun koyma
ve hâkimiyet hakkını verme gibi haller, onu endâd kabul etmektir.
Allah’ın koyduğu hükümleri, ölçüleri bir tarafa bırakarak
hâkimiyeti herhangi bir şeye vermek bir mü’minin yapamayacağı
şeydir. Bu konuda Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Hüküm
/ egemenlik yalnız Allah’a mahsustur. O sadece kendisine ibâdeti/
kul olmayı emretti. Dosdoğru din ancak budur.”383; “Onlar Allah’ı bırakıp
bilginlerini, râhiplerini, Meryem’in oğlu Mesih’i Rabler edindiler. Hâlbuki
onlar da bir olan Allah’tan başkasına ibâdet etmekle emr olunmamışlardı.
O, bunların eş tutageldikleri her şeyden münezzehtir.” 384
378 Karş. Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, Şafak Y., s. 132 vd.
379 31/Lokman, 25
380 7/A’râf, 54
381 5/Mâide, 50
382 2/Bakara, 170
383 12/Yusuf, 40
384 9/Tevbe, 31
ENDÂD EDİNMEK
- 123 -
“De ki şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.”385; “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler
kâfirlerin ta kendileridir.” 386
Endâdın Doğal İki Sonucu; Şirk ve Putçuluk
a- Şirk
Lügat olarak şirk; mülk ve saltanatta ortaklık anlamına gelir.
Istılahta şirk; Allah’a zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak ve
denk tanımaktır. Şirk koşan kişiye müşrik denir. İki veya daha çok
ilâh tanımak, herhangi bir varlığı ma’bud (ibâdet edilen) olarak
bilmek, Allah’ın yaratıcı, kadim, bâki gibi sıfatlarını başka varlıklara
vermek şirktir. Kısacası, Allah’ın ilâhlık vasıflarını Allah’tan başkasına
vermek şirktir. Şirk küfürdür, müşrik aynı zamanda kâfirdir.
Şirkin olduğu yerde sâlih amel olmaz. Çünkü amelin kabul
olması için ihlâs yani, yalnız Allah için yapılmış olması gereklidir.
Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Rabbine kavuşmayı uman
kimse, sâlih amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi
ortak tutmasın.” 387
Şirk, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Allah, şirk inancı
ile âhirete gelenleri asla affetmeyecektir. “Allah kendisine şirk (ortak)
koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar.” 388
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği
iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücadeleden
ibarettir. Bütün Peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları
temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu
konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur.
Kur’ân-ı Kerim, müşrik insan tipinin yeryüzünde birliği, huzuru
bozan, çirkin ve insanlar için zararlı bir tip olarak görür ve neces
(pislik) olarak nitelendirir.389 Şirk sadece putlara tapmak değildir.
Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya
sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden
birini dahi reddetmek şirktir.
Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl
nedeni; kendi nefsini ilâh edinmesidir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz
zamanındaki müşrikler arasında fark yoktur. Müşriğin
385 6/En’âm, 162
386 5/Mâide, 44
387 18/Kehf, 110
388 4/Nisâ, 48
389 Bak. 9/Tevbe, 28
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 124 -
mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama,
yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin
aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın,
yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu
kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile
ilgili işlerde Allah’ın belittiğinin aksine hükümler koyuyorlar. İşte
günümüzde şirkin aldığı görünüm budur.
Kur’an’da şirk kelimesi 167 yerde geçer. Kur’ân-ı Kerim’de
birçok âyette Allah Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri hususunda
uyarır. “O ancak tek bir ilâhtır. Doğrusu ben O’na ortak koşmanızdan
mâsumum, de.” 390
Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş
Firavunlar ile, onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani
Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen,
haramzade, zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan,
onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın hükümlerine
aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk yığınlarından meydana
gelir.
Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan
ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın,
yalnız Allah’a ibâdet edildiği ve uyulduğu sürece mümkün
olmadığını bilirler. Çünkü Allah’ın dini adaleti emreder ve bütün
insanları eşit olarak görür. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, insanları
kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur.
Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini
kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere
kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara
insanları taptırarak, aslında kendilerine taptırır, kulluk ettirirler.
Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.
Allah’ın halîli (dostu) İbrahim (a.s.) ne güzel dua etmiş:
“Allah’ım, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ya Rabbi, şüphesiz
ki bu putlar, birçok insanı saptırdı.”391 Âyette belirtildiği üzere,
İbrahim (a.s.) bile, kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması
için Allah’a dua etme ihtiyacı hissetmiştir.
“Onların çoğu, şirk koşmadan Allah’a inanmazlar.”392 İslâm’ın
hâkim olmadığı günümüz câhiliyye ortamlarında şirk çeşitleri çoğalmıştır.
Kur’an’ın bir çok âyetinde, küçük olsun, büyük olsun
390 6/En’âm, 19
391 14/İbrâhim, 35-36
392 10/Yûnus, 106
ENDÂD EDİNMEK
- 125 -
şirkin her türlüsünden arınan müttakî kullardan bahsedilmektedir.
Allah’ın birliğine iman eden, Allah’a şirk koşanlara düşman
olan, tâğutlara ve müşriklere buğz ederek Allah’a yaklaşan, sadece
Allah’ı dost, ilâh ve ma’bud edinen, yalnız O’nu seven, O’ndan
korkan, O’ndan uman, O’ndan yardım isteyen, O’na boyun eğen,
O’na tevekkül eden, O’nun emrine tâbi olup rızasını gözeten, bir
iş yaptığı zaman Allah adıyla yapan ve hayatının her bölümünde
O’na ait olan kimseler kurtuluşa ermişlerdir. “De ki, namazım,
ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbi Allah içindir. O’nun hiçbir
şeriki/ortağı yoktur.”393; “De ki, Allah her şeyin rabbi iken, O’ndan
başka bir rab mi arayayım?” 394
b- Put ve Putçuluk
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddimanevi
her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak
da şirktir. Put sadece tapılan bir takım nesneler değildir. Eğer
hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse,
yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi
bir şey insanlar için put olabilir.
Kur’ân-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara
ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok
fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütalaa edilebilir:
1- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç,
taş ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan
ilkel putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere,
kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin
görüntüsü daha moderndir. Sanem veya vesen dediğimiz ilk
maddedeki putlar, tapanların nazarında tabiatüstü yüce bir gücü
ve kuvveti temsil ettikleri için putperestler, bu güç ve kuvvetin
tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her
putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş
tarihsel bir mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir
kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs.
yi temsil eder.
İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre putperestlik,
İslâm’dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir
ki, Arabistan’da putçuluğun bütün çeşitleri olmakla beraber,
daha çok birinci maddede belirtilen putperestlik yaygındı.
393 6/En’âm, 163-164
394 6/En’âm, 164
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 126 -
Kâbe’nin, putperestliğin sergilendiği bir yer olarak gerçek amacından
saptırıldığını görüyoruz. Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke’yi
fethettiği zaman Kâbe’ye girmiş ve orada Peygamberlerin resimlerinin
bulunduğunu görünce, bunların ortadan kaldırılmasını
emretmişti. Ayrıca Kâbe’de her biri farklı kabile ve şahıslara ait
olan ve değişik şeyleri temsil eden 360 putu görünce, onların da
kırılmasını emretmişti.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü
en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri,
insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini ve putların,
heykellerin de yaratıcı değil; yaratık olduğu düşüncesini aşılama
sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınıza (putlara) mı tapıyorsunuz?
Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.” 395
Put, sadece Arapların câhiliyye döneminde taptıkları basit ve
alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrahim döneminde olduğu
gibi muhtelif câhiliyye sistemlerinde tapınılan tahtadan, taştan,
tunçtan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş,
ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri
Allah’a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca
bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki
şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak,
oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamış olmayız.
Oysa Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin
Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-manevî her şeydir.
Bu putları, hayatın amacı kılmak da Allah’a şirk koşmak olarak
nitelendirilmiştir. 396
“İlâhî! Sevdir bize hep, sevdiklerini. Yerdir bize hep, yerdiklerini.
Yâr et bize erdirdiklerini.”
Kim Allah’a sahip, o neden mahrum?
Kim Allah’tan mahrum, o neye sahip?
395 37/Sâffât, 95-96
396 Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, Şafak Y., s. 132-133
ENDÂD EDİNMEK
- 127 -
Endâd ve Şirk Konusundaki Âyetler
A- Endâd Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde): 2/Bakara, 22,
165; 14/İbrâhim, 30; 34/Sebe’, 33; 39/Zümer, 8; 41/Fussılet, 9.
B- Şirk Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 167 Yerde):
2/Bakara, 96, 105, 135, 221, 221, 221, 221; 3/Âl-i İmrân, 64, 67, 95, 151, 186; 4/
Nisâ, 12, 36, 48, 48, 116, 116; 5/Mâide, 72, 82; 6/En’âm, 14, 19, 22, 22, 23, 41,
64, 78, 79, 80, 81, 81, 88, 94, 100, 106, 107, 121, 136, 136, 136, 137, 137, 139,
148, 148, 151, 161, 163; 7/A’râf, 33, 173, 190, 190, 191, 195; 9/Tevbe, 1, 3, 4, 5,
6, 7, 17, 28, 31, 33, 36, 113; 10/Yûnus, 18, 28, 28, 28, 34, 35, 66, 71, 105; 11/Hûd,
54; 12/Yûsuf, 38, 106, 108; 13/Ra’d, 16, 33, 36; 14/İbrâhim, 22; 15/Hıcr, 94; 16/
Nahl, 1, 3, 27, 35, 54, 86, 86, 86, 100, 120, 123; 17/İsrâ, 64, 111; 18/Kehf, 26, 38,
42, 52, 110; 20/Tâhâ, 32; 22/Hacc, 17, 26, 31, 31; 23/Mü’minûn, 59, 92; 24/Nûr,
3, 3, 55; 25/Furkan, 2; 27/Neml, 59, 63; 28/Kasas, 62, 64, 68, 74, 87; 29/Ankebût,
8, 65; 30/Rûm, 13, 13, 28, 31, 33, 35, 40, 40, 42; 31/Lokman, 13, 13, 15; 33/
Ahzâb, 73, 73; 34/Sebe’, 22, 27; 35/Fâtır, 14, 40, 40; 37/Sâffât, 33; 39/Zümer, 29,
65, 67; 40/Mü’min, 12, 42, 73, 84; 41/Fussılet, 6, 47; 42/Şûrâ, 13, 21; 43/Zuhruf,
39; 46/Ahkaf, 4; 48/Fetih, 6, 6; 52/Tûr, 43; 59/Haşr, 23; 60/Mümtehıne, 12; 61/
Saff, 9; 68/Kalem, 41, 41; 72/Cinn, 2, 20; 98/Beyyine, 1, 6.
C- Endâd ve Şirk Konusundaki Âyetler
Başkasını Allah’a Endâd/Denk Tutmak: Bakara, 22, 165; İbrahim, 30; Sebe’, 33;
Zümer, 8; Fussılet, 9.
Putlara Tapmak: Maide, 76; Mü’minun, 117; Ahkaf, 5.
Allah’a Eş Koşmak: Nisa, 36, 48, 116; En’am, 151; İsra, 23, 39; Ankebut, 68;
Ahzab, 57.
Şirkin Misali: Rum, 28.
Şirk Zulümdür: Lokman, 13.
Heva ve Hevesi Putlaştırmak: Casiye, 23; Muhammed, 12.
Allah’a Çocuk İsnad Edenler: Kehf, 5, 102; Meryem, 88-92.
Allah Kendisine Şirk Koşulmasını Affetmez: Nisa, 48, 116.
Şirkten Sakınmak: Şuara, 213; Kasas, 88; Rum, 31; Zümer, 65-66; Mü’min, 66;
Fussılet, 37; Zariyat, 51.
j- Mekke’li Müşriklerin Şirki: En’am, 100; Rum, 28-29, 31-32; Sebe’41; Zuhruf,
20-21, 57-59.
D- Şirk Konusundaki Âyetler
Allah’a Eş/Şirk Koşmak: 4/Nisâ, 36, 48, 116; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23, 39; 29/
Ankebût, 68; 33/Ahzâb, 57.
Şirkin Misali: 30/Rûm, 28.
Şirk Büyük Bir Zulümdür: 31/Lokman, 13.
Hevâ ve Hevesi Putlaştırmak: 45/Câsiye, 23, 47/Muhammed, 12.
Allah’a Çocuk İsnâd Edenler: 18/Kehf, 5, 102; 19/Meryem, 88-92.
Allah’a Eş Koşmak Haramdır: 7/A’râf, 33; 16/Nahl, 74; 22/Hacc, 31.
Putlara Tapmak: 5/Mâide, 76; 23/Mü’minûn, 117; 46/Ahkaf, 5.
Allah, Kendisine Şirk Koşmayı Affetmez: 4/Nisâ, 48, 116.
Şirkten Sakınmak: 26/Şuarâ, 213; 28/Kasas, 88; 30/Rûm, 31; 39/Zümer, 65-66;
40/Mü’min, 66; 41/Fussılet, 37; 51/Zâriyât, 51.
Şirkten Sakınanların Mükâfatı: 47/Muhammed, 15, 36.
Mekke’li Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41;
43/Zuhruf, 20-21, 57-59.
E- Müşrikler Konusundaki Âyetler
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 128 -
Müşrikler, Allah’a Çocuk İsnâd Ettiler:6/En’âm, 100-101; 10/Yûnus, 68-70; 16/
Nahl, 57, 62; 17/İsrâ, 40; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 26; 22/Hacc, 3-4; 34/
Sebe’, 40-42; 37/Saffât, 149-159, 180; 43/Zuhruf, 15-16, 18, 79-82; 52/Tûr, 39;
53/Necm, 21-22.
Müşrikler, Allah’tan Başkasını Tanrı Edindiler: 2/Bakara, 165; 3/Âl-i İmrân,151;
4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107, 136, 150; 7/A’râf, 191; 10/Yûnus, 18,
66; 11/Hûd, 109; 14/İbrâhim, 30; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 73; 19/Meryem, 81;
22/Hacc, 11-13, 71, 74; 25/Furkan, 3, 55; 36/Yâsin, 74-75; 37/Saffât, 11; 38/Sâd,
5-7; 39/Zümer, 15 45, 67; 40/Mü’min, 10-12; 42/Şûrâ, 9; 52/Tûr, 43.
Müşrikler, Kötülükleri “Atalarımızdan Devraldık” Diye Savunurlar: 2/Bakara,
170-171; 5/Mâide, 103-104; 7/A’râf, 28; 11/Hûd, 109; 31/Lokman, 21; 37/Saffât,
68-71; 43/Zuhruf, 22-25.
Müşrikler, Allah’ın Âyetlerini İnkâr Ederler: 6/En’âm, 4-5, 66-67, 105, 110, 124;
8/Enfâl, 31-33, 52; 9/Tevbe, 9; 10/Yûnus, 15; 37/Saffât, 68-71; 38/Sâd, 8.
Müşrikler, Put Diye Şeytana Taparlar: 4/Nisâ, 117.
Müşrikler, Hem Kendileri Peygamber’den Uzaklaşırlar, Hem de İnsanları
Uzaklaştırmak İsterler: 6/En’âm, 26, 116-117; 21/Enbiyâ,. 2-5; 25/Furkan, 7-9;
31/Lokman, 6-7; 34/Sebe’, 43-44; 38/Sâd, 8, 50/Kaf, 1-2, 5; 54/Kamer, 3; 68/
Kalem, 46-48, 51.
Müşrikler, Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkâr Ederler: 6/En’âm, 29-30, 134; 11/
Hûd, 19, 25/Furkan, 11, 32/Secde, 10-11, 36/Yâsin, 78-79; 37/Saffât, 16-21; 41/
Fussılet, 7; 44/Duhân, 9-10 34-36; 45/Câsiye, 24-26; 50/Kaf, 2-4; 51/Zâriyât, 12-
14; 64/Teğâbün, 7.
Müşrikler, Peygamberlerden İnanmayacakları Mûcizeler İsterler: 6/En’âm, 37,
57-58, 109-111, 158; 10/Yûnus, 20, 46; 11/Hûd, 12; 13/Ra’d, 6-7, 27, 40; 15/Hıcr,
6-8; 17/İsrâ, 59, 90-93; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 5, 37-39; 25/Furkan, 7-8;
29/Ankebût, 50-51, 53-54; 32/Secde, 28-29; 37/Saffât, 176-177; 45/Câsiye, 25;
70/Meâric, 1-3, 5-7; 74/Müddessir, 52-53.
Müşrikler İman Etmezler: 7/A’râf, 192-193; 10/Yûnus, 42-43; 25/Furkan, 9; 36/
Yâsin, 7-10; 41/Fussılet, 4, 14; 43/Zuhruf, 40, 88; 68/Kalem, 42-43; 109/Kâfirûn,
1-6.
Müşrikler, Putları Şefaatçi Kabul Ederler: 10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/Nahl,
55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3, 43-44.
Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/Zuhruf,
20-21, 57-59.
Müşriklerin Peygamberimiz’e İftiraları: 21/Enbiyâ, 5-6; 25/Furkan, 4-5; 34/
Sebe’, 43, 46; 38/Sa’d, 4; 44/Duhân, 14; 46/Ahkaf, 8-9; 51/Zâriyât, 8-11;52/Tûr,
29-30, 32-33; 68/Kalem, 1-2, 5-6, 51.
Müşrikler, Peygamberimiz’le ve Mûcizelerle Alay Ederler: 21/Enbiyâ, 36; 25/
Furkan, 7-9, 41-43; 37/Saffât, 11-12, 14-15, 35-36; 40/Mü’min, 83; 43/Zuhruf,
31-32, 57-58; 54/Kamer, 2; 70/Meâric, 1-2, 36-39.
Müşrikler, Kur’an’ı Dinlerler ve “Eskilerin Masallarından İbaret” Derler;
Kur’an’la Alay Ederler ve O’nu Yalanlarlar: 6/En’âm, 25; 10/Yûnus, 42-43; 17/
İsrâ, 47-48; 21/Enbiyâ, 5; 25/Furkan, 4-6; 34/Sebe’, 43; 37/Saffât, 167-170; 38/
Sa’d, 7; 43/Zuhruf, 30-31; 46/Ahkaf, 7, 11; 50/Kaf, 5; 52/Tûr, 33; 53, Necm, 59-
61; 68/Kalem, 15; 74/Müddessir, 11-26; 83/Mutaffifîn, 13.
Müşrikler, Meleklere Cinsiyet Yakıştırırlar: 43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28.
Müşriklerin Akıllarına Hitap Ederek İman Etmelerini İsteyen Âyet-i Kerimeler:
30/Rûm, 8-9; 36/Yâsin, 66-73; 40/Mü’min, 13; 50/Kaf, 6-7; 52/Tûr, 35-43; 53/
Necm, 62; 67/Mülk, 19-24, 28, 30; 80/Abese, 17-32; 82/İnfitâr, 6-9; 88/Ğâşiye,
17-21; 106/Kureyş, 1-4.
ENDÂD EDİNMEK
- 129 -
Mekke Müşriklerinin İslâm’a ve Peygamberimiz’e Karşı Yürüttükleri Haksız
Mücadele: 2/Bakara, 118, 139; 170; 3/Âl-i İmrân, 7, 10, 135, 165; 8/Enfâl,30,
47; 9/Tevbe, 13, 32; 10/Yûnus, 2, 15-16; 38-39, 49, 51, 53, 57, 59, 104, 108; 11/
Hûd, 7-8, 12, 14; 13/Ra’d, 5-7, 16, 27, 30-31, 43; 14/İbrâhim, 28, 46; 15/Hıcr, 3,
85, 90-91; 16/Nahl, 1, 44-45, 83, 101-102, 125; 17/İsrâ, 46, 50-51; 56-57, 73, 76,
90, 93; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77, 80-82; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ,
34, 36, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 15, 19, 25, 47, 49, 68-69; 23/Mü’minûn, 56,
63-96, 109-110; 25/Furkan, 3-9, 21-22, 27, 29, 32, 40, 44, 52; 26/Şuarâ, 4-8 192
197, 208, 212, 214; 28/Kasas, 46-51, 57; 29/Ankebût, 12-13, 50-51, 53-54, 61,
63, 67; 30/Rûm, 6, 10, 28, 33, 43-46, 50-54; 35/Fâtır, 4, 5, 37, 42-43; 36/Yâsin,
6, 11, 69-70, 74-76; 37/Saffât, 11, 13, 34, 36, 38, 40, 50, 61, 149, 158, 167, 170,
176, 179; 38/Sa’d, 8-11, 15-16; 39/Zümer, 36, 38-40, 64; 40/Mü’min, 6, 10, 12,
56, 69, 77; 41/Fussılet, 5, 13-f4, 26, 29, 33, 38, 40, 53, 54; 42/Şûrâ, 13, 15, 24,
47, 54; 43/Zuhruf, 24-25, 29-31, 79-80; 44/Duhân, 10, 16, 34, 37; 46/Ahkaf, 9;
47/Muhammed, 1-3, 8, 10, 14, 32; 48/Fetih, 25-26, 50/Kaf, 12, 14, 22, 36-37,
45; 51/Zâriyât, 14, 53-54, 59-60; 52/Tûr, 15-16, 30, 47; 53/Necm, 19, 26, 33, 37,
59,61; 62/Cum’a, 2; 67/Mülk, 9, 11, 13, 18, 25, 30; 68/Kalem, 42-43, 46-47, 51;
69/Hakka, 43-44, 49-50; 73/Müzzemmil, 15; 74/Müddessir, 11, 49; 75/Kıyâme,
31; 76/İnsan, 27; 77/Mürselât, 7, 16; 78/Nebe’, 1; 83/Mutaffifîn, 13, 16; 86/Târık,
17; 96/Alak, 19; 102/Tekâsür, 1-8; 106/Kureyş, 1-4; 107/Mâûn, 1-3; 108/Kevser,
1-3; 109/Kâfirûr, 1-6; 111/Leheb, 1-5.
F- Müşriklerin Bazı Özellikleri
Müşrikler Nankördür: 6/En’âm, 63-64; 10/Yûnus, 12, 21-23; 16/Nahl, 53-55, 83;
21/Enbiyâ, 46; 29/Ankebût, 65-67; 30/Rûm, 33-35; 31/Lokman, 32; 37/Saffât,
11; 39/Zümer, 8; 43/Zuhruf, 9, 15, 87; 80/Abese, 17-23; 100/Âdiyât, 1-11; 106/
Kureyş, 1-4.
Müşrikler, Kız Çocuklarını Öldürüyorlardı: 6/En’âm, 137, 140; 16/Nahl, 57-59;
42/Şûrâ, 17; 81/Tekvîr, 8-9.
Müşrikler, Helâlı Haram; Haramı Helâl Yaparlar: 6/En’âm, 136-140, 143-145,
148-151; 10/Yûnus, 15, 59-60; 16/Nahl, 35.
Müşrikler, Kadınlara Değer Vermezler: 6/En’âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/Şûrâ,
17; 43/Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
Müşrikler, Allah’a İftira Ederler: 6/En’âm, 138-139, 143-144,
Müşrikler, Çocuklarına Putlarının Adını Verirler: 7/A’râf, 190-191.
Müşrikler, Antlaşmalarını Bozarlar: 9/Tevbe, 1-4, 7-10, 12-13.
Müşrikler Necistir: 9/Tevbe, 28.
Müşriklerin Misali: 13/Ra’d, 14; 22/Hacc, 31; 25/Furkan, 44; 29/Ankebût, 41-43.
Müşrikler, Mü’minlerle Alay Ederler: 23/Mü’minûn, 109-111; 38/Sâd, 62-63;
67/Mülk, 25-29; 83/Mutaffifîn, 29-36.
Müşrikler, Dünya Nimetleriyle Övünürler: 13/Ra’d, 26; 23/Mü’minûn, 54-56,
101; 43/Zuhruf, 32; 53/Necm, 29-30; 68/Kalem, 14, 16-41.
Müşrikler, Fakirlere Vermekten Kaçarlar: 41/Fussılet, 7; 68/Kalem, 17-33, 36-
40; 107/Mâûn, 1-3.
Müşrikler, Yetimlere Zulm Ederler: 107/Mâûn, 1-2.
Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Çıplak Tavaf Ederlerdi: 8/Enfâl, 35.
Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Tavaftan Men Ederlerdi: 8/Enfâl, 34-35.
G- Müşriklerin Cezaları
Müşrikler, Putlardan Fayda Görmeyecekler: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94;
7/A’râf, 37, 53, 194-198; 10/Yûnus, 28; 25/Furkan, 17-19; 26/Şuarâ, 96-103; 38/
Sâd, 59-60; 45/Câsiye, 10.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 130 -
Müşrikler, Azabı Görünce Tekrar Dünyaya Dönmek İsteyecekler: 2/Bakara,
167; 6/En’âm, 27-28; 7/A’râf, 53; 23/Mü’minûn, 99-100, 107-108; 26/Şuarâ, 94-
102; 32/Secde, 12; 35/Fâtır, 37; 39/Zümer, 56-59.
Kıyâmet Günü Müşriklerin Durumu: 3/Âl-i İmrân, 151; 4/Nisâ, 120-121; 6/
En’âm, 22-24, 30; 9/Tevbe, 17; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 20, 22; 12/Yûsuf, 107;
13/Ra’d, 34; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 86-87; 18/Kehf, 52-53; 23/Mü’minûn, 99-
108, 112-115; 25/Furkan, 11-14; 26/Şuarâ, 91-103; 28/Kasas, 62-67, 74; 29/
Ankebût, 54-55; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 31-33; 37/Saffât, 19-34, 38-39; 38/
Sâd, 55-64; 39/Zümer, 15-16, 60; 40/Mü’min, 71-76, 84-85; 41/Fussılet, 6, 47;
43/Zuhruf, 36-39; 50/Kaf, 22-30; 68/Kalem, 42-43; 70/Meâric, 42-44; 73/Müzzemmil,
11-13; 98/Beyyine, 6.
Müşriklerin Tevbesi: 9/Tevbe, 3, 11; 25/Furkan, 70; 28/Kasas, 67.
Müşriklerin Yaptıkları İyilikler Boşa Gider: 9/Tevbe, 17; 39/Zümer, 65.
Mekke Müşriklerinin Azapla Korkutulmaları: 16/Nahl, 45; 18/Kehf, 55, 58; 19/
Meryem, 77-82; 20/Tâhâ, 134-135; 21/Enbiyâ, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 19, 25,
49, 69; 40/Mü’min, 77; 41/Fussılet, 13; 43/Zuhruf, 41-42; 44/Duhân, 9-16, 36,
59; 50/Kaf, 12-14, 36; 51/Zâriyât, 59-60; 52/Tûr, 31 42, 44-47; 54/Kamer, 4-5,
43-48, 51; 67/Mülk, 16-18; 68/Kalem, 16-41. 44; 70/Meâric, 40-41; 72/Cin, 24;
73/Müzzemmil, 11, 15-17; 77/Mürselât, 16-18; 85/Bürûc, 17-20; 86/Târık, 17;
88/Ğâşiye, 23-24.
Müşriklerin Malları ve Evlâtları, Kendilerine Fayda Vermez: 3/Âl-i İmrân, 10,
91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem, 77-80;
45/Câsiye, 10; 58/Mücâdele, 17; 69/Hakka, 25-29; 92/Leyl, 8-11; 104/Hümeze,
2-6; 111/Leheb, 1-3.
Müşrikler, Azaptan Kurtulmak İçin Her Şeylerini Fedâ Etmek İsteyecekler: 70/
Meâric, 11-18.
Müşriklere Verilen Mühlet (Süre): 18/Kehf, 58-59; 29/Ankebût, 53; 39/Zümer,
8; 68/Kalem, 44-45; 70/Meâric, 42-43; 73/Müzzemmil, 11.
Müşriklerin Kâbe’ye Hizmet Hakları Yoktur: 9/Tevbe, 17-19, 28.
H- Müşrik-Mü’min İlişkisi
Müşriklerin Dostluğu Yoktur: 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106; 9/Tevbe,
7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73-75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9.
Müşrikler, Mü’minleri Ateşe Çağırırlar: 2/Bakara, 221; 17/isrâ, 73-75; 29/
Ankebût, 12-13.
Müşriklerden Yüz Çevirmek: 6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94; 28/
Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/
Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil,
10.
Müşriklerden Korkulmaz: 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/Hacc,
38; 37/Saffât, 171-175.
Müşrikler İçin İstiğfâr Edilmez: 9/Tevbe, 113-115.
Müşrikle Mü’min Karşılaştırması: 47/Muhammed, 15; 67/Mülk, 22.
Müşrikler, Mü’minlere Zarar Veremezler: 37/Saffât, 160-163; 52/Tûr, 42.
Müşriklere Savaşta Yapılacak İşlem: 9/Tevbe, 5-6, 11-12.
İ- Putlar ve Küfrün Öncüleri
Putlar, Kıyâmet Günü Kendilerine Uyanlardan Uzaklaşacaklardır: 2/Bakara,
166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 21; 18/Kehf,
52; 19/Meryem, 81-82; 28/Kasas, 64, 75; 35/Fâtır, 14; 38/Sâd, 59-61; 41/Fussılet,
48; 46/Ahkaf, 6.
Putlar, Hiç Kimseye Zarar ve Fayda Veremezler: 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 40, 41,
ENDÂD EDİNMEK
- 131 -
46, 71; 7/A’râf, 192-198; 10/Yûnus, 18, 106; 13/Ra’d, 14, 16; 17/İsrâ, 56-57; 20/
Tâhâ, 88-89; 22/Hacc, 11-13; 25/Furkan, 55; 34/Sebe’, 22; 36/Yâsin, 74-75; 39/
Zümer, 38.
Putlar, Hiçbir Şey Yaramazlar: 7/A’râf, 191-192; 10/Yûnus, 34; 13/Ra’d, 33; 16/
Nahl, 20; 21/Enbiyâ, 21; 25/Furkan, 3; 27/Neml, 60-64; 30/Rûm, 40; 31/Lokman,
11; 35/Fâtır, 40; 46/Ahkaf, 4.
Putlar Şefaat Edemezler: 10/Yûnus, 3, 18; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 23; 39/
Zümer, 43-44; 43/Zuhruf, 86; 53/Necm, 24.
Putlar Cehennem Odunudurlar: 21/Enbiyâ, 98-100.
Putlar Bâtıldır: 22/Hacc, 62; 28/Kasas, 74; 53/Necm, 23.
Putların Misali: 22/Hacc, 73.
Putlar Rızık Veremezler: 29/Ankebût, 17.
Putlar Kendilerine Tapanlardan Habersizdirler: 46/Ahkaf, 5.
Lât, Uzza, Menat Putları: 53/Necm, 19-20.
Kendisine Tapılan Putların Rabbi de Allah’tır: 53/Necm, 49.
Putların Kendilerine Bile Faydaları Dokunmaz: 7/A’râf, 197-198; 10/Yûnus, 35;
21/Enbiyâ, 43; 25/Furkan, 3.
Putlar, Yapılan Duâlara Cevap Veremezler: 13/Ra’d, 14; 27/Neml, 62; 34/Sebe’,
22; 35/Fâtır, 14.
Put İle Allah’ın Misali: 13/Ra’d, 16, 33; 16/Nahl, 17, 75-76; 22/Hacc, 62; 27/
Neml, 59-64; 40/Mü’min, 20.
Putlar, Diri Değil Ölüdürler: 16/Nahl, 21.
Putlar, Hiçbir Şeye Sahip Değildirler: 16/Nahl, 73; 35/Fâtır, 13; 53/Necm, 19-20.
Putlara Tapmak
Putlara Tapmak Haramdır: 5/Mâide, 90; 17/İsrâ, 29, 39.
Putlara Sövmekten Sakınmak: 6/En’âm, 108.
Putlara Tapanlar Gerçekte Ona Tâbi Olmuyorlar: 10/Yûnus, 66; 28/Kasas, 62-
63; 39/Zümer, 3.
Putlara Tapmaktan Sakınmak: 17/İsrâ, 22; 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 68; 42/Şûrâ,
9.
Putların ve Küfür Öncülerinin Cezaları
Kıyâmet Günü Putların Durumu: 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/
Saffât, 22-34.
Putlar, Müşrikler Tarafından İnkâr Edilecektir: 30/Rûm, 13.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c1, s. 234, 471-478
2. Mefatihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s.132-137,
c. 4 s. 179-188
3. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2 s. 209-211, c.3, s.
668-675
4. Fi Zılali’l Kur’an, Seyyid Kutub, HikmetY. c. 1, s. 96, 319-321
5. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 135
6. Kur’an-ı Kerim ŞifaTefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 197, 324-328
7. Kur’an Semantiği İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı,
Çağlayan Y. 79-81, 64-8
8. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 115-148
9. Kur’an’da Uluhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 158-168
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 132 -
10. 20. Yüzyılda Tevhid ve Şirk, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y.
11. Kelimeler, Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. 1/ 130
12. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslamoğlu, Pınar Y. s. 23-37
13. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 105-152
14. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Beyan Y. s.370
15. Mekke Rasüllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y. s. 14-41
16. İslam, Said Havva, İkbal Y. 83-107
17. İlmin Işığında İslamiyet, Arif A. Tabbara, Kalem Y. s. 112-121
18. Tevhidin Hakikati, Yusuf el-Kardavi, Saff Y. s. 59-124
19. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y. s. 159-190
20. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y. s. 77-111
21. Şirk, Abdullah Hanifi, Hanif Y.
22. Kur’an’da Şirk Kavramı, M. H. İsmail Surti, Akabe Y.
23. Putların Alacakaranlığı, Friedrich Nietzsche, Akyüz Y.
24. La İlâhe İllallah, Muhammed Kutub, Ravza Y.
25. Kelime-i Tevhid Davası, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
26. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y.
27. Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri, Bir Y.
28. Tevhidi Görüş, Mutahhari, Beheşti, Zencani, Tavassuli, Sahra Y.
29. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y.
30. İslam Düşüncesinde Tevhid, Mevlid Özler, Nun Y.
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…
Dostluk ve Düşmanlık, Velâ ve Berâ
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
DAVUD EMRE YAYINEVİ
Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -10-
İDOSTLUK VE DÜŞMANLIK,
VELÂ VE BERÂ
Yazarı:
Ahmed KALKAN
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2011
Baskı:
?????
Dâvud Emre Yayınevi
Telefon: (0 216) 632 29 58
www.davudemreyayinevi.com
DOSTLUK VE DÜŞMANLIK, VELÂ VE BERÂ
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-10-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Allah’ın ismi ve izniyle. Hamd O’na, salât ve selâm Rasûlüne. Mü’minlere de duâ…
Düşmanlık ve dostluk, “Lâ ilâhe illâllah”ın ayrılmaz bir özelliğidir. Dinin temeli ve özü olan bu kelime, aynı zamanda dost ve düşmanlığı da belirler. Dostluğun temeli sevgi, düşmanlığın temeli buğz ve kindir. Din de sevgi ve buğzdur; kabul ve reddir. Bundan dolayı, kâfirlerle dostluk; Allah’ın dostluğunu kaybettiren, O’nunla ilişiğinin kesilmesini gerektiren (3/Âl-i İmrân, 28) büyük bir suç olduğu gibi, dalâlettir/doğru yoldan sapmaktır (60/Mümtehine, 1), zâlimlerden olmaktır (9/Tevbe, 23; 60/Mümtehine, 9) ve kâfirler safına geçmek, “onlardan olmak”tır (5/Mâide, 51). Allah’a düşmanlık yapanları, Allah’ın düşmanlarını dost kabul etmek; Allah’ın düşmanlığını kazanmak ve imanı küfre değişmektir. Kâfirleri düşman kabul edip onlardan uzak durmak, İslâm akîdesinin bir parçasıdır. “Tâğutu reddetmek, onu inkâr etmek” olmadan Allah’a iman, yeterli değildir, eksiktir, insanı kurtarmaz. “Kim tâğutu reddedip Allah’a iman ederse, o kesinlikle kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmıştır.” (2/Bakara, 256) Tâğuta küfretmeyen, yani onu inkâr edip reddetmeyen kimse, asla mü’min olamaz. Tâğut ise, Allah’tan başka, O’na alternatif olarak ortaya konan düşünce, hayat görüşü, sistem, kişi veya şeytanlardır. Allah’ın dışında ve O’na rağmen uyulan, kendisine tâbi olunan, arzulanan, ya da kendisinden çekinilip korkulan her şeydir.
Kişi, tevhid kelimesini gönülden benimseyip diliyle ikrar etmekle, câhiliyye ve şirk inançlarının tümünü reddettiğini, şuurlu bir şekilde onlardan uzaklaştığını göstermektedir. Aynı şekilde, tevhidi benimsediği için, artık câhiliyye insanından, her çeşit müşrikten de sevgi, bağlılık, itaat ilişkilerini koparması, yani onlara dostluk sayılabilecek davranışlardan kaçınma sözü vermiş olmaktadır. O, kendi safını ve cephesini belirlemiş olmaktadır. Allah’ın ve O’nun sevdiklerinin tarafını tuttuğu için; kâfirlerden yüz çevirmek ve onlarla ilişkiyi kesmek zorunluluğu hissedecektir. “Onun için sen zikrimize (Kur’an’a) iltifat etmeyip sırt çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.” (53/Necm, 29)
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Temmuz 2011, Ümraniye
- 9 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -10-
DÜŞMANLIK / ADÂVET
•
Adâvet/Düşmanlık; Anlam ve Mâhiyeti
•
Kur’an-ı Kerim’de Düşman ve Düşmanlık Kavramı
•
Hâtıb’ın Kâfirlere Dostluk Girişimi
•
Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır
•
Düşmanlığın Zıddı; Dostluk
•
Takıyye; Düşman Kâfirlerden Gelecek Tehlikeden Dolayı Farklı Görünme
•
Dost Kabul Etmediklerimizle İlişki Çeşitleri; Savaş ve Barış
•
Müslüman Olmayan Akrabalarla Dostluk ve İlişki
“De ki: Cebrâil’e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah’ın izniyle Kur’an’ı senin kalbine bir hidâyet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve mü’minler için de müjdeci olarak o indirmiştir. Kim Allah’a, meleklerine, peygamberine, Cebrâil’e ve Mîkâil’e düşman olursa, bilsin ki, Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.” 1
Adâvet/Düşmanlık; Anlam ve Mâhiyeti
“Adâvet” kelimesi, zulmetmek, haklılık sınırını aşmak gibi anlamlara gelen “adv” kökünden türetilmiş olup genellikle “sadâkatin zıddı” olarak kullanılır. Râgıb el-İsfahânî, “adüv/düşman” terimini, “başkasına zarar vermek için fırsat kollayan, onun iyiliğine olan işlerin tersini yapmaya çalışan kimse” şeklinde tanımlar. Kur’ân-ı Kerim’de adâvet; meveddet, uhuvvet, velî, halîl ve takvâ kelimelerinin karşıtı anlamlar ifade edecek şekilde kullanılmıştır. Adâvet kelimesinin Türkçe karşılığı “düşmanlık”tır. Farsça’da, başkasına karşı kötü niyet besleyen, kötü kalpli kimse anlamındaki “düşman”dan (düşmen) dilimize geçmiştir.
Râgıb’a göre, gizli ve açık olmak üzere iki türlü düşman vardır. Gizli düşmanların başında şeytan gelir. Şeytan, bütün düşmanlıkların sebebi olan asıl düşmandır. İkinci gizli düşman, Kur’an’ın
1] 2/Bakara, 97-98
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 10 -
“Nefis, ısrarla kötülüğü emreder”2 meâlindeki âyette “nefis” kelimesiyle
ifade ettiği hevâ, yani beşerî arzu ve ihtiraslardır. İsfahânî,
ölçüyü aşan öfke duygusunu da gizli düşman sayar. İnsanın açık
düşmanı ise yine insandır. Her insanın tabiatında az çok saldırganlık,
kıskançlık, bencillik gibi olumsuz duygular vardır. Bazı insanlar
bu duyguların tesiriyle başkalarına karşı düşmanca niyet
beslerler. Kur’an’ın “insan şeytanlar” 3 dediği de bunlardır.
Birtakım kimseler ise, bu kadar genel ve köklü düşmanlık duyguları
taşımamakla birlikte, herhangi bir mânevî meziyet veya
maddî üstünlük gördükleri kimseye karşı sırf bu noktalarda düşmanlık
duyarlar. Râgıb el-Isfahânî, insanlar arasındaki düşmanlıkların
daha çok ilim, servet ve mevkî farkı, akrabalık veya komşuluk
ilişkileri gibi özel sebeplerden doğduğunu düşünmektedir. İnsanlar,
bu şekilde, bile bile birbirinin düşmanı olabilecekleri gibi; kötü
bir maksat taşımadan da bir düşmanın yapacağı kötülük ve zararlara
sebep olabilirler. Bu bakımdan kişinin eşi, çocukları, hatta
bizzat kendi nefsi bile kendisine zarar verebilir. Şu halde onun
günah ve haksızlık yapmasına sebep olan her şey, düşman sayılır.
Nitekim Kur’an’da, “Eşleriniz ve çocuklarınızdan size düşman
olanlar vardır, onlardan sakının.”4 meâlindeki âyette bu hususa
dikkat çekilmiştir.
Düşmanlığın bazısı kin ve nefrete, bazısı da kıskançlığa dayanır.
Birinci çeşit düşmanlık, daha köklü ve sürekli olması dolayısıyla
bunlar karşısında daima ihtiyatlı davranılması gerekir. Bir düşmana
karşı takınılması gereken tavır, fazilette ondan daha ileride olmaya
çalışmaktır. Ayrıca, başkalarına karşı olduğundan daha çok,
düşmana karşı da dürüst olmak, yalandan kaçınmak gerekir; zira
kişinin yalan ve kusurları düşmanı tarafından daima aleyhinde
kullanılabilir. Düşmanlıkları önlemenin en etkili yolunun sevgiyi
yaygınlaştırmak olduğu âlimlerce ileri sürülür. Çünkü seven hasetçilik
yapmaz. Haset ve kıskançlıktan uzak olan da düşman olmaz.
Özellikle, dinin mecbur ettiği alanların dışında dostluğu düşmanlığa
dönüştürmek büyük bir suçtur. Akıllı insan biraz sempatik
gördüğü kimseye düşman olmaz. Başkalarının kendisine düşman
olmasını istemeyen kimse için en uygun yol, kendisinin de başkasına
düşmanlık yapmamasıdır. Akıllı insan, kötülüğe kötülükle
karşılık vermez; sövme ve hakareti düşmana silâh olarak kullanmaz.
Düşmanını küçük gören aldanır. Düşmanı olduğundan daha
büyük görmek de yanlıştır. Şeytan dışında, insanın en acımasız
2] 12/Yûsuf, 53
3] 6/En’âm, 112
4] 64/Teğâbün, 14
DÜŞMANLIK
- 11 -
düşmanı, yine insanlardır. Diğer bütün zararlı canlılardan korunmak
mümkün olduğu halde, insanların kötülüğünden kurtulmak
mümkün olmayabilir. “İnsan insanın kurdudur.” İnsanın hiç düşmanının
bulunmaması da bir kusur olarak görülmüştür. Çünkü
ancak meziyetleri olanın, bazı sosyal eylemler gerçekleştirenin
düşmanı bulunur. Asıl iyilik, düşmanı olmamak değil; düşmana
haksızlık etmemektir. Ayrıca insan, kendisinin göremediği, dostlarının
da göstermediği kusurlarını düşmanların yergisi sâyesinde
öğrenip düzeltmek sûretiyle düşmanından faydalanmayı bilmelidir.
Düşmanın yergi ve eleştirilerinden faydalanarak ahlâkî gelişmeler
sağlanabilir. 5
Kur’ân-ı Kerim’de Düşman ve
Düşmanlık Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de Arapların İslâm’dan önceki dönemde birbirinin
düşmanı oldukları hatırlatılarak Allah’ın onların gönüllerini
uzlaştırdığı ve böylece İslâm dini sâyesinde dost ve kardeş oldukları
bildirilmiştir.6Kur’an’da sosyal barış ve uzlaşma, “Mü’minler
ancak kardeştir”7; “Mü’min erkekler ve mü’min hanımlar birbirinin
velîleri/dostlarıdır”8 gibi ifadelerle hükümlere bağlandığı için müslümanlar
arasında düşmanlığın zuhur etmesine yol açacak tutum
ve davranışların önlenmesi, kardeşlik ve dostluğun pekişmesi için
tedbirler getirilmiştir. Nitekim çeşitli maddî ve mânevî hakların
korunmasına yönelik ahlâkî, hukukî ve siyasî tedbirlerin öngörülmesi
yanında; toplumda düşmanlık duygularının kabarmasına
yol açacak kötülükler de yasaklanmıştır. İçki ve kumarı yasaklayan
âyette bunun gerekçesinin, “hiç şüphesiz şeytan içki ve kumarla
aranızda düşmanlık ve kin meydana getirmek ister.”9 şeklinde ortaya
konması ilgi çekicidir.
Kur’an’da İslâm’a ve müslümanlara karşı düşmanca ve
zâlimâne tavır takınanlar, insanların İslâm’dan haberdar olmasını
önlemeye çalışanlar iki yerde “Allah’ın ve sizin düşmanlarınız”
şeklinde nitelendirilmiştir. Bunların ilkinde bu şekilde anılmalarına,
Hz. Peygamber’le anlaşmalar yapıp her defasında çekinmeden
anlaşmalarını bozmaları gerekçe olarak gösterilmekte,
yine de herhangi bir çatışma halinde yapacakları barış teklifinin
olumlu karşılanması istenmektedir. 10
5] Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 10, s. 52-53
6] 3/Âl-i İmrân, 103
7] 49/Hucurât, 10
8] 9/Tevbe, 71
9] 5/Mâide, 91
10] 8/Enfâl, 55-61; M. Çağrıcı, a.g.e., c. 10, s. 52
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 12 -
Yeryüzünde Düşmanlık Kaçınılmazdır; İnsanların Bir Kısmı,
Diğerlerine Düşman Olacaktır: “Şeytan onların ayaklarını kaydırıp
haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı.
Bunun üzerine ‘bir kısmınız diğerine düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde
bir barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır’ dedik.” 11;
“Allah buyurdu: ‘Birbirinize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde bir
süreye kadar yerleşip kalma ve yaşayıp faydalanma vardır.” 12; “Birbirinize
düşman olarak oradan (cennetten) inin! Artık, Benden size hidâyet
geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa, o sapmaz ve şakî/bedbaht
olmaz.” 13
İnsanın, düşmansız şekilde yaşaması, ulaşılamayacak bir hedeftir,
ütopyadır. İnsan, yaratılışından itibaren çevresini Allah’ın
izniyle koruyucu güçler (melekler) yanında; zararlı varlıklar (şeytanlar,
mikroplar) da sarar. Her insanda nefis ve onun kötü arzuları,
hevâsı vardır. Nefse, günaha meyletme ilhâmı/imkânı da verilmiştir
14 ki, imtihan ortaya çıksın. O yüzden her insanda bir parça
da olsa ihtiras, güzellik ve güçlülük tutkusu, mal ve mevkî hırsı
vardır.15 Aynı şeye sahip olmak isteyen kimseler arasında başlayan
yarış, sonunda düşmanlığa varabilir. Düşmanlığa yol açan pek çok
sebep vardır. Eğer düşmanı olmayan insanlar olsaydı, peygamberler
olurdu; hâlbuki tüm peygamberlerin hayli düşmanları, hem da
azılı düşmanları vardır.16 Önemli olan Allah’ın ve bizim gerçek düşmanlarımız
dışındakileri, kendi hatalarımızdan dolayı kendimize
düşman yapmamak ve düşmanlarla olan imtihanımızı kazanmaktır.
Mümkün olduğu kadar düşmanlıkları azaltmağa, düşmanları
dost yapmağa çalışmak da, mü’minlerin görevidir. “İyilikle kötülük
bir olmaz. (Kötülüğü) en güzel olan şeyle sav. O zaman bakarsın ki seninle
arasında düşmanlık olan kimse sanki sıcak bir dost olur.” 17
Peygamberlere de İnsan ve Cin Şeytanları Düşman Kılınmıştır
“Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.
(Bunlar,) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin
dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle
baş başa bırak. Âhirete inanmayanların kalpleri (o yaldızlı söze) kansın,
ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçu işlemeye devam etsinler diye
11] 2/Bakara, 36
12] 7/A’râf, 24
13] 20/Tâhâ, 123
14] 91/Şems, 7-8
15] Bk. 3/Âl-i İmrân, 14
16] 6/En’âm, 112-113; 25/Furkan, 31
17] 41/Fussılet, 34 Ve yine bk. 23/Mü’minûn, 96; 13/Ra’d, 22.
DÜŞMANLIK
- 13 -
böyle yaparlar.”18; “(Rasûlüm!) İşte Biz böylece her peygamber için
günahkârlardan düşman(lar) kılarız. Hidâyet verici ve yardımcı olarak
Rabbin yeter.” 19
Allah’ın Emri ve Fıtratın Gereği Barıştır. Açık Düşman Şeytanın
Yolu Barışa Giden Yola Zıttır: “Ey iman edenler! Hep birden
barışa girin (barışçı olun). Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o,
sizin âşikâr düşmanınızdır.”20 Allah’ın bizim için râzı olduğu dinin adı
olan 21 ve bütün peygamberlerin dini olan22 İslâm, kelime olarak,
“barış” anlamına gelen “silm”, “selâm” ve “selâmet”le aynı kökü
paylaşır. Dolayısıyla “İslâm”ın kelime olarak anlamlarından biri
de “barış”tır. Tüm insanlar, fitneyi terk edip Allah’ın dini olan
İslâm’a teslim olsalar, her taraf selâmete kavuşup tümüyle barış
ve kardeşlik hüküm sürer.
Açık Bir Düşman; Şeytan: Kur’an’da şeytanın insanlar için açık
bir düşman olduğu bildirilerek insanların onun peşinden gitmemesi
emredilir: “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan gıdaların güzel ve
temiz olanlarından yiyin, şeytanın peşine düşmeyin, zira şeytan sizin açık
bir düşmanınızdır. O size ancak ve daima kötülüğü, çirkin işi ve Allah
hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”23 Şeytan, insanın
içinde bulunan kötü düşünce ve arzuları körükler ve insanın kötülük
yapmasını vesveselerle teşvik eder ve günah yollarını kolaylaştırır.
Şeytanın açık bir düşmanımız olduğu Kur’an’da farklı yerlerde
vurgulanır. “...Şeytanın adımlarına uymayın (onun peşinden gitmeyin),
çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.”24; “...Ben, ‘şeytan size apaçık
bir düşmandır’ demedim mi?” 25; “... Sakın şeytanın peşinden gitmeyin.
Çünkü o, sizin açık düşmanınızdır.” 26; “Kullarıma söyle: Sözün en güzelini
konuşsunlar. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık
düşmanıdır.”27; “...Siz, Beni bırakıp da onu (şeytanı) ve onun soyunu
mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır. (Allah’a karşı
İblis ve onun yolundan gidenleri tercih eden) zâlimler için bu, ne fena
bir değişmedir!” 28; “Gerçekten şeytanlar, dostlarına, sizinle mücâdele
18] 6/En’âm, 112-113
19] 25/Furkan, 31
20] 2/Bakara, 208
21] 5/Mâide, 3
22] 2/Bakara, 130-133
23] 2/Bakara, 168-169
24] 6/En’âm, 142
25] 7/A’râf, 22
26] 2/Bakara, 208
27] 17/İsrâ, 53
28] 18/Kehf, 50
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 14 -
etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de
Allah’a ortak koşan müşrikler olursunuz.” 29
“Ey insanlar! Allah’ın vaadi haktır, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın
ve aldatıcı (şeytan) da Allah’ın affına güvendirmek sûretiyle sizi kandırmasın.
Çünkü şeytan, sizin amansız bir düşmanınızdır; siz de onu düşman
kabul edin. O, kendisine uyan taraftarlarını ancak ateş ehlinden
olmaya çağırır.” 30; “Ey Âdemoğlu! ‘Şeytana tapmayın, çünkü o sizin
apaçık bir düşmanınızdır’ demedim mi? (Bunu size peygamberlerim
vâsıtasıyla açık seçik bildirmedim mi?) Ve demedim mi: ‘Sadece Bana
ibâdet ve kulluk edin; Çünkü dosdoğru yol budur.’ Şeytan, sizden pek
çok kimseyi kandırıp saptırdı. Siz, bunu düşünecek, doğruyu anlayacak
akla sahip değil misiniz?” 31
Şeytanlar, İman Etmeyenlerin Dostlarıdır: “Ey Âdemoğulları!
Şeytan, ana babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek
için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de şaşırtıp
bir belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz
yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları
kıldık.” 32
Allah’ın “Dost Olmayın!” Dediklerini Düşman Kabul Etmek
Zorundayız. Allah, Düşmanlarımızı Bizden Daha İyi Bilir: “Allah,
düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir
yardımcı olarak da Allah kâfidir.”33 Bu âyetin bir öncesinde, Allah’ın
bizim zararımızı isteyenleri haber vermekte, bize önemli düşmanlarımız
olan ehl-i kitabı tanıtmaktadır: “Kendilerine Kitab’dan nasib
verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı
istiyorlar.” 34
Kâfirler, Apaçık Düşmanımızdır: “...Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık
düşmanınızdır.” 35
Putlar ve Putperestler Mü’minlerin Düşmanıdır: “İbrâhim dedi
ki: ‘Neye taptığınızı (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim
düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur).” 36
Peygamber ve Onun Yolunu İzleyenler Dışındakileri Dost
Kabul Edenler, Âhirette Büyük Pişmanlık Duyacaklar: “İşte o gün,
29] 6/En’âm, 121
30] 35/Fâtır, 5-6
31] 36/Yâsin, 60-62 Ve yine bk. 12/Yûsuf, 5; 43/Zuhruf, 62
32] 7/A’râf, 27
33] 2/Bakara, 45
34] 2/Bakara, 44
35] 4/Nisâ, 101
36] 26/Şuarâ, 75-77
DÜŞMANLIK
- 15 -
gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah’ındır. Kâfirler için ise, o
pek çetin bir gündür. O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke
o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke
falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o,
hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra)
yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.” 37
O Gün Dostlar, Düşman Kesilecek: “Allah’a saygı duyup kötülükten
sakınanlar (müttakîler) müstesnâ olmak üzere, (dünyada iken kötülükte)
dost olanlar, o gün birbirlerine düşman kesilirler.” 38
Mü’minlere En Fazla Düşmanlık Yapanlar Yahûdiler ve Müşriklerdir:
“İnsanların iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetlisini,
yahûdiler ile şirk koşanları bulacaksın. Onların, iman edenlere sevgi
bakımından en yakın olanlarını da ‘biz hıristiyanlarız’ diyenleri bulacaksın.
Çünkü onların içinde keşişler ve râhipler vardır ve onlar büyüklük
taslamazlar.”39 Şeytanın ve yahûdilerin düşmanlığıyla ilgili çeşitli
ifadeler ve sakındırmalar, hadis-i şeriflerde de bir hayli yer tutar.
40 Tefsirlerde, bu âyetlerin bahis konusu ettiği hıristiyanların,
Habeşistan’a göç eden müslümanları iyi karşılayan ve onlara anlayış
gösteren hıristiyanlar veya Hz. Peygamber (s.a.s.) ile antlaşma
yapan Necran hıristiyanları olduğu zikredilmiştir. Ancak, genel
olarak da hıristiyanların, yahûdilere ve müşriklere nisbetle müslümanlara
karşı daha yakın oldukları bir gerçektir. Gerçi mutaassıp
hıristiyanların birleşerek tertipledikleri haçlı seferleri tarihin acı
sayfalarını teşkil etmiştir. Bununla beraber dünyadan el ve eteğini
çekmiş râhipler ile hıristiyan bilginlerinin ve bunların tesirinde
kalan hıristiyanların İslâm’a nisbî yakınlıkları bir vâkıadır. Hz.
Peygamber’in zuhûrunda birçok râhip ve keşiş O’nu sevgi ile karşılamış
ve O’nun beklenen peygamber olduğunu itiraf etmişlerdir.
Münâfıklar Bizim Düşmanlarımızdır; Onlardan Sakınmamız
Gerekir: “Onları (münâfıkları) gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider,
konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kütüklerdir.
Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın.
Allah onları kahretsin! Nasıl olup da döndürülüyorlar?” 41 Münâfıklar,
düşmanlıklarını gizledikleri, hasımlıklarını sinsice yaptıklarından,
hasımları en yamanıdır. 42
Kâfirlerin Büyük Suçlarından Dolayı Aralarına Kin ve
37] 25/Furkan, 26-29
38] 43/Zuhruf, 67
39] 5/Mâide, 82
40] Meselâ, bk. Nesâî, Sehv 19; İbn Mâce, Menâsik 56; Dârimî, Diyât 2 vb
41] 63/Münâfıkûn, 4
42] 2/Bakara, 204
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 16 -
Düşmanlık Sokulmuştur: Başta hıristiyan ve yahûdiler olmak üzere
kâfirler, Allah’a verdikleri sözde durmadıkları için, dünyaya karşı
hırslarından ve Allah hakkında çirkin sözlerinden dolayı, aralarına
düşmanlık ve kin sokulmuş, yaptıkları günahların cezası, avans
olarak dünyada verilmeye başlanmıştır. “Biz hıristiyanlarız (nasârâ),
diyenlerden de kesin söz almıştık, ama onlar da kendilerine zikredilenin
(verilen öğütlerin veya Kitab’ın) önemli bir bölümünü unuttular. Bu sebeple
kıyâmete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah
onlara yaptıklarını haber verecektir.” 43
İlk hıristiyanlar, yahûdilerin amansız takipleri ve işkenceleri
karşısında darmadağın yaşamışlar, Allah tarafından Hz. İsa’ya vahyedilen
İncil’i muhâfaza edemeyip kaybetmişlerdi. Milâdî üçüncü
asrın başlarında Roma imparatoru Kostantin’in hıristiyanlığa meyletmesinden
sonra rahatlayan hıristiyanlar, mukaddes kitaplarını
yazmaya teşebbüs etmişler, bunun neticesinde ortaya birbirini
tutmaz yüzlerce İncil çıkmıştır. Hz. İsa’nın yolundan çıkan, Allah’a
verdikleri sözde durmayan hıristiyanlar böylece ihtilâfa düşmüş,
asırlarca birbiriyle didişmişlerdir.
“Yahûdiler: ‘Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır) dediler. Hay dediği yüzünden
eli bağlanası ve lânet olası! Bilâkis, Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir.
Andolsun ki sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve
küfrünü arttırır. Aralarına, kıyâmete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin
soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa)
Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde fesâda/bozgunculuğa koşarlar;
Allah da müfsidleri/ bozguncuları sevmez.” 44
Kâfirlerin, özellikle de yahûdilerin savaş ve fitne ateşi yakmaları
hiç eksik olmamıştır. Asırlar boyu hem kendi aralarında savaşmışlar,
hem de birleşerek müslümanlara saldırmışlardır. Ayrıca
müslümanları birbirine düşürmek için yüzlerce, binlerce planlar
yapmış, tertip ve düzenler hazırlamışlardır. Bütün bunlara rağmen
Allah’ın nurunu söndürmeye güçleri yetmemiştir, yetmeyecektir.
Dinleri aynı olanları bile, ayrı dinlerdenmiş gibi mezheplere
ve bloklara ayrılmış, birbirlerine karşı kin ve düşmanlık duyguları
beslemiş, korku ve endişe içinde yaşamış veya savaşmışlardır. “Bir
zaman sonra siz o kimseler oldunuz ki, artık (verdiğiniz sözün tersine)
birbirinizi öldürmeye, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarmaya, kötülük
ve düşmanlıkta onlara karşı birleşmeye başladınız...” 45
Başta Yahûdiler Olmak Üzere Ehl-i Kitab’ın Çoğu, Kâfirlerle/
43] 5/Mâide, 14
44] 5/Mâide, 64
45] 2/Bakara, 85
DÜŞMANLIK
- 17 -
İnkârcı Ateistlerle Dostluk Ederler: “De ki: ‘Ey Kitab ehli! Dininizde
haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve
yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın. İsrâiloğullarından
kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun
sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmaları, taşkınlık yapmalarıdır.
Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun
yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk
ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden
hazırladığı şey ne kötüdür. Durum şu ki, Allah onlara gazab etmiştir ve
onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar. Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e
ve Ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları dost edinmezlerdi; fakat
onların çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır. ” 46
Şeytan İçki ve Kumarla, İnsanlar Arasında Düşmanlık Sokar:
“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer
şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan
içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı
zikirden/anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz,
değil mi?” 47 Allah Teâlâ, sarhoşluk veren içkileri içmeyi
kesin olarak haram kılmıştır. Yine, câhiliyye devrinde Araplar, on
adet ok sapı ile bir nevi kumar ve şans oyunu oynarlardı. Bunların
yedisinde bazı paylar yazılı idi. Üçü de boştu. Emin kabul
edilen bir kimse, bir torbanın içinden bunları, katılanlar adına teker
teker çekerdi. Dolu çıkanlar, maldan hisselerini alır, fakirlere
verirlerdi. Boş çıkanlar ise bu malın parasını öderlerdi. Kumarların
belki de en ehveni olmasına rağmen İslâm bunu da yasaklamış,
ortaya mal ve para konarak oynanacak hiçbir şans oyununa izin
vermemiş, fakirlere yardım edilecekse bunu herkesin, helâl kazancından
ayırarak vermesini istemiştir. Âyet, içki ve kumar yasağının
en önemli sosyal, ahlâkî ve şer’î hikmetlerini açıklamıştır.
İçki, kumar, putçuluk ve falcılığın yasaklanmasındaki temel
hikmetin, “insanlar arasında düşmanlık ve kine sebep olmak,
Allah’ı hatırlamak ve anmaktan, namazdan alıkoymak” olduğu
âyette vurgulanmıştır. Dolayısıyla günümüzdeki hastalık derecesindeki
aşırılıklarla insanı kendisine tutsak eden müzik ve futbol
fanatikliği, bağımlılık yapan bazı kötü alışkanlıklar için de bu
hikmetler geçerli olduğundan, onların da içki ve kumar gibi yasak
sayılmaları gerektiği değerlendirilebilir. Konumuzla ilgisi bakımından
da insanları Allah’ı hatırlamaktan, namazdan alıkoyan
ve düşmanlıklara sebep olan tüm davranışları Kur’an’ın eleştirdiği
ve insanları birbirine düşman edecek eylemlerin kınanması da
46] 5/Mâide, 77-81
47] 5/Mâide, 90-91
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 18 -
gösteriyor ki, Kur’an, sulhu/barışı, dostluk ve iyi geçinmeyi emretmekte,
namaz ve Allah’ı hatırlamayı birer ölçü ve mihenk taşı
veya turnusol kâğıdı kabul etmektedir. Namazı ve Allah’ın zikrini
unutturan veya bunlara engel olan, insanlar arasında düşmanlığa
sebep olan ilke, prensip, hüküm, inanç ve eylemlerin tümü, bu
âyetin ışığında reddedilmelidir.
Allah’ın Düşmanları (Kâfirler): “Allah’ın düşmanları ateşe sürülmek
üzere toplandıkları gün, hepsi bir araya getirilirler. Nihayet oraya
geldikleri zaman, kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların
aleyhine şâhitlik edecektir.” 48
“Kâfirler: ‘Bu Kur’an’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur
ki gâlip gelirsiniz’ dediler. O inkâr eden kâfirlere şiddetli bir azabı tattıracağız
ve onlar yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız. İşte böyle,
Allah’ın düşmanlarının cezası ateştir. Âyetlerimizi bile bile inkâr etmelerinden
dolayı, ceza olarak orada onlara ebedî kalma yurdu (cehennem)
vardır.” 49
Allah’ın Düşmanlarını ve Mü’minlerin Düşmanlarını Dost
Edinmek: “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız
olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken,
onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a
inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar.
Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız,
onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de
açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan
sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler,
size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir
olmanızı istemektedirler.” 50
Zâlimlerle Dostluk: Kur’an, hiç bir şekilde zâlimlerle dostluğa
izin vermez. “...Zâlimler için hiç bir velî/dost ve yardımcı yoktur.” 51; “...
Onlar, Allah’a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin
dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.” 52; “...Zâlimler
hâriç (hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.” 53
Müşriklerden ve Taptıklarından Uzak Olmak ve Onları Tanımayıp
Onlara Düşman Olduğunu Açıklamak: “İbrâhim’de ve onunla
beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar
48] 41/Fussılet, 19-20
49] 41/Fussılet, 26-28
50] 60/Mümtehine, 1-2
51] 42/Şûrâ, 8
52] 45/Câsiye, 19
53] 2/Bakara, 193
DÜŞMANLIK
- 19 -
kavimlerine demişlerdi ki, ‘biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan
uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar,
sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir...” 54
Müşrikler ve Allah’ın Düşmanları İçin Duâ Edilmez: “(Kâfir
olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra,
akraba dahi olsalar (Allah’a)şirk koşan müşrikler için af dilemek, ne peygambere
yaraşır ne de mü’minlere. (Çünkü Allah müşrikleri bağışlamaz.)
İbrâhim’in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi.
Yoksa onun Allah’ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, (af dilemekten
vazgeçip) ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrâhim çok yumuşak huylu
ve pek sabırlı idi.” 55
Putlar, Mahşerde Kendilerine Tapanlara Düşman Kesilirler:
“Allah’ı bırakıp da kıyâmet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek
şeylere tapandan daha sapık kim olabilir? Oysa onlar, bunların tapmalarından
habersizdirler. İnsanlar bir araya toplandıkları zaman (bunlar)
onlara düşman kesilirler ve onların, kendilerine tapınmalarını inkâr ederler.”
56Demek ki, putlar, mahşerde kendilerine tapanların düşmanı
olurlar, kendilerine tapınıldığını da tanımazlar. Tapanları inkâr
ederler.
Onursuz Kâfirleri Dost Edinenler, İzzet ve Şerefi Onların Yanında
mı Arıyor? “Münâfıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu
müjdele! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında
izzet (güç, onur ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca
Allah’a aittir.”57; “Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki izzet ve şerefin hepsi
Allah’ındır...”58; “...İzzet, üstünlük ancak Allah’ın, Peygamberinin ve
mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” 59
Düşmanlıkta Aşırı Gidilmemesi, Düşman Bir Toplumun Bir
Gün Dost Olabileceği: “Olur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasında
yakında bir dostluk meydana getirir. Allah, gücü (her şeye) yetendir, çok
bağışlayan, çok merhamet edendir.” 60 Bu âyette Allah, düşmanlıkta
aşırı gidilmemesini, düşman bir toplumun, bir gün dost olabileceğini
bildirmiştir. Nitekim Peygamber’in ve müslümanların can düşmanı
olan Mekke ve çevresi müşriklerinin çoğu sonradan İslâm’a
girmişler, onların çocukları, Allah yolunda cihad eden mü’minler
olmuşlardır. Böylece âyette belirtilen ilâhî vaad gerçekleşmiştir.
54] 60/Mümtehine, 4
55] 9/Tevbe, 113-114
56] 46/Ahkaf, 5-6
57] 4/Nisâ, 138-139
58] 35/Fâtır, 10
59] 63/Münâfıkûn, 8 ve yine bk. 10/Yûnus, 65.
60] 60/Mümtehine, 7
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 20 -
Bizim için de aynı uyarı geçerlidir ve aynı netice mümkündür. O
yüzden müslümanlar, düşmanlarına karşı ölçülü olmaya, aşırı düşmanlıktan
sakınmaya, adâlet ve insafa yöneltilir.
Peygamberimiz (s.a.s.) de bu konuda şöyle buyurur: “Sevdiğini
ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine de ölçülü buğz et; bir
gün dostun olabilir.” 61
Allah, Bazen Dinini Düşman Eliyle Güçlendirir; Bir Mü’mini,
Düşmanının Eliyle Yetiştirir: “Nihayet Fir’avn ailesi onu (Hz. Mûsâ’yı,
bebekliğinde) yitik olarak aldı. Çünkü o, sonunda kendileri için bir düşman
ve bir tasa olacaktı. Şüphesiz Fir’avn ile Hâmân ve askerleri yanılıyorlardı.”
62
Evdeki Tehlike; Eşlerden ve Çocuklardan Düşman Olanlar da
Vardır: İnsanın eşi, çocukları ve hatta insanın kendisi/nefsi bile
kendine zarar verebilir, düşman olabilir. “Ey iman edenler! Eşlerinizden
ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının.
Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoşgörür ve bağışlarsanız,
bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Doğrusu mallarınız
ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise Allah’ın
yanındadır.” 63 Rivâyet edildiğine göre, Mekke’den hicret arzusunda
bulunan bazı müslümanların eş ve çocukları, kendilerinin
perişan duruma düşeceklerini öne sürerek, babalarını hicretten
alıkoymak istediler. Fakat hicretle kazanılan yüksek mertebeleri
öğrenen müslümanlar, eş ve evlâtlarını cezalandırmak isteyince
bu âyet inerek, onların affedilmesini ve kusurlarından geçilmesini
tavsiye etti. Buna rağmen malın, çocukların ve eşin beklenmedik
yer ve durumlarda kişiyi günaha sokup âhiret hazırlığından alıkoyabileceğine
bu âyetlerle işaret edilmiştir.
Kişinin günah ve haksızlık yapmasına sebep olan her şey, düşman
sayılır. Kişi için en tehlikeli düşman ise dost gözüken düşmandır.
Allah’a yaklaştıran her şey mü’minin dostu, Haktan uzaklaştıran
her şey de onun düşmanıdır. Müslüman, eşi ve çocuklarıyla
ayrıca iman kardeşliği oluşturmalı ki, onlarla gönülden samimi
bağlar, candan sevgi oluşsun.
Düşmanı Yakın Bir Dost Haline Getirmek İçin Güzel Tavır: “İyilikle
kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman
(görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir
dost olur.” 64 Bu âyete göre kötülük, en güzel haslet ne ise onunla
61] Tirmizî, Birr 60
62] 28/Kasas, 8
63] 64/Teğâbün, 14-15
64] 41/Fussılet, 34
DÜŞMANLIK
- 21 -
önlenmelidir. Bu davranış, her kişinin değil; er kişinin yapabileceği
özelliktir: “Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak
(hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.” 65 Bu âyetlere
göre müslümanların hareketleri hasene (iyilik), kâfirlerinki ise seyyie
(kötülük) şeklinde nitelendirilir. Fahreddin Râzî, âyette geçen
“(hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse”leri, yüksek ahlâkî erdemlere
sahip kişiler olarak anlar ve bu âyetlerin, insanlara hakkı kabul ettirmeye,
onları düşmanlıktan vazgeçirmeye yönelik dâvet ve irşad
faâliyetlerinde sabır, sevgi ve hoşgörü ile davranmanın önemini
ortaya koyduğunu belirtir. 66
“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül
et; çünkü O, her şeyi çok iyi işiten ve her şeyi pek iyi bilendir.” 67
Din Konusunda Müslümanlarla Savaşan ve Savaşçı Olmayanlara
Karşı Düşmanlık: “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi
yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasaklamaz.
Çünkü Allah, adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din
konusunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için
yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte
zâlimler onlardır.” 68
Düşmanlara Karşı Hazırlık; Onları Korkutacak İmkânlar Hazırlamak:
Allah düşmana karşı kuvvet hazırlamamızı emretmektedir.
Bu kuvvetten maksat, savaşta düşmana üstünlük sağlayacak
her çeşit vâsıtadır. Çeşitli silâhlar, ekonomik güç ve savaş tekniği
gibi şeyler, bu hazırlanması emredilen kuvvet kavramına dâhildir.
“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için
bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, çünkü onunla Allah’ın düşmanını,
sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği
(düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne infak eder/harcarsanız
size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.” 69
Düşmana Karşı da Adâletli ve Ölçülü Davranmak, Haddi
Aşmamak: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, adâletle
şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi
adâletten saptırmasın. Âdil davranın; bu, takvâya, Allah korkusuna
daha çok yakışır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla
bilmektedir.”70; “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş
65] 41/Fussılet, 35
66] Mefâtihu’l-Gayb, 41/Fussılet, 35 âyetinin tefsiri
67] 8/Enfâl, 61
68] 60/Mümtehine, 8-9
69] 8/Enfâl, 60
70] 5/Mâide, 8
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 22 -
açın. Sakın aşırı gitmeyin; çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.”71; “...Bir
topluma karşı beslediğiniz kin, sizi haddi aşmaya, tecâvüze sevk etmesin.
İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın;
günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü
Allah’ın cezası çetindir.” 72
Umulur ki Allah, Bizi, Düşmanlarımıza Gâlip Kılacaktır: “...
Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk edecek ve onların yerine sizi yeryüzüne
hâkim kılacak da nasıl hareket edeceğinize bakacaktır.” 73; “...Nihayet
Biz iman edenleri, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün
geldiler.” 74; “Gevşeklik göstermeyin; üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten
iman etmiş sağlam mü’minler iseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.” 75;
“Andolsun ki, Peygamber kullarımıza söz verdik: ‘Şüphesiz onlar, mutlak
mansûr ve muzafferdirler. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.” 76;
“Kim Allah’ı, Rasûlünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki:) üstün/
gâlip gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.” 77; “...İyi bilin
ki, kurtuluşa erecek olanlar sadece hizbullahtır, Allah’ın tarafında olanlardır.”
78
“Fitne tümüyle yok olunca ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar
onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler hâriç (hiç kimseye)
düşmanlık yoktur.” 79
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.
Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize
düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti
sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında
iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar
ki doğru yolu bulasınız.” 80
“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın;
günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun;
çünkü Allah’ın cezası çetindir.” 81
“Yanınıza küfürle girip yine küfürle çıktıkları halde size geldiklerinde
‘inandık’ derler. Allah gizlediklerini daha iyi bilmektedir. Onlardan
71] 2/Bakara, 190
72] 5/Mâide, 2
73] 7/A’râf, 129
74] 61/Saff, 14
75] 3/Âl-i İmrân, 139
76] 37/Sâffât, 171-173
77] 5/Mâide, 56
78] 58/Mücâdele, 22
79] 2/Bakara, 193
80] 3/Âl-i İmrân, 103
81] 5/Mâide, 2
DÜŞMANLIK
- 23 -
birçoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün.
Yaptıkları ne kadar kötüdür!” 82
“Ey iman edenler! Aranızda gizli konuşacağınız zaman günahı, düşmanlığı
ve Peygamber’e karşı gelmeyi fısıldamayın. İyilik ve takvâyı konuşun.
Huzuruna toplanacağınız Allah’tan korkun.” 83
Hâtıb’ın Kâfirlere Dostluk Girişimi
“Ey iman edenler” Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları
dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara
sevgi gösteriyorsunuz. Halbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan
dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim
yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi
gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da
bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar
sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle
uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” 84
Bu âyetlerde mü’minlere hitâben hem Allah’ın, hem de
kendilerinin düşmanı olan, Allah’tan gelen hakkı inkâr edenleri
dost edinmemeleri, onlara sevgi beslememeleri; şayet onlar
mü’minlere gâlip gelseler, yaman düşman kesilip elleriyle, dilleriyle
mü’minlere zulmedecekleri ve onların inkâr etmelerini isteyecekleri;
âhirette akrabanın veya çoluk çocuğun bir faydası olmayacağı
belirtilmektedir. Bu âyetlerin nüzul sebebi şu olaydır:
Rasûlullah (s.a.s.), Mekke’nin fethine hazırlanıyor, fakat
Hayber’e gideceği izlenimi veriyor, niyetini gizli tutuyordu. Yalnız
bazı yakın sahâbelerine maksadını söylemişti ki bunlar arasında
Hâtıb bin Ebî Beltea da vardı. Hâtıb; Mekke’lilere, Allah’ın elçisinin,
Mekke’ye saldırmak için hazırlanmakta olduğunu bildiren
bir mektup yazdı ve bunu Mekke’ye giden bir kadınla gönderdi.
Hz. Ali, bu olayı şöyle anlatıyor: “Allah’ın Rasûlü, beni, Zübeyr’i
ve Mikdat’ı gönderdi: “Ravdatu Hâh’a varıncaya kadar yürüyün; orada
yolcu bir kadına rastlayacaksınız. Onda bir mektup var; onu ondan
alıp bana getirin” dedi. Yola çıktık. Ravda’ya varınca yolcu kadını
gördük. “Mektubu çıkar!” dedik. “Bende mektup yok” dedi. “Ya
mektubu çıkarırsın, ya da (mektubu aramak için) seni soyar, çırılçıplak
ederiz!” dedik. Kadının, saç örgüsünün arasından çıkardığı
mektubu Allah Rasûlü’ne getirdik. Bir de ne görelim? Hâtıb bin
Ebî Beltea’dan Mekke’deki bazı müşriklere yazılmış olan mektup;
82] 5/Mâide, 61-62
83] 58/Mücâdele, 9
84] 60/Mümtehine, 1-2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 24 -
Allah Elçisinin yapmakta olduğu bazı şeyleri, Mekke müşriklerine
haber veriyor. Peygamber (s.a.s.) Hâtıb’a: “Bu nedir Hâtıb?” dedi.
Hâtıb: “Ey Allah’ın Rasûlü, benim hakkımda acele karar verme.
Ben Kureyş’e yamanmış bir adamım, Kureyş’ten değilim. Senin
yanında bulunan muhâcirlerin, Mekke’de akrabası var. Onlar,
yakınları vâsıtasıyla Mekke’deki âilelerini ve mallarını koruyorlar.
Benim Kureyş ile bir soy bağım bulunmadığı için ben de bu sûretle
yakınlarımı koruyacak bir el (dost) edinmek istedim. Bunu küfürden
veya dinimden dönmekten dolayı yapmadım, (ben samimi bir
müslümanım)” dedi. Peygamber (s.a.s.) “Hâtıb bize doğru söyledi”
buyurdu. Hz. Ömer: “Bırak beni yâ Rasûlallah! Şu münâfığın boynunu
vurayım” dedi. Peygamberimiz: “O Bedir’e katıldı. Belki Allah
Bedir ehline bakmış da: ‘Dilediğinizi yapın, Ben sizi bağışladım!’ demiştir”
buyurdu. İşte; “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız
olanları dost edinmeyin...” 85 âyeti bu münâsebetle inmiştir.” 86
Hâtıb bin Ebî Beltea’nın mektubunu götüren kadın,
Hâşimoğullarının mevlâsı olup Sâre adında şarkıcı kâfir bir kadındı.
Mekke’den Medine’ye gelmişti. Peygamberimiz, ona müslüman
olup hicret mi ettiğini, yoksa başka bir amaçla mı geldiğini
sormuş, kadın: “Bedir günü efendilerimiz ölüp gittiler, çok ihtiyaç
içine düştüm, onun için geldim” demişti. Peygamber’in teşvikiyle
Muttaliboğulları ona yiyecek, içecek ve giyecek verdiler. Hâtıb da
kadına on dinar ve bir hırka vererek mektubu götürmesini söylemiş,
kadın da mektubu alıp yola çıkmış, fakat Allah, Rasûlü’nü
durumdan haberdar etmiş ve Allah Elçisi, Hz. Ali’yi ve arkadaşlarını
gönderip kadını yakalatmıştır. Son derece güç duruma düşen
Hâtıb: “Benim Mekke’de âilem ve malım var. Böylece Mekkelilere
yakın görünüp âilemi ve malımı korumak istedim. Biliyordum
ki Allah, nasıl olsa gadabını/hışmını onlara indirecektir” demiş ve
Allah’ın Elçisi, Hâtıb’ı affetmiştir. Âyetlerin nüzûl sebebi bu olmakla
birlikte, tüm Kur’an âyetleri gibi, konu bütün müslümanlara
uyarı arz etmektedir. Zaten âyetteki ifade, çoğul sîgası ile hitap
etmekte, tek kişi değil; çokluk muhâtap alınmaktadır. Dolayısıyla
Hâtıb’ın şahsında bütün müslümanlar, düşmanlarına karşı uyarılmış,
onları dost kabul etmemeleri, onlara sırlarını vermemeleri
emredilmiştir.
“İbrâhim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel
bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki, ‘biz sizden ve sizin
85] 60/Mümtehine, 1
86] Buhârî, Megâzî 9, Tefsîr Sûre 60; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 161; Ebû Dâvud,
Cihad 98; Tirmizî, Tefsir 60; Dârimî, Rikak 48; Ahmed bin Hanbel, 1/80
DÜŞMANLIK
- 25 -
Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek
Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve
öfke belirmiştir...”87; “(Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara
açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah’a)şirk koşan müşrikler
için af dilemek, ne peygambere yaraşır ne de mü’minlere. (Çünkü
Allah müşrikleri bağışlamaz.).” 88 Bu âyetlerde Allah, müslümanlara,
Allah uğrunda kâfir kavim ve kabilesinden ayrılan ve onlara karşı
yüreklerinde sevgi beslemeyen Hz. İbrâhim ile beraberindekileri
örnek almalarını tavsiye etmektedir.
Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin
Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır
Düşmanlık ve dostluk, “Lâ ilâhe illâllah”ın ayrılmaz bir özelliğidir.
Dinin temeli ve özü olan bu kelime, aynı zamanda dost ve
düşmanlığı da belirler. Dostluğun temeli sevgi, düşmanlığın temeli
buğz ve kindir. Din de sevgi ve buğzdur; kabul ve reddir. Bundan
dolayı, kâfirlerle dostluk; Allah’ın dostluğunu kaybettiren,
O’nunla ilişiğinin kesilmesini gerektiren89 büyük bir suç olduğu
gibi, dalâlettir/doğru yoldan sapmaktır,90 zâlimlerden olmaktır 91
ve kâfirler safına geçmek, “onlardan olmak”tır.92 Allah’a düşmanlık
yapanları, Allah’ın düşmanlarını dost kabul etmek; Allah’ın
düşmanlığını kazanmak ve imanı küfre değişmektir. Kâfirleri düşman
kabul edip onlardan uzak durmak, İslâm akîdesinin bir parçasıdır.
“Tâğutu reddetmek, onu inkâr etmek” olmadan Allah’a
iman, yeterli değildir, eksiktir, insanı kurtarmaz. “Kim tâğutu reddedip
Allah’a iman ederse, o kesinlikle kopması mümkün olmayan sapasağlam
bir kulpa sarılmıştır.” 93 Tâğuta küfretmeyen, yani onu inkâr
edip reddetmeyen kimse, asla mü’min olamaz. Tâğut ise, Allah’tan
başka, O’na alternatif olarak ortaya konan düşünce, hayat görüşü,
sistem, kişi veya şeytanlardır. Allah’ın dışında ve O’na rağmen
uyulan, kendisine tâbi olunan, arzulanan, ya da kendisinden çekinilip
korkulan her şeydir.
Kişi, tevhid kelimesini gönülden benimseyip diliyle ikrar etmekle,
câhiliyye ve şirk inançlarının tümünü reddettiğini, şuurlu
bir şekilde onlardan uzaklaştığını göstermektedir. Aynı şekilde,
tevhidi benimsediği için, artık câhiliyye insanından, her çeşit
87] 60/Mümtehine, 4
88] 9/Tevbe, 113
89] 3/Âl-i İmrân, 28
90] 60/Mümtehine, 1
91] 9/Tevbe, 23; 60/Mümtehine, 9
92] 5/Mâide, 51
93] 2/Bakara, 256
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 26 -
müşrikten de sevgi, bağlılık, itaat ilişkilerini koparması, yani onlara
dostluk sayılabilecek davranışlardan kaçınma sözü vermiş
olmaktadır. O, kendi safını ve cephesini belirlemiş olmaktadır.
Allah’ın ve O’nun sevdiklerinin tarafını tuttuğu için; kâfirlerden
yüz çevirmek ve onlarla ilişkiyi kesmek zorunluluğu hissedecektir.
“Onun için sen zikrimize (Kur’an’a) iltifat etmeyip sırt çeviren ve dünya
hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.” 94
Sonra, örnek gösterilen İbrâhim’i (a.s.) rehber edinip onun mirasına
sarılacaktır. “Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti
ki: ‘Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım.
Çünkü O beni doğru yola iletecektir. Bu sözü, ardından geleceklere devamlı
kalacak bir miras olarak bıraktı ki insanlar (dinine) dönsünler.” 95
Ve, müşriklerle muvahhidler arasındaki kesin ayrılık, uzaklaşma
ve safları belirleyen yol işaretleri: “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam, sizin
tapmakta olduklarınıza... Sizin dininiz size, benim dinim bana!”96; “Onlar
seni yalanlarlarsa de ki: ‘Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz
benim yaptığımdan uzaksınız; ben de sizin yaptığınızdan uzağım!” 97
Ve birkaç hadis-i şerif: “Kim müşriklerle bir arada toplanır ve onlarla
beraber oturursa, o da onun gibidir.” 98; “Müşriklerle birlikte yaşamayın
ve onlarla birlikte bir arada bulunmayın. Kim onlarla birlikte yaşar
veya bir arada bulunursa o durumda o Bizden değildir.” 99; “Ben, müşriklerin
arasında ikamet eden her müslümandan uzağım!” “Ey Allah’ın
rasûlü! Neden?” diye sordular. O da şöyle buyurdu: “Çünkü ateşleri
(müslümanla müşriklerin ateşleri) birbirinden ayırt edilmez.” 100
Zaten bu uzaklaşma, ayrılık ve safları belirleme olmasa,
kâfirlere karşı nasıl cihad edilecektir? “Ey Peygamber! Kâfirlere ve
münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları
yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” 101 Zihninde ve davranışlarında
onlardan ayrılamamış, ilişkilerini ve bağlarını koparamamış
bir kimse, eliyle onların zulümlerini nasıl engelleyecek, onların
fitnelerini durdurmak için onlarla nasıl savaşacaktır? “Fitne ortadan
kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” 102
İslâm’da, düşmanlarımız olan her çeşit kâfirle cihadın amacı,
94] 53/Necm, 29
95] 43/Zuhruf, 26-28
96] 109/Kâfirûn, 1-2, 6
97] 10/Yûnus, 41
98] Tirmizî, Siyer 40
99] Hâkim, Müstedrek 2/141
100] Ebû Dâvud, Cihad 95; Nesâî, Kasâme 27; Tirmizî, Siyer hds no: 1654
101] 9/Tevbe, 73
102] 8/Enfâl, 39
DÜŞMANLIK
- 27 -
yeryüzünde bir tek Allah’a ibâdeti ve O’nun hâkimiyetini sağlamaktır.
Şeriatını üstün kılmak, kulları kullara kulluktan kurtarıp
Allah’a kul olma hürriyetine ve mutluluğuna kavuşturmaktır. Beşerin
sahte ilâhlığından ve zulümlerinden kurtarıp bir tek olan
Allah’ın ulûhiyetine eriştirmek, O’nun hâkimiyeti altına sokmaktır.
Cihadın bir başka hedefi de, yeryüzündeki müstaz’afları, ezilen ve
sömürülenleri kurtarmaktır. “Size ne oluyor da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz!
Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip
gönder, bize katından bir yardımcı yolla’ diyen zavallı erkekler, kadınlar
ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Buna, böyle bir dâvete uymayıp
savaşmamaya hakkınız yok!)” 103
Allah’tan başka ilâh olmadığına dair şehâdetin ve tanıklığın
gerçekleşmesi için, kişi sevdiğini sadece Allah için sevecek, buğzettiğine
de Allah için buğzedecektir. Dost ve velî edindiği kimseyi
Allah rızâsı için dost edinecek, düşman kabul ettiklerini de,
onlar Allah’a karşı oldukları için düşman tanıyacaktır. Müslüman,
Allah’ın sevdiklerini sevecek, O’nun gazab ettiklerine, buğzettiklerine
de buğzedecektir. Nerede bulunursa bulunsun, her çeşit
kâfire düşmanlık gösterecek, onun velâyetini tanımayacaktır. Bu
kâfir, en yakını/akrabası bile olsa, onu dost kabul edip sevemeyecektir.
Rasûlullah (s.a.s.) buyurmuştur ki: “İman ipinin (kulpunun) en
güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek
ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” 104
İbn Abbas şöyle der: “Kim Allah için sever, Allah için buğzeder
ve Allah için dostluk ve velâyet yetkisini kullanır, Allah için
düşmanlık beslerse, o kimse bu yaptıkları sâyesinde gerçekten
Allah’ın dostluğuna erişir (Allah’ın dostluğunu, velîliğini kazanmış
olur). Bir kimse de, bu nitelikleri taşımadığı sürece, ne kadar
çok namaz kılıp oruç tutsa da, imanın hazzına ve tadına erişemez.
Çünkü böyle insanlarla olan kardeşliğini (münâsebetini) sırf dünya
ilişkilerine bağlamıştır. Böyle bir hal ise kişiye asla hiçbir şey
kazandıramaz.” 105
Mü’min, bazı dünyevî ilişkiler kurmak, alış-veriş yapmak
mecbûriyetinde de olsa, yardımlarını da görse, hâkimiyetleri
altında da bulunsa, tüm kâfirleri sevilen dostlar edinmeyecektir.
Kâfirleri düşman kabul etmek, bazı görevleri yerine
103] 4/Nisâ, 75
104] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî,
El-Kebîr
105] Hilyetü’l-Evliyâ, 1/312
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 28 -
getirmeyi zorunlu kılar. Onları düşman kabul eden kimse, kâfir
ve münâfıkları taklit edemez, onlara benzeyemez. Onlara benzeyen,
onları yüceltmiş, onlardan olmuş olur.106 Mü’min, zelîl olduğuna
inandığı kâfirleri, onlara karşı davranışlarıyla bilfiil aşağılarda
tutmağa çalışacaktır. Bu sebeple onların ticarî kurumlarını
boykot edecek, siyasî kadrolarını onaylamayacak, onları yönetici
olarak kabul etmeyecek, onların câhilî kültür veren kurumlarına
karşı çıkacaktır. Mü’minin düşmanlığını isbat edebilmesi için,
onlardan korkmaması gerekir. “...Eğer iman ediyorsanız onlardan
korkmayın; Benden korkun.”107Onlardan korkuldukça onları fiilen
zelîl/aşağılık görmek mümkün değildir. Mü’min bilir ki, Allah istemedikçe
bütün kâfirler bir araya gelse kendisine en küçük bir
zarar veremezler. O yüzden korkulmaya lâyık zat, tüm güç ve kuvveti
elinde bulunduran Yüce Allah’tır. Düşman olmak, zarûretin
dışındaki beraberliğe engeldir. Bir mü’min, onların emrine girip
onların hizmetinde çalışmayı çok çirkin görüp reddedeceği gibi;
kendi kurumlarında da onları çalıştırmayacaktır. Diğer kuruluşlarda
görev alarak yüceltilmelerine kalben rızâ göstermeyecektir.
Hz. Ömer’in Hîre’li bir gencin iyi yazı bildiğini söyleyip onu
kâtip olarak istihdam etmesini tavsiye edenlere: “Müslümanlardan
başkasını kendime dost mu edineyim?” dediği ve bunu şiddetle
reddettiği rivâyet edilir. 108
Bir hıristiyanı memur kadrosuna alan vâlilik görevinde bulunan
sahâbi Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye halife Hz. Ömer çok sert bir
şekilde: “Canı çıkasıca adam! Yanında çalıştıracak bir mü’min
bulamadın mı?” diye azarlamıştır. Ebû Mûsâ el-Eş’arî: “Yâ Ömer!
Onun dini kendisine, işbirliği bizedir. Bundan ne çıkar?” deyince,
Hz. Ömer şöyle cevap vermiştir: “Hayır, yanılıyorsun! Allah’ın küçülttüklerini
biz yüceltemeyiz. (Sen de yapma!)” 109
Aynı şekilde, Hz. Ömer (r.a.), vâli Ebû Hüreyre’ye (r.a.) de bir
mektup yazıyor ve diyor ki: “...Müslümanların işleriyle ilgili bir
işte sakın müşrik ve putperest kimselerden yararlanma. Müslümanlara
ait işlerle bizzat kendin ilgilen. Çünkü sen onlardan birisin.
Diğer taraftan Allah seni onların yüklerini sırtlamanla görevli
kılmıştır.”110; “...Allah kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ı sözü
106] Tirmizî, hadis no: 2696
107] 3/Âl-i İmrân, 175
108] İbn Kesir, Tefsir, 1/398
109] Beyhakî, es-Süneu’l-Kübrâ, Kitâbu Âdâbi’l-Kadı, 10/127; İbn Teymiyye,
Sırât-ı Müstakîm, s. 50; Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l-Gayb, 3/611
110] İbn Kayyım, Ahkâmu Ehli’z-Zimme 1/212
DÜŞMANLIK
- 29 -
ise (zaten) yücedir. Çünkü Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.” 111;
“Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır...” 112;
“...İzzet, üstünlük ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir.” 113
Düşmanlara en azından buğz etmek imanın gereğidir. “Sizden
biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse
diliyle (onun kötü olduğunu söyleyip kötülüğü yasaklayarak) onu
değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin (o işten nefret
ederek, kötü görsün). Bu sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir.” 114Hadisin
başka bir rivâyetinde, kalbiyle buğzetmeyen için “bundan
sonrasında hardal tanesi kadar iman yoktur” denilir. Düşmana şirin
gözükmeye çalışmak, bizden hoşnutluğunu önemsemek, onlara
dost gibi davranmak, onları taklit etmek, hele destek olmak,
onların yıkılası sömürü düzenlerinin çarklarını döndürmek gibi
ilişkilerin iman ve küfürle irtibatı değerlendirilmelidir. Kâfirlere
niye selâm verilmez? Çünkü selâm, hayır duâdır, barış demektir, iyi
ilişkiler içinde olmanın simgesidir, yani dostluk alâmetidir. Düşmana
dostluk göstermek câiz olmadığından her çeşit kâfire (zarûri
durumların dışında) Allah’ın selâmı olan “es-selâmü aleyküm” denilmez.
İslâm’ı birinci tehlike ilân edenlere, Allah’ın hükmüne ve
dinine savaş açanlara nasıl davranılması gerektiği, bir din seçme
kadar önemlidir.
Her din ve ideolojinin dostluk ve düşmanlık anlayışı kendine
hastır: Komünizmin, enternasyonalizmin, hümanizmin dostdüşman
anlayışı kendi bâtıl dinleri, yani ideolojileriyle ilgilidir.
Kendi yoldaşları onlar için sınır tanımaz dost; kendi ulusu, farklı
ideolojiye mensupsa düşmandır. Nâzım Hikmet’in deyişiyle “Vatanım
rûy-ı zemîn, milletim nev-i beşer” anlayışı. (Müslümanın
vatanı, İslâm’ın hâkim olduğu yer, yani dâru’l-İslâm; milleti, bütün
Muhammed ümmeti, yani tüm müslümanlar olmalı.) Batı
dünyasının ve özellikle ABD’nin dostluğu düşmanlığı yok, çıkarları,
ülke menfaatleri vardır. Ama, bununla beraber, onları bizden
ve hatta onlardan iyi tanıyan Rabbimiz’in hükmü: “Onların
milletine/dinine uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı
olmayacaklardır.”115 Batıyı örnek almaya çalıştığı halde ne batılı olabilen
ne doğulu kalabilen ülkelerdeki dostluk-düşmanlık anlayışı
da kaypak mı kaypaktır. Tarih kitaplarına bile bu renksiz ve kimliksiz
bakış yansır. “Düşmanlar, ülkeyi işgal etti, düşmanlar şunları
111] 9/Tevbe, 40
112] 35/Fâtır, 10
113] 63/Münâfıkûn, 8 ve yine bk. 4/Nisâ, 138-139; 10/Yûnus, 65.
114] Müslim, İman 20
115] 2/Bakara, 120
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 30 -
yaptı...” Ama düşmanların kim olduğu net değildir. Kurtarıcılar,
ülkeyi düşmanlardan kurtardılarsa, düşmanların işgal ettiğinde
uygulayacakları kanun, ahlâk, eğitim vb. icraat niye onlardan
daha katı ve baskıcı şekilde uygulanır ve İslâm birinci tehlike ve
büyük düşman ilân edilir? Bu kimliksiz yaklaşım, hangi ülkelerle
dost, hangileriyle düşman olunduğu belli olmayacak zigzaglar çizen
tavırları getirir... Irkçı milliyetçilere göre dostluğun ölçüsünü
kan belirleyecektir. Düşman da başka ırklardır: “Türk’e Türk’ten
başka dost yoktur!”, “her şey Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından!”,
“Tanrı Türkü korusun!”
Mü’min için ölçü nettir: Allah için sevgi, Allah için buğz; Allah
için dostluk ve Allah için düşmanlık. Dost, gerçek Velî’ye, ölümsüz
Dost’a bizi yaklaştıran; düşman da, bizi O’ndan uzaklaştırandır.
Allah’ı gerçek anlamda “tek dost” kabul eden, hiç O’nun düşmanlarını,
O’na dost olamayanları sevebilir mi?! “Ey iman edenler!
Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven,
mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu
bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın
kınamasından korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar).
Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”116;
“Muhammed Allah’ın rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere
karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...” 117
Günümüz müslümanlarının önemli bir kesimi, dostluk ve düşmanlıktaki
ölçüyü unutup farklı görüşteki müslümanlara düşman
gibi davranıp onları itiyor; kendilerine şimdilik dokunmayan ılımlı
kabul ettikleri kâfirlere sempati besleyerek dost gibi yaklaşabiliyor.
İctihadî yorumlar ve göreceli doğrular, grup taassubundan
dolayı mutlak doğru kabul edilip farklı müslümanlara düşmanca
tavırlar, şiddetli eleştiriler, hatta haksız tekfirler ve onlarla dostluğa
tenezzül etmemeye varan bağnazlıklar sergilenebiliyor. Bütün
müslümanlarla samimi olmayabiliriz; ama samimi olduklarımız,
mutlaka samimi müslümanlardan olmalı. Bütün kâfirlerle ilişkimizi
koparmayabiliriz, ama onlarla gönül dostu olmamız onlardan
olmak, onların dinine girmek kabul edilmeli. Dost, imandaştır, gönüldaştır,
fikirdaştır çünkü. “Kişi, dostunun dini üzeredir.”118 Ve dostluk,
sevgi kuru bir iddia değil; ispat edilmesi gereken bir iddiadır.
Allah’a dost olmak, Allah’ı sevmek, davranışla isbatlanmadıkça,
kuru bir iddiadan, insanı kurtarmayan bir avuntudan ibarettir.
116] 5/Mâide, 54
117] 48/Fetih, 29
118] Tirmizî, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, 16/178
DÜŞMANLIK
- 31 -
Allah’la ve müslümanlarla dost olduğumuzu, dillendirmekten öte
davranışımızla göstermeliyiz. “Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız
bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”119
Düşmanlık da dostluk da; bedeli olan, ispatlanması gereken bir
bağlılık ya da red; ilişki veya bağları koparmaktır. “Allah size imanı
sevdirmiş ve onu gönüllerinize süslemiş, sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı
da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” 120; “Hep
birlikte Allah)’ın ipine (Kur’an’a, İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.
Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler
idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş
olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da
sizi O kurtarmıştı.” 121
Sevgi ve dostluğun gerekleri vardır. Bunları şöyle sayabiliriz:
Allah için yardım, ikram, saygı, gerek kalple ve gerek dış görünüş
ve tavırlarla kişinin sevdiğiyle beraber olması. Hayatın zorluklarına
ve kâfirlerin baskılarına karşı ona destek olup moral vermek,
onu küfre ve kâfirlere karşı güçlü ve hâkim kılmak, üzüntüsüne
ve sevincine ortak olmak. Allah’ı sevmek ve Allah’la dost olmak
demek; Allah’ın dostlarını sevmek, onlara yardımcı olmak, onların
yanında yer almak, Allah’ın dinine yardım etmek demektir.
Allah için düşmanlığın da gerekleri vardır: Kalben buğz edip
Allah için tavır alarak düşmanlığı açık ve net bir şekilde ortaya
koymak; meselâ Allah düşmanlarına karşı cephe almak, onlarla
cihad etmek, onlarla (hayatî ve zarûri olan durumların
dışında) tüm ilişkilerini kesip uzak durmak, kalben muhabbet
göstermediğini davranışlarına yansıtmak. Onları emîn/güvenilir
görmemek,122 onlara benzememek, onlara güler yüz göstermemek,
samimiyet kurmamak, onlara ikramda bulunmamak, onların
zulümlerine destekçi olmamak, onlara saygı göstermemek,
onları güzel sıfat ve lâkaplarla isimlendirmemek, onlarla birlikte
oturmamak. Kâfirlere şirin gözükmek için onlara müdâhane/yağcılık
yapmamak, kendisine gerici gibi yaftalar vurmasınlar diye
onlara şirin gözükmeye çalışmamak, onları sırdaş edinmemek
şarttır. Aksine davranışlar, insanı tevhidden uzaklaştırır.
“Ey iman edenler! Kendi dışınızdaki sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar
size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler.
Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli
olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür.
119] 3/Âl-i İmrân, 31
120] 49/Hucurât, 7
121] 3/Âli- İmrân, 103
122] 3/Âl-i İmrân, 75
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 32 -
Eğer düşünüp anlıyorsanız âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.” 123
Ve iki hadis-i şerif: “Siz mutlaka sizden öncekilerin yollarını karış karış,
arşın arşın izleyeceksiniz. Öyle ki onlar bir kelerin deliğine girseler, siz
de onlara uyacaksınız.” Ashâb dedi ki: “Ey Allah’ın rasûlü! Bu (izleyeceklerimiz
yahûdi ve hıristiyanlar mı?” Peygamberimiz şöyle
buyurdu: “Ya kimler olacak?” 124; “Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan
kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” 125
“Ben kalben buğzediyorum” diye bunu sadece kalple yaptığını
söylemek, isbata muhtaç kuru bir iddiadan ibarettir. Buğzun
ve düşmanlığın gerekleri ne ise, bir mü’minin onları da yerine
getirmesi gerekmektedir. “İbrâhim’de ve onunla beraber olanlarda (o
mü’minlerin söz ve davranışlarında) sizin için gerçekten güzel bir örnek
vardır. Hani onlar kavimlerinden kâfir olanlara: ‘Muhakkak biz sizden ve
Allah’tan başka ibâdet ettiğiniz şeylerden (putlardan) uzağız. Sizi inkâr
ettik. Yalnızca Allah’a iman (edip şirki terk) edinceye kadar, bizimle sizin
aranızda düşmanlık ve kin sürekli baş göstermiştir’ demişlerdi.” 126
Kur’an, dostlukları ve dostları ikiye ayırır: Allah’ın dostları
ve şeytanın dostları. Her insan, bu iki sınıftan birine mensuptur.
Allah’ın velîsi/dostu, yani “evliyâullah” ol(a)mayan, mutlaka
şeytanın velîsi/dostu, yani “evliyâu’ş-şeytan”dır; üçüncü bir grup
yoktur. “Allah iman edenlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları
küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin
dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan
(ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar
orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.” 127; “İman edenler
Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tâğut yolunda savaşırlar. (Ey
mü’minler!) siz şeytanın evliyâsı (velîleri, dost ve yandaşları, ordusu olan
kâfirlerle) savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” 128
Ashâb-ı kirâmdan Cerîr bin Abdullah Peygamberimiz’e bey’at
ederken, kendisinden şu şartla bey’at yapması istenmiştir: “Her
bir müslümana öğütte bulunmak ve her bir kâfirden uzak durmak.”
129
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı,
onları (müşrik, kâfir, hıristiyan, yahûdi ve münâfıkları) dost
123] 3/Âl-i İmrân, 118
124] Buhârî, İ’tisâm 14, Enbiyâ 50; Müslim, ilm 6; İbn Mâce, Fiten 17
125] Tirmizî, Zühd hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
126] 60/Mümtehine, 4
127] 2/Bakara, 257
128] 4/Nisâ, 76
129] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 6/357-358
DÜŞMANLIK
- 33 -
edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fâsıktır, yoldan çıkmışlardır.” 130; “...
İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır!”131 Kâfirleri dost kabul
etmek, iman ile çelişmektedir. Hem iman, hem de onları dost
edinme olayı, ikisi beraber bir kalpte toplanamazlar. İman, onları
dost edinmemeyi gerektirmektedir. Düşmanlık ve dostluğun
imanla ilgisi değerlendirilmediğinden, bugün müslümanların
çoğunluğu açısından dost-düşman karışmış, düşmanlarının oyununa
gelen müslüman yığınlar, bunca zararlarına rağmen hâlâ
Allah’ın düşmanlarının ve kendisinin düşman olması gerekenlerin
yardımcısı, destekleyicisi, emrindeki memuru, hizmetçisi,
kulu-kölesi, askeri... olabilmektedir. “Müslümanım!” diyen nice
insan, kâfirlerin koyduğu küfür kanunlarına, onların ortaya attığı
felsefî düşünce ve dünya görüşlerine, ideolojilerine sevgi besleyebilmekte,
onlara gönül rızâsıyla uyup teslim olabilmekteler.
Hanımlarını, kâfirlerin hanımlarına benzetebilmekte, onlar gibi
giyinmelerini (soyunmalarını) ilericilik ve çağdaşlık kabul edebilmekteler.
Allah ve Rasûlü’yle savaş demek olan fâiz 132 olmaksızın
ticarî hayatı düşünememekteler...
Ve her halleriyle kâfirlere benzeyip onların yanında yer almalarına
rağmen; hâlâ kendilerini müslüman saymaları düşündürücüdür.
Bırakın, kâfir olanlara tavır alıp “ey kâfir!” demeyi ve
Kur’an’ın emrine uyup “De ki: ‘Ey kâfirler! İbâdet edip tapmam sizin
taptıklarınıza.!”133 diye haykırmayı, Allah’ın düşmanlarından korkmak,
onlara sevgi ve saygı duymak, onları ve makamlarını büyük
görmek gibi imanını mahveden “şirk” adlı hastalık alabildiğince
yaygınlaşmaktadır. Bazı kâfirlere, dost olmanın ötesinde, hatta
hayranlık duyanlar, destekleyip alkışlayanlar, onları velî kabul
ederek seçip işbaşına getiren, yetki verenler, onların izini takip
eden, itaat eden, onları örnek alanlara ne demeli!? Keler deliğine
girseler bile onlara imrenip taklit etmeye çalışan, onları model kabul
edip modalarına uyanlara nasıl bir sıfat bulmalı!?
“(İnançta ve amelde) Bizden başkasına benzeyen Bizden değildir.” 134
diyen Rasûlün onları reddettiğini, daha doğrusu onların bu davranışlarıyla
Rasûlün yolunu reddetmiş olduklarını görmek zorundayız.
Bu tesbit, câhil müslümanları dışlayıp tekfir etmek, onları
kendi hallerine terketmek için değil; muhâtaplarımızı tanımak,
hastalığı teşhis edip tedavi için bize çok şeyler düştüğünü, göre-
130] 5/Mâide, 81
131] 5/Mâide, 51
132] 2/Bakara, 279
133] 109/Kâfirûn, 1-2
134] Tirmizî, hadis no: 2696; Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5347
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 34 -
vimizin ve sorumluluğumuzun çok büyük olduğunu kabullenmek
için olmalı. Bu değerlendirme, konum tesbiti açısından önemli;
çevremizde bize ve yakınlarımıza da sirâyet etme ihtimali olan
bulaşıcı şirk mikroplarının tanınması ve tedbir alınması için...
Gerçek mü’min, İslâm şahsiyetini ve müslüman kimliğini yüce
ve aziz tanımak, bütün kâfirleri ve münâfıkları zelîl/aşağılık bilmek;
bu sebeple onlara karşı onurlu ve zorlu olmak mecbûriyetindedir.
“İzzet (yücelik, kuvvet ve hâkimiyet) yalnız Allah’ın, O’nun Peygamberinin
ve gerçek mü’minlerindir. Ne var ki, münâfıklar bu gerçeği bilmez,
anlayamazlar.”135 Mü’min, İslâm şahsiyetinin yüceliğine inanmak
zorunda olduğu gibi, bütün kâfirlerin aşağılık olduklarına, hayvanlardan
daha sapık ve pislik olduklarına inanmakla da yükümlüdür.
“(Ey Peygamber!) Sen onların çoğunluğunu (Hakkı) dinler, akıllarını
kullanır mı sanırsın? Onlar ancak hayvanlar gibidirler; hatta yolca daha
da sapıktırlar.”136; “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir...” 137
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları,
kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla
dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve
katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan
cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş,
onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah’ın
tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın
tarafında olanlardır.”138 Bu âyet-i kerime, Allah taraftarlarıyla şeytan
yandaşları arasında tam ve kesin bir ayrılığın olması gerektiğini
ortaya koymuş oluyor. Mü’minin her türlü câzibeden ve her çeşit
tarafgirlikten sıyrılarak müslümanların safında yer alması, bir tek
kulpa sarılması ve bir tek ipe bağlanması gerekir. İslâm’ın olduğu
yerde ırkçılık, nesebcilik, akraba savunuculuğu, aile asabiyeti ve
yakınlık dâvâsı yok; vatan, cins, asabiyet ve kavmiyetçilik, bölgecilik
vb. bir şey yok. Allah’ın istediği şeylerin dışında hiçbir şeyi tabulaştırmak
yok. Sadece ve sadece akîde ve onun bayrağı altında
durmak vardır.
Kâfirlerle dostluk kurmanın tehlikesi bütün müslümanlaradır.
Böyle bütün müslümanlara zarar getiren bir olay, bir kimsenin
sadece kendisinin kâfir olmasından da büyük bir tehlike ortaya
koyar. Birinin zararı, topyekün müslümanlara iken, diğerinin sadece
kendisinedir. Kâfirlere karşı olan dostluğun özellikleri şunlardır:
Kâfirlerin küfrüne rızâ göstermek, onları tekfir etmemek,
135] 63/Münâfıkûn, 8
136] 25/Furkan, 44
137] 9/Tevbe, 28
138] 58/Mücâdele, 22
DÜŞMANLIK
- 35 -
onların bâtıl dünya görüşlerini tasdik etmek, onları velî, yani
dost ve yönetici olarak kabul etmek, onları işbaşına geçirmek,
onları sevmek, onlara uyup itaat etmek. İşte bütün bunlar, kişinin
kâfirleri dost kabul ettiğini, yetkisini onlara verdiğini göstermektedir.
Kişi, dostluk, sevgi ve rızâyı kâfirlere gösterirse, bu
küfrü gerektirir. Şayet sevgi ve rızâ, mü’minlere karşı ise, bu da
imanın gereğidir.
İnsan, dostunu ve düşmanını tanımak zorundadır. Hz. Âdem
ve Havvâ’ya, yaratıldıkları ilk zamanlarda Allah düşmanlarını tanıttı,
onları uyardı. “Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır.
Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin
acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada
susamazsın ve sıcaktan bunalmazsın.” 139 İnsanın ilk yanlışı, düşmanını
dost zannetmesiyle oldu; İnsanın cenneti kaybetmesinin
sebebi, düşmanına karşı tedbir almayışı, onun hile ve tuzaklarına
kanmasıdır. Bırakın insanı, hayvanlar bile düşmanlarını bilir; kendisini
ve neslini düşmanından korumaya çalışır. Bir tavuk, özellikle
yavrusunu düşmanından sakınmak için, nasıl fedâkârlık ve kahramanlık
yapar, gözleyenler bilir.
Düşmanları teke indirmek, önemli bir metoddur. Rasûlullah’ın
sünnetidir. Medine’ye hicretinden sonra müslüman olmayan tüm
insanlarla düşmanca münâsebetlere girmeyip, yahûdilerle antlaşma
yapması, onları dost yapmaya gayret etmesi ve Mekke’li müşrik
düşmanlarla mücâdelesi, belirli bir aşamaya geldikten sonra,
yine tek düşman olarak yahûdilerle hesaplaşması bunun tipik örneğidir.
Yirminci asırda, yerli ve yabancı düşmanlarına karşı büyük
zafer kazanmış bir devrim hareketinde de bu tavrı görüyoruz.
Biz de değişik birçok cephede savaşmaktansa, bataklığın kaynağı
durumundaki zâlim tâğutlara tavır almalı, gücümüzü gerçek ve
öncelikli düşmana karşı birleştirmeliyiz. Düşmanları gereksiz yere
çoğaltmak, onların hıncını artıracak sövme, zulüm, işkence, haddi
aşma gibi müslümana yakışmayan tavırlar içinde bulunmak, büyük
yanlışlardandır. Düşmana karşı da olsa bu hak ihlâlleri, düşmanlığı
Allah için olmaktan çıkarır; nefis için düşmanlığa dönüştürür. Hz.
Ali’nin öldürmek üzere olduğu bir kâfir, yüzüne tükürdüğünde,
hiddetlenip öldürmekten vazgeçtiği, ancak hiddeti geçtikten sonra
öldürmek istediğine dair rivâyet, güzel bir numûnedir.
Dostluk-düşmanlık konusunda hatırımızdan çıkarmamamız
gereken özelliklerden biri de, “gâvurun atına binen, onun kılıcını
kuşanır” atasözünün ve “bugün yardım alan, yarın emir alır”
139] 20/Tâhâ, 117-119
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 36 -
vecîzesinin gerekleridir. Hırsızı yakaladığımızı zannederken, hırsız
tarafından yakalanan konumuna düşmemeli, ava giderken kendimiz
avlanmamak için tedbirler almalıyız.
“Düşmanınızın silâhıyla silâhlanın” sözü, bazılarınca hadis olarak
ifade edilmekte ve İslâm dışı çalışmaların, metod ve yöntemlerin
delili olarak sunulmaktadır. Bu söz, kesinlikle hadis-i şerif değildir;
Kur’an’a da selim akla da aykırı, yanlış ve gayr-i meşrû bir
tavsiye ve yönlendirmedir. Düşmanlar, İslâm’ın cevaz vermediği
araçları silâh olarak kullanırsa müslüman ne yapacaktır? Sözgelimi,
bazı düşmanlar, dâvâları için kendi karılarını ve kızlarını bile
fesat ögesi şeklinde silâh olarak kullanabilmektedir. Ayrıca Kur’an,
düşmanları korkutacak silâhlar hazırlamayı emrediyor. “Onlara
(düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp
beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı
ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’’n bildiği (düşman) kimseleri
korkutursunuz. Allah yolunda ne harcasanız size eksiksiz ödenir, siz
asla haksızlığa uğratılmazsınız.”140 Düşmanının silâhıyla silâhlanan
bir mü’minden, kendisinde de aynı ve belki daha gelişmişi olan
düşman nasıl korksun? İsrâil, kendisinin sahip olduğu cinsten benzer
silâhlara sahip olduğu halde yönetimi yahûdiyle dost olan ülkelerdeki
müslüman askerlerden mi, yoksa ölümden korkmayan,
iman eri ve şehâdet adayı olan taştan başka silâhı olmayan çocuk
yaşlardaki fedâilerden mi korkmaktadır?
Hiç düşmanı olmamak da bir kusurdur. Meziyetleri olanın, sosyal
faâliyetlerde bulunan, kişiliği olan ve izzet sahibi kişilerin mutlaka
düşmanları da vardır. Düşmanı bulunmayan kimse, ot gibi
yaşayan kimsedir. Düşmanı olmamak fazilet olsaydı, peygamberlerin
düşmanı olmazdı. Halbuki onların, diğer insanlardan daha
azılı ve daha çok düşmanı vardı. “Böylece Biz, her peygambere insan
ve cin şeytanlarını düşman kıldık.”141; “(Rasûlüm!) İşte Biz böylece her
peygamber için günahkârlardan düşman(lar) kılarız.”142 İyilik ve erdem,
düşmanı olmamak değil; düşmanlarına haksızlık etmemek, haddi
aşmamaktır. Onlara sövme ve çirkin hakaret düşmana bile yapmamak,
bu kötü tavırları silâh olarak kullanmamaktır.
Düşmanların bazı faydaları da vardır. Mikropların alyuvarların
savaşçılığını, canlılığını arttırdığı gibi. Düşmanlar, kişilere görevlerini
hatırlatır, hızlarını ve derecelerini arttırır. Düşman, kişiye
boyunun ölçüsünün ne kadar olduğunu gösteren iyi bir ölçüttür.
140] 8/Enfâl, 60
141] 6/En’âm, 112
142] 25/Furkan, 31
DÜŞMANLIK
- 37 -
Düşmanı, insanın kendi hatalarını görmesini sağlar. Cihad gibi,
gazilik ve şehitlik gibi, yiğitlik ve kahramanlık gibi faziletler, düşman
sâyesinde elde edilir.
Düşmanlığın Zıddı; Dostluk
Hepimizin bildiği gibi, düşmanlığın karşıtı, “dostluk”tur.
Farsça’da “seven, sevgili, yâr” anlamındaki “dost” kelimesinden
dilimize geçen dostluk, İslâmî literatürde sadâkat, uhuvvet, meveddet,
sohbet gibi değişik kelimelerle ifade edilmiş, ayrıca “velî”
ve “rafîk” kelimeleri başka anlamları yanında, dost mânâsında
da kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de bu anlamda en çok geçen
kelime, “velî”dir. İnsanlar arasındaki samimiyet ve sevgiye dayalı
bağlılık haline dostluk diyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de dostluk, bütün
mü’minlerin şiarı ve özelliği olarak gösterilir: “Mü’min erkekler
ve mü’min hanımlar birbirlerinin dostudurlar.143 Dostluk, ancak Allah
içindir. İslâm dışı bir gâye için dostluk kurulmamalıdır. “Sizin
dostunuz Allah, O’nun elçisi (Hz. Muhammed) ve iman edenlerdir.” 144
Dostlukların kurulmasında kan bağı yerine inanç birliğinin esas
alınması gerekir: “Ey iman edenler! Eğer iman yerine küfrü beğenip
tercih etmişlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi bile velî/dost kabul etmeyin.
Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” 145
Allah’ın iman edenlerin dostu olduğunu bildiren âyetlerin çoğunda
“velî” kelimesinden sonra “nasîr”, “şefî’”, “vaak”, “hamîd”
, “mürşid” gibi sıfatlara veya benzer mânâlar ihtivâ eden ifadelere
yer verilerek dostun sevdiği için bir yardımcı, koruyucu, kurtarıcı,
yüceltici, iyiliğe yöneltici olması, bu şekilde dostluğun sevgiye
dayanması ve pratik ahlâkî sonuçlar doğurması gerektiğine işaret
edilmiştir. Mü’minlerin kardeş olduğu,146 vaktiyle onlar birbirine
düşman iken Allah’ın gönüllerini kaynaştırmasıyla dost ve kardeş
olduklarını 147 bildiren âyetler de geniş kapsamlı dostluğun önemini
anlatmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de yine dostluk anlamında kullanılan “hulle”
kelimesi, sözlüklerde genellikle “kalbin derinliklerine nüfuz ederek
kökleşen engin dostluk” şeklinde açıklanmaktadır. Allah’ın
Hz. İbrâhim’i dost (halîl) edindiğini,148 âhirette zâlimlerin “keşke
falanı dost edinmeseydim!”149 şeklindeki pişmanlığını anlatan
143] 9/Tevbe, 71
144] 5/Mâide, 55
145] 9/Tevbe, 23
146] 49/Hucurât, 10
147] 3/Âl-i İmrân, 103
148] 4/Nisâ, 125
149] 25/Furkan, 28
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 38 -
âyetlere göre hulle kelimesi, ilgili diğer terimlerden daha dar kapsamlı,
fakat daha içten ve güçlü bir dostluğu ifade etmektedir.
Hadis-i şerifteki “Kişi, dostunun (halîl) dini üzeredir.” 150 ifadesi,
dostluğun ancak ahlâkî, psikolojik vb. yönlerden uyuşabilenler
arasında kurulabileceği şeklindeki görüşün özlü bir ifadesidir.
İnsanların farklı tabiat ve karakterlerde yaratılmış olmasının bu
uyuşma ve kaynaşmadaki rolünü belirten “Ruhlar bir araya getirilmiş
gruplar gibidir; tanışıp uyuşanlar birleşir, uyuşmayanlar ayrılır.”151
meâlindeki hadis, dikkat çekicidir. 152
Kur’an, kâfirleri dost edinmeyi yasaklar: “Mü’minler, mü’minleri
bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan ilişiği
kesilmiş olur, artık Allah’tan hiçbir şey beklemesin. Ancak onlardan
(kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden) sakınma haliniz (takıyye) başkadır.
Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş, yalnızca
O’nadır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu
bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye gücü yetendir.”
153 Müfessir Beyzavî, bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: Eğer kalplerinizde
kâfirlere karşı bir sevgi ve dostluk meyli varsa, onu saklasanız
da, açığa vursanız da Allah bilir. Zira göklerde ve yerde olan
her şeyi bilen Allah, elbette sizin gizlinizi de âşikârınızı da bilir.
Ayrıca O, kâfirlere dost olmanızı yasaklamasına rağmen, yine de
siz bundan vazgeçmezseniz, sizi cezalandırmaya da kadirdir. Kısaca,
O’nun muttalî olmadığı ve cezalandırmaya gücünün yetmediği
hiçbir kötülük ve isyan bulunmadığına göre, O’nun emrine âsi
olmak cür’etini göstermeyin.
Allah düşmanlarını sevmek, mü’mine yakışmaz; zaten kâfirler
de mü’minleri sevmezler: “Ey iman edenler! Sizden olmayanı dost,
sırdaş edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan, size fenâlık etmekten geri
kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır;
sînelerinin gizlediği (içlerinde sakladıkları düşmanlıkları) ise daha büyüktür.
Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz.” 154; “Kâfirler de
birbirlerinin dostudurlar.”155 Mü’minler, birbirlerine kızıp da kâfirlere
yönelemezler: “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da, kâfirleri dost
edinmeyin.”156 Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “İnsan,
dostunun dinindedir. Bundan dolayı dost edineceği kişiye dikkat etsin.”
150] Tirmizî, Zühd 45, hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
151] Buhârî, Enbiyâ, 3; Müslim, Birr 159
152] M. Çağrıcı, a.g.e., c. 10, s. 511-512
153] 3/Âl-i İmrân, 28-29
154] 3/Âl-i İmrân, 118
155] 8/Enfâl, 73
156] 4/Nisâ, 144
DÜŞMANLIK
- 39 -
157“İnsan, sevdiği ile beraberdir.” 158 Mü’minler birbirleriyle dostluk
yapmazlarsa ne olur?: “Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır.
Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük
bozgun ve fitne çıkar.” 159
Dünya hayatında her insanın onunla samimi olacağı, duygularını
paylaşacağı, seveceği ve sevileceği, görüş birliğinde bulunacağı
dostlara ihtiyacı vardır. Dostluklar, Allah rızâsı için ve çıkarsız
olursa sürekli olur. Bir mü’minin genel olarak bütün mü’minlere
dostluk göstermesi gerekir. Ayrıca, fert olarak her mü’minin en
çok sevdiği, bağlandığı dostları, arkadaşları da bulunur. Hz. Muhammed
(s.a.s.) ile Hz. Ebû Bekir arasındaki dostluk gibi...
İslâmî dostluk kavramı, batılı hayat tarzındaki dostluk kavramından
apayrıdır. Çünkü bu dostluk, yüzeysel bir dostluk olmayıp
sorumluluk, ahde vefâ, kendisi için istediğini kardeşi için de
istemek gibi derin mânâlara sahiptir. Kur’ân-ı Kerim velâyet kelimesi
ile dostluğu, kâmil anlamda tek kelimede zikreder. Dostluk,
velâyetin izahıdır ve müslümanlar velâyeti müslümanlara verirler.
Bunun anlamı, dostluğun getirdiği bütün maddî ve mânevî
sorumluluktur, birlikteliktir, yardımdır, sevgidir, kardeşliktir.
Dostluğun ikikadî, amelî ve ahlâkî yönleri vardır. Dostluğun
itikadî yönlerini, müslümanların tevhid anlayışı belirler. Amel olarak,
müslümanların birbirini sevmesi ve birliktelik oluşturmaları
zorunludur. Cemaat, Allah’ın rahmetine, rızâsına, af ve mağfiretine,
dünya ve âhiret mutluluğuna sebep olur. Ayrılık ise, yüzleri
karartır, Allah’ın azabını çağrıştırır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde
ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama.”160 Müslümanın
sorumlu olduğu haklar ikidir: Allah hakları, kul hakları.
Bunlar birbiriyle içiçedir. Dostluğun temeli sevgiye dayanır. Hiç
kimse Allah’tan başka bir şeyi gerçek ve mutlak anlamda sevemez
ve O’ndan başkasını mevlâ ve dost edinemez. Dost olarak
Allah yeter. Mü’minler birbirlerini Allah rızâsı için severler.
Kul, Allah’tan başkasına güvenirse, sonunda zararlı çıkar.
Kim bir insanı bir üstünlüğünden, mevkiinden, güzelliğinden,
asâletinden veya zenginliğinden dolayı seviyorsa, bu sevgi çıkar
amaçlıdır. Yapılanlar Allah rızâsı için olmayınca mutlaka bir çıkar
157] Riyâzü’s-Sâlihîn, 1/398
158] Müslim, Birr 161
159] 8/Enfâl, 73
160] bn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin
Hanbel, 3/225
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 40 -
içindir ve bu, insanı kötülüklere sürükler. Hz. Peygamber (s.a.s.):
“Zengine zenginliği için saygı duyan kimsenin dininin üçte biri (diğer
rivâyette, üçte ikisi) gider.” buyurmuştur. O halde mü’minler, en
güzel ahlâk üzere olan Rasûlullah’ı her insandan daha çok sevmedikçe
tam mü’min olamazlar. Başkalarına bel bağlayan zarardadır.
Allah’ın hoşuna gitmeyeceğini bildiği halde insanlara şirin gözükmeye
çalışmak imanın zayıflığındandır.
Allah, sâlih kullarını dost edinir. “Kim, insanların kızması pahasına
Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların
nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları râzı ederse,
artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.”
161 Demek ki, dostluğun itikadî temeli budur. Bazen insanlar birbirlerine
karşı haksız ve zâlim olurlar. “Ancak bu şeytan, dostlarını
korkulu gösteriyor.” 162 Şeytana uyanlar düşmanla dostluk kurar ve
münâfık olur. Oysa, dostluk için ölmek de vardır: “Nice peygamberler
var ki, beraberlerinde rabbânîler savaş yaptılar da başlarına gelenlerden
dolayı gevşemediler, güçsüzlük göstermediler, boyun eğmediler.” 163
Cemaat dostluğu konusunda önemli bir konu da, isim sorunudur.
Müslümanın “İslâm”dan başka bir kimliği, “müslüman”dan
başka bir adı yoktur. İsimlendirmeler sebebiyle dostluk göstermek
veya düşmanlık yapmak müslümana yakışmaz. Üstünlük, öncelikle
takvâ ile ile olduğu gibi, Allah Kur’an’da “müslüman”, “mü’min”,
“Allah’ın kulları” diye ad vermiştir. Bir başka deyişle, müslümanların
cehâletleri yüzünden meydana getirdikleri ad sorunu; mezhebe,
tâbi olunan imama, ırka, öndere, ideolojilere göre insanları
dost-düşman diye ayırma sorunudur. Adı müslüman olmayan hiçbir
inanç ve düşünce akımıyla dostluk kurulmaz; dostluk ancak
akîde ve inanç birliğinde sözkonusudur.
Mü’minlerin içinde nefsine uyan öyle kimseler vardır ki, az bir
menfaat karşılığında müşriklere meylederler. Müşrikler, Hz. Muhammed
(s.a.s.) ile böyle câzip dünyevî tekliflerle dostluk kurmak
istemişlerdi de Allah onu korumuştu: “Onlar seni sana vahyettiğimizden
çevirip başka şeyi uydurmayı ve Bize atfetmeyi istediler ki, o zaman
seni öz dost edineceklerdi. Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, sen belki
onlara biraz meyledecektin.” 164
Müşriklerin bu metodu, her zaman İslâm dâvetçilerine uygulanmaktadır.
Onlar, her zaman İslâm dâvetçilerine nüfuz edip
161] Tirmizî, Zühd 64
162] 3/Âl-i İmrân, 175
163] 3/Âl-i İmrân, 146
164] 17/İsrâ, 73-74
DÜŞMANLIK
- 41 -
yolundan saptırmaya, dâvânın kuvvetini bozmaya çalışırlar. Şeytan
birçok mü’mini bu yolla avlar ve bazıları rahatça kendilerini
aldatarak müşriklerin dostluğuna yanaşır. Ne yazık ki tevhidden
çok uzaklarda bulunan çağdaş müslümanları, kâfirler tek tek avlayarak
İslâm ümmetini tümüyle parçalamışlardır. Müslüman, kimle
dostluk edecektir? “Dostum!” diye hakikaten gösterebileceği
kim veya kimler olabilir? Kur’ân-ı Kerim’in hakiki dostun Allah
olduğunu belirtmesi, bu dostluğun çerçevesini kesin olarak belirlemiştir.
165
Takıyye; Düşman Kâfirlerden Gelecek
Tehlikeden Dolayı Farklı Görünme
“Takıyye” canını, malını, ırzını düşmanın zararından korunmak
için ondan sakınmak demektir. Takıyye, güçlü olan bir düşmandan;
din, mal, can, ırz ve nâmus gibi üstün değerleri tehlikeli bir
durum karşısında korumak için başvurulan bir tedbirdir. Bu gibi
değerleri tehdit altında olan bir müslüman, bu tür risklerden kurtulmak,
zarara uğramamak için imanını, kimliğini ve durumunu
gizleyebilir. Kur’an buna izin vermektedir: “Mü’minler, mü’minleri
bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, artık Allah’tan
hiçbir şey beklemesin. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız
(takıyye yapmanız) başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten)
sizi sakındırıyor. Dönüş yalnızca O’nadır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz
de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir.
Allah her şeye kadirdir.” 166
İslâm, bütün hayatı kuşatan bir dindir. O yalnızca kalplerdeki
bir iman, bir ahlâk ya da bir kültür değildir. O hayatı bütün yönleriyle
düzenlemek, ilâhî bir nizam meydana getirmek, Yüce Allah’a
teslim olmuş bir toplum oluşturmak istemektedir. İslâm’a teslim
olmuş müslümanlar, bir bina gibi birbirine kenetlenerek Tevhid
Kelimesinin gereğini toplu olarak yerine getirmek zorundadırlar.
Bunun sağlanılabilmesi için müslümanların sürekli çaba göstermeleri
gerekir. Ancak, İslâm’ın hâkimiyetini istemeyen müşrikler ve
tâğutlar, müslümanlarla mücâdele edeceklerdir. Müslümanlardan
bazıları bu mücâdelede düşmanın eline esir düşebilir, eziyet görebilir,
işkenceye uğrayabilir, bazı hakları tehdit altına girebilir. Bu
gibi durumlarda o mü’min, kendinin ve bağlı olduğu müslüman
toplumun aleyhine olabilecek şeyleri söylememeli, sır vermemelidir.
Böyle bir durumda kendini gizlemenin, hatta imanı açığa vurmamanın
adı “takıyye”dir.
165] Sami Şener, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 1/414-416
166] 3/Âl-i İmrân, 28-29
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 42 -
Böyle bir takıyye, takvânın gereklerindendir. Takıyye de, takvâ
gibi kişinin kendini ve bağlı olduğu müslüman toplumu elem ve
zarar verecek şeylerden koruyup sakınması demektir. İslâm’ın
Mekke döneminde, müşriklerin işkencelerine uğrayan bazı
sahâbelere takıyye izni verildiğini biliyoruz. Bunun en canlı örneği,
müşrikler tarafından gözünün önünde babası ve annesi fecî
şekilde öldürülen Ammar bin Yâsir’dir. Yapılan işkencelere dayanamayan
Ammar (r.a.), müşriklerin istediği sözleri söyler ve ölümden
kurtulur. Sonra ağlayarak Peygamberimize gelir, Peygamber
hakkında kötü konuştuğunu ve müşriklerin ilâhlarını övdüğünü
söyler. Peygamberimiz ona sorar: “Peki o anda kalbinde ne hissettin?”
O da “kalbinin imanla dopdolu olduğunu” söyleyince, Peygamberimiz,
aynı durumla karşılaştığı zaman yine öyle yapmasını tavsiye
etmiştir. 167
Şu âyet bu durumu desteklemektedir: “Kim imanından sonra
Allah’a (karşı) küfre sapıp da, -kalbi imanla tatmin olduğu halde, baskı
altında zorlanan hariç- küfre göğsünü açarsa, işte onların üstünde
Allah’tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır.” 168
Bu konuda şu örnek de dikkat çekicidir: Yalancı peygamber Müseylime
sahâbelerden iki kişiyi esir almıştı. Birine “Muhammed’in
Allah’ın Rasûlü olduğuna şâhitlik eder misin?” diye sordu. O da
“evet” dedi. Sonra kendisinin peygamberliğine şâhitlik edip etmediğini
sordu. O yine “evet” deyince onu serbest bıraktı. Aynı
soruyu ikinci sahâbeye de sordu. Ancak o, soruya cevap olarak
“ben dilsizim!” deyince onu öldürttü. Olayı duyan Peygamberimiz,
şehid olanın imanındaki doğrulukla öldüğünü (azîmeti tercih ettiğini)
ve mübârek olduğunu; diğerinin ise Allah’ın ruhsatını kullandığını
ve hata etmediğini söyledi. 169
Takıyye’ye Âl-i İmrân, 28. âyetiyle de izin verilmektedir. Dikkat
edilirse görülecektir ki takıyye, bir ruhsattır. Dileyen önemli bir
tehlike karşısında takıyyeye başvurabilir. Ancak Kur’an’ın diğer
âyetlerine baktığımız zaman kuvvetli olmayı, düşmanlara karşı
hazırlıklı olmayı, cihad etmeyi, Allah yolunda canı ve malı harcamayı
teşvik ettiğini, mü’minlerin önceki müslümanlar gibi deneneceklerini
söylediğini görmekteyiz. Çeşitli âyetlerde kâfirlerden
korkarak onlara dost olma yasaklanıyor. Asıl korkulması gereken
insanlar değil; Allah’tır. Bütün bunlara rağmen zayıf kalan, işkenceye
uğrayan veya müslümanlar aleyhine bir şey söylemesi istenen
167] Hayâtü’s-Sahâbe, 1/245; Elmalılı, 5/263
168] 16/Nahl, 106
169] nak. Elmalılı, 2/340
DÜŞMANLIK
- 43 -
mü’minler bu ruhsata başvurabilirler.
Şüphesiz ki Allah uğruna katlanılan her şey, harcanan her
türlü zaman ve mal, kat kat kaşılık görecektir. Allah (c.c.) kendi
yolunda, kendi dini için mücâdele edenlere hem destek olacaktır,
hem de onlara hesapsız ecir verip makamlarını yüceltecektir. Ancak
hatırlatmak gerekir ki, takıyye ruhsatı hiç bir zaman dünyalık
bir çıkar veya makam için, ikiyüzlü davranmak, kıvırmak, ciddiyetsiz
ve ilkesiz olmak demek değildir. Takiyye, müslümanlara karşı
kullanılan bir aldatma silâhı değil; hasımlardan gelebilecek bir
tehlikeye karşı sakınma ruhsatıdır. 170
İbn Abbas (r.a.) der ki: “Takıyye, kişinin kalbi iman ile dopdolu
olduğu halde, sadece diliyle söz söylemesidir.” Takıyye yapmak
yoluna, ancak öldürülmek, bir organının kesilmesi ya da ileri derecede
eziyet ve işkence tehlikeleri halinde başvurulur. Mâhiyeti ise,
kâfirler arasında yaşamak durumunda olan müslümanın onlarla
“idâre-i kelâm” etmesidir. Aslolan, kâfirlere karşı uzlaşmaz tavrın
-kalben dahi olsa- korunmasıdır, bu tavrın sürekliliğidir. Allah’a
ve peygamberine iman, onlara sevgi beslemek; kâfirleri velî/dost
edinmemeyi gerektirmektedir. Yine, takıyye sadece kâfirlere ve
zâlimlere karşı kullanılabilir. Kişinin kendi çıkarından çok; ümmetin
çıkarı dikkate alınarak uygulanması gerekir. Tehlikeli bir
durum ortaya çıktığı zaman takıyye yapılıp yapılmayacağı, bu
durumla karşı karşıya kalan müslümanın imanı çerçevesinde vereceği
karara bağlıdır. Takıyye, ancak ölüm korkusu gibi kesin ve
büyük ikrah olması ve niyetinin sağlam olması halinde câiz olur.
Ancak belirli durumlarda, zarûret hallerinde uygulanabilir.
Takıyye, düşman olunması gerekenlere dostluk göstermek
değildir. Düşmanın şerrinden korunmak için fiilî bir dostluğa cevaz
yoktur. Onların emirlerine uyup peşlerinden gitmek değildir
takıyye. Ancak mecbur kalındığı zaman sadece dille, sathî, şeklî,
yapay ve sanal olarak düşmanlığın olmadığı görüntüsü vermektir.
Seyyid Kutub, takıyye konusunda şunları söyler: Takıyye, sadece
dilde olur; takıyye, öylesine görünmedir. Yoksa içten ve kalpten,
istenilen şeye bağlılık ve dostluk gösterisi demek değildir. Takıyye,
amel ve eylem bakımından da onlara dostluk beslemek ve yetki
verme demek değildir. Kaldı ki, ruhsat veya izin verilen takıyye,
mü’min ile kâfir arasında bir sevgi ve meveddetin doğması değildir.
Herhangi bir şekilde çalışarak veya hizmet vererek mü’minin
kâfire yardımcı olması da değildir. Bunların hiçbirisinin takıyye
ile ilgisi yoktur. Böyle bir aldatma ile hâşâ Allah’ı kandırmaya
170] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 661-663
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 44 -
kalkmak câiz değildir. 171
İbn Kayyım da diyor ki: “Takıyye, kâfirleri sırdaş ve dost edinme
demek değildir. Ancak Allah müslümanların kâfirleri dost ve
sırdaş edinmekten uzak kalmalarını isteyince, aynı zamanda bu,
onlara düşmanlığı ve onlarla ilişkiyi kesmeyi ve onlardan uzaklaşmayı
gerektirir. Normal şartlarda bu kimselere düşmanlığı da
açıkça gösterip ilân etmesi icap eder. Ancak bunların şerrinden
korkulması halinde, takıyye yapmaları kendileri için mubah kılınmıştır.”
Takıyye öyle bir kapıdır ki, bu kapıdan şeytan gayet kolay içeri
sızabilir. Hasta kalplilere ve düşük karakterlilere bu işi süslü gösterir.
Böylece onların Allah’ın düşmanlarına yumuşaklık gösterip
meyletmelerini sağlar. Bunun içindir ki, Rabbimiz takıyye ifadesinden
hemen sonra şöyle buyurmaktadır: Âllah, kendisine karşı gelmekten
sizi uyarıp sakındırıyor. Dönüş yalnızca Allah’adır. De ki: ‘İçinizdekileri
gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde
olanları da bilir. Allah herşeye kadirdir.”172 Eğer kalplerinizde kâfirlere
karşı bir sevgi ve dostluk meyli varsa, onu saklasanız da Allah bilir.
Ayrıca O, kâfirlere dost olmanızı yasaklamasına rağmen, yine
de siz bundan vazgeçmezseniz, sizi cezalandırmaya da kadirdir.
Kısaca, O’nun muttalî olmadığı ve cezalandırmaya gücünün yetmediği
hiçbir kötülük ve isyan bulunmadığına göre, emrine âsi
olmak cür’etini göstermeyin. Kur’an, dünyada mü’minleri bu konuda
uyarıyor ki, bu kapıyı kendileri için bir dayanak ve destek
yapmasınlar. Olur ki, bu çok büyük ve önemli olan hususu küçük
ve kolay görürler. İşte böyle yapılmaması için uyarıyor. Zira
bu olay, Allah’ın düşmanlarının dost edinilmesini, takıyye adıyla
böyle bir işe girilmesini, şeytan hoş ve kolay gösterebilir. Kur’an;
“dönüşünüz yalnızca Allah’adır.” diyerek, gâfil olunmamasını istiyor.
Dönüş Allah’a olunca, düşmanlara karşı gösterilen dostluk yüzünden
Allah cezalandırır.
Dost Kabul Etmediklerimizle İlişki
Çeşitleri; Savaş ve Barış
İslâm’ın temel hedefi barıştır. Çünkü Yüce Allah insanlığın huzurunu
istemektedir. Bunun sağlanması, İslâm’ın bütün insanlara
tanıdığı temel hakların verilmesiyle mümkündür. Zira bu haklar,
bütün insanlara yaratılışta Allah tarafından verilmektedir. Allah
Teâlâ, ilâhî temele dayalı tahrif edilmemiş bütün dinlerde (ki
171] Fî Zılâl, Âl-i İmrân, 28. âyetinin tefsiri
172] 3/Âl-i İmrân, 28-29
DÜŞMANLIK
- 45 -
bütün ilâhî dinlerin aslı ve temel adı İslâm’dır) bu hakları insanlara
eşit olarak vermiş, üstünlüğü de iman ve takvâya bağlamıştır.
173 İslâm dışındaki tüm dinler, haktan uzak olduğu veya tahrif
edilip hakla bâtıl karıştırıldığı için, günümüzde bu temel hakları
gereği gibi insana veren sadece İslâm’dır. Başka dinler, ideolojiler
ve dünya görüşleri, dün olduğu gibi bugün de insanı doğru
bir şekilde tanımadıkları için insan hakları konusunda da aşırılıklardan,
istismar ve zulümlerden, oyalama ve kandırmacalardan
kurtulamamışlardır. İslâm’a göre, bütün insanlığın temeli birdir.174
Allah’ın bildirdiği esasları kapsamayan Ehl-i Kitab’ın içinde bulunduğu
muharref dinin, istenilen huzuru ve dostluğu sağlaması da
mümkün görülemez. Çünkü ilâhîlik vasfını kaybeden inançlar, insanlığın
fıtratına uymamaktadır.
Kur’an’ın hedefi sulh ve barıştır. “...Sulh daha hayırlıdır.” 175
Düşmanlık ve kötülük, aslında ve temel olarak Allah’ın istemediği,
şeytanın arzu ve isteklerinden ibarettir. Dolayısıyla insanlar
arasında fesadın, fitnenin, kötülüğün olması, insanların Allah’ın
emirlerinin dışına çıkmalarından kaynaklanır. “Ey iman edenler!
Hep birden silm’e/barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın. O sizin apaçık
düşmanınızdır.” 176 Âyette geçen “silm” kelimesi, hem İslâm, hem
de barış anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber’in yaptığı savaşları
incelediğimizde, savaşların hakkın önüne konulan engellerin
kaldırılması amacını güttüğünü, saldırılara karşı müdâfaa özelliği
taşıdığını, savaşa mecbur kalındığı için böyle bir yola başvurulduğunu
görürüz. Bu savaşların birtakım haklı gerekçeleri vardır.
Geçerli meşrû sebep olmadan savaşa izin verilmez. Bu sebepler
şunlardır:
a- Haksızlığa Uğramak: Konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle
buyurur: “Zulme/haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin
karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye
elbette kadirdir.”177 Dikkat edilirse, izin verilen savaş değil; savunmadır.
İslâm’a göre savaş, sadece Allah için (fî sebîlillâh) ve
Allah’ın kendileriyle savaşılmasına izin verdiği kimselere karşı
yapılır. İslâm devletinin varlık hikmeti ve ana görevi olarak koruması
gereken insanların temel hakları beş madde ile değerlendirilir.
Bunlar; din (özgürce dinini yaşayıp uygulama ve tebliğ hakkı),
can (yaşama hakkı), akıl, nesil (ırz, şeref ve namusun korunması,
173] 49/Hucurât, 13
174] 4/Nisâ, 1
175] 4/Nisâ, 128
176] 2/Bakara, 208
177] 22/Hacc, 39
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 46 -
nesilleri her yönüyle sağlıklı yetiştirme hakkı) ve mal emniyetidir.
Bunları ve bu gibi hakları korumak için savaş, mazlum duruma
düşene yardım ederek zulme karşı koymak, bir insanlık görevidir.
Savaş; hak ve hukuku korumak, adâleti tesis etmek, kötülükleri
önlemek, insanların temel görevlerini rahatça yerine getirebilme
ve temel haklarını koruyabilmelerini sağlamak için yapılır. Yoksa,
başkasının hak ve hukukunu elinden almak için savaş yapılmasını
İslâm doğru görmez.
b- Fitneyi Önlemek, Tevhîdi/Allah’ın Birliğini Ortaya Koymak:
“Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın; din yalnız Allah’ın olsun. Eğer
onlar (fitneden ve savaştan) vazgeçerlerse, artık zâlimlerden başkasına
düşmanlık yoktur.”178 İmtihan gereği insanların başlarına belâlar
gelebilmektedir. Çünkü kalbinde Allah korkusu olmayan insanın
yapamayacağı kötülük yoktur. Allah’tan korkmayan insan fitne
de çıkarır, iftira da edebilir, başka insanların haklarını da çiğneyebilir.
İşte Yüce Allah, insanların huzurunu temin için gerekirse
savaş yapılmasını, yerine göre farz veya mubah kılmaktadır. Burada
fitne kavramı, başta “Allah’a şirk koşmak, başkalarına kulluk,
fesat/anarşi, öldürme, zulüm, müslümanlar arasında çıkarılan
tefrika, İslâm’ın dışındaki Allah’ın râzı olmadığı dinlerin ve hayat
görüşlerinin yayılması” olarak anlaşılır. Fitne, başta münâfıklar
olmak üzere, müşrikler ve ehl-i kitap olanlar ve hatta bazı müslümanlar
veya müslüman zannedilenler tarafından çıkarılabilir, ya
da körüklenebilir. Kur’an, bütün insanları, insanlar arasında fitne/
huzursuzluk çıkaranları haber vermekle kalmayıp bunun neticesinin
herkesi etkilediğini belirtir: “Öyle bir fitneden sakının ki, aranızda
yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize zararı erişir). Bilin ki
Allah’ın azabı çetindir.” 179
Hangi Kâfirlerle Savaşmadan İyi Geçinilebilir?
Allah Teâlâ, dostlarımızı ve düşmanlarımızı sayar. Mü’minleri
bırakıp kâfirleri dost kabul etmemize izin vermez. Ancak bu
durum, onlarla her durumda ilişkileri kesmemizi veya savaşmamızı
gerektirmez. Aksine, tüm insanlara iyilik esastır. Savaş da,
muhâtaplarımızı yok etmeyi değil; onları İslâm’laştırarak kurtarmayı
veya kurtulmak istemeyen o zâlimlerden diğer insanları
kurtarmayı hedeflemek şartıyla meşrû görülür. İslâm, hangi inanç
ve anlayıştan olursa olsun, birtakım özellikleri taşıyan insanlarla
müşterek hareket etmeye engel olmaz; aksine teşvik eder. Zira,
insanlar arasında barışın temini, öncelikle müslümanlarla, daha
178] 2/Bakara, 193
179] 8/Enfâl, 25
DÜŞMANLIK
- 47 -
sonra diğer insanlarla karşılıklı ilişki içinde bulunmakla sağlanır.
Dünyada her insanın müslüman olması beklenilemez; bu,
Allah’ın sünnetine ve sınavına aykırıdır. “Eğer Rabbin dileseydi,
yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, mü’min
olmaları için insanları zorluyor musun? Allah’ın izni olmadan hiç kimse
iman edemez. O, murdarlık (azabını), akıllarını kullanmayanlara
verir.”180 Kâfirlerle, iman eden insanlar, devamlı beraber yaşamak
mecbûriyetinde kalabilir. Hz. Peygamber, Medine vesikasında
farklı din mensuplarıyla, müşrik ve ehl-i kitap bütün insanlarla savunma
anlaşması yapmıştır. 181
Bunun için, kendileriyle bazı ilişkiler kurulabilecek, anlaşma
yapılabilecek gayr-ı müslimlerde bulunması gereken, temel özellik;
İslâm’a ve müslümanlara düşman olmamalarıdır. Kendi inanç,
düşünce ve yaşantıları doğrultusunda hareket edip mü’minlere
düşman olmayan ve müslümanların düşmanlarına yardım etmeyenlerle
dünyevî bazı anlaşmalar yapabilir, onlarla bazı ilişkilere
girebilir, onlarla iyi geçinebiliriz. “Allah sizinle din uğrunda savaşmayan,
sizi yurdunuzdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı
yasak etmez. Allah adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din
uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için
yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte
zâlimler onlardır.” 182
Alım ve satımda, hediyeleşmede kâfirlerle muâmelede bulunmak
gibi şeyler, onları velî ve dost kabul etme kapsamına girmez.
Ancak, haram işlerde bunlara yardım ve gayr-ı meşrû konularda
kâfirlere yararı dokunacak şeylerin alınıp satılması, meselâ, savaşta
yararlanılacak silâh gibi araç gereçlerin onlara satışı câiz
değildir. “İyilik ve takvâda (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde)
yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan
korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.”183 Peygamberimiz (s.a.s.) de
zaman zaman müşriklerle alım satımda bulunmuştur.184 Ancak,
kâfirlerden alınan şeyler hakkında ve onlarla her türlü ilişkiler
konusunda çok titiz ve ihtiyatlı davranılmalı, onların İslâm’a ve
müslümanlara düşmanlıklarından dolayı verebilecek zararlar düşünülmelidir.
Her türlü kültürel faâliyetler, özellikle İslâmî ilimler
ve yorumlar, sanat etkinlikleri, eğlence araç ve yöntemleri gibi itikadı,
toplumun ifsâdı ve salâhını, fıkhı (haram-helâlı) ilgilendiren
180] 10/Yûnus, 99-100
181] Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 226-228
182] 60/Mümtehine, 8-9
183] 5/Mâide, 2
184] Buhârî, 4/410, hadis no: 2216; Ahmed bin Hanbel, 5/137, hadis no: 3409
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 48 -
konularda kılı kırk yaran bir tavır takınılmalıdır. Unutmayalım ki
zehir, billûr kâseler içinde ve leziz gıdalar içine gizlenerek sunulur.
Bugün insanlar eliyle üretilen fikir ve düşünce sistemleri, düzenler,
eğitim ve çevre şartları gibi insanları derinden etkileyen
araçlar, Allah ve Rasûlüne savaş açmış durumdadır. Eğitim ve öğretim,
düşünce sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler,
misyoner faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyalizm,
sosyalizm, siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı,
sanat faâliyetleri, sinema, tiyatro, medya, ilân ve reklâm
araçları, dünya görüşleri, futbol ve müzik tutsaklığı, kapitalizm
ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından ve Allah’ın dostu
olma özelliklerinden sıyırmak için en dehşetli silâhlar ve şeytanî
araçlar olarak kullanılıyor. Bu kadar çok yönlü ateş altında kalan
savunmasız, câhil ve her şeyden önemlisi kâmil imandan mahrum
bırakılan halk, elbette Allah’a dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz
de olsa şeytanın dostluğuna meylediyor.
Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın, İslâm akîdesi ile çelişen
her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın indirdiğine aykırı
her kanun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak
olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki,
gerçekten tüm ilâhları reddetmiş olsun. Peygamber’in amcası Hz.
Abbas’ın dediği gibi, lâ ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün
(kâfir) dünyaya savaş açmış olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün
güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara saldırırken, müslümanın
gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması düşünülebilir mi?
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar
ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın;
şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.”185 Çağdaş müslümanın
öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve keyfiyle meşgul. Bahâneler de
çok: “İmkânlarımız yok, taşlar da bağlı...” Filistin’li çocuklardan
öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın yolunu, imanın en büyük
imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin direnişini...
Gayri müslimlerin ziyâret edilmeleri de, onlara dinin tebliğini
amaçlıyorsa meşrûdur. Dinî bir maslahat ya da önemli mâzeret
yoksa ziyaret uygun görülmemiştir. Gayri müslimlere ait küfür şiarları
ve alâmetleri ile ilgili olarak kendilerini tebrik etmek, onları
kutlamak, bayramlarını tebrik ittifakla haram kabul edilmiştir.
Kim bir kulu, bir isyanından, haram fiilinden, bid’atinden ve
küfründen ötürü tebrik eder veya kutlarsa, bu kimse Allah’ın sınırını
aşmış, Allah’ın gazabını üzerine çekmiş olur. Müslüman da
185] 4/Nisâ, 76
DÜŞMANLIK
- 49 -
kabul edilseler, zâlimlerin belli bir makama gelmelerini kutlamak
da böyledir; hele kutlanılan o makam tâğutî bir makamsa, bu,
tâğutun kabulü anlamına gelir ki, imanla bağdaşmaz. İslâm’a aykırı
davranışlarda bulunan fâsık kimselere tâzimde bulunmak, onlara
“efendim, beyim, paşam!” demek de haramdır. “Münâfık olan
kimseyi ‘efendim’ (sayın, saygıdeğer, paşam, beyefendi!) diye çağırmayın.
Şayet o kimse efendi, bey yapılacak olursa, siz bu durumda aziz ve
celil olan Rabbinizin gazabını çekmiş olursunuz.” 186 İbn Kayyım’ın belirttiği
gibi, bu tür insanlara; “devlet büyüğü, ulu devlet başkanı
veya ey yüce falan” diye de lakap verilip bu tür ünvanlar kullanılamaz.
Sözgelimi ilköğretimde çocuklara küfrü dayatan “andımız”
denilen ifadeleri bir mü’min söyleyemez, bir mü’min öğretmen
söyletemez: “Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe
durmadan yürüyeceğime ant içerim.” Bu sözler elfâz-ı küfürdür.
Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük
ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman
edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır.
Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli,
Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini
düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak
davranışlarda bulunmaktır.
Müslüman Olmayan Akrabalarla Dostluk ve İlişki
İslâm’da esas bağ, din bağıdır. Hangi ırktan, hangi soydan olursa
olsun sadece müslümanlar birbirlerinin kardeşidi,187velîsidir.188Bir
mü’min, aralarında din bağı bulunmayan yakın akrabalarını velî/
dost kabul edemez.
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve
kardeşlerinizi velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte
onlar zâlimlerin kendileridir.” 189; “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından
korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar,
köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten
daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah
fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” 190; “Allah’a ve âhiret gününe
iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da
186] Ebû Dâvud, Sünen, Edeb, hadis no: 4977; Mişkâtu’l-Mesâbih, 3/1349, hadis
no: 4780
187] 49/Hucurâct, 10
188] 9/Tevbe, 71; 5/Mâide, 55
189] 9/Tevbe, 23
190] 9/Tevbe, 24
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 50 -
olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin.
İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir.
Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada
ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut
olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır/Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki
hizbullah/Allah taraftarları, kuşkusuz felâha/kurtuluşa erenlerdir.” 191
Ashâb-ı kiram, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına
düşmanlığın en güzel örneklerini vermişlerdir. Meselâ Ebû
Ubeyde, Uhud’da babası Cerrah’ı öldürmüş, Hz. Ebû Bekir de savaşta
oğlu Abdurrahman’a karşı çıkmak istemiş, ama Hz. Peygamber
izin vermemiş, Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da kardeşi Ubeyd bin
Umeyr’i öldürmüştü. Aynı şekilde Ömer bin Hattâb, Bedir’de dayı
Âs bin Hişam’ı, Hz. Ali, Hz. Hamza ve Ebû Ubeyde amcazâdeleri
olan Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe’yi öldürmüşlerdi.
İnsanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah’ın
dinine inanmış ve peygamberleri tasdik etmiş kimseler birbirlerinin
mânevî akrabası, yakını ve dostudurlar. Bunların aralarında
mânevî bir birlik (vahdet) vardır. Mü’minlerle kâfirler ırk ve soy
bakımından birbirlerinin akrabası olsalar bile, bu akrabalığın Allah
katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un oğlu iman
etmediği için, Allah Teâlâ onu Nûh peygamberin âilesinden saymamıştır:
“Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş
olan) oğlum da âilemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen
hâkimler hâkimisin.’ Allah buyurdu ki: EyNûh! O asla senin âilenden
değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi (kâfirdi). O halde
hakkında ilmin olmayan bir şeyi Benden isteme. Ben sana câhillerden
olmamanı tavsiye ederim.” 192
Bütün bunlarla birlikte İslâm, âile bağlarına çok önem verir.
Mü’min olmayan akrabalarla her durum ve şartta ilginin kesilmesini
emretmez. Onlardan İslâm’a ve müslümanlara düşmanlık gelmez
ise, İslâm onlara karşı iyilik yapmayı ve onları ziyâret etmeyi
yasaklamaz. “Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın.
Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya (eş dost
ve arkadaşa), uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi
davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.”
193 Özellikle müşrik de olsalar, ana babaya ihsanla/iyilik ve güzellikle
davranmayı, onlarla sıcak ilişkiler içine girilmesini arzular:
“Biz insana ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası
191] 58/Mücâdele, 22 Ve yine bk. 64/Teğâbün, 14.
192] 11/Hûd, 45-46
193] 4/Nisâ, 36
DÜŞMANLIK
- 51 -
onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte
bunun için) önce Bana, sonra da ana babasına şükretmesini tavsiyede
bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin
olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa,
onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin...” 194
Bu âyette de görüldüğü gibi, şirk konusunda ana baba dâhil
hiçbir kimseye itaat edilmemesi, ama müşrik bile olsalar ana babaya
iyilik yapılması emredilmektedir. Nitekim Hz. Âişe’nin kardeşi
Esmâ’ya (r.a.), müşrik annesini ziyâret edip iyilik yapması için Hz.
Peygamber’in izin verdiği bilinmektedir. 195
Müslüman olmayan ebeveyne de infak vâciptir; dinleri farklı
da olsa, kişi muhtaç olan anne babasına bakmakla yükümlüdür.
Bir müslümanın durumu müsait iken, ana babasını sıkıntı ve zorluk
içinde kıvranır vaziyette bırakması, tabii ki, bir iyilik ve ihsan
sayılmaz. Halbuki Kur’an, her şartta ana babaya ihsan ve iyiliği
emretmektedir.196 Allah, akraba ile ilgisini keseni kötülemiş,197
akrabanın haklarına riâyet etmeyenin günah işlediğini bildirmiş,
yakınları kâfir de olsalar, Allah, bunların haklarını yakınlarına
vâcip kılmıştır.”Akraba ile alâkayı kesen cennete giremez.” 198 Demek
ki, sevgi, velî kabul etmek, onları sırdaş edinmek başka şeydir;
kâfir akrabaya nafaka temin etmek, onları ziyâret etmek, onlara
ihsanda bulunmak ise daha başka bir şeydir; bunlar birbirine karıştırılmamalıdır.
“Eşleriniz ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır, sakının onlardan!”
199
“Sevdiğini ölçülü sev, bakarsın bir gün düşmanın olabilir. Düşmanına
ölçülü buğzet, bakarsın bir gün dostun olabilir.” 200
“Düşmanlarınızın en güçlüsü içinizdedir, içinizdeki nefsinizdir.” 201
“İnsanın en büyük düşmanı, doğrudan doğruya kendisidir.”
“Düşmanların en büyüğü, düşmanlığını gizleyendir.”
“Düşmanlarımla ben baş ederim; Allah’ım sen beni dost bildiklerimin
şerlerinden koru!”
194] 31/Lokman, 14-15
195] Buhârî, Hîbe hadis no: 2620; Müslim, Zekât hadis no: 1003
196] 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23; 31/Lokman, 14-
197] 4/Nisâ, 1
198] Buhârî, Edeb, hadis no: 5984; Müslim, Birr, hadis no: 2556
199] 64/Teğâbün, 14
200] Hadis-i Şerif
201] Hadis-i Şerif
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 52 -
“Yenilmesi gereken ilk düşmanlar, öfke ile umutsuzluktur.”
“Bir kimsenin, düşmanının düşmanı olması, onu dost edinmesine
kâfi sebep değildir.”
“Daima kendi yararını göz önünde tutmaya çalışan kimse, pek
çabuk düşman kazanır.”
“Su uyur, düşman uyumaz.”
“Düşmanına acıyan, çoğu defa, kendine acımamış olur.”
“Düşmanlarımızı bağışlasak bile, onlara güvenmek, inanmak
zorunda değiliz.”
“Sadece yaşamak, insanca - müslümanca yaşamak, düşman kazanmak
için yeter.”
“Düşmanı olmayanın dostu da yoktur.”
“Dostu severim ama, düşman da işe yarar. Dost gücümü gösterir,
düşman da ödevimi.”
“İyiler asla düşmansız olamazlar.”
“İki düşman arasında öyle konuş ki, barıştıkları zaman utanmayasın.”
“Akıllı düşman, akılsız dosttan hayırlıdır.”
“Dost vefalı olduktan sonra düşman ne yapabilir?”
“Dost olan ‘vah!’ der, düşman olan ‘oh!’ der.”
“Düşman düşmana rahmet okumaz.”
“Düşmana sahip çıkan düşman sayılır.”
“Düşmanın eline kılıç verilmez.”
“Bir düşman çoktur; fakat bin dost az.”
“Dost kazanırsan tut, düşman kazanırsan güt.”
“Düşmanınızın en büyük başarısı, sizi, hakkınızda söylediklerine
inandırmasıdır.”
“Açık kalp ile konuşan düşman, içinden pazarlıklı dosttan çok
iyidir.”
“Birini denediysen, bir defa denemek yeter. Düşmanlık gördüğün
dostu yeniden sınama.”
“Kişinin yakını düşman olunca uzak sayılır; yabancı da dost
DÜŞMANLIK
- 53 -
olunca onun yakını olur.”
“Dost, bizi Allah’a yaklaştıran; düşman, bizi Allah’tan uzaklaştıran
kimsedir.”
“Dost, bizi iyi yola öğütleyendir.”
“Dostun attığı gül onulmaz yara açar.”
“Dostun attığı taş, baş yarmaz.”
“Dost dostun ayıbını yüzüne söyler.”
“Dostuna borçlu olma!”
“Dostu olmayan insan, en yoksul insandır.”
“Birçok arkadaşımız olabilir, ancak dostlarımız azdır.”
“Dostunu medh edersen, biraz yerecek yerini koy.”
“Dostların sıkıntıda iken, onları mutlu oldukları zamankinden
daha çok ara.”
“Dost sanma şanlı vaktinde dost olanı; dost bil gamlı vaktinde
elinden tutanı.”
“Dost yüzünden, düşman gözünden belli olur.”
“Dosta varırız gülle; düşmana atarız gülle!”
“Dostunu hemen ölüverecekmiş gibi sev; düşmanını hiç ölmeyecekmiş
gibi telâkki et.”
“Düşmanım! Sen benim ifadem ve hızımsın.
Gündüz geceye muhtaç, sen de bana lâzımsın.”
“Memleket bitti, yine bitmedi hâlâ sen ben;
Bize bu hal ile bizden büyük olmaz düşmen.”
“Aç canavara karşı sevgi, merhametini değil, iştihasını açar.
Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.”
“Küçük düşman yoktur, büyümüş de büyük olduğunu gizlemeye
çalışan, kurnaz düşman vardır.”
“Denendikten sonra dost edindiklerini bağrına bas; ama her ilk
tanıştığınla, hemen dost olma.”
“Düşmanlarımıza teşekkür borçluyuz. Çünkü onları yenmek çabası
olmasaydı, şimdi bulunduğumuz derecenin yarısını bile
kazanamazdık.”
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 54 -
“Allah Teâlâ, iyiliğini murad ettiği kimseye, unuttuğunu hatırlatacak
ve hatırında olanı yapmaya yardım edecek iyi ve sâlih
bir dost nasib eder.” 202
“Fenalıklardan uzak duran ve daima verdiği sözü yerine getiren
insanlarla dostluk kurmalıyız.” 203
“Dost edinin, onlar sizin için dünya ve âhiret sermayesidir. Cehennem
ehlinin “Bizim için samimi bir dost da yoktur.”204 diyeceklerini
duymadınız mı?” 205
“Düşmanlarını hoşnut etmek için dostlarını kıranlar, düşmanlarını
memnun edemediği gibi, dostlarını da yitirirler.”
“İnsanın, düşmanlarını sevindirecek şekilde yaşamasındansa,
şerefiyle ölmesi daha hayırlıdır.”
“İnsanlardan kendini çekmen sana düşman, herkese yakınlık
göstermen ise sana kötü dostlar kazandırır.”
“Dostluk sırasında sende olmayan meziyetlerden söz eden
adam, düşmanlık sırasında sende bulunmayan fenalıkları da
sana yükleyebilir.”
“Dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir ucundan diğer ucuna
kucaklayabilecek kadar uzundur.”
“Senin dindarlığını arttıran dost, her karşılaştığında eline bir
altın bırakan dosttan daha hayırlıdır.”
“Faziletli olan ve faziletleri bakımından birbirine benzeyen insanlar
arasındaki dostluk, mükemmel bir dostluktur.”
“Arz eyle bu pendi kendi özüne;
Dost addetme her güleni yüzüne.”
“Hoş gününde her kişi yârân bula;
Dost odur kim kem gününde yâr ola.”
“Bazı insanlar iyilik etmek, birbirini sevmek için değil; iyilik
görmek, sonunda da nefret etmek için dost olurlar.”
“İnsanlarla dost ol. Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı
çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.”
202] Hadis-i Şerif
203] Hz. Ali r.a.
204] 26/Şûrâ 101
205] Hz. Ali r.a.
DÜŞMANLIK
- 55 -
“Hiçbir şey sâdık dost kadar ucuza alınamaz. Yani ne kadar pahalıya
mal olsa, gene de ucuzdur.”
“Biri gerçeği duymak istemediği, öteki yalana hazır olduğu zaman,
dostluk dostluk olamaz.”
“Dostlar kavun gibidir; neden mi? Bir tane iyisini bulmak için
yüzlercesini yoklarsınız da ondan.”
“Kara günlerinde senden çok üzülecek bir dostun olmasaydı, o
günlere katlanmak güç olurdu.”
“Dost yüzü görmemek çetin bir iştir, ama bu hasret, onu düşmanla
birlikte görmekten daha hafiftir.”
“Yastık diye başını ateşe dayayan, yatak diye yılanların üzerine
yatan bir adam, güvendiği bir dostundan düşmanlık sezen bir
adamdan daha rahat uyur.”
“Dosttan bol şey de yok dünyada
Dosttan bulunmaz şey de.”
“Lokman hekim sarabilmez yaramı
Dost eli değmezse çare mi olur?”
“Dostlara acılarını paylaştığını göstermek, birlikte yas tutmakla
değil; onlara elbirliğiyle yardım etmekle olur.”
“Birbirlerine zıt karakterlere sahip olan insanlar, birbirlerini
anlamak ve tamamlamak şartıyla iyi dost olabilirler.”
“Güller, lâleler, karanfiller, bütün çiçekler solar. Çelik ve demir
kırılır, ama gerçek dostluk ne solar, ne de kırılır.”
“Gerçek dostlar, iyi günlerinizde, dâvet edince sizi ziyâret ederler;
kara günlerinizde dâvetsiz gelirler.”
“Dostlarımızın sefâletine acımak iyi; fakat onların imdâdına
koşmak daha iyidir.”
“Dostluk, yolu üzerinde ot bitmesine müsaade etmez.”
“Dostun kusuruna bakılmaz.”
“Dostlara itimad etmemek, onlar tarafından aldatılmaktan
daha ayıptır.”
“Dostlar öyle bir ailedir ki, insan o ailenini fertlerini yalnız kendi
seçer.”
“Dostuna, bir gün düşmanın olabilecekmiş gibi davran.”
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 56 -
“Dostluk, iki vücutta müşterek bir ruha benzer.”
“Dostsuz kalan şahsın durumu, sol elden mahrum kalan sağ
elin durumu gibidir.”
“Dost, rahatlık veren bir merhemdir.”
“Dost, kötü günde belli olur. İyi günde ise binlercesi bulunur.”
“Gerçek dost, onu unutanı unutmayandır.”
“Ana babayı kader tayin eder, dostlar ise seçilir.”
“Dostları çoğaltmak, zekâ inceliğindendir.”
“Dostluk iyi kimseler arasında çabuk temellenir; güçlükle yıkılır.”
“Dost kazanmak isteyen kimse, dostluğu paylaşmayı bilmelidir.”
“Ayıpsız dost arayan, dostsuz kalır.”
“Dostluğundan fayda görmediğin kimsenin, husûmetinden de
sana pek bir zarar gelmez.”
“Aklın bağlamadığı dostluğu, akılsızlık kolayca çözebilir.”
“Hiçbir dost, dostluğunu ispat edene kadar dost değildir.”
“Dostluk, kanatsız sevgidir.”
“Dost, hem iyi görünen, hem iyi olan insandır.”
“Yalnız kendi nefsini düşünerek dost arayan, hizmetçi arıyor
demektir.”
“Dertlerini dökecek dostları olmayanlar, kendi yüreklerini kemiren
yamyamlardır.”
“Dost, kendisiyle samimi olabildiğim ve yanında yüksek sesle
düşünebildiğim kişidir.”
“Kuşun yuvası, örümceğin ağı, insanın dostları vardır.”
“Dost, sanki insanın bir ikinci kendisidir.”
“İyi insanlar, kara günde en emin dostturlar.”
“Dostlarımla beraber olunca yalnız değilim. O dakikadan sonra
da iki kişi değiliz.”
“Köle misin? Senden dost olmaz. Zorba mısın? Senin dostların
olmaz.”
DÜŞMANLIK
- 57 -
“Dostluk, görünceye kadar değil, ölünceye kadar olmalı.”
“Dostluk o kadar kolay kurulur ki... Ama sürdürmek!”
“Dostluktan saygıyı kaldıran onun en büyük süsünü kaldırmış
olur.”
“Düşüncede uyum, dostluğu doğurur.
“Kendine dost olan, bilin ki herkese de dosttur.”
“Eğer hiç dostun yoksa, sen bir dost ol!”
“Dostun olsun istiyorsan dost ol!”
“Dostun dostu dosttur; ölümsüz dost’un dostu ise en yakın
dosttur.”
“O dostu bulanın kaybettiği hiçbir şey olmadığı gibi; O dost’u
kaybedenin de bulacağı bir şey yoktur.”
Ne mutlu Allah’la ve O’nun dostlarıyla dost olanlara ve dostluğunu
ispatlayanlara! Yazıklar olsun, Allah’ın düşmanı ve şeytanın
dostlarıyla dost olup Allah’ın ve müslümanların dostluklarını
kaybedenlere!
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 58 -
Dostluk – Düşmanlıkla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Dost ve Dostluk
Allah En Güzel Dost ve En Güzel Yardımcıdır: 22/Hacc, 78; 42/Şûrâ, 9.
Mü’minlerin Allah’tan Başka Dost ve Yardımcıları Yoktur: 2/Bakara, 107, 120,
286; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 5/Mâide, 55; 6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196; 9/
Tevbe, 16, 116; 29/Ankebût, 22; 32/Secde, 4; 42/Şûrâ, 31.
Allah İman Edenlerin Yardımcısıdır: 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 139, 160; 6/
En’âm, 127; 9/Tevbe, 40; 30/Rûm, 47; 45/Câsiye, 19; 47/muhammed, 11.
Savaşta Allah’ın Yardımı ve Dostluğu: 2/Bakara, 214; 3/Âl-i İmrân, 125-127,
139, 148; 8/Enfâl, 9-13, 17-18, 39-40; 9/Tevbe, 25; 22/Hacc, 40, 60, 47/Muhammed,
7.
Allah’ın Velîleri/Dostları Kimlerdir: 10/Yûnus, 63.
Allah’tan, Peygıamber’den ve Mü’minlerden Başka Dost Yoktur: 5/Mâide, 55;
9/Tevbe, 16.
Peygamberimiz’in Dostluğu: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 128.
Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 5/Mâide, 55; 9/Tevbe,
16, 71, 119.
Sıddîklarla ve Sâlihlerle Beraber Olmak: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.
Sâlihlerle Dostluk İçin Duâ: 26/Şuarâ, 83; 27/Neml, 19.
Zâlimlerin Dostluğu: 11/Hûd, 113.
Kâfirlerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 217; 3/Âl-i İmrân, 28, 118-120, 149-150; 4/
Nisâ, 44-45, 101, 140, 144; 5/Mâide, 57; 6/E.n’âm, 68; 9/Tevbe, 23; 13/Ra’d, 37;
28/Kasas, 86; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 13.
Kâfir Akrabanın Dostluğu: 9/Tevbe, 23; 11/Hûd, 45-47; 58/Mücâdele, 22.
Münâfıkların Dostluğu: 2/Bakara, 204; 4/Nisâ, 89, 139-140; 5/Mâide, 41, 52; 9/
Tevbe, 50-51; 58/Mücâdele, 14; 63/Mümtehine, 1-2, 6-9.
Yahûdilerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80-82; 60/Mümtehine,
13.
Hıristiyanların Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 82.
Ehl-i Kitab’ın Dostluğu: 2/Bakara, 105, 109, 120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ, 44-
45; 5/Mâide, 57-59.
B- Arkadaş ve Arkadaşlık
Arkadaşa İyilik Etmek: 4/Nisâ, 36.
Peygamberlerin, Sıddîkların ve Şehidlerin Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe,
119; 26/Şuarâ, 83.
Şeytanın Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 38; 41/Fussılet, 25; 43/Zuhruf, 36, 38; 50/Kaf, 27.
Kardeşlik ve Barış
a- Din Kardeşliği Allah’ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.
b- Mü’minler Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13.
c- Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 9/Tevbe, 16, 71, 119.
d- Mü’min Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.
e- İnsanların Arasını Düzeltmek: 4/Nisâ, 114; 8/Enfâl, 1; 49/Hucurât, 9-10.
f- Sulh (Barış) Daha Hayırlıdır: 4/Nisâ, 128.
g-Dargınları Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl,
1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10.
h- Savaşan Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurat, 9.
Düşman ve Düşmanlık
DÜŞMANLIK
- 59 -
Bütün Peygamberlerin Düşmanları Olmuştur: 25/Furkan, 30-31.
Düşmana Karşı Kuvvet Hazırlamak: 4/Nisâ, 71; 8/Enfâl, 60; 9/Tevbe, 46; 21/
Enbiyâ, 80.
Savaşan Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurât, 9.
Kâfirlere Yardımcı Olmaktan Sakınmak: 28/Kasas, 86; 60/Mümtehine, 9,
Kâfirler Birbirinin Yardımcılarıdır: 8/Enfâl, 73; 33/Ahzâb, 26; 45/Câsiye, 19.
Düşmanlık, En Yakın Akraba Arasında da Geçerlidir: 22/Hacc, 19; 37/Saffat,
113; 58/Mücadele, 22; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbün, 14.
Nuh (a.s)’ın Çocukları: 11/Hûd, 40, 42-47.
İbrahim (a.s)’in Babası: 6/En’âm, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/
Şuarâ, 69-82; 37/Saffat, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27; 60/Mümtehine, 4.
Nuh (a.s)’un Karısı: 66/Tahrim, 10.
Lût (a.s.)’un Karısı: 7/A’râf, 83; 66/Tahrim, 10.
Firavun’un Karısının Teslimiyeti: 66/Tahrim, 11.
Dostluk-Düşmanlık Konusuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, Salât, 80; Menâkıbu’l-Ensâr 45; Teheccüd, 33; Zekât 4; Savm 60;
Enbiyâ 3; Fezâilu’l-Ashâb 5; Meğâzî 9, 83, 84; Rikak 42; Tefsîru Sûre 60: İ’tisâm
14, Enbiyâ 50; Hîbe hadis no: 2620
Müslim, Birr 159, 161; ilm 6; Fedâilu’s-Sahâbe, 161
İbn Mâce, Mukaddime 11, 18; Menâsik 56; Fiten 17
Ebû Dâvud, İlm 10; Cihad 95; 98
Tirmizî, Menâkıb 14; Zühd 45, 64; Birr 60; İlm 7; Tefsîr 60; Siyer 40
Nesâî, Sehv 19; Kasâme 27;
Müsned-i Ahmed bin Hanbel, 1/80; 3/225; 5/137; 6/357-358;16/178
Dârimî, Rikak 48; Diyât 2
Müstedrek 2/141
Riyâzu’s-Sâlihîn, 1/398
Kütüb-i Sitte: 4/47-48; 5/71-74, 157-158; 7/110; 10/137-138
(Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; 5347; 3/1349, hadis no: 4780
Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr)
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 9, s.511, c. 10, s. 52
2. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, (Sami Şener) Şâmil Y. c. 1, s. 414-416
3. Kur’an Ansiklopedisi, S. Ateş, KUBA Y. c. 5, s. 274-295, 370-375
4. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 747-758
5. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s.
6. Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mîr, İnkılâb Y. s.
7. Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 188-191
8. Kur’an ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 35-38
9. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sâdi Yüksel, Madve Y. s. 274-277
10. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 272-275
11. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman bin el-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 136-141
12. Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 63-91
13. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 60 -
14. İlâhî Kanunların Hikmeti -Sünnetullah-, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s.
175-211
15. Kur’an ve İnsan, Celâl Kırca, Marifet Y. s. 193-200
16. Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 226-228
17. Kur’an’da Temel Kavramlar, Harun Yahya, Vural Y. s. 130-134
18. İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. c. 1, s. 141-160
19. Kur’an’da Dostluk İlişkileri, Remzi Kaya, Ayışığı Kitapları; Kitabevi Y.
20. İslâm’a Göre Dost ve Düşman, Muhammed bin Said el-Kahtani, Kayıhan Y.
21. Kur’an’da Velî ve Velâyet, Mikdat Öccü, Suffe Y.
22. Dostluk Üzerine, Fethi Gemuhluoğlu, Boğaziçi Y.
23. Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı, Dale Carnegie, Timaş/Âlem/
Sistem/Akış Y.
24. Dost Diye Diye, Emine Işınsu, Ötüken Neşriyat
25. Dost’tan Dosta, Ahmed Hulûsi, Kitsan Kitap Kırtasiye
26. Dosta Doğru, Abdurrahim Karakoç, (Dostluk Şiirleri), Ocak Y.
27. Dostlar Sofrası, Nâsır-ı Hüsrev, İnsan Y.
28. Dostunuzu Tanıyın, Barbara Schott, K. Birker, Mozaik Y.
29. Düşman Acımaz, M. Ertuğrul Düzdağ, İz Y.
30. Velâ 1-2, Hamd bin Ali bin Atik, Tevhid Y.
31. Velâ 2, Süleyman bin Abdullah, Tevhid Y.
32. Velâ 3, Abdurrahman Abdülhalık, Tevhid Y.
33. Velâ ve Velâyet Üzerine, Mutahhari, Kevser Y.
34. Velâyet-i Fakih, Muntazari, Endişe Y.
35. Allah’ın Velîleri ile Şeytanın Velîleri Arasındaki Fark, İbn Teymiyye, İhyâ/
Birleşik Y.
36. Ümmet Bilinci, Atasoy Müftüoğlu, Denge Y.
37. İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
38. İslâm ve İnsan Hakları, Muhammed Umara, Denge Y.
39. İslâm’da Karşılıklı Haklar ve Vazifeler, Mehmet Talu, Şelâle Y.
40. Cihan Sulhü ve İslâm, Seyyid Kutubu, Arslan Y.
41. Harp mi Sulh mü, Ali Rıza Temel, Seha Neşriyat
42. Kur’an’da Fitne Olgusu ve Modern Fitne Odakları, Salih Asğar, Hanif Y.
43. Sınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, Dergâh Y.
44. Yürek Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
45. İslâm’da Sevgi ve Kardeşlik, Hüsnü Ethem Cerrar, Dünya Y.
46. İslâm Kardeşliği, Abdullah Ulvan, Uysal Kitabevi Y.
47. Kardeşlik Çağrısı, Mehmet Metiner, Risale Y.
48. Kardeşlik ve Hoşgörü, Muhammed Pıtchall, Akabe Y.
49. Sevgi Medeniyeti, Rehber Y.
50. Müslümanların Kaynaşması, Selâmet Y.
51. İslâm’da Müsamaha, İmam Gazali, Marifet Y.
52. İslâm’da Hoşgörü ve Sınırı, Taner Akçam, Başak Y.
53. Müsamahada Ölçü, Heyet, İttihad Y.
54. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet,
55. Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, TÖV Y. 0
56.
Vahdet Ama Nasıl, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
57.
Vahdete Yedi Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
58.
Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.
59.
İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı, İhtar Y.
60.
İslâm Tarihinde Mezhep Çatışmaları ve Taklit, Abdülcelil Candan, Denge Y.
61.
Mezhep Meselesi ve Fıkhî İhtilâflar, Ebu’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.
62.
İhtilâftan Rahmete, Ebu’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.
63.
İhtilâflar Karşısında İslâmî Tavır, Yusuf el-Kardavî, İlke Y.
64.
İslâm’da İhtilâf Usûlü, Câbir Alvânî, Risale Y.
65.
Münakaşalar ve İhtilâf Sebepleri, Zekeriya Güler, T.D.V. Y.
- 63 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -10-
VELÎ / DOST
•
Velî; Anlam ve Mâhiyeti
•
Allah’ın Velî Oluşu
•
Dostun Nitelikleri
•
Dost Olmak; Allah’a, Rasûlüne ve Mü’minlere
•
Kur’an-ı Kerim’de Velî ve Velâyet Kavramı
•
Hadis-i Şeriflerde Velâyet/Dostluk
•
Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır
•
Velâyetin Siyasî Görüntüleri
•
Siyâsî Anlamda Velâyet-Kadın İlişkisi
•
Müslüman Olmayan Akrabalarla Dostluk ve İlişki
•
Evliyâullah / Allah’ın Velîleri Kimlerdir?
•
Tasavvuf Etkisiyle Velî ve Evliyâ Kavramlarında Anlam Kayması
•
Velî Kültü
•
Velî Kavramıyla İlgili Bazı Tasavvufî Terimler
“Bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka bir velî/dost ve bir yardımcı yoktur.” 206
Velî; Anlam ve Mâhiyeti
“Velî” kelimesinin kökü “velâ”; bunun masdarı da ‘velâyet’tir. Velâ ve velâyet, sözlükte, arada bir şey bulunmadan bitişiklik, yanyana olma ve yaklaşma mânâsına gelir. Bu anlamdan hareketle ‘velâyet’ kavramına; arkadaşlık, yardımda, inançta tam bir yakınlık anlamları verilmektedir.
Böylece “velâyet”e nusret (yardım) ve işi üzerine alma mânâları da eklenmiştir. Aynı kökten gelen ‘vilâyet’, yardım; ‘velâyet’ ise, bir işi yüklenme, emirlik, riyâset (yönetim ve yetki) mânâsındadır. ‘Velâyet’ aynı zamanda yardım işini üzerine almak, destek olmak, yardım etmek, sevgi/dostluk ve muhabbet göstermek, yakınlık duymak, hükmü altına almak, tasarrufta bulunmak ve yönetmek
206] 2/Bakara, 107
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 64 -
anlamlarına da gelir.
Velî kelimesi, sözlük anlamlarına uygun olarak, bir kimsenin
veya bir topluluğun menfaatleri ve elde etmek istedikleri amaçlar
doğrultusunda her türlü işlerini üzerine alan ve bu konularda tam
bir tasarruf hakkına sahip olan idareci, hâkim otorite, koruyucu,
gözetici, mâlik, yardımcı, sırdaş ve dost anlamlarında kullanılan
bir kavramdır.
Velâyet kavramı, sözlük anlamına uygun olarak; “bir kimsenin
veya bir topluluğun bir başkasına kendisini ilgilendiren her
konuda tasarruf hakkını devretmesi ve bu hakkı devralan şahsın,
aralarında meydana gelen hukukî bağa dayanarak kimseden izin
alma ihtiyacı duymaksızın bu hakkı kullanması ve onu kendisine
tevdî edenler üzerinde, koruma, gözetme, yardım etme, işlerine
müdâhale ve üzerine aldığı işi onun adına idare etme bakımından
tam bir yetkiye sahip olması anlamına terim olmuştur.
Fıkıh ıstılahında velâyet; “istese de istemese de başkası üzerindeki
tasarruf hakkını yerine getirmek” şeklinde tanımlanmaktadır.
İslâm hukukunda ‘velâyet’, başkası üzerine ister istemez sözünü
geçirmeyi, itaat edenle işi üzerine alan arasındaki ilişkiyi konu alır.
İçerisinde sevgi ve yardım mânâlarını da barındıran velâyet; genel
olarak, aile içerisinde akrabalık, ümmet içerisinde ise imâmet (önderlik-
halifelik) sebebiyle gündeme gelmektedir. Aile içerisinde
öncelikli olarak baba velâyet hakkına sahiptir. Baba yoksa diğer
yakın akrabalar bu hakkı elde ederler. Ümmet içerisinde (müslümanlar
arasında) ise velâyet hakkı, müslüman olup diğer müslümanlar
tarafından biat ile seçilen yetkili kimsenindir.
Bu nedenle babaya, çocuğun velîsi denir. Aynı şehirde oturanların
meşrû haklarını koruyan ‘veli’ye, “vâli” denmektedir ki,
Türkçe’de bu anlamda kullanılmaktadır. Şehrin vâlisi, o kentte oturanların
tümünün velîsidir (bu vasıfta ve liyakatte olmak zorundadır).
Hukukî anlamda velî, daha çok, bir çocuğun her türlü hareket
ve halinden sorumlu olan kimse demektir. Bugün Türkçe’de
de bu anlamda “çocuğun velîsi” olarak baba veya babanın yerini
tutan, çocuğun sorumluluğunu üstlenen kişi için kullanılır. Bu
velâyet haklarıyla ana babaların, kazanmış oldukları tecrübe ile
evlâtlarının geleceği hakkında karar vermesine yardımcı olmaktadırlar.
Evlâtlarına fikir bazında yardım etmeleri, evlâdın müsbet
ve menfî karar vermesi velâyet konusu içinde değerlendirilir. Bunlara
ilâve olarak, bir de nikâhta velîlik vardır ki, bu durum, ana
babanın evlâdı hakkındaki tasarrufudur.
Toplumda, halk arasında “velî” ve bu kelimenin çoğulu olan
DOSTLUK
- 65 -
“evliyâ” kelimesi, ne lügat mânâsı, ne de Kur’an’da kullanıldığı
anlam ile değil; daha çok bu kelimenin mânâsının tarihî süreç içerisinde
kaydırılmasıyla oluşan şekliyle kullanılmaktadır. Geleneksel
anlamda velî ve evliyâ; benliğini Allah’ta yok etmek sûretiyle
birtakım üstün vasıflar kazanarak hârikulâde şeyler gösterebilen
büyük insan anlamında kullanılmaktadır. Hatta daha da ileri gidilerek,
Allah adına kâinatın idaresini düzenlemeye yetkili kişiler
olarak algılanmaktadır.
Allah’ın Mevlâ ve Vâli Oluşu: “el-Vâlî” aynı zamanda Allah’ın
güzel isimlerinden biridir. Bütün varlıklar üzerinde hükmü olan ve
onları çekip çeviren anlamına gelir. Bazı tefsircilere göre ise ‘Vâlî’
velî demektir, onun taşıdığı mânâları taşır. Vâlî olan Allah, hem
bütün hükümranlığı (hükmetmeyi) elinde bulundurur, hem de
kullarına devamlı nimet verir. Kur’an’da bir âyette geçmektedir:
“…Gerçekten Allah, kendi nefislerinden olanı değiştirip bozmadıkça, bir
toplulukta olanı değiştirip bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedimi,
artık onu geri çevirmeye hiç bir (biçimde imkân) yoktur. Onlar için O’ndan
başka bir Vâlî (yardımcı, dost veya hükmü geniş olan) yoktur.” 207
Velâ kökünden gelen bir başka kelime de “mevlâ”dır. Mevlâ,
anlam olarak ‘velâ ve velâyet’ kelimelerine yakındır. Ancak
mevlâ’nın birçok anlamı vardır. Bunların içerisinde, dost, efendi,
sahip, âzât edilmiş köle, Rabb, yardımcı, iyilik yapan anlamları
daha yaygındır.
Kur’an’da ‘mevlâ’ kelimesinin üç anlamda kullanıldığını görmekteyiz:
1- Velî, 2- Yardımcı, ni’met veren, koruyup kollayan, işini
üzerine alan, 3- Uygun, yakışan, münasip.
Velî ve mevlâ kelimeleri hemen hemen aynı anlamda kullanılmaktadırlar.
Allah (c.c.) müslümanlar için ne güzel mevlâ’dır
(Ni’me’l mevlâ ve ni’me’n nasîr)208 “Allah’a sarılın, O sizin Mevlâ’nızdır,
O ne güzel Mevlâ’dır.”209 Müslümanlar; inkârcıların peşinden gider,
din işinde onlara itaat ederlerse; onlar da mü’minleri kendi dinlerine
çevirirler. Hâlbuki müslümanlar için en güzel mevlâ (velî)
Allah’tır.210 Mü’minler her türlü çalışmayı yaptıktan sonra yalnızca
Allah’a güvenip tevekkül etmelidirler. Onlar Allah (c.c.) için; “...O
bizim Mevlâmızdır...” derler. 211
Kur’an, mevlâ sıfatını olumsuz anlamda da kullanmaktadır.
207] 13/Ra’d, 11
208] 8/Enfâl, 39-40
209] 22/Hacc, 78; 66/Tahrim, 2
210] 3/Âl-i İmrân, 149-150
211] 9/Tevbe, 51
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 66 -
Zararı faydasından çok olan ve kendisine tapınılan putlara Kur’an,
“ne kötü mevlâ” sıfatını verir.212 Kıyâmet gününde insanların
‘mevlâ’ sandıkları kimselerden hiç bir fayda gelmez.213 Allah (c.c.)
âhirette de mü’minlerin mevlâ’sıdır, kâfirlerin ise mevlâsı yoktur.214
Kâfirlerin, kendilerine yakın ve yardımcı olacak bir mevlâları yoktur.
Allah (c.c.) ise mü’minlerin mevlâsı/dostudur. 215
Müslümanlar, ölümün Mevlâ’ya bir kesin dönüş olduğuna
inanırlar.216 ‘Mevlâ’, kendisinden yardım umulandır. Nitekim
mü’minler duâlarında; “….Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et.
Sen bizim Mevlâ’mızsın (mevlânâ). Kafirler topluluğuna karşı bize yardım
et”217 derler. Aynı kökten gelen ‘evlâ’ ise velî anlamına geldiği
gibi; en uygun, en yaraşan, dost olarak en yakın olan demektir.
“Peygamber mü’minlere öz nefislerinden ‘evlâ’dır (onların mevlâsıdır).”218
Kıyâme(t) sûresi, kırk dördüncü âyetteki ‘evlâ’yı ise, gereken şey,
uygun olan şey diye ifade etmek mümkündür. 219
Allah’ın Velî Oluşu
Allah’ın Sıfatı Olarak el-Velî: Allah’ın vasfı olarak el-Velî: “Yardım
eden, kâinatın ve mahlûkların işlerini tekeffül eden, koruyan,
sahip çıkan, seven, yardım eden” diye tanımlanır. Birine yardımcı
olmak, onun işini üzerine almak, şüphe yok ki, sevgi ile yakından
ilgilidir. “Velî”nin “dost, seven” anlamları dikkat çeker; Kur’an’ın
da bazı kullanışları bu mânâyı desteklemektedir. Meselâ: “Allah,
mü’minlerin velîsidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.”220 âyetinin
tefsirinde el-Beydavî: “Onları seven ve işlerini deruhde eden” anlamını
vermektedir. Birçok âyette Velî ve Nasîr (yardım eden) vasıfları
yanyana birbirine atfedilmiş olarak zikrolunmuşlardır. Bu, az
da olsa bu kelimeler arasında bir farklılığı gerektirir.
Bu vasfın Kur’an’da geçtiği muhtevâlara göz atmak faydalı
olacaktır. 42/Şûrâ, 28’de Allah’ın kullarını gözettiği ve O’nun nimetleri
sıralandıktan sonra, ancak O’nun hamde lâyık Velî olduğu
bildirilir. Allah’tan başka Velî aramanın boşuna olduğu bildirildikten
sonra, ancak O’nun hamde lâyık Velî olduğu belirtilir, “hâlbuki
212] 22/Hacc, 13
213] 44/Duhân, 41
214] 47/Muhammed, 11
215] 47/Muhammed, 11
216] 10/Yûnus, 30; Ayrıca bk. 6/En’âm, 62
217] 2/Bakara, 286
218] 33/Ahzab, 6
219] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 747-748
220] 2/Bakara, 257
DOSTLUK
- 67 -
velî ancak Allah’tır.”221 denir. Kavminin buzağıya tapmasından sonra,
Allah’ın rahmet ve bağışlamasını isteyen Hz. Mûsâ, niyazında,
umduğu rahmeti “Sensin bizim Velîmiz!”222 diye belirtir. Melekler,
kendilerine tapma iddiasında olanlardan teberrî edip kaçınırken
Allah’a hitâben: “Seni tenzih ederiz, Sensin bizim Velîmiz.”223 derler.
Müşriklerin velî edindiği putların aczleri belirtildikten sonra,
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) lisanından: “Benim Velî’m Kitabı indiren
Allah’tır; O, iyilere sahip çıkar (dost edinir -yetevellâ-)”224 dediği nakledilir.
Allah’ın kendisine vermiş olduğu nimetlere şükreden Hz.
Yûsuf: “Dünyada ve âhirette benim Velîm (yardımcım ve işimi deruhde
eden) Sensin.”225 der. Allah, mü’minlerin,226 muttakîlerin227 velîsidir.
“Sizin velîniz, ancak Allah’tır, Rasûlüdür ve iman edenlerdir.” 228
el- Mevlâ: Kelime anlamı olarak velî demek olan bu vasıf,
Allah hakkında da, genellikle “velî” ile aynı mânâda sayılmıştır.
Ancak, mânâ yönüyle değilse de, Kur’an’ın kullanışında, bu ikisi
arasında şöyle bir fark gözetildiğini müşâhede ediyoruz: Velî vasfı,
karşılıklı olarak hem Allah’ı, hem de kulu nitelemektedir. Birinci
şık fazla, ikinci şık nâdirdir. Meselâ, 10/Yûnus, 62’de “evliyâullah
-Allah’ın velîleri-” tâbiri geçmektedir. Taberî’ye göre bu; “Allah’ın,
yani O’nun dininin yardımcıları olan iman ve takvâ erbâbıdır.”
Yani, “velî” bazen kullar için de kullanılmıştır. Fakat “Mevlâ”,
yalnız Allah’ı tavsif etmektedir. “Allah, Mevlânızdır”229 diye vârid
olduğu halde; kul hakkında “Allah’ın mevlâsı” tâbiri hiç kullanılmamıştır.
Mevlâ, Rab diye de tefsir olunur. Mevlâ, kendisinden
yardım umulandır; zira O mâliktir, memlûkün, mâlikinden başka
sığınacağı kimsesi yoktur.”
el-Vâli: Allah hakkında, “bütün varlıkların hükümranı ve onların
üzerinde mutasarrıf olan” anlamına gelir. Öyle anlaşılıyor
ki, vilâye: İdare, kudret ve icraatı çağrıştırmaktadır; Kendisinde
bunları toplamayana vâlî vasfı verilemez. Bazı âlimlere göre “vâlî”
velî demektir; yani “idareye mâlik olandır. Bundan dolayı yetimi
tekeffül eden kimseye “yetimin velîsi, emîre de vâli denmiştir.
Hattâbî ise, vâlî vasfında tasarruf ve hâkimiyet kavramından başka
“devamlı surette in’âm eden” mânâsını da görmektedir. Kur’an’da
221] 42/Şûrâ, 9
222] 7/A’râf, 155
223] 34/Sebe’, 41
224] 7/A’râf, 196
225] 12/Yûsuf, 101
226] 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68
227] 45/Câsiye, 19
228] 5/Mâide, 55
229] 3/Âl-i İmrân, 150
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 68 -
yalnız bir âyette zımnî bir sûrette Allah’ı tavsif eder.230 Burada vâlî,
“işlerine sahip çıkan, azabı onlardan uzaklaştıran” demektir, bazı
âlimlere göre ise “Mevlâ” anlamını ifade eder. 231
“Velî” kelimesinin; sözlükte, dost, yardımcı, birinin işini üstlenen,
yönetici, yakınlık, bir şeyin sahibi anlamlarına geldiğini biliyoruz.
Allah’ın güzel isimlerinden biri olan “el-Veliyy” isminin
anlamı, yardım eden, insanların ve evrenin işlerini üzerine alan
demektir. Kimileri bunu, seven ve yardım eden şeklinde açıklamışlardır.
‘Velî’ kelimesi doğrudan doğruya sevgi anlamı taşımasa
bile sevgi velâyetin gereği sayılır. Birine yardım etmek, onun işini
üzerine almak sevgi ile yakından ilgilidir.
“Velî” sözlükte bazen, seven, dost anlamıyla da kullanılır.
Allah’ın isimlerinden olan Velî, birçok âyette ‘Nasîr/yardımcı’ ismi
ile beraber geçmektedir. Velî kelimesinde yardım etmek, işini üzerine
almak ile Nasîr/yardımcı ismi arasındaki bağlantı dikkat çekicidir.
Allah (c.c.) hem Veli/insanların velâyetlerini üstlenendir, hem
de onlara her açıdan yardım edendir.232 Velî kelimesi, on üç âyette
Allah’a ait olarak geçmektedir. Bazı âyetlerde ise “size veya sana
Allah’tan başka velî yoktur” şeklinde yer almaktadır ki, bu da,
Allah’ın velî oluşuna işarettir. Birkaç âyette ise Velî isminin mürşid
(yol gösteren),233 ‘şefí’ (şefaat eden),234 vaak (koruyucu)235 ve
hamîd (övülen)236 sıfatlarıyla beraber geçtiğini görmekteyiz. Şüphesiz
“velî” kavramının bunlarla yakın ilişkisi vardır. Bunlar aynı
zamanda gerçek dostun/velînin de belirgin nitelikleridir.
Mü’minlerin velîsi ve mevlâ’sı Allah’tır. Allah’ın mü’minlere
velî oluşunun sonuçları çeşitli şekillerde görünür. O, kullarını gözetir,
nimet verir. Dolaysıyla O hamd edilmeye lâyık bir velî’dir
(dosttur).237 Allah’tan başka velî aramak boştur, çünkü gerçek velî
ancak O’dur.238 O, bağışlayan ve merhamet eden bir yardımcıdır
(velîdir).239 O, mü’minleri karanlıktan nûra (aydınlığa) çıkarır.240
Mülkünde, kudretinde ve yüceliğinde ortağı yoktur.241 O yüce Velî,
230] 13/Ra’d, 11
231] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 188-191
232] 2/Bakara, 107, 120
233] 18/Kehf, 17
234] 6/En’âm, 51, 71; 32/Secde, 4
235] 13/Ra’d, 37
236] 42/Şûrâ, 28
237] 42/Şûrâ, 28
238] 42/Şûrâ, 8-9
239] 7/A’râf, 155
240] 2/Bakara, 257
241] 17/İsrâ, 111
DOSTLUK
- 69 -
Kitab’ı indirendir ve O, sâlih kimseleri korur ve gözetir. 242
Allah’ın velîliği diğer sıfatları gibi mutlaktır ve süreklidir. O, insan
idrâkinin ötesinde bir velîliğin, dostluğun ve yardımcı olmanın
kaynağıdır. İnsanlara ait, aldatma vefâsızlık, hıyânet, aldırmazlık,
acımazlık gibi küçültücü sıfatlardan uzak, iman edip de kendisine
“velî” olan mü’minlere her türlü nimeti ve rahmeti veren, onlara
izzet, mülk, muhabbet ve Hakk’ın şâhitleri olma şerefini bağışlayan,
sürekli affeden, kendisine karşı yapılan hata ve kusurları
araştırmayan en yüce dosttur velîdir.
Hz. Mûsâ (a.s.), kavmi arasından seçtiği yetmiş kişiyi bir sarsıntı
tutunca Rabbine, beyinsizler yüzünden kendilerini helâk etmemesini
diledi, içinde bulundukları durumun bir imtihan olduğunu
ve Allah’ın, dilediğini doğra yola iletebileceğini itiraf ettikten
sonra; “...Bizim mevlâmız ancak Sensin. Bizi bağışla, bize merhamet et.
Sen bağışlayanların en iyisisin.”243 şeklinde duâda bulundu. Melekler
de Allah’a ibâdet ederlerken; “Seni tenzih ederiz (noksanlıklardan
uzak tutarız), Sen bizim Velîmizsin”244 derler. Kur’an, Peygamberimiz
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) diliyle şöyle diyor: “Benim Velî’m Kitabı
indiren Allah’tır. O, sâlihleri dost edinir, onlara yardım eder.”245 Kendisine
verdiği nimetlere şükreden Hz. Yusuf (a.s.) şöyle niyaz etmişti:
“Dünyada ve âhirette benim Velî’m Sen’sin.” 246
Velî olmak velî olunan üzerinde hak ve yetki sahibi olmayı
gerektirir. Velâyetin doğasında bu vardır. Yalnız bu velî edinilen
üzerinde bir baskı ve hükmetme değil; aksine her açıdan onun iyiliği
için çalışma, onun için gerekli yardımı yapma yetkisidir. Allah,
mü’minlerin velîsi olarak onlara hidâyet verir, onları karanlıklardan
nûra (aydınlığa) çıkarır, onlara elçiler gönderir, Kitaplar indirir,
yardım eder, destekler, korur, gözetir, affeder ve rahmetiyle her
yönden onları kuşatır.
Allah Kimlerin Velîsidir? Allah, mü’minlerin velîsidir, yardımcı
ve dostudur.247 Mü’minler rablerine hakkıyla iman ettikten sonra
O’nun râzı olacağı sâlih amel işlerler. Bundan dolayı da Allah onlara
velî olur.248 Allah sâlih kimselerin velîsi/dostudur. “Benim velîm,
Kitab’ı indiren Allah’tır. O sâlih insanları velî/dost edinir (onları gözetip
242] 7/A’râf, 196
243] 7/A’râf, 155
244] 34/Sebe’, 41
245] 7/A’râf, 196
246] 12/Yusuf, 101
247] 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68
248] 6 En’âm, 127
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 70 -
korur).”249 Allah müttakîlerin de dostudur. Dünya hayatında kendilerini
Allah’a muhtaç saymayan ve O’nun rabliğine saygı duymayan
zâlimler birbirlerinin velîsidirler. Bazıları farklı zannetseler de
aslında kulların hiç biri, Allah’tan müstağnî kalamaz (O’na muhtaç
olmaksızın yaşayamaz). Zâlimler özellikle zulüm ve günah işlerinde
karşılıklı dostturlar. Buna karşın Allah, kendisine karşı kulluk ve
sorumluluk bilinci duyan, O’ndan hakkıyla korkup sakınan takvâ
sahibi kullarının dostudur velîsidir.250 İnsanlar için Allah eşsiz, benzersiz
ve sonsuz velîdir. İnsanlar Allah’tan başka mutlak velî/dost
ve yardımcı bulamazlar.251 “Allah, mü’minlerin düşmanlarını çok iyi bilir.
Allah onlara velî/dost olarak da yeter, yardımcı olarak da.” 252
Allah Bazı Kimselere Dost Değildir: Allah (c.c.) mutlak anlamda
velîdir, dost ve yardımcıdır. Ancak bu velâyet, insanlar açısından
sınırlı bir velîliktir. Kur’an’ın haber verdiğine göre, kullardan
bazıları Allah’ın “velîliğini” kaybederler. Onlar kendi yanlış seçimleri
ve yaptıkları kötü ameller yüzünden bu ilâhî dostluğu elde
edemezler.
Allah, dalâlette olanların velîsi değildir. Bazıları Allah’ın gönderdiği
elçilere ve onların hak dâvetlerine rağmen sapıklıkta direnirler.
Allah bu kimseleri kendi sapıklıkları ile başbaşa bırakır,
onların başka bir velîsi de olmaz.253 Allah, kendisine karşı kulluk
etme noktasında büyüklük taslayan müstekbirlerin velîsi değildir.
254 Allah, kötülük yapanların, fenalıkta bulunanların dostu ve
yardımcısı değildir.255 Allah’tan gelen hakkı ve dini inkâr eden
kâfirler, Allah’ın dostluğunu kaybederler ve lânete uğrarlar.256
Kendilerine hakkı bâtıldan ayıran bir ilim, hak bir dâvet geldikten
sonra hevâ ve heveslerine (tutku ve arzularına) uyanlar
Allah’tan başka dost ve velî bulamazlar.257 Allah, iman nimetinden
sonra inkâra sapan ve dinde ikiyüzlü davranan münâfıkların
dostu (velîsi) değildir. Onlar yeryüzünde kendileri için bir yardımcı
da bulamazlar.258 Allah, inkâr ederek ya da şirk koşarak
hak dinden yüz çeviren, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen
ve yeryüzünde haksızlık yapan zâlimlerin velîsi değildir. Zâlimler
249] 7/A’râf, 196
250] 45/Câsiye, 19
251] 9/Tevbe, 116; 6/En’âm, 70; 18/Kehf, 26; 29/Ankebût, 22
252] 4/Nisâ, 45
253] 42/Şûrâ, 44; 17/İsrâ, 97
254] 4/Nisâ, 173; 45/Câsiye, 7-10
255] 4/Nisâ, 123
256] 48/Fetih, 22; 33/Ahzâb, 64-65
257] 2/Bakara, 120; 13/Ra’d, 37
258] 9/Tevbe, 74; 33/Ahzâb, 17
DOSTLUK
- 71 -
ancak birbirlerinin velîsi/dostudurlar.259 Allah, zâlimlere meyledenlere,
onları onaylayan, ya da destek olanlara da dostluk göstermez:
“Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, aksi halde
size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz yoktur. Sonra, (Allah
tarafından da) size yardım edilmez.” 260
Dostun Nitelikleri
Velâyette/Dostlukta Aranan Özellikler: Kur’an’ın haber verdiği
velîde/dostta bulunan nitelikleri, Kur’an’dan yola çıkarak belirleyebiliriz.
Zira dostu tanımadan istenilen hedefe ulaşmak mümkün
değildir.
a- Dost, dostunun sıkıntılarını gideren ve gelecek belâları önleyebilendir.
Böyle bir dost, sadece Yüce Yaratıcı’dır. Zira, bütün
ümitlerin kesildiği bir anda yardım etme imkânına sahip olan sadece
O’dur. 261
b- Dost, Yüce Yaratıcı’yı tanıtan, dünya ve âhiretle ilgili doğru
bilgiler veren, lehimize ve aleyhimize olanları tanıtarak doğru karar
vermede yardımcı olan, insanların sıkıntıya düşmesine üzülen,
yaratılanlara acıyan ve hatalarını affedendir.262 Böyle bir dost, rahmet
peygamberi ve diğer nebîler olabilir. 263
c- Allah’a ve Peygamberine gönülden bağlı olup Allah’ın
rızâsının dışına çıkmayan264 ve her konuda örnek olarak insanların
hayrını düşünen, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışan,
sevgisini ve buğzunu Allah için yapan, kötülüğü iyilikle önleyendir.
Böyle insanlar Allah’ın dostluğunu kazananlardır. Zira onların
hedefi, Allah’ın rızâsı ve sevgisini kazanmaktır. Bunlar, Kur’an diliyle
velî olanlar, Allah’ın velî kullarıdır.
d- İmanda birlik içinde bulunarak Allah’a, Peygamber’e ve
mü’minlere karşı gelebilecek tehlikeleri önlemede can ve mallarıyla
yardım içinde olabilenlerdir.265 Kur’an, bu durumda olanları
mü’min olarak değerlendirir.
e- Dostun dostluğu dünya menfaati ile sınırlı olmamalıdır.266
259] 42/Şûrâ, 8; 11/Hûd, 20
260] 11/Hûd, 113; Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 749-751
261] Bk. 58/Mücâdele, 22; 2/Bakara, 107, 120, 257; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45;
6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196
262] 5/Mâide, 55; 9/Tevbe,16
263] 9/Tevbe, 61, 128; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhân, 6
264] 3/Âli- İmrân, 110; 41/Fussılet, 34; 2/Bakara, 112; 6/En’âm, 4; 3/Âl-i İmrân,
150; 22/Hacc, 78
265] 60/Mümtehıne, 1, 8, 9; 8/Enfâl, 60; 9/Tevbe, 71; 3/Âl-i İmrân, 118
266] Bk. Ebû Dâvud, Büyû’, 78; krş. 10/Yûnus, 62
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 72 -
Dostların, birbirlerini Allah için sevmeleri gerekir. Böyle insanların
birbirleriyle olan sevgileri geçici bir menfaate dayanmaz. 267
Allah’ın velîsi/dostu olmanın da birtakım özellikleri belirtilir.
Allah dostu (velî ve evliyâ) olmanın birtakım özellikleri ve şartları
da vardır. Onları şöyle sayabiliriz:
a- Müslüman olmak,
b- Allah’a ve Peygamberine İslâm’ın istediği şekilde inanmak,
c- Namaz kılmak,
d- Zekât vermek,
e- Yaptıklarının hesabını verecek şekilde ihsan sahibi olmak. 268
Bu maddelerde özetlenen müslümanın vasfı dostluktur. Ondan
dosta yaraşacak hareketler beklenir. Müslümanın görevi, insanlara
Allah ve Rasûlünün yaklaştığı şekilde ve ölçüde yaklaşmaktır.
İslâm’ın tüm insanlara da tanıtılması gerekmektedir. Bir
müslüman, Allah’a vereceği hesabı ikinci plana alarak, maddî
çıkarlara öncelik verirse, Allah’ın istediği dostluğu ve kardeşliği
oluşturması mümkün değildir. Âyetlerin ortaya koyduğu dostluğu
ve kardeşliği sağlayacak insanlarda iman olmadan, sâlih amel ve
ihsan; amel olmadan da diğerlerinin istenen şekilde olması düşünülemez.
İnsanlar arasında istenilen dostluğun oluşması için,
Allah’ın aradığı takvâ özelliklerinin bulunması gerekir. Bu özelliklere
sahip olanların ellerinden ve dillerinden, yaratılanlara ancak
fayda gelir. İslâm’ın istediği budur.
Dost Olmak; Allah’a, Rasûlüne ve Mü’minlere
Allah ve Rasûlüne Dost Olmak: Allah ve Rasûlü, iman edenlerin
dostudur. Haliyle, iman edenler de, Allah’ı ve Paygamberini
kendilerine her şeyden ve herkesten önce dost edinmiş kimselerdir.
Dostun dosttan râzı olması, onu sevmesi, sevdiğini incitmemesi
gerekmektedir. İman eden insan, hakiki değer ve yüceliğin Allah
ve Paygamberinin dostluğunda olduğunu bilir. Onun çalışması
bu doğrultuda olur. Allah’ın rızâsı ve dostluğu verilen söze bağlılıkla
ve Hz. Peygamber’e tâbi olmakla oluşur. Böyle bir müslüman,
Peygamber’in şu sözüne tâbi olur: “Bana uyanlarla birlikte ben, özümü
Allah’a teslim ettim.”269 Bunun aksini düşünmek, günahkâr olmak
demektir. Rasûlüne tâbi olmak, Allah’ın sevmediği şeylerden
267] Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 65-66
268] 5/Mâide, 55-56; 2/Bakara, 112
269] 3/Âl-i İmrân, 20
DOSTLUK
- 73 -
uzaklaşıp, râzı olduğu şeylere yaklaşmakla olmaktadır. Nitekim
Hz. Allah, yahûdilerin kendilerini Allah’ın sevgilisi ve oğulları görmelerinden,
müşriklerin putları bir vâsıta kabul etmelerinden ve
hıristiyanların Hz. İsa’yı peygamberlikten ilâhlığa yükseltmelerinden
hoşlanmaz. Yüce Allah, sevdiği insanların böyle tehlikelerden
kurtulmaları için son peygamberinin emirlerini dinlemelerini ve
ona uymalarını ister: “(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız
bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.’ Allah
son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: Allah’a ve
Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri
sevmez.”270 Bu âyet, aynı zamanda dostluğun ve sevginin kuru bir
iddiâdan ibâret olmadığını, mutlaka bir bedel istediğini gösterir;
dostsanız, seviyorsanız, dostunuzu râzı etmeye çalışacaksınız.
Hz. Peygamber’in Allah’ın râzı olmayacağı bir şeyi yapması,
O’nun dostluğunun dışına çıkması mümkün değildir. İman
edenlerin de, peygamberlerine tâbi olarak hem Yüce Yaratıcı’nın,
hem de nebîsinin dostluğunu kazanmaları gerekmektedir.
Bu da, Peygamber’e tâbi olmakla mümkündür. Bu inanış, Hz.
Muhammed’in de (s.a.s.) insan olduğunu bilerek, bu çerçeve içinde
O’na uymadır. Yoksa onu kulluktan soyutlayacak bir kabul
değildir. Zira o, her şeyiyle bir insandır.271 Diğer insanlardan farkı,
ona vahiy gelmiş olmasıdır. 272
Dost, dostunun devamlı iyiliğini isteyendir. Bu açıdan bakıldığında,
yaratılanlara dostluğu, yardımı ve rahmeti sonsuz ve sınırsız
olan sadece Allah’tır. İkinci derecede velî/dost, Hz. Peygamber
ve mü’minlerdir. Allah Teâlâ, dostluğun temsilcisi olarak fıtrat
dini üzerinde olanları göstermektedir. Velî kavramını imanları istikametinde
değerlendirenler, Allah’ı ve Peygamberini, ana baba
ve kendi evlatlarından daha çok sevmektedirler. Bu tip insanlar,
Kur’an’ın emirleri doğrultusunda, Allah’ı râzı etmeye çalışırlar. 273
Süreklilik ve geçerlilik açısından hakiki dost; Allah, Peygamber
ve mü’minlerdir. Tevhid ekseni etrafında dönen velâyet/dostluk,
hakiki dostluğun odak noktasıdır.
Müslümanların Birbirleriyle Dostlukları: Allah, Kur’an’da
mü’minlerin kimlerle gerçek anlamda dost olabileceğini “velî”
kavramıyla açıklar. Müslümanların birbirleriyle olan ilişki ve dostluklarına
İslâm çok önem verir. Çünkü karşılıklı iyi ilişkiler, İslâm’ın
270] 3/Âl-i İmrân, 31-32
271] 18/Kehf, 110
272] 2/Bakara, 286; Remzi Kaya, a.g.e., s. 190-191
273] 58/Mücâdele, 21-22
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 74 -
güzel hasletlerini yaşamak için olmakta; üstünlük, Allah’ın emirlerini
yerine getirmede aranmaktadır. Bu duygu ve düşünce içinde
olan insanların hedefi, İslâm’ı yaşayıp tebliğ etmek ve insanlar
arasında barışı, sulh ve salâhı, müslümanlar arasında da kardeşliği
oluşturmaktan geçmektedir. Kardeşlik duyguları gelişmeden
Allah’ın istediği dostluk meydana gelmez. Bu yüzden Kur’an,
mü’minlerin karşılıklı iyi ilişkilerine çok önem vermektedir. Din
kardeşliği, kan kardeşliğinin önüne geçmektedir. İslâm, bir taraftan
ana baba ve akrabaların önemini belirtirken,274 diğer taraftan
küfrü imana tercih eden babayı, kardeşleri velî/dost edinmeyi
yasaklar.275 Dostluk ve kardeşliğin ancak tevhid inancı çevresinde
olacağını vurgulamış olur.
Kur’an, mü’minlerin birbirleriyle dostluklarını emretmektedir.
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve
Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz.”276; “Mümin erkekler ve mü’min
kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği (ma’rûfu) emrederler, kötülükten
(münkerden) alıkorlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne
itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Allah daima
Aziz’dir (üstündür), Hakim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).”277;
“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer topluluğu alaya almasın; belki de onlar,
kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki
onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın., birbirinizi
kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir!
Kim de tevbe etmezse işte onlar zâlimlerdir.”278; “Kim Allah’ı, Rasûlünü
ve iman edenleri velî/dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar
şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.”279; “Hep birlikte Allah’ın ipine
(Kur’an’a, İslâm’a) sarılın, parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın;
hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti
ve O’nun nimeti sâyesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz bir ateş
çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı...” 280
Kardeş, nesep ve din bakımından olmak üzere ikiye ayrılır. Din
kardeşliğinin hedefi, insanların mutluluğunu temindir. İslâm’ın istediği
dostluk ve kardeşlik ise, Allah korkusu ve sevgisi etrafında
odaklaşır. Bu tür kardeşliği İslâm’ın dışında başka bir dinde bulmak
mümkün olmaz. Diğer taraftan Hucurât sûresinde yer alan
âyetin ihtivâ ettiği kardeşlik, belirli bir bölgeyle sınırlandırılmaz.
274] 17/İsrâ, 23-24
275] 9/Tevbe, 23-24
276] 49/Hucurât, 10
277] 9/Tevbe, 71
278] 49/Hucurât, 11
279] 5/Mâide, 56
280] 3/Âl-i İmrân, 103
DOSTLUK
- 75 -
Dünyanın neresinde Allah ve Rasûlüne inanan bir müslüman varsa,
doğu-batı, kuzey-güney ayrımı gözetilmeden hepsi birbirinin kardeşi
ve dostudur. Zira bu kardeşlik, bütün müslümanların birleştiği
Allah’a ve Hz. Peygamber’e verilen bir ahittir. Bu kardeşliğin
maddî ve mânevî açıdan kuvvetli olabilmesi için, dostluğa mâni
alay, gıybet, kötü lakap, zan, ayıplama, gurur, kibir ve kardeşini
küçük görme gibi hallerden uzaklaşılması teşvik edilmektedir. 281
Hz. Peygamber döneminde kurulan İslâm kardeşliği öyle bir
noktaya gelmiştir ki, kendi evinde zarûret içinde kıvranan bir müslümanın,
diğer müslüman kardeşini kendine tercih etmesini sağlamıştır.
“Kendileri ihtiyaç/zarûret içinde bulunsalar bile onları (misâfir ve
muhâcirleri) kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden
korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”282 âyeti, müslümanın her
konuda din kardeşini kendisine tercih eder duruma getirdiğinin
delilini teşkil etmektedir. Bu durumdan Yüce Yaratıcı memnun
olmaktadır.283 Diğer taraftan İslâm’ın oluşturduğu kardeşlik ve
dostluk, yüz yirmi yıl birbirini öldüren iki düşman kabilenin kalplerini
yumuşatmış,284 vahşîlik, yerini sevgi, merhamet ve affetmeye
bırakmıştır.
Nesep bakımından olan kardeşlik, İslâm kardeşliğiyle pekiştirilirse,
akrabalar arasındaki dostluk ve sevgi daha da iyi olmaktadır.
Din kardeşliği olmadan meydana gelen yakınlık, tamamen
maddî çıkarlar üzerine kurulmaktadır. Böyle kardeşlerin mal mülk
için birbirlerine ne kadar hasım oldukları bilinmektedir. Kur’an’ın
haber verdiği Evs ve Hazrec kabilelerinin aynı ırka mensup kabileler
olduğu bilinir. Bunların aralarına giren düşmanlık yaklaşık 120
sene devam eder. Neticede İslâm’ı kabul etmeleri sâyesinde ırk ve
din bakımından kardeş olurlar. Konuyla ilgili insanların dikkatini
çeken Yüce Allah: “Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcasan,
yine de onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını
bulup kaynaştırdı.”285 buyurarak İslâm’ın nasıl bir rol oynadığını haber
vermektedir. Buna göre, insanlar arasında dostluğu kurmak,
yüzünü Hakk’a ve onun peygamberine çevirmekle mümkündür.
Nerede dünya sevgisi birinci sırayı almışsa, orada maddî çıkarlar,
kin ve düşmanlık da ilk sırayı almıştır. Kur’an’ın önemle üzerinde
durduğu İslâm kardeşliğinin ve dünya barışının oluşması, İslâm’ın
istediği dostluk ve kardeşliğin ilk sırayı almasıyla mümkün görülür.
281] 49/Hucurât, 11-12
282] 59/Haşr, 9
283] Bk. S. Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Terc. 10/15-17, hadis no 1327
284] 3/Âl-i İmrân, 103
285] 8/Enfâl, 63
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 76 -
Konuyla ilgili Hz. Peygamber’in insanlara birtakım uyarıları bulunmaktadır.
Bunlardan ilki Kur’an’ın; doğru ve yanlışı, dost ve
düşmanı tanımada mihenk taşı olmasıdır. 286
Kur’ân-ı Kerim’de Velî ve Velâyet
(Dost ve Dostluk) Kavramı
“Velî” kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an’da toplam 232 yerde
geçmektedir. “Velî” kelimesi, Kur’an’da 24 âyette geçer. Velî’nin
çoğulu olan “evliyâ” kelimesi ise 62 yerde kullanılır. “Velâyet” kelimesi
de iki âyette zikredilir. “Velî” kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de şu
mânâlara gelir: Dost,287 yardımcı ve taraftar,288 hâkim/vâli/yönetici/
sırdaş anlamında.289 Kur’an, bu son anlamda kullanılan velî ve
evliyâ kavramlarını kullanırken; bazı âyetlerde yine hâkim/vâli/yönetici/
sırdaş anlamına gelen “bitâne” ve “meveddet” gibi değişik
kavramları da kullanır. 290
Kur’ân-ı Kerim’de “velî” kelimesinin anlamlarını iki maddede
toplayabiliriz. a) Yandaş, taraftar, dost, b) Başkası adına onun
işlerini yöneten yetkili. “Velâyet” ve onun türevleri olan “velî”
ve “mevlâ” kavramlarının Kur’an’da kullanıldığı bütün yerlerde,
dostluk, sırdaş, yardımcı, taraftar, hâkim, vâli, yönetici, koruyucu,
sahip ve gözeten, yol gösterici, aydınlatıcı, mürşid, şefaat eden,
koruyucu ve yücelten gibi sıfatlarla birlikte kullanılarak velâyetin
mutlaka ilişkili olacağı kavramlara dikkat çekilmiş olduğunu görürüz.
“Bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah’ındır.
Sizin için Allah’tan başka bir velî/dost ve bir yardımcı yoktur.” 291
“Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar
da senden asla râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın
yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına
uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir velî/dost, ne de bir
yardımcı vardır.” 292
“Allah iman edenlerin velîsi (dostu ve yardımcısı)dır. Onları küfrün
karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları
ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan (ayırıp)
286] R. Kaya, a.g.e., s. 194-196
287] 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68; 4/Nisâ, 45, 76, 119, 5/Mâide, 55 vd
288] 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 122; 4/Nisâ, 139; 5/Mâide, 51; 9/Tevbe, 71 vd
289] 2/Bakara, 282; 3/Âl-i İmrân, 28; 9/Tevbe, 23; 18/Kehf, 26; 60/Mümtehıne, 1
vd
290] 58/Mücâdele, 22; 3/Âl-i İmrân, 118
291] 2/Bakara, 107
292] 2/Bakara, 120
DOSTLUK
- 77 -
karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada
(bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.” 293
“Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler. Kim
bunu yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur (artık O’ndan hiçbir şey beklemesin).
Ancak onlardan (gelebilecek bir zarardan) korunmanız (takıyye)
başkadır. Allah sizi kendisinin emirlerine karşı gelmekten sakındırıyor (Sakın
hükümlerine aykırı davranıp düşmanlarını velî edinerek O’nun gazabına
uğramayın). Dönüş, yalnızca O’nadır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de,
açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah
her şeye gücü yetendir.” 294
“... Allah, mü’minlerin velîsi/dostudur.” 295
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.
Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman
kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde
kardeş olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan
da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru
yolu bulasınız.” 296
“Ey iman edenler! Sizden olmayanı dost, sırdaş edinmeyin. Onlar sizi
şaşırtmaktan, size fenâlık etmekten geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi
isterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sînelerinin gizlediği (içlerinde
sakladıkları düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık,
eğer düşünürseniz.” 297
“Mevlânız (Dost ve sahibiniz) Allah’tır. O, yardımcıların en hayırlısıdır.” 298
“Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir velî/dost olarak
Allah yeter, yardımcı olarak da Allah kâfidir.” 299
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tâğut yolunda
savaşırlar. (Ey mü’minler!) siz şeytanın evliyâsı (velîleri, dost ve yandaşları,
ordusu olan kâfirler) ile savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” 300
“Kim Allah’ı bırakır da şeytanı velî/dost edinirse, elbette apaçık bir
ziyana düşmüş olur.” 301
“Münâfıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!
293] 2/Bakara, 257
294] 3/Âl-i İmrân, 28-29
295] 3/Âl-i İmrân, 68
296] 3/Âl-i İmrân, 103
297] 3/Âl-i İmrân, 118
298] 3/Âl-i Imrân, 150
299] 4/Nisâ, 45
300] 4/Nisâ, 76
301] 4/Nisâ, 119
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 78 -
Mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost, taraftar edinenler, onların yanında
izzet (güç, onur ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet,
yalnızca Allah’a aittir.” 302
“Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi
aleyhinize Allah’tan apaçık olan kesin bir delil vermek mi istersiniz?” 303
“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın;
günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü
Allah’ın cezası çetindir.” 304
“Ey iman edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları velî/taraftar, dost edinmeyin,
onlar birbirlerinin velîleridir/taraftarıdır. Sizden kim onları veli edinirse
o da onlardandır…” 305
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği
ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere
karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad
ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına
aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu
ve ilmi geniştir.” 306
“Sizin veliniz, ancak Allah, (O’nun) Rasûlü, rukû’ ediciler olarak namaz
kılan ve zekâtı veren mü’minlerdir.” 307
“Kim Allah’ı, Rasûlünü ve iman edenleri velî/dost edinirse (bilsin ki)
üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.” 308
“Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi
alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kâfirleri velî olarak tutmayın. Ve eğer
inanıyorsanız, Allah’tan ittika edin (korkup sakının).” 309
“Onlardan (Ehl-i Kitaptan) çoğunun, inkâr eden kâfirlerle dostluk ettiklerini
görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden
hazırladığı şey ne kötüdür. Durum şu ki, Allah onlara gazab etmiştir ve
onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar. Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve
Ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları (müşrik, kâfir, hıristiyan, yahûdi
ve münâfıkları) dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.
” 310
302] 4/Nisâ, 138-139
303] 4/Nisâ, 144
304] 5/Mâide, 2
305] 5/Maide, 51
306] 5/Mâide, 54
307] 5 Mâide, 55
308] 5/Mâide, 56
309] 5/Mâide, 57
310] 5/Mâide, 80-81
DOSTLUK
- 79 -
“De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen
Allah’tan başkasını mı velî/dost edineyim? De ki: ‘Bana müslüman olanların
ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah’a şirk/ortak koşanlardan olma!’
(denildi.)” 311
“... Gerçekten şeytanlar velîlerine/dostlarına sizinle mücâdele etmeleri
için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a şirk
koşan müşrik olursunuz.” 312
“Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin velîleri/dostları kıldık.” 313
“Sensin bizim Velîmiz! Bizi bağışla ve bize acı; Sen bağışlayanların en
iyisisin.” 314
“Şüphesiz ki benim velîm/koruyucum, Kitabı indiren Allah’tır. Ve O,
bütün sâlihlere/iyilere de velîlik/koruyucu ve kollayıcılık eder.” 315
“Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost
olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük bozgun ve fitne çıkar.”
316
“Ey iman edenler! Eğer iman yerine küfrü beğenip tercih etmişlerse
babalarınızı ve kardeşlerinizi bile velî/dost kabul etmeyin. Sizden kim onları
dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” 317
“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım
akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret,
hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan,
Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah
emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”
318
“Mümin erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği
(ma’rûfu) emrederler, kötülükten (münkerden) alıkorlar, namazı kılarlar,
zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet
edecektir. Allah daima Aziz’dir (üstündür), Hakim’dir (hüküm ve hikmet
sahibidir).” 319
“İyi bilin ki, Allah’ın velîlerine/dostlarına (evliyâullah), korku yoktur,
onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar, iman edenler ve takvâ
311] 6/En’âm, 14
312] 6/Enâm, 121
313] 7/A’râf, 27
314] 7/A’râf, 155
315] 7/A’râf, 196
316] 8/Enfâl, 73
317] 9/Tevbe, 23
318] 9/Tevbe, 24
319] 9/Tevbe, 71
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 80 -
sahibi olanlar (Allah’tan korkup sakınanlar)dır. Müjde, dünya hayatında
ve âhirette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik yoktur. Işte büyük
kurtuluş budur.” 320
“Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, aksi halde size ateş
dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz yoktur. Sonra (Allah tarafından
da) size yardım edilmez.” 321
“Dünyada ve âhirette benim Velî’m (yardımcım ve işimi deruhde eden)
Sen’sin. Beni müslüman olarak öldür ve sâlihler arasına kat.” 322
“... Onlar için O’ndan başka bir Vâlî (yardımcı, dost veya hükmü geniş
olan) yoktur.” 323
“... Eğer sana gelen bu ilimden sonra, onların hevâlarına/arzularına
uyarsan, işte o zaman Allah tarafından senin ne bir velîn/dostun, ne de
bir koruyucun vardır!” 324
“Onlar seni, sana vahyettiğimizden çevirip başka şeyi uydurmayı ve
Bize atfetmeyi istediler ki, o zaman seni öz dost edineceklerdi. Biz seni
sağlamlaştırmamış olsaydık, sen belki onlara biraz meyledecektin.” 325
“... Onların (Göklerde ve yerde olanların), O’ndan başka bir velîsi/yöneticisi
yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.” 326
“... Siz Beni bırakıp da şeytanı ve soyunu evliyâ/dostlar mı ediniyorsunuz?
Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır.” 327
“Kâfirler Beni bırakıp da kullarımı evliyâ/dostlar edineceklerini mi sandılar?
Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.” 328
“...Allah’a sarılın, bilin ki Allah sizin mevlânızdır (sahibinizdir). O ne
güzel mevlâ (sahip) ve ne güzel yardımcıdır!” 329
“İşte o gün, gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah’ındır.
Kâfirler için ise, o pek çetin bir gündür. O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp
şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun
bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana
gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma
320] 10/Yûnus, 62-64
321] 11/Hûd, 113
322] 12/Yusuf, 101
323] 13/Ra’d, 11
324] 13/Ra’d, 37
325] 17/İsrâ, 73-74
326] 18/Kehf, 26
327] 18/Kehf, 50
328] 18/Kehf, 102
329] 22/Hacc, 78; 66/Tahrim, 2
DOSTLUK
- 81 -
sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.” 330
“Seni tenzih ederiz (noksanlıklardan uzak tutarız), Sen bizim
Velîmizsin” 331
“Biz, dünya hayatında da, âhirette de sizin dostlarınızız.” 332
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O
zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki
yakın bir dost oluverir. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna
ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.” 333
“... Zâlimlerin hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur. Yoksa onlar Allah’tan
başka velîler/dostlar mı edindiler? Hâlbuki velî/dost ancak Allah’tır.” 334
“Allah’a saygı duyup kötülükten sakınanlar (müttakîler) müstesnâ olmak
üzere, (dünyada iken kötülükte) dost olanlar, o gün birbirlerine düşman
kesilirler.” 335
“...Zâlimler için hiç bir velî/dost ve yardımcı yoktur.” 336
“...Onlar, Allah’a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler
birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.” 337
“Allah, iman edenlerin mevlâsı/yardımcısıdır. Kâfirlere gelince, onların
mevlâsı (yardımcısı) yoktur.” 338
“Muhammed Allah’ın Rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da
kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...” 339
“Mü’minler ancak kardeştir” 340
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları,
kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla
dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve
katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan
cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş,
onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah’ın
tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın
330] 25/Furkan, 26-29
331] 34/Sebe’, 41
332] 41/Fussılet, 31
333] 41/Fussılet, 34-35
334] 42/Şûrâ, 8-9
335] 43/Zuhruf, 67
336] 42/Şûrâ, 8
337] 45/Câsiye, 19
338] 47/Muhammed, 11
339] 48/Fetih, 29
340] 49/Hucurât, 10
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 82 -
tarafında olanlardır.” 341
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları
dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara
sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan
dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda
savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi
gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim.
Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi
ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle
uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” 342
“Olur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk meydana
getirir. Allah, gücü (her şeye) yetendir, çok bağışlayan, çok merhamet
edendir.” 343
Kur’ân-ı Kerim’de Arapların İslâm’dan önceki dönemde birbirinin
düşmanı oldukları hatırlatılarak Allah’ın onların gönüllerini
uzlaştırdığı ve böylece İslâm dini sâyesinde dost ve kardeş oldukları
bildirilmiştir.344 Kur’an’da sosyal barış ve uzlaşma, “Mü’minler
ancak kardeştir,”345; “Mü’min erkekler ve mü’min hanımlar birbirinin
velîleri/dostlarıdır.”346 gibi ifadelerle hükümlere bağlandığı için müslümanlar
arasında düşmanlığın zuhur etmesine yol açacak tutum
ve davranışların önlenmesi, kardeşlik ve dostluğun pekişmesi için
tedbirler getirilmiştir. Nitekim çeşitli maddî ve mânevî hakların
korunmasına yönelik ahlâkî, hukukî ve siyasî tedbirlerin öngörülmesi
yanında; toplumda düşmanlık duygularının kabarmasına yol
açacak kötülükler de yasaklanmıştır.
İslâm, kelime olarak, “barış” anlamına gelen “silm”, “selâm”
ve “selâmet”le aynı kökü paylaşır. Dolayısıyla “İslâm”ın kelime
olarak anlamlarından biri de “barış”tır. Tüm insanlar, fitneyi terk
edip Allah’ın dini olan İslâm’a teslim olsalar, her taraf selâmete
kavuşup tümüyle barış ve kardeşlik hüküm sürer.
“Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”347;
“Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah
yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” 348
341] 58/Mücâdele, 22
342] 60/Mümtehine, 1-2
343] 60/Mümtehine, 7
344] 3/Âl-i İmrân, 103
345] 49/Hucurât, 10
346] 9/Tevbe, 71
347] 7/A’râf, 27
348] 2/Bakara, 45
DOSTLUK
- 83 -
Peygamber ve Onun Yolunu İzleyenler Dışındakileri Dost
Kabul Edenler, Âhirette Büyük Pişmanlık Duyacaklar: “İşte o gün,
gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah’ındır. Kâfirler için ise, o
pek çetin bir gündür. O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke
o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı
dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten
beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra)
yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.” 349
O Gün Dostlar, Düşman Kesilecek: “Allah’a saygı duyup kötülükten
sakınanlar (müttakîler) müstesnâ olmak üzere, (dünyada iken kötülükte)
dost olanlar, o gün birbirlerine düşman kesilirler.” 350
Başta Yahûdiler Olmak Üzere Ehl-i Kitab’ın Çoğu, Kâfirlerle/
İnkârcı Ateistlerle Dostluk Ederler: “De ki: ‘Ey Kitab ehli! Dininizde
haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran
ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın. İsrâiloğullarından
kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun
sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmaları, taşkınlık yapmalarıdır.
Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun
yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk
ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden
hazırladığı şey ne kötüdür. Durum şu ki, Allah onlara gazab etmiştir ve
onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar. Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve
Ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları dost edinmezlerdi; fakat onların
çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.” 351
Tâğutları Velî/Dost Edinmek: “Allah iman edenlerin velîsi (dostu
ve yardımcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)
a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları
olan İslâm’ın) nûrundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş
ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî
kalıcıdırlar.”352 Zulumât, yani karanlıklar, gözlerin eşyayı idrâk ve
onun varlığını tespite engel olduğu için küfre örnek olarak zikredilmiştir.
Zira aynı şekilde küfür de kalp gözlerinin imanın hakikatini
ve kendi akıl ve ruh sağlığını idrâke engel teşkil etmektedir.
Bu sebeple Allah, kullarına kendisinin mü’minlerin velîsi olduğunu,
onlara imanın hakikatini, yollarını ve kaynaklarını, delillerini
gösterdiğini, onları hidâyete erdirdiğini, küfrü gerektiren
şeyleri giderip kalp gözlerinden karanlık perdelerini kaldırarak
349] 25/Furkan, 26-29
350] 43/Zuhruf, 67
351] 5/Mâide, 77-81
352] 2/Bakara, 257
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 84 -
kendilerini şüpheleri giderecek delillere muvaffak kıldığını haber
verir. Sonra, vahdâniyetini inkâr eden küfür ehlinden de haber vererek;
onların velîlerinin, yardımcı ve savunucularının, Allah’ı bırakarak
tapındıkları putlar ve kendisine şirk koştukları kimselerden
ibaret tâğutlar olduğunu ve bu tâğutların onları iman nurundan
çıkararak basîretlerini kör edip iman ışığının hakikatlerini, delil
ve yollarını görmelerine engel olan küfrün şüphe karanlıklarına
iteceklerini ifade ederek tâğutların velî edinilmemesini tâlim buyurmaktadır.
Tâğutlar, itikatlarına uygun olarak insanları sırât-ı müstakîmden
çıkarır, karanlıklara çekerler. Çünkü onlar aydınlıkta iş yapmak istemezler.
Her tuttuklarını, aksine ve tersine sürüklerler. Devamlı
karanlığa, gidilmedik çıkmaz sokaklara giderler. Akıl, mantık ve
ilmi sevmezler; düşünceyi suç sayarlar, tefekküre giden yolları
tıkarlar, fikirleri ve irâdeleri ifsâd eder, ahlâkları bozar, ardına
taktıkları kimseleri, içinden çıkılmaz belâlara sürüklerler. Allah’a
iman etmeyen kâfirler, tâğutlara küfür bile etseler, yani hiçbir
kulpa yapışmayıp kendi kendilerine kalmak isteseler bile yeni
tâğutların tasallutundan kurtulamayacak, her durumda tâğutlara
takılmaya mecbur olacaklardır. Çünkü insanın toplumsuz, emirsiz,
yasaksız yaşaması mümkün olmadığından Allah’ın teklifini,
Allah’ın emirlerini dinlemeyenler, kesinlikle tâğutların emirlerine
mahkûm olacaklardır. İşte bu sebeple Allah Teâlâ, mü’minlerden,
kendisini inkâr eden ve imanın hakikatini idrâke engel olan, dost
edinmek sûretiyle peşinden gidenleri küfrün karanlıklarına çekecek
olan tâğutu velî edinmemelerini istemektedir. Çünkü tâğutun
velîlerinin kâfirler olduğunun haber verilmesi, mü’minlerin
Allah’ın koyduğu hudûdu aşan, kendilerini veya düzenlerini
Allah’ın nizamına alternatif olarak sunan tâğutları velî/dost kabul
etmesi, aklın ve mantığın da mümkün görmeyeceği bir çelişkidir.
Çünkü “Allah, bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır.”353
Kişi ya Allah’ı ve Allah’ı sevenleri, Allah tarafından sevilenleri dost
kabul edecek; ya da tâğutları dost kabul ederek Allah’ın dostluğunu,
yani mü’minliği kaybedecektir.
Allah’ın Düşmanlarını ve Mü’minlerin Düşmanlarını Dost
Edinmek: “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız
olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken,
onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan
dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim
yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl
sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da
353] 3/Ahzâb, 4
DOSTLUK
- 85 -
bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar
sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle
uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” 354
Zâlimlerle Dostluk: Kur’an, hiç bir şekilde zâlimlerle dostluğa
izin vermez. “...Zâlimler için hiç bir velî/dost ve yardımcı yoktur.”355; “...
Onlar, Allah’a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin
dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.”356; “...Zâlimler
hâriç (hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.” 357
Onursuz Kâfirleri Dost Edinenler, İzzet ve Şerefi Onların Yanında
mı Arıyor? “Münâfıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu
müjdele! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında
izzet (güç, onur ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca
Allah’a aittir.”358; “Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki izzet ve şerefin hepsi
Allah’ındır...”359; “...İzzet, üstünlük ancak Allah’ın, Peygamberinin ve
mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” 360
Mü’minlerin Kâfirleri Velî/Dost Edinmesi: İslâm dini, insana,
insan olma hak ve hürriyetini en doğru ve âdil şekilde veren ve
herkese insanca muâmele edilmesini emreden ilâhî bir dindir. Bununla
beraber bu dinin, müslümanları gayr-ı müslimlerin bâtıl
inanç ve sultası altına bırakmayacağı da açıktır. Nitekim Kur’an,
müslümanların, İslâmî nizama halel getirecekleri ve müslümanları
doğru yoldan saptıracakları endişesiyle sırlarına vâkıf olacak şekilde
gayr-ı İslâmî unsurlarla samimiyet kurup dost ve ahbap olmalarını
uygun görmemiştir.
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları,
kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla
dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı
yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir...” 361 “Ey iman
edenler! Eğer iman yerine küfrü beğenip tercih etmişlerse babalarınızı ve
kardeşlerinizi bile velî/dost kabul etmeyin. Sizden kim onları dost edinirse,
işte onlar zâlimlerin kendileridir.”362; “Mü’minler mü’minleri bırakıp da
kâfirleri velî/dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş
354] 60/Mümtehine, 1-2
355] 42/Şûrâ, 8
356] 45/Câsiye, 19
357] 2/Bakara, 193
358] 4/Nisâ, 138-139
359] 35/Fâtır, 10
360] 63/Münâfıkûn, 8 ve yine bk. 10/Yûnus, 65
361] 58/Mücâdele, 22
362] 9/Tevbe, 23
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 86 -
olur (artık O’ndan hiçbir şey beklemesin)...” 363
Bu ve benzeri âyetler, çok net bir üslûpla, mü’min sayılmak
için her çeşit müşrik ve kâfiri velî edinmekten kaçınmanın şart
olduğunu ifade etmektedir. Allah sevgisiyle Allah düşmanlarının
sevgisini kalbinde birleştirmesi mümkün olmadığından kâfirleri
velî edinmek mü’mine yakışmaz. Allah’ı seven, O’nun düşmanlarına
buğzetmek zorundadır. İmanla küfür arasında hiçbir yakınlık
ve ilişki yoktur. Âyetler, kâfir ve müşriklere karşı muhabbet ve
samimî dostluk gösterilmesine müsâade etmediği gibi, sorumluluğunu
onlara bırakıp onları yönetici kabul etmelerine de izin vermez.
Allah Teâlâ, mü’minleri, Allah’ın âyetlerini inkâr eden veya
onlarla alay eden kâfirlerle birlikte oturmayı yasaklamakta364 ve
onların dünyadaki konforlarına ve servetlerine bakıp imrenmekten
de nehyetmektedir: “Sakın kendilerini denemek için onlardan bir
kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin
(âhiretteki) rızkı hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir.” 365
Kâfirleri dost kabul etmemek, onlarla devamlı kavgalı ve
savaş şartları içinde yaşamak değildir. Mü’minler, kâfirlere karşı
güzel davranış, adâlet ve ihsan ile hareket etmekten men edilemezler.
Çünkü kâfirleri velî edinmemek başka; onlara karşı hüsnü
muâmele, adâlet ve ihsan ile hareket etmek daha başka bir şeydir.
Haklara riâyet verilen sözde durmak, ciddiyet, merhamet ve imanın
gereği olan her çeşit güzel huylar müslümanın şiarıdır. Fakat
mü’minin her şeyden önce din ve imanında samimi olması gerekir.
Allah’tan başkasına nefsini teslim etmeyecek olan mü’minin,
kendisini herhangi bir sebepten dolayı kâfirlerin dostluğuna
kaptırması, imanına ve ciddiyetine aykırıdır. Dünyevî hususlarda
kâfirlerle zâhiren güzel davranış ve insanî ilişkilerde bulunmak
haram değildir. Ama onlara meyletme, günahta yardım etme ve
onlara arka çıkma mânâsında kâfirleri velî/dost edinmek, meselâ
akrabalık sebebiyle bu tür yakınlık, küfrü icap ettirmese bile haram
kabul edilmiştir. Çünkü bu anlamda kâfir kimseyi sevmek, bazen
mü’mini onun yolunu güzel görmeye ve dinine râzı olmaya
cezbedebilir. Bu da onu İslâm’dan çıkarır.
“Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler...”366
hitâbından maksat, onlarla her türlü dünyevî ilişkileri kesip devamlı
düşmanca davranmak değil; onların hükümranlıklarını ve
yönetim şekillerini desteklemek, müslümanların sırlarını onlara
363] 3/Âl-i İmrân, 28
364] 4/Nisâ, 140
365] 20/Tâhâ, 131
366] 3/Âl-i İmrân, 28
DOSTLUK
- 87 -
ifşâ ve müslümanların aleyhine onlarla ittifak edecek şekilde gönül
dostu olmak ve onların inançlarını benimsemekle olur.
Mü’minlerle kâfirler arasındaki velâyet ilişkisini durum ve
şartlara göre mubah, haram ve küfür olmak üzere üç kategoride
ele almak mümkündür:
1- Mubah sayılan ilişki: Kalben sevgi ve muhabbet beslemeksizin
insan olmaları hasebiyle dünyevî hususlarda zâhiren güzel ilişkilerde
bulunmak ve insan haklarına saygılı davranarak adâletle
muâmele etmek.
2- Haram sayılan velâyet: Dinlerinin bâtıl olduğunu kabul etmekle
birlikte akrabalık veya kişisel muhabbet sebebiyle kâfirlerle
karşılıklı olarak yardımlaşmak, işbirliği yapmak ve onlara meyletmek
şeklinde ortaya çıkan velâyet, yani dostluktur. İşte bu durum,
küfrü gerektirmese de şer’an yasaklanmıştır. Zira bu çerçevede
birbirleriyle ilişkiyi sürdürmek, bazen mü’minlerin onların yolunu
benimsemesine ve dinlerine rızâ göstermesine sebep olabilir. Bu
da neticede kendilerini dinlerinden çıkarabilir.
3- Küfrü gerektiren velâyet: Kâfirlerin dinlerini ve yaşantılarını
benimseyip kalben onlara sevgi ve muhabbet göstermek,
mü’minlerin aleyhine onlara arka çıkmak, mü’minlerin gizli ve
mahrem sırlarını onlara ifşâ edecek şekilde onları velî/dost edinmektir.
Bu, onların küfrünü tasvip etmek ve ona râzı olmak anlamına
gelir. Küfrü tasvip ve küfre rızâ, küfür olduğundan, onlarla
bu çeşit velâyet/dostluk ilişkisi kurmak küfrü gerektirir. “Ey iman
edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin...
Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim
bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur.”367; “Sen, zikrimize iltifat etmeyen
ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.” 368
İman edenler, bütün dünya görüşlerini ve hayatlarını tanzim
edecekleri esasları Kur’an’dan almaları gerektiği gibi; sevgi, muhabbet,
buğz ve nefret ölçülerini de Kur’an’dan almak zorundadırlar.
Allah’ın dini, tevhid dini olduğuna göre mü’minin muhabbet
ve dostluğu, yalnız bu dairenin içerisinde cereyan etmelidir.
Hem Allah’ı, hem de O’nun düşmanlarını sevmek, mantıkî bir çelişkidir.
369
Düşmanlıkta Aşırı Gidilmemesi, Düşman Bir Toplumun Bir
Gün Dost Olabileceği: “Olur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasında
367] 60/Mümtehine, 1
368] 53/Necm, 29
369] Mikdat Öccü, Kur’an’da Velî ve Velâyet, s. 95-96
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 88 -
yakında bir dostluk meydana getirir. Allah, gücü (her şeye) yetendir, çok
bağışlayan, çok merhamet edendir.”370 Bu âyette Allah, düşmanlıkta
aşırı gidilmemesini, düşman bir toplumun, bir gün dost olabileceğini
bildirmiştir. Nitekim Peygamber’in ve müslümanların can düşmanı
olan Mekke ve çevresi müşriklerinin çoğu sonradan İslâm’a
girmişler, onların çocukları, Allah yolunda cihad eden mü’minler
olmuşlardır. Böylece âyette belirtilen ilâhî vaad gerçekleşmiştir.
Bizim için de aynı uyarı geçerlidir ve aynı netice mümkündür. O
yüzden müslümanlar, düşmanlarına karşı ölçülü olmaya, aşırı düşmanlıktan
sakınmaya, adâlet ve insafa yöneltilir.
Peygamberimiz (s.a.s.) de bu konuda şöyle buyurur: “Sevdiğini
ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine de ölçülü buğz et; bir
gün dostun olabilir.” 371
Kişinin günah ve haksızlık yapmasına sebep olan her şey, düşman
sayılır. Kişi için en tehlikeli düşman ise dost gözüken düşmandır.
Allah’a yaklaştıran her şey mü’minin dostu, Haktan uzaklaştıran
her şey de onun düşmanıdır. Müslüman, eşi ve çocuklarıyla
ayrıca iman kardeşliği oluşturmalı ki, onlarla gönülden samimi
bağ, candan sevgi oluşsun.
Düşmanı Yakın Bir Dost Haline Getirmek İçin Güzel Tavır: “İyilikle
kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman
(görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir
dost olur.”372 Bu âyete göre kötülük, en güzel haslet ne ise onunla
önlenmelidir. Bu davranış, her kişinin değil; er kişinin yapabileceği
özelliktir: “Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak
(hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.”373 Bu âyetlere
göre müslümanların hareketleri hasene (iyilik), kâfirlerinki ise seyyie
(kötülük) şeklinde nitelendirilir. Fahreddin Râzî, âyette geçen
“(hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse”leri, yüksek ahlâkî erdemlere
sahip kişiler olarak anlar ve bu âyetlerin, insanlara hakkı kabul ettirmeye,
onları düşmanlıktan vazgeçirmeye yönelik dâvet ve irşad
faâliyetlerinde sabır, sevgi ve hoşgörü ile davranmanın önemini
ortaya koyduğunu belirtir.374
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.
Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman
kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde
370] 60/Mümtehine, 7
371] Tirmizî, Birr 60
372] 41/Fussılet, 34
373] 41/Fussılet, 35
374] Mefâtihu’l-Gayb, 41/Fussılet, 35 âyetinin tefsiri
DOSTLUK
- 89 -
kardeş olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan
da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru
yolu bulasınız.” 375
“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın;
günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü
Allah’ın cezası çetindir.” 376
“Ey iman edenler” Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları
dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara
sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan
dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda
savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi
gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim.
Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi
ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle
uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” 377
Bu âyetlerde mü’minlere hitâben hem Allah’ın, hem de
kendilerinin düşmanı olan, Allah’tan gelen hakkı inkâr edenleri
dost edinmemeleri, onlara sevgi beslememeleri; şayet onlar
mü’minlere gâlip gelseler, yaman düşman kesilip elleriyle, dilleriyle
mü’minlere zulmedecekleri ve onların inkâr etmelerini isteyecekleri;
âhirette akrabanın veya çoluk çocuğun bir faydası olmayacağı
belirtilmektedir.
Hadis-i Şeriflerde Velâyet/Dostluk
“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” 378
“Dostunu/sevdiğini ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine
de ölçülü buğz et; bir gün dostun olabilir.” 379
“İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için
düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.”
380
“Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat
etsin!” 381
375] 3/Âl-i İmrân, 103
376] 5/Mâide, 2
377] 60/Mümtehine, 1-2
378] Ebû Dâvud, 3, hadis no: 4599
379] Tirmizî, Birr 60
380] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî,
El-Kebîr
381] Tirmizî, Zühd 45 hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 90 -
“İnsan, dostunun dinindedir. Bundan dolayı dost edineceği kişiye dikkat
etsin.” 382
“Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir; tanışıp uyuşanlar birleşir,
uyuşmayanlar ayrılır.” 383
“Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde
ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama” 384
“İnsan, sevdiği ile beraberdir.” 385
“Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı
ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına
rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azabından hiçbir
şekilde kurtarmak mümkün olmaz.” 386
“Ben, müşrikler arasında ikamet eden her müslümandan berîyim/uzağım.”
Ashâb; “Niçin yâ Rasûlallah?” diye sorunca, şöyle buyurdu:
“Çünkü o ikisinin ateşi birbirini görmez.” 387
“Kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikamet ederse, o da
onun gibidir.” 388
“Sakın zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs
etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin,
birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları,
Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir.
Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik etmez. Kişiye kötülük
olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın
canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve
kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha,
birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun.
Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.” 389
“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selâmını almak, hasta
ziyaretine gitmek, cenâzesine katılmak, dâvetine icâbet etmek, aksırınca
‘yerhamukelllah’ demek.” 390
382] Riyâzü’s-Sâlihîn, 1/398
383] Buhârî, Enbiyâ, 3; Müslim, Birr 159
384] İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin
Hanbel, 3/225
385] Müslim, Birr 161
386] Tirmizî, Zühd 64
387] Ebû Dâvud, III/45, hadis no: 2645
388] Ebû Dâvud, III/93, hadis no: 2787
389] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud,
Edeb 40; Tirmizî, Birr 18
390] Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4; Ebû Dâvud, Edeb 98
DOSTLUK
- 91 -
“Nefsim yedinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete
giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” 391
“Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte
mü’minlerin misâli, bir bedenin misali gibidir. Ondan bir uzuv rahatsız
olursa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve harâretle ona ortak olurlar.”
“Aziz ve celil olan Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle diyecek; ‘Benim
celâlim adına birbirlerini sevenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin
bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim.” 392
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celâlim adına birbirini sevenler var
ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler
bile onlara gıpta ederler.” 393
“Allah, bir kulu sevdiğinde, o kulu meleklere de insanlara da sevdirir.
Bir kula buğzedince de meleklere ve insanlara da o kula karşı buğzettirir.”
394
“Allah’ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir, ne
şehidlerdir. Üstelik kıyâmet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği
sebebiyle peygamberler ve şehidler onlara gıpta ederler.” Orada bulunanlar
sordu: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, onlar kimdir, bize haber verir
misin?’ “Onlar, aralarında kan bağı ve dünya menfaati için birbirlerine
bağlı olmadıkları halde, Allah’ın nûru (Kur’an) adına birbirlerini sevenlerdir.
Allah’a yemin ederim ki onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir
nur üzeredirler. Halk korkarken onlar korkmazlar; insanlar üzülürken
onlar üzülmezler.” Ardından da şu âyeti okudu: “İyi bilin ki, Allah’ın
velîlerine/dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” 395
“Kişi (kıyâmet gününde) sevdiğiyle beraberdir.” 396
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede
yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını görürse, Allah da onun ihtiyacını
görür. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da o sebeple
onu kıyâmet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanın ayıbını
örterse, Allah da onun ayıbını kıyâmet gününde örter.” 397
391] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66; Kütüb-i Sitte Terc. 10/133
392] Müslim, Birr 37, hadis no: 2566
393] Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139
394] Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim, Birr 157
395] 10/Yûnus, 62, Ebû Dâvud, Büyû’ 78, hadis no: 3527; Kütüb-i Sitte Terc.
10/142
396] Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 165; Kütüb-i Sitte Terc. 10/44
397] Ebû Dâvud, Edeb 46, hadis no: 4893; Tirmizî, Hudûd 3, hadis no: 1426;
Kütüb-i Sitte Terc. 10/147; Benzer bir hadis için bk. Müslim, Zikr 38, hadis
no: 2699; Kütüb-i Sitte Terc. 10/149
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 92 -
“Din nasihatten ibarettir!” Yanında bulunanlar; ‘kim için ey
Allah’ın Rasûlü?’ diye sormaları üzerine, şöyle buyurdu: “Allah
için, Peygamber için, müslümanların imanları ve hepsi için! Müslüman,
müslümanın kardeşidir. Ona yardımını kesmez; ona yalan söylemez; ona
zulmetmez. Her biriniz, kardeşinin aynasıdır. Onda bir rahatsızlık görürse
bunu onda izâle etsin (gidersin).” 398
Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin
Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır
Düşmanlık ve dostluk, “Lâ ilâhe illâllah”ın ayrılmaz bir özelliğidir.
Dinin temeli ve özü olan bu kelime, aynı zamanda dost ve
düşmanlığı da belirler. Dostluğun temeli sevgi, düşmanlığın temeli
buğz ve kindir. Din de sevgi ve buğzdur; kabul ve reddir. Bundan
dolayı, kâfirlerle dostluk; Allah’ın dostluğunu kaybettiren,
O’nunla ilişiğinin kesilmesini gerektiren399 büyük bir suç olduğu
gibi, dalâlettir/doğru yoldan sapmaktır400, zâlimlerden olmaktır401
ve kâfirler safına geçmek, “onlardan olmak”tır.402 Allah’a düşmanlık
yapanları, Allah’ın düşmanlarını dost kabul etmek; Allah’ın
düşmanlığını kazanmak ve imanı küfre değişmektir. Kâfirleri
düşman kabul edip onlardan uzak durmak, İslâm akîdesinin bir
parçasıdır. “Tâğutu reddedip (yaptığı olumlu şeyleri) inkâr etmek”
olmadan Allah’a iman, yeterli değildir, eksiktir, insanı kurtarmaz.
“Kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, o kesinlikle kopması mümkün
olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmıştır.”403 Tâğuta küfretmeyen,
yani onu inkâr edip reddetmeyen kimse, asla mü’min olamaz.
Tâğut ise, Allah’tan başka, O’na alternatif olarak ortaya konan
düşünce, hayat görüşü, sistem, kişi veya şeytanlardır. Allah’ın dışında
ve O’na rağmen uyulan, kendisine tâbi olunan, arzulanan,
ya da kendisinden çekinilip korkulan her şeydir.
Kişi, tevhid kelimesini gönülden benimseyip diliyle ikrar etmekle,
câhiliyye ve şirk inançlarının tümünü reddettiğini, şuurlu
bir şekilde onlardan uzaklaştığını göstermektedir. Aynı şekilde,
tevhidi benimsediği için, artık câhiliyye insanından, her çeşit müşrikten
de sevgi, bağlılık, itaat ilişkilerini koparması, yani onlara
dostluk sayılabilecek davranışlardan kaçınma sözü vermiş olmaktadır.
O, kendi safını ve cephesini belirlemiş olmaktadır. Allah’ın ve
O’nun sevdiklerinin tarafını tuttuğu için; kâfirlerden yüz çevirmek
398] Tirmizî, Birr 17, 18, hadis no: 1928; Müslim, İman 95
399] 3/Âl-i İmrân, 28
400] 60/Mümtehine, 1
401] 9/Tevbe, 23; 60/Mümtehine, 9
402] 5/Mâide, 51
403] 2/Bakara, 256
DOSTLUK
- 93 -
ve onlarla ilişkiyi kesmek zorunluluğu hissedecektir. “Onun için sen
zikrimize (Kur’an’a) iltifat etmeyip sırt çeviren ve dünya hayatından başka
bir şey istemeyenlerden yüz çevir.” 404
Allah’tan başka ilâh olmadığına dair şehâdetin ve tanıklığın
gerçekleşmesi için, kişi sevdiğini sadece Allah için sevecek, buğzettiğine
de Allah için buğzedecektir. Dost ve velî edindiği kimseyi
Allah rızâsı için dost edinecek, düşman kabul ettiklerini de,
onlar Allah’a karşı oldukları için düşman tanıyacaktır. Müslüman,
Allah’ın sevdiklerini sevecek, O’nun gazab ettiklerine, buğzettiklerine
de buğzedecektir. Nerede bulunursa bulunsun, her çeşit
kâfire düşmanlık gösterecek, onun velâyetini tanımayacaktır. Bu
kâfir, en yakını/akrabası bile olsa, onu dost kabul edip sevemeyecektir.
Rasûlullah (s.a.s.) buyurmuştur ki: “İman ipinin (kulpunun) en
güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek
ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.”405 İbn Abbas şöyle der:
“Kim Allah için sever, Allah için buğzeder ve Allah için dostluk ve
velâyet yetkisini kullanır, Allah için düşmanlık beslerse, o kimse bu
yaptıkları sâyesinde gerçekten Allah’ın dostluğuna erişir (Allah’ın
dostluğunu velîliğini kazanmış olur). Bir kimse de, bu nitelikleri
taşımadığı sürece, ne kadar çok namaz kılıp oruç tutsa da, imanın
hazzına ve tadına erişemez. Çünkü böyle insanlarla olan kardeşliğini
(münâsebetini) sırf dünya ilişkilerine bağlamıştır. Böyle bir hal
ise kişiye asla hiçbir şey kazandıramaz.” 406
Mü’min, bazı dünyevî ilişkiler kurmak, alış-veriş yapmak
mecbûriyetinde de olsa, yardımlarını da görse, hâkimiyetleri altında
da bulunsa, tüm kâfirleri sevilen dostlar edinmeyecektir.
Kâfirleri düşman kabul etmek, bazı görevleri yerine getirmeyi zorunlu
kılar. Onları düşman kabul eden kimse, kâfir ve münâfıkları
taklit edemez, onlara benzeyemez. Onlara benzeyen, onları yüceltmiş,
onlardan olmuş olur. 407
Her din ve ideolojinin dostluk ve düşmanlık anlayışı kendine
hastır: Komünizmin, enternasyonalizmin, hümanizmin
dost-düşman anlayışı kendi bâtıl dinleri, yani ideolojileriyle ilgilidir.
Kendi yoldaşları onlar için sınır tanımaz dost; kendi ulusu,
farklı ideolojiye mensupsa düşmandır. Nâzım Hikmet’in deyişiyle
404] 53/Necm, 29
405] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî,
El-Kebîr
406] Hilyetü’l-Evliyâ, 1/312
407] Tirmizî, hadis no: 2696
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 94 -
“Vatanım rûy-ı zemîn, milletim nev-i beşer” anlayışı. (Müslümanın
vatanı, İslâm’ın hâkim olduğu yer, yani dâru’l-İslâm; milleti,
bütün Muhammed ümmeti, yani tüm müslümanlar olmalı.) Batı
dünyasının ve özellikle ABD’nin dostluğu düşmanlığı yok, çıkarları,
ülke menfaatleri vardır. Ama, bununla beraber, onları bizden
ve hatta onlardan iyi tanıyan Rabbimiz’in hükmü: “Onların
milletine/dinine uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı
olmayacaklardır.”408 Batıyı örnek almaya çalıştığı halde ne batılı olabilen
ne doğulu kalabilen ülkelerdeki dostluk-düşmanlık anlayışı
da kaypak mı kaypaktır. Tarih kitaplarına bile bu renksiz ve kimliksiz
bakış yansır. “Düşmanlar, ülkeyi işgal etti, düşmanlar şunları
yaptı...” Ama, düşmanların kim olduğu net değildir. Kurtarıcılar,
ülkeyi düşmanlardan kurtardılarsa, düşmanların işgal ettiğinde
uygulayacakları kanun, ahlâk, eğitim vb. icraat niye onlardan
daha katı ve baskıcı şekilde uygulanır ve İslâm birinci tehlike ve
büyük düşman ilân edilir? Bu kimliksiz yaklaşım, hangi ülkelerle
dost, hangileriyle düşman olunduğu belli olmayacak zikzaklar çizen
tavırları getirir... Irkçı milliyetçilere göre dostluğun ölçüsünü
kan belirleyecektir. Düşman da başka ırklardır: “Türk’e Türk’ten
başka dost yoktur!”, “her şey Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından!”,
“Tanrı Türkü korusun!”
Mü’min için ölçü nettir: Allah için sevgi, Allah için buğz; Allah
için dostluk ve Allah için düşmanlık. Dost, gerçek Velî’ye, ölümsüz
Dost’a bizi yaklaştıran; düşman da, bizi O’ndan uzaklaştırandır.
Allah’ı gerçek anlamda “tek dost” kabul eden, hiç O’nun düşmanlarını,
O’na dost olamayanları sevebilir mi?! “Ey iman edenler!
Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven,
mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu
bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın
kınamasından korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar).
Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”409;
“Muhammed Allah’ın Rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da
kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...”
410
Günümüz müslümanlarının önemli bir kesimi, dostluk ve düşmanlıktaki
ölçüyü unutup farklı görüşteki müslümanlara düşman
gibi davranıp onları itiyor; kendilerine şimdilik dokunmayan ılımlı
kabul ettikleri kâfirlere sempati besleyerek dost gibi yaklaşabiliyor.
İctihadî yorumlar ve göreceli doğrular, grup taassubundan
408] 2/Bakara, 120
409] 5/Mâide, 54
410] 48/Fetih, 29
DOSTLUK
- 95 -
dolayı mutlak doğru kabul edilip farklı müslümanlara düşmanca
tavırlar, şiddetli eleştiriler, hatta haksız tekfirler ve onlarla dostluğa
tenezzül etmemeye varan bağnazlıklar sergilenebiliyor. Bütün
müslümanlarla samimi olmayabiliriz; ama samimi olduklarımız,
mutlaka samimi müslümanlardan olmalı. Bütün kâfirlerle ilişkimizi
koparmayabiliriz, ama onlarla gönül dostu olmamız onlardan
olmak, onların dinine girmek kabul edilmeli. Dost, imandaştır, gönüldaştır,
fikirdaştır çünkü. “Kişi, dostunun dini üzeredir.” 411
Ve dostluk, sevgi kuru bir iddia değildir. Allah’a dost olmak,
Allah’ı sevmek, davranışla isbatlanmadıkça, kuru bir iddiadan, insanı
kurtarmayan bir avuntudan ibarettir. Allah’la ve müslümanlarla
dost olduğumuzu, dillendirmekten öte davranışımızla göstermeliyiz.
“Rasûlüm! De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun
ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”412 Düşmanlık
da dostluk da; bedeli olan, ispatlanması gereken bir bağlılık ya
da red; ilişki veya bağları koparmaktır. “Allah size imanı sevdirmiş ve
onu gönüllerinize süslemiş, sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin
göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.”413; “Hep birlikte Allah’ın
ipine (Kur’an’a, İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan
nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi
birleştirmişti ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz
bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı.” 414
Sevgi ve dostluğun gerekleri vardır. Bunları şöyle sayabiliriz:
Allah için yardım, ikram, saygı, gerek kalple ve gerek dış görünüş
ve tavırlarla kişinin sevdiğiyle beraber olması. Hayatın zorluklarına
ve kâfirlerin baskılarına karşı ona destek olup moral vermek,
onu küfre ve kâfirlere karşı güçlü ve hâkim kılmak, üzüntüsüne
ve sevincine ortak olmak. Allah’ı sevmek ve Allah’la dost olmak
demek; Allah’ın dostlarını sevmek, onlara yardımcı olmak, onların
yanında yer almak, Allah’ın dinine yardım etmek demektir.
“Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat
etsin!” 415
Kur’an, dostlukları ve dostları ikiye ayırır: Allah’ın dostları
ve şeytanın dostları. Her insan, bu iki sınıftan birine mensuptur.
Allah’ın velîsi/dostu, yani “evliyâullah” ol(a)mayan, mutlaka
şeytanın velîsi/dostu, yani “evliyâu’ş-şeytan”dır; üçüncü bir
411] Tirmizî, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, 16/178
412] 3/Âl-i İmrân, 31
413] 49/Hucurât, 7
414] 3/Âli- İmrân, 103
415] Tirmizî, Zühd hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 96 -
grup yoktur. “Allah iman edenlerin velîsi (dostu ve yardımcısı)dır. Onları
küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin
dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan
(ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar
orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.”416; “İman edenler
Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tâğut yolunda savaşırlar. (Ey
mü’minler!) siz şeytanın evliyâsı (velîleri, dost ve yandaşları, ordusu olan
kâfirlerle) savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” 417
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı,
onları (müşrik, kâfir, hıristiyan, yahûdi ve münâfıkları) dost edinmezlerdi.
Fakat onların çoğu fâsıktır, yoldan çıkmışlardır.”418; “...İçinizden onları
dost tutanlar, onlardandır!”419 Kâfirleri dost kabul etmek, iman ile
çelişmektedir. Hem iman, hem de onları dost edinme olayı, ikisi
beraber bir kalpte toplanamazlar. İman, onları dost edinmemeyi
gerektirmektedir. Düşmanlık ve dostluğun imanla ilgisi değerlendirilmediğinden,
bugün müslümanların çoğunluğu açısından
dost-düşman karışmış, düşmanlarının oyununa gelen müslüman
yığınlar, bunca zararlarına rağmen hâlâ Allah’ın düşmanlarının ve
kendisinin düşman olması gerekenlerin yardımcısı, destekleyicisi,
emrindeki memuru, hizmetçisi, kulu-kölesi, askeri... olabilmektedir.
“Müslümanım!” diyen nice insan, kâfirlerin koyduğu küfür
kanunlarına, onların ortaya attığı felsefî düşünce ve dünya görüşlerine,
ideolojilerine sevgi besleyebilmekte, onlara gönül rızâsıyla
uyup teslim olabilmekteler. Hanımlarını, kâfirlerin hanımlarına
benzetebilmekte, onlar gibi giyinmelerini (soyunmalarını) ilericilik
ve çağdaşlık kabul edebilmekteler. Allah ve Rasûlü’yle savaş
demek olan fâiz420 olmaksızın ticarî hayatı düşünememekteler...
Bazı kâfirlere, dost olmanın ötesinde, hatta hayranlık duyanlar,
destekleyip alkışlayanlar, onları velî kabul ederek seçip işbaşına
getiren, yetki verenler, onların izini takip eden, itaat eden, onları
örnek alanlara ne demeli!? Keler deliğine girseler bile onlara
imrenip taklit etmeye çalışan, onları model kabul edip modalarına
uyanlara nasıl bir sıfat bulmalı!?
“(İnançta ve amelde) Bizden başkasına benzeyen Bizden değildir.”421
diyen Rasûl’ün onları reddettiğini, daha doğrusu onların bu
davranışlarıyla Rasûl’ün yolunu reddetmiş olduklarını görmek
416] 2/Bakara, 257
417] 4/Nisâ, 76
418] 5/Mâide, 81
419] 5/Mâide, 51
420] 2/Bakara, 279
421] Tirmizî, hadis no: 2696; Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5347
DOSTLUK
- 97 -
zorundayız. Bu tesbit, câhil müslümanları dışlayıp tekfir etmek,
onları kendi hallerine terketmek için değil; muhâtaplarımızı tanımak,
hastalığı teşhis edip tedavi için bize çok şeyler düştüğünü,
görevimizin ve sorumluluğumuzun çok büyük olduğunu kabullenmek
için olmalı. Bu değerlendirme, konum tesbiti açısından
önemli; çevremizde bize ve yakınlarımıza da sirâyet etme ihtimali
olan bulaşıcı şirk mikroplarının tanınması ve tedbir alınması için...
Gerçek mü’min, İslâm şahsiyetini ve müslüman kimliğini yüce
ve aziz tanımak, bütün kâfirleri ve münâfıkları zelîl/aşağılık bilmek;
bu sebeple onlara karşı onurlu ve zorlu olmak mecbûriyetindedir.
“İzzet (yücelik, kuvvet ve hâkimiyet) yalnız Allah’ın, O’nun Peygamberinin
ve gerçek mü’minlerindir. Ne var ki, münâfıklar bu gerçeği bilmez,
anlayamazlar.”422 Mü’min, İslâm şahsiyetinin yüceliğine inanmak zorunda
olduğu gibi, bütün kâfirlerin aşağılık olduklarına, hayvanlardan
daha sapık ve pislik olduklarına inanmakla da yükümlüdür.
“(Ey Peygamber!) Sen onların çoğunluğunu (Hakkı) dinler, akıllarını kullanır
mı sanırsın? Onlar ancak hayvanlar gibidirler; hatta yolca daha da
sapıktırlar.”423 “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir...” 424
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları,
kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla
dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı
yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden
ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır.
Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.
İşte onlar, hizbullahtır, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin
ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.”425
Bu âyet-i kerime, Allah taraftarlarıyla şeytan yandaşları arasında
tam ve kesin bir ayrılığın olması gerektiğini ortaya koymuş oluyor.
Mü’minin her türlü câzibeden ve her çeşit tarafgirlikten sıyrılarak
müslümanların safında yer alması, bir tek kulpa sarılması ve bir
tek ipe bağlanması gerekir. İslâm’ın olduğu yerde ırkçılık, nesebcilik,
akraba savunuculuğu, aile asabiyeti ve yakınlık dâvâsı yok;
vatan, cins, asabiyet ve kavmiyetçilik, bölgecilik vb. bir şey yok.
Allah’ın istediği şeylerin dışında hiçbir şeyi tabulaştırmak yok. Sadece
ve sadece akîde ve onun bayrağı altında durmak vardır.
Kâfirlerle dostluk kurmanın tehlikesi bütün müslümanlaradır.
Böyle bütün müslümanlara zarar getiren bir olay, bir kimsenin
sadece kendisinin kâfir olmasından da büyük bir tehlike ortaya
422] 63/Münâfıkûn, 8
423] 25/Furkan, 44
424] 9/Tevbe, 28
425] 58/Mücâdele, 22
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 98 -
koyar. Birinin zararı, topyekün müslümanlara iken, diğerinin sadece
kendisinedir. Kâfirlere karşı olan dostluğun özellikleri şunlardır:
Kâfirlerin küfrüne rızâ göstermek, onları tekfir etmemek,
onların bâtıl dünya görüşlerini tasdik etmek, onları velî, yani
dost ve yönetici olarak kabul etmek, onları işbaşına geçirmek,
onları sevmek, onlara uyup itaat etmek. İşte bütün bunlar, kişinin
kâfirleri dost kabul ettiğini, yetkisini onlara verdiğini göstermektedir.
Kişi, dostluk, sevgi ve rızâyı kâfirlere gösterirse, bu
küfrü gerektirir. Şayet sevgi ve rızâ, mü’minlere karşı ise, bu da
imanın gereğidir.
İman, kabul etmeye ve sözleşmeye dayalı bir dostluk simgesidir.
Bunun neticesi de Yaratıcı’ya teslim olmaktır. Bu teslimiyet,
ahd, mîsak ve velâ kavramlarıyla ifade edilir. İnsan, dostunu ve
düşmanını tanımak zorundadır. Hz. Âdem ve Havvâ’ya, yaratıldıkları
ilk zamanlarda Allah düşmanlarını tanıttı, onları uyardı.
“Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın;
sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman
ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve sıcaktan
bunalmazsın.”426 İnsanın ilk yanlışı, düşmanını dost zannetmesiyle
oldu; İnsanın cenneti kaybetmesinin sebebi, düşmanına karşı tedbir
almayışı, onun hile ve tuzaklarına kanmasıdır. Bırakın insanı,
hayvanlar bile düşmanlarını bilir; kendisini ve neslini düşmanından
korumaya çalışır. Bir tavuk, özellikle yavrusunu düşmanından
sakınmak için, nasıl fedâkârlık ve kahramanlık yapar, gözleyenler
bilir.
Dostluk-düşmanlık konusunda hatırımızdan çıkarmamamız
gereken özelliklerden biri de, “gâvurun atına binen, onun kılıcını
kuşanır” atasözünün ve “bugün yardım alan, yarın emir alır”
vecîzesinin gerekleridir. Hırsızı yakaladığımızı zannederken, hırsız
tarafından yakalanan konumuna düşmemeli, ava giderken kendimiz
avlanmamak için tedbirler almalıyız.
Velîliği Gerekli Olanlar: Müslümanlar Allah’ı, O’nun elçisini
ve mü’minleri velî/dost olarak bilmek zorundadırlar. Allah’ı, Peygamberi
ve mü’minleri velî edinenler “hizbullah/Allah taraftarı”
ünvânını kazanırlar ve onlar şüphesiz bâtıl taraftarlarına karşı
üstün gelirler. Velâyet gerçeğini anlamış olan iman sahibi kimse,
gerçek ve değişmez velî olarak Allah’ı tanır.427 Bu şuura eren bir
mü’min, Allah’ın dışındaki kimselerle kuracağı dostlukta hareket
noktası Allah’a ait velîlik ölçüsüdür. Yani o, Allah’a velî olanlarla
426] 20/Tâhâ, 117-119
427] 3/Âl-i İmrân, 68
DOSTLUK
- 99 -
velilik bağını kurar, ama Allah’ın düşmanlarına velî gözüyle bakamaz.
Kur’an, mü’minlerin dostlarını (velîlerini) şöyle açıklıyor: “Sizin
velîniz, ancak Allah, (O’nun) Rasûlü, rukû’ ediciler olarak namaz
kılan ve zekâtı veren mü’minlerdir.”428 Velâyet, her şeyden önce
bir iman, duygu ve birbirine destek olma beraberliğidir. Bundan
dolayı bütün müslümanlar karşılıklı velî olmak durumundadırlar.
Bunun ilk örneğini sahâbe toplumunda görüyoruz. İman edip Allah
için hicret eden Muhâcirler ile onlara yardım eden Ensar birbirlerinin
velîsidirler. 429
“Mümin erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği
(ma’rûfu) emrederler, kötülükten (münkerden) alıkorlar, namazı kılarlar,
zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet
edecektir. Allah daima Aziz’dir (üstündür), Hakim’dir (hüküm
ve hikmet sahibidir).”430 Müslümanlar nerede olurlarsa olsunlar,
İslâm’ı ihlâsla yaşayan takvâ sahibi mü’minlerle veli/dost olmak
zorundadırlar. Bu tavır imanın gereğidir.
Velî Edinilmesi Yasak Olanlar: Allah’ı bırakıp, ya da O’nun yanında
özellikle kendisine kulluk yapma anlamında velîler (putlar)
bulmak câiz değildir. Böyle yapanlar Allah’a şirk koşmuş olurlar.
Allah’tan başkalarını velî (dost-yardımcı) tutanların hali örümceğin
yuvasının durumuna benzer. Örümceğin yuvası hem çok zayıftır
hem de emniyetli değildir.431 Müslümanlar da insanlardan
bazılarını veli (dost-yardımcı) edinemezler. Çünkü Rabbimiz müslümanlarla
diğer insanlar arasında olması gereken velâyetin sınırlarını
çiziyor, mü’minlere kimden fayda, kimden de zarar geleceğini
haber veriyor.
Kur’an, İslâm’a karşı mücâdele eden ve müslümanlara düşmanlık
besleyen kitap ehlinin velî/dost ve sırdaş edinilmesini yasaklıyor.
432 “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden
dininizi alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kâfirleri velî olarak tutmayın.
Ve eğer inanıyorsanız, Allah’tan ittika edin (korkup sakının).”433; “Ey iman
edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları velî edinmeyin, onlar birbirlerinin
velîleridir. Sizden kim onları velî edinirse o da onlardandır…” 434
428] 5 Mâide, 55
429] 8/Enfâl, 72
430] 9/Tevbe, 71
431] 29/Ankebût, 41
432] 5/Mâide, 80-82
433] 5/Mâide, 57
434] 5/Maide, 51
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 100 -
Müslümanlar, kendi din kardeşlerini bırakıp Kur’an’ın kâfir
dediği kimseleri velî/dost edinemezler.435 Hatta mü’minler, küfrü
imana tercih eden, İslâm’dan yüz çeviren ana babaları bile
olsa onları velî edinemezler.436 “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp
kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinize Allah’tan apaçık olan kesin bir
delil vermek ister misiniz?” 437
Kur’an, şeytanın da velî edinilmesini yasaklıyor. Onu velî edinen
şüphesiz büyük zarara uğrar.438 Onu velî edinenler Kıyâmet
gününde ondan başka velî (yardımcı) bulamazlar.439 Şeytan ancak
iman etmeyenlerin velîsidir.440 Üstelik şeytanlar kendi velîlerine
(dostlarına) mü’minlerle mücâdele etsinler diye telkinde bulunurlar.
Mü’minler, şeytanların dostlarına itaat ederlerse müşriklerden
olurlar. 441
Hiç bir faydası ve zararı olmayan putları velî haline getiren
müşrikler büyük bir yanılgı içerisindedirler.442 Putları velî edinenler,
onların şefaatlerini, yardımlarını ve desteklerini beklerler.443
Buradan hareketle denilebilir ki, putlardan ilâhî yardım, destek
ve sevgi, yakınlık ve iyilik beklemek, onları tanrı haline getirmenin
göstergesidir. Allah’a ‘Velî’ denilmesi, tıpkı O’na ‘Rab’ denilmesi
gibidir. Çünkü ilâhî yardım, destek, dostluk, yakınlık ancak
O’ndan gelir, O, bütün insanların işlerinin velîsidir. Bu anlamda
velâyet hakkı sadece O’nundur.
Tapınılmak için uydurulan tanrılar, ya da kendini tanrı yerine
koyan, Allah’ın hükümleri yerine kendi ilkelerini uygulayan
tâğutlara veli/dost gözüyle bakılamaz. “Allah, mü’minlerin velîsidir
(dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan nûra çıkarır. Küfredenlerin
velîleri ise tâğuttur. O da onları nûrdan karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateşin
(cehennemin) arkadaşıdırlar, orada devamlı kalıcıdırlar.” 444
Allah’ın gazap ettiği topluluklarla da velâyet bağı kurulamaz.
Çünkü onlar yaptıkları büyük hatalarla yoldan çıkmışlardır
ve Allah’ın gazabını hak etmişlerdir.445 Müslümanların düşmanı
oldukları gibi, Yüce Allah’ın ve O’nun dininin de düşmanı
435] 3/Âl-i İmrân, 28; 18/Kehf, 102 vd.
436] 9/Tevbe, 23
437] 4/Nisâ, 144
438] 4/Nisâ, 119
439] 16/Nahl, 63
440] 7/A’râf, 27
441] 6/En’âm, 121
442] 13/Ra’d, 16
443] 22/Hacc, 13; 39/Zümer, 3
444] 2/Bakara, 257
445] 6/Mümtehıne, 13; 58/Mücâdele, 14-15
DOSTLUK
- 101 -
olan müşrik kimselere velî olunmaz. Allah rızası için yola çıkmış
mü’minler, haktan ayrılmış bu gibilere velî/dost gözüyle bakamazlar.
446 Dinde ikiyüzlü davranan münâfıklar da müslümanlara velî
olamazlar. Mü’minler, çevrelerinde münâfıkların zararlı faaliyetlerini
gördükleri, onların müslümanları aldatıp çıkar sağladıklarını
bildikleri halde onları velî/dost edinemezler. Toplumun velâyetini,
yani yönetim yetkisini bu iki dinli kimselere emanet edemezler. 447
Farsça’da “seven, sevgili, yâr” anlamındaki “dost” kelimesinden
dilimize geçen dostluk, İslâmî literatürde sadâkat, uhuvvet,
meveddet, sohbet gibi değişik kelimelerle ifade edilmiş, ayrıca
“velî” ve “rafîk” kelimeleri başka anlamları yanında, dost
mânâsında da kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de bu anlamda en çok
geçen kelime, “velî”dir. İnsanlar arasındaki samimiyet ve sevgiye
dayalı bağlılık haline dostluk diyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de dostluk,
bütün mü’minlerin şiarı ve özelliği olarak gösterilir: “Mü’min erkekler
ve mü’min hanımlar birbirlerinin dostudurlar.”448 Dostluk, ancak
Allah içindir. İslâm dışı bir gâye için dostluk kurulmamalıdır. “Sizin
dostunuz Allah, O’nun elçisi (Hz. Muhammed) ve iman edenlerdir.”449
Dostlukların kurulmasında kan bağı yerine inanç birliğinin esas
alınması gerekir: “Ey iman edenler! Eğer iman yerine küfrü beğenip
tercih etmişlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi bile velî/dost kabul etmeyin.
Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” 450
Allah’ın iman edenlerin dostu olduğunu bildiren âyetlerin çoğunda
“velî” kelimesinden sonra “nasîr”, “şefî’”, “vaak”, “hamîd”
, “mürşid” gibi sıfatlara veya benzer mânâlar ihtivâ eden ifadelere
yer verilerek dostun sevdiği için bir yardımcı, koruyucu, kurtarıcı,
yüceltici, iyiliğe yöneltici olması, bu şekilde dostluğun sevgiye
dayanması ve pratik ahlâkî sonuçlar doğurması gerektiğine işaret
edilmiştir. Mü’minlerin kardeş olduğu,451 vaktiyle onlar birbirine
düşman iken Allah’ın gönüllerini kaynaştırmasıyla dost ve kardeş
olduklarını452 bildiren âyetler de geniş kapsamlı dostluğun önemini
anlatmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de yine dostluk anlamında kullanılan “hulle”
kelimesi, sözlüklerde genellikle “kalbin derinliklerine nüfuz ederek
kökleşen engin dostluk” şeklinde açıklanmaktadır. Allah’ın
446] 60/Mümtehıne, 1-2
447] 4/Nisâ, 88-91
448] 9/Tevbe, 71
449] 5/Mâide, 55
450] 9/Tevbe, 23
451] 49/Hucurât, 10
452] 3/Âl-i İmrân, 103
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 102 -
Hz. İbrâhim’i dost (halîl) edindiğini,453 âhirette zâlimlerin “keşke
falanı dost edinmeseydim!”454 şeklindeki pişmanlığını anlatan
âyetlere göre hulle kelimesi, ilgili diğer terimlerden daha dar kapsamlı,
fakat daha içten, güçlü bir dostluğu ifade etmektedir.
Hadis-i şerifteki “Kişi, dostunun (halîl) dini üzeredir.”455 ifadesi,
dostluğun ancak ahlâkî, psikolojik vb. yönlerden uyuşabilenler
arasında kurulabileceği şeklindeki görüşün özlü bir ifadesidir.
İnsanların farklı tabiat ve karakterlerde yaratılmış olmasının bu
uyuşma ve kaynaşmadaki rolünü belirten “Ruhlar bir araya getirilmiş
gruplar gibidir; tanışıp uyuşanlar birleşir, uyuşmayanlar ayrılır.”456
meâlindeki hadis, dikkat çekicidir. 457
Kur’an, kâfirleri dost edinmeyi yasaklar: “Mü’minler, mü’minleri
bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan ilişiği
kesilmiş olur, artık Allah’tan hiçbir şey beklemesin. Ancak onlardan
(kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden) sakınma haliniz (takıyye) başkadır.
Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş, yalnızca
O’nadır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu
bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye gücü yetendir.”458
Müfessir Beyzavî, bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: Eğer kalplerinizde
kâfirlere karşı bir sevgi ve dostluk meyli varsa, onu saklasanız
da, açığa vursanız da Allah bilir. Zira göklerde ve yerde olan
her şeyi bilen Allah, elbette sizin gizlinizi de âşikârınızı da bilir.
Ayrıca O, kâfirlere dost olmanızı yasaklamasına rağmen, yine de
siz bundan vazgeçmezseniz, sizi cezalandırmaya da kadirdir. Kısaca,
O’nun muttalî olmadığı ve cezalandırmaya gücünün yetmediği
hiçbir kötülük ve isyan bulunmadığına göre, O’nun emrine âsi
olmak cür’etini göstermeyin.
Allah düşmanlarını sevmek, mü’mine yakışmaz; zaten kâfirler
de mü’minleri sevmezler: “Ey iman edenler! Sizden olmayanı dost, sırdaş
edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan, size fenâlık etmekten geri kalmazlar.
Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır;
sînelerinin gizlediği (içlerinde sakladıkları düşmanlıkları) ise daha büyüktür.
Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz.”459; “Kâfirler de birbirlerinin
dostudurlar.”460 Mü’minler, birbirlerine kızıp da kâfirlere
453] 4/Nisâ, 125
454] 25/Furkan, 28
455] Tirmizî, Zühd 45, hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
456] Buhârî, Enbiyâ, 3; Müslim, Birr 159
457] Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, 9/511-512
458] 3/Âl-i İmrân, 28-29
459] 3/Âl-i İmrân, 118
460] 8/Enfâl, 73
DOSTLUK
- 103 -
yönelemezler: “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da, kâfirleri dost
edinmeyin.”461 Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “İnsan,
dostunun dinindedir. Bundan dolayı dost edineceği kişiye dikkat etsin.”462;
“İnsan, sevdiği ile beraberdir.”463 Mü’minler birbirleriyle dostluk yapmazlarsa
ne olur? “Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer
siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük
bozgun ve fitne çıkar.” 464
Dünya hayatında her insanın onunla samimi olacağı, duygularını
paylaşacağı, seveceği ve sevileceği, görüş birliğinde bulunacağı
dostlara ihtiyacı vardır. Dostluklar, Allah rızâsı için ve çıkarsız
olursa sürekli olur. Bir mü’minin genel olarak bütün mü’minlere
dostluk göstermesi gerekir. Ayrıca, fert olarak her mü’minin en
çok sevdiği, bağlandığı dostları, arkadaşları da bulunur. Hz. Muhammed
(s.a.s.) ile Hz. Ebû Bekir arasındaki dostluk gibi...
İslâmî dostluk kavramı, batılı hayat tarzındaki dostluk kavramından
apayrıdır. Çünkü bu dostluk, yüzeysel bir dostluk olmayıp
sorumluluk, ahde vefâ, kendisi için istediğini kardeşi için de istemek
gibi derin mânâlara sahiptir. Kur’ân-ı Kerim velâyet kelimesi
ile dostluğu, kâmil anlamda tek kelimede zikreder. Dostluk
velâyetin izahıdır ve müslümanlar velâyeti müslümanlara verirler.
Bunun anlamı, dostluğun getirdiği bütün maddî ve mânevî
sorumluluktur, birlikteliktir, yardımdır, sevgidir, kardeşliktir.
Dostluğun itikadî, amelî ve ahlâkî yönleri vardır. Dostluğun
itikadî yönlerini, müslümanların tevhid anlayışı belirler. Amel olarak,
müslümanların birbirini sevmesi ve birliktelik oluşturmaları
zorunludur. Cemaat, Allah’ın rahmetine, rızâsına, af ve mağfiretine,
dünya ve âhiret mutluluğuna sebep olur. Ayrılık ise, yüzleri
karartır, Allah’ın azabını çağrıştırır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde
ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama.”465 Müslümanın
sorumlu olduğu haklar ikidir: Allah hakları, kul hakları. Bunlar
birbiriyle içiçedir. Dostluğun temeli sevgiye dayanır. Hiç kimse
Allah’tan başka bir şeyi gerçek ve mutlak anlamda sevemez ve
O’ndan başkasını mevlâ ve dost edinemez. Dost olarak Allah yeter.
Mü’minler birbirlerini Allah rızâsı için severler.
Kul, Allah’tan başkasına güvenirse, sonunda zararlı çıkar.
461] 4/Nisâ, 144
462] Riyâzü’s-Sâlihîn, 1/398
463] Müslim, Birr 161
464] 8/Enfâl, 73
465] İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin
Hanbel, 3/225
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 104 -
Kim bir insanı bir üstünlüğünden, mevkiinden, güzelliğinden,
asâletinden veya zenginliğinden dolayı seviyorsa, bu sevgi çıkar
amaçlıdır. Yapılanlar Allah rızâsı için olmayınca mutlaka bir çıkar
içindir ve bu, insanı kötülüklere sürükler. Hz. Peygamber (s.a.s.):
“Zengine zenginliği için saygı duyan kimsenin dininin üçte biri (diğer
rivâyette, üçte ikisi) gider.” buyurmuştur. O halde mü’minler, en
güzel ahlâk üzere olan Rasûlullah’ı her insandan daha çok sevmedikçe
tam mü’min olamazlar. Başkalarına bel bağlayan zarardadır.
Allah’ın hoşuna gitmeyeceğini bildiği halde insanlara şirin gözükmeye
çalışmak imanın zayıflığındandır.
Allah, sâlih kullarını dost edinir. “Kim, insanların kızması pahasına
Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların
nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları râzı ederse,
artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.”466
Demek ki, dostluğun itikadî temeli budur. Bazen insanlar birbirlerine
karşı haksız ve zâlim olurlar.
“Ancak bu şeytan, dostlarını korkulu gösteriyor.”467 Şeytana uyanlar
düşmanla dostluk kurar ve münâfık olur. Oysa dostluk için ölmek
de vardır: “Nice peygamberler var ki, beraberlerinde rabbânîler savaş
yaptılar da başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, güçsüzlük göstermediler,
boyun eğmediler.” 468
Cemaat dostluğu konusunda önemli bir konu da, isim sorunudur.
Müslümanın “İslâm”dan başka bir kimliği, “müslüman”dan
başka bir adı yoktur. İsimlendirmeler sebebiyle dostluk göstermek
veya düşmanlık yapmak müslümana yakışmaz. Üstünlük, öncelikle
takvâ ile ile olduğu gibi, Allah Kur’an’da “müslüman”, “mü’min”,
“Allah’ın kulları” diye ad vermiştir. Bir başka deyişle, müslümanların
cehâletleri yüzünden meydana getirdikleri ad sorunu; mezhebe,
tâbi olunan imama, ırka, öndere, ideolojilere göre insanları
dost-düşman diye ayırma sorunudur. Adı müslüman olmayan hiçbir
inanç ve düşünce akımıyla dostluk kurulmaz; dostluk ancak
akîde ve inanç birliğinde sözkonusudur.
Mü’minlerin içinde nefsine uyan öyle kimseler vardır ki, az bir
menfaat karşılığında müşriklere meylederler. Müşrikler, Hz. Muhammed
(s.a.s.) ile böyle câzip dünyevî tekliflerle dostluk kurmak
istemişlerdi de Allah onu korumuştu: “Onlar seni sana vahyettiğimizden
çevirip başka şeyi uydurmayı ve Bize atfetmeyi istediler ki, o zaman
seni öz dost edineceklerdi. Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, sen belki
466] Tirmizî, Zühd 64
467] 3/Âl-i İmrân, 175
468] 3/Âl-i İmrân, 146
DOSTLUK
- 105 -
onlara biraz meyledecektin.” 469
Müşriklerin bu metodu, her zaman İslâm dâvetçilerine uygulanmaktadır.
Onlar, her zaman İslâm dâvetçilerine nüfuz edip
yolundan saptırmaya, dâvânın kuvvetini bozmaya çalışırlar. Şeytan
birçok mü’mini bu yolla avlar ve bazıları rahatça kendilerini
aldatarak müşriklerin dostluğuna yanaşır. Ne yazık ki tevhidden
çok uzaklarda bulunan çağdaş müslümanları, kâfirler tek tek avlayarak
İslâm ümmetini tümüyle parçalamışlardır. Müslüman, kimle
dostluk edecektir? “Gerçek dostum!” diye hakikaten gösterebileceği
kim veya kimler olabilir? Kur’ân-ı Kerim’in hakiki dostun
Allah olduğunu belirtmesi, bu dostluğun çerçevesini kesin olarak
belirlemiştir. 470
Bugün insanlar eliyle üretilen fikir ve düşünce sistemleri, düzenler,
eğitim ve çevre şartları gibi insanları derinden etkileyen
araçlar, Allah ve Rasûlüne savaş açmış durumdadır. Eğitim ve öğretim,
düşünce sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler,
misyoner faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyalizm,
sosyalizm, siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı,
sanat faâliyetleri, sinema, tiyatro, medya, ilân ve reklâm
araçları, dünya görüşleri, futbol ve müzik tutsaklığı, kapitalizm
ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından ve Allah’ın dostu
olma özelliklerinden sıyırmak için en dehşetli silâhlar ve şeytanî
araçlar olarak kullanılıyor. Bu kadar çok yönlü ateş altında kalan
savunmasız, câhil ve her şeyden önemlisi kâmil imandan mahrum
bırakılan halk, elbette Allah’a dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz
de olsa şeytanın dostluğuna meylediyor.
Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın, İslâm akîdesi ile çelişen
her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın indirdiğine aykırı
her kanun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak
olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki,
gerçekten tüm ilâhları reddetmiş olsun. Pyegamber’in amcası Hz.
Abbas’ın dediği gibi, lâ ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün
(kâfir) dünyaya savaş açmış olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün
güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara saldırırken, müslümanın
gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması düşünülebilir mi?
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve
şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe
yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.”471 Çağdaş müslümanın
469] 17/İsrâ, 73-74
470] Sami Şener, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 1/414-416
471] 4/Nisâ, 76
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 106 -
öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve keyfiyle meşgul. Bahâneler de
çok: “İmkânlarımız yok, taşlar da bağlı...” Filistin’li çocuklardan
öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın yolunu, imanın en büyük
imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin direnişini...
Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük
ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman
edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır.
Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli,
Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini
düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak
davranışlarda bulunmaktır.
Velâyetin Siyasî Görüntüleri
Kur’an velîliği kan ve soy bağına değil, iman bağına bağlar.
Yakın ve uzak akrabayla kurulacak olan iman ve velâyet bağı,
onlar arasındaki dostluk ve sevgi atmosferi oluşturacaktır. İslâm,
mü’minleri hangi renkten, hangi ülkeden ve hangi soydan olurlarsa
olsunlar velî ilân eder. Onların birbirleri üzerinde velâyet
hakları vardır. Onlar bu hakkını bir iman borcu olarak almaktadırlar.
Bilindiği gibi mutlak velâyet yetkisi Allah’a aittir. O’nun
Rasûlü Muhammed (s.a.s.) de, mü’minlere kendi öz nefislerinden
daha “evlâ”dır, dostluk ve yardım bakımından daha yakındır.
Peygamberimiz (s.a.s.), bütün mü’minlerin öncelikli velîsidir.
O, mü’minler üzerindeki bu velâyet hakkını, peygamberlik görevini
yerine getirerek, mü’minleri irşâd ederek, onlara doğru yolu
göstererek kullanır.
Birbirlerinin velîsi olan mü’minlerin de birbirleri üzerinde
velâyet hakları bulunmaktadır. Onlar bu hakkı, birbirlerine hakkı
ve sabrı tavsiye ederek, ma’rûfu emrederek, münkerden alıkoyarak,
birbirlerine yardım ederek, dostluğu ve sevgiyi birbirlerine
göstererek, haklarını koruyarak velâyet yani yönetim makamına
mü’min olanlardan başkasını geçirmeyerek, mü’minler aleyhine
kâfirlere/inkârcılara ve bozgunculara destek olmayarak kullanırlar.
472 Bu âyetle, kâfirler ve ehl-i kitapla velâyeti yasaklayan âyet,
yanyana düşünüldüğü zaman ‘velâyet’ kavramı ‘dostluk, koruma
ve yardım’ anlamlarından, ‘temsil ve yönetme yetkisi’ anlamlarına
doğru genişler. Bu anlamda velâyet ‘kamu velâyeti’dir,
yani toplumun yönetimi için birine yetki vermedir. Mü’minler,
bu velâyeti-yönetim yetkisini iman edip sâlih amel işleyen kimselere
verirler. Müslümanlar adına tasarrufta bulunma yetkisi
472] 9/Tevbe, 71
DOSTLUK
- 107 -
iman eden ve imanın getirdiği ilkelere her alanda uyan, kararları
ve icraatlarıyla İslâm’a bağlılıklarını isbat etmiş kişilerde olmalıdır.
473
Şüphesiz küfredenler, inanmamakta direnenler ve İslâm’a karşı
her araca başvurarak mücadele edenler de birbirlerinin velileridir.
474 Onlar, her türlü günah işinde birbirlerine destek olurlar,
yardım ederler. Dünyada iken Allah’tan başkasını velî edinenler,
hem dünyada hem de Kıyâmette bir velî ve yardımcı bulamayacaklardır.
475 İslâmî yönetim sisteminde ‘ulu’l emr’in diğer adı
‘veliyyü’l emr’dir. İşin velîsi anlamındaki bu deyim, oldukça anlamlıdır.
Mü’minlerin din ve dünya işlerinin emânetini yüklenen emir
sahipleri, onların velâyetini almış, onların velîleri durumuna gelmiş
kişilerdir. Bu velâyet hakkının da gerçek Velî olan Allah’ın hükümlerinin
uygulanmasıyla elde edileceği açıktır. İman etmeyen,
müslümanların gittiği yoldan gitmeyenlere bu işleri yapma velîliği
(veliyyü’l emr emâneti) verilmez.
Görüldüğü gibi “velî” kavramı, Allah, peygamber, melek,
mü’minler hakkında kullanıldığı gibi; şeytan, inkârcılar ve
münâfıklar hakkında da kullanılmaktadır. Bütün kullanılışlardaki
ortak nokta; yardım, dostluk, yakınlaşma, işini üslenme, idaresini
başkasına verme anlamlarıdır. Velâyet, bu anlamda kullanıldığı
gibi, İslâm kültüründe daha farklı bir mânâya da sahiptir. Velâyet,
bir yönüyle siyâsî bir kavramdır ve yönetimle ilgilidir. Kelimenin
sözlük anlamı, aile içinde babanın velî oluşunu, müslümanların din
ve dünya işlerini emanet ettikleri yetki ve hak sahibini işaret ediyor.
Mü’minler, bu velâyet hakkını kendilerinden olmayan kimselere veremezler.
Yukarıda geçtiği gibi inkârcılar, bozguncu müfsitler, haddi
aşanlar, münâfıklar, şeytanın dostları ve tâğutlar, mü’minlerin
velîsi değildirler, olamazlar.
Öyleyse mü’minlerin, kendilerine asla velî olmayacak bu gibi
kimselere, yönetim yetkilerini, dinlerine müdâhaleyi, bireysel ve
sosyal hayatlarını bırakmamaları gerekir. Yalnız, şunu da hatırlatmak
lâzımdır ki, mü’minlerin dışındaki insanların velî/dost edinilmemesi,
asla kötü muâmele, hak ihlâli ve sürekli kavga hali demek
değildir. Bilakis dinimiz, bütün insanlara iyi muâmele etmeyi emrediyor.
Ancak velâyet bağı iman ile oluşan bir bağdır. Mü’minler
inkârcılar ile bir arada yaşayabilirler, ama işlerini onlara emânet
etmemeleri, onları sırdaş ve velî edinmemeleri şarttır.
473] Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasî Kavramlar, s. 77
474] 9/Tevbe, 73
475] 4/Nisâ, 173; 18/Kehf, 17; 33/Ahzâb, 65
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 108 -
Siyâsî Anlamda Velâyet-Kadın İlişkisi
İslâmî açıdan kadın, toplumun bir ferdidir. Sorumluluk bazında
kadın ve erkek arasında bir fark bulunmaz. Mes’ûliyet açısından
erkek hangi haklara sahipse, kadın da aynı haklara sahiptir.
Sosyal, eğitim ve öğretim haklarının icrâ edilmesinde hiçbir fark
yoktur. Kadın ailenin geçimi için meşrû olarak çalışabilmektedir.
Yalnız bu konuda yetki, birinci derecede erkeğe aittir. Kadın,
meşrû olmak kaydıyla karar verebilir.
Yüce Allah, Hz. Âdem babamız ve Havvâ vâlidemizi yaratmış,
ikisine de aynı sorumluluğu vermiştir.476 Şeytanın kandırmasıyla
sorumluluğu sadece Hz. Âdem’e yüklememiştir: “Ben sizi o ağaçtan
men etmedim mi?”477 ifadesiyle bu durum açıklanmıştır. Hz. Âdem
ve Havvâ’nın; “... Biz kendimize zulmettik...”478 şeklindeki itiraflarıyla,
kadın ve erkeğin suç konusunda farklı olmadığı anlaşılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de kadın ve erkek arasında sorumluluk ve görev
bazında bir ayrım bulunmazken, kamu görevine katılıp katılmama
hususunda değişik görüşler bulunur. Söz konusu iddiaların
âyetlerden ziyâde, Hz. Peygamber’in hadisi ve örflere dayandığı
anlaşılmaktadır. Buna göre, “kadınlardan idareci olur mu?” sorusuna
verilecek cevap konumuzun aydınlanması açısından önem
taşır. Kur’an’da, kadının böyle bir görev almasına mâni olan bir
âyete rastlanmaz. Yüce Allah, idareci olacak kişide ehliyet, adâlet
ve yapacağı işlerde Allah ve Peygamberini hakem tayin etme şartlarını
arar.479 Yoksa bu işleri yapacak kişinin erkek veya kadın olmasında
bir sınırlamaya gitmez. Diğer taraftan, Kur’ân-ı Kerim’de
Hz. Süleyman’ın muhâtap olduğu Sebe’ melîkesi Belkıs kıssası
anlatılır. Adı geçen kraliçenin, yaptığı işlerde istişâre etmesi, zulümden
uzak ve kararlı tutumu açıklanır. Hz. Süleyman’la tanıştıktan
sonra, “Rabbim ben kendime zulmetmişim. Süleyman’la birlikte
âlemlerin rabbi olan Allah’a teslim oluyorum...”480 sözleri, onun makam
ve saltanatının iman etmesine engel olmadığını hatırlatır.
Kadın hükümdarla ilgili başka bir örnek, Hz. Peygamber’in
sünnetinde bulunur. Hz. Peygamber, İslâmî tebliğ çerçevesinde,
İran kralına bir mektup gönderir. Fakat kral mektubu parçalar. Hz.
Peygamber de buna bedduâ eder. Neticede kral ölür. Yerine kızı
görevi devralır. Bunun üzerine Hz. Peygamberimiz şöyle buyurur:
476] Bk. 7/A’Râf, 23
477] 7/A’râf, 22
478] 7/A’râf, 23
479] Bk. 5/Mâide, 58-59
480] 27/Neml, 22-24
DOSTLUK
- 109 -
“İşlerini bir kadının irâdesine bırakan kavim felâh bulmayacaktır.”481 Dikkat
edilirse bu kadın, inançsız bir kadındır. Babası hangi inanç
üzerinde ise kızı da aynıdır. İslâm âlimleri arasında 2/Bakara, 228
ve 4/Nisâ, 34 âyetleri ve zikredilen hadis-i şerif delil gösterilerek
kadının idareci olamayacağı belirtilmektedir. 482
Yukarıda işaret edilen âyetlere ve hadis-i şerife baktığımızda
kadının idareci olamayacağı ifade edilmez. Kur’ân-ı Kerim
iyi tetkik edildiğinde, gerekli bilgi, beceri ve şartları taşıyan kadından
yönetici/idareci olabileceği anlaşılmaktadır. Ayrıca Tevbe
sûresi 71. âyet ve Hz. Âişe vâlidemizin başkanlığını yaptığı Cemel
vakası, olayın diğer boyutunu oluşturur. Nakillere mûtedil yaklaşıldığında,
İslâmî açıdan gerekli kriterleri taşıyan her insandan
idareci olabileceği anlaşılmaktadır. Yeter ki âdil, ehil ve insanlara
yaratılıştan verilen haklara saygılı olsun. Söz konusu temel hak ve
hukuklar verilip, Allah’ın istediği iyilik, adâlet ve velâyet/dostluk
oluşturuluyorsa, bu işleri yapanın cinsiyeti önemli değildir. Bu işleri
yapanlar erkek de kadın da olabilir.483 Tarih boyunca birçok idareci
gelip geçmiştir. İçlerinde dostluğu önemseyenler olduğu gibi,
zâlim olanlar da olmuştur. Kur’ân-ı Kerim, iman eden insanları
ateşte yakan idarecilerin durumunu bildirir.484 İnsanlar arasında
huzurun temini, dostluğun pekişmesiyle mümkündür. İşte İslâm,
insanlara yaklaşarak, sulhun ve dostluğun kurulmasını istemektedir.
Yüce Allah, iyi ilişkilerin gerçekleşmesi için müslümanlara
Allah ve Rasûlünün verdiği hükme râzı olmalarını485 ve insanlara
şefkatle yaklaşmalarını istemektedir. Yoksa kadının idareci olmasını
engelleyen bir hüküm bulunmamaktadır. 486
Müslüman Olmayan Akrabalarla
Dostluk ve İlişki
İslâm’da esas bağ, din bağıdır. Hangi ırktan, hangi soydan olursa
olsun sadece müslümanlar birbirlerinin kardeşidir,487 velîsidir.488
Bir mü’min, aralarında din bağı bulunmayan yakın akrabalarını
velî/dost kabul edemez.
481] Buhârî, meğâzî 64/82
482] Bk. Hayreddin Karaman, Kadının Şâhitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, İ. A.
Der. C. 5, sayı 4, s. 284-291, Ank, 1991; Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri,
s. 356-361
483] Geniş bilgi için, H. Karaman ve Sait Şimşek, a.g.e. ve sayfalar
484] 85/Bürûc, 4
485] 33/Ahzâb, 36
486] R. Kaya, a.g.e. s. 49-50
487] 49/Hucurâct, 10
488] 9/Tevbe, 71; 5/Mâide, 55
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 110 -
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve
kardeşlerinizi velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte
onlar zâlimlerin kendileridir.”489; “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz,
eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından
korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar,
köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten
daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah
fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”490; “Allah’a ve âhiret
gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları
da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini
göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından
bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan
cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan
râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır/
Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki hizbullah/Allah taraftarları,
kuşkusuz felâha/kurtuluşa erenlerdir.” 491
Ashâb-ı kiram, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına
düşmanlığın en güzel örneklerini vermişlerdir. Meselâ Ebû
Ubeyde, Uhud’da babası Cerrah’ı öldürmüş, Hz. Ebû Bekir de savaşta
oğlu Abdurrahman’a karşı çıkmak istemiş, ama Hz. Peygamber
izin vermemiş, Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da kardeşi Ubeyd bin
Umeyr’i öldürmüştü. Aynı şekilde Ömer bin Hattâb, Bedir’de dayısı
Âs bin Hişam’ı, Hz. Ali, Hz. Hamza ve Ebû Ubeyde amcazâdeleri
olan Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe’yi öldürmüşlerdi.
İnsanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah’ın
dinine inanmış ve peygamberleri tasdik etmiş kimseler birbirlerinin
mânevî akrabası, yakını ve dostudurlar. Bunların aralarında
mânevî bir birlik (vahdet) vardır. Mü’minlerle kâfirler ırk ve soy
bakımından birbirlerinin akrabası olsalar bile bu akrabalığın Allah
katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un oğlu iman
etmediği için, Allah Teâlâ onu Nûh peygamberin âilesinden saymamıştır:
“Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş
olan) oğlum da âilemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen
hâkimler hâkimisin.’ Allah buyurdu ki: EyNûh! O asla senin âilenden değildir.
Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi (kâfirdi). O halde hakkında
ilmin olmayan bir şeyi Benden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı
tavsiye ederim.” 492
Bütün bunlarla birlikte İslâm, âile bağlarına çok önem verir.
489] 9/Tevbe, 23
490] 9/Tevbe, 24
491] 58/Mücâdele, 22 ve yine bk. 64/Teğâbün, 14.
492] 11/Hûd, 45-46
DOSTLUK
- 111 -
Mü’min olmayan akrabalarla her durum ve şartta ilginin kesilmesini
emretmez. Onlardan İslâm’a ve müslümanlara düşmanlık gelmez
ise, İslâm onlara karşı iyilik yapmayı ve onları ziyâret etmeyi
yasaklamaz. “Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın.
Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya (eş dost ve
arkadaşa), uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın;
Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.”493
Özellikle müşrik de olsalar, ana babaya ihsanla/iyilik ve güzellikle
davranmayı, onlarla sıcak ilişkiler içine girilmesini arzular: “Biz insana
ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu
nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun
için) önce Bana, sonra da ana babasına şükretmesini tavsiyede bulunmuşuzdur.
Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan
bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat
etme. Onlarla dünyada iyi geçin...” 494
Bu âyette de görüldüğü gibi, şirk konusunda ana baba dâhil
hiçbir kimseye itaat edilmemesi, ama müşrik bile olsalar ana babaya
iyilik yapılması emredilmektedir. Nitekim Hz. Âişe’nin kardeşi
Esmâ’ya (r.a.), müşrik annesini ziyâret edip iyilik yapması için Hz.
Peygamber’in izin verdiği bilinmektedir. 495
Müslüman olmayan ebeveyne de infak vâciptir; dinleri farklı
da olsa, kişi muhtaç olan anne babasına bakmakla yükümlüdür.
Bir müslümanın durumu müsait iken, ana babasını sıkıntı ve zorluk
içinde kıvranır vaziyette bırakması, tabii ki, bir iyilik ve ihsan
sayılmaz. Hâlbuki Kur’an, her şartta ana babaya ihsan ve iyiliği
emretmektedir.496 Allah, akraba ile ilgisini keseni kötülemiş,497
akrabanın haklarına riâyet etmeyenin günah işlediğini bildirmiş,
yakınları kâfir de olsalar, Allah, bunların haklarını yakınlarına
vâcip kılmıştır.”Akraba ile alâkayı kesen cennete giremez.”498 Demek
ki, sevgi velî kabul etmek, onları sırdaş edinmek başka şeydir;
kâfir akrabaya nafaka temin etmek, onları ziyâret etmek, onlara
ihsanda bulunmak ise daha başka bir şeydir; bunlar birbirine karıştırılmamalıdır.
Evliyâullah / Allah’ın Velîleri Kimlerdir?
Velî’nin çoğulu “evliyâ”dır. Halk arasında velî veya evliyâ denilince
yukarıda anlatılanlar pek akla gelmez. Kafalarda biraz daha
493] 4/Nisâ, 36
494] 31/Lokman, 14-15
495] Buhârî, Hîbe hadis no: 2620; Müslim, Zekât hadis no: 1003
496] 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23; 31/Lokman, 14
497] 4/Nisâ, 1
498] Buhârî, Edeb, hadis no: 5984; Müslim, Birr, hadis no: 2556
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 112 -
özel bir insan grubu şekillenir. Bir taraftan evliyâ göklere uçurulur,
onlara karada ve denizde, yerde ve gökte Allah’a ait nice görevler
havâle edilir; fakat böyle bir anlayıştaki yanlışlıklar düşünülmez.
Buna karşın Kur’an’ın şiddetli yasaklamasına rağmen kimileri
inkârcıları, zâlimleri veya tâğutları veli/dost ve sırdaş edinir. Böylelerine
toplumun velâyet-yönetim yetkisini seve seve verir. Hatta
onların müslümanların aleyhine olan düşmanlıklarına ortak olur.
Bazıları da Kur’an’a göre velâyeti caiz olmayan zorbaların İslâm
ülkelerinde kurdukları gayri İslâmî düzenlere ses çıkarmazlar, onların
siyasetlerinden memnun kalırlar. Onların zulüm sistemlerine
destek olur ve bunun ne anlama geldiğini hiç akıllarına getirmezler.
Birçokları ömürlerini aslı astarı olmayan velî-evliyâ menkıbeleriyle
(hikâyeleriyle) tüketirken, müslümanların velâyetini gasbedenlerin
İslâm âlemini ne hale getirdiklerini, müslümanlara
nasıl davrandıklarını hiç düşünmezler. Yanlış velî-evliyâ düşüncesi
sebebiyle niceleri Tevhid dininin dışına çıkarlar da farkında bile
olmazlar. Bu konuyu Kur’an’ın ve sünnetin çerçevesi dışında değerlendirenler,
özel bir statü verdikleri evliyâda olağanüstü güçler
ve yetkiler görürler. Onların peşine takılır, bir dediklerini iki
etmezler. Ağızlarından, ya da kalemlerinden çıkan sözleri doğru
mu yanlış mı diye düşünmeden benimserler. Evliyâ dedikleri kimselerde
mutlaka tabiatüstü bir güç ve kerâmet görmek isterler.
Göremeyince de kendileri uydururlar. Ya da önceden uydurulmuş
malzemeyi kendi şeyhleri için kullanırlar.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da şaşmaz ölçü Kur’an’dır.
Öyleyse velî veya evliyâ kimdir, özellikleri nelerdir? “Haberiniz olsun;
Allah’ın velîeri (evliyâullah), onlar için korku yoktur, onlar mahzun da
olacak değillerdir.”499 Onlar Allah’tan hakkıyla korkup çekindikleri
için, onlara dünyada ve âhirette korku yoktur. Onların ilerisi güzel
olduğu için geçmişle ilgili hüzünleri (üzüntüleri) kalmamıştır. Hesapları
sebebiyle korkmayacaklar ve hesaplarının kötü olmaması
sebebiyle de üzülmeyecekler.
Bu müjdeye kavuşacak olan “evliyâ” kimdir? Cevabı bu âyeti
takip eden ikinci âyet veriyor: “Onlar iman edenler ve (Allah’tan) korkup
sakınanlardır. Müjde, dünya hayatında ve âhirette onlarındır. Allah’ın
sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük kurtuluş budur.”500 Ölçü iman ve
takva. Kim hakkıyla iman eder, imanını şirk veya riyâ gibi şeylere
bulaştırmazsa ve arkasından da Kur’an’ın tanımladığı takvâya
499] 10/Yûnus, 62
500] 10/Yûnus, 63-64
DOSTLUK
- 113 -
ulaşırsa, işte böyleleri Allah’ın velîleridir.
Yukarıda ifade edildiği gibi, Kur’an ‘velî’ kelimesini hem olumlu
hem de olumsuz anlamda kullanmaktadır. Şeytanın velîsi olabildiği
gibi, putların da velîsi olabilir. İnkârcılar ve zalimler her
bakımdan birbirlerinin velîsidirler. Buna karşın Allah mü’minlerin
velîsi/dostu ve yardımcısıdır. O, müslümanların kendi aralarında
da velâyet ilişkisinin olmasını emretmektedir. Bunun yanında
Rabbimiz iman edip takvâ sahibi olan kullarını kendine ‘velîlerevliyâu’llah’
olarak seçiyor. Demek ki mü’münler için sıradan
bir velî olmak değil; Allah’ın velîlerinden, evliyâullahtan olmak
önemlidir.
Mü’min zaten İslâm’a bütün benliği ile iman edendir. Buna
bağlı olarak bütün mü’minler de takvâ üzere yaşamak zorundadırlar.
İman takvâyı gerektirir. Takvâsız mü’min olunamayacağına
göre, Allah’ın râzı olduğu bütün mü’minler evliyâdır, Allah’ın
velîsidir. Allah da onların mevlâsıdır. Yukarıda mü’minlerin hepsinin
birbirlerinin velisi olduğu açıklanmıştı. Elbette mü’min deyince,
akla, Allah’tan hakkıyla korkup çekinen teslim olmuş müslüman
gelir.
Peygamberimiz’den gelen bir rivâyet konuyu daha anlaşılır bir
şekilde açıklıyor. Peygamberimize Allah’ın velîleri kimlerdir diye
sorulmuş, O da şöyle buyurmuştur: “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri
zaman Allah hatırlanır, zikredilir.”501 Hz. Ömer’den (r.a.) rivâyet
edilen bir hadiste de, kendileri şehid veya nebî olmadıkları halde
nebîlerin ve şehidlerin gıpta ettiği, aralarında ticaret ve akrabalık
olmadığı halde birbirlerini Allah için seven kimselerden bahsedilmektedir.
502
Evliyâullah (Allah’ın velî kulları), Allah için severek birbirlerine
dost, yârân, ahbap olurlar.503 Ya da onlar Allah uğruna, O’nun
adıyla, O’nun celâli için birbirlerini severler. Bu sevgi ile beraber
birbirlerine ilgi gösterirler. 504
Takvâ sahibi mü’minler, Hakk’ın canlı şâhitleridir. Onlar,
İslâm’ın güzelliklerini pratik hayatlarında gösterirler. Onlar İslâm’ı
öylesine güzel yaşarlar ki, onlara bakıldığı zaman Rabbimizin ve
O’nun verdiği nimetlerin hatırlanmaması mümkün değildir. İşte
Allah’ın velî kulları, müttakî mü’minlerdir. Bu gibi mü’minler özel
501] Dürrü’l Mensur, 4/370; naklen Elmalılı, 4/495
502] Müstedrek, 4/170; naklen Elmalılı, 4/495
503] Ebû Dâvud, Sünne 2, hadis no: 4596, 4/197
504] Müslim, Birr 38, Hadis no: 2567, 4/1988; Tirmizî, Zühd 53; Dârimî, Rekaik 44,
hadis no: 2760, 2/221; Ahmed bin Hanbel, 2/237, 328, 338, 370, 533; 3/87,
4/128, 386
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 114 -
bir sınıf değillerdir. Bu velîlik sıfatını onlar iman ettikleri ve uydukları
Kur’an’dan alırlar. Ne peşlerine gelenlerden, ne de yukarılarda
olduğu zannedilen ve olağanüstü şahsiyet olarak düşünülen
kimselerden.
Bilindiği gibi İslâm’da ruhbanlık ve özel bir sınıf statüsü yoktur.
Herkes Allah’ın önünde eşittir ve herkes Rabbine kulluk yapmakla
yükümlüdür. Kimsenin Allah katında bir imtiyazı (ayrıcalığı) yoktur.
Üstünlük, derece ve sevap kazanma ölçüsü yalnızca takvâdır.
Kimin takvâlı olduğunu da yalnızca Allah bilir. Allah’ı râzı etmeye
çalışan kullara Allah’ın pek çok yardım ettiğini, onlara çok hayırlar
verdiğini, görünen ve görünmeyen nimetlerle desteklediğini,
mü’min topluluklarla çeşitli yardımları ulaştırdığını Kur’an haber
vermektedir. Mü’minler zaten kerem sahibi insanlardır; Allah dilerse
onlara daha fazla kerâmette bulunabilir.
Kerâmet velî olmanın şartı değildir. Allah dilediği kuluna dilediği
nimeti değişik şekillerde ulaştırır. Tekrar edelim ki velî olmanın,
yani ‘evliyâullah’tan olmanın şartı iman ve takvâdır. Velî
olmak evliyâ sayılmak için başka törenlere, şartlara, uzun boylu
açıklamalara, tarîkat silsilelerine, başkaları tarafından verilecek
ünvanlara ihtiyaç yoktur. Kur’an, kimin velî olduğunu açık açık
anlatmaktadır. 505
Tasavvuf Etkisiyle Velî ve Evliyâ
Kavramlarında Anlam Kayması
Müslümanım diyenlerce tahrif edilen Kur’an kavramlarından
biri, “velî” kavramıdır. Kur’an ve sünnetteki gerçek mânası
yönüyle bu kavramın içi boşaltılarak tevhidî konumundan soyutlanıp
velâyet, ayrıcalıklı bir sınıfa nisbet edilmiştir. Yaşadığımız
toplumda, “tevhid”e zarar vermeye müsâit vesîle, şefaat ve velî
anlayışları vardır. Eğer nefsimizi ve çevremizi Kur’an’ın gözlüğüyle
görmeye çalışırsak, yanlışlıkların önüne geçebiliriz. Tasavvufun
etkisiyle, geleneksel anlamda velî (veya evliyâ); benliğini Allah’ta
yok etmek sûretiyle birtakım üstün vasıflar kazanarak, hârikulâde
şeyler gösterebilen büyük insan anlamında kullanılmaktadır. Hatta
daha da ileri gidilerek Allah adına kâinatın idaresini düzenlemeye
yetkili kişiler olarak algılanmaktadır.
Hicretin ilk asrında başlayan zühd ve takvâ anlayışı, giderek
tasavvufî bir şekle bürünmüş ve 9. yüzyıldan sonra ise geniş
ve renkli bir tefekkür meydana getirmiştir. Velî kavramının,
Türkler’in İslâm’a girişinden sonra, İslâm öncesi dinlerinden
505] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 755-757
DOSTLUK
- 115 -
taşıdıkları Şamanizm, Budizm, Zerdüştlük, Mazdeizm, Maniheizm
ve Hıristiyanlık gibi inançların tesiriyle ıstılahlaştığı görülmektedir.
Öyle ki, Allah’a yakın olduğu kabul edilen velî diye vasfedilen bu
kişilerin fevkalâde kuvvet ve kudretlerle mücehhez olduğuna ve
herhangi bir konuda -sağ veya ölü iken- yardımlarının söz konusu
olacağına inanılmaktadır. Böyle bir anlayış velînin takdis olmasıyla
sonuçlanmaktadır. Yukarıdaki anlamıyla müslümanlar arasında
yaygınlaşan bu velî kavramının menşe’ itibarıyla İslâmiyet’le ilişkisi
olmadığı söylenir. Aynen hıristiyanlıktaki saint/aziz kültü gibi,
müslümanlar arasında yaygınlaşan bu velî kelimesinin İslâm’dan
önceki putperest kültürlerle yakın alâkası olduğu ifade edilir.506
Eski Türk şamanları incelendiğinde bunların Türk velî tipine
çok benzediği anlaşılır. Gelecekten haber veren, hava şartlarını değiştiren,
felâketleri önleyen, yahut bunları düşmanlarına Musallat
eden, hastaları iyileştiren, göğe çıkıp uçabilen, ateşte yanmayan,
yani bu özelliklere sahip olduklarına inanılan Türk şamanları bu
hüviyetleriyle âdetâ İslâm sonrası eserlerde velî veya evliyâ olarak
tanındı. Şamanist Türkler, şamanların hârikulâde insanlar olduklarına,
ruhlar ve gizli güçler ile ilişki kurup onlara istediklerini yaptırabildiklerine
inanırlardı. Türklerin velî telakkisinin oluşmasında
eski atalar kültürünün de önemi vardır. Ata öldükten sonra onun
ruhunun üstün birtakım güçleri olduğuna inanılır ve ondan şefaat
beklenir. Bu üstün rûhânî güçlerle donanmış insan tipinin müslümanlıktaki
velî tipiyle ilgi kurulmasında güçlük çekilmedi. Kur’ân-ı
Kerim’deki çeşitli mûcizeler gösteren peygamberlerin şahsiyetini
kendi din adamlığıyla benzeştirdiler. Velî ve evliyâ kültürünün
oluşmasına sebep olan unsurlar şunlardır: a) Eski Türk inançları, b)
Budizm ve Şamanizm, c) İslâm öncesi kültür, d) Kitab-ı Mukaddes
kaynaklı inançlar, d) İslâm’ın (Kur’an ve hadisler) yanlış yorumu.
10-12. asırlarda İslâmiyet, Orta Asya’da yayılırken tekkelerin
çoğu eski Budist manastırlarının yerine, yahut yakınlarına yapılıyor,
zamanla manastırdaki azize ait menkıbeler, yerli halkla
ilişkiler kurmada kolaylık olması için İslâmî bir hüviyete dönüştürülüyordu.
Bu usûl, hem Anadolu’da, hem de Rumeli’de tatbik
edildi. Meselâ, Hacı Bektaş’ın Sulucakarahöyük’te kurduğu tekke,
burada yaşayan Hıristiyanların takdis ettiği Saint Charalambus’a
ait kilise ve kültürü İslâmî bir havaya büründürüldü. Bu örnekler
çoğaltılabilir. Bu velî veya evliyâların neler yaptıklarını Abdurrahman
Câmî’ye ait, tasavvuf kitaplarının meşhurlarından olan eseri
Nefehâtü’l-Üns min Hazerâti’l-Kuds isimli eserden takip edelim:
506] Bk. E. A. Westermarck, İslâm Medeniyetinde Puta Tapma Devrinden Artakalan
İtikatlar, Ankara, s. 11, 19-20; Haksöz, sayı: 11 (Şubat 92), s.14
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 116 -
1) Yoğu var etmek, varı yok etmek, 2) Gizli şeyleri açığa çıkarmak,
açıkta olanları gizlemek, 3) Ölüyü diriltmek, diriyi öldürmek, 4)
Duâyı gerçekleştirmek, 5) Gıyâben söylenenleri işitmek, 6) Gaybden
ve gelecekten haber vermek, 7) Su üzerinde yürümek, mekân
aşmak, 8) Aynı anda muhtelif yerlerde görünmek, 9) Hayvan, bitki
veya cansız maddelerin tesbih ettiklerini duymak, 10) Havada dolaşmak,
11) Vahşi hayvanları emrine almak.
Yukarıda sayılan özelliklere uygun, tarihte ve günümüzde var
sayılan velîlere örnekler veren külliyât bir hayli yaygındır. Örnek
olarak; Hacı Ubeydullah Ahrar denilen şahıs Semerkant’ta otururken,
aynı anda İstanbul’u fetheden Fâtih’in ordusuna yardım eder
şeklindeki olay, bütün klasik kaynaklarda çok rahat bir şekilde
anlatılır.507 Bazıları da “insanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin
sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç
olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket
gittiği yerlere yağardı. 508
Bazıları da Allah ile konuşabiliyor, hatta O’nu da emri altına
alıyor: “Hak Teâlâ dedi: ‘Yâ Cüneyd, ben seninim, sen benimsin.
Şimdiye değin sen benim dediğimi tutardım; şimdiden sonra ben
senin dediğini tutarım.”509 Bir başkası: “Evliyâdan bazıları vardır
ki, sâdık mürîde vefâtından sonra, hayattayken olduğundan daha
fazla menfaat eriştirir. İsterse o velî, kabrinde meyyit olsun. Kabrindeyken
müridini yetiştirir. Müridin kabrinden onun sesini işitir.
Nitekim Ebu’l-Hasan Hırkani, Beyazıd Bestami’den bu şekilde feyz
almıştır.510 Bazıları işi daha da ileri götürerek; “Allah beni över,
ben de onu. O bana kulluk eder, ben de O’na. Bir halde O’nu ikrar
eder ve eşyadaki çokluk ve değişikliği görünce inkâr ederim.” 511
Velî (veya şeyh) ile sohbetin usûlü: “Evvelâ mümkün ise gusl
ile olmazsa taze bir abdestle iki rekât namaz kılmak, anlayamadığı
bir şey varsa, onu kendi kusuruna haml etmek, hiçbir sûrette
şeyhin kavl, fiil ve ahvâline kat’iyyen itiraz etmemek, şeyhin
kelâmını hakdır diye itikad etmek... Sohbet bitince çok oturmayıp
hemen kalkıp izin istemek ve ellerini dizlerini öpüp geri geri
gitmek...”512; “Allahu Teâlâ’nın ism-i zâhirleri o kadar çok tecelli
etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü, hatta nisâ (kadınlar) şeklinde,
507] İrfan Gündüz, Osmanlılar’da Devlet-Tekke Münâsebetleri, Sehâ Neşriyat, s.
43-44
508] Mehmed Zâhid Kotku, Ehl-i Sünnet Akaidi, Sehâ Neşriyat, s. 7
509] Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, Erkam Y. s. 158
510] Es-Seyyid Abdülhakim Arvasî, Râbıta-i Şerife, Büyük Doğu Y. s. 19
511] Muhyiddin-i Arabî, Fusûsu’l-Hikem, M.E.B. Y. s. 48
512] M. Zâhid Kotku, Tasavvufî Ahlâk, c. 1, s. 90
DOSTLUK
- 117 -
onların organları halinde ayrı ayrı zâhir oldu. Bu tâifeye o kadar
bağlandım ki, nasıl bildireyim, kendimi tutamıyordum. Onların
şeklindeki zuhur başka hiçbir şeyde yoktu.” 513
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Allah adına, din adına bu anlatılanların
İslâm’la bir ilgisi olmadığı halde, bu eserlerin Kur’an
rehberliğinde yeniden okunması ve yeniden değerlendirilmesi
gerekir.
Yukarıda görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’e göre, gerçek velî
Allah’tır, Birçok âyette Allah’ın mü’minlerin velîsi ve yardımcısı olduğunu
görmekteyiz.514 Yine Kur’an, Allah’tan başka velî edinmeyi
yasaklar. “Onların Allah’ın dışında kendilerine yardım edecek velîleri
yoktur.”515; “Yoksa O’nun dışında birtakım velîler mi edindiler? İşte Allah
velî olan O’dur. Ölü olanları da diriltir. Her şeye güç yetiren O’dur.”516;
“Haberin olsun, hâlis (katıksız) olan din, yalnızca Allah’ındır. O’ndan başka
velîler edinenler (şöyle derler): ‘Biz bunlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar
diye ibâdet ediyoruz.’ Hiç şüphesiz Allah kendi aralarında ihtilâf
ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı kâfir olan
kimseyi hidâyete eriştirmez.” 517
Kur’an, insan vasfı olarak velî konusunda da mü’minlerin birbirlerinin
velîleri olduğunu belirtir. “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar,
birbirlerinin velîleridirler; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar,
namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler.
İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.”518; “İyi bilin
ki Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar Allah’a
iman etmiş ve muttakî olmuşlardır.”519 Allah’ın dostları olduğu gibi,
şeytanın da dostları vardır. “Şeytanları inanmayanların evliyâsı kıldık.”520
Takvânın özelliklerini de Kur’an, özellikle Bakara, 3-5 ve 177.
âyetlerde açıklar. Bu âyetlere göre takvâ, iman ve sâlih amellerdir.
İslâm’ın yaşanması ve hayata geçirilmesidir. Kur’an’ın, Rasûlün hayatıyla
örnek davranışlar haline, yaşayan Kur’an haline gelmesidir.
Mü’min ve müslüman olmanın yolu velî olmanın yolu, Kur’an ve
sünnete uygun yaşamaktan geçer. Kur’an, takvâ sahibi olmamızı
istiyor. Hatta daha da ileri giderek, gerçek mü’minlerin, takvâ sahiplerine
önderler olmasını öneriyor. Bu da yaşanan hayata yön
513] İmam-ı Rabbâni, Mektubat Tercümesi, 1. Mektup, Sönmez Neşriyat, s. 6
514] 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68; 7/A’râf, 155; 9/Tevbe, 116
515] 42/Şûrâ, 46
516] 42/Şûrâ, 9
517] 39/Zümer, 3
518] 9/Tevbe, 71
519] 10/Yûnus, 62-63
520] 7/A’râf, 27
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 118 -
verip İslâm’a uygun bir şekilde örneklik yapmakla mümkündür.
Allah’ın dostlarının kerâmeti, ihsânı ve takvâsı; Kur’an’ı, yaşanan
bir hayat haline getirmesidir. Bazılarının anladığı gibi, kâinata tasarrufta
bulunma, duâlara icâbet etme, öldüklerinde geri kalanları
mezardan idare etme, mezarları üzerinde kubbeler inşâ edilme
şeklinde değlidir.
Kur’an, Hz. Peygamberimiz’e şöyle buyurur: “De ki: ‘Ben kendime
Allah’ın dilediğinden başka ne bir yarar, ne de bir zarar verme gücüne
sahibim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim ve
bana kötülük dokunmazdı. Ben sadece iman edenler için bir uyarıcı ve
müjdeleyiciyim.”521 Yine Kur’an’da insanların kalplerine tasarrufta
bulunmak, hakka meyletmeyen kimselerin kalplerine imanı yerleştirmek
ve buna benzer hususlarda peygamberlere bile yetki verilmediği522
halde, birtakım insanlara takvâ adına Kur’an dışı ilâhî
sıfatlar vermek, İslâm’ı bilmemek veya bile bile düşmanlık etmek
demektir. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin bile sahip olduğu bütün
kudret, azamet, üstünlük ve şerefin Allah’a itaat edip tamamıyla
O’nun hükümlerini uygulamada olduğunu belirtir.
Hz. Peygamber, Kur’an’dan yüzçevirir, Allah’ın kelâmını değiştirmeye
kalkar ve kendi sözlerini ona ilâve edecek olursa; onun
başkası üzerinde hiçbir üstünlüğe sahip olamayacağı açıklanır.
“Sana gelen ilimden sonra, eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan,
andolsun ki Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur.”523;
“De ki: ‘Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim için imkânsızdır. Ben,
sadece bana vahyolunana uyarım. Şayet ben Rabbime karşı gelirsem
büyük bir günün azâbından korkarım.”524 Kur’an’da açıklanan bu tür
âyetlerin hepsi, Rasûlullah’ın herhangi bir muhâlefeti, sapması
veya âyetleri gizlemesinden korkulduğu için indirilmemiştir. Bu
âyetlerin indirilmesinden maksat, insanlara, peygamberin Allah’a
olan yakınlığının sebebinin peygamberin -hâşâ- Allah ile bazı ortak
sıfatlara sahip olması veya akrabalık -hıristiyanlıktaki oğul
anlayışı gibi- bağı olmadığını göstermektir. Böylece, peygamberin
özelliğinin, uyarıcı, müjdeleyici olması ve Allah’ın hükümlerine
kayıtsız şartsız bağlanması olduğu açıklanmaktadır.
Velî olmak, eşyanın tabiatını tersine döndürmek sûretiyle
değil; bilakis eşyanın tabiatı gereğince, sünnetullahın açığa çıkması,
fıtratın gelişmesi ve Allah’ın râzı edilmesiyle mümkün olmaktadır.
Allah katında yalnızca takvâ ile insanlar birbirlerinden
521] 7/A’râf, 195
522] 27/Neml, 80; 35/Fâtır, 22-24
523] 2/Bakara, 120
524] 10/Yûnus, 15
DOSTLUK
- 119 -
ileride olabilmektedirler. Bu da, azâbından korunmak ve rızâsını
kazanmakla mümkündür. Kim Allah’a, O’nun bildirdiği gibi inanır
ve sâlih amel işlerse, işte kurtulanlar yanız bunlar olacaklardır.
Peygamberlerin hepsi, Allah’ın velî kullarıdır. Onlar Allah’ı râzı
etmişler, tevhidi hayatlarında uygulamışlar ve en güzel şâhitler
olmuşlardır. Mü’minler de Allah’ın velî kullarıdır. Allah, iman
eden ve sâlih amel işleyen kullarını velî/dost edinmektedir. Velînin
büyüklüğü buraya kadardır. Müslümanlar da ayrıca, birbirinin
velîsidirler. Birbirine yardım eden, bağışlayan, malından yediren,
koruyan, kollayan insanlardır. Muhâcir ve esârın birbirlerini velî
kabul etmeleri ve uygulamaları ile elimizdeki sağlam bilgiler, bizler
için örnek teşkil etmektedir.
İslâm akaidinde, bazı dinî çevrelerde bilinen anlamda kişilere
kutsallık izâfe edilerek, hatta onları insanlık vasıflarının da üzerine
çıkarmak gibi hayâlî ve mitolojik tipler icat etmek anlayışına
yer yoktur. Kur’an’da net bir şekilde açıklanan “evliyâ”nın diğer
insanlardan farkı; beşer tabiatının üzerine çıkması, fevkalâdelikler
göstermesi veya günahları bağışlaması değil; tevhidî bir inanca sahip
olması, münkerden kaçınması ve ma’rûfu emretmesi, her türlü
şirke, zulme, haksızlığa karşı tavır sahibi olmasıdır. 525
Velî/ermiş kabul edilen rûhânîler hakkında birçok menkabeler
yazılmıştır. Bu kişilerin hayat öyküleri ve onlara mal edilen olağanüstülükler
dikkat ve ibretle incelenmeye değer. Bu mitolojik
hikâyeler velî kabul edilenlerle ilgili inanış biçiminin eksenini oluşturmaktadır.
Bu hikâyelerde insanüstü özellikler o kadar astronomiktir
ki Allah’ın kitabı ve Rasûl’ün sünnetiyle aydınlanmış aklı
başında hiçbir mü’min, bunların gerçekliğini kabul edemez. Çünkü
evliyâlık, ermişlik denen inanış kadar, sünnetullahı (Allah’ın
evrendeki değişmez kanunlarını) kökünden inkâr eden, Allah’ın
kâinat üzerindeki sınırsız egemenliğini yok sayan ve O’na açıkça
kafa tutan başka bir inanış biçimi hemen hemen yoktur. Herhangi
bir halifenin, kendi şeyhi hakkında rivâyet edilen bu mitolojileri
hiçbir zaman yalanlamamış olması, tarîkat liderleri hakkında ciddî
bir ahlâk sorununun varlığını ortaya koymaktadır. Gerçekten de
hemen hiçbir şeyh, kendisini mezun etmiş olan mürşidinin göklere
çıkarılmasına şimdiye kadar itiraz etmemiştir.
Aslında menkabe geleneği, yabancı kaynaklıdır. Özellikle şamanlıktaki
“kam“ kültünün, budizmdeki “arhanı“ kültünün ve
hıristiyanlıktaki “azizler“ kültünün etkisi altında peydahlanan
velîlik/ermişlik inancına bağlı olarak bu gelenek yerleşmiş ve
525] Arif Çiftçi veli ve Evliya Terimleri Üzerine, Haksöz, 11
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 120 -
zamanla kurumlaşmıştır.
Tasavvuftaki Evliyâ Nasıl Bir Kişiliktir? Tasavvuftaki anlayışa
göre bazı yüce ruhlu insanlar, keskin bir sezgiye, olağanüstü ve
gizemli güçlere sahiptir. Bu kişilere, her dinin mistik toplulukları
tarafından verilen bazı sıfatlar vardır. Evliyâ, aziz, saint, surp, ermiş
gibi. Kalabalıkların çok büyük saygı ve bağlılık gösterdiği bu
şahısların, çilehâne, manastır, savmia ve stupa gibi özel ve kutsal
sayılan mekânlarda seyr u sülûk, mücâhede, çile riyâzet ve yoga
gibi her dine göre çeşitli adlar altında mistik egzersizler yaparak
günahlarından arındığına ve bir ruh temizliğine kavuştuğuna inanılır.
Bunlar artık himmet, bereket ve tasarruf sahibidirler. Allah
adına, kâinat ve tabiat olaylarını yönetirler (!)
Evliyâ denilen bu insanlar hakkındaki inanışlardan bazıları
şöyledir: Bunlar günahsız, yüce ve yanılmaz şahsiyetlerdir; kutsal
birer kişiliğe sahiptirler. Gizliyi ve özellikle gönüllerden geçenleri
bilirler. Duâları makbuldür; ne dilerlerse Allah o dileği yerine
getirir. Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler. En uzak mesâfeleri
en kısa bir zamanda katederler. İslâm ordularının (veya bugünkü
ordunun) ön saflarında düşmana karşı çarpışır ve zafer sağlarlar...
Bu inanç çerçevesinde şartlandırılmış duygusal insanlar, evliyâ
diye niteledikleri kişilerin, böylesine olağanüstü güçlerine kendilerini
inandırmış, onların hayalleri zorlayan mitolojik hikâyelerini
kaleme almışlardır. Tarih boyunca bu konuda “menâkıbnâme“ adı
altında yazılan kerâmet hikâyeleri, ciltler dolusu birikim oluşturmuştur.
(Bunların bazıları, filmlere konu olmuş, “İhlâs“lı müridlerce
menkabeler senaryolaşmıştır.)
Her zâtın velîlik derecesi, ona mal edilen menkabelerle ölçülmeye
başlanmıştır. Mürîd, üstünlük, olağanüstülük, yücelik ve
kerâmet olarak mürşidi için tasavvur edebileceği her meziyet ve
olayın, eylemsel biçimde yaşanmış ve gerçekleşmiş olduğundan
asla kuşkulanmaz. Ondan sonra da bunları, hayâlinin enginliği
ve dilinin zenginliği oranında anlatmaya ve yaymaya başlar. İşte
menkabeler böyle oluşmuştur.
Hayatta olduğu sürece “Efendi Hazretleri“, “Efendi Baba“,
“Efendi“ unvânı verilen bu zatların her konuştuğunda hikmetler
aranır, her sözü sayfalar dolusu yorumlara konu olur, attığı her
adımdan, yaptığı her hareketten, göz atmasından, nazar etmesinden,
gülümsemesinden, ya da hapşırmasından bile türlü anlamlar
çıkarılır. Meselâ, bir kaza mı oldu, “Efendi Hazretleri bunu işaret
buyurmuştu“, yağmur mu yağdı, “Efendi Hazretleri biraz önce
duâ etmişti“, çevrelerinde sevilmeyen birinin başına bir belâ mı
DOSTLUK
- 121 -
geldi, “Efendi onu çarptı“ vs. Öldükten sonra üzerine saltanatlı
bir türbe inşâ edilir; mezarının üzerine süslü bir sanduka kurulur;
adı, hayat tarzı, sözleri ve ona ait hemen her şey kurumlaşır ve
kutsallaşır.
Hâlbuki İslâm’da böyle bir evliyâ telâkkisi yoktur ve olamaz.
Nitekim ilk zâhidler olarak bilinen Hasan el-Basrî, Süfyan es-Sevrî,
Abdullah bin el-Mübârek, Fudayl bin İyad, Şakıyk-ı Belhî, Ma’rûf
el-Kerhî, Ebû Süleyman ed-Dârânî, Bişr el-Hafî, Seriyy es-Sakatî,
Hâris el-Muhâsibî ve Sehl bin Abdullah et-Tüsterî gibi şahsiyetlere,
yaşadıkları çağda böyle bir kişilik mal edilmemiştir. Velî kavramı,
müslümanların ilk üç kuşağı tarafından tamamen Kur’an’ın tanımladığı
şekilde benimsenmiştir.
Bazılarının tebliğ adına gündeme getirdikleri dinin merkezini
şekiller ve hayâller cümbüşü süsler. Din onlar için âyindir, tesbihtir,
sarıktır, takkedir, cübbedir, kavuktur, sakaldır, çarşaftır, türbedir,
tekkedir, mezar taşlarıdır, kıssa ve menkabelerdir. Bulutlar üstünde
uçuşan pembe kanatlı evliyâlardır. Halk açısından da din, yine
şekilcilik ve teferruatın merkezde olduğu bir anlayış ve yaşayıştır.
Halka göre de İslâm, büyük kubbeli dev câmilerdir, kandildir, mevlittir,
ilâhîdir, ezgidir, mehter marşıdır, fetih kutlama törenleridir,
festir, kılıçtır, tuğradır, bid’attır, hurâfedir... İslâm’ın, esas olarak
Kur’an ve Sünnet’ten ibaret olduğu, dolayısıyla bu iki kaynağın,
hayata geçirilmesiyle ancak İslâm’dan söz edilebileceği, hemen
hiç kimsenin ilgisini çekmemektedir. Onun için eğer kutsallaştırılmış
eşya ve kavramlar hakkında en ufak bir olumsuz düşünceniz
varsa dindar kabul edilen toplumun ölçülerine göre belki müslüman
bile sayılmazsınız, en azından sapıksınız.
Bilindiği gibi, İslâm’ın temeli imandır ve imanın da ağırlık
merkezi Allah Teâlâ’ya Kur’an’da bize kendini tanıttığı sıfatlarıyla
inanmaktır. Bu inancın özü ise, kâinatın yaratıcısı, yöneticisi, yönlendiricisi
ve düzenleyicisi olarak Yüce Allah’ın bir, eşsiz, benzersiz,
ortaksız vekilsiz, başlangıçsız, sonsuz ve ölümsüz olduğu; ezelden
ebede her şeyi bildiği, gördüğü, duyduğu ve her şeye egemen olduğudur.
Tevhîdin en kısa özeti budur ve bununla birlikte Allah
Teâlâ’nın sonsuz ve sınırsız egemenliği üzerinde hiçbir kimsenin
ve herhangi bir gücün hiçbir halde asla etkili olamayacağıdır. Dolayısıyla,
yaratığın sebep olduğu herhangi bir etki, yalnızca Allah
tarafından yönetilen kâinat düzeninin, birbirine bağlı disiplinleri
ve kuralları çerçevesinde ancak meydana gelebilir. Gerçek bu iken,
tarihin akışı içinde ve çeşitli etkenler altında zamanla “ermişlik”
diye bir inanç peydahlanmış, böylece “evliyâ” diye -sözde- üstün
güçlere sahip bazı kimselerin, Allah adına kâinat olaylarına yön
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 122 -
verebileceklerine inanılmaya başlanmıştır. Bütün bu anlayışlar,
Kur’an ve sahih sünnet çerçevesi içinde sorgulanmalı, inançlardan
şirk kalıntıları temizlenmeli velî kavramı da, diğer İslâmî kavramlar
gibi, Kur’an’la sağlaması yapılarak i’tidal içinde yeniden değerlendirilmelidir.
Müslümanım diyenlerin kendilerini, inanç ve amelleriyle
elden geçirmesi, sağlam teraziyle tartması gerekmektedir. 526
Bilindiği gibi, “Velî” Allah’ın isimlerinden biridir. Allah kendisinin
velî olduğunu söylemektedir; yani koruyucu, kollayıcı, dost,
yardımcı, yakın, sahip, efendi mânâsında. Veliyyullah olarak kullanıldığında
ise Allah’ın dinini koruyucu, O’nun dininin yardımcısı,
O’nun dostu, O’nu sahip ve efendi edinen, yani özetle Allah’ı râzı
eden kimse demektir. Bu durumdaki kimseyi Allah yakın edinmekte,
O’nu sevmekte, O’ndan râzı olmaktadır. Kullarının arasında
Allah’a yakınlığı ile mümtâz bir mevkii bulunmaktadır veliyyullahın.
Bu seçkinlik, o kişinin Kur’an’ı ahlâk edişinin doğal bir sonucu
olarak güzel ahlâkı sebebiyle insanlar tarafından sevilmek,
beğenilmek, imrenilmek halidir. Allah’ın ona yardımı, sünnetullahı,
eşyanın tabiatını tersine döndürmek sûretiyle değil; bilakis
eşyanın tabiatı gereğince onun işlerinin kolay olmasının, başarıya
ulaşmasının gerçekleşmesidir.
Bir müslümanın, diğer müslümanların velîsi olduğuna gelince,
mesele hiç de halkın anladığı gibi değildir. Zira, âyetlerde geçen
“velî” kelimesi, birbirinin yardımcısı, birbirine hak yolunda
yardım eden, malından yediren, birbirini bağışlayan, bir vücudun
parçaları arasındaki uyum gibi uyum içinde ve aynı vücudun sağlığını
korumaya yönelik bir birliktelik kastedilmektedir. Muhâcir
ve Ensâr’ın Hz. Peygamber’i velî olarak kabullenmeleri, birbirlerinin
velîsi olduklarıyla ilgili uygulamalar, karşılıklı tavırları, sözleri
ve Peygamber’in de onları velî/dost edinmesiyle ilgili bilgiler,
bu velîliğin boyutlarını gösterir. Bu gerçek velîlerin hiç biri gaybı
bilmediği gibi, hiç birinin gezdiği yerlere bereket yağdırdıklarına,
kızgınlık duyduklarının ölümünü isteyip öldürdüklerine, onları
çarptıklarına veya taş yaptıklarına, denizin üzerinde yürüdüklerine,
kuru ağacı yeşerttiklerine ve benzeri kerâmetlerine rastlamamaktayız.
O kadar rastlamamaktayız ki, Hz. Hamza, Uhud Harbinde
kendisini öldürmek için fırsat kollayan ve en çok on-onbeş
adım ötesinde bulunan eli mızraklı Vahşi’nin varlığından habersizdir.
Hz. Ömer, iki adım gerisinde, safta namaza durarak kendisini
öldürmek için hazırlanan ve hançerleyerek bunu gerçekleştiren
Firuz isimli Ebû Lü’lü künyeli Zerdüştî kölenin niyetinden
526] Geniş bilgi için bkz. Ferit Aydın, Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, s. 285-
305
DOSTLUK
- 123 -
(kalbinden geçenden) habersizdi. Hz. Ali, kendisini öldürmek için
aylardır plan kuran ve anlaştığı arkadaşlarıyla kararlarının bir parçası
olarak kendisini öldürmek için namaz kıldığı câmide bulunan
ve onu hançerleyerek emelinin gerçekleşmesini sağlayan Abdurrahman
İbn Mülcem’in yanına kadar sokulan varlığından habersiz
idi.
Rasûlullah (s.a.s.)’ın kendilerine İslâm’ı öğretmeleri için gönderilmesini
istedikleri tebliğcileri tuzak kurarak yolda öldürenlerin
niyetlerinden habersiz olduğu tarihî bir vâkıa olarak karşımızda
durmaktadır. Peygamber’in ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve
Hz. Ömer (r.a.) gibi özellikle ileri gelen sahâbenin, Muhâcirlerin
ve Ensârın, âyetlerle sâbit bulunduğu üzere yaptıkları amellerden
ötürü Allah’ın dostluğunu kazandıklarını biliyoruz.
Velâyetlerinden emin olduğumuz bu insanların hiç birinin uçtuğu,
su üzerinde yürüdüğü, gaybı bildiği ile ilgili sahih mâlûmâta
sahip değiliz. Müslümanlık lâfla değil; iman ve yaşayışla isbat
edilir. Nasıl ki Rasûlullah, amelleriyle, örnek yaşayışıyla527 İslâm’ı
bize öğretmiştur. Rasûlullah’ın Uhud’da dişi kırılır, bu velîlere bir
şey olmaz; Rasûlullah gaybı bilmez, bu velîler bilir. Rasûlullah
ölüleri (meselâ amcası Hz. Hamza’yı, oğlu İbrahim’i) diriltemez,
bu velîler diriltir. Rasûlullah kılıçla, kalkanla savaşır, bu velîler
üfürükleriyle savaşır... 528
“O’nun berisinden çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler
ki size yardım etsinler.”529; “Belki kendilerine yardımları dokunur diye
Allah’ın berisinden ilâhlar/tanrılar edindiler. Ama onların yardıma güçleri
yetmez. Oysa ki kendileri onlar için hazır askerdirler.”530; “De ki, Allah’ın
berisinden çağırdıklarınıza bakın bakalım. Gösterin bana, yeryüzünde
yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı bulunuyor?
Eğer doğru iseniz, bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir
Kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Allah’ın yakınından kendisine
kıyâmete kadar cevap veremeyecek olanı yardıma çağırandan daha
sapık kim olabilir? Oysa ki bunlar onların çağrısından habersizdirler.”531;
“Şunu bilin ki, göklerde kim varsa ve yerde kim varsa hepsi Allah’ındır.
Allah’ın dûnundan/yakınından birtakım ortaklar çağıranlar neyin peşindedirler?
Bunların peşine takıldığı belli bir kuruntudan başka bir şey değildir.
Onlarınkisi sadece saçmalamadır.” 532
527] 33/Ahzâb, 21
528] Geniş bilgi için bkz. Ercüment Özkan, Tasavvuf ve İslâm, özellikle s. 51-100
529] 7/A’râf, 197
530] 36/Yâsin, 74-75
531] 46/Ahkaf, 4-5
532] 10/Yûnus, 66
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 124 -
Bu âyetlerde geçen “dûne” kelimesine, çoğu mealde “başka,
gayrı” anlamı verilmektedir. Bu mânâ, “dûne” kelimesinin anlamlarından
biridir. Ama bu kelimenin asıl anlamı, “fevka”nın
zıddı, yani en üst mertebeden beri, ondan aşağıca demektir. Bir
şey, öbüründen biraz aşağıda olunca, bunu ifade için “dûne” kelimesi
kullanılır. Buna göre, âyetlerde geçen “min dûnilâllâh”, yani
“Allah’ın dûnundan” ifadesi, Allah’ın en yakınından, yani berisinden
demek olur. Zaten Allah’tan başka velîlere tutananlar, hep onların
Allah’a çok yakın olduğuna inanmışlardır.
Tasavvufî anlamda velî olmak için aranan şartların başında
kerâmet gelmektedir. Hemen bütün tasavvuf kitaplarında velîliğin
alâmetlerinden sayılan kerâmet, yani velîlerin izhar edebileceği
birtakım hârikulâde olaylar dolayısıyla velîliğin, peygamberliğe
benzer bir statü kazandığı dikkat çeker. Mevcut olan bu paralellik,
daha 9. yüzyılda, peygamberlerin sonuncusu olması sebebiyle Hz.
Muhammed (s.a.s.) için kullanılan “Hâtemu’l-Enbiyâ” terimine
benzer bir “Hâtemu’l-Evliyâ” (Velîlerin mührü/sonuncusu) kavramının
doğmasına sebep olmuştur.
Burada, bir de velîler arasındaki mertebeler silsilesinden bahsetmek
gerekir. Velâyet kavramı, 9. yüzyılda kendi içinde bir mertebelenmeye
tâbi tutulmuştur. Şüphesiz velî telâkkisindeki gelişmelerden
kaynaklanan bu duruma göre velîler, bir piramid şeklinde
muhtelif derecelere ayrılmışlardı. Bu piramidde en alt tabakadan
başlayarak sayıları gittikçe azalmak üzere sırayla Recebiyyûn,
Müfredûn, Asâib, Nukabâ, Nücebâ, Abdal, Efrâd, Evtâd, İmâmân
yer alır ve tepede ise, hepsinin başı olan Kutb bulunur. Dolayısıyla
Kutb, bir devirde yeryüzünde mevcut bütün velîlerin en büyüğü
olup kâinat, onun otoritesi altında, zikredilen tabakaları oluşturan
velîler tarafından yönetilir. Velî kavramındaki, Kur’an’daki anlamdan
sapma ve gelişme, sonraki bazı mistik etkilerin, meselâ
Yeni Eflâtunculuk’un ve Gnostisizm’in rolüne dikkat çekmek gerekir.
Aynı etkilere mâruz kalan hıristiyan mistisizmindeki “saint
(aziz)” telâkkisiyle, tasavvuftaki “velî” telâkkisi arasında benzer
noktalar hayli fazladır. Meselâ, hıristiyan mistisizminde “saint”,
“Allah adamı” ve “Allah dostu”dur. Genel mânâda da, bütün dürüst
hıristiyanlar Allah dostudur. Fakat özel anlamda asıl Allah
dostu olan, saint/aziz, yani bütün dünyevî zevk ve bağlardan kurtularak
birtakım riyâzet ve mücâhede usûlleriyle kendini Allah’a
adayan, Ona ulaşabilen hıristiyandır. Hıristiyan mistisizmindeki bu
telâkki, tasavvuftaki “velâyet-i âmme” (bütün müslümanların genel
mânâda velî olduğu) ve “velâyet-i hâssa” (dar mânâsıyla tasavvuftaki
velî) telâkkisini andırmaktadır. Ayrıca, tasavvufta olduğu
DOSTLUK
- 125 -
gibi “saint” (aziz)in kerâmet (miracle) kavramıyla sıkı ilişkisi de
dikkat çeker.
Velî telâkkisindeki bu farklı statünün, ilk zamanlarda İslâm
ulemâsı muhitlerinde ve onlara bağlı halk çevrelerinde birden
bire kabul görmeyip tepki ile karşılandığını biliyoruz. Özellikle
sûfî çevrelerin bütün gayretlerine rağmen, peygamberlik ile velîlik
arasındaki paralel noktalar şiddetle reddedilmiştir. Aynı şekilde
mu’tezile mezhebi, birtakım üstün vasıflarla techiz edilmiş böyle
bir insan telâkkisini, dinin esasına aykırı olduğu düşüncesiyle
asla benimsememiştir. Fakat zamanla bu tepkilerin mutasavvıflar
tarafından değerlendirilip hesaba katılması sonucu, uyuşma için
gösterilen gayretler boşa çıkmadı. İlk tepkilerin giderek şiddetini
kaybettiği ve hatta sünnîliğin velîlik telâkkisini sadece benimsemekle
kalmayıp savunduğu bile görüldü. Hiç şüphesiz bu değişmede
İmam Gazâlî’nin (öl. 1111) unutulmaz çabasının büyük rolü
olmuştur. Artık günümüzde, halkın büyük çoğunluğu, tasavvufî
anlamdaki velî telâkkisini kabul etmeyenleri, eksik (sapık) müslüman
sayar; bazı çevrelerde ise bunlar müslüman bile kabul olunmaz.
Türklerin İslâmiyet’e girişinden sonra tasavvufun velî telâkkisi,
Türk mutasavvıflarınca da aynen benimsenerek devam ettirilmiştir.
Velînin peygambere denk tutulduğu ve onun gibi, söylediği
her sözün mutlak kabul gördüğü sözkonusu olmuştur. 533
Velî Kültü
Velî kültünün kaynağı ve mâhiyeti: A. Yaşar Ocak, Türk Halk
İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri adlı eserinde
velî kültü ve kaynağı hakkında şu bilgileri verir: Velî kültünü, kısaca,
fevkalâde kuvvet ve kudretlerle mücehhez olup Allah’a
yakın kabul edilen bir şahsiyetin herhangi bir konuda -sağ veya
ölü iken- yardımının dokunacağına inanılması ve bunu temin için
belli yollara başvurulmasıdır, şeklinde tarif edebiliriz. Bu anlayış
velînin takdis olunmasıyla sonuçlanmaktadır. Din sosyolojisi bilginleri,
pek çok yerde, halk müslümanlığının bu anlayış etrafında
geliştiği kanaatini ileri sürerler.
Velî kültünün, dinler tarihi araştırmalarına göre, Budizm, hıristiyanlık
ve İslâmiyet gibi büyük dinlerin hâkim olduğu sahalarda
benzerlikler gösterdiği dikkati çekiyor. Fakat böyle bir kültün
Budizm’de ötekilerden daha eski olduğu muhakkaktır. Uzmanlar,
533] A. Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliyâ Menkabeleri,
s. 3-4
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 126 -
gerek hıristiyanlık, gerekse müslümanlıktaki aziz, yahut velî kültünün
kaynağını, bu dinlerin ortaya çıktığı ve yayıldığı sahalarda eskiden
mevcut birtakım kültlere bağlamaktadırlar. Genellikle hıristiyanlıktaki
aziz kültünün, eski çağlardaki çeşitli tabiat kültleriyle,
mitolojik tanrı ya da kahraman kültlerinden geliştiğini meydana
koyan araştırmalar vardır. Hıristiyanlık için burada bir fikir beyan
edecek durumda bulunmamakla beraber, müslümanlıktaki velî
kültünün menşe’ (kaynak) itibarıyla İslâmiyet’le bir ilgisi olmadığı
rahatça söylenebilir. Zira dikkatle bakılırsa, hıristiyanlıktaki aziz
kültü gibi, müslümanlıkta da velî kültünün İslâm’dan önceki putperest
kültlerle yakın alâkası görülecektir. Anadolu da dâhil, İslâm
âleminin hemen her tarafında, İslâmiyet’in oralara girdiği devirlerden
beri yaşayagelen muhtelif velî kültlerini tesbit mümkün olmaktadır.
Çünkü buralarda eskiden mevcut mahallî tabiat yahut
ata kültleri, tasavvufun velî telâkkisinin ister istemez yardımıyla
halk çevrelerinde yorumlanıp velî kültü haline inkılâp etmiştir. Bu
kültlerin çoğu, zamanımıza kadar varlıklarını sürdürme imkânına
kavuşmuşlardır.
Muhtelif velî kültleri incelendiği zaman, gözden kaçırılmaması
gereken bir nokta vardır: Kült konusu velîlerin, ait oldukları
toplumun sosyal, dinî veya ahlâkî değerlerinin tamamının, yahut
bir kısmının temsilcisi olduğu, en azından buna inanıldığı görülür.
O toplum, sözkonusu değer ile takdis ettiği velîyi özdeşleştirmiştir.
İşte ancak bu özdeşleştirmeye yarayacak vasıfları taşıyan, yahut
bu vasıflar kendisinde olduğu kabul edilen velî, kült konusu yapılmaktadır.
Böylece o velî, o toplum için, tâbir câizse artık sade bir insan
değil; inandığı değerler bütününün ta kendisidir. İşte bu safhadan
sonra kerâmet unsuru ortaya çıkar. Daha yaşamakta iken o velî,
bu dünyadakinden bambaşka, fevkalâde olaylarla süslü bir dünya
ile kuşatılır. Velî öldükten sonra, kendisi hayatta iken sahip olduğuna
inanılan insanüstü hüviyetinin, güç ve kudretinin devam
ettiğine inanılır; hatta bu güç ve kudret, bir gizliliğe bürünerek
daha da artar.
Bu merhaleden sonra psikolojik âmillerin işin içine girdiğini
ve kültün oluşmasını tamamladığını söyleyebiliriz. Bu psikolojik
âmiller şunlardır: Velî, fevkalâde rûhânî kudretlerle mücehhez
olduğu için, artık toplumda ona karşı korku ile karışık bir saygı
duygusu hâkim olmaya başlar. Velîye karşı yapılacak herhangi
bir saygısızlığın, çarpılma, âniden veya feci bir şekilde ölüme
yakalanma vs. şeklinde cezalandırılacağına inanılır. Buna paralel
olarak velînin sözkonusu rûhânî kudretinden, birtakım iyiliklerin
DOSTLUK
- 127 -
cezbedilmesi ve kötülüklerin giderilmesi yolunda faydalanma arzusu
doğar (feyz ve bereket kavramı). Nihayet, dünyada bu tarzda
menfaati sağlanacak olan velînin öbür dünya da Allah katında
yardımcı olması için onu memnun etme çabası ortaya çıkar ve
bunun sonunda bir tatmin duygusu müşâhede edilir. Bütün bu
sosyal ve psikolojik faktörler kültün teşekkülünü tamamlamış olur.
Ancak, burada, kültün oluşmasında âdeta bir harç vazifesi gören
“kerâmet” kavramının önemine bir daha işaret etmek yerinde olacaktır.
Zira kültün gelişip yayılmasını, yerine göre mahallî olmaktan
çıkıp genelleşmesini sağlayacak olan da odur. Velînin bulunduğu
yerin dışındaki insanları külte iştirak ettiren bu kerâmetlerdir.
Velînin mezar veya türbesinin mevcûdiyeti, bir bakıma kültün
de yaygınlık derecesini gösteren bir alâmet sayılabilir. Çünkü herhangi
bir yerde, zamanımızdan çok önce ve hayli itinalı yapılmış
bir türbe, genellikle içindeki velînin çok itibarlı olduğuna, dolayısıyla
yöresel değil; bütün bir toplumun katıldığı bir kültün varlığına
delildir. Velînin mezar veya türbesi, genellikle bulunduğu
yerin normal mezarlığında yer almaz; dikkati çekecek bir mevkîde,
yahut yol kavşaklarında, kasaba, köy veya şehirlerin en işlek yerlerine
yakın yerlerde yapılır. Çünkü buralar, kültün icrâ edildiği,
yani ziyâretlerin, kendine mahsus merâsim ve kurban işlemlerinin
yapıldığı yerler olması dolayısıyla halka açık vasıfta bulunması
gerekir. Mezar veya türbenin bizzat kendisi, mukaddes ve mahrem
bir yer olarak muâmele görür. Türbeler, çoğu zaman velînin
eşyalarının da muhâfaza edildiği yerlerdir. Bu eşyalar genellikle
velînin günlük hayatta kullandığı takke, tesbih, pabuç, cübbe vb.
nesneler olup kudret ve kudsiyetinin bunlarda da aynen var olduğuna
inanılır; ziyâretlerde bunlardan da faydalanılır. 534
Ölen velîlerin (evliyâ kabul edilen şeyhlerin) kabirlerinde yapılan
bid’at ve hurâfeler, hatta şirk unsurları da ayrı bir problemdir.
Bunların türbelerine çabut/bez bağlamalar, eğilmeler, kabrin
etrafını tavaf şeklinde dönmeler, secdeler, kabre karşı namaz
kılmalar, mum yakma, duâ etme, kabirde yatan ölüden meded
beklemek, ona adak adayıp kurban kesmeler... Şeyhlerin bir kısmının
ölmeden tarîkatın devamını oğluna, damadına bırakıp aile
tekelinde tutması da kendi teorileri açısından bile tuhaftır. Velî/
evliyâ kabul edilen şeyhlerin kerâmeti diye öyle hikâyeler anlatılır
ki; Kur’an’da anlatılan birçok peygamber mûcizesinin bile bu
kerâmetler kadar olmadığı görülür. “Şeyh uçmaz, mürit uçurur“
deyimiyle halkın arasında ifadesini bulan bu gerçek, ayrı tarikatların
müritlerinin birbirlerine karşı hava atma sistemleridir. En çok
534] A. Yaşar Ocak, a.g.e., s. 4-7
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 128 -
ve en büyük kerâmeti gösteren şeyhin müridi olmanın gururunu
tatmak isteyen müridler, böylece her seferinde şeyhlerini diğer
şeyhten biraz daha fazla uçurarak bu yarışı karşılıklı devam
ettirirler. Hayvanları, insanları canlandıranlar, denizlerin üstünde
yürüyenler, aynı anda birçok yerde gözükenler, neler, neler... Superman
velîler kalplerden geçeni bilir, uzaktan kumandalı yönlendirmelerde
bulunur, bir bakışıyla hidâyete erdirir, dilediğini çarpar,
üfürüğüyle şifâlar saçar, dokunuşlarıyla âlemlere nurlar yağdırır,
âlemlerin mülkü ellerindedir, her şeye tasarruf ederler. Bu anlayışların
çoğu, akaidi ilgilendiren konulardır.
Şirk konusunda büyük tehlikelerden biri, evliyâ kültüdür.
Allah’a ulaştıracak vâsıtalar halinde birilerine tanrılık vasfı verilir.
Allah’ın evliyâsı konusundaki Yûnus, 62. âyette Kur’an, ilk iş
olarak bir evliyâ tanımı vermektedir. Bu tanım, “gözünüzü açın,
dikkat edin, sakın oyuna gelmeyin, uyanık olun!” anlamındaki
“Elâ” edatıyla başlar. Bu ifade biçimi de gözden uzak tutulmaması
gereken mesaj vermekte; yani “dikkatli olmazsanız ayağınız kayar,
aldatılır, hüsrâna uğrarsınız” denilmiş olmaktadır. “Gözünüzü açın!
Allah’ın evliyâsı için korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman
eden ve takvâ sahibi olanlardır... “535 Bu âyete ve velî konusundaki
diğer âyetlere göre, iman ve takvânın dışında bir evliyâ alâmeti
yoktur. İman ve takvâdan tâviz verildiği, bunların yozlaştırıldığı
durumda Rahmân’ın evliyâsı yok; şeytanın evliyâsı vardır.
“Gözünüzü açıp kendinize gelin! Hâlis (arı-duru) din yalnız Allah’ındır.
Onun yanında birilerini daha velîler edinerek ‘Biz onlara, bizi Allah’a yaklaştırmaları
dışında bir şey için kulluk-kölelik etmiyoruz’ diyenlere gelince,
hiç kuşkusuz Allah onlar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü
verecektir. Şu bir gerçek ki Allah, yalancı ve nankör kimseyi doğru yola
iletmez.”536 Bu âyet velî kabul edilenleri “Allah ile insan arasında
yakınlaştırıcı ve şefaatçı” kabul etmenin tevhid açısından yanlışlığını
açıklar. Allah insana şah damarından daha yakındır537 ve şefaat
tümüyle ve sadece Allah’ın elindedir.538 Dolayısıyla Allah ile kul
arasında herhangi bir mesâfeden ve herhangi bir şefaatçıdan söz
edilemez ki yaklaştırıcıya veya şefaatçıya ihtiyaç duyulsun. “Yaklaştırma”
iddiası, temelden çürüktür. Çünkü Allah’ın kulundan
ayrı ve uzak olduğunu iddia etmek de Kur’an’a aykırıdır. Evliyâ
kültünün sosyal ve hukuksal dayanağı yapılabilecek oluşumlara
da imkân verilmemiştir. Din sınıfı, din kıyafeti yoktur. Din adamı
535] 10/Yûnus, 62-63
536] 39/Zümer, 3
537] 50/Kaf, 16
538] 39/Zümer, 44
DOSTLUK
- 129 -
tâbiri yoktur. Aforoz ve vaftiz yoktur. Allah’a kul olmak için birilerinin
tesciline, okuyup üflemesine ihtiyaç bırakılmamıştır.
Halk, tarihin her döneminde ortalama kültür seviyesinin üstüne
çıkamamış, bazı dönemlerde ise içlerinde okuma ve yazma
bilen insanların bile azlığı, ekonomik, sosyal ve siyasal sebeplerle
zihnî olarak çocuksu vasfa daha yakın olmuştur. Halk muhayyilesi,
özellikle böyle toplumlarda çocuk psikolojisi gibidir. Çocuğun
masala ve kahramanlara ihtiyacı vardır. Bunu kitaptan, kulaktan,
televizyondan temin edemiyorsa, kendi hayalinde üretir, diğer
çocuklarla yardımlaşarak böyle bir dünya oluşturur. Çocuktaki
masal kahramanlarının yerini, halk arasında destan kahramanı,
efsâneleştirilmiş kahramanlar, mitler alır; bunlar hayâlî kahramanlar
olabildiği gibi; daha çok eski devirlerde yaşamış, ama
hayatı masallaşmış, içine hayâlî unsurlar karışmış yüce kişilikler
de olabilir. Efsânelerin, destanların, masalların, mitolojik tanrıların,
evliyâ menkıbelerinin, nice kıssa ve fıkraların kaynağında bu
çocuksu halk muhayyilesinin zenginliği ve saflığı yatar. Halk, aynen
çocuk gibi “soyut”u anlamakta zorlanır, onu somutlaştırarak
benimser. “Büyük insan“ denilince, takvâ gibi daha çok, iç/gönül
özelliği olan tarafı anlayamaz; onu insanüstü olarak düşünüp büyüklüğünü
gözle görülür hale getirir. Büyük insan demek, normal
insandan farklı olarak havada uçan, denizde yürüyen insandır.
Halkın ve özellikle çocukların bu anlayışı, “Malkoçoğlu“, “superman“
filmlerine ve yarı tanrı yarı insan mitolojik figürlere (Herkül,
Zeyna vb.) konu edilir.
Velî Kavramıyla İlgili Bazı Tasavvufî Terimler
Velî Kavramının Tasavvufî Yorumla Anlaşılmasına Yardımcı
Olabilecek Bazı Tasavvufî Kavramlar: Velî kavramının başına
gelenler nice Kur’ânî kavramın da başına gelmiştir. Tasavvufî anlayışla
tahrife uğramış diğer kavramlara örnek olması açısından
velî kavramının arka planını anlamak için, bu kavramla akrabalığı
olan bazı kavramları birlikte değerlendirmek gerekmektedir. Aşağıdaki
kavramların tasavvufî içerikleri velî kavramının tasavvufî
anlamdaki özel mânâsını daha anlaşılır kılacaktır.
Tasavvuf, farklı inanç ve yaşayışını ifade edebilmek için kendine
has terim üretmiş veya bazı Kur’ânî kavramları alarak, onların
içini değişik biçimde doldurup, kendi anlayışına uygun tarzda
anlamlandırmıştır. Velî kavramındaki tahrifi daha iyi anlayabilmek
için, bu kavramla ilişkili bazı tasavvufî kavramları tanımanın
faydası olacağı açıktır. Aşağıdaki kelime ve terimler, tasavvuf ve
tasavvuf tarihi uzmanı Süleyman Uludağ’ın Tasavvuf Terimleri
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 130 -
Sözlüğü’nden alınmıştır.539 Uludağ, bu ansiklopedik sözlüğü, meşhur
tasavvuf kitaplarına dayanarak hazırlamış, hemen tüm yorumlarla
ilgili tasavvufun kaynak eserlerine atıflarda bulunmuştur.
Gerekli gören okuyucu, (kelime açıklamalarının sonunda parantez
içinde verilen) kitaptaki sayfa numaraları yardımıyla daha geniş
bilgi alabilir, kaynaklarını öğrenebilir. Kelimelerin tasavvufî anlam
ve yorumlarının bilinmesi velî kavramını olduğu kadar, tasavvufu
da yakından tanımaya vesile olacaktır.
Abdal: Sayıları yedi veya yetmiş olarak gösterilen bir evliyâ
zümresi. Bkz. Büdelâ.540
Arâis-i Hak: Hakk’ın gelinleri. (Arûs; gelin, güveyi, düğün) Tasavvufta;
Başkalarından kıskandığı için Hakk’ın, kimliklerini halka
açıklamadığı ve gizli tuttuğu velîleri. Hakk’ın harîm-i ilâhideki has
dostları, özel ilgisine mazhar olan kulları. Gerdek gecesi gelini damaddan
başkası görmediği gibi bunları da ilâhî haremde Hak’tan
başkası görmez. Bunlara “arûs-i azrâ” (bâkire gelinler, dilber gelinler)
ismi de verilir. 541
Arbede: Savaşmak, kavga etmek. Tasavvufta; Cezbeli sâliklerin
ve galebe halindeki bazı sûfîlerin Cenâb-ı Hak ile tartışmaları, çekişmeleri
ve kavga etmeleri. Buna müşâcere ve muhâseme de denir.
Bir naz ve samimiyet halidir. 542
Ârif: Bilen, vâkıf, âşinâ, tanıyan, anlayışlı, kavrayışı mükemmel,
irfan sahibi. Tasavvufta; Allah Teâlâ’nın kendi zâtını, sıfatlarını,
isimlerini ve fiillerini müşâhede ettirdiği kimse. Keşf ve
müşhâhede yoluyla yani mânevî ve rûhî tecrübelerle Allah hakkında
zevkî ve vecdî bilgilere sahip olana “ârif” denir. Ârif, kendisi
sustuğu halde diliyle Hakk’ın konuştuğu kimsedir. Ârif, kendi varlığında
fâni, Hak ile bâkîdir.” İbn Arabî, ârifin dış âlemde “şeyler”
(eşya) yaratma gücüne sahip olduğunu ve bu gücün onun himmeti
olduğunu söyler.543 Onun yarattığı şeye “mahluk-ı ârif” denir.
Ârif, sûfîlikte kâmil insandır. 544
Atılan ok geri dönmez: Bir velî bedduâ ettimi mutlaka hedefini
bulur. Bedduânın hedefine ulaşmasına engel olmak ve onu geri
almak velînin elinde değildir. Şeyhe ve velîye karşı işlenen suçun
539] Marifet y. 3. Baskı
540] s. 14
541] s. 50-51
542] s. 51
543] bk. Füsûs, 6. Fasl
544] s. 52-53
DOSTLUK
- 131 -
tevbesi ve affı olmaz. 545
Azrâ: Dilber, bâkire. Tasavvufta; a- Kimsenin keşfedemediği ve
sırrına vâkıf olamadığı yüce hakikat, b- Hakk’ın halktan gizli tuttuğu
ve sakladığı velîsi. 546
Bed duâ: Birinin aleyhinde yapılan duâ. Velînin yaptığı bedduâ
mutlaka yerini bulur. 547
Bekçi: Sahip, hâkim, hâmi, muhâfız. Her beldenin bir sahibi,
yani mânevî bekçisi ve muhâfızı vardır; Bu da velîdir. 548
Beşler: Cebrâil’in kalbi üzere bulunan (rûhânî his ve bilgilerini
ondan alan) beş ermiş. Ruhların hükümdarı olan Cebrâil’in
nefesinden ve ilminin feyzinden kalpler hayat bulduğu gibi, tarik
ehlinin hükümdarları olan beşlerin nefes ve ilim feyzinden de gönüller
hayata kavuşur. 549
Bî-reng: Renksiz. Tasavvufta; dinlerin birliği (vahdet-i edyân).
Bütün renklerin aslı renksizlik olduğu gibi, bütün dinlerin aslı da
bir ve aynıdır. Bu da bütün insanların “elest bezmi”nde kendilerinin
kul, Allah’ın Rab olmasını kabul etmelerinden ibâret olan
tek ve bir dindir. Belli bir mertebeye ulaşan mutasavvıf, bütün
din mensuplarına aynı gözle bakar. Çünkü hepsinin aslı birdir. Bütün
dinler ve mezheplerde esas olan sözkonusu dinin renkleridir.
Hallâc’a göre insanlar, kendilerinin tercih ettikleri din üzere değil;
kendileri için tercih edilen din üzere bulunurlar. İbn Arabî’ye göre
Allah, kendisinden başkasına ibâdet edilmemesine ferman buyurduğundan,
esasen Ondan başkasına ibâdet etmek mümkün değildir,
başka şeylere ibâdet edenler farkında olmadan Ona ibâdet
ederler. 550
Büdelâ: Bedel, karşılık, denk, bir şeyin halefi ve değişiği anlamına
gelen “bedel”in çoğuludur. Tasavvufta; Yediler (yedi evliyâ)
anlamına gelir. Bunlardan her biri gözden kaybolur, bir anda çok
uzak mesafelere giderler. Gözden kayboldukları vakit, yerlerine
her yönden kendilerinin tıpkısı olan canlı bir beden bırakırlar. Hâl,
hareket ve şekil bakımından aslından ayırt edilmeyen bu bedene
“bedel” ve “bedil” denir. Bedel bırakma gücüne sahip olan velîlere
“büdelâ” denir. 551
545] s. 64
546] s. 78
547] s. 90; bk. atılan ok geri dönmez;
548] s.92
549] s. 96
550] s. 102-103
551] s. 106
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 132 -
Cihad: Savaş. Tasavvufta; sâlikin nefsini zabt u rabt altına
alması için vermiş olduğu mücâdele, bu maksatla çekilen çile.
Cihâd-ı asğar: Küçük savaş. Tasavvufta; düşmana karşı cephede
verilen savaş. Cihâd-ı ekber: Büyük savaş. Tasavvufta; nefse karşı
verilen savaş. Nefsin kahr ve mahv edilmesi. 552
Çaput: Türbelere bağlanan kumaş parçaları. 553
Çarpmak: Bir ermişin veya yatırın gazabına uğramak. Velîlere,
ermişlere, yatırlara veya kutsal şeylere hakaret edilip bu gibi kişiler
ve nesneler aşağılanınca ermişlerin ve yatırların mâneviyâtı ve
rûhâniyeti onları cezalandırır. 554
Derviş: Fakir, yoksul, dilenci. Tasavvufta; sûfî, mutasavvıf, fakir,
mürid, müntesip. Derviş kelimesi, dilenmek anlamına gelen
“derviz”den gelir. Aslında derviş, dilenci demektir. 555
Destur: İzin, ruhsat, müsâade. Tasavvufta; Bazı tarikatlarda,
özellikle Mevlevîlikte ve Bektâşîlikte şeyhlerden ve tarikat büyüklerinden
müsâade almak için kullanılan bir deyim. Cesâret isteyen
zor bir işe girişilirken evliyânın rûhâniyetinden faydalanmak
ve onlardan güç almak için “destûr!” denir. Ekseriya; “Destûr yâ
pir!”, “destûr yâ Ali!” denir.556
Dörtler: Ricâl-i ilâhiye adı da verilen dört ermiş, evtâd-ı erbaadan
başka olup onlara imdad ederler. Halleri rûhânî, kalpleri
semâvî olduğundan yeryüzünde meçhul, ama semâda tanınırlar.
İbn Arabî bunları Endülüs’te ve Suriye’de gördüğünü söyler.557
Efendi: Sözü geçen, buyruğu yürüyen, itiraz edilmeksizin kendisine
uyulan kimse. Tasavvufta; şeyh, pir. Doğu geleneğinde padişah
efendi, tebaa onun kullarıdır. Hükümdar, emri altındakilere:
“kullarım”, onlar da sultanlarına “efendimiz (mevlânâ, seyyidenâ)”
diye hitap ederler. Aslında efendi (seyyid, mevlâ) köle sahibi demektir.
Buradan kalkan dervişler, şeyhlerine “efendi”, “efendimiz”,
“efendi hazretleri” gibi ünvanlar verir, kendilerini de onun
kulları yerine korlar. Şeyh ise müritlerinden; “bendelerim”, “kullarım”
diye söz eder. Şeyhe şah ve sultan da denir. “Efendi ne isterse
etmek gerek / Kuluz biz düşer mi sual eylemek” (İzzet Molla). 558
552] s. 121
553] s. 127
554] s. 127
555] s. 142-143
556] s. 143
557] s. 154
558] s. 163-164
DOSTLUK
- 133 -
Efrâd: Ferdler, eşsiz şahsiyetler. Tasavvufta; kutbun gözetimi
dışında kalan gayb erenler. Bunların belli bir sayıları yoktur. 2, 3,
6 ve 10 olabilir. 559
Eren: Ulaşan, varan. Tasavvufta; vâsıl, ehl-i vüsûl, vuslatı gerçekleştiren
velî, ermiş, kâmil insan. Horasan erenleri: Anadolu’nun
fethi sonrasında Horasan’dan gelen ermişler. 560
Evliyâ: Velîler, dostlar. Tasavvufta; ermişler, erenler. Özel anlamda
sadece Allah’ın kendilerine kerâmet ve ilham ihsan ettiği
kâmil mü’minler evliyâdır. Evliyânın çeşitli varlıklar üzerinde etkli
olan bir mânevî gücü vardır. Duâları Allah katında makbul olur. 561
Evliyâiye: Allah’ın velîsi ve dostu olma seviyesine yükselenlerden
mükellefiyetin ve ibâdetlerin düşeceğine inanan mutasavvıflar
zümresi. 562
Evtâd: Direkler, sütunlar. Tasavvufta; biri doğuda, diğeri batıda,
üçüncüsü kuzeyde, dördüncüsü güneyde bulunan dört büyük
velî. İbn Arabî, Allah bu bölgeleri bu ermiş kulları aracılığı ile korur,
der. 563
Fal: Uğur, kÂdem, meymenet; ileride yapılması düşünülen bir
işin hayırlı ve faydalı sonuçlar verceğine dair bazı ipuçlarının ve
işaretlerin bulunduğuna inanmak. Şeyhin hâl, hareket ve tavırlarını
ileride iyi şeylerin olacağının işareti olarak kabul etmek de
faldır. Fakat mutasavvıflar bu çeşit fallara “işâret”, “beşâret” gibi
isimler verirler. 564
Fenâ fillâh: Fenâ; yokluk, hiçlik demektir. Fenâ fi’l-vücûd: Varlıkta
fâni olmak, her şeyi hem Allah olarak görmek, hem Allah
olarak bilmek, bu hale zevkle ulaşmak. Bu mertebede bulunanlar;
“lâ mevcûde illâllah (Allah’tan başka varlık yoktur; her şey
Allah’tır)” derler. Fenâ fillâh; Allah’ta fâni olmak. Kulun, beşerî vasıflardan
ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilâhî vasıflarla donanması. 565
Fenâ fişşeyh: Müridin mürşidde, dervişin, pîrinde fâni olması.
Mürîdin kendi şahsî irâde ve arzularını yok edip yerine şeyhinin
irâde ve arzusunu koyması. Şeyhinin hatasını kendi isâbetli fikrine
tercih edecek derecede ona uyması. Şeyhte fâni olmak, Allah’ta
559] s. 164
560] s. 174
561] s. 180-181
562] s. 181
563] s. 181
564] s. 185
565] s. 188
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 134 -
fâni olmanın mukaddimesi ve başlangıcıdır. 566
Feyz: Taşmak. Tasavvufta; sâlikin çalışması ve çabası sözkonusu
olmaksızın Allah tarafından onun kalbine herhangi bir
husûsun verilmesi. Feyz-i isnâdî: Şeyhe ve müridlerine senet ve
silsile vâsıtasıyla gelen feyz, rûhânîler yoluyla ulaşan feyz, irfan. 567
Firâset: Sezmek, hissetmek. Tasavvufta; Yakîn, keşfetme ve
gaybı görme, gaybı bilme. 568
Gavs: Sığınma, ilticâ etme demektir. Tasavvufta; kendisine sığınıldığı
zaman kutba “gavs” denir (Kâşânî, Ta’rîfât). Sûfîler darda
ve sıkışık durumda kaldıkları zaman: “Yetiş yâ Gavs!”, “Meded
yâ Gavs!”, “İmdâd yâ pîr!” diye feryad eder ve kutbun mânevî
himâyesine ilticâ ederler. “Gavs-ı a’zam”: En ulu gavs, buna
“kutb-ı ekber” de denir. Hz. Peygamber’in bâtınından ibârettir.
Velîliğin en yüce mertebesi budur. Abdülkadir Geylânî’ye özellikle
Gavs-ı a’zam denir. 569
Gayb erenler: Göze görünmeyen velîler. Üçler, yediler, kırklar,
abdallar gibi bazı velîler vardır ki, gâiptirler, göze görünmezler;
kısa zamanda uzun mesâfeler katederler. 570
Habîbiye: “Bir kimse, yaratılmışlardan ilgisini keserek Allah’ı
kendisine sevgili ve dost edinirse, ondan teklifler düşer” diyen
mutasavvıflar zümresi. 571
Hâce, hâcegân: Efendi, bey, ağa, hoca. Tasavvufta; şeyh,
mürşid. Özellikle ilk nakşî şeyhleri seyyid, efendi ve şeyh gibi
ünvanlar yerine “hâce” ünvanı ile anılır. Bu yüzden Abdulhalik
Gucdüvânî’ye nisbet edilen bir tarîkate de hâcegân adı verilmiştir.
(Hâcegân; hocalar demektir.) 572
Hâcib-i Hak: Hakk’ın kapıcısı. Tasavvufta; Hak ile halk arasında
aracı olan insan-ı kâmil ve şeyh-i vâsıl. Kâmil insan hâcib olması
sıfatıyla müridi Hakk’ın huzûruna alır, Hakk’ın nâibi olması sıfatıyla
da Onun mülkünde tasarrufta bulunur. İbn Sina: “Allah’ın
huzûru, gelişigüzel herkesin oraya giremeyecekleri kadar ulu bir
makamdır” demiştir. Bu yüce makama bir usûle göre ve bir şeyh
566] s. 188-189
567] s. 192
568] s. 194
569] s. 201
570] s. 202; Bk. Ricâlu’l-gayb.
571] s. 211
572] s. 212
DOSTLUK
- 135 -
rehberliğinde girilmesi gerektiğine inanılır. 573
Hâtemu’l-Evliyâ: Hâtem; mühür, yüzük, son demektir. Tasavvufta;
sâlikin bütün makamları kat etmesi ve nihayete ermesine
hâtem denir. “Hâtemu’l-enbiyâ”: Son peygamber. “Hâtemu’levliyâ:
Son velî veya velîlerin en ulusu, bir rivâyete göre İbn
Arabî. Hatm-i velâyet görüşünü Hakim Tirmizi ortaya atmış, İbn
Arabî bunu geliştirmiştir. Hatm-i nübüvvet, zamanla sınırlı olup
Hz. Peygamber’le sona erdiği halde; hatm-i velâyet zaman üstüdür,
ezelden ebede kadar sürer, zira nübüvvet Nebî’nin velâyet
Allah’ın vasfıdır. 574
Hatm-i Hâce: Nakşî tarikatında toplu olarak icrâ edilen bir zikir
ve duâ biçimi. Umûmiyetle Pazartesi ve Cuma geceleri okunur.
Abdest alınır. Kıbleye karşı diz çöküp oturulur, tevbe ve istiğfar
edilir, tarikat silsilesine dâhil olan bütün şeyhlerin ruhlarına teveccüh
edilip onlardan yardım ve imdad istenir. 575
Hayâl: Mâsivâ, Allah’tan mâadâ her şey. Tasavvufta; mutasavvıflar
Hak hâriç diğer tüm varlıkların gerçek bir varlığı bulunmadığı,
bunların birer hayal, akis ve gölge varlıklar olduğunu söylerler.
Özellikle vahdet-i vücud anlayışına bağlı olanlar bu görüştedirler.
Sevgilinin zihnindeki hayâli de önemlidir. 576
Hayzu’r-ricâl: Erkeklerin hayzı. Tasavvufta; sâlikin cezbeye
kapılarak ve vecde gelerek kendinden geçmesi, bu yüzden hayız
gören kadınlar gibi Allah’ın huzûruna çıkamaması, namaz kılamaması
hâli. Bazı mutasavvıflar, kerâmetleri ve hârikulâde halleri de
bir eksiklik olarak değerlendirir ve bu hallere erlerin hayzı derler.
Henüz irşad ehliyetini kazanamadığı için kendisine uyulmayan ve
örnek alınmayan sâlikler de hayız halinde sayılır. İrşad ehliyetini
kazandıkları zaman artık er olurlar. 577
Hıfz: Koruma. Tasavvufta; Evliyânın günah işlemekten ve hatada
ısrar etmekten koruma hali. Peygamberimiz’in ismet sıfatına
karşılık, ermişlerin hıfz sıfatı vardır. Peygamberler ma’sûm velîler
mahfûzdur. Allah peygamberi günah işlemekten velîyi günahta
ısrar ve devam etmekten korur. Mahfûz olmak velî olmanın şartıdır.
578
Himmet: Ermiş kişilerin maksadı hâsıl eden, iş bitiren ve
573] s. 213
574] s. 227
575] s. 228
576] s. 229-230
577] s. 231-232
578] s. 235-236
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 136 -
dilediklerini yerine getiren mânevî gücü. Himmet-i ricâl: Erenlerin
himmeti. Erlerin himmeti dağları yerinden oynatır. Pirler, dervişlerini
himmetleriyle terbiye ve idâre ederler. 579
Hulûl: Bir şeyin diğer bir şeye girmesi. Tasavvufta; Allah’ın bazı
eşyaya veya kişilere girmesi inancı. Bu inançta olan mutasavvıflara
hulûl ehli adı verilir. 580
Hulûliye: “Güzel kadınlara ve oğlanlara (tüysüzlere) bakmak
helâldır, Allah’ın bazı sıfatları bize hulûl eder. Bu hal içinde iken
öpüşmek ve sarmaş dolaş olmak câizdir” diyen mutasavvıflar
zümresi. 581
Hurriyye: Kendilerinden geçmiş bir halde iken cennetten gelen
hûrîlerle seviştiklerini ve cinsî temas kurduklarını iddia eden
mutasavvıflar zümresi. 582
İlhâm: Bildirmek, haber vermek. Tasavvufta; a) Feyz yoluyla
kalbe gelen özel bir anlam ve bilgi. Düşünmekle kazanılan bir bilgi
değildir. b) Kalbe konulan iyilik hissi, hayır duygusu. İlhamın
kaynağı ya Allah veya melektir. Velîler, ilhamı peygamberlere vahiy
getiren meleğin aldığı kaynaktan alırlar. 583
İmâmân: İki imam. Tasavvufta; biri kutbun sağında, diğeri
solunda yer alan iki velî. Sağdaki melekût, soldaki mülk âlemine
bakar. Soldakinin mertebesi daha yüksek olduğundan, kutbun
halifesi olur. 584
İnhinâ: Eğilmek, boyun eğmek. Tasavvufta; müritlerin şeyhlerini
veya halifesini ya da birbirini eğilerek selâmlamaları. Bu tür
selâmı secde sayıp reddedenler: “Ne senden bana rükû, ne benden
sana sana kıyam; selâmün aleyküm, aleyküm selâm” derler. 585
İnsân-ı Kâmil: Yetkin insan, kâmil insan. Tasavvufta; Allah’ın
zât, sıfat, isim ve fiilleriyle en mükemmel biçimde kendisinde
tecellî ettiği insan. Gavs, kutup, hakiki mürşid. İnsân-ı kâmil,
Allah’ın sûreti, Allah da onun rûhu gibidir. Diğer taraftan insân-ı
kâmil, âlemin rûhu; âlem de onun sûretidir. İnsân-ı kâmil, Allah’ın
gözü (aynullah) dür, âlemin nûrudur. 586
579] s. 243
580] s. 247
581] s. 247
582] s. 249
583] s. 263
584] s. 265
585] s. 268
586] s. 269-270
DOSTLUK
- 137 -
İrfân: Marifet, keşf, hads, ilham, sezgi, mânevî ve rûhî tecrübe
ile elde edilen bilgi, tecrübî bilgi. 587
İhvân: Kardeşler. Tasavvufta; Belli bir tarîkate ve şeyhe bağlı
olanlar birbirinin kardeşi (ihvân), bunun dışında kalanlar ecnebî,
ağyâr, digerân (başkaları)dır. Bazı hallerde yabancıların tarîkat
âyinlerine alınmaları, şeyhin özel sohbetine katılmaları hiçbir
tarîkatte uygun görülmemiştir. Belli bir tarîkat mensupları, bir
âile gibidir. Şeyh baba ve peder (ata), şeyhin karısı ana-bacı ve
vâlidedir. Müridler ise şeyhin evlâdıdır. Bu evlât, yekdiğerinin kardeşi
(ihvânı, birâderi)dir. 588
İstiğâse: Sığınmak, ilticâ etmek, meded ve yardım istemek,
imdad demek. Tasavvufta; darda kalan bir tarîkat ehlinin şeyhini
yardıma çağırması veya ölü ermişlerin ruhlarından imdat dilemesi.
Sıkışık durumda kalan bir kimsenin Allah’tan veya peygamberin
rûhâniyetinden yardım istemesi de istiğâsedir. Son dönem mutasavvıfları,
şeyhlerden ve yatırlardan daima istiğâsede bulunmuşlardır.
Kendisinden medet umulan en büyük velî “gavs”tır. 589
İstimdâd: İmdat istemek, medet ummak, âcil yardım talebinde
bulunmak. Tasavvufta; tarîkat ehlinin şeyhlerden veya ölü
velîlerin ruhlarından yardım istemeleri. “Meded yâ şeyh!” “meded
yâ gavs-ı a’zam!” demeleri. “Zikir murâd eden kimse, iki
dizi üzerine oturup ağzını kapatır, gözlerini yumar, bütün his ve
kuvvetlerini faâliyetten menederek şeyhin rûhâniyetine teveccüh
edip ondan istimdâdda bulunur.” 590
İstişfâ’: Şefaat istemek, bir işin görülmesi için birinin aracı
(vâsıta vesîle) olmasını istemek. Tasavvufta; tarîkat ehlinin yatırlardan
ve ermişlerin ruhlarından Allah katında şefaatçı ve aracı
olmalarını istemeleri. 591 **
İşrâf: Bilmek, haberdar olmak, vâkıf olmak, Tasavvufta; bâtınî
hallere vâkıf olmak, insanların rûhî hallerini ve kalplerinden geçirdiklerini
bilmek. Firâsetten farkı, firâsetin geçici, işrâfın kalıcı
olmasıdır. 592
Keşf: Açığa çıkarma, perdenin açılması. Örtülü olanı açma,
gizli olanı meydana çıkarma, sezme, tahmin etme. Tasavvufta;
a) Perdenin ötesindeki gaybî hususlara ve hakiki şeylere, bunları
587] s. 271
588] s. 260
589] s. 276
590] s. 279
591] s. 280
592] s. 283
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 138 -
yaşayarak ve temâşâ ederek vâkıf olmak. Mükâşefe, beden ve
his perdesinin kalkması ve ruh âleminin seyr edilmesi. b) İlham.
Doğrudan ve aracısız Allah’tan alınan bilgi. Bu bilgi ya ilâhî hitabı
işitmek ve dinlemek veya gayb âlemini görmek sûretiyle elde
edilir. c) İbn Arabîye göre velîler, bilgileri peygamberlere vahiy
getiren meleğin aldığı kaynaktan doğrudan alırlar. Bazı keşifler
kesin bilgi verir. Sûfîlere göre maddî ve duyulur âlemden gelen
tesir, kir ve pas kalbin gayb âlemini görmesine engel olan bir perde
(hicâb) oluşturur. Riyâzet ve tasfiye ile bu perde kalkınca gayb,
ayân-beyân olarak görülür. Bu perdenin açılmasına, yani kalp gözünün
açılmasına keşf denir. Keşf-i zamâir: Bir velînin başkalarının
kalbinden ve zihninden geçen şeyleri bilmesi. Keşf-i ahvâl-i kubûr:
Bir velînin mezarlarda gömülü olan ölülerin o âlemdeki hallerini
bilmesi. 593
Kırklar: Ricâlu’l-gayb veya gayb erenlerden 40 velî. 594
Kıtmîr: Köpek. Ashâb-ı Kehf’in köpeği. Tasavvufta; sûfî olmadığı
halde, sûfîlerin arasında bulunan kimseye kıtmîr denir. Dervişler
ve müridler bir köpek sadâkatı ile şeyhlerinin kapısında beklemeyi
ve ulumayı en büyük şeref bilirler. M. Bahâeddin Nakşbend,
Abdülkadir Geylânî’nin türbesine şu ibârenin yazılmasını emretti:
“Pirlerin kapısında köpek ol, / Eğer Hakk’a yakın olmak istersen. /
Zira arslanlardan daha şereflidir. / Geylânî’nin kapısındaki köpek.”
595
Kutb (kutub): Medâr, değirmenin alt taşına yerleştirilen ve üst
taşın dönmesini sağlayan demir. Tasavvufta; a) En büyük velî, b)
Her zaman, âlemde Allah’ın nazar kıldığı yer olan tek kişi (Kâşânî).
c) Kutub, âlemin rûhu, âlem de onun bedeni gibidir. Her şey kutbun
çevresinde ve onun sâyesinde hareket eder. Yani her şeyi o
idare eder.596 Kutbu’l-aktab: Kutubların kutbu, kutbu’l-ekber: En
ulu kutub. Kutbu’l-irşâd: Rehber kutub. Tasavvufta; Her üç terim
de halkı irşad etmek ve hidâyete erdirmek işiyle görevli velî anlamına
gelir. Bu velî, arştan ferşe kadar tasarrufta bulunur. 597
Meded: İmdad, yardım, himâye. Meded Allah’tan istenir. Tasavvufta;
ermişlerin ruhlarından yardım istemeye de meded denir.
Alevî-Bektâşi zümreler “yetiş yâ Ali” anlamında meded kelimesini
kullanırlar. 598
593] s. 310-311
594] s. 314
595] s. 315-316
596] Tehânevî, II/1268; İbn Arabî, Fusus, 39, 73
597] s. 325-326
598] s. 353
DOSTLUK
- 139 -
Mürid: İrâde ve talep eden, ehl-i irâde, isteyen, arzu eden.
Tasavvufta; a) İrâdesi olmayan, irâdesinden soyutlanan, irâdesini
kullanmayan. b) Kendisine semânın kapısı açılan ve isimle Hakk’a
erenler arasına katılıp ona eren. c) Tarîkate giren ve şeyhe bağlanan,
derviş, bende; efendisi olan şeyhin kulu. Cenâze, onu yıkayan
kişinin önünde nasıl irâdesiz ise, mürid de şeyhinin önünde o
şekilde irâdesizdir. Bir kör, kendisini yeden kişiyi uçurumun kenarında
nasıl takip ederse, mürid de her hususta şeyhini öyle takip
eder. Mürid kendi şahsî irâdesini şeyhinin irâdesinde yok etmiştir
(Fenâ fi’ş-şeyh); onun için irâdesizdir. d) Şeyhinin emir ve irâdesini
yerine getiren bir âlettir. e) Kendisi için Hakk’ın irâde ettiğinden
başka bir şey irâde etmeyen, Hakk’ın irâdesi önünde ve karşısında
kendi irâdesini hiçe sayan. 599
Mürşid: Rehber, delil, kılavuz, yol gösteren. Tasavvufta; a)
Sırât-ı müstakîmi gösteren, dalâletten önce hak yola ileten. b)
Şeyh velî, er, eren, pîr. 600
Nâz: Tasavvufta; a) Sevgisinin, dertli ve mahzun âşığına güç
vermesi. b) Sevgilisinin âşığını kandırması, ona cilve yapması,
bilmezlikten gelmesi. Nâz ehli: Hakk’a nazı geçen, Hakk’a karşı
nazlanan velî. Naz ehli, Yüce Mevlâ ile gayet samimi, her türlü
resmiyetten ve kayıttan uzak sohbet eder ve ona içlerini dökerler.
Cüneyd Bağdâdî: “Üns ehli münâcât esnasında öyle sözler söyler
ki halk bu sözleri küfür sayar” der. 601
Nazar: Bakmak, bakış. Tasavvufta; şeyhlerin ve ermişlerin müridlere
ve sülûk ehline bakışı ki bu bakış ruhlarına tesir ederek
onlara yeni bir şekil verir, gönüllerini feyzle doldurur, ruhlarını olgunlaştırır.
Bu nazarın eğitici ve yetiştirici bir özelliği olduğu için
“velîler müridlerini kaplumbağanın yavrularını yetiştirmeleri gibi
nazarla yetiştirirler” denilmiştir. Nazar-ı Hakkânî: Şeyhin nazarı ile
müridin aşk ve cezbeye tutularak fenâya ermesi. “Sûfîlerin sohbeti
gibi nazarları da feyz kaynağıdır. Zira onların nazarı, ayn-ı
nazar-ı Hak’tır.” 602
Niyâz: Duâ, yalvarma, tevâzu gösterme, selâm, himmet, baş
kesmek. Tasavvufta niyaz: “Derviş, huzûr-ı mürşide vardıkda mürşidini
hak bilerek hayır himmet talebi için yüzünü gözünü yerlere
sürerek niyaz etmek âdâb-ı tarîkattandır.” “İnhinâ ederek şeyhin
el, diz ve eteğini tutmak ve öpmek”. Niyâz ve niyâz âyini, bazen
599] s. 388
600] s. 388-389
601] s. 401
602] s. 402
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 140 -
müridin şeyhine secde etmesi şeklini de almıştır. 603
Nübüvvet: Peygamberlik. Tasavvufta; İbn Arabî, Son peygamber
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirdiği şeriat çerçevesinde
evliyânın keşf ve ilham yoluyla Allah’tan aldıkları irfâna ve bilgilere
umûmî ve mutlak nübüvvet adını vermektedir. 604
Nücebâ: Seçkinler, soylular. Tasavvufta; kırklar. Bunlar halkla
ilgili hususları düzeltir, onların yüklerini taşır, sadece halkın hukuku
konusunda faâliyet gösterirler. 605
Nükabâ: Nakibler, denetçiler, gözetleyenler. Tasavvufta; Bâtın
ismiyle tahakkuk edip bu ismin mazharı olduklarından halkın içlerine
bakıp (ruhlarını okuyup) oradaki en gizli hususları açığa
çıkaran üç yüzler. Sırları örten perdeler onlar için ortadan kalktığından
bu gibi hususları bilirler. Bursevî bunların sayılarının 12
olduğunu söyler. 606
Pîr: Yaşlı kişi, ihtiyar. Tasavvufta; şeyh, mürşid. Pîr-i tarîkat:
Tarîkatın ilk kurucusu, sâhib-i tarîkat. “Pîr aşkına”, “pîr hakkı için”,
“pîrim hakkı için” deyimleri, yemin olarak kullanılır. Bir işe teşebbüs
edildiği zaman: “Yâ Allah yâ pîr” denir. Tekkelerde ve türbelerde
tarîkat kurucusu şeyhin ismi “yâ Hazret-i Pîr” diye başlar.
Pîr-i hâcât: İhtiyaçları karşılayan şeyh. 607
Râbıta: Bağ, ilişki. Tasavvufta; mürîdin, rûhaniyetinden feyz
alacağına inanarak kâmil şeyhinin sûretini (şeklini) zihninde tasavvur
etmesidir. Râbıta: Müridin şeyhini severek yâdetmesi ve
sûretini zihninde canlandırmasıdır. Râbıta, müridin kalben şeyhi
ile beraber olmasıdır. Müridin ilk hedefi, şeyhinde fâni olmaktır.
Zira şeyhte fâni olmak, Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir.
Sâlik, râbıta vâsıtasıyla önce şeyhi ile sonra Allah ile mânevî ve
bâtınî bir ilişki kurar. 608 ***
Racül, ricâlü’l gayb: Racül: Adam, merd, kişi. Tasavvufta; İster
erkek ister kadın olsun Hakk’ın dostluğunu kazanmış faal, hakşinas,
âdil ve faziletli şahsiyetler. 609
Rûhânî: Tamamen gayrı maddî ve gayri cismânî varlıklara (melek
ve cin gibi) rûhânî dendiği gibi, rûh tarafı madde tarafına ağır
603] s. 411-412
604] s. 415
605] s. 416
606] s. 416
607] s. 420-422
608] s. 425
609] s. 430-431
DOSTLUK
- 141 -
basan varlıklara da rûhânî denilir. Gerek gayri müslimlerin azizlerine,
gerekse evliyâya rûhânî denilir. 610
Sâlik: Yolcu. Tasavvufta; a) Allah’a giden yolu tutana seyr halinde
bulunduğu sürece müridle müntehî (vâsıl, eren) arasındaki
mutavassıta (ortadakine) sâlik denir. İlmi ve tasavvuru ile değil;
hâli ile makamlarda seyreden sâlik bu halde iken ayne’l-yakîn türünden
bilgi sahibi olur. b) Menzil-i maksûda varmak azmi, hedefe
ulaşmak kararı ile tasavvuf yolunu tutan, bu yolun gerektirdiği
hususları maddî ihtiyaçlardan önde tutan, tasavvufu meslek edinen
insanlar. 611
Sekr: Sarhoşluk, mest olmak, kendini kaybetmek. Tasavvufta;
a) Zâhirî ve bâtınî kayıtları bir yana bırakıp Hakk’a yönelmek.
b) Kuvvetli bir vârid (tecellî) ile kendinden geçip rûhî bir haz ve
zevke erme. c) Sekr vecd ehline hastır. Sekr halindeki sâlik, şer’î
hükümlere aykırı sözler söyleyebilir, davranışlarda bulunabilir. 612
Sekizler: Gayb erenlerden olan sekiz evliyâ. Bunlara kahr ricâli,
kuvvet ricâli de denir. Şiddetli ve hiddetli velîlerdir, himmetleri
faal ve tesirlidir. Teveccüh ettikleri ruhları etkileri altına alırlar.
Tasarruf sahibidirler, murad ettikleri nesneler vücuda gelir, teveccühlerinin
semeresi hâsıl olur. Bunlara hürmet edilir, ama yakınlarında
olmaktan sakınmak lâzımdır. 613
Selâm secdesi: Sûfîlere göre, ibâdet secdesinin dışında secde-i
tahiyyât denen, saygı ve sevgi duyulan bir insana selâm secdesi
vardır. Sonraki bazı mutasavvıflar selâm secdesini câiz görmüşlerdir.
Mevlevî şeyhleri ve dervişleri, baş keserek birbirine secde
ederler. Secdeyi Hz. Mevlânâ teşrî etmiştir (meşrû kılmıştır). Bazı
tarîkatlarda dervişler şeyhlerinin eteklerini öper, ayak bastıkları
yere yüz sürer. Hükümdarlara ve din ulularına secde etmek, öteden
beri şark kavimlerinde âdettir. 614
Şeyh: Çoğulu; Meşâyih, şüyûh, eşyâh. Yaşlı, ihtiyar, pîr, bey, önder,
kabile başkanı. Tasavvufta; a) Nefsinden fâni Hak’ta bâki velî,
Hak dostu. b) Tâliplere rehberlik etmek ve onları irşâd etmek ehliyetine
ve liyâkatine sahip olan insan-ı kâmil, rehber, delil, mürşid.
Şeyh, kâmil ve mükemmildir; başkalarını da kemâle erdirir. Şeyh-i
tarikat: Mürid ve müntesiblerini, bir annenin bebeğini terbiye
etmesi ve yetiştirmesi gibi terbiye edip yetiştiren şeyh. Tarîkat
610] s. 440
611] s. 451
612] s. 457-458
613] s. 458
614] s. 460
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 142 -
şeyhleri böyledir. Bunlar mürid ve müntesiblerinin mal, beden ve
ruhları üzerinde mutlak olarak söz sahibidirler. Mürid ne dil, ne
kalb ile şeyhine itiraz edebilir. Şeyhine “hayır!” diyen bir mürid
iflâh bulmaz. Şeyhe karşı işlenen günahın tevbesi olmaz. Şeyhin
önündeki mürid, gassâlin önündeki cenâze gibidir, irâdesi yoktur;
şeyh ona hangi şekli verirse onu muhâfaza eder, şeyhte fâni olmak
Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Allah’a giden yol, şeyhten
geçer. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Şeyh keşif ve kerâmet sahibidir.
Allah’ın arz üzerindeki halifesidir. Allah adına hareket eder.
Şeyh, Hz. Peygamber’in nâibidir, Onun temsilcisidir. 615
Tarîkat: Yol. Tasavvufta; Hakk’a ermek için tutulan, birtakım
kuralları ve âyinleri bulunan yol. Gerçek anlamda tarîkatlar hicrî
6.; milâdî 12. asırda ortaya çıkmaya başladı. Kadiriyye, Rifâiyye,
Yeseviye, Bektâşiye, Nakşbendiye, Kübreviye, Mevleviye, Halvetiye
ve Şâzeliye bunların en tanınmışlarıdır. Tarîkatler arasında ortak
esaslar bulunduğu gibi; birçok farklı yönler de bulunur. 616
Tasarruf: Faâliyet göstermek, yetki kullanarak iş yapmak. Tasavvufta;
Kerâmet göstermek, olağanüstü yollardan iş yapmak ve
tesir etmek, insanlara ve eşyaya hükmetmek ve onları idare etmek,
Allah’ın eşyayı ve bütün varlıkları velîsine Mûsâhhar kılması.
Hakikatte tasarrufta bulunan (mutasarrıf) Allah’tır. Fakat velîler
de himmetleriyle varlıklar üzerinde tasarrufta bulunurlar. Zira Allah
her şeyi onlara Mûsâhhar kılmıştır. Velîler himmetleri ile tasarrufta
bulunurlar. Fakat ism-i a’zamla tasarrufta bulunduklarına
da inanılır. Bazı velîlerin öldükten sonra da tasarrufta bulunduklarına
inanılır. 617
Tayy-i mekân: Yerin dürülmesi, mesâfenin kısalması sûretiyle
gerçekleşen kerâmet, uçmak. Bast-ı zaman: Zaman içinde zaman
yaratmak.618 (Tayy-ı mekân, yerin, evliyâ için katlanarak küçülmesi
demektir. Evliyâ, aynı saatlerde birkaç yerde bulunabilir; yani yerin
katlanmasıyla velî olan zat, aynı saatlerde dünyanın, birbirinden
son derece uzak birçok yerlerinde bulunabilir. 619
Tayy-i zaman: Zaman içinde zaman yaratmak.620 (Tayy-ı zaman,
zamanın durdurulması anlamına gelir.) Velî, bu sûretle, bir
yandan bulunduğu yerde zamanı durdurarak, ya da zamanın akışını,
bir diğer yerdeki zamanın akışına göre yavaşlatarak yaşar.
615] s. 496-497
616] s. 510-511
617] s. 512
618] s. 514
619] -F. Aydın, s. 287
620] s. 514
DOSTLUK
- 143 -
Zamanın katlanmasıyla, -ya da durdurulmasıyla- evliyâ, örneğin
birkaç saniye içinde başka bir ülkeye intikal ederek orada yıllarca
kaldıktan, hatta ev, bark, çoluk çocuk sahibi olduktan sonra tekrar
eski yerine döner ve hayatına, kaldığı noktadan devam eder. Öyle
ki döndüğü zaman, meselâ, gitmeden önce önüne konmuş olan
yemek hâlâ sıcacık durmaktadır. Onu sofrada bekleyenler sadece
birkaç saniye içinde ortadan kaybolmuş olmasına hayret ederler
vb. 621
Teberrük: Bir şeyi (kutsal) sayıp ondan bir hayır, bir fayda, bir
uğur, bir bereket ummak. 622
Tecellî: Âşikâr olmak, açığa çıkmak, görünmek, zuhûr etmek.
Tasavvufta; gaybden gelen ve kalbe zâhir olan nurlar. Görünmeyenin
kalpte görünür hale gelmesi. 623
Tecessüd: Cesedleşme, maddeleşme, bedenleşme. Tasavvufta;
Rûhun ceset ve madde haline gelmesi, bedenleşmesi. a) Bir velînin
rûhu başka bir yerde, ayrı bir beden ve madde kalıbı ile zâhir olabilir.
b) Ölen bir velînin rûhu eskisinin tıpkısı olan bir beden kalıbı
ile zâhir olabilir. Tecessüd, reenkarnasyon ve tenâsühten ayrı bir
olaydır. 624
Teferrüc: Seyretme, temâşâ etme. Tasavvufta; mânen yükselen
sâlikin rûhî bir mi’râc yapması, ulvî-süflî, maddî-mânevî bütün
âlemlerde seyahat etmesi, her şeye yukarıdan bakması. 625
Teveccüh: Yönelme, öz alâka. Tasavvufta; a) Şeyhin Hakk’a,
müridin mürşide yönelmesi, gönlünü ona bağlaması. b) Nakşîlikte
muhabbet râbıtasının bir şekli. Mürid, şeyhin rûhâniyetine muhabbet
yoluyla teveccüh eder, teveccüh esnâsında öyle bir istiğrak
(trans) haline geçer ki, beşerî ve bedenî varlığından haberdar olmaz.
Bu durumda şeyhin rûhâniyeti müridin bâtınında faâliyete
geçip onun beşerî vasıflarını ortadan kaldırır, tedrîcen mürid,
mürşidinin rûhânî vasıflarıyla sıfatlanır. Şeyhin müridine teveccühü,
bütün mânevî gücünü ve rûhânî tesirini müridin kalbi üzerine
yoğunlaştırarak ona feyz akıtması, onu büyük bir mânevî değişime
uğratmasıdır. 626
Türbe: Toprak, hâk. Tasavvufta; Bir ermişin ve yatırın kabrinin
bulunduğu üstü kapalı mekân, ziyâret yeri. Buralara adaklar
621] -F. Aydın, s. 287
622] s. 514
623] s. 514-516
624] s. 516
625] s. 519
626] s. 530-531
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 144 -
adanır, mumlar yakılır, dilekler dilenir, serili postlarda namaz kılınır,
duâ edilir, paralar verilir, çapıtlar bağlanır. Ermişin ve yatırın
sağ insanlara mânen, ama gerçekten yardımcı olacağına inanılır.
627
Üçler: Üç büyük velî. Gayb erenlerden üç ulu ermiş. Üçler,
Hak’tan istimdad eder, halka imdad eder, insanlara şiddet ve kahr
ile değil; mülâyemet ve merhametle muâmele ederler. Üçler, erkeklerden
de kadınlardan da olabilir. Üçlerden biri aralıksız ve kesintisiz
Hak’tan aldığı feyzi halka akıtır. Üçler bir kutub, iki imamdan
oluşur. Kutb veya gavs-ı a’zam, Alah adına mülk ve melekût
âlemini idâre eder. Kutbun iki vezîri (yardımcısı) vardır. Bunlara
imâmân denir. Pek çok yöre, türbe, mahalle, semt ve kasaba; ismini
üçlerden alır. 628
Vahdet-i şühûd: Vahdet; Birlik demektir. Vahdet-i şühûd: Tasavvufta;
sâlikin her şeyi Allah olarak, Allah’ın tecellîleri olarak
görmesi, O’ndan başkasını görmemesi hali. Bu hal, sekr, galebe ve
gaybet gibi isimler verilen vecd ve istiğrak halinde kendini gösterir.
Bu halde iken sâlik, nefsinden fâni olması sebebiyle kendini de
görmediğinden Hallâc gibi: “Ene’l-Hak” der. Bayezid Bestâmî gibi,
“Sübhânî mâ a’zame şânî (Bana tesbih olsun, benim şânım ne yücedir!)”
der. “Cübbemin altındaki, Allah’tan başka bir şey değil”
der. Yûnus gibi “Ete kemiğe büründü, Yûnus diye göründü” der.
Fakat bu hal geçtikten sonra Hak ile halkı ayrı ayrı görür, yaratanı
yaratılandan ayırır. 629
Vahdet-i vücud: Bir bilme, Allah’tan başka varlık olmadığının
idrâk ve şuûruna sahip olmak. Şuhûdî tevhidde, yani vahdet-i
şuhûdda sâlikin her şeyi bir görmesi geçicidir; birlik, bilgide değil;
görmededir. Vahdet-i vücudda ise, birlik bilgidedir. Yani sâlik
gerçek varlığın bir tane olduğunu, bunun da Hakk’ın varlığından
ibâret bulunduğunu, Hak ve O’nun tecellîlerinden başka hiçbir
şeyin hakiki bir varlığı olmadığını bilir. Ancak, vahdet-i vücud
ehli, bu bilgiye nazarî olarak değil; yaşayarak ve mânevî tecrübe
ile ulaşır. Bunun böyle olduğunu başka bir yoldan bilmenin bir
değeri yoktur. Vahdette kesret – kesrette vahdet: Birlikte çokluk
– çoklukta birlik. Vahdet ehline göre vahdet gerçek, kesret hayaldir.
Bir olan varlığın çok görünmesi sadece bir görünüş meselesidir.
Gerçek sûfî, çoklukta birliği görür. “Lâ maksûde (lâ matlûbe,
lâ murâde) illâllah” kusûdî, “lâ meşhûde illâllah” şuhûdî, “lâ
627] s. 538-539
628] s. 545
629] s. 553
DOSTLUK
- 145 -
mevcûde illâlllah” vücûdî tevhiddir. 630
Vahiy: Hakk’ın hitâbı. Sûfîlere gelen ilhâm. İbn Arabî; “Sözlerimiz
vahy-i kelâm değildir ama vahy-i ilhamdır” der. 631
Velâdet: Doğum. Tasavvufta; Tâlibin mürşide intisab etmesi
ve tarîkate girmesi. Buna velâdet-i sâniye (ikinci doğum, mânevî
doğum) denir. Şeyh ile mürîdi arasında öyle bir kaynaşma (teellüf)
hâsıl olur ki neticede mürîd şeyhin parçası olur, tıpkı tabiî
velâdette oğul babanın parçası olduğu gibi. “İnsan iki kere doğmadan
melekût âlemine yükselemez.” İlk doğumla madde âlemi
ile irtibat kuran insan, ikinci doğum ile melekût âlemi ile irtibat
kurar. Mürîdin babası, onun bedeninin, şeyhi ise rûhunun var
oluş sebebi olduğundan, şeyh baba, mürîd onun oğludur. Mürid,
babasının bel, şeyhinin yol evlâdıdır. Şeyh, bir anne bebeğini
nasıl sütü ile beslerse, öylece onu irfânı ve feyzi ile besler. Buna
redâ (süt emme süresi) denir. Seyr ve sülûkünü tamamlayan ve
rûhen olgunlaşarak bâliğ ve reşîd olan mürîde şeyh icâzetnâme
(hilâfetnâme) verir. Buna fitâm (sütten kesme) denir. Bu yüzden
müridler, şeyhlerine baba (eb, vâlid, peder); şeyhler ise müridlerine
evlâdları nazarıyla bakarlar. 632
Vesîle: Vâsıta, aracı, sebep, bahâne. Tasavvufta; a) Allah’a yaklaşmak
veya bir dileğin kabul edilmesini veya bir musîbetin defedilmesini
sağlamak için ermişlerin türbelerine gidip onların ruhlarında
ve yatırlardan meded ummak. Tasavvufî anlamda vesîle ve
tevessül budur. 633
Yatır: Ermişlerin gömülü olduğuna ve ziyâretçilerine fayda ya
da (çarparak) zarar verdiğine itikad edilen mezarlar. 634
Yediler: Yedi büyük velî, gayb erenlerden yedi ulu ermiş.
Bunlara ricâl-i ûlâ da derler. Her nefeste mi’râc yapıp Allah’ın
huzûrundan marifet-ilim tahsil ederler. Yediler, yedi abdal denilen
Ricâlu’l-gaybden ayrıdır. Pek çok semt, türbe ve mahalle; ismini
yedilerden alır. 635
Zıllullah: Tanrı’nın gölgesi. Tasavvufta; vâhidiyet mertebesini
kendi gerçeği haline getiren insan-ı kâmil. 636
630] s. 553-554
631] s. 554
632] s. 563-564
633] s. 568
634] s. 578
635] s. 579
636] s. 587
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 146 -
Ziyâret: Mübârek ve kudsal olduğuna inanılan ermişlere ait
kabir ve türbelerin ziyâret edilmesi; Buralarda duâ ve ibâdet edilmesi,
kurban kesilmesi. Ziyâret edilen yere ziyâretgâh (mezar) denir.
637
Not: Tüm bu kavramların yukarıdaki anlamları, tasavvuf felsefesine
göredir. Tasavvuf erbâbının kendi inançları doğrultusunda
bu kelimelere yükledikleri anlam ve yorumları aksettirmektedir.
Veli ve evliyâ kavramlarının tasavvuftaki karşılıklarını daha iyi anlayıp
değerlendirme yapabilmeye yardımcı olacakları düşünüldüğünden
bu tasavvufî lügatçe hazırlanmıştır.
* “Mürîdim ister doğuda olsun ister batıda / Hangi yerde olsa
da yetişirim imdâda.” A. Geylâni’ye ait olan bu şiir için.638; “Darda
kalmış kişi duâ ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı
gideriyor ve sizi yeryüzünün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber başka
bir ilâh mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz.”639; “De ki: Allah’ın dışında
kuruntusunu ettiklerinizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gidermeye,
ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.” 640
“Yoksa onlar Allah’tan başkasını şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar
hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (şefaatçi edineceksiniz)?
De ki: Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı
O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz.”641 “İzni olmadan O’nun katında
kimmiş şefaat edecek?...” 642
Râbıta konusunda geniş bilgi almak isteyenler, Ferit Aydın’ın
Ekin yayınlarından Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik adlı kitabına
bakabilir.
“Ve derler ki: ‘Rabbimiz biz efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de,
böylece onlar bizi yoldan saptırdılar.” 643
“Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka evliyânın/dostların
peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” 644
Velî kavramını özetlersek; İslâm, normal hallerdeki beşerî
münâsebetleri tanzim ederken, kavramın bütün mânâları itibarıyla
müslümanın velîsinin, ancak, kendisi gibi müslüman olacağını,
637] s. 591
638]] bk. S. Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Risâle-i Nur Külliyatı, Nesil Y. c. 2, s. 2083
639] 27/Neml, 62
640] 17/İsrâ, 56
641] 39/Zümer, 43-44
642] 2/Bakara, 255
643] 33/Ahzâb, 67
644] 7/A’râf, 3
DOSTLUK
- 147 -
gayri İslâmî unsurların müslümanın velîsi olamayacağını ifade etmiştir.
Buna göre, ne yahûdi ve hıristiyanları ne de münâfık ve
gayr-ı müslimleri, bir müslüman velî/dost edinemez. Ancak, ihtiyaç
halinde insanlığın gereği olan güler yüz ve tatlı söz söylemek
mânâsına gelen müdârâ ve şerlerinden korunmak için gönlündeki
duygu, düşünce ve inancı saklı tutmak kaydıyla takıyye yapması
câizdir.
Müslüman olmayanlarla velâyet/dostluk içinde bulunmayı
yasaklayan İslâm, şerlerinden emin olunması halinde İslâm’ın ve
müslümanların maslahatına olan konularda ticaret, ziraat, sanat
ve müspet bilimler arasında yardımlaşmaya, ittifak ve anlaşma
yapmaya müsaade etmiştir. Aynı şekilde sadece ehl-i kitap kapsamına
giren gayr-ı müslimlerin yemeklerinden yiyip zinâ etmemeleri
ve iffetli olmaları şartıyla bayanlarını nikâhlamaya izin vermiştir.
Allah, bütün müttakîlerin velîsidir, zâlimler ise ancak kendileri
gibi zâlim ve inkârcılara velî olabilirler. Şüphesiz ki korkmadan
günaha dalan ve şirk koşarak Allah’tan uzaklaşan kimseler
zâlimdirler. 645
Velî kavramı, tarihsel süreç içinde, özellikle tasavvufun etkisiyle
Kur’an’daki anlamının dışına kaydırılmış, müttakî mü’minlerin
vasfı olmaktan çıkarılıp, olağanüstü özellikleri bulunan insanüstü
şahsiyetlerin sıfatı olarak kullanılmıştır. Velî sıfatını bütün
mü’minler, Kur’an’daki şekliyle anlayıp hayatlarına geçirmeli,
kâfirleri velî/yönetici kabul etmemeli, kendileri de birbirlerinin
velîsi/dostu olmak için görevlerini yerine getirmeli velînin
kerâmetle ve özel statülerle ilgisi olmadığını kabullenmelidir.
“Allah Teâlâ, iyiliğini murad ettiği kimseye, unuttuğunu hatırlatacak
ve hatırında olanı yapmaya yardım edecek iyi ve sâlih
bir dost nasib eder.” 646
“Dostuna sevginde ölçülü ol; Belki de bir gün düşman olur.
Düşmana buğzunda ölçülü davran; Belki de bir gün baş dostun
olur.” 647
“Fenalıklardan uzak duran ve daima verdiği sözü yerine getiren
insanlarla dostluk kurmalıyız.” 648
“Dost edinin, onlar sizin için dünya ve âhiret sermayesidir.
645] 45/Câsiye, 19
646] Hadis-i Şerif
647] Hadis-i Şerif
648] Hz. Ali r.a.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 148 -
Cehennem ehlinin “Bizim için samimi bir dost da yoktur.”649
diyeceklerini duymadınız mı?” 650
“Dostun dostu dosttur; ölümsüz Dost’un dostu ise en yakın
dosttur.”
“O Dost’u bulanın kaybettiği hiçbir şey olmadığı gibi; O Dost’u
kaybedenin de bulacağı bir şey yoktur.”
“Senin dindarlığını arttıran dost, her karşılaştığında eline bir
altın bırakan dosttan daha hayırlıdır.”
“Faziletli olan ve faziletleri bakımından birbirine benzeyen insanlar
arasındaki dostluk, mükemmel bir dostluktur.”
“Bir kimsenin, düşmanının düşmanı olması, onu dost edinmesine
kâfi sebep değildir.”
“Dost vefalı olduktan sonra düşman ne yapabilir?”
“Dost kazanırsan tut, düşman kazanırsan güt.”
“Dost, bizi Allah’a yaklaştıran; düşman, bizi Allah’tan uzaklaştıran
kimsedir.”
“Dost, bizi iyi yola öğütleyendir.”
“Dostun attığı gül onulmaz yara açar.”
“Dostun attığı taş, baş yarmaz.”
“Dost dostun ayıbını yüzüne söyler.”
“Dostuna borçlu olma!”
“Dostu olmayan insan, en yoksul insandır.”
“Birçok arkadaşımız olabilir, ancak dostlarımız azdır.”
“Dostunu medh edersen, biraz yerecek yerini koy.”
“Dostların sıkıntıda iken, onları mutlu oldukları zamankinden
daha çok ara.”
“Dost sanma şanlı vaktinde dost olanı; dost bil gamlı vaktinde
elinden tutanı.”
“Dost yüzünden, düşman gözünden belli olur.”
“Dosta varırız gülle; düşmana atarız gülle!”
649] 26/Şûrâ 101
650] Hz. Ali r.a
DOSTLUK
- 149 -
“Dostunu hemen ölüverecekmiş gibi sev; düşmanını hiç ölmeyecekmiş
gibi telâkki et.”
“Denendikten sonra dost edindiklerini bağrına bas; ama her ilk
tanıştığınla, hemen dost olma.”
“Düşmanlarını hoşnut etmek için dostlarını kıranlar, düşmanlarını
memnun edemediği gibi, dostlarını da yitirirler.”
“İnsanlardan kendini çekmen sana düşman, herkese yakınlık
göstermen ise sana kötü dostlar kazandırır.”
“Dostluk sırasında sende olmayan meziyetlerden söz eden
adam, düşmanlık sırasında sende bulunmayan fenalıkları da
sana yükleyebilir.”
“Dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir ucundan diğer ucuna
kucaklayabilecek kadar uzundur.”
“Arz eyle bu pendi kendi özüne;
Dost addetme her güleni yüzüne.”
“Hoş gününde her kişi yârân bula;
Dost odur kim kem gününde yâr ola.”
“Dosttan bol şey de yok dünyada
Dosttan bulunmaz şey de.”
“Lokman hekim sarabilmez yaramı
Dost eli değmezse çare mi olur?”
“Bazı insanlar iyilik etmek, birbirini sevmek için değil; iyilik
görmek, sonunda da nefret etmek için dost olurlar.”
“İnsanlarla dost ol. Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı
çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.”
“Hiçbir şey sâdık dost kadar ucuza alınamaz. Yani ne kadar pahalıya
mal olsa, gene de ucuzdur.”
“Biri gerçeği duymak istemediği, öteki yalana hazır olduğu zaman,
dostluk dostluk olamaz.”
“Dostlar kavun gibidir; neden mi? Bir tane iyisini bulmak için
yüzlercesini yoklarsınız da ondan.”
“Kara günlerinde senden çok üzülecek bir dostun olmasaydı, o
günlere katlanmak güç olurdu.”
“Dost yüzü görmemek çetin bir iştir, ama bu hasret, onu
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 150 -
düşmanla birlikte görmekten daha hafiftir.”
“Yastık diye başını ateşe dayayan, yatak diye yılanların üzerine
yatan bir adam, güvendiği bir dostundan düşmanlık sezen bir
adamdan daha rahat uyur.”
“Dostlara acılarını paylaştığını göstermek, birlikte yas tutmakla
değil; onlara elbirliğiyle yardım etmekle olur.”
“Birbirlerine zıt karakterlere sahip olan insanlar, birbirlerini
anlamak ve tamamlamak şartıyla iyi dost olabilirler.”
“Güller, lâleler, karanfiller, bütün çiçekler solar. Çelik ve demir
kırılır, ama gerçek dostluk ne solar, ne de kırılır.”
“Gerçek dostlar, iyi günlerinizde, dâvet edince sizi ziyâret ederler;
kara günlerinizde dâvetsiz gelirler.”
“Dostlarımızın sefâletine acımak iyi; fakat onların imdâdına
koşmak daha iyidir.”
“Dostluk, yolu üzerinde ot bitmesine müsaade etmez.”
“Dostun kusuruna bakılmaz.”
“Dostlara itimad etmemek, onlar tarafından aldatılmaktan
daha ayıptır.”
“Dostlar öyle bir ailedir ki, insan o ailenin fertlerini yalnız kendi
seçer.”
“Dostuna, bir gün düşmanın olabilecekmiş gibi davran.”
“Dostluk, iki vücutta müşterek bir ruha benzer.”
“Dostsuz kalan şahsın durumu, sol elden mahrum kalan sağ
elin durumu gibidir.”
“Dost, rahatlık veren bir merhemdir.”
“Dost, kötü günde belli olur. İyi günde ise binlercesi bulunur.”
“Gerçek dost, onu unutanı unutmayandır.”
“Ana babayı kader tayin eder, dostlar ise seçilir.”
“Dostları çoğaltmak, zekâ inceliğindendir.”
“Dostluk iyi kimseler arasında çabuk temellenir; güçlükle yıkılır.”
“Dost kazanmak isteyen kimse, dostluğu paylaşmayı bilmelidir.”
“Ayıpsız dost arayan, dostsuz kalır.”
“Dostluğundan fayda görmediğin kimsenin, husûmetinden de
DOSTLUK
- 151 -
sana pek bir zarar gelmez.”
“Aklın bağlamadığı dostluğu, akılsızlık kolayca çözebilir.”
“Hiçbir dost, dostluğunu ispat edene kadar dost değildir.”
“Dostluk, kanatsız sevgidir.”
“Dost, hem iyi görünen, hem iyi olan insandır.”
“Yalnız kendi nefsini düşünerek dost arayan, hizmetçi arıyor
demektir.”
“Dertlerini dökecek dostları olmayanlar, kendi yüreklerini kemiren
yamyamlardır.”
“Dost, kendisiyle samimi olabildiğim ve yanında yüksek sesle
düşünebildiğim kişidir.”
“Kuşun yuvası, örümceğin ağı, insanın dostları vardır.”
“Dost, sanki insanın bir ikinci kendisidir.”
“İyi insanlar, kara günde en emin dostturlar.”
“Dostlarımla beraber olunca yalnız değilim. O dakikadan sonra
da iki kişi değiliz.”
“Köle misin? Senden dost olmaz. Zorba mısın? Senin dostların
olmaz.”
“Dostluk, görünceye kadar değil, ölünceye kadar olmalı.”
“Dostluk o kadar kolay kurulur ki... Ama sürdürmek!”
“Dostluktan saygıyı kaldıran onun en büyük süsünü kaldırmış
olur.”
“Düşüncede uyum, dostluğu doğurur.”
“Kendine dost olan, bilin ki herkese de dosttur.”
“Eğer hiç dostun yoksa sen bir dost ol!”
“Dostun olsun istiyorsan dost ol!”
“Dünyada ve âhirette benim Velî’m (yardımcım ve işimi deruhde eden)
Sen’sin. Beni müslüman olarak öldür ve sâlihler arasına kat.”651
Ne mutlu Allah’la ve O’nun dostlarıyla dost olanlara ve dostluğunu
ispatlayanlara! Yazıklar olsun, Allah’ın düşmanı ve şeytanın
dostlarıyla dost olup Allah’ın ve müslümanların dostluklarını
kaybedenlere!
651] 12/Yusuf, 101
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 152 -
Velâyet/Dostluk Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Velî Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (232 âyet): 2/Bakara, 64, 83,
107, 115, 120, 123, 137, 142, 144, 144, 144, 149, 150, 150, 177, 205, 246, 257,
257, 282, 286; 3/Âl-i İmrân, 20, 23, 28, 32, 32, 63, 64, 68, 68, 82, 111, 122, 150,
155, 175; 4/Nisâ, 33, 45, 75, 76, 80, 89, 89, 89, 115, 115, 119, 123, 135, 139, 144,
173; 5/Mâide, 43, 49, 51, 51, 51, 55, 56, 57, 80, 81, 92, 107; 6/En’âm, 14, 51, 62,
70, 121, 127, 128, 129; 7/A’râf, 3, 27, 30, 79, 93, 155, 196, 196; 8/Enfâl, 15, 16,
20, 23, 34, 34, 40, 40, 40, 72, 72, 73, 75; 9/Tevbe, 3, 23, 23, 25, 50, 51, 57, 71,
74, 74, 76, 92, 116, 129; 10/Yûnus, 30, 62, 72; 11/Hûd, 3, 20, 52, 57, 113; 12/
Yûsuf, 48, 101; 13/Ra’d, 11, 16, 37; 16/Nahl, 63, 76, 82, 100; 17/İsrâ, 33, 46, 97,
111; 18/Kehf, 17, 18, 26, 44, 50, 102; 19/Meryem, 5, 5, 45, 70; 20/Tâhâ, 48, 60;
21/Enbiyâ, 57, 109; 22/Hacc, 4, 13, 78, 78; 24/Nûr, 11, 47, 54; 25/Furkan, 18;
27/Neml, 10, 28, 49, 80; 28/Kasas, 24, 31; 29/Ankebût, 22, 41; 30/Rûm, 52; 31/
Lokman, 7; 32/Secde, 4; 33/Ahzâb, 5, 6, 6, 6, 15, 17, 65; 34/Sebe’, 41; 37/Sâffât,
90, 174; 39/Zümer, 3; 40/Mü’min, 33; 41/Fussılet, 31, 34; 42/Şûrâ, 6, 8, 9, 9, 28,
31, 44, 46; 44/Duhân, 14, 41, 41; 45/Câsiye, 10, 19, 19; 46/Ahkaf, 29, 32; 47/
Muhammed, 11, 11, 20, 22, 38; 48/Fetih, 16, 16, 17, 22, 22; 51/Zâriyât, 39, 54;
53/Necm, 29, 33; 54/Kamer, 6, 45; 57/Hadîd, 15, 24; 58/Mücâdele, 14; 59/Haşr,
12; 60/Mümtehıne, 1, 6, 9, 9, 13; 62/Cum’a, 6; 64/Teğâbün, 6, 12; 66/Tahrîm, 2,
4; 70/Meâric, 17; 75/Kıyâme, 32, 34, 34, 35, 35; 80/Abese, 1; 88/Ğâşiye, 23; 92/
Leyl, 16; 96/Alak, 13.
B- Dost ve Dostluk
a- Allah En Güzel Dost ve En Güzel Yardımcıdır: 22/Hacc, 78; 42/Şûrâ, 9.
b- Mü’minlerin Allah’tan Başka Dost ve Yardımcıları Yoktur: 2/Bakara, 107,
120, 286; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 5/Mâide, 55; 6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196;
9/Tevbe, 16, 116; 29/Ankebût, 22; 32/Secde, 4; 42/Şûrâ, 31.
c- Allah İman Edenlerin Yardımcısıdır: 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 139, 160; 6/
En’âm, 127; 9/Tevbe, 40; 30/Rûm, 47; 45/Câsiye, 19; 47/muhammed, 11.
d- Savaşta Allah’ın Yardımı ve Dostluğu: 2/Bakara, 214; 3/Âl-i İmrân, 125-127,
139, 148; 8/Enfâl, 9-13, 17-18, 39-40; 9/Tevbe, 25; 22/Hacc, 40, 60, 47/Muhammed,
7.
e- Allah’ın Velîleri/Dostları Kimlerdir: 10/Yûnus, 63.
f- Allah’tan, Peygıamber’den ve Mü’minlerden Başka Dost Yoktur: 5/Mâide,
55; 9/Tevbe, 16.
g- Peygamberimiz’in Dostluğu: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 128.
h- Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 5/Mâide, 55; 9/Tevbe,
16, 71, 119.
i- Sıddîklarla ve Sâlihlerle Beraber Olmak: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.
k- Sâlihlerle Dostluk İçin Duâ: 26/Şuarâ, 83; 27/Neml, 19.
l- Zâlimlerin Dostluğu: 11/Hûd, 113.
m- Kâfirlerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 217; 3/Âl-i İmrân, 28, 118-120, 149-150;
4/Nisâ, 44-45, 101, 140, 144; 5/Mâide, 57; 6/En’âm, 68; 9/Tevbe, 23; 13/Ra’d, 37;
28/Kasas, 86; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 13.
n- Kâfir Akrabanın Dostluğu: 9/Tevbe, 23; 11/Hûd, 45-47; 58/Mücâdele, 22.
o- Münâfıkların Dostluğu: 2/Bakara, 204; 4/Nisâ, 89, 139-140; 5/Mâide, 41, 52;
9/Tevbe, 50-51; 58/Mücâdele, 14; 63/Mümtehine, 1-2, 6-9.
p- Yahûdilerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80-82; 60/
Mümtehine, 13.
r- Hıristiyanların Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 82.
s- Ehl-i Kitab’ın Dostluğu: 2/Bakara, 105, 109, 120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ,
DOSTLUK
- 153 -
44-45; 5/Mâide, 57-59.
C- Arkadaş ve Arkadaşlık
a- Arkadaşa İyilik Etmek: 4/Nisâ, 36.
b- Peygamberlerin, Sıddîkların ve Şehidlerin Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe,
119; 26/Şuarâ, 83.
c- Şeytanın Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 38; 41/Fussılet, 25; 43/Zuhruf, 36, 38; 50/Kaf, 27.
D- Kardeşlik ve Barış
a- Din Kardeşliği Allah’ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.
b- Mü’minler Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13.
c- Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 9/Tevbe, 16, 71, 119.
d- Mü’min Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.
e- İnsanların Arasını Düzeltmek: 4/Nisâ, 114; 8/Enfâl, 1; 49/Hucurât, 9-10.
f- Sulh (Barış) Daha Hayırlıdır: 4/Nisâ, 128.
g- Dargınları Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl,
1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10.
h- Savaşan Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurat, 9.
Velâyet/Dostluk Konusuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
1. Buhârî, Salât, 80; Menâkıbu’l-Ensâr 45; Teheccüd, 33; Zekât 4; Savm 60;
Enbiyâ 3; Fezâilu’l-Ashâb 5; Meğâzî 9, 83, 84; Rikak 42; Tefsîru Sûre 60:
İ’tisâm 14, Enbiyâ 50; Hîbe hadis no: 2620
2. Müslim, Birr 38, 159, 161; ilm 6; Fedâilu’s-Sahâbe, 161
3. İbn Mâce, Mukaddime 11, 18; Menâsik 56; Fiten 17
4. Ebû Dâvud, İlm 10; Cihad 95, 98; Sünne 2
5. Tirmizî, Menâkıb 14; Zühd 45, 53, 64; Birr 60; İlm 7; Tefsîr 60; Siyer 40
6. Nesâî, Sehv 19; Kasâme 27;
7. Müsned-i Ahmed bin Hanbel, 1/80; 2/237, 328, 338, 370, 533, 53 3/87,
225; 4/128, 386; 5/137; 6/357-358;16/178
8. Dârimî, Rikak 44, 48; Diyât 2
9. Müstedrek 2/141
10. Riyâzu’s-Sâlihîn, 1/398
11. Kütüb-i Sitte: 4/47-48; 5/71-74, 157-158; 7/110; 10/137-138
12. Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; 5347; 3/1349
13. Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 9, s. 511, c. 10, s. 52
2. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, (Sami Şener) Şâmil Y. c. 1, s. 414-416
3. Kur’an Ansiklopedisi, S. Ateş, KUBA Y. c. 5, s. 274-295, 370-375
4. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 747-758
5. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s.
6. Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mîr, İnkılâb Y. s.
7. Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 188-191
8. Kur’an ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 35-38
9. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sâdi Yüksel, Madve Y. s. 274-277
10. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 272-275
11. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman bin el-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 136-
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 154 -
141
12. Kur’an’da Siyasî Kavramlar vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 63-91
13. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s.
14. İlâhî Kanunların Hikmeti -Sünnetullah-, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s.
175-211
15. Kur’an ve İnsan, Celâl Kırca, Marifet Y. s. 193-200
16. Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 226-228
17. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 524-531
18. Kur’an’da Temel Kavramlar, Harun Yahya, Vural Y. s. 130-134
19. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 747-757
20. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y.
s.226-229
21. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 337-342
22. İslâm ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y. s. 84-86
23. İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. c. 1, s. 141-160
24. Tasavvuf ve İslâm, Ercümend Özkan, Anlam Y.
25. Tasavvuf ve İslâm, Abdurrahman el-Vekîl, Tevhid Y.
26. Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, Ferit Aydın, Ekin Y. s. 285-299
27. Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Abdülaziz Bayındır, Özel Y.
28. Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm, İbrahim Sarmış
29. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Marifet Y.
30. Bektaşi Menâkıbnâmelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, Ahmet Yaşar
Ocak, Enderun Kit. Y.
31. Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliyâ Menkabeleri, A. Yaşar
Ocak, Kültür ve Tur. Bak. Y.
32. Allah Dostları, İmam Şevkânî, Tevhid Y.
33. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 136-141
34. Kur’an’da Dostluk İlişkileri, Remzi Kaya, Ayışığı Kitapları; Kitabevi Y.
35. İslâm’a Göre Dost ve Düşman, Muhammed bin Said el-Kahtani, Kayıhan
Y.
36. Kur’an’da Velî ve Velâyet, Mikdat Öccü, Suffe Y.
37. Dostluk Üzerine, Fethi Gemuhluoğlu, Boğaziçi Y.
38. Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı, Dale Carnegie, Timaş/Âlem/
Sistem/Akış Y.
39. Dost Diye Diye, Emine Işınsu, Ötüken Neşriyat
40. Dost’tan Dosta, Ahmed Hulûsi, Kitsan Kitap Kırtasiye
41. Dosta Doğru, Abdurrahim Karakoç, (Dostluk Şiirleri), Ocak Y.
42. Dostlar Sofrası, Nâsır-ı Hüsrev, İnsan Y.
43. Dostunuzu Tanıyın, Barbara Schott, K. Birker, Mozaik Y.
44. İslâm’a Göre Dost ve Düşman, Muhammed Fatih El-Murâbıt, Tevhid Y.
45. Allah Dostları, İmam Şevkânî, Tevhid Y.
46. Veli ve Evliya Terimleri Üzerine, Arif Çiftçi, Haksöz, sayı: 11 (Şubat 92)
47. Velâ 1-2, Hamd bin Ali bin Atik, Tevhid Y.
48. Velâ 2, Süleyman bin Abdullah, Tevhid Y.
49. Velâ 3, Abdurrahman Abdülhalık, Tevhid Y.
50. Velâ ve Velâyet Üzerine, Mutahhari, Kevser Y.
DOSTLUK
- 155 -
51. Velâyet-i Fakih, Muntazari, Endişe Y.
52. Allah’ın Velîleri ile Şeytanın Velîleri Arasındaki Fark, İbn Teymiyye, İhyâ/
Birleşik Y.
53. Ümmet Bilinci, Atasoy Müftüoğlu, Denge Y.
54. İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
55. İslâm ve İnsan Hakları, Muhammed Umara, Denge Y.
56. İslâm’da Karşılıklı Haklar ve Vazifeler, Mehmet Talu, Şelâle Y.
57. Cihan Sulhü ve İslâm, Seyyid Kutubu, Arslan Y.
58. Sınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, Dergâh Y.
59. Yürek Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
60. İslâm’da Sevgi ve Kardeşlik, Hüsnü Ethem Cerrar, Dünya Y.
61. İslâm Kardeşliği, Abdullah Ulvan, Uysal Kitabevi Y.
62. Kardeşlik Çağrısı, Mehmet Metiner, Risale Y.
63. Kardeşlik ve Hoşgörü, Muhammed Pıtchall, Akabe Y.
64. Sevgi Medeniyeti, Rehber Y.
65. Müslümanların Kaynaşması, Selâmet Y.
66. İslâm’da Müsamaha, İmam Gazali, Marifet Y.
67. İslâm’da Hoşgörü ve Sınırı, Taner Akçam, Başak Y.
68. Müsamahada Ölçü, Heyet, İttihad Y.
69. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet,
70. Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, TÖV Y.
71. Vahdet Ama Nasıl, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
72. Vahdete Yedi Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
73. Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.
74. İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı, İhtar Y.
75. İslâm Tarihinde Mezhep Çatışmaları ve Taklit, Abdülcelil Candan, Denge Y.
76. Mezhep Meselesi ve Fıkhî İhtilâflar, Ebu’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.
77. İhtilâftan Rahmete, Ebu’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.
78. İhtilâflar Karşısında İslâmî Tavır, Yusuf el-Kardavî, İlke Y.
79. İslâm’da İhtilâf Usûlü, Câbir Alvânî, Risale Y.
80. Münakaşalar ve İhtilâf Sebepleri, Zekeriya Güler, T.D.V. Y.
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…
İbadet, Hidayet, Hayır ve Şer
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
DAVUD EMRE YAYINEVİ
Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -9-
İBADET, HİDAYET
HAYIR VE ŞER
Yazarı:
Ahmed KALKAN
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2011
Baskı:
?????
Dâvud Emre Yayınevi
Telefon: (0 216) 632 29 58
www.davudemreyayinevi.com
İBÂDET, HİDÂYET
HAYIR VE ŞER
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-9-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh. El-hamdu lillâh. Ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ Rasûlillâh.
“İbâdet”, boyun eğmenin, itaat etmenin, saygı göstermenin ve kulluğun en son noktasıdır. İbâdet, insanın Allah’ın râzı olduğu şeyi yapması, yerine getirmekle yükümlü olduğu fiilleri emrolunduğu şekliyle hayata geçirmesi, hiçbir şey gözetmeden Allah’a kulluk etmesi ve bunu, sadece O’na boyun eğip itaat etmek için yapmasıdır.
İtaat büyük bir makamdır. İbâdet/kulluk yapan “âbid/abd” (kulluk yapan/kul), itaat ve ibâdetle Allah’a bağlandığı için şereflenir. Allah Teâlâ, peygamberi Muhammed (s.a.s.)’i, makamların en şereflisi olan “risâlet” makamında “kul” kelimesi ile isimlendirmiştir (Bkz. Hadid, 9; İsra, 1; Kehf, 1). O yüzden şehâdet kelimesinde bile “rasül” kelimesinden de önce; daha önemli ve daha şerefli olduğu için “abdühû” (O’nun kulu) ifadesi kullanılır. Çünkü peygamberlik, Hz. Muhammmed’in (s.a.s.) diğer insanlara yönelik ilişki ve görevini ifade ederken; “abd/kul” ifadesi, onun Rabbiyle ilişkisini ve bağını anlamlandırır. Allah’la irtibatın, diğer insanlarla ilişkiden daha şerefli olduğu da açıktır. Biz de, şeref ve fazilet istiyorsak, bunun Allah’la bağımızı güçlendirmekten geçtiğini, yani ancak ibâdet ve kulluk görevlerimizde derinleşmekle makamımızı yükseltebileceğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız.
İbâdet, imanın uygulanması, hak ve doğru kabul edilen esasların günlük hayatta yaşanması olduğundan, Allah katında tâat kabul edilen her davranışın bilfiil uygulanmış, yapılmış olması gerekir. Yoksa, yalnız istek halinde kalıp, davranış sahasına çıkmayan duygu ve düşünceler, Allah’a yakınlık anlamına gelen kurbet ve tâat olsalar da, ibâdet değillerdir. Bunun içindir ki, ibâdetlerin başı olan imanın da, sadece kalple tasdiki yeterli olamayacağından, hiç olmazsa dil ile ikrar edilerek açıklanması gerekli görülmüştür. Bunun yanında, niyetsiz, sadece görünürde yapılan işler de ne olursa olsun, ibâdet sayılmazlar. Niyetsiz yatıp kalkmak namaz olmadığı gibi, niyetsiz aç durmak da oruç değildir. O halde kötü niyetle veya Allah’a itaat ve yakınlık kastından başka bir maksatla yapılan işler, ibâdet olamazlar.
İnsan hayatının en önemli meselesi yön bulmaktır. İman, yönü bulduran kuvvettir. Ancak bulunan yönde yürüyebilmek, bizi yol problemiyle karşı karşıya getirir. Yönün işe yaraması, bu yönde yürümemizi sağlayacak yolu gerekli kılar. Bu bakımdan Kur’an,
yol konusu üzerinde çok durmaktadır. Kur’an’da geçen sırat, sebil, tarik ve şeriat kelimelerinin hepsi -aralarında nüanslar olmasına rağmen- yol anlamındadır.
Hidâyetin neticesi iman; dalâletin neticesi imansızlıktır. İnsanın kalbi, hem imana, hem de küfre doğru eğilmeye elverişlidir. Kalbin imanla küfürden birini tercih etmesi için mutlaka çekici bir sebep icabeder. Hidâyeti de dalâleti de ancak Allah yaratır. Yani gönüllere imanı sevdiren sebepleri Allah yarattığı gibi, küfür tarafını tutturan sebepleri yaratan da O’dur. Kullarından istediğine hidâyet; istediğine dalâlet verir. Allah’tan başka insanları hidâyet ve bahtiyarlığa eriştirecek yahut dalâlet ve hüsrâna düşürecek hakiki bir fâil yoktur. Allah’ın hidâyet ettiğini kimse saptıramaz. Allah’ın saptırdığını kimse doğru yola getiremez.
Yalnız, burada şu noktayı iyi bilmek lâzımdır ki, Allah Teâlâ’nın bir kulunda dalâlet yaratması, o kulun, kendi arzusu ile sapıklık yolunu tutmuş olmasındandır. Yoksa, kul irâdesini, yeteneklerini dalâlete yöneltmedikçe Allah onu cebren dalâlete sevk etmez. Yani, halk tabiriyle “belâ isteyen belâsını; Mevlâ isteyen Mevlâ’sını bulur.” Nitekim insanlarda hidâyet ve iman asıldır. Dalâlet ve küfür sonradan ârız olmuştur. Cüz’î iradenin sû-i isti’mâlinden doğmuştur. Dalâlet ve küfür fıtrata muhâlefettir. Hastalıktır (2/Bakara, 10). Sağırlıktır, dilsizlik ve körlüktür (2/Bakara, 18). Küfür ve dalâlet, zarara asla uğramayacak bir ticareti/kazancı (35/Fâtır, 29; 61/Saff, 10-11) istememek ve müflis tüccar olmaktır. “Onlar hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de hidâyete erememiş, doğru yola girememişlerdir.” (2/Bakara, 16)
“Hayr” taşıdığı özellik dolayısıyla istenilen, arzu edilen, değerli, dünya ve âhirette faydalı, yarayışlı olan her şeydir. Hayr, ister bir davranış, ister bir ibâdet, ister mal, yani dünyalık yönünden olsun; dünya ve âhirete ait meselelerde faydalı olan, arzu edilen şeyleri ifade eder. Hayır; istenilen, kötü karşılanmayan, kendisine rağbet edilen bir değerdir. “Hayr”ın karşıtı “şerr”dir. Hayr, iyi ve faydalı, rağbet edilen tercihleri ifade ettiği için; ibâdet, iyilik etmek, Allah yolunda harcamak, faydalı mal, kişiye sevap veya şeref kazandıran şeyler hakkında da kullanılmaktadır.
Hayır sanılan şeyler, ancak Allah rızâsı gözetilerek yapılırsa hayır sayılır. Helâl yoldan kazanılmayan para, kişi için hayır olmadığı gibi; mal ve servet, ne kadar çok olursa olsun, Allah’ın rızâsı olmayan yerlere harcanırsa yine hayır değil; şer olur. Gerçek hayır, neticesine göre hüküm alandır. Hoşlanmadığımız şeyleri Allah
hayırlı kılmış olabilir (2/Bakara, 216; 4/Nisâ, 19). Hayırlı bir ümmet/toplum olmanın yolu, hayırlara yapışmakla olacaktır; Kur’an bunun şartlarını açıklar (3/Âl-i İmrân, 110). Müslüman, Allah’ın hayır olarak gösterip emrettiğine teslim olmalı, kendisi ve insanlık için hayrı istemeli, hayırda yarışmalı, insanları hayra teşvik etmeli, Allah’ın yasakladığı her çeşit şerden uzaklaşıp başkalarını da uzaklaştırmaya çalışmalıdır.
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Temmuz 2011, Ümraniye
- 11 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -9-
İBÂDET
•
İbâdet; Anlam ve Mâhiyeti
•
Kur’an’da İbâdet
•
İbâdetle ilgili Bazı Âyetler
•
İbâdet; Kalıp ve Kalbin, Tüm Organların Allah’a Yönelmesidir
•
İbâdet, Fıtrattır
•
İbâdet, Hayatın Tüm Alanlarını Kuşatır
•
Allah’a İbâdet
•
Namaz, Tüm İbâdetler İçin Prototiptir
•
Allah’tan Başkasına İbâdet
•
Putlara, Heykellere İbâdet
•
Tâğuta İbâdet
•
Bilginlere ve Din Adamlarına İbâdet
•
Şeytana ve Cinlere İbâdet
“(Ey Allah’ım,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz (duâmızı ancak Sana yaparız).” 1
İbâdet; Anlam ve Mâhiyeti
İbâdet kelimesi, “abede” fiilinin masdarı olup “itaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmek” anlamlarına gelir. İbâdet kelimesinin türediği “abd” kökü, şu anlamlara gelir:
a- Hürün karşıtı olan köle,
b- Boyun eğmek ve itaat etmek,
c- Kulluk etmek, ilâh tanımak, tapmak,
d- Bir şeye bağlanıp, ondan ayrılmamak.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere ibâdet kelimesinin ifade ettiği esas mânâlar; “kişinin yüksek ve üstün birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi, kendi hürriyetinden ferâgat ederek onun
1] 1/Fâtiha, 5
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 12 -
karşısında her türlü isyanı terk etmesi, tam bir bağlılıkla ona boyun
eğmesidir.” İşte bu durum, kulluk ve itaattir. İbâdet, itaat
etmenin bir çeşididir. Bu itaate müstahak olan da, hiç şüphesiz
gerçek ma’bud olan Allah’tır. Çok ibâdet edene âbid; kendisine
ibâdet edilene de ma’bûd denir.
Kur’ânî bir terim olarak ibâdetin genel anlamdaki tanımı şudur:
“Yapılması sevap olan, Allah’a yakınlık ifade eden, yalnız
O’nun emirlerini yerine getirmiş olmak ve rızâsını kazanmak niyetiyle
yapılan, her türlü harekete ibâdet denir.”
Demek ki İslâmî mânâsıyla Allah’a ibâdet: “İnsanın rûhen ve
bedenen, gizli ve açık bütün mevcûdiyetiyle yalnız Allah’a yapmış
olduğu şuurlu (bilinçli) bir tâat ve kurbettir.”
“İbâdet” kavramı, “kurbet” (yakınlık) ve “tâat” (sevap olan
şeyler) kavramlarının anlamını da içermektedir. Dolayısıyla ibâdet
eden insan, hem Allah’a yaklaşmış, tanıyıp kulluk etmiş, boyun
eğmiş ve hem de O’na itaat etmiş olur. Meselâ namaz kılan bir insan,
Allah’a tâat, ibâdet ve kurbet görevlerini yapmış olur. Namazın
kabul olması için de “iman”, “ihlâs” ve “niyet” in bulunması
gerekmektedir. Korku ve ümit içinde hem zâhir, hem bâtında sonsuz
bir alçak gönüllülük ile sınırsız bir ta’zimi ihtiva eden ibâdet,
“kibir” ve “riyâ” kabul etmez.
“İbâdet”, boyun eğmenin, itaat etmenin, saygı göstermenin ve
kulluğun en son noktasıdır. İbâdet, insanın Allah’ın râzı olduğu
şeyi yapması, yerine getirmekle yükümlü olduğu fiilleri emrolunduğu
şekliyle hayata geçirmesi, hiçbir şey gözetmeden Allah’a
kulluk etmesi ve bunu, sadece O’na boyun eğip itaat etmek için
yapmasıdır.
İtaat büyük bir makamdır. İbâdet/kulluk yapan “âbid/abd”
(kulluk yapan/kul), itaat ve ibâdetle Allah’a bağlandığı için şereflenir.
Allah Teâlâ, peygamberi Muhammed (s.a.s.)’i, makamların
en şereflisi olan “risâlet” makamında “kul” kelimesi ile
isimlendirmiştir.2 O yüzden şehâdet kelimesinde bile “Rasûl”
kelimesinden de önce; daha önemli ve daha şerefli olduğu için
“abduhû” (O’nun kulu) ifadesi kullanılır. Çünkü peygamberlik, Hz.
Muhammmed’in (s.a.s.) diğer insanlara yönelik ilişki ve görevini
ifade ederken; “abd/kul” ifadesi, onun Rabbiyle ilişkisini ve bağını
anlamlandırır. Allah’la irtibatın, diğer insanlarla ilişkiden daha
şerefli olduğu da açıktır. Biz de, şeref ve fazilet istiyorsak, bunun
Allah’la bağımızı güçlendirmekten geçtiğini, yani ancak ibâdet ve
2] Bk. 57/Hadid, 9; 17/İsra, 1; 18/Kehf, 1
İBÂDET
- 13 -
kulluk görevlerimizde derinleşmekle makamımızı yükseltebileceğimizi
aklımızdan çıkarmamalıyız.
İbâdet, imanın uygulanması, hak ve doğru kabul edilen esasların
günlük hayatta yaşanması olduğundan, Allah katında tâat
kabul edilen her davranışın bilfiil uygulanmış, yapılmış olması gerekir.
Yoksa, yalnız istek halinde kalıp, davranış sahasına çıkmayan
duygu ve düşünceler, Allah’a yakınlık anlamına gelen kurbet ve
tâat olsalar da, ibâdet değillerdir. Bunun içindir ki, ibâdetlerin başı
olan imanın da, sadece kalple tasdiki yeterli olamayacağından, hiç
olmazsa dil ile ikrar edilerek açıklanması gerekli görülmüştür. Bunun
yanında, niyetsiz, sadece görünürde yapılan işler de ne olursa
olsun, ibâdet sayılmazlar. Niyetsiz yatıp kalkmak namaz olmadığı
gibi, niyetsiz aç durmak da oruç değildir. O halde kötü niyetle
veya Allah’a itaat ve yakınlık kastından başka bir maksatla yapılan
işler, ibâdet olamazlar.
Lisanımızda çokça kullanılan “tapınmak ve tapmak” kelimeleri,
ibâdet’in değil; yalnızca tâat’in karşılığı olabilir. Hatta tapmak
ve tapınmak kelimelerinden az çok, ne yaptığını bilmemek gibi
bir şuursuzluk mânâsı anlaşıldığı için, bu kelimeleri “puta tapmak”
, “haça tapmak” gibi yerlerde kullanırız. Oysa kulluk etmek, şuur
bakımından tapmak kelimesinden daha iyi ve anlamlıdır. Şu halde
ibâdet terimi, bir tâat mertebesini ifade etmektedir ki, en hususi
anlamı “ibâdet”, en genel anlamı ise “kulluk” mânâsına gelen
“ubûdiyet”tir. İbâdet, Allah’ın râzı olduğu şeyi yapmak; ubûdiyet
ise, Allah’ın yaptığına râzı olmaktır, diye de tanımlanmıştır.
Kur’an’da İbâdet
İbâdet kavramı, Kur’an’da en çok kullanılan kavramlardan birisidir.
Bu kavram, Kur’an’da isim, fiil ve masdar şeklinde 256 defa
geçer. “A b d” kökü ve türevleri ise 275 yerde kullanılır. Genel
olarak, Allah’a veya Allah’tan başkalarına ibâdeti ifade etmekte
kullanılmıştır. Sadece Allah’a ibâdet emredilirken, O’na ortak koşmak
ve başkalarına ibâdet etmek, Kur’an’da şiddetle yasaklanmıştır.
Kur’an’da ibâdet kelimesi, daha çok nefislerin sadece Allah
için başka kayıtlardan kurtarılması, yalnız O’nun ibâdetine tahsis
edilmesine işaret etmektedir. Yani insan, sevgide, korkuda, ümit
ve tevekkülde, itaat edip boyun eğmede Allah’a hiçbir varlığı ortak
koşmayacaktır. Çünkü ibâdet, sevginin, bağlılığın ve korkunun
en güzel ifadesidir. Nitekim dinin bütününü de bu esaslar oluşturur.
İbâdet terimi, bu açıdan incelendiğinde, kulun, ibâdet ettiği
ilâh (Allah)’ı kemâl derecesinde sevmesi ve tevâzu göstermesi ve
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 14 -
bütün bunların ancak Allah için olması gerekmektedir.
“Ancak Sana ibâdet ederiz.”3 “Ederim” değil; “ederiz”. Cemaate
işaret vardır bu ifadede. Aynı Rabbin kulu olan, O’nun kanunlarına
boyun eğen ve O’na tesbih ve ibâdet eden tüm tabiatla,
tüm yaratıklarla ortak dili konuşmak, vahdete ermek, beraberce
ibâdet etmek var bu ifadede. Kendi iç dünyamızla, tüm organlarımızla,
inanç, düşünce ve eylemlerimizle beraber ibâdet etmek
var bu ifadede. Tevhid, ancak muvahhid bir toplum içinde gerçek
anlamını bulur. Tevhidî bir toplumla beraber hareket edilerek olgunlaşılır,
insan olunur. Tevhid kafilesinden ayrı hareket etmekle,
güzel olan hiçbir yere varılamaz.
Fâtiha’nın bundan önceki âyetlerinde Allah’ın sıfatları özetlendi.
Allah, bu âyete kadar kendini bize tanıttı. “Peki, böyle özelliklere
sahip Allah’a karşı nasıl davranmamız gerekir?” sorusuna
bu âyet cevap vermiş oluyor: “Sadece Allah’a ibâdet.” Fâtiha’da
bundan önceki âyetler, sanki bize bu âyetteki ifadeyi söyletmek
içindir. Ayrıca, Allah’ı bu âyete kadar anlatılan isim ve vasıflarıyla
tanıyıp O’nu tek ilâh ve tek rab kabul eden kuluna Allah, senlibenli
ifade kullandırıyor; Allah’ın vasıflarını tanıyıp O’na ibâdet,
Allah’la samimiyeti ve sıcak bir bağı oluşturuyor: “Ona kulluk ederiz”
değil; “Sana...” Bu âyete kadar üçüncü tekil şahıs ifadesi ve
zamiri kullanılırken, burada ikinci tekil şahıs ifadesi kullanıyoruz.
Önce ibâdet, sonra istiâne. İlk adım öncelikle kuldan başlamalı.
Sünetullah, ilk başlangıcı bizden bekliyor. Allah’ın kanunu böyle
istiyor. Bu konuyla ilgili Kur’ân-ı Kerim’den ve hadis-i şeriflerden
bolca örnekler sunmak mümkün. (“Allah’a yardım ederseniz, Allah da
size yardım eder.”4; “Bana bir adım yaklaşana Ben bir arşın yaklaşırım.”5,
“Allah’tan sakınırsanız, sizin için furkan kılar.”6; “Allah’tan korkanlara Allah
çıkış yolu verir.”7, “Sözünüzde durursanız, Ben de...”8; “Kim iman edip
sâlih amel işlerse...”9 Önce bizden duâ, sonra Allah’tan icâbet, önce
kul sebebe yapışacak, sonra Allah verecek.
Hakkıyla ve ölünceye dek ibâdet için Allah’ın yardımına ihtiyacımız
olacak. Her an yaşantımızı ibâdet halinde değerlendirmek
için “...sadece Sen’den yardım isteriz.” 10
3] 1/Fâtiha, 5
4] 47/Muhammed, 7
5] Allah’a nispet edilen bir Hadis rivâyeti
6] 8/Enfâl, 29
7] 65/Talâk, 2-3
8] 2/Bakara, 40
9] 64/Teğâbün, 9; 65/Talâk, 11
10] 1/Fâtiha, 5
İBÂDET
- 15 -
“Sadece Sana ederiz kulluğu, ibâdeti...”11 meâlindeki âyette, kulun,
ibâdeti sadece Rabb’ine ait kılıp, nefsini ancak Allah’a teslim etmesinin
gereği vurgulanmaktadır. Allah’tan başkasına gösterilen
“itaat ve kulluk”, o varlığı sahte bir ma’bud yapar. Bu ma’bud ya
şeytandır, ya da kendilerini tâğut kılan azgın kişilerdir. Yahut da
Allah’ın kitabını hiçe sayarak insanları icad ettikleri hayat düsturlarına
ve yaşayış tarzlarına sevkeden önderlerdir. İslâmî anlamda
ibâdet ise, Allah’a kayıtsız şartsız itaat etmek demektir. Şeytana
ibâdet etmeyi yasaklayan Allah, insan ve cin şeytanlarına kayıtsız
şartsız itaatin onlara kulluk/ibâdet demek olduğunu belirtmiş
oluyor.
İnsanların, şeytanın teşviki ile yapageldikleri ibâdetlerinin
yönü olan putlar ve hayalî/sanal kuvvetler, yani Allah’tan başka
tapınılan tüm varlıklar, birer sahte ma’buddur. Çünkü Kur’an,
Allah’tan başka hiçbir hak ma’bud olmadığını en açık bir şekilde
bildirirken; insanların, Allah’tan başkasına tapmalarını ve onları
ilâh kabul etmelerini de, şirk ve büyük günah sayıyor.
İbâdetle ilgili Bazı Âyetler
“(Ya Rabbi,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.”
12
“Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım.” 13
“Allah’a ibâdet edin. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” 14
“(Ya’kub) oğullarına: ‘Benden sonra neye ibâdet/kulluk edeceksiniz?’
demişti. ‘Senin ilâhın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı
olan tek İlâh’a kulluk edeceğiz, ibâdet edeceğiz. Biz O’na teslim olanlarız’
dediler.” 15
“Sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller de nedir? ‘Babalarımızı
onlara tapar bulduk (da onun için biz de onlara tapıyoruz)’ dediler.” 16
“De ki: Allah’ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar vermeye gücü yetmeyen
şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir. (O’na ibâdet
etmeniz gerekmez mi?)” 17
“Hahamlarını ve râhiplerini Allah’tan ayrı rablar edindiler; Meryem
11] 1/Fâtiha, 5
12] 1/Fâtiha, 5
13] 51/Zâriyât, 56
14] 4/Nisâ, 36
15] 2/Bakara, 133
16] 21/Enbiyâ, 52, 53
17] 5/Mâide, 76
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 16 -
oğlu Mesih’i de. Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah’a ibâdet etmeleri
emredilmişti. O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları
şeylerden münezzehtir.” 18
“Tevbe eden, ibâdet eden, hamd eden, seyahat eden, rükû eden, secde
eden, iyiliği emredip kötülükten meneden ve Allah’ın (yasak) sınırlarını
koruyan (onları çiğnemeyen) mü’minleri müjdele.” 19
“İnsanlardan kimi de Allah’a bir yönden (dinin bütününe inanmadan)
ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse, onunla huzura kavuşur (sevinir)
ve eğer başına bir kötülük gelirse yüz üstü döner (dini kötüleyerek
ondan vazgeçer).” 20
“Ey mü’minler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize ibâdet edin, hayır
işleyin ki umduğunuza eresiniz.” 21
“Ey iman eden kullarım, Benim arzım geniştir, bana kulluk/ibâdet
edin.” 22
“İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah’ındır. O’ndan başka velîler edinerek:
‘biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz’ diyenlere (gelince):
Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü
verecektir.” 23
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var.
Müjdele kullarımı.”24
“Hayır, yalnız Allah’a ibâdet/kulluk et ve şükredenlerden ol.” 25
“Allah’tan başkasına ibâdet/kulluk etmeyin. Ben, sizin büyük bir günün
azâbına uğramanızdan korkuyorum.” 26
“Andolsun Biz, her millet içinde: ‘Allah’a ibâdet/kulluk edin, tağut(a
tapmak)dan kaçının’ diyen bir rasûl/elçi gönderdik.” 27
“De ki: ‘Ey kitap ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye
gelin: Yalnız Allah’a ibâdet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım.
Birimiz diğerini Allah’tan başka rab edinmesin.” 28
18] 9/Tevbe, 31
19] 9/Tevbe, 112
20] 22/Hacc, 11
21] 22/Hacc, 77
22] 29/Ankebût, 56
23] 39/Zümer, 3
24] 39/Zümer, 17
25] 39/Zümer, 66
26] 46/Ahkaf, 21
27] 16/Nahl, 36
28] 3/Âl-i İmrân, 64
İBÂDET
- 17 -
“Allah, kimlere lânet ve gazab etmiş, kimlerden maymunlar, domuzlar
ve tâğuta tapanlar yapmışsa, işte onların yeri daha kötüdür.” 29
“De ki: Ben Allah’tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum.”
30
“Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahmân’a kul olarak gelecektir.” 31
“Siz, Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi
tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Aklınızı kullanmıyor
musunuz siz?” 32
“Siz ve Allah’tan başka taptıklarınız cehennem odunusunuz. Siz (odun
gibi) oraya gireceksiniz.” 33
“İbrahim’de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek
var. Onlar, kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve sizin Allah’tan başka
taptıklarınızdan uzağız. Sizin (taptıklarınızı) tanımıyoruz. Siz, bir tek
Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve
nefret belirmiştir.” 34
De ki: Ey kâfirler! ‘Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim
ibâdet ettiğime tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak
değilim. Siz de benim ibâdet ettiğime tapacak değilsiniz. Sizin dininiz
size; benim dinim bana!” 35
“Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: ‘Benden başka
hiçbir ilâh yoktur. Bana kulluk/ibâdet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” 36
“Bir zaman İbrahim şöyle demişti: ‘Rabbim, bu şehri güvenli kıl. Beni
ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.” 37
“Siz Allah’tan başka birtakım putlara tapıyorsunuz. Yalan uyduruyorsunuz.
Sizin Allah’tan başka taptıklarınız size rızık veremezler. Siz rızkı
Allah’ın yanında arayın. O’na kulluk/ibâdet edin ve O’na şükredin. Hepiniz
O’na döndürüleceksiniz.” 38
“Gece, gündüz, güneş ve ay O’nun âyetlerindendir. Ne güneşe ne
de aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah’a secde edin. Eğer kulluk
29] 5/Mâide, 60
30] 6/En'âm, 56
31] 19/Meryem, 93
32] 21/Enbiyâ, 66-67
33] 21/Enbiyâ, 98
34] 60/Mümtehıne, 4
35] 109/Kâfirun, 1-6
36] 21/Enbiyâ, 25
37] 14/İbrahim, 35
38] 29/Ankebût, 17
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 18 -
ediyorsanız (böyle yapın).” 39
“De ki: ‘Ben dinimi yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na ibâdet/kulluk ediyorum.”
40
“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk/ibâdet et.” 41
Âyetlerin ortaya koyduğu ilk gerçek “sadece Allah’a ibâdet
edip, O’ndan başkasına ibâdet etmemektir.” İslâm, ibâdeti sadece
Allah’a ait kılmayı emrederken, O’na herhangi bir şeyi ortak koşma
yasağını da getiriyor. İnsanlığın tanıdığı veya tanıyabileceği
Allah’ın dışında her çeşit ma’bud edinme çeşidini içine alan kesin
bir yasak koyuyor.
“Yalnız Sana kulluk eder; yalnız Senden yardım dileriz.”42
Hamd, âlemlerin rabbi, Rahmân-Rahîm ve din gününün sahibi
olan Allah’a mahsustur. Rab, rahman, rahim ve mâlik sıfatlarının
kâinatla ve içindeki beşerî âlemle olan ilişkilerinin başlangıçta doğurduğu
borcun karşılığı, hamdetmektir. Hamd sadece Allah’a ait
olduğu gibi, kulluk/ibâdet de O’na aittir.
Demek ki Fâtiha sûresi, 1-4. âyetlerdeki sıfatların önünde
hamd, arkasında ibâdet ve yardım dileme yer almaktadır. Allah
yaratan, besleyip büyüten, rahmet ve merhamet edip sahip çıkan
bir varlık olması hasebiyle hamde, ibâdete ve sadece kendisinden
yardım talep edilmesine layıktır. Hamdedilmek, kulluğun sadece
O’na tahsis edilmesi ve sadece O’ndan yardım ve destek beklenilmesi
O’nun hakkıdır.
Şimdi 5. âyette geçen kavramların analizini yaparak şu sonuçlara
varmamız mümkündür: “Sadece Sana kulluk ederiz.”
Fahruddîn Râzî ve Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin Allah’a nasıl
hamd edileceğini öğrettiğini söylemektedirler. “Sadece Allah’a
kulluk etmek ve sadece O’ndan yardım dilemek, Allah’a hamd etmektir”
diyen bu âlimler, âyeti âyetle tefsir etmişlerdir. Onların
tefsirine katılmamak mümkün değildir.
Bize göre ‘kulluk’ kavramının içi, ‘hamd’ ile doldurulmaktadır.
Rab, rahmân, rahîm ve mâlik sıfatlarına sahip olan Allah, hamd
edilmeye, yani ibâdet edilmeye lâyık bir varlıktır. Yaratma, eğitme,
rahmet, merhamet ve sahip çıkma sıfatlarıyla insanlar âlemi
ile ilişki kuran Allah, şirk koşulmadan ibâdet edilmeye layık bir
39] 41/Fussılet, 37
40] 39/Zümer, 14
41] 15/Hicr, 99
42] 1/Fâtiha, 5
İBÂDET
- 19 -
hüviyete sahiptir.
“İyyâke: Sadece Sana” ibâresi hasr ifade eder. Başka bir deyişle “ve
sadece Senden yardım dileriz” ifadesine denk düşmekte ve Allah’tan
başka varlıkların tapınma bakımından kutsallığını dışlamaktadır.
Cümlenin başına gelmesinin sebebi, kulluktan önce sahte tanrıları
dışlamanın zorunlu olduğunu göstermektir.
Abd (Kul) ve İbâdet
“Na’budu” kelimesinin kökü “abede”dir. İbâdet, ubûdiyyet,
âbid ve ma’bûd kelimeleri de ondan türemiştir.
Emrini tutmak, ibâdet etmek, tapınmak, çok muhterem tutmak,
perestiş etmek, köle etmek, esir etmek, boyun eğdirmek,
tâbi kılmak, hükmü altına almak, ıslah etmek, tekâmül ettirmek,
ilerletmek, işe yarar hale getirmek, mûteber hale getirmek, kendini
vermek manalarına gelmektedir.
‘Abede’ Kavramı
(‘abede) kavramının Kur’an’da çeşitli mânâları olup bunları
şöyle sıralayabiliriz:
1) Bilmek
“Ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım.”43
Hâzin bu âyette geçen “liya’budûni” kelimesine, “liya’rifûnî=Beni bilsinler”
mânâsını vermektedir. Çünkü Allah, cin ve insanları yaratmasaydı,
O’nun varlığı bilinmeyecekti. Böylece Hâzin, Allah’a ibâdeti
bilgiye dayandırmakta veya bilgi ile kulluğu aynîleştirmektedir.
Ona göre kulluk, bilmek demektir.
Muhammed Esed de aynı fikri savunmaktadır. Ona göre, bütün
akıl sahibi varlıkların yaratılmasındaki temel amaç, onların
Allah’ın varlığını tanımaları ve bundan dolayı kendi var oluşlarını
bilinçli olarak O’nun irâdesi ve planı ile uyumlu hale getirme isteği
duymalarıdır.
İşte bu iki aşamalı tanıma ve isteme kavramlarıdır ki, Kur’an’ın
“kulluk” olarak tanımladığı şeye derin anlamını verir.
2) Birlemek, Tevhid
İbn Abbas’a göre Kur’an’da ibâdet kavramı, birlemek anlamına
gelmektedir. Tevhid inancı olmadan kulluk yerine getirilemez.
Nesefî de İbn Abbas’ın görüşünü naklederek, tevhid ile abd
43] 51/Zâriyât, 56
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 20 -
kavramını birleştirmektedir. Hâzin ile Nesefî’nin görüşlerini bir
araya getirirsek şöyle bir sonuca varabiliriz: Bilgiden kalkan ve
tevhidde konaklayarak insanı Allah’a yaklaştıran gönül oluşumuna,
kulluk denmektedir. Demek ki kulluk için birlemek, birlemek
için de bilmek gerekiyor.
3) İtaat Etmek
İbn Abbas “ya’budu” kelimesine “yutî’u” mânâsını vermektedir.
Kulluk yapabilmek için itaat şarttır. İtaat edilmeyen varlığa
kulluk edilmiş olmaz.
Demek ki insanlar ve cinler, Allah’ı bilmek, birlemek ve itaat
etmek için yaratılmışlardır. Bilgi, insanının uğruna yaratıldığı bir
değerdir. Var olmanın temelinde sadece Allah’a ibâdet etmek vardır.
Bilgisiz, tevhidsiz ibâdetin bir şeye yaramayacağı da bir gerçektir.
4) İbâdet Etmek
(abede), dini Allah’a has kılarak yapıldığında ibâdet, Allah dışında
bir varlığa yapıldığında ise ‘şirk’ olduğu için tapınmak anlamına
gelir. Fâtiha, 5. âyetteki “iyyâke na’budu=yalnız Sana ibâdet
ederiz” ifadesi, başka âyetlerde şöyle geçmektedir: “Allah size kendisinden
başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir.”44; “Rabbin, sadece
Kendisine kulluk etmenizi emretti.” 45
Fâtiha, 5. âyette başa gelen “iyyâke=sadece Sana” ifadesi, bu iki
âyette istisnadan sonra gelmektedir. Mana ağırlığı ve tahsisin vurgusu
bakımından aralarında hiçbir fark yoktur. Yusuf, 40 ve İsrâ,
23’te Allah emrederken, Fâtiha, 5’te kul kendisi ifade etmektedir.
Her üç âyetteki ifadenin amacı, şirki dışarıda bırakıp, şirksiz bir
ibâdetin yapılmasıdır.
Şirkten uzak bir kulluk veya ibâdet nasıl yapılabilir? Bu sorunun
cevabını şu âyetlerle verebiliriz: “De ki: ‘Ben, dini Allah’a hâlis
kılarak O’na ibâdet etmekle emrolundum.”46; “De ki: ‘Ben dinimde ihlâs
ile ancak Allah’a ibâdet ederim.” 47
Şirkten uzak bir ibâdet, dini Allah’a tahsis ederek, yani dininde
ihlâs sahibi olarak yapılan ibâdettir. Bu âyetler, Fâtiha, 5.
âyetteki “iyyâke=sadece Sana” demenin neyi ifade ettiğini açıklamaktadır.
“Sadece Sana” demek; dini Allah’a tahsis ederek ve
44] 12/Yusuf, 40
45] 17/İsrâ, 23
46] 39/Zümer, 11
47] 39/Zümer, 14
İBÂDET
- 21 -
ihlâs sahibi olarak demektir. Bu tarz bir ibâdet, tevhid inancının
eyleme dönüşmesi, tek İlâh inancının davranışlara yansımasıdır.
Bütün davranışlarında Allah’ın yanında olduğunu hissetmesi ve
O’na yönelmesidir. Kulluğu güzelleştiren de bu tarz olan yöneliştir.
İbâdetteki ihlâs ve dini Allah’a tahsis etme olgunluğu, sadece
Allah’a yönelme ile doruk noktasına çıkmaktadır. Kulluğun bu güzelliğini
Allah şöyle ifade etmektedir: “Biz Dâvud’a Süleyman’ı verdik.
Süleyman ne güzel bir kuldu. Doğrusu o, daima Allah’a yönelirdi.” 48
Dini Allah’a tahsis ederek ve sadece Allah’a yönelerek yapılan
ibâdet, şirki dışlayan ve insanı şirkten uzak tutan bir ibâdet
olmaktadır. Allah, dini Allah’a has kılarak ibâdet etmesini Hz.
Peygamber’e niçin emretmiştir? İnsanın başka varlıklara ibâdet
etme ihtimali var mıdır? İnsanlar şeytana, putlara ve kendi nefislerine
tapınabilirler mi?
“Ey Âdemoğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir
düşmanınızdır, demedim mi? Bana kulluk ediniz, doğru yol budur demedim
mi?” 49
Bu âyetlerin birincisi, şeytana tapılma ihtimaline karşı insanları
uyarmaktadır. Bu uyarısını, şeytanın insanların düşmanı olduğu
gerçeğine dayandırarak yapmaktadır. Doğru yolun sadece Allah’a
ibâdet etmek olduğu bilincini de vermektedir. Âyetlerin birincisi
şirki yasaklıyor, ikincisi doğru tapınmanın bilgisini veriyor. Ayrıca
olumsuzdan olumluya giden bir metodla, tapınmanın eğitimi veriliyor.
Hem şeytana hem de Allah’a tapınmanın imkânsızlığının
bilinci kazandırılıyor. Bu bilinç verilmeden, Yalnız Sana ibâdet
ederiz ifadesinin gündeme gelmesi mümkün değildir.
“Hevâ ve hevesini tanrı edineni gördün mü?”50 Bu âyete göre insan,
kendi nefsini/ nevasını tanrı edinebilmektedir. İnsan aklını ve gönlünü
nefsinin emrine verirse, nefsini tanrı edinmiş olur. Demek ki
sınırsız arzu ve hevesler, insanın içindeki psikolojik yönelişi tam bir
denetim altına alabilir. Böyle bir denetim altında, bütün eylemlerimizi
nefsin emirlerine göre yaparsak, nefsi tanrı edinmiş oluruz.
Nefsin kullan, beyin, gönül ve davranışlardır. Şirkin kökleri, insanın
nefsinden beslenmektedir. Terk edilmesi ve farkına varılması
en zor olan şirk, hevânın tanrı haline gelmesidir.
Onun içindir ki kul “iyyâke na’budu=yalnız Sana kulluk ederiz”
derken, nefsini tanrı edinmekten de sıyrılmış olmaktadır. Kendi
48] 38/Sâd, 30
49] 36/Yâsin, 60-61
50] 45/Câsiye, 23
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 22 -
benliğini tanrı edinmekten sıyrılamayan insan bu ifadeyi kullanamaz.
Şeytan ve kendi nefsinin dışında kalan canlı ve cansız varlıklara,
yani putlara tapınma ihtimâli de vardır. Bu hususta pek çok
âyet vardır:
“Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz’ diye cevap
verdiler.” 51
“İbrahim’in şöyle dediğini hatırla: ‘Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni
ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.” 52
İnsan tabiattan herhangi bir varlığı tanrı edindiği gibi, kendi
eliyle yaptığına taptığı da olmuştur. Bazen tabiat olaylarının
zararından korunmak bazen de faydasını elde etmek için onlara
tapınma yolunu seçmiştir.
Allah, tarihte insanların yaşadıkları şirkin çeşitlerini ve tonlarını
bize anlatarak, şirkin kötülüğüne karşı bilincimizi açmakta
ve tevhid inancı için gönlümüzde bir yer oluşturmaktadır. Çünkü
şirkten temizlenmeyen gönle tevhid inancının girip yerleşmesi
imkânsızdır. Böylece Allah, eğitime eskimeyen bir metod kazandırarak,
yanlışlardan temizlenmeyen bir beyin ve gönle, doğrulan
kazandırmanın ve yerleştirmenin imkânsızlığına dikkat çekmiştir.
Bir demirin pasını silmeden oraya boya sürülürse, o boya tutmayacak
ve kısa zamanda içindeki pası kusacaktır. İnsanın gönlündeki
şirk pasını silmeden oraya tevhid inancının boyasını sürmek kalıcı
olmayacaktır. Zamanla o pas kendini dışa vurup, boyayı yok edecektir.
İşte bu gerçeğe dikkat ederek hareket etmek, din eğitiminin
ana metodlarından biri olmalıdır.53
İbâdet; Kalıp ve Kalbin, Tüm
Organların Allah’a Yönelmesidir
Bazı insanlara göre ibâdet, kuru bir inanç kabul edilirken, bazılarına
göre de sadece belirli hareketleri yapmaktan ibâret sanılmaktadır.
Bazıları insanlara iyilik yapmanın ibâdet yerine geçeceğini
düşünüyor. Bazıları kalp temizliğinin yeterli olduğunu (bunun
ibâdet yerine geçeceğini) söyleyip kendini kandırıyor. Yine bir kısım
insanlar, Allah’a ibâdetin gâyesini tam olarak anlayamadıklarından,
yaptıkları ibâdetlerinde, ya şuursuzca davranırlar, ya da
ibâdeti dünyevî fayda açısından değerlendirirler. Bütün bunların
yanında, pek çok insan da, Allah’ın ve O’nun dininin dışında birtakım
varlıklara, sistemlere ibâdet ederek onlara kul olmuştur.
51] 26/Şuarâ, 71
52] 14/İbrahim, 35
53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c. 1, s. 136-138
İBÂDET
- 23 -
İbâdeti, sadece dış görünümündeki şekillerde değerlendiren
kimseler, ibâdetlerde titiz davranmayı, ilk anda bir nevi dar görüşlülük
yahut şekilcilik olarak kabul edebilirler. Ancak, daha derin
ve etraflıca düşünülüp araştırılırsa, pek çok gerçeklerin farkına
varmak mümkün olur. İbâdet, Allah ile her an ilişki kurmaya bir
vâsıtadır. İbâdet, ruhun ve bedenin ölçülü ve disiplinli bir hale
gelişini sağlar. Güzel ahlâkı yansıtan hareketleri içeren, ruhumuzun
Allah’a yabancılaşmasını önleyerek O’nu bize unutturmayan,
ibâdettir.
İnsanın, ruhundaki gizli duygularını dışa vurmak için, zâhirî
şekilleri kullanma eğilimi vardır. Bu gizli duyguları anlatmak için,
zâhirî şekillere başvurmadan insan, ruhî duygularını tatmin edemez.
Duygularını bu şekillerle ifadelendiren insan, hissen ve ruhen
bir bütünlük kazanır. Bu haliyle de rahat edip huzura kavuşur.
İslâm dini, bütün ibâdet kurallarını bu fıtrî esas üzerine kurmuştur.
Bunun için işi, ne sadece içten gelen niyetlere, ne de ruhî
duygulara terk etmemiş, aksine ibâdetlere ait yönelişlerde, dış ile
içi (zâhir ile bâtını) tam bir uyum içerisine sokarak huzur ve mutluluk
temin edilmiştir. Bu cümleden olmak üzere mü’min, namazda
kıbleye yönelir, hacda belirli bir yerde ihrama girer, bir kıyafete
bürünür, orucunu tutarken yemez, içmez... Böylece her ibâdetiyle
bir hareket, her hareketiyle de bir ibâdet icrâ eder. İslâm dini bu
yöntemiyle nefsin zâhiri ile bâtınını birleştirip, kuvvetler arasını
denkleştirir. Bunun sonucunda kendi mefkûresine uygun olarak
insan fıtratına tam bir uyum bahşeder.
İbâdet, Fıtrattır
İslâm dini, yeryüzüne getirdiği bütün gerçekçi kurallarla, insan
fıtratında mevcut olan ibâdet duygusunu, en doğru bir şekilde geliştirerek
bu ihtiyaca cevap verir. Böylece el ile tutulup gözle görülen
veya gizli bir kuvvetin varlığını, değişik varlıklarda görerek
onlara tapanları da yanlış inançlardan ve tapınmalardan kurtarır.
Bu özelliğinden dolayı Allah’tan başka ilâh kabul etmek suretiyle
putlara tapan bir toplumda, bu yanlış inancı ve ibâdet şeklini, bir
daha dirilmeyecek şekilde tarihe gömen tek din İslâm’dır. İnsanları,
hür irâdeleriyle Allah’a yönelten, onların birbirlerine kul köle
olmalarını önleyen, onları her türlü yanlış tapınmalardan kurtarıp
Allah’a götüren hiç şüphesiz bu hayat nizamı olan İslâm’ın kendisidir.
İslâm’ı benimseyip ona mensup olanların belirgin özellikleri
vardır. Bunların en önemlilerini şöylece belirtebiliriz: Allah’ın
varlığına, birliğine, tek ilâh olduğuna inanmak. O’ndan gelen bütün
hükümlerin gerçek ve doğru olduğunu kabul etmek. Allah’ın
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 24 -
bildirdiği İlâhî hükümler doğrultusunda yaşayarak Allah’a ibâdet
etmek ve O’na kul olmak. Rasûlün ahlâkı ile ahlâklanmak.
Allah’ı tek rab bilerek O’na kulluk etmek, insanı tevhid inancına
ve bu inancın gereğine götürür. Bu iman ve şuura sahip olan
insanlardan oluşan bir toplum, yeryüzündeki her çeşit şirk odaklarını
dağıtır.
Din, sadece vicdanlara hapsedilen kuru bir inanç değildir. Aksine
din, bütün hayatı kapsayan, hayatî olaylar arasındaki bağı
temin ederek bütün yaşayışı en köklü ve sağlam esaslara bağlayan
İlâhî bir nizamdır. Bu nizam, Allah’ın birliği esasına dayanır.
İnsanî ilişkilerin en sağlamı bu inançtan doğar. Yine bu inanç insanlık
hayatının her alanına ışık tutar.
Kur’an’a müracaat edilerek incelendiği zaman, ibâdetin, insan
hayatının tümünü kapsayan bir terim olduğu anlaşılır. Sadece belirli
hareketleri ve işleri ibâdet kabul edip, insanlar arasındaki ilişkileri
düzenleyen hükümleri ve bunları uygulamayı ibâdet kabul
etmemek, Kur’an’daki ibâdet anlayışına ters düşer. İbâdet, bir şekil
ve formaliteden ibâret de değildir. Aksine, bir din edinme, bir
sisteme bağlanma ve günlük hayatta yaşanan bir doktrine uyma
meselesidir. Bu özelliklerinden dolayı Kur’an’da en çok önem verilen
bir konu olmuştur.
İslâm, başlangıçtan nihâyete kadar, ibâdeti hayata yaymayı en
büyük gaye edinmiş bir dindir. İslâm’ın siyasî ve iktisadî nizamında,
ceza hukukunda, medenî ve aile hukukunda ve bu dinin içine
almış olduğu diğer konularda, başka bir hedef yoktur. Kur’an’ın
gaye olarak tayin ettiği bu hedefe, insanlar, ancak Allah’ın hükümlerine
uygun olarak yaşadıkları zaman ulaşabilirler.
Günümüz insanları, ibâdetin, Allah’ın koyduğu bütün emirleri
kapsadığı gibi, kişiyi Allah’a yönelten her hareketi, her işi de
içine alan bir terim olduğunu bilmelidirler. İnsanoğlu, kalbini
Allah’a yönelttikçe hayatında yaptığı her hareketin ibâdet haline
dönüşmesi mümkündür. İslâm dini, Allah’ın varlığını ve birliğini
beyan etmeye çok büyük önem vermiş, hiçbir yönden şirk
şâibesi taşımayan bir ibâdet esası ortaya koymuştur. Bunun için
hiçbir varlığın, tüm varlıkların yaratıcısı gibi olamayacağını ısrarla
belirtmiştir. Yine İslâm, yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki bağın
gerçeğini de belirtmeye özen göstermiştir. Her varlık gibi, insanla
Allah arasında da bir bağın var olduğunu, bunun da “ulûhiyet” ve
“ubûdiyet” esaslarından ibâret bulunduğunu kesinlikle belirtmiştir.
İşte bu gerçek, Kur’an’da şöyle ifade edilir: “Allah’a ibâdet edin.
İBÂDET
- 25 -
Sizin O’ndan başka ilâhınız yok.”54 Bütün peygamberlerin kesinlikle
belirttiği gerçek: “Allah’ın tek bir ilâh olduğu ve O’na ibâdetle
kulluk edilmesi”dir.
Her asırda olduğu gibi günümüzde de her türlü şüphe ve
bilgisizlikten kurtulmak için, bu gerçeğin aydınlık esaslarına sarılmak
yeterli olacaktır. Çünkü insan şuurunun istikrarı, düşünce
ve davranışın doğruluğu, Allah’ın bütün âlemlerin tek Rabb’i;
tüm yaratıkların da O’nun kulu olduğu gerçeğinin kavranmasına
bağlıdır. Allah ile olan alâkada, insanların hepsinin eşit olduğu
da kesinlikle bilinmelidir. Hiç biri O’nun ilâhlığına ortak değildir,
olamaz. Bundan dolayıdır ki, İslâm’da, kulluğun tabii belirtisi olan
takvâ ve amel-i sâlih (iyi işler)den başka bir şeyle, Allah’a yaklaşmak,
hiçbir insan için mümkün değildir.
Doğruyu kabullenmenin ve doğru olmanın biricik yolu, bütün
insanların tek ma’bud olan Allah’a yönelmeleri ve O’na kulluk
etmeleridir. İnsanlığın huzur ve mutluluğu, hâkimiyeti Hûdutsuz,
saltanatı ebedî olan Allah’a yönelmededir. İşte, insanların Allah’a
karşı durumu budur. Allah yaratan, insanlar ise diğer varlıklar gibi
yaratılandır. O rabdir. İnsan ise kuldur. Allah’a kul olmak, insanı
kullara kulluktan kurtarır. Allah’a kulluktan kaçınanlar kendileri
gibi kulların kulu olurlar, ya da nefislerinin, arzu ve isteklerinin
kulu durumuna düşerler. Bazıları “vatandaş” vb. sıfatları süslü
göstererek “kul” kavramını (Allah’a kulluğu) aşağılamaya çalışıyorlar.
Bunlar, câhil ve gâfil kâfirlerdir.
Tarihin çeşitli dönemlerinde olduğu gibi, günümüzde de bir
kısım insanlar, yaratıklardan herhangi birine bütünüyle bağlanarak
onun huzurunda öyle tapınmalar yapıyorlar ki, bütün şuurlarını
o tapınmaya bağlayarak ilerisini göremez oluyorlar. Hak
ma’budu ve hakiki ibâdeti unutturan, onları şirke düşüren kötülüğün
kaynağı, Allah’tan başka varlıklara tapmak, onların koyduğu
kurallara uyarak onlara ma’bud ve ilâh muâmelesi yapmaktır.
Yeryüzünün her çeşit putları, haksız ve bâtıl ma’budları hep bu
tür düşünce, davranış ve his sonucu ortaya çıkmıştır. Fakat şu bir
gerçektir ki, bütün mevcûdiyetini fânilere, Allah’tan başka varlıklara
ve O’nun dininin dışındaki sistemlere bağlayanlar, tehlikeye
adaydırlar. Sadece Allah’a ibâdet edilmelidir. Çünkü ibâdet
O’nun hakkıdır. Allah’a ibâdet edenlerdir ki, O’ndan başkasından
korkmaz ve ümit etmezler de sadece O’na kul olurlar. Gönüller
Allah’tan başkasına bağlandığı zaman insanlar korku kaynağı ile
ümit kaynağını ayrı ayrı görürler. O zaman bir de bakarsınız ki bir
54] 7/A'râf, 59
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 26 -
tarafta dilber sevgi ma’budları, diğer tarafta da kahraman korku
ma’budları dizilmiştir. İkisi arasında kalan zavallı insan, bu hal
içinde çırpınır, tapınır ve bunu da bir ibâdet sanır. Yaratıklardan
hiç biri rab olamaz. Her şeyin mutlak Rabbi Allah’tır. O’na ibâdet
edilmelidir. Çünkü ibâdet ve ubûdiyet Allah’ın hakkı, insanın da
vazifesidir.
Günümüzde birtakım insanların, hevâ ve heveslerini, her türlü
menfaat ve çıkarlarını kendileri için ilâh edindiklerini görmekteyiz.
Kur’an, Allah’ın İlâhî dinini bırakarak, değişik arzu, istek ve
menfaatlerini, davranışlarının tek kaynağı yapan ve böylece bunları
put mevkiine çıkarıp hevâ ve hevesinin kölesi olan insanları,
hayret verici bir canlılıkla ortaya koyuyor: “Gördün mü o kimseyi ki,
hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinmiş...”55 Yani, gerçeği kabul etmemiş,
düşünememiş, keyfi ne isterse onu ma’bud edinmiş, böylece
kendi zevkinin sevdasına düşmüş. Çünkü hevâ ve diğer nefsî duygular,
gözü kör, kulağı sağır ederek kalbi hissiz bırakır. Bu duruma
düşen kişi, âlim de olsa ilmine rağmen gerçeği duyamaz olur.
Kur’an’ın, bu canlı tasviri karşısında, artık her insan, neye
ibâdet ettiğini ve kimin kulu olduğunu kendisi anlayabilir ve anlamalıdır.
Şunu unutmamalıdır ki, gerçek kulluk, her türlü bâtıl
din ve ma’budlardan kaçınıp sadece Allah’a yönelmek demektir.
Çünkü insan, Allah’ı ma’bud tanıyıp O’na kulluk yapmak için yaratılmıştır.
İşte yaratılış sebebi. Allah’tan başkasına sarf edilen ömürler,
kaybedilmiş demektir. İbâdet, kulun kendi isteğine bırakıldığı
için, ihtiyârî (seçme özgürlüğü olan) işlerdendir. Ancak her insan,
Allah’a ibâdetle yükümlüdür. İrâdesini Allah’a yönelterek hareket
eden kişi sâlih kullardan olur. 56
İbâdetin ruhu ve şartı, tevhid ve ihlâstır. Allah’ın birliğine
iman etmedikçe O’na ibâdet edilemez. Allah’a gerçekten ibâdet
edenler de O’ndan başka ma’bud tanımazlar. Allah’tan başkasını
O’na ortak koşarak tapmak ise Allah’ı tanımamaktır. Din, tevhid
ve ihlâsla Allah’a ibâdet etmekten ibârettir. Gerçekten de insanoğlunun
maksadı ne ise, ma’bûdu da odur. Allah, kendisinden
başka ilâh olmayan tek bir İlâh olunca her türlü ibâdetin sadece
O’na yöneltilmesi tabiî ve mantıkî sonuç olmaktadır. İbâdet konusu
direkt olarak akîde konusuna bağlıdır. Akîde, bu dinde vicdan
içinde gizlenmiş, sınırları belli olmayan yüzeysel bir şey değildir.
Her düşüncede, her eylemde kendisini gösteren bir potansiyeldir.
Allah, insanlara ibâdet edecekleri belirli yollar çizmiştir. Bu
55] 45/Câsiye, 23
56] Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Dingünü İbâdet, Bir Y., s. 126
İBÂDET
- 27 -
yollarda ruhun yeri vardır; kalbin huşûsunda, tevâzu ile Allah’a
itaatte... Aklın yeri vardır; Allah’ın yarattıkları ve O’nun âyetleri
hakkında tefekkürde... Bedenin yeri vardır; kıyamda, rükûda, secdede,
oturuşta, çeşitli yönlerden itaatle hareketlerde... Böylece
ibâdet, Allah’ın sevdiği ve râzı olduğu insanın bütün hayatını kuşatan
bir iş olur. “De ki: şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım
ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.” 57
Câhiliye döneminde de görülmüştür ki, akîde sapınca, zarûrî
olarak ibâdet de sapıyor. Ancak akîde düzgün olunca ibâdetin
sahih konumuna oturması mümkün oluyor. Çeşitli sebeplerden
ötürü akîde ve ibâdet konusunda sapmalar oldu. Haddinden
fazla ta’zim (büyükleme) belli bir şahsa veya cisme yönelme kalbin
âfetlerinden bir âfettir. Zamanla ta’zim kutsamaya, sevgi de
ibâdete dönüşüyor. Yalnızca sevgi ve ta’zim bir sapma değildir. Fakat
sevgi ve ta’zimde aşırılık, kutsamaya götüren, derken ibâdete
ileten bir sapma oluyor. İbâdet konusunda câhiliyenin sapmasını
İbn Abbas (r.a.) açıklarken, Kur’an’da geçen Vedd, Suvâ, Yeğûs,
Yeûk ve Nesr putları hakkında der ki: “Bunlar, Nuh kavminin sâlih
adamlarının isimleridir. Bunlar ölüp gidince şeytan onların kavmine
‘bunların heykellerini meclislerinize dikin ve o heykellere
bunların adlarını verin’ diye fikir verdi. Onlar da bunu yaptılar ve
amaçları bunlara tapınmak olmadığından ibâdet etmediler. Fakat
bu nesiller ölüp gidince ve bunların o kişilerin hâtıralarını canlı
tutmak için heykellerinin dikildiği bilgisi silinip yok olunca geriden
gelen nesiller bunlara tapmaya başladılar.” 58
Beşeriyet, hâlâ bu sapmanın değirmeninde dönüyor ve bu
onları şirk türlerinden bir türe sokuyor. Putlara tapmanın şekillerinde
değişmeler olsa da putperestlik kaybolmamıştır. Bereket
umarak türbelere el sürmeyi, kesin kabul olur inancıyla türbenin
yanında duâ etmeyi, türbede yatandan yardım istemeyi, ölü veya
diri beşerden sıkıntıları için imdat dilemeyi, bez bağlayıp mum
dikmeyi, türbenin etrafında tavaf eder gibi dönmeyi... ibâdet konusunun
neresine koyacağız? Kutuplara, abdallara Allah’ın, kendi
mülkünde tasarruf yetkisi verdiğine, bu nedenle mürid şeyhinden
şefkat ve merhamet isteyip tazarrûda bulunursa işleri şeyhin müridin
yararına çevireceğine ve onu tehlikeden koruyacağına, kabirdeki
sorulara şeyhin müridi yerine cevap vereceği anlayışına ne
isim verilmeli?
Arap yarımadasının müşrikleri şöyle diyorlardı: “Biz, bunlara bizi
57] 6/En'âm, 62
58] Buhârî
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 28 -
Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.”59 Yani, biz bunların
zatları için değil; fakat onların Allah katındaki itibarları için
ibâdet ediyoruz diyorlardı. İslâm, beşer ile Rabbi arasındaki bütün
aracıları kaldırmak ve kul ile Rab arasındaki direkt bağı kurmak
için geldi.
“Rabbiniz (şöyle) buyurdu: Bana duâ edin, size icâbet edeyim.”60 “Kullarım
Beni sana soracak olursa, işte Ben pek yakınım. Bana duâ ettiği
zaman duâ edenin duâsına cevap veririm.”61 İslâm, dini sadece Allah’a
ait kılmak için geldi.
İbâdet, Hayatın Tüm Alanlarını Kuşatır
İbâdet, hayat yolunun bütünüdür. Namaz, oruç gibi ibâdetler,
insanın azığını ikmal ettiği, enerji depolanan istasyonlardır.
Azık bittikçe ve yolcu, önündeki istasyona her uğrayışında yeni
bir enerji ve azık aldığı duraklardır namazlar, oruçlar. Bu dinde
ibâdet anlayışı ve yolu geniş kapsamlıdır; insanların ibâdet diye
isimlendirmekte birleştikleri birtakım taabbudî sembollerle sınırlı
değildir. Bu semboller -bütün önemlerine rağmen- farz kılınan
ibâdetin sadece bir parçasıdır. “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım,
ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm ortağı olmayan Rabbu’l âlemîn
Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur.”62 Namaz ve kurban, sembolleri
temsil ediyor; fakat gaye bundan daha büyüktür. Gaye ölünceye
kadar hayatın tümünün, hatta bizzat hayatın, ortağı olmayan
Allah’a yöneltilmiş bir ibâdet olmasıdır. Yani ibâdet; her ânı,
her işi, her fikri, her duyguyu kapsıyor.
“Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye
yarattım.”63 Cinlerin ve insanların yaratılış hedefi Allah’a ibâdete
hasredildiğine göre, hayatın bütününü ölünceye kadar sadece
şeklî farzlar doldurabilir mi? Bu, ancak ibâdetin hayatın her yönünü
kapsaması durumunda gerçekleşir. Bu da bilfiil İslâm’da vardır.
Şeklî ibâdetler namaz da olsa, zekât, oruç veya hac da olsa, belirli
bir süreyi kapsar. Ya da kişi nâfilelerle bu süreyi arttırabilir. Fakat
hayatın bütün alanını dolduramaz. Bu şekilde ancak Allah’ın nurdan
yarattığı melekler ibâdet edebilir.64 Yoksa insanoğlu bütün
vakitlerini klasik ibâdetlerle geçiremez. İnsanın usanan bir bedeni,
dağılan bir aklı vardır. Bu yüzden usanmaksızın gece-gündüz
Allah’ı tesbih edemez. Zaten Allah da onu bununla mükellef kıl-
59] 39/Zümer, 3
60] 40/Mü'min, 60
61] 2/Bakara, 186
62] 6/En'âm, 162-163
63] 51/Zâriyât, 56
64] 21/Enbiyâ, 20; 66/Tahrîm, 6
İBÂDET
- 29 -
mamıştır. Allah, her kişiye ancak gücünün yettiğini yükler. Allah
onu bu yapıda yaratmıştır; onun gücünün sınırlarını biliyor, güç
yetiremeyeceği şeyi teklif etmiyor. Bununla beraber, onun bütün
hayatı Allah için olmalıdır. Zira Allah, onu sadece ibâdet için yaratmıştır.
Peki, bu, istenilen ibâdetler sadece şekilsel ibâdetlerde
kalırsa gerçekleşebilir mi? Bu, ancak ibâdetin mânâsının genişleyip
yeryüzündeki insanın bütün eylemlerinin ona dâhil olmasıyla
gerçekleşir. Bu da her türlü amelin tevhide bağlanıp, tevhidin de
bütün gerektirdikleriyle hayat tarzı olduğunda mümkündür.
Siyaset ibâdettir... Allah’ın şeriatını tatbik olduğunda, yeryüzü
gerçeklerine göre Rabbânî adâlet tatbik olduğunda, insanları tek
bir ilâha kulluk ettirdiğinde, tâğutlardan kurtarıp hürriyete kavuşturduğunda
siyaset ibâdettir.
İktisadî dinamizm ibâdettir... Para, helâl kazançtan elde ediliyorsa;
para ve mal biriktirilip, bunlarla hayra dâvet ve şerle savaş
oluyorsa; kazanılan para temiz işlere harcanıyorsa o meşrû iş,
iktisadî birikimler ve para ibâdettir.
Sanat etkinlikleri de ibâdettir... Meşrû olan sanat türleriyle
Hakka dâvet ve kötülüklerle savaş olduğunda, Rabbânî anlayış
gereğince yeryüzünü îmar ve Allah isminin yüceltilmesi için insanları
çalışmaya ve güzele teşvik ettiğinde.
Kısaca, Rasûlülllah’ın (s.a.s.) ibâdetin insan hayatındaki büyük
küçük her şeyi kapsadığını öğretmek için buyurduğu gibi “hatta
eşinin ağzına koyduğu bir lokma bile” ibâdettir.
Bütün ibâdetler, dünya ve âhireti beraber hedefleyen bir iştir.
İster klasik ibâdet tanımı içine giren semboller olsun, ister insanın
icra edip yürüttüğü hayatî faâliyetler olsun.
İbâdetleri ma’bedlerle sınırlamayan bir dinin, temel buyruklarının
yanında, gülümsemeyi, sevmeyi, çalışmayı, ticareti, yemeiçmeyi,
kızmayı, ağlamayı, yürümeyi, nefes almayı, sevişmeyi, yani
hayatın kendisini ibâdet haline getirmesine neden hayret etmeli?
İlâhî sınırlar korunduğu zaman hayatın her birimi gerçek kimliğini
kazanır. Bu kimlikle açılır cennetin kapıları.
Hıristiyanlar sadece kiliselerde ibâdet edebilirler. İslâm dışındaki
hemen her din de, ibâdeti, tapınmayı kendi mâbedlerine has
kılar. Günümüzdeki farklı tapınmalar için de bu geçerlidir: İnsanların
ibâdet ihtiyacını tatmin için arenalar, stadyumlar, müzikholler,
türbeler, anıtlar, anıtmezarlar inşâ edilmiş, insanlar tapınmak
için belirli vakitlerde buralarda sevdikleri uğruna kendilerinden
geçmekte, ayılıp bayılmakta, huşû içinde tapınmaktadırlar. Hatta
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 30 -
bu sahte ilâhların önünde kendinden geçen insanlardaki huşû
ve gönülden bağlılık nice müslümanın namaz gibi en önemli
ibâdetinde bile yok.
Müslüman, ibâdet etmek için mutlaka mescid ve câmi aramaz;
Her yerde ibâdetini yapabilir. Tüm arz mesciddir müslüman için.
“Benim için yer(yüzü) tertemiz ve mescid kılındı. Namaz vakti gelince, kişi
bulunduğu yerde namazını kılar.”65 “Mescidlerimiz işgal altında!” demiş
olsak, bazılarımızın aklına yalnız İsrail işgali altındaki Mescid-i
Aksâ gelecek. Veya Allah’ın değil; tâğutların emrinde memur olan
bazı bel’amların güdümündeki mescidler (Aslında nice câmiler,
devlet dairesi haline gelmekte, hatta kiliseleştirilmekte, nice
imamlar papazlaştırılmakta veya bel’amlaştırılmakta). Ama bizim
kastımız, daha geniş; Evet, mescidlerimiz işgal altında ve putlarla
dolu. Yeryüzü mescidi, putlardan, tâğutlardan ve putçu düzenlerden
temizlenme çabası olmadıkça müslümanların ibâdetleri
sıhhatli olmaz ve gerçek ibâdet, gerçek kurtuluş gerçekleşmez.
“Mescidler Allah’a aittir. Orada Allah ile beraber bir başkasına dâvet, duâ
etmeyin.” 66
Bazı insanların sandığı gibi, ibâdet sadece âhiret için değildir.
Zira bu din, dünya hayatındaki insanın işini ıslah etmek için de inmiştir.
Akîdesini olsun, şeriatını olsun, ibâdetini olsun, onun dünyadaki
her şeyini düzene koymak için gelmiştir.67 Bundan dolayı
bu dinde dünya ile âhiret her konuda birbirine bağlıdır. İnsanlar,
dünya hayatında çalışan organları, âhirete bağlı kalpleriyle dinin
gölgesinde yaşarlar. “Şüphesiz namaz, fahşâdan (her çeşit aşırılık ve
ahlâksızlıktan) ve kötülükten men’ eder.”68 Dünyada kötülüklerden
menediyor, âhirette ise mükâfat var. Mü’min, Allah rızâsı için namaz
kılar. Aynı zamanda fahşâdan, fuhuştan ve kötülükten de
alıkonarak dünya hayatını ıslah etmiş olur. Orucun farz kılındığını
bildiren âyetin sonunda da “umulur ki korunursunuz” denilir.69
Dünyada korunup (takvâ sahibi olup), yeryüzünde hayatınızı ıslah
edersiniz, âhirette ise mükâfata erişirsiniz. Zekâtın emredildiği
âyetlerde70 geçen temizleme, çoğaltıp arttırma, zenginin fakire
bağışlaması, zekâtın belirlenen sınıflara dağıtılması dünyada yapılır;
âhirette ise mükâfat vardır. Hacc sûresi, 27-28. âyetlerde belirtilen
maslahatlar da böyle. Böylece ibâdet aynı anda hem dünya,
hem de âhiret için oluyor.
65] Buhârî, Salât 56; Müslim, K. Mesâcid 4
66] 72/Cin, 18
67] Bak.57/Hadîd, 25
68] 29/Ankebût, 45
69] 2/Bakara, 183
70] 9/Tevbe, 60, 103; 70/Meâric, 24-25
İBÂDET
- 31 -
Bir başka yönden Lâ ilâhe illâllah’a bütün gerektirdikleriyle
yapışan bir müslümanın hayatında âhiretten kopuk sadece dünya
için bir amel yoktur. Hatta insanların sadece bedenî, hatta hayvanî,
sadece dünyalık gördükleri cinsel ilişki bile buna dâhildir. Nitekim
Rasûlüllah (s.a.s.) buyuruyor ki: “Sizden herhangi birinizin cimâ yapmasında
sevap vardır.” Dediler ki: Ey Allah’ın Rasûlü! Bizden herkes
eşine ona duyduğu şehvetten dolayı gider, böyleyken nasıl ona
sevap olur? Cevaben buyurdu ki: “Ne dersiniz, şâyet harama gitseydi
günah olmayacak mıydı? İşte, helâle gittiğinden ona sevap vardır.”71 Bu
sebeple eşler arasındaki sevişmeler bile aynı anda hem dünyevî,
hem de uhrevî bir iş (yani ibâdet) oluyor. 72
Allah’a İbâdet
Allah’a ibâdetin anlamı: Kur’an’da 82 âyette “Allah’a
ibâdet”ten söz edilmiştir. İnsan, Allah’a ibâdet için yaratılmıştır.73
Bütün peygamberler, insanları Allah’a ibâdet etmeye dâvet ettikleri
gibi,74 kendileri de O’na ibâdet etmişlerdir.75 Kur’an’da hem “ey insanlar”
hitâbıyla,76 hem de “ey mü’minler” hitâbıyla77 Allah’a ibâdet
etmek emredilmiş ve ibâdetin ihlâsla,78 hiçbir şeyi ortak koşmadan
yalnız Allah’a yapılması istenmiştir.79 Allah’a ibâdetten bahseden
âyetlerdeki ibâdet kavramı, genel olarak tevhid, itaat, duâ, Allah’ı
bilmek, O’na boyun eğmek, iman etmek ve sâlih amel işlemek anlamlarını
ifade eder.
Kur’an’da ibâdet kavramı; Allah’ın varlığını ve birliğini ikrar
etmek, peygamberlerine ve peygamberleri ile gönderdiği İlâhî
vahye iman etmek, O’na boyun eğerek itaat etmek, İslâm’ın helâl
ve haram, emir ve yasak bütün hükümlerini tatbik etmek, Allah’ın
râzı olduğu şeyleri yapmak ve hükmüne râzı olmak, nimetlere
şükretmek, musibetlere sabretmek, insanların haklarına riâyet
edip onlara şefkat ve merhamet etmek anlamlarını ifade eder.
Buna göre Kur’an’da ibâdet kavramı; iman, ahlâk, namaz, oruç,
hac, zekât, cihad, evlenme, boşanma, helâl-haram, miras, ticaret,
ahde vefâ, yemin, keffâret, ukubat... kısaca Kur’an’ın başından
sonuna kadar bütün hükümlerini uygulamayı, emir ve yasaklarına
71] Sahih-i Müslim
72] Mehmet Kubat, Kur'an'da Tevhid, Şafak Y., s.132 ve 164
73] 51/Zâriyât, 56
74] 2/Bakara, 83; 3/Âl-i İmrân, 64; 5/Mâide, 72...
75] 13/Ra'd, 36; 21/Enbiyâ, 73; 39/Zümer, 11, 14
76] 2/Bakara, 21
77] 22/Hac, 77
78] 98/Beyyine, 5
79] 4/Nisâ, 36
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 32 -
riâyeti, sınırlarını korumayı içine alır.
Fıkıh Usûlü kitaplarında Kur’an hükümlerinin itikad, ibâdet,
ahlâk, muâmelât, ukubat şeklinde kısımlara ayrılması, anlatımı
kolaylaştırmak içindir. Yoksa, ahlâkî ve amelî hükümler, “ibâdet”
kavramının mânâlarından tamamen ayrı demek değildir. Çünkü
Kur’an’ın amelî ve ahlâkî bütün hükümlerini uygulamak, Allah’a
kulluk etmektir. Bu itibarla Kur’an hükümlerinin hepsi “ibâdet”
kavramına dâhildir. Uygulama itibarıyla ibâdetleri dört kısma ayırabiliriz:
İman, ihlâs, niyet, tefekkür, mârifet, sabır, takvâ, havf ve recâ
gibi kalbî/bâtınî ibâdetler,
Namaz, oruç, zikir, tesbih, tehlil, tekbir, tahmid, duâ, insanlara
iyi muâmele, ana-babaya iyilik, sıla-i rahim gibi vücut organlarıyla
yapılan ibâdetler,
Zekât, sadaka, fakirlere ve yakınlara her çeşit yardım, Allah
yolunda infak gibi mal ve servetle yapılan ibâdetler,
Hacca gitmek, malı ve canı ile Allah yolunda cihad etmek gibi
hem mal, hem de bedenle yapılan ibâdetler.
Allah’ın yapılmasını istediği şeyleri yapmak da, yasakladığı
şeylerden kaçınmak da Allah’a kulluk etmektir, ibâdettir. Çünkü
ibâdetin temel anlamı, Allah’a boyun eğerek itaat etmektir. İtaat
de iki şekilde olur: Emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmak.
Namaz, Tüm İbâdetler İçin Prototiptir
Kelime-i şehâdet, oruç, hac, zekât gibi İslâm’ın rükûnları hep
namazda mevcut. Namaz, bir tevhid ve şehâdet eylemidir. Namaza
çağrılırken şehâdetler haykırılır; namazın içinde şehâdet kelimeleri
vurgulanır. Okunan duâ ve âyetler hep şehâdet kelimesinin
açılımlarıdır. Namazda yeme içme olmaz; namazda oruçluyuzdur.
Zekât, namazda mevcuttur: Ömrün, vaktin zekâtı namazla yerine
getirilir. Hac, Kâbe’yi ziyaretle gerçekleşir; namazda da Kâbe’ye
yönelinir. Namaz hacdır; namaz miractır. Namaz duâdır; Namaz zikirdir.
Namaz Kur’an okumak; namaz Allah’la konuşmaktır. Kâinat
kendi halleriyle namaz kılmaktadır. Meleklerin bazısı devamlı kıyamda,
bazısı rükû ve secde halinde ibâdet etmekteler. Dağlar,
namazdaki kıyam halinde dimdik durmaktalar. Bitkiler, ağaçlar
secde halindeler; ağaçlar, başları ve ağızları sayılan kökleriyle topraktan
gıda almaktadırlar; Bitkilerin de kökleri, yani başları yerdedir.
Hayvanlar rükû halinde iki büklüm eğik yaşamaktalar. İnsanın
namazı ise, bütün yaratıkların ibâdetini kendisinde toplamaktadır.
İBÂDET
- 33 -
Namaz, aynı zamanda tekbir, tesbih, hamd, şükür, zikir, Kur’an
kırâeti gibi hemen tüm ibâdet çeşitlerini de içermektedir.
Hayatımızın her safhası namaza benzemeli. Namazdaki ruh ve
heyecanı namaz dışına taşımalı, her eylemimizi namaz gibi, bizi
Allah’a yaklaştıran gerçek ibâdete çevirmeliyiz. Bu anlayış, namazın
da, gerçekten ikame edilen namaz olmasını sağlar. İnsanı kötülük
ve fahşâdan alıkoymayan namaz, hadis-i şerifteki ifadeyle, yarın
paçavra gibi suratımıza çarpılabilir. Allah’ın böyle bir namaza
ihtiyacı olmadığı hadiste belirtilmektedir. Namazın bizim günlük
hayatımıza yön veren, bize ihtiyacımız olan teçhizatı, mühimmatı
sağlaması gerektiği “huşû” ve “ikame” ifadeleriyle de vurgulanır.
İkame etmek, namazı ayağa kaldırmak, dosdoğru kılmak demektir.
Namazı ikame etmekle, hayatımızdaki kötülükler de kalkacak,
aynı şekilde tüm eylemlerimiz de namaza benzeyecektir.
Ashâb da böyle değerlendirdi namazı. Peygamberimiz, vefatına
yakın şiddetli rahatsızlığında kendisi cemaatin önüne geçip
imamlık yapamadığı zamanlar, Hz. Ebubekir’i namaz kıldırmak
için görevlendirdi. Sonra devlet başkanı seçiminde ashâb bu olayı
dikkate alarak “değil mi ki Peygamberimiz namazda Ebubekir’i
başımıza geçirdi; namaz gibi olması gereken hayatımızda da o
başımıza geçmeli” dediler. Onlar dini böyle anlamışlardı. Sadece
namaz değildi ibâdet olan. Ve namaz prototip ibâdetti. O yüzden
namazdaki imamlığa “imâmet-i suğrâ” (küçük imamlık); devletin
başındaki imamlığa (başkanlığa/önderliğe) “imâmet-i kübrâ” (büyük
imamlık) denilir. Bu olay da göstermektedir ki, hayatımızdaki
davranışlarımız namazın mesajına benzerken; liderimiz, devlet
başkanımız da imama benzemeli; imamda aranan şartlar yöneticide
de aranmalı. İmam, namazda yanıldığında öncelikle imama
yakın olanlar, değilse cemaatin fertlerince usûlüne uygun nasıl
uyarılması gerekirse, her konumdaki liderler ve yöneticiler de
öyle uyarılmalı.
Allah, en güzel biçimde yarattığı ve yeryüzünde halife yaptığı,
bütün yaratıklardan üstün kıldığı, göklerde ve yerde ne varsa
hepsini hizmetine sunduğu ve sayısız nimetler verdiği insanı, kendisine
ibâdet etmesi için yaratmıştır. İnsanın bu görevini yerine
getirebilmesi için ona akıl, fikir ve kabiliyet vermiştir. Peygamberler
ve kitaplar göndermek suretiyle bu görevini nasıl yapacağını
da bildirmiştir. Allah, insanı ibâdet etmesi için zorlamamakla birlikte,
ısrarla kendisine ibâdet etmeyi emretmiş, ibâdet edenlere
mükâfat, etmeyenlere ise ceza vaad etmiştir.
Herhangi Bir Eylem Nasıl İbâdet Olur?
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 34 -
Bir eylemin Allah’a ibâdet olabilmesi için şu özelliklerin bulunması
gerekir: İnanç, meşrûiyet, usûl ve niyet.
Bir fiilin ibâdet olabilmesi için iman başta gelen şarttır. İkinci
şart ise, o yapılan işin tâat cinsinden olması lâzımdır. Çünkü ibâdet
kelimesi itaat anlamına gelir. Yani dinin yapılmasını güzel gördüğü
bir emir veya meşrû gördüğü mubah bir iş olması gerekir.
Üçüncü şart ise, yapılan işin Allah’ın istediği, Rasûl’ün uyguladığı
biçimde yapılması gereğidir. Dördüncü şart da niyettir. Allah’ın
rızâsı için yapılması, bir meşrû işi ibâdet seviyesine çıkarır. Allah’a
yaklaşmak ve O’na itaat etmek gibi yüksek gayeler, bir eylemi
ibâdete dönüştürür.
İmansız ve ihlâssız amel, ibâdet olmaz; böyle bir ibâdet boşa
gider.80 Haramlar, dinin yasakladığı eylemler, hiçbir zaman Allah’a
ibâdet olmaz. Yapılan meşrû eylemin usûlü (metodu) da önemlidir.
Meselâ, namazı Allah’ın istediği tarzda, Peygamberimiz’in kıldığı
şekilde değil; başka şekilde kılarsak, o, ibâdet olmaktan çıkar.
İbâdette niyet şarttır. Peygamberimiz (s.a.s.), “Ameller, ancak niyetlere
göredir.”81 buyurmuştur. Bu nedenle Allah’a kurbet ve itaatten
başka bir maksatla yapılan fiiller, “ibâdet” olmaz. Meselâ niyetsiz
aç durmak oruç değil, niyetsiz Kâbe’ye gitmek de hac değildir.
Allah’tan Başkasına İbâdet
Kur’an’da 53 âyet-i kerimede “Allah’tan başkasına ibâdet”ten
söz edilmiştir. Allah Teâlâ, cin ve insanları kendisini tanıyıp ibâdet etmeleri
için yaratmıştır.82 Fakat imtihanın gereği olarak onları bu konuda
zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, bir tek ilâh
olarak Allah’ı tanıyıp kabul edenler ve sadece O’na ibâdet edenler
olduğu gibi; canlı ve cansız varlıkları Allah’a ortak edip onlara
ibâdet edenler de vardır. Allah, ilk insan Âdem (a.s.)’den itibaren
insanlara elçiler ve kitaplar göndermek sûretiyle cin ve insanları
Allah’tan başkalarına ibâdet etmemeleri konusunda uyarmıştır.
“Andolsun Biz, her ümmet/toplum içinde Allah’a ibâdet edin, tâğut(a
ibâdet)ten kaçının diye bir peygamber gönderdik. Onlardan kimine Allah
hidâyet etti, onlardan kimine de dalâlet hak oldu.” 83
Allah’tan Başka Tapılan Varlıklar: Allah’tan başkasına tapanlar,
sadece cinler ve insanlardır. Tapılanlar, yani mâbud, rab ve
ilâh edinilen varlıklar ise; ibâdet kavramının geçtiği âyetlerde
80] 5/Mâide, 5
81] Buhârî, Bed'ül-Vahy 1, Itak 6, Talak, 11, İman, 23; Müslim, İmâre 155
82] 51/Zâriyât, 56
83] 16/Nahl, 36
İBÂDET
- 35 -
Allah’tan başkaları,84 Allah’tan başka, insanlara fayda ve zarar vermeye
gücü yetmeyenler,85 işitmeyen, görmeyen ve insanlara hiçbir şey
kazandırmayanlar,86 Allah’tan başka tapınılan putlar/evsân,87 heykel şeklindeki
putlar/asnâm,88 sahte tanrılar/ilâhlar,89 heykeller,90 tâğut,91 şeytan,92
ataların taptığı şeyler,93 Allah’a ortak koşulanlar,94 cinler,95 insanlar,96
melekler,97 Allah’tan başka dost tutulanlar,98 Allah’tan başka ilâh diye
isimlendirilen putlar,99 kâfirlerin taptığı şeyler,100 elle yontulup yapılanlar101
olarak zikredilmişlerdir.
Allah’tan Başkasına İbâdetin Anlamı: Allah’tan başkasına
ibâdet; insan, cin, melek, şeytan, atalar, liderler, hükümdarlar, bilginler,
veliler, sâlih kişiler gibi canlı ve cansız varlıkları ilâh ve rab
kabul etmek, onlara Allah’a isyan konusunda itaat etmek, boyun
eğmek, duâ edip yalvarmak, kurban kesmek, kulluk etmek, secde
etmek, eğilip saygı göstermek, Allah yerine mâbud edinilen
kimselerin emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, prensip ve
sistemlerine uymak anlamlarına gelir.
Allah’tan başkasına ibâdet etmek, Allah’ın varlığını kabul
etmemek anlamına gelmez. Kur’an’ın indirildiği zaman Mekke
müşrikleri Allah’ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul
ediyorlar, ama bir tek ilâh olduğunu kabul etmiyorlardı. Kendilerini
Allah’a yaklaştırır ve şefaatçi olur ümidiyle ilâhlara tapıyorlardı.
Kur’an’da bu husus, şöyle bildirilmektedir: “...Allah’tan başka
evliyâ (dostlar) edinen kimseler, biz bunlara sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar
diye ibâdet ediyoruz (demektedirler).”102 “Hâlbuki insanı Allah’a yaklaştıran
iman ve sâlih ameldir.”103 “Allah’ı bırakıp kendilerine zarar da fay-
84] 6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 104...
85] 5/Mâide, 76; 10/Yûnus, 18
86] 19/Meryem, 42
87] 29/Ankebût, 17
88] 14/İbrâhim, 35; 26/Şuarâ, 70, 71
89] 43/Zuhruf, 45
90] 21/Enbiyâ, 53
91] 5/Mâide, 60; 39/Zümer, 17
92] 36/Yâsin, 60; 19/Meryem, 44
93] 11/Hûd, 62, 87, 109; 14/İbrâhim, 10
94] 10/Yûnus, 28
95] 34/Sebe', 41
96] 23/Mü'minûn, 47
97] 34/Sebe',40; 43/Zuhruf, 19-20
98] 39/Zümer, 3
99] 12/Yûsuf, 40
100] 37/Sâffât, 161
101] 37/Sâffât, 95
102] 39/Zümer, 3
103] 34/Sebe' 37
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 36 -
da da vermeyen şeylere ibâdet ediyorlar ve: ‘Bunlar, Allah katında bizim
şefaatçilerimizdir’ diyorlar...”104 Demek ki Allah’a ibâdet edebilmek
için Allah’ın varlığını, yeri göğü yarattığını, rızık verdiğini kabul
etmek yeterli değildir. Allah’ı bir tek ilâh olarak kabul etmek,
O’ndan başka canlı ve cansız hiçbir varlığa tapmamak ve tâğutu
reddetmek demektir.
Putlara, Heykellere İbâdet
İnsanlara Fayda ve Zarar Vermeyen, İşitmeyen, Görmeyen Putları
ve Heykelleri İlâh Edinmek ve Onlara İbâdet Etmek: Kur’ân-ı
Kerim’in andığı şirk çeşitlerinden birisi, putlara ibâdet şeklinde
ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber,
genel olarak iki kısımda mütâlaa edilebilirler:
1- İnsan, hayvan veya bunların karışımı bir şeklin; içinde bir
sembolü, bir ruhu, bir örnekliği temsil ettiği anlayışıyla ağaç, taş
ve madenden yapılarak, temsil ettiği varsayılan sembolün kutsanması
biçimindeki putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı
verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere
dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü
daha moderndir.
Birinci maddede ele aldığımız putçuluk olayında putlar, tapanların
nazarında tabiatüstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri
için, putperestler bu güç ve kuvvetin, tapındıkları putlarda
gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun
ilgili bulunduğu bir efsânesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir
kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu vs. yi temsil eder.
İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, putperestlik
İslâm’dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir
ki, Arabistan’da putçuluğun tüm çeşitleri olmakla beraber, daha
çok birinci kısımda anlatmaya çalıştığımız putperestlik yaygındı.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara ibâdet etmenin
kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri,
insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini aşılama sadedinde
delil üstüne delil sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı
tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.”
105
“De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (iyi bilin ki) ben,
104] 10/Yûnus, 18
105] 37/Sâffât, 95-96
İBÂDET
- 37 -
sizin Allah’tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Yalnız sizi öldürecek
olan Allah’a ibâdet ederim. Bana mü’minlerden olmam emredildi.”106
Âyette geçen “Allah’tan başkasına ibâdet” , putlara duâ etmek ve
yalvarmak anlamındadır. Nitekim peşinden gelen âyette, “Yüzünü
Allah’ı birleyici olarak dine çevir ve müşriklerden olma!”107 denildikten
sonra, “Allah’tan başka sana ne fayda, ne de zarar vermeyecek olan şeylere
yalvarma/duâ etme. Eğer böyle yaparsan, o zaman sen zâlimlerden
(müşriklerden) olursun.”108 buyrulmuştur.
“De ki: (Ey müşrikler!) Ben, Allah’tan başka yalvardıklarınıza ibâdet
etmekten men olundum.”109 Bu âyetteki “duâ”ya, “ibâdet” anlamı
verilebilir. Bu takdirde ibâdet, ilâh kabul ederek putlara saygı göstermek
anlamını ifade eder. Putlara ibâdet, ister musibet ve sıkıntılı
anlarda onlara yalvarmak, duâ etmek; ister ilâh diye ta’zim
göstermek olsun, neticesi aynıdır. Böyle bir davranış şirk,110 hak yoldan
sapmak ve hidâyete erenlerden olamamaktır.111 Allah’tan başkasına
tapanlar Câhil kimselerdir. “Ey Câhiller! Allah’tan başkasına ibâdet
etmemi mi bana emrediyorsunuz?” 112
Kur’an’da Allah’tan başkasına tapılanlar, insana zarar ve faydası
dokunmayan,113 rızık vermeyen,114 insan eli ile yapılan,115 işitmeyen ve
görmeyen,116 bir şey yaratamayan,117 insanların ilâh diye isimlendirdikleri
boş isimler,118 uydurma tanrılar,119 heykeller120 ve putlar121 olarak nitelendirilmişlerdir.
İbrahim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: “Sizin şu karşısında
durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), ‘Babalarımızı
onlara ibâdet eder bulduk’ dediler. (İbrahim), ‘Doğrusu siz
de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz’ dedi. (...) İbrahim
(a.s.), büyük bir put hâriç diğer putları kırdı. Kavmi, putların kırıldığını
görünce, ‘Bunu ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak bunu yapan
106] 10/Yûnus, 104
107] 10/Yûnus, 105
108] 10/Yûnus, 104
109] 6/En'am, 56; 40/Mü'min, 66
110] 6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 18
111] 6/En'âm, 56
112] 39/Zümer, 64
113] 10/Yûnus, 18
114] 16/Nahl, 73
115] 37/Sâffât, 95
116] 19/Meryem, 42
117] 46/Ahkaf, 4
118] 53/Necm, 23; 12/Yûsuf, 40
119] 37/Sâffât, 86
120] 21/Enbiyâ, 52
121] 14/İbrâhim, 35
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 38 -
zâlimlerden biridir’ dedi. (...) (İbrahim’e), ‘Ey İbrahim! Bu işi ilâhlarımıza
sen mi yaptın?’ dediler. İbrahim, ‘Hayır, işte şu büyükleri yapmış. Onlara
sorun, eğer konuşurlarsa’ dedi. (...) (Kavmi), ‘Ey İbrahim! Sen de bilirsin
ki, bunlar konuşmazlar’ dedi. Bunun üzerine İbrahim, ‘Siz Allah’ı bırakıp
da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibâdet ediyorsunuz?
Size ve Allah’tan başka taptıklarınıza yuh olsun. Akıllarınızı kullanmıyor
musunuz? (dedi.)”122 “Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir
şey kazandırmayacak olan şeylere niçin ibâdet ediyorsun?’ dedi.” 123
Kendi elleriyle yapıp ilâh diye adlandırdıkları124 heykellerin
(temâsîl), insanlara elbette faydası ve zararı olmaz. Bu sebeple
heykelleri ilâh edinip onlara saygı göstermek, yalvarmak, onlardan
medet ummak, ahmaklık ve akılsızlıktır. Allah’tan başkalarına,
uydurma ilâhlara, putlara ve heykellere tapanlar, kendilerini
felâkete sürüklemiş, dünya125 ve âhirette Allah’ın azâbını hak
etmiş olurlar.126 Kendisinden başkasına ibâdet edenlere, “Siz ve
Allah’tan başka ibâdet ettikleriniz cehennemin odunusunuz. Siz oraya
(cehenneme) gireceksiniz”127 uyarısını yapan Yüce Allah, “Allah’tan
başka dilediğinize ibâdet edin!”128 diyerek müşrikleri tehdit etmiştir.
129
Allah’tan başka ibâdet edilenler, kıyâmet günü kendilerine
ibâdet edenleri inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır.
“(Müşriklerin taptıkları ilâhlar), onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara
düşman/karşı olacaklardır.” 130
“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!”
diyor şâir. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere
ibâdet etmeleri; onları Allah katında kendilerine şefaatçi
ve yardımcı olur, kendilerini azaptan korur inancı ile ilâh edinip
tapmak, saygı göstermek, duâ edip yalvarmak, sıkıntı anlarında
onlara sığınmak anlamlarını ifade etmektedir.
Put, sadece Arapların câhiliye döneminde taptıkları basit ve
alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrahim döneminde olduğu
gibi, muhtelif câhiliye sistemlerinde tapınılan taştan, tunçtan,
tahtadan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök
122] 21Enbiyâ, 52-54, 58-59, 62-63, 65-67
123] 19/Meryem, 42
124] 14/İbrâhim, 35
125] 11/Hûd, 109
126] 21/Enbiyâ, 98
127] 21/Enbiyâ, 98
128] 39/Zümer, 15
129] 37/Sâffât, 22-34
130] 19/Meryem, 82; 46/Ahkaf, 6
cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibâret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah’a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamayız. Kur’an’ın evrensel boyuttaki ve zamanlar üstü mesajını kavrayamayız. Kur’an’ın en büyük problem olarak gördüğü şirk, kıyâmete kadar hemen tüm toplumlarda olabilecek tüm tevhid dışı kutsama ve tapınma özelliklerini kapsar. Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir. Bu putları hayatın amacı kılmak da Allah’a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. Fakat insanları kendilerine fayda ve zararı olmayan taş, ağaç, maden vs. şeylere ibâdete sevkeden sebepler nelerdi? İnsanlar niçin putlara tapmışlar ve tapmaya devam ediyorlar? Bu konuda Kur’an şu âyetlerde bu sorulara cevap vermektedir: 39/Zümer, 3; 10/Yûnus; 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 39/Zümer, 44; 30/Rûm, 13.
Tâğuta İbâdet
“Andolsun biz, her millet içinde: ‘Allah’a ibâdet edin, tâğuttan kaçının’ diye bir elçi gönderdik.”131 Bu âyette “tâğut”, ibâdet konusunda Allah’ın karşısına konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir. Şu âyette ise, tâğuta ibâdetten sakınan ve Allah’a yönelen kimsenin müjdelenmesi istenmiştir: “Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var.”132 Şu âyette de, tâğuta ibâdet edenler şiddetle kınanmaktadır: “De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah’ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır.”133
Nedir tâğut? “Tâğut” kelimesinin kökü “tuğyan”dır. Tuğyan, isyanda haddi aşmak, azmak, zulmetmek, sapmak, ölçüsüz şekilde hareket etmek, büyüklenmek anlamlarına gelir. Tâğut; şeytana, putlara, Allah’tan başka tapılan her varlığa, insanı azdıranlara, insanları haktan ve hidâyetten saptıranlara, hayır yolundan men edenlere, haddi aşanlara, küfür ve dalâlette önderlik edenlere, gaybdan haber verdiğini ileri süren kâhinlere/medyumlara, insanların Allah’a ibâdet etmelerine ve İslâm’ı yaşamalarına engel olanlara denir. Put olsun, ağaç olsun, insan veya hayvan olsun,
131] 16/Nahl, 36
132] 39/Zümer, 17
133] 5/Mâide, 60; Ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda Bak. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 40 -
Allah’tan başka tapınma konumunda olan her şey; kanunlarında
Allah’ın dinine karşı sınırı aşan zâlim yönetici ve Allah’ın indirdiği
hükümlerin gayrisiyle hükmeden idareci; İslâm şeriatına uymayan
bütün metod, düşünce, fikir, ideoloji, pozisyon, âdet, gelenek ve
görenekler tâğut kapsamına girer. Ayrıca tâğuttan hoşnut olup
ona bağlanan, tâğuta kulluğa çağıran, tâğutun dâvet ettiği şeye
sahip çıkan da kendi sapıklığı içinde tâğuttur.
Kur’ân-ı Kerim’de tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda
şu sonuca varırız: Kulu Allah’a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan,
Allah ve Rasûlüne itaatten alıkoyan ve çeviren her şey
tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye çalışan, Allah’ın kulları için çizdiği
sınırları çiğneyen her kimse veya her nesnedir. Allah ile bağlantısı
olmayan her program ve Allah’a bağlanmayan her çeşit düşünce,
sistem, edep ve alışkanlık; otoritesini Allah’ın sisteminden almayan
her idare, Allah’ın otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine
düşman olan her şey tâğuttur. 134
Allah’a isyan konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi,
o kimseye ibâdet etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tâğuttur.
Mevdûdi, tâğut kelimesini şöyle izah eder: “Tâğut, Allah’a karşı
azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için ulûhiyet
ve rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir.
Tâğut, Allah’a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük,
otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü
yerine getirir; kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü yollarla kendine
itaate çağırır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe
boyun eğmesi ve ona tapması tâğut için bir ibâdettir. 135
Kur’an’a göre tâğut; Allah’ın, dininin, elçisinin ve kitabının
karşısına konulan, Allah yerine tapılan, İslâm’ın hükümleri,
emir ve yasakları, helâl ve haramları yerine ikame edilen, Hz.
Muhammed’in (s.a.s.) yerine önder seçilen, Kur’an düşüncesi,
inanç ve hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç, hayat ve yönetim
biçimi koyan, hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve uyulan
her insanın, her sistemin ortak adı ve sembolüdür.
Buna göre tâğuta ibâdet, Allah’tan başka şeytan, insan, önder,
kâhin gibi canlı ve cansız varlıklara, Allah’a isyan anlamına
gelecek şekilde itaat etmek, boyun eğmek, Allah’ın hükmü yerine
Allah’tan başkalarının hükümlerini kabul edip isteyerek uygulamak
demektir ki bu, insanı şirke, küfre götürür.
134] Muhammed Kutub, Lâ İlâhe İllâllah, Ravza Y., s. 109
135] Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim, s. 66 ve 84
İBÂDET
- 41 -
Günümüzde, kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan,
hacca giden bazı kimselerin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri,
tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah’a mahsus olan sıfatları başkalarına
verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı
bırakıp birtakım armaları, şiarları, işaretleri, bayrakları, gelenek
ve görenekleri yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını,
namuslarını, ahlâklarını fedâ ettikleri, böylece bu değerlere
kulluk ve ibâdet ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun ortaya
koyduğu nefsanî, şehvanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları
ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatını onların istekleri
doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların
veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen
yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatına tamamen zıt olan
sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de
inkâr edilemez. Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi?
Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek
onların yolundan en küçük çapta ayrılmayanlar, Allah’ın Kitabına
ve Rasûlünün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların
işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest olur
mu? Bunlar apaçık müşrik olduklarını kendileri bile ilân ediyorlar.
Bu tür insanlar; ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister haccetsin
ve isterse sabahlara kadar Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa
yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz,
kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz; onlar
tevbe edip, her türlü puta ve tâğuta kulluk/ibâdetten vazgeçmedikleri
müddetçe... 136
Bir kimse tâğutu reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz.
Tevhid’in şartı, Allah’a imandan önce tâğutları reddetmek,
onları tanımamaktır. Bu durum, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir:
“Artık kim tâğutu reddedip Allah’a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa
yapışmış olur.” 137
Bilginlere ve Din Adamlarına İbâdet
Allah’a şirk koşmanın bir çeşidi de Allah’ın izin vermediği alanlarda
insanlara itaattir. Oysa ibâdette esas olan Allah’a itaat, Peygamberine
itaat ve müslümanlardan olan emir sahiplerine itaattir.138
Ne var ki, insanoğlu, çoğu zaman kendi cinsinden olan beşerden
bazı kimselerin birtakım üstün özelliklere sahip olduklarını düşünerek
onları rab konumuna getirmiş ve böylece onlara ibâdet etmiştir.
136] Mehmet Kubat, a.g.e. s. 138
137] 2/Bakara, 256
138] 4//Nisâ, 59
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 42 -
Kur’ân-ı Kerim, yahûdi ve hıristiyanların, ulûhiyet ve rubûbiyet
makamına Allah’tan başkasını koyarak kullukta ona yöneldiklerini,
oysa itaat ve ibâdetin sadece Allah’a has kılınması gerektiğini
şöyle dile getiriyor: “(Ehl-i kitap), bilginlerini ve râhiplerini Allah’tan ayrı
rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de (rab edindiler). Oysa kendilerine
yalnız tek ilâh olan Allah’a ibâdet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka tanrı
yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.”139 Yahûdi
ve hıristiyanların, bilginlerini ve râhiplerini rab edinmeleri, onlara
ibâdet etmeleridir. İbâdetleri ise, onların, Allah’ın haram kıldığı
şeyleri helâl, helâl kıldığı şeyleri haram kılmalarını kabul edip itaat
etmeleridir. Yahûdi ve hıristiyanlar, Allah’ın emrine, hakkın hükmüne
değil; onların irâdelerine tâbi oldular; onlara Allah’a tapar
gibi taptılar. Hatta Allah’ı bırakıp onlara taptılar. Allah’ın emrine,
Kitabın sözüne, hakkın gerektirdiğine açıktan açığa muhâlif olan
hususlarda Allah’a isyan ettiler; onların arzularına ve emirlerine
itaat ettiler. Allah’ın haram kıldığı şeyleri, onların emriyle helâl
kıldılar. Allah’ın “yapmayın” dediği şeyleri yaptılar; “yapın” dediğini
yapmadılar. Bunun hilâfına onların emir ve yasaklarına, hevâ
ve heveslerine tâbi oldular. 140
Buna göre âyetteki râhipleri ve bilginleri rab edinip ibâdet etmek,
Allah’ın helâlini haram, haramını helâl saymaları konusunda
onlara itaat etmek anlamına gelmektedir. Yoksa onlar, bilginleri
için oruç tutuyor, namaz kılıyor değillerdi. Demek ki herhangi bir
insanın, ister bilgin olsun ister yönetici, Allah’ın emir ve yasağına,
helâl ve haramına ters düşen emir ve hükümlerine gönülden katılmak,
onu hüküm/kanun koyucu olarak kabul etmek, ona itaat
ederek Allah’ın hükmüne muhalefet etmek; onu Allah’tan başka
rab edinmek ve ona ibâdet etmek demektir.141 “Yaratıcıya isyan
etme konusunda yaratılana itaat edilmez.”142 Hakkı bâtıl, bâtılı hak
yapmaya çalışanlar, ilim haysiyetinden yoksun birer tâğutturlar.
Bu şekilde davranışlar, şirk, küfür ve Allah’tan başkalarını rab
edinmek ve onlara tapmaktır.143 Allah’ın kitabına yetki tanımaksızın
helâl ve haram sınırlarını belirleme yetkisini kendisinde görenlerin
nefislerini ilâve rab ittihaz ettiklerini ve onlara kanun koyma
yetkisi tanıyanların da onları rabler edindiklerini yukarıdaki âyet
ve hadislerden öğrenmiş oluyoruz.
Kur’an’ın on dört asır önce getirdiği en büyük prensiplerden
139] 9/Tevbe, 31
140] Elmalılı, IV, 2511; Bu konuyla ilgili olarak Adiy b. Hâtem'le ilgili hadis için
Bak. Tirmizî, Tefsir 10
141] Elmalılı Tefsiri, Eser Y., IV, s. 2512
142] Buhâri, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 39, 46
143] Elmalılı, IV, s. 2513, 2514
İBÂDET
- 43 -
biri de, hangi makam ve mevkide olursa olsun, insana değil; yalnız
Allah’a ibâdet edilmesi prensibidir. İslâm, beşeriyeti saâdete erdirmek,
zulmü ortadan kaldırmak, insana kulluk etmeye sevkeden
istismarı yok etmek yolunda birleşilmesi gerekli olanı belirterek
yahûdi ve hıristiyanlara bakın nasıl hitap ediyor: “De ki: Ey Kitap
ehli, gelin aramızda birleşebileceğimiz bir kelime üzerinde toplanalım:
Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım.
Bazımız bazımızı Allah’tan başka rabler edinmeyelim!” 144
Kur’ân-ı Kerim, kula kulluğu ortadan kaldırmak ve sadece Allah’
kulluğu tesis etmek üzere gönderilen Kitap olduğu için, insanların
Allah’ı bırakıp hemcinslerinden olan insanlara ibâdet/kulluk
etmesini önlemek amacıyla çeşitli deliller serdetmiş, bu konuda
geniş açıklamalar yapmıştır: “Hiçbir insana yaraşmayacak/yakışmayacak
bir şey varsa, Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve nebîlik vermesinden
sonra onun insanlara: ‘Allah’ı bırakın da bana kul olun’ demesidir. Tam
aksine o; ‘Kitabı öğrendiğiniz ve okuduğunuz yönüyle Allah’a kul olun’
der. O, size: ‘melekleri ve peygamberi ilâh edinin’ diye emretmez. Siz müslüman
olduktan sonra size hiç imansızlığı emreder mi o?”145 İstisnâsız bütün
peygamberler: “Ey kavmim, Allah’a ibâdet edin; sizin O’ndan başka
ilâhınız yoktur.”146 buyurmuşlardır.
Tarihe ibret nazarıyla baktığımız zaman çok değişik ve çeşitli
şirk görüntüleri içerisinde insanların bazı bilge kimseleri veya kimi
peygamberleri ilâh kabul ettiklerini görüyoruz. Meselâ, bazı kimseler
tarafından peygamber olduğu iddia edilen ve en azından
yüce vasıflara sahip bilge bir kimse olduğu herkesçe kabul edilen
Buda, sağlığında ilâhlık iddia etmemiş, bilâkis insanları Allah’ı tek
ilâh edinmeye çağırmış olduğu halde, tâbîleri onu ölümünden sonra
ilâh edinmiş ve ona tapmışlardır.
Aynı şekilde Hz. İsa (a.s.) sağlığında kendisinin, Allah’ın kulu
olduğunu ilân etmiş ve insanları da sadece Allah’a kul olmaya çağırmış
olduğu halde, vefatından hemen sonra, bizzat kendi kavmi
tarafından ilâh kabul edilerek Allah’a şirk koşulmuştur. İslâm bu tür
bir sapıklığın önüne geçmek için deliller getirmiş ve bunun şirk olduğunu
her fırsatta vurgulamıştır. Kur’an, kullara kulluğu ortadan
kaldırarak yeryüzünde hâkimiyeti sahte ilâh ve rablerin elinden
çekip alarak sadece Allah’a vermek için delil üstüne delil getiriyor
ve bu noktanın son derece önemli olduğunu insanlara ısrarla vurguluyor.
147
144] 3/Âl-i İmrân, 64
145] 3/Âl-i İmrân, 79-80
146] 7/A'râf, 59, 65, 73, 85; 12/Yûsuf, 40; 11/Hûd, 1-2; 16/Nahl, 36
147] M. Kubat, a.g.e. s. 132
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 44 -
Şeytana İbâdet
Yüce Allah, insanlara şeytana ibâdet etmemelerini, kendisine
ibâdet etmelerini emretmektedir: “Ey Âdemoğulları! Ben size, ‘Şeytana
ibâdet etmeyin. Zira o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana ibâdet
edin. En doğru yol budur’ diye tavsiye etmemiş miydim?148 Şeytana
ibâdet, vesvese verdiği, süslü gösterdiği şeylerde ve Allah’a isyan
olan konularda kendisine itaat ve ittibâ etmektir. Allah, insanlara,
“şeytanın adımlarına uymayın.”149; “Çünkü şeytan, insana apaçık bir
düşmandır.”150; “Onu düşman edinin.”151 buyurmuştur.
Kur’ân-ı Kerim, ister insanlardan olsun, isterse cinlerden,
tüm şeytanların152 insanları şirke düşürdüğünü bizlere hatırlatır.
Sebe’ kraliçesi hakkında bilgi edinmeye gönderilen Hüdhüd, Hz.
Süleyman’a döndüğünde şunları haber verir: “Onun ve kavminin,
Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, onlara işlerini süslemiş
de onları doğru yoldan çevirmiş, bu yüzden yola gelemiyorlar.” 153
Kur’an, şeytanın insanlar üzerinde, onların irâdelerini ortadan
kaldıracak bir güce sahip olmadığını, ancak insanların şirk koşmaları
ve böylece onların sapmaları noktasında vesvese verdiğini
açıkça bildirmiştir. “Görmedin mi biz kâfirlere şeytanları gönderdik, onları
oynatıp duruyorlar.”154; “Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan da onlara
yaptıklarını süslü gösterdi.”155; “O (şeytan)lar bunlar (insanlar)ı yoldan çıkardıkları
halde, bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar.” 156
Şeytan, insanlara fuhşu ve münkeri emreder.157 İnsana vesvese verir.
158 İnsanlar arasında kin ve düşmanlık tohumları saçar.159 İnsanlara,
yaptıkları kötülükleri süslü gösterir.160 Boş şeyler vaad eder.161 Gerçekleri
unutturur.162 Tuzak kurar.163 İnsanı saptırmak ister.164 Onu doğru yoldan
148] 36/Yâsin, 60-61
149] 2/Bakara, 168, 208
150] 17/İsrâ, 53
151] 35/Fâtır, 6
152] 6/En'âm, 112
153] 27/Neml, 24
154] 19/Meryem, 83
155] 6/En'âm, 43
156] 43/Zuhruf, 37
157] 2/Bakara, 268; 24/Nûr, 21
158] 7/A'râf, 20; 20/Tâhâ, 120
159] 5/Mâide, 91
160] 6/En'âm, 43; 8/Enfâl, 48
161] 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64
162] 6/En'âm, 68
163] 4/Nisâ, 76
164] 4/Nisâ, 60
İBÂDET
- 45 -
meneder.165 Bu sebeple insanın, şeytanın vesvesesine aldanıp ona
uymaması gerekir; uyarsa ona ibâdet etmiş olur.
Kur’an’da içki, kumar, putlar, heykeller, şans okları, talih oyunları,
şeytanın işi olarak ifade edilmiştir.166 Demek ki, Allah’ın haram
kıldığı, yasak ettiği şeyleri yapanlar, şeytana itaat etmiş olmaktadırlar.
Kur’an, bu itaati, şeytana ibâdet olarak ifade etmiştir. İbrahim
(a.s.), babasına: “Ey babacığım! Şeytana itaat etme; çünkü şeytan,
Rahmân’a isyan etmişti”167 demiştir. İnsanı, Allah’tan başkasına,
putlara ve benzeri şeylere ibâdet etmeye ve onları şirke, küfre ve
isyana teşvik eden, şeytan ve şeytanlaşan insanlardır. Âsî kimseye
itaat eden, âsîdir. Şeytana ve küfrü, şirki ve kötülükleri emredenlere
itaat edenler, Allah’a isyan etmiş, şeytana ibâdet etmiş olurlar.
Şeytana ibâdet konusunu açıklamaya çalışırken, satanizmden,
yani direkt olarak şeytana tapınma dininden uzunca bahsetmeyi,
toplumu çok az ilgilendirdiği için gereksiz görüyoruz. Yeni dinler
edinerek, bunalımlarına güya çözüm arayan, düzenin ve toplumun
kurbanı bazı marjinal gençlerin, yenilik ve moda olsun, değişiklik
olsun diye, düzen ve toplum şeytanından; gerçek şeytanın
kucağına sığınıp ona sahiden tapınmaya yöneldiklerini gözlüyoruz.
Satanizm denilen bu şeytan severlik ve kötülükçülüğün aslında
pek de yeni bir din olduğu da söylenemez. Özellikle Suriye
topraklarında günümüze kadar varlığını devam ettiren Yezidîlik
de bir satanizmdir.
Cinlere İbâdet
Cinler, Allah’ın kendisine ibâdet etmeleri için dumansız saf
ateşten yarattığı varlıklardır.168 İnsanlar gibi ibâdet ve isyan edebilme
yeteneğine sahiptirler. Bu sebeple müslüman ve kâfir, sâlih
ve fâsık olanları vardır. Zaten İblis de cinlerdendir.
Sebe’ sûresinde cinlere ibâdetten söz edilmiştir: “O gün,
kâfirlerin hepsini mahşere toplar, sonra meleklere, ‘Bunlar size mi ibâdet
ediyorlardı?’ der.”169 Bu soruya melekler, “(Ey Rabbimiz!) Seni tenzih
ederiz. Onlar değil; Sen bizim velîmizsin. Hayır, onlar (bize değil) cinlere
ibâdet ediyorlardı. Çoğu onlara iman eden kimselerdi.”170 şeklinde
cevap vermişlerdir. Cinlere ibâdet, onlara sığınmak, korkulardan,
mal ve canların kaybından onlara ilticâ etmek ve onlardan yardım
165] 27/Neml, 24; 29/Ankebût, 38
166] 5/Mâide, 91
167] 19/Meryem, 44
168] 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 15
169] 34/Sebe', 40
170] 34/Sebe' 41
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 46 -
talep etmektir. Âyette geçtiği şekliyle cinlere iman ise, muhafaza
ve sığınma hususunda onların gücüne inanmaktır.171 “İnsanlardan
bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı, cinler de onların azgınlıklarını
artırırlardı.”172 Bu âyet, insanların cinlere ibâdetlerinin, onlara
sığınmak olduğunu ortaya koymaktadır.
Yüce Allah, sadece kendisine ibâdet edilmesini emretmiş, kendisinden
başkalarına ibâdet edilmesini şiddetle menetmiştir. Ancak,
imtihan gereği olarak, insanları ve cinleri bu konuda zorlamamıştır.
Bu sebeple cin ve insanlardan, Allah’a ibâdet edenlerin
yanında, O’nun dışındakilere ibâdet edenler de vardır. Allah’tan
başkalarına ibâdet; sadece putlara, heykellere, ateşe, aya, güneşe,
mezara tapmaktan ibâret değildir. Kur’an’ın hilâfına hareket
eden insanların buyruklarını isteyerek kabul edip bunları uygulamak
da Allah’tan başkalarına ibâdet etmektir. Allah’tan başkalarına
ibâdet, şirk ve küfürdür. 173
“(Ey Rabbim,) Ancak Sana ibâdet eder, ancak Senden yardım isteriz.” 174
“Ey kâfirler tapmam sizin taptıklarınıza... Sizin dininiz size; benim dinim
bana!” 175
“Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Hâlâ akıllanmayacak
mısınız?” 176
Ne mutlu, Allah’tan başkasının önünde eğilmeyip sadece O’na
secde ederek ibâdet edenlere ve her yaptıkları eylemi Allah’a
ibâdet ölçüsünde yapanlara! Yazıklar olsun, kula kulluk yapan
kullara ve tâğutlara, putlara, ya da hevâ ve heveslerine tapanlara!
171] Dört Terim, 87
172] 72/Cin, 6
173] İsmail Karagöz, Kur'an'da İbâdet Kavramı, Şûle Y., s. 78
174] 1/Fâtiha, 5
175] 109/Kâfirûn, 1-2, 6
176] 21/Enbiyâ, 67
İbâdetle İlgili Âyet- i Kerimeler
A- İbâdet Kelimesinin Kökü Olan A-b-d Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 275 Yerde:) 1/Fâtiha, 5; 2/Bakara, 21, 23, 83, 90, 133, 133, 138, 172, 178, 178, 186, 207, 221; 3/Âl-i İmrân, 15, 20, 30, 51, 64, 79, 182; 4/Nisâ, 36, 118, 172, 172; 5/Mâide, 60, 72, 76, 117, 118; 6/En’âm, 18, 56, 61, 88, 102; 7/A’râf, 32, 59, 65, 70, 73, 85, 128, 194, 206; 8/Enfâl, 41, 51; 9/Tevbe, 31, 104, 112; 10/Yûnus, 3, 18, 28, 29, 104, 104, 104, 107; 11/Hûd, 2, 26, 50, 61, 62, 84, 87, 109, 109, 109, 123; 12/Yûsuf, 24, 40, 40; 13/Ra’d, 36; 14/İbrâhim, 10, 11, 31; 15/Hıcr, 40, 42, 49, 99; 16/Nahl, 2, 35, 36, 73, 75, 114; 17/İsrâ, 1, 3, 5, 17, 23, 30, 53, 65, 96; 18/Kehf, 1, 16, 65, 65, 102, 110; 19/Meryem, 2, 30, 36, 42, 44, 49, 61, 63, 65, 65, 82, 93; 20/Tâhâ, 14, 77; 21/Enbiyâ, 19, 25, 26, 53, 66, 67, 73, 84, 92, 98, 105, 106; 22/Hacc, 10, 11, 71, 77; 23/Mü’minûn, 23, 32, 47, 109; 24/Nûr, 32, 55; 25/Furkan, 1, 17, 17, 55, 58, 63; 26/Şuarâ, 22, 52, 70, 75, 92; 27/Neml, 15, 19, 43, 45, 59, 91; 28/Kasas, 63, 82; 29/Ankebût, 16, 17, 17, 17, 36, 56, 56, 62; 30/Rûm, 48; 34/Sebe’, 9, 13, 39, 40, 41, 43; 35/Fâtır, 28, 31, 32, 45; 36/Yâsin, 22, 30, 60, 61; 37/Sâffât, 22, 40, 74, 81, 85, 95, 111, 122, 128, 132, 160, 161, 169, 171; 38/Sâd, 17, 30, 41, 44, 45, 83; 39/Zümer, 2, 7, 10, 11, 14, 15, 16, 16, 17, 17, 36, 46, 53, 64, 66; 40/Mü’min, 15, 31, 44, 48, 60, 66, 85; 41/Fussılet, 14, 37, 46; 42/Şûrâ, 19, 23, 25, 27, 27, 52; 43/Zuhruf, 15, 19, 20, 26, 45, 59, 64, 68, 81; 44/Duhân, 18, 23; 46/Ahkaf, 6, 21; 50/Kaf, 8, 11, 29; 51/Zâriyât, 56; 53/Necm, 10, 62; 54/Kamer, 9; 57/Hadîd, 9; 60/Mümtehıne, 4; 66/Tahrîm, 5, 10, 10; 71/Nûh, 3, 27; 72/Cinn, 19; 76/İnsân, 6; 89/Fecr, 29; 96/Alak, 10; 98/Beyine, 5; 106/Kurayş, 3; 109/Kâfirûn, 2, 2, 3, 3, 4, 4, 5, 5.
İbâdet Etmek: Hicr, 99; Hacc, 77; Furkan, 77; Neml, 91; Ankebut, 17, 36; Ahzab, 35; Yasin, 60-61; Mü’min, 14.
İbâdet (Kulluk) Yalnız Allah’a Yapılır: Fatiha, 5; Bakara, 21-22, 83; Nisa, 36; En’am, 3, 102, 162; Yunus, 3; Hud, 2, 123, Nahl, 52; İsra, 23, Meryem, 65; Zümer, 2, 66; Fussılet, 37-38.
İnsanlar ve Cinler, İbâdet İçin Yaratılmıştır: Zariyat, 56-57; Cin, 16-17.
Allah’a Kulluk Etmenin Misali: Rum, 28.
Kibirlenerek Allah’a Kulluk/İbâdet Etmekten Çekinmek: Nisa, 172-173; A’raf, 146-147, 207; Nahl, 48; Fussılet, 37-38.
Herkes Allah’ın Huzuruna Kul Olarak Varacaktır: Meryem, 93.
Allah’ın İbâdete İhtiyacı Yoktur: Ankebut, 6.
Peygamberler Allah’a İbâdete Davet Ederler: Al-i İmran, 79-80; Enbiya, 90; Neml, 45; Ahzab, 7-8.
Cenneti Kazanmak İçin Kulluk: Tevbe, 111.
İbâdeti İhlasla, Samimiyetle Yapmak: A’raf, 29; Tevbe, 112; Zümer, 2, 11, 14; Mü’min, 14, 65.
İbâdette İhsan: Bakara, 112.
Münafıklar İbâdeti Gösteriş İçin Yaparlar: Nisa, 142; Tevbe, 107.
Gece İbâdeti: Furkan, 64; Müzzemmil, 1-4, 6-7, 20, 41, 46; İnsan, 26.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1.
Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbn Kesir, Akçağ Y. C. 2, s. 93-107
2.
Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, c.1, s. 338-354
3.
Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Yenda Y. c. 1, s. 99-118
4.
Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 69-73
5.
Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 42-45
6.
Tefhimü’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1 s. 41-42
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 48 -
7. Safvetü’t Tefasir, M. Ali Sabuni, Yeni Şafak Y. c. 1 s. 35-39
8. Fatiha Tefsiri, Azad, Bir Y. s. 173-238
9. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1 s. 17-18
10. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 3 s. 53-55
11. Kur’an’da İbâdet Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, İzci Y.
12. Kur’an’da İbâdet Kavramı, İsmail Karagöz, Şule Y.
13. Kur’ani Araştırmalar, Mutahhari, Tuba Y. s. 118-139
14. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 129-140
15. Kur’an’da Tevhid, Beheşti, 45-51; 39-
16. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y. s. 28-47
17. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 487-488
18. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 223-239
19. Sorularla Fatiha Sûresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. S. 146-177
20. La İlahe İllallah, Muhammed Kutub, Ravza Y. s. 91-110
21. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 1, s. 21 (abd)
22. Fatiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. S. 170-194
23. Dingünü İbâdet, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Bir Y. s. 67-127
24. İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 27-30
25. Namaz Duaları ve Sureleri, Ali Akpınar, Suffe Y. s. 80-81
26. İslâmi Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 383-384
27. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 324-329
28. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, İdeal Kitaplar Y. s. 115-136
29. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y. s. 40-46
30. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 125-178
31. İslâmi Kavramlar, Mevdudi, s. 9-36
32. İman, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. s. 34-44
33. Tevhidin Hakitatı, Yusuf El-Kardavi, Saff Y. s. 39-40
34. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 46-48
35. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y. s. 129-158
36. İslâm, Mevdudi, s. 145
37. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 223-239
38. Dini Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İFAV Y. s. 67-87
39. Semavi Dinlerde İtikat ve Amel, Fikir Y. s. 34-40
40. Risale-i Nur’dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 349- 356
41. Unutulmaz Sözler ve Nükteler Antolojisi, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s.
156-157
42. Düşünceler, S. Gündüzalp, A. Suad, Zafer Y.
43. Kur’an’da Uluhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y. s. 298
44. Fıkıh Penceresinden Fetvalarla Çağdaş Hayat, Faruk Beşer, Nun Y. s. 512-517
45. İlmin Işığında İslâmiyet, Arif A. Tabbara, Kalem Y. s. 207-209
46. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 148-158
47. Fatiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 50-55
48. Kur’an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, RibatY.
s. 262-268
49. İslâm Nizamı, A. Rıza Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 161-166
50.
Dini Hayatın Psiko Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İFAV Y. s. 67-87
51.
La İlahe İllallah, Muhammed Kutub, Ravza Y. 91-110
52.
Yeni İslâm İlmihali, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y. s. 84-85; 510-512
53.
Kulluk Bilinci, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.
54.
Psikolojik ve Sıhhi Açıdan İbâdet, Abdullah Aymaz, Çağlayan Y.
55.
İbâdetlerde Şekil ve Mana İlişkisi, Ruhi Özcan, Ravza Y.
56.
İbâdet, Yaşar İşcan, D. İ. B. Y.
57.
İbâdet, Yusuf El Kardavi, Muvahhid Y.
58.
İbâdet mi, Ayin mi? Mustafa Karataş, Dersaadet Y.
59.
Kulluk, İmam İbn Teymiyye, İhya Y.
60.
Namaz Bilinci, Beşir İslâmoğlu, Denge Y
61.
İbâdet, İhsan Atasoy, Nesil Basım Yayın.
62.
İbâdet Bilgileri, Ahmet Efe, Seha Neşriyat
63.
İbâdet Hayatımız, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın
64.
İbâdet İlkeleri, Hüseyin Emin Öztürk, T. Diyanet Vakfı Y.
65.
İbâdet Prensipleri, Hüseyin Emin Öztürk, Seha Neşriyat
66.
İbâdet/Kulluk, Salih Çavuşoğlu, Hanif Y.
67.
İbâdetin 99 Faydası, Ergüder Aksoy, Seha Neşriyat
68.
İbâdetin Getirdikleri, Safvet Senih, Nil A. Ş.
69.
İbâdetler, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
70.
İbâdetler Fıkhı, Şeyh Faysal Mevlevi, İstişare Y.
71.
İbâdetler ve Mabedler, Mehmet Emre, Erhan Yayın
72.
İbâdetlerimiz, M. Saim Yeprem, Nur Y.
73.
72. İbâdetlerimiz, E. Özdemir, Erdem Y.
74.
73. Allah’tan Vahiy, Kullardan İbâdet, Abdullah Büyük, Suffe Y.
75.
İslâm İbâdet Fenomenolojisi, Mehmet Bayraktar, Akçağ Y.
76.
75. Niçin İbâdet Ediyoruz? Alaaddin Başar, Zafer Y.
- 51 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -9-
HİDÂYET
Kur’an’ı hayata geçirmek;
İşte dosdoğru yol, hidâyet.
Kur’an dışı hayat sürmek;
Gazâbı hak etmek ve dalâlet.
•
Hidâyet; Anlamı ve Mâhiyeti
•
Kur’an’da Hidâyet
•
Hidâyet, Yön Bulmak; İman Yönü Bulduran Kuvvet
•
Hidâyet İsteği ve Hidâyette Devam
•
Hidâyet Vermek Sadece Allah’a Ait
•
Hidâyet İçin Kulun Çabası Gerekir
•
Hidâyette Kulun Rolü
•
Hidâyet Türleri
•
Cihad ve Tebliğ; Başkasının Hidâyeti İçin Çalışmak
•
Hidâyet İçin Gerekli Şartlar, Hidâyete Lâyık Olmak
•
Hidâyet Konusunda Sünettullah (Allah’ın Değişmeyen Kanunu)
“Bize hidâyet ver, bizi dosdoğru yola ulaştır.”177
Hidâyet; Anlamı ve Mâhiyeti
Hidâyet, doğru yolu bulma, açıklama, ilham etme, muvaffak kılma anlamlarına gelmektedir. Terim olarak hidâyet; küfür, şirk ve sapıklıklardan kurtularak, İslâm’ın aydınlık yoluna girmektir. Hidâyet, lütuf ile olan rehberlik demektir. Allah Teâlâ’nın, lütuf ve keremiyle, kuluna sonu hayır ve mutluluk olacak isteklerinin yollarını göstermesi veya yola götürüp muradına erdirmesidir. Sadece yolunu ve sebeplerini göstermeye irşâd; neticeye erişinceye kadar yola götürmeye de tevfîk denir. Hidâyette istenen, hayra ulaştırmaktır. Meselâ, hırsıza yol göstermeye hidâyet denmez. Hidâyeti buldurmaya “ihtidâ” veya “hüdâ” denmektedir. Allah’ın güzel isimlerinden biri de “el-Hâdî”, yani hidâyet veren, hidâyete erdirendir.
177] 1/Fâtiha, 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 52 -
Sırât-ı Müstakîme, Dosdoğru Yola
Kur’ân-ı Kerim’de 32 âyette geçen bu tamlama, yol anlamındaki
sırât’la; doğru, sapmaz, şaşırtmaz anlamındaki müstakîm
kelimesinin birleşmesinden oluşmaktadır. Kur’an’ın, hedefe götürücü
ve erdirici yol olarak gördüğü yol, sırât’tır. Sırât, lügatte cadde,
anayol, işlek ve büyük yol anlamına gelir. “Es-sırât”: “Allah’ın
yolu” demektir. Müstakîm ise, hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan,
dümdüz ve dosdoğru demektir. Sırât-ı müstakîm: Dosdoğru
olan yol anlamındadır. Sırât-ı müstakîm (doğru yol): İki
nokta arasındaki en kısa çizgiye denir. Dünya noktasından Cennet
noktasına en kısa yoldan eğilip bükülmeden, yalpalamadan gidilecek
yolun adıdır.
Allah, hâdîdir; yani kendisini tanıma yollarını kullarına gösterip
tanıtan, onları Rubûbiyetini ikrar edici kılan, necat (kurtuluş)
yolunu gösterip açıklayan, her yaratığın bekası ve varlığını sürdürmesi
için gerekli olan cihetlere yönelten zattır. Bundan fazla
olarak, kullarından dilediğini tevhid nuruyla müşerref kılar, istediğini
dosdoğru yola hidâyet eder. Ayrıca bütün diğer yaratıkları
faydalarına olan yöne sevk eder, rızık arama yollarını, zararlardan
sakınmalarını ilham eder. İmam Gazali, bu ikinci nevi hidâyete
bazı örnekler verir: Yeni doğan yavruya memeyi tutmasını, civcive
çıkar çıkmaz daneleri toplamasını, arıya yuvasını altıgen şeklinde
yapmasını vb. gibi her canlı için en uygun şartı ilham eder.
Hidâyetin zıddı dalâlettir. Dalâlet; sapmak, şaşmak, karanlıkta kalmak,
bocalamak ve kaosa yenik düşmek anlamlarına gelir. Dalâlet,
doğru yoldan bile bile veya iğfale kapılarak sapmaktır. “İhdinâ”
kelimesinin Türkçeye çevrildiğinde en uygun tabir: “bize hidâyet
et” ifadesidir. Merhum Elmalılı’nın açıklamasına göre: “İhdinâ”
kelimesini “göster” diye tercüme etsek, götürmek kalır. “Götür”
deyince, letâfet kalır ve hiç biri tam anlamı ifade etmez. En uygunu
Türkçeye de yerleşmiş olduğu şekliyle “bize hidâyet et” ifadesidir.
Yani hidâyet, tek kelimeyle tam olarak tercüme edilemez.
Çölün ortasında yolunu şaşırıp kaybeden bir kimseyle, bir rehber
yardımıyla gideceği yeri, yönü rahatça tayin edip bulan kimse
bir değildir. Bu bakımdan hidâyetin tam karşısına da şaşırmışlık,
sapmışlık anlamına gelen “dalâlet” kavramının yerleştirildiği görülür.
Çünkü her şey kendi zıddına nispetle daha gerçek mânâ
ifade eder. O halde, insanı hayat çölünde ya da yolunda doğru
istikamete götürecek, sapmalardan koruyacak yön tayin edici kılavuz
nedir? Elbette ki Allah’ın hidâyeti (yol göstermesi)dir. “De ki:
HİDÂYET
- 53 -
Hidâyet/doğru yola kılavuzluk; ancak Allah’ın hidâyetidir.”178 Yolun doğrusunu
göstermek Allah’a aittir. Yolun eğri olanı da vardır. Allah dileseydi
hepinizi hidâyete iletirdi.” 179
Hidâyet, bir yolu göstermek ve o yolda sebatı sağlamada yardımcı
olmaktır. Yalnız göstermek, dinin anladığı mânada hidâyeti
ifade etmez. Gösterilen yolda sebata yardım etmek de vahyin
hidâyetinin bir parçasıdır. O yüzden daha çok hidâyete ermiş insanların
okuduğu Fâtiha sûresi 5. âyetindeki “ihdinâ” kelimesine,
bazı müfessirler; “bize verdiğin hidâyette sebatımızı nasib et” anlamı
vermişlerdir.
“İhdinâ” derken hidâyetin yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğunu
bildiğimizi de itiraf etmiş oluyoruz. Allah (c.c.), Rasûlüne: “Sen
sevdiklerine
hidâyet veremezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet verir”180
buyurarak hidâyeti Rasûlü’nün bile veremeyeceğini
bildirir.
Peygamberler ancak hidâyete vesile olurlar, insanlara yol
gösterirler. “Muhakkak sen Sırat-ı Mustakıym’e yol göstermektesin.”181
Rabbimiz vahiyle peygamberlerine yol göstermiştir. Biz de o vahyin
ışığında yürüyoruz.
Biz kimseye hidâyet veremeyiz. Ama İslâm nuruna davet eder,
yol gösteririz. Gözlere nur vermek Allah’a aittir. Doktorlar da nur
vermiyor, sadece gözü perdelenenlerin nurunu açıyor. Hidâyet gönül
işidir. Kişinin kafasına tabanca dayayarak iman ettiremezsiniz.
Böylesi hidâyete ermiş gibi görünür ama gönülden inkâr eder.
Yine kişinin kafatası açılarak içinden iman sökülemez, o bir gönül
işidir. Gönle de yalnız onu Yaratan hâkim olur.
Bizim tebliğimiz bir kişinin hidâyetine sebep olursa bu bizim
için yeryüzü dolusu altına sahip olmaktan daha hayırlıdır. Bu bize
biraz ters gibi gelebilir. Ama yeryüzü, insan için yaratılmıştır. Yeryüzünün
tamamı insanın haksız yere akıtılmış bir damla kanına
denk olmaz.
Dinimizin insana verdiği değer bu!..
Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz haksız yere herhangi bir kişiyi
öldürenin
bütün insanları öldürmüş gibi olduğunu haber verirken182
öldürülenin
mü’min veya kâfir olmasını ayırt etmez. Hâlbuki
uygar sayılan Avrupalının, Amerikalı’nın gözünde bir varil petrol,
178] 6/En'âm, 71
179] 16/Nahl, 9
180] 28/Kasas, 56
181] 42/Şûra, 52
182] [43] Maide 32
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 54 -
Hıristiyan
olmayan milyarlarca insanlardan daha değerlidir. İşte
böyleleriyle aynı safta, aynı kulüpte, aynı pakt’ta olmamak için
“Gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil” diyoruz. 183
Kur’an’da Hidâyet
Hidâyet, Kur’an’ın en önemli kavramlarından birisi olmakla
beraber, aynı zamanda zıddı olan dalâletle birlikte Kur’an’da en
çok zikredilen kelimelerdendir. Hidâyet kelimesinin kökü olan
“Hedy” kelimesi ve türevleri Kur’an’da 317 yerde geçer. Hidâyetin
zıddı olan dalâlet kelimesinin kökü “d-l-l” ve türevleri ise toplam
191 yerde kullanılır. Hâdî, hidâyet eden, hidâyet yaratan, istediğini
hayırlı ve kârlı yollara muvaffak kılan anlamına gelir. Kur’an’a
göre mutlak Hâdî, Allah’tır. Mutlak Hâdî olan Allah’ın insanlara
olan hidâyetinin ise dört şekilde olacağı beyan edilmektedir:
1- Hidâyetin bütün mahlûkata şâmil olması. Bu, Allah’ın onlara
akıl, zekâ ve zarûri bazı bilgiler ihsan etmesidir. 20/Tâhâ, 50 ve
87/A’lâ, 3 âyetlerinde bu tür hidâyetten bahsedilir.
2- Peygamber ve Kitaplarla insanları çağırdığı hidâyet. “Onları,
buyruğumuz ile insanları doğru yola götüren (yehdûne) önderler
yaptık.”184 âyetinde olduğu gibi.
3- Bu hidâyeti kabul eden ve doğru yolda olanlara tevfik
hidâyeti, onları bu hidâyete muvaffak kılması. “Hidâyeti kabul
edenlerin (ihtedev), Allah hidâyetlerini artırır.”185 “Allah, iman edenlere
hidâyet etti.”186 âyetlerinde olduğu gibi.
4- Âhirette cennete hidâyet edip iletmesi. “Hamd Allah’a olsun
ki, bizi buna hidâyet etti.”187 âyetinde olduğu gibi.
İnsan, bir başkasını, bu dört hidâyet çeşidinden sadece dâvet
ve yolu tanıtmak sûretiyle hidâyete sevkedebilir. Hz. Peygamber’e
hitaben: “Muhakkak ki sen, dosdoğru yola hidâyet edersin.”188 “Her
millet için hidâyet eden (yani, dâvet eden) vardır.”189 gibi âyetlerde
kasdolunan hidâyet, bu nevidendir. Gerekli istidatları, tevfik ve
âhirette mükâfat verme şeklinde olan öbür hidâyet çeşitlerine
ise: “Sen istediğini hidâyete erdiremezsin”190 (Hitap özellikle Hz. Peygamber’edir)
gibi âyetler işaret eder. Allah’ın; zâlimler, kâfirler,
183] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 75-76
184] 21/Enbiyâ, 73
185] 47/Muhammed, 17
186] 2/Bakara, 213
187] 7/A'râf, 43
188] 42/Şûrâ, 52
189] 13/Ra'd, 7
190] 28/Kasas, 56
HİDÂYET
- 55 -
fâsıklar hakkında menettiğini bildirdiği her âyette, üçüncü nevi,
yani “hidâyeti kabul edenlere mahsus olan tevfik hidâyeti” söz
konusudur. Cennete koymak ve âhirette mükâfat vermekten
ibâret olan dördüncü kısma giren hidâyet ise şu gibi âyetlerdedir:
“İman ettikten, Peygamber’in hak olduğuna şehâdet ettikten, kendilerine
apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir topluluğa, Allah nasıl
hidâyet eder?”191; “Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez.”192; “Onların
hidâyetleri sana düşmez, fakat Allah dilediğine hidâyet eder.” 193
Hâdî, câhiliyye devrinde, yolları iyi bilen ve insanlara yol gösterip
varacakları yerlere götüren kimseye denilmektedir. Kur’an,
sâlih amelle hidâyet arasında yakın bir münasebet olduğunu açıklar.
Tevbe-iman-sâlih amel üçlüsünün neticesinde hidâyete ulaşılmaktadır.
194 Başka bir ifadeyle hidâyet, tevbe-iman-sâlih amelin
doğal neticesidir. Hidâyete ermenin, iman ve sâlih amellerle
olacağını şu âyette de görmekteyiz: “İman edenler ve sâlih ameller
işleyenleri imanlarına karşılık Rableri onları hidâyete erdirir, doğru yola
eriştirir.”195 Başka bir âyette de hidâyet ve ıslah arasında bir ilginin
varlığı görülmekte olup şöyle buyrulmaktadır: “Onları hidâyete erdirir,
doğru yola eriştirir ve durumlarını düzeltir.”196 Âyette doğru yola
eriştirilen ve durumları düzeltilenler, sûrenin baş tarafında ifade
edildiği gibi, iman eden ve sâlih amel işleyenlerdir. 197
Hidâyet, Yön Bulmak; İman,
Yönü Bulduran Kuvvet
İnsan hayatının en önemli meselesi yön bulmaktır. İman, yönü
bulduran kuvvettir. Ancak bulunan yönde yürüyebilmek, bizi yol
problemiyle karşı karşıya getirir. Yönün işe yaraması, bu yönde
yürümemizi sağlayacak yolu gerekli kılar. Bu bakımdan Kur’an,
yol konusu üzerinde çok durmaktadır. Kur’an’da geçen sırat, sebil,
tarik ve şeriat kelimelerinin hepsi -aralarında nüanslar olmasına
rağmen- yol anlamındadır.
Hidâyetin neticesi iman; dalâletin neticesi imansızlıktır. İnsanın
kalbi, hem imana, hem de küfre doğru eğilmeye elverişlidir.
Kalbin imanla küfürden birini tercih etmesi için mutlaka çekici bir
sebep icabeder. Hidâyeti de dalâleti de ancak Allah yaratır. Yani
191] 3/Al-i İmran, 86
192] 2/Bakara, 258
193] 2/Bakara, 272; Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 199-200
194] 20/Tâhâ, 82
195] 10/Yûnus, 9
196] 47/Muhammed, 5
197] Ömer Dumlu, Kur'ân-ı Kerim’de Salâh Meselesi, D.İ.B. Y., s. 63-64
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 56 -
gönüllere imanı sevdiren sebepleri Allah yarattığı gibi, küfür tarafını
tutturan sebepleri yaratan da O’dur. Kullarından istediğine
hidâyet; istediğine dalâlet verir. Allah’tan başka insanları hidâyet
ve bahtiyarlığa eriştirecek yahut dalâlet ve hüsrâna düşürecek
hakiki bir fâil yoktur. Allah’ın hidâyet ettiğini kimse saptıramaz.
Allah’ın saptırdığını kimse doğru yola getiremez.
Yalnız, burada şu noktayı iyi bilmek lâzımdır ki, Allah Teâlâ’nın
bir kulunda dalâlet yaratması, o kulun, kendi arzusu ile sapıklık
yolunu tutmuş olmasındandır. Yoksa, kul irâdesini, yeteneklerini
dalâlete yöneltmedikçe Allah onu cebren dalâlete sevk etmez.
Yani, halk tabiriyle “belâ isteyen belâsını; Mevlâ isteyen Mevlâ’sını
bulur.” Nitekim insanlarda hidâyet ve iman asıldır. Dalâlet ve küfür
sonradan ârız olmuştur. Cüz’î iradenin sû-i isti’mâlinden doğmuştur.
Dalâlet ve küfür fıtrata muhâlefettir. Hastalıktır.198 Sağırlıktır,
dilsizlik ve körlüktür.199 Küfür ve dalâlet, zarara asla uğramayacak
bir ticareti/kazancı200 istememek ve müflis tüccar olmaktır. “Onlar
hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazançlı
olmamış ve kendileri de hidâyete erememiş, doğru yola girememişlerdir.”
201
Kaalû Belâ denilen bezm-i elestte, yani hilkat sabahında, ruhlar
meclisinde Allah, hepimizden ahd ve misak aldı. O’nun huzurunda
doğru yola gideceğimize hep bir ağızdan söz verdik. Gerçi
biz bu mâcerayı hatırlayamıyoruz, ama onu Allah, kitabında bildirmiş,
bu sûretle kat’i olarak mâlum olmuştur. Hatırlayamamak,
inkâr vesilesi olamaz. Biz üç günlük kısa hayatımızda bile, nice mühim
ve hayatî olayları unutup duruyoruz. İşte ezelî iman, Allah’ın
bir hidâyeti ve bu mâceranın tatlı bir hâtırası ve insanlarda her
türlü fazilet ve ahlâk sermayesidir. Dünyaya çıkma zamanı gelince
her ruh için cismânî ve rûhânî kuvvetlerle mücehhez bir ceset bağışlaması,
dünyaya kitaplar indirmesi, peygamberler göndermesi,
dünyada gördüğü, işittiği, fikren mülâhaza ettiği her hâdisede bir
hikmet dersi göstererek ezelî iman nurunu kuvvetlendirip parlaklığını
arttırması, hep Allah Teâlâ’nın kat kat hidâyetleridir ki, kul,
hidâyet istedikçe ve hidâyete uydukça Allah’ın hidâyeti de daima
artar durur. “...Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize süslemiş,
sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru
yolda olanlar bunlardır.” 202
198] 2/Bakara, 10
199] 2/Bakara, 18
200] 35/Fâtır, 29; 61/Saff, 10-11
201] 2/Bakara, 16
202] 49/Hucurât, 7; Ali Osman Tatlısu, Esmâü’l Hüsnâ Şerhi, Yağmur Y., s. 247-
248
HİDÂYET
- 57 -
Hidâyet İsteği ve Hidâyette Devam
Fâtiha sûresinde “ihdinâ” (bize hidâyet et)”203 diye duâ ediliyor.
Dalâlette bulunanların hidâyet istemesi, hidâyetin meydana gelmesini
istemek; hidâyette bulunanların hidâyet istemesi de sebat
ve hidâyet mertebesinde yükselmeyi istemek anlamındadır. Bizi
hidâyet üzere sâbit kıl, hidâyetten ayırma demektir. Şu âyette
buna benzer duâ ifadesi vardır: “Ey Rabbimiz, bizi hidâyete ulaştırdıktan
sonra, kalplerimizi saptırma.”204 Nice âlim ve âbid vardır ki, onun
kalbine küçük bir şüphe düşmüş, böylece de Hak’tan sapmış, ayağı
kaymış ve dosdoğru yoldan, müstakim dinden dönmüştür. Müslümanca
bir hayat önemlidir ama müslümanca ölmek çok daha
önemlidir. “Başka türlü değil, sadece müslüman olarak ölün”205 Biz, her
an hidâyette kalabilmek, doğru yoldan sapmamak için Allah’ın
yardımına muhtacız. Zaten sûredeki tüm cümleler istimrârı (devamlılığı)
ifade etmektedir. Hamdler, sürekli O’na; ibâdetler,
tâatler ve duâlar da kesintisiz O’nadır.
Hidâyet, bizi hakka götüren her türlü meziyet, araç, akl-ı selim,
Peygamber ve Kitap’tır. Müstakim yolda kalabilmemiz, kesintisiz
olarak bunlara sahip olmakla mümkündür. Sürekli akl-ı
selim sahibi olmak, vahiyle irtibatlı bulunmak, Peygamber’e bağlı
kalmak; dosdoğru yolu bulmak kadar, o yolda kalmak için de
önemlidir. Öte yandan müslüman daha ileriye, en ileriye tâliptir.
Zarardan kurtulmak için, mü’minin iki günü birbirine denk olmamalıdır.
İlmî ve amelî yönden de kendini sürekli yenilemeli,
hidâyet yolunda mesafe katetmeye, dosdoğru yolun en ilerisinde
yer almaya gayret etmelidir. İşte bu duâmızla biz, Rabbimiz’den
hidâyetimizin artırılmasını da istiyoruz. 206
Bu âyetten hemen önce “Ancak Senden yardım isteriz.” denilmişti.
İşte, bu duânın nasıl yapılacağını göstermek için duâya başlanıyor:
“Hidâyet eyle bizi doğru yola...” Bu talep ve duâ, istiânenin
öneminin ve genişliğinin tatbik sahasını gösteriyor. Duâ ve isteğe
ne sûretle başlayacağımızı, Allah’tan ne istememiz gerektiğini, bizim
için en büyük ve en değerli şeyin ne olması gerektiğini öğretmek
için böyle duâ etmemiz telkin edilmiş oluyor.
“İhdinâ” (Bizi hidâyete erdir) ifadesi, ne istediğimizi anlatmaya
yetebilirdi. Ama bununla yetinilmedi. Nereye hidâyet
edilmesi, hangi yola Allah’ın bizi iletmesini istediğimiz de
203] 1/Fâtiha, 6
204] 3/Al-i İmran, 8
205] 2/Bakara, 132
206] Bak. 35/Fâtır, 32
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 58 -
“es-sırâta’l-müstakîm” ifadelerinde açıklanmış oldu: “Dosdoğru yola.
Öyle yol ki...”
“Niçin “bana hidâyet et” değil de; “bize hidâyet et” diye çoğul
edatı kullanıldı?” denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Duâ, daha
genel olduğu zaman, kabul edilmeye daha yakın olur. “Müslümanlar
arasında duâsı kabul olunacak mutlaka birisi vardır. Allah,
birisinin duâsını kabul edince, diğerlerinin duâsını geri çevirmez”
denilmiştir. Peygamber Efendimiz, “Allah’a, kendisiyle isyan etmediğiniz
dillerle duâ edin.” buyurdu. Sahâbe: “Yâ Rasûlallah, hangimizin
öyle dili vardır?” deyince de, O: “Birbirinize duâ edersiniz. Çünkü sen
onun lisanı ile o da senin lisanınla Allah’a isyan etmemiştir.” buyurmuştur.
Kul, sanki şöyle der: “Senin Rasûlünün ‘cemaat, birlik rahmet;
ayrılık ise azabtır.’207 buyuruyor. Sana hamdetmek isteyince de, bütün
hamdleri dile getirerek “el-hamdü lillâh” dedim. İbâdeti dile getirdiğimde,
bütün herkesin ibâdetini dile getirerek “iyyâke na’büdü
(ancak Sana ibâdet ederiz)” dedim. Yardım talebinde bulununca da,
herkesin yardım talebini söyleyerek “ve iyyâke nesteıyn (ancak Senden
yardım isteriz)” dedim. Şüphesiz hidâyeti istediğimde, onu herkes
için isteyerek “ihdinâ (bize hidâyet ver)” dedim.” Ayrıca, çoğul zamiri
kullanılan bu ifade tarzında, müslümanların cemaat halinde
olmaları gerektiğine işaret vardır. Onlar toplu halde bir şeye karar
verirlerse, bu doğru ve Allah katında değeri olan bir hüküm olur.
Toplu haldeki bu müslümanlara Allah, yeryüzünü vâris kılıp, onları
da yeryüzünde halifeler kılmıştır. 208
“İhdinâ” derken, hidâyetin yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğunu
bildiğimizi de itiraf etmiş oluyoruz. Allah, Rasûlüne: “Sen sevdiklerine
hidâyet veremezsin. Ancak Allah, dilediğine hidâyet verir.”209 buyurarak
hidâyeti Rasûlünün bile veremeyeceğini bildirir. Peygamberler
ancak hidâyete vesile olurlar, insanlara yol gösterirler. “Muhakkak
sen, sırât-ı müstakîme yol göstermektesin.”210 Rabbimiz vahiyle peygamberlerine
yol göstermiştir. Biz de o vahyin ışığında yürüyoruz.
Peygamberler ve onların tebligâtı hidâyettir. 211 Peygamberlerde
örnekleşen hidâyeti elde etmenin bir niyet
ve gayret ürünü
olduğu da Kur’an tarafından beyan ediliyor.
212
Peygamberlerce gösterilen hidâyete varışı engelleyen
207] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/278
208] 35/Fâtır, 39; 21/Enbiyâ, 105
209] 28/Kasas, 56
210] 42/Şûrâ, 52
211] 21/Enbiyâ, 73; 17/İsrâ, 9; 2/Bakara, 185; Âl-i İmrân, 41, 138; 5/Mâide, 44, 46;
6/En’âm, 91, 154; 7/A'râf, 154; 10/Yûnus 57, vs.
212] 29/Ankebût, 69
HİDÂYET
- 59 -
negativitelerin başında zulüm gelir. Kur’an birçok âyetinde “Allah
zâlimlere hidâyet nasip etmez” diyor.213 Engellerden biri de
nankörlüktür.214 Fısk (bozuk, rezil yaşayış) da hidâyete ulaşmayı
engeller.215 Kur’an; yalancılık ve israfın da hidâyete varmayı engellediğini
beyan ediyor. 216
Kur’an, hidâyetle tebliğ (gerçeği duyurup göstermek)
ilişkisi
üzerinde ısrarla durmaktadır. Ve Kur’an’ın bu konuda açık beyanı
şudur: Tebliğ bir cebrî (baskıya dayalı)
hidâyet yolu değildir. O
halde hiç kimse: “Şu benim gösterdiğim en doğrusudur ve bu yüzden
sizi bunu kabule zorlayacağım” diyemez. Bu öylesine açık bir
gerçektir ki, Son Peygamber’e bile: “Sana düşen sadece tebliğdir.”217;
“Sen istediğini hidâyete erdiremezsin.” 218; “Sen insanları, imana girinceye
dek zorlayacak mısın?”
219 denilebilmiştir.
Allah, hidâyetini istediği kişiyi, İslâm’a ve huzura ısıtır, gönlünü
bu işe çevirir. 220
Hidâyet Vermek Sadece Allah’a Ait
Biz kimseye hidâyet veremeyiz. Ama İslâm nûruna dâvet eder,
yol gösteririz. Gözlere nur vermek Allah’a aittir. Doktorlar nur
vermiyor, veremiyor; sadece gözü perdelenenlerin nurunun açılmasına
vesile oluyor. Hidâyet gönül işidir. Kişinin kafasına tabanca
dayayarak iman ettiremezsiniz. Böylesi, hidâyete ermiş gibi görünür,
ama gönülden inkâr eder. Yine, kişinin kafatası veya kalbi
açılarak içinden iman sökülemez. İman, hidâyet bir gönül işidir.
Gönle de yalnız onu Yaratan hâkim olur. Bizim tebliğimiz, bir kişinin
hidâyetine sebep olursa, bu bizim için yeryüzü dolusu altına
sahip olmaktan daha hayırlıdır. Bu, bize biraz ters gelebilir. Ama
yeryüzü, insan için yaratılmıştır. Yeryüzünün tamamı, insanın haksız
yere akıtılmış bir damla kanına denk olmaz. Dinimizin insana
verdiği değer bu!... “Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya
karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları
öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa, ihyâ ederse (hidâyetine
vesile olursa) bütün insanları kurtarmış, ihyâ etmiş gibi olur.”221 Kur’ân-ı
213] bk. 3/Âl-i İmrân, 86; 5/Mâide, 51; 6/En’âm, 144; 9/Tevbe, 19, 109; 28/Kasas,
50; 46/Ahkaf, 10; 61/Saff, 7; 62/Cumua, 5)
214] bk. 5/Mâide, 67; 9/Tevbe, 37; 16/Nahl, 107; 39/Zümer, 3
215] bk. 5/Mâide, 108; 61/Saff, 5; 63/Münâfıkûn, 6
216] bk. 39/Zümer, 3; 40/Mü’min, 28
217] Âl-i İmrân,
20
218] 28/Kasas, 56
219] 10/Yûnus, 99
220] 6/En’âm, 125; Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 182
221] 5/Mâide, 32
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 60 -
Kerim’de Rabbimiz haksız yere herhangi bir kişiyi öldürenin bütün
insanları öldürmüş gibi olduğunu haber verirken222 öldürülenin
mü’min veya kâfir olmasını ayırt etmez. Medenî zannedilen
Avrupalının, Amerikalının gözünde ise, bir varil petrol, hıristiyan
olmayan milyarlarca insandan daha değerlidir. İşte böyleleriyle
aynı safta, aynı zihniyet ve aynı paktta olmamak için “gazaba uğrayanların
ve sapıkların yoluna değil” diyoruz. 223
“Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra hidâyet edendir.”224 “Ne
zaman Benden bir “hüdâ” gelir de, kim Benim “hüdâ”ma uyarsa, böyleleri
için korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.”225 Yeryüzündeki
hayatında insanın önüne iki yol açılmış bulunuyor. Bu yollardan
birisi, Allah’a giden yol, diğeri ise, Allah’ın yolu dışındaki sayısız
yollar. Allah, yarattığı kullarına karşı son derece merhametli olduğu
için, insanlara sürekli olarak “hüdâ”sını göndermiştir. Nitekim
“hidâyet” kelimesinin bir anlamı “hediye”dir. Allah’ın insanlara
yol göstermesi, onlara hüdâsını göndermesi, bütünüyle O’nun
hediyesidir. İnsana düşen, Allah’ın hediyesini kabul etmektir. Bu
hediyeyi Allah, her insana doğrudan doğruya değil de, aralarından
seçtiği elçileri vasıtasıyla gönderir. İblis, dünya hayatının geçimliliğini
insan için yegâne amaç haline getirir. Bunun sonucunda,
yalnızca tutkuları peşinde koşan ve yeryüzünde fesat çıkaran insanın
doğru yolu bulması için Allah, elçilerini gönderir ve onlarla
beraber Kitap indirir.
Hidâyet İçin Kulun Çabası Gerekir
İnsanın, saptığı yollardan ayrılıp, Allah’ın yoluna girebilmesi
için, öncelikle böyle bir zorunluluğu duyması, yani bu yola girmek
için çabalaması gerekir. Bu çabalama Allah uğrunda cihaddır.
Böyle bir çabanın içinde olan, yani, ya kendi kendilerine, ya da
elçilerinin çağrısıyla böyle bir çabanın içine giren insanlara, elçiler
getirdikleri Kitab’ın âyetlerini okurlar. Ne ilginçtir ki, elçilere ilk
inananlar, şirkin kirlerine bulaşmamış ve şirkin yarattığı ortamdan
son derece rahatsızlık duyanlar olmuşlardır. Yani, Kur’an’ın
deyişiyle, kulakları bütünüyle sağır, gözleri bütünüyle kör olmamış,
bunun sonucunda kalpleri hepten kararmamış, yani, ölmemiş
insanlardır bunlar. İnsanı öldüren, kalbi karartan günahlardır. Şirkin
her türlü kirlerinin içine bulaşarak, karanlıklar içinde hayaller
ve kuruntular üzerinde bir ‘bilgi’ oluşturan ve bunu gerçek bilgi
222] 5/Mâide, 32
223] M. Toptaş, Şifâ Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 75-76
224] 20/Tâhâ, 50
225] 2/Bakara, 38
HİDÂYET
- 61 -
sanan insanların iman etmesi kolay olmaz. İblis, insanlara yaptıklarını
süsler, onlara vaad eder, içlerine kuruntular eker. “Elbette
Senin kullarından belirlenmiş bir pay alacağım’ dedi; ‘onları mutlaka
saptıracağım, boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim.’ (İblis)
Onlara vaad eder, ümit verir.”226 İşte, şeytanın vaadine, verdiği ümitlere
ve emirlerine bağlanıp, tutkularına kapılan insanlar ‘ölmüş’
insanlardır. Bunlar, fâsıktırlar, fâcirdirler... Elçilerin getirdiklerine
inanmazlar; onları yalanlarlar, iman edenleri de vazgeçirmeye çalışırlar.
Onların bu durumuna, Kur’ân-ı Kerim’de “çok uzak bir dalâl”
denir.
İblisin temelde insanlar üzerinde bir hükmü yoktur. O sadece
vaad eder; kuruntular ve ümitler verir. Ona uyanlar, aslında tutkularına,
arzularına, hevâlarına uyanlardır. Böyleleri, kurdukları
dünyalarını sürdürebilmek için birtakım putlar icat ederler. Bu
putlar, bazı şekiller olabildiği gibi, özellikle günümüzde çok yaygın
olduğu biçimiyle, aldatıcı birtakım “bilgi”ler, eğlenceler, şarkılar,
sporcular, bilim, teknik, sosyal bilgiler, ilerleme, eğitim, medeniyet,
kültür, çağdaşlık gibi kelimeler de olabilir. Bunlar, Allah’la
ilişki koparılarak değerlendirildiğinde; Allah’ın yolundan sapmış,
tutkularına köle olmuş insanların, başkalarını da saptırmak için
icat ettikleri putlara dönüşür. 227
Öte yandan, şirkin yol açtığı ortamdan memnun olmayan ve
çıkış yolu arayan insanlar dalâl içinde olmalarına rağmen, elçilerin
okuduğu âyetlerle, kalplerindeki kirleri gidermeye girişirler,
tezkiyeye başlarlar. Bu şekilde arınmaya koyularak hüdâya tabi
olmak isteyenlerin bu çabasına “ihtidâ” denilir. (İhtidâ etmediği
halde, böyle görünen dönmeler vardır. Sabataycılar da denilen
bu dönmeler -avdetîler- 2. Meşrûtiyet döneminde ve T.C.’de
etkin faâliyetlerde bulunmuşlar, Osmanlı’nın ve müslümanların
başını çok ağrıtmışlardır. Özellikle Selanik, dönmeleriyle meşhur
idi. Hâlâ Hâriciye’de ve basında dönmelerin ciddi etkinlikleri vardır.)
İhtidânın başlangıcı elçilere ve Allah’tan getirdiklerine inanmak
ve okudukları âyetlerle kalplerini arıtma uğraşısı içine girmektir.
“Eğer sizin iman ettiğiniz gibi iman ettilerse, şüphe yok, ihtidâ
etmişlerdir.”228 “Eğer müslüman olup teslim olmuşlarsa, şüphe yok, ihtidâ
etmişlerdir.”229 Beri taraftan, elçilerin çağrılarına kulak vermeyip
uzak bir dalâl içinde olanların peşinden gidenlerin, kendilerini
dalâlete sürükleyenlere karşı tavırları şöyle anlatılır: “Yüzleri ateşte
226] 4/Nisâ, 118-120
227] Bak. 14/İbrahim, 35-36; 25/Furkan, 17-18
228] 2/Bakara, 137
229] 3/Âl-i İmran, 20
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 62 -
evrilip çevrildiği gün, “keşke” derler, Allah’a itaat etseydik, Rasûl’e itaat
etseydik! Rabbimiz, doğrusu biz efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize
itaat ettik de, onlar yolu saptırdılar.” 230
Kalplerini arıtanlar; Allah’a yapışır, Rasûllerin öğretilerine
kulak verir ve bu öğretiler üzerinde gitmeye, hayatlarını sürdürmeye
çalışırlarsa, Allah da onların hidâyetini artırır, onları
sırât-ı müstakîmde sâbitleştirir. “Allah, İhtidâ edenlerin hidâyetlerini
artırdı ve onlara takvâlarını verdi.”231 İhtidâlarında sâbit olup, imanlarından
dönmeyenler ve sâlih amellerde bulunanların sonunda
kalpleri de hidâyete erer. Kalp hidâyete erince, insan bütünüyle
hüdâya ulaşmış, yani artık tam anlamıyla hidâyet bulmuş demektir.
“Kim Allah’a iman ederse, Allah kalbini hidâyete erdirir.”232 Allah’ın
hidâyete erdirdiği insanlar, yine İblis’in iğvâlarına kapılıp dalâlete
düşebilirler. Dalâlet, doğru yoldan her türlü sapmayı içine alır;
İster bilerek, ister bilmeyerek, ister unutarak, ister kasten olsun.
Sırât-ı müstakîmde olmamak veya sırât-ı müstakîmi bilmemek de
dalâlettir.
Kur’an, hidâyetin Allah’ın elinde olduğunu, Allah’ın hidâyet
vermediğine kimsenin hidâyet veremeyeceğini, eğer Allah dileseydi
herkesin hidâyet üzere olacağını söylemektedir.233 Kişinin
bâtıl yolu bırakıp, hidâyete yönelmesi, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi
ve yardımı ile olur. “De ki: Ey insanlar, size Rabbiniz tarafından bir hak
geldi. Kim ihtidâ eder, doğru yola giderse, kendi lehine doğru yola gitmiş
olur. Kim de dalâlet içinde olursa, saparsa; kendi aleyhine sapmış olur.
Ben üzerinize vekil değilim.”234 “Allah kimi saptırırsa, artık onu hidâyete,
doğru yola sevk edecek hiçbir kimse bulunmaz.” 235
Hidâyet, öncelikle Allah’tandır ve tek hidâyet edici O’dur.
Fakat Rasûller Allah’ın hidâyetiyle hidâyet edici, yani insanları
Allah’ın yoluna yönelticidirler. Bu yönelişi tam bir hidâyet üzerinde
oluşa çevirmek yine Allah’ın elindedir. Peygamber ne kadar
isterse istesin, insanlara hidâyet veremez. Allah’ın izniyle insanlar
hidâyete erer veya sapıklıkta devam eder. Aynı şekilde İblis de insanlara
vesvese vererek, emrederek, kuruntular ve ümitler içinde
yürüterek onları dalâlete çağırır. Ama yine, insanı sapıklığa iten
230] 33/Ahzab, 66-67) (Ayrıca bak. 7/A'raf, 38-39
231] 47/Muhammed, 17
232] 64/Teğâbün, 11
233] Örnek olarak bak. 6/En'am, 149; 16/Nahl, 9, 93; 7/A'râf, 30; 13/Ra'd, 31; 4/
Nisâ, 88; 28/Kasas, 56; 42/Şûrâ, 52; 18/Kehf, 17; 39/Zümer, 37; 2/Bakara,
142, 213, 272; 10/Yûnus, 25; 14/İbrahim, 4...
234] 10/Yûnus, 108
235] 13/Ra'd, 33
HİDÂYET
- 63 -
Allah’tır; yani, nihai belirleyici O’dur. İnsansa iradesini kullanarak
sapar; yani Allah, İblisin vaadlerine kanarak, tutkularına esir olan
insanları, kendileri istedikleri ve o yöne yöneldikleri için saptırır.
İnsanları doğruya yönelten, yani hidâyete götüren imamlar olarak
Rasûller göndermesi, temelde yine Allah’ın hidâyet etmesi olduğu
gibi, İblisle de saptırması, yine Allah’ın saptırmasıdır; yani,
Allah insanın gerek hidâyete ermesi, gerekse sapması için gerekli
her türlü şartı yaratır; sonra, hidâyete ermeğe çabalayan insanları
hidâyete ulaştırır; sapıklıkta ısrar edenleri de kendi hallerine
bırakır:
“Onları (elçileri) emrimizle hidâyete götüren imamlar kıldık.” 236
“Muhakkak sen, sırât-ı müstakîme ihtidâ ettirirsin.”237 Buna karşılık;
“Muhakkak sen, sevdiğine hidâyet edemezsin. Ancak Allah dilediğine
hidâyet eder.” 238
“Sen, görmüyorlarsa, körlere hidâyet mi vereceksin?” 239
“Yeryüzündekilerin çoğuna itaat edersen, seni Allah’ın yolundan saptırırlar.”
240
Dalâlet, “an” harf-i cerriyle kullanıldığında “yitmek, yok olup
gitmek” anlamlarına gelir. Kâfirlerin dünya hayatındaki amelleri,
küfürleri, iftiraları, hepsi âhirette kendilerinden sıyrılıp gidecektir.
Böylece onların hiçbir değerlerinin olmadığı anlaşılacak ve kendilerine
hiçbir bakıma yarar getirmeyecek, tam tersine zarar verecektir.
Dünya hayatında Allah’a koştukları eşler de, aynı şekilde
kendilerinden kaybolup gidecektir: “Uydurdukları şeyler kendilerinden
kaybolup gitti.” 241
Kur’an’ı başından başlayarak okuyan kimsenin, Yüce Allah’tan
ilk isteği hidâyettir. Bu isteğe cevap da, ardından verilmektedir:
Hidâyeti isteyene “işte Kur’an!”242 denilmektedir. Dosdoğru yol,
hidâyet Kur’an yoludur.
Hidâyette Kulun Rolü
Kur’an’ın tamamını dikkatlice okumayanlar yüzeysel bir bakış
236] 21/Enbiyâ, 73
237] 42/Şûrâ, 52
238] 28/Kasas, 56
239] 10/Yûnus, 43
240] 6/En'âm, 116
241] 6/En'âm, 24; 10/Yûnus, 30; A. Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar
Y., s. 141-142
242] 2/Bakara, 2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 64 -
açısıyla kaderci bir anlayışa kapılır ve hidâyetin, kişinin hiçbir etkisi
olmadan, tamamen Allah tarafından takdir edildiğini zannederler.
Kuşkusuz Allah’a inanan her mü’min Allah’ın iradesinin
her türlü iradenin üstünde olduğuna; Allah’ın dilemesinin önünde
hiçbir engel bulunamayacağına kesin olarak inanır. İnsan da
diğer yaratıklar da Allah’a muhtaçtırlar. Yaratıkların, kendilerinden
kaynaklanan hiçbir şeyi yoktur. Organları da, fiilleri de, yararlandığı
şeylerin hepsi de Allah tarafından yaratılmıştır. Hidâyeti
de veren O’dur. Ancak, hidâyeti dileyen bir kimseye Allah engel
olur ve onu sapıklıkta kalmaya zorlar mı? Ya da hidâyeti bulmak
istemeyeni Allah zorla hidâyete sürükler mi? Daha açık bir ifade
ile Yüce Allah, kulları arasında ayırım yaparak kimilerini kayırır ve
kimilerini cezâlandırmak için başka şeylere yönelir mi?
Allah’ın dilemesinin önünde hiçbir engel olamayacağına kesin
olarak inanan mü’min, durup dururken Allah’ın, kulları arasında
bir ayırım yapmadığına; O’nun âdil olduğuna da kesin olarak inanır.
“Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi
aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zâlim değildir.”243 “Bu, yaptığınızın karşılığıdır.
Yoksa Allah, kullara asla zulmetmez.” 244
Aslında Allah, hidâyeti, bir bakıma yaratılışla iç içe ve her bir
canlıya kendisine özgü bir tarzda vermiştir. “O, her şeyi ölçüyle
yapıp, yol göstermiştir.”245 Böylece her canlının kendine has yolda
ilerlemesiyle, kâinatın sistemi bozulmadan devam etmektedir. İnsana
gelince, o diğer canlılardan daha farklı bir konumdadır. Çünkü
Allah, ona bir değil; iki yol göstermiş ve onu irâde hürriyeti
içerisinde imtihan etmek istemiştir: “Biz ona eğri ve doğru iki yol
göstermedik mi?” 246
Böyle geniş bir serbestliğe sahip olan insan soyunun, doğru
yolu çeşitli sebeplerle bulanık görmesi ya da yolunu şaşırması tehlikesine
karşı -ki bu, insanlık tarihi boyunca sürekli vuku bulmuştur.-
Allah sürekli elçiler göndererek kendi doğru yolunu, yönünü
insanlığa göstermiştir. İnsanlar ise elçilerle gelen bu yol pusulasına
karşı olan tavırlarına göre; ya doğru yolda, ya da yanlış/eğri
yolda hayatlarını tüketmektedirler. Bu durum, yeryüzü sisteminin
Allah tarafından alabora edilip ortadan kaldırılacağı ve yerine bu
dünyadaki yol tercihinin cevabını oluşturan yeni bir düzen oturtulacağı
Kıyâmet saatine kadar da devam edecektir. Çünkü Allah insanları
bu konuda serbest bırakmıştır. Aksi takdirde insanın diğer
243] 41/Fussılet, 46
244] 3/Âl-i İmran, 82
245] 87/A'lâ, 3
246] 90/Beled, 10
HİDÂYET
- 65 -
varlıklarla farkı kalmazdı. “Bize düşen, yalnızca yol göstermektir.” 247
Kur’an’ın insanlara verdiği en büyük ders tevhiddir. Tevhid,
yâni Allah’ın birliği... Ne zâtında, ne sıfatlarında,
ne mülkünde ne
icraatında ortağı bulunmaması. Kur’an’ın bu dersini dinleyenler,
putları bırakmış Allah’a dönmüş,
teslisi (üç ilâh safsatasını) atıp
tevhide ermişlerdir.
Fâtiha’nın ilk âyetinde “Allah’ın bütün âlemlerin Rabbi” olduğu
haber verilir. Sema ve arz birer âlem olduğu gibi, dünya ve
âhiret, gece ve gündüz, canlılar ve cansızlar da ayrı birer âlem...
Keza, her bir insan, hayvan ve bitki de birer küçük âlem. Bütün bu
âlemlerin başlangıçlarını, ilk tohumlarını yaratan ve onları rahmet
ve hikmetiyle, irâde ve kudretiyle safha safha terakki ettirerek
son
ve mükemmel şekline erdiren Allah’tır. Bütün bu âlemler
O’nun
mülkü olduğu gibi, onlarda cereyan eden her türlü hâdiseyi,
ister
hayır, ister şer olsun, yaratan da O’dur.
Zeminin yüzünde gece ve gündüzü O yarattığı gibi, gözlerde,
uykuyu ve uyanıklığı ve nihâyet insan kalbinde dalâlet ve hidâyeti
yaratan da O’dur. Zira, O’ndan başka yaratıcı yoktur.
Basar, yâni gözün görmesi gibi, basiret de Allah’ın büyük bir
ihsanı. Birincisi ile insanın maddî gözü açılıyor ve insan dağlarla,
ovalarla, yıldızlarla münasebet kuruyor. Diğeri ile de insanın kalp
gözü açılıyor. Maddî olmayan o göz ile maddeden münezzeh olan
Allah’ın varlığı görülüyor ve O’na iman ediliyor. Ve kalp kâinatı
çok gerilerde bırakacak bir vüs’ate, bir genişliğe kavuşuyor.
İşte, gözde görmeyi yaratmak Allah’a mahsus olduğu gibi,
kalpte imanı ve hidâyeti yaratmak da yine O’na mahsus. O halde
Allah’ın dilediğine hidâyet vereceğine dair âyetleri okurken,
öncelikle meselenin tevhid yönünü dikkate alacak, her hayır gibi
hidâyetin de O’nun elinde olduğuna iman edeceğiz.
“Doğrusu, lütuf muhakkak Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir. Ve
Allah Vâsi’dir, Alîm’dir.” 248 Âyetin sonunda Vâsi’ ve Alîm isimlerinin
zikredilmesi ne kadar
mânâlıdır. Evet, Allah Vâsi’... Yâni O’nun
rahmeti, ilmi, inâyeti
insan idrâkinin kavrayamayacağı kadar geniş
ve her şeyi kaplamış...
Ve O, her şeyi hakkıyla bilen mutlak
Alîm. Öyle ise lütfu, ihsanı,
keremi ve hidâyeti kime vereceğini O
bilir. Bu veriş rastgele değil, bir ilim ve hikmet iledir. Bu hakikati
ders veren bir diğer âyet: “Doğrusu sen sevdiğine hidâyet veremezsin.
Fakat Allah kimi dilerse ona hidâyet verir. Ve hidâyete erecekleri en iyi O
bilir.” 249
247] 92/Leyl, 2; Kur'an Okulu 2, Hanif Y. s. 92
248] 3/Âl-i İmrân, 73
249] 28/Kasas, 56
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 66 -
Evet, bizim başka varlıklar hakkındaki bilgimiz çok sınırlı...
Canlı ve cansız her şey bütün faaliyetlerini Allah’ın ilim ve murakabesi
altında sürdürüyor.
Şu uçan kuşu seyredelim. Kim bilir yuvasından nasıl bir his ile
ayrılmıştı... Şimdi havada süzülürken nasıl bir zevk ve huzur duyuyor?
Uçuşan diğer kuşları hangi gözle seyrediyor? Yerdeki binaları,
insanları, arabaları nasıl değerlendiriyor? Acaba karnı ne
derece tok yahut aç? Akşam yaklaşınca, yuvasına doğru yol alırken
hangi hislerle dolu olacak? Yuva yaptığı çatıyı gördüğünde
içinden neler geçecek?
O günkü mesaisini bitirmiş, diğer kuşlarla
havada son birkaç tur daha atarken o küçük ve temiz kalbi nasıl
bir hazla dolacak? Bunlar ve benzeri nice haller o kuşun ruhunu
sarmış durumda. O, kendi iç âleminin bütün incelikleri ile ancak
ve ancak Yaratıcısı’nın, Rabbinin nazarı, himayesi, rahmeti ve murakabesi
altında...
Bir ceylan, bir kelebek, bir karınca bu kuştan farklı mı? Her
biri kendi âleminde ayrı bir ömür sürmekte... Bedeni, kâinatla irtibat
kurarken, ruhu ve hissiyatı, bilemeyeceğimiz bir keyfiyetle,
Allah’a teveccüh ve tevekkül etmekte...
Bir de şu taksi şoförünü düşünelim. Kim bilir nereye gidiyor?
Hangi derdin sahibi? Hangi hedef için yanıp tutuşuyor? İleride
neler almayı plânlıyor? Yoksa sürdüğü arabanın taksitlerinin çilesini
mi çekmekte? Beden sıhhati nasıl? Ruh huzuru ne âlemde?
Düşkünlere karşı
kalbi katı mı, yumuşak mı? Rabbine teveccühü
ne derece? Nefsine
ne ölçüde güveniyor? İnsan durmadan düşündüğüne
göre, geçmiş günlerde neler düşündü ve şu anda ne düşünüyor?
İşte meçhûlümüz olan böyle sayısız meseleler onun hususî
dünyasını meydana getirir. Biz o dünyanın Câhiliyiz, Allah ise
Mâliki ve Âlimi.
İşte kullarını böyle her halleri ile bilen Allah, hidâyete erecekleri
de en iyi Kendisinin bileceğini yukarıdaki
âyetle haber veriyor.
Hidâyet ve dalâletle ilgili âyet-i kerimeler bir yönüyle de
mü’minin ruh terbiyesi ile ilgili... Bilindiği gibi mü’minin ruhu
havf ve recâ (korku ile ümit) sınırları arasında terakkisini sürdürür.
Bu sınırları tecavüz ettiğinde zarara düşer yahut mahvolur.
Havf, Allah’tan korkma, O’nun azabından
kendini kesin şekilde
emin bilmeme hâli... Recâ ise, Allah’ın rahmetinden
daima ümitvar
olma, günahlarının O’nun affını hiçbir zaman
aşamayacağını
düşünerek yeise, ümitsizliğe düşmeme durumu.
HİDÂYET
- 67 -
Kur’ân-ı Kerim, “Allah’ın dilediğini dalâlete götürebileceğini”
beyan etmekle mü’mine, yaptığı iyi amellerle övünmemesini ve
onlara güvenmemesini öğüt verir. Diğer taraftan, kötü halleri ve
günahları için de yeise düşmemesini, “Allah’ın dilediğini hidâyete/
doğru yola sevk edebileceğini” hatırlatır.
Konunun bir de kader yönü var. Ona da kısaca temas edelim:
Bir âyet meali: “Bir de müşrikler (Allah’a eş koşanlar) dediler ki: Allah
dileseydi ne biz ne de atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık.
Ve O’nsuz hiçbir şeyi haram
kılmazdık. Kendilerinden öncekiler de böyle
yapmışlardı. Buna karşı peygamberin vazifesi ancak
açık bir tebliğ değil
mi?” 250
“Her şeyin kader ile takdir edildiği” bir hakikat. Ama bu takdir
edilenlerden birisi de insana cüz’î irâde verilmesi ve onun emir ve
yasakları işlemekte serbest bırakılması... Bu da bir takdir...
Buna
göre, insan ister ibâdet etsin, ister isyan yolunu tutsun,
her İki
halde de kader dairesi içinde... Bu incelik, çoğu zaman
gözden
kaçıyor yahut yeterince anlaşılmıyor.
Cenâb-ı Hak, taşların cansız, bitkilerin yarı canlı olmalarını dilemiş;
hayvanlar âlemini ise his dünyasına kavuşturmuş. Bunların
hepsi kader dairesinde... İnsana gelince, onu mahrukatı içinde
en
güzel şekilde yaratmış... Ona akıl, kalp, vicdan gibi nice ihsanlarda
bulunmuş ve onu bir imtihana tâbi tutmuş... Kendisine birtakım
emirlerde bulunmuş ve önüne bir takım yasaklar koymuş.
İnsanı
bu emir ve yasaklara uyup uymamakta serbest bırakmış.
Dilemiş ki,
bu hürriyet içinde, gaflete dalmayan ve Rabbini unutmayan kullarına,
meleklerden daha üstün dereceler versin
ve onları ebedî
saâdetlendirsin. Nefis ve şeytana tâbi olarak Rabbini unutanları
ise azabına uğratsın. İşte bu da bir takdirdir. Bu takdire karışmak
kula yaraşmaz.
“Allah dikseydi bütün insanları hidâyete erdirirdi” sorusunu
başka sorular da takip eder. Meselâ, “Allah dileseydi bütün cansızları
yarıcanlı yapabilirdi” yahut “Allah dileseydi bütün ağaçlara
görme, işitme verebilirdi” veya “Allah dileseydi bütün hayvanları
akıllı yaratabilirdi” gibi... Elbette, Allah, dileseydi bütün bunları
yapabilirdi. Ama dilememiş... İnsan nevini, hepsi itaat üzere olan
meleklerden ayrı bir mahiyette yaratmayı dilemiş ve öyle yaratmış.
Müşriklerin iddiasının zikredildiği aynı sûrede şu âyet-i kerime
de
yer alıyor: “Allah dileseydi elbette hepinizi binek ümmet yapardı.
Fakat
O dilediğine dalâlet, dilediğine hidâyet verir ve muhakkak surette hepiniz
250] 16/Nahl, 35
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 68 -
bütün yaptıklarınızdan
sorumlu tutulacaksınız.”251 Bu âyet-i kerimede
birçok ders bir arada veriliyor: Allah, insanları melekler gibi bir
tek ümmet olarak yaratmayı dilememiş. Allah’ın irâdesi mutlak...
Ve insan bütün yaptıklarından sorumlu...
İnsan Allah’ın takdir sahasında ileri geri konuşarak haddini tecavüz
edeceğine, kendi irâdesine bırakılan işleri, istikamet üzere
yapmaya çalışmalı... Zira, o ancak bunlardan sorumlu...
“Şüphesiz Allah dilediğini saptırır. Dilediğini de hidâyete eriştirir. (Ey
Rasûlüm) Artık onlara üzülerek kendini harab etme. Allah onların yaptıklarını
şüphesiz
bilir.”252 Hidâyete erecekleri de dalâlete düşecekleri
de en iyi Allah bilir... “Hâdî”, Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi. “Hidâyeti
yaratan, doğru yolu gösteren ve insanı o yolda muvaffak kılan”
mânâsına geliyor...
Taşlara göz takmayan Allah, katı kalplerde de hidâyet yaratmıyor.
“Kalpleri Allah ‘ı anmak hususunda katılaşmış olanlara
yazıklar
olsun. İşte bunlar apaçık dalâlettedirler
(sapıklıktadırlar).” 253
Kulun kendi cüz’î irâdesini hayra yahut şerre yöneltmesi ile
kalbinde hidâyet yahut dalâlet yaratılıyor. Bu hakikati, hiçbir vesveseye
fırsat vermeyecek kadar açıkça ders veren bir âyet-i kerime:
“Muhakkak ki, Allah, bir kavme verdiğini, onlar nefislerindekini
bozmadıkça, değiştirmez.”254 Bir başka âyet: “Onlar öyle kimselerdir ki,
hidâyet karşılığında dalâleti
(sapıklığı) satın almışlardır. Ticaretleri kendilerine
bir kazanç sağlamadığı gibi, doğru yolu da bulamamışlardır.”255 Bu
âyet-i kerimeden kulun, dalâlete kendi irâdesiyle müşteri olduğunu
açıkça anlıyoruz.
Hidâyet ve dalâletle ilgili âyetlerin her birinde bu hakikati görebiliriz.
Bunlardan bir kısmını zikredelim:
“Allah zâlimler topluluğunu hidâyete eriştirmez.” 256
“Allah kâfirler topluluğunu hidâyete eriştirmez.” 257
“Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete eriştirmez.” 258
Bu üç âyet-i kerimeden kalpte dalâlet yaratılmasının üç sebebini
251] 16/Nahl, 93
252] 35/Fâtır, 8
253] 39/Zümer, 22
254] 13/Ra'd, 11
255] 2/Bakara, 16
256] 2/Bakara, 258
257] 2/Bakara, 264
258] 9/Tevbe, 24
HİDÂYET
- 69 -
öğreniyoruz. Hepsi de insanın kendi irâdesiyle ilgili: Zulüm, inkâr
ve fısk.
Bir diğer âyet-i kerime: “... İnkâr edenler ise, ‘Allah bu misâlle neyi
murad etti?’ derler. O, bu misâlle birçoğunu saptırır, birçoğunu
da doğru
yola getirir. Onunla saptırdığı ancak fâsıklardır ki, onlar Allah ‘a olan ahitlerini
kabulden sonra bozarlar; Allah’ın birleştirilmesini buyurduğu şeyi
ayırırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar.”259 Bu âyet-i kerimelerden
de, dalâlete düşen fâsıkların üç sıfatını öğrenmiş bulunuyoruz.
Hidâyete gelince o, Allah’ın büyük bir İhsanı olmakla beraber,
buna mazhar olmak da bazı şartlara bağlı. Bu şartların birincisi:
“Bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve müttakîlere, Allah’a karşı gelmekten
sakınanlara doğru yolu gösteren (hidâyet kaynağı) bir kitaptır.”260
âyet-i kerimesiyle “ittika” yâni “Allah’a karşı gelmekten sakınma”
olarak beyan ediliyor.
“De ki, hakikaten Allah dilediğini şaşırtıyor, kendisine gönül verene de
hidâyet buyuruyor.”261 âyetinde de hidâyet için kulun Hakk’a gönül
vermesi, cüz’î irâdesini hayra sarfetmesi şart koşuluyor.
Hidâyet ve dalâlete dair bütün âyetler Allah’ın Rahmân ve
Rahîm olduğu, Kur’ân-ı Kerim’in muttakîlere hidâyet olmak üzere
inzal edildiği ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) âlemlere rahmet
olarak gönderildiği göz önüne alınarak mütalâa edildiğinde,
meselenin hiç de itiraza veya istismara elverişli olmadığı açıkça
görülecektir. 262
Hidâyet Türleri
İnsanda üç çeşit hidâyet vardır. Bunlardan birincisi içgüdüdür.
Hayatının ilk safhasında sadece içgüdüler ona kılavuzluk eder.
İkinci safhada beş duyu devreye girer. Ancak içgüdü hidâyeti de
devam eder ve içgüdü yanıldığında duyuların hidâyeti onları düzeltir.
Üçüncü hidâyet ise, muhakeme, yani akıl hidâyetidir. Akıl,
içgüdülerle duyuların yanılgılarını düzeltir ve onlara hakemlik yapar.
İnsanı diğer hayvanlardan ayıran, bu hidâyete sahip olmasıdır.
Acaba akıl hidâyeti yanıldığında hangi hidâyet insana kılavuzluk
eder? Akıl da yanılabilir. Çünkü akıl, insana kılavuzluk ederken
ilk iki hidâyetin topladıkları malzemeyi kullanır. Bu sebeple eksik
259] 2/Bakara, 26-27
260] 2/Bakara, 2
261] 13/Ra'd, 27
262] Alaaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, s. 118-125
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 70 -
malzeme her zaman için sözkonusu olabilir ve akıl hidâyeti yanılabilir.
Ayrıca insan; sevgi, kin ve nefret gibi duyulara da sahiptir
ve aklın muhakemesine bunlar olumsuz etkilerde bulunabilirler.
İşte bu sırada, yanılmaz ve mutlak doğru olan hidâyet gündeme
gelir ki o da “vahiy”dir. Fâtiha sûresinde, kulun Allah’tan istediği
hidâyet, işte budur. 263
Kur’an’ın bizden istediği, peygamberlerin kişiliğinde örnekleşen
hidâyeti izlememizdir. Peygamberler ve onların tebliğatı
hidâyettir.264 Peygamberlerde örnekleşen hidâyeti elde etmenin
bir niyet ve gayret ürünü olduğu da Kur’an tarafından beyan ediliyor.
265
Cihad ve Tebliğ; Başkasının
Hidâyeti İçin Çalışmak
Hidâyeti bulup o yolda yürüyen insanın, başkalarına bu
hidâyeti ulaştırmak istememesi, elinde bulunan imkân ve fırsatları
değerlendirmemesi, bir insanlık suçudur, büyük bir cinâyettir.
Komşumuzun evi yanarken, yangını söndürme gücümüz olduğu
halde seyirci kalmak ne ise; hatta ondan da daha kötüdür, cehenneme
aday inanç ve yaşayışlara tepkisiz ve pasif bir seyirci kalmak.
Hidâyete dâvet etmediğimiz yakınlarımız ve ilişkide olduğumuz
insanlar, yarın yakamıza yapışıp bizden dâvâcı olabilirler endişesi
ile başkalarına mesajı ulaştırmaya çalışmak zorundayız. 266
İslâm’ın hidâyet yolunu gizleyip açıklamayanlar, Kur’an’da
şöyle uyarılır: “İndirdiğimiz delilleri ve hidâyeti, biz insanlara Kitapta
açıkladıktan sonra onları gizleyenlere, işte onlara, Allah lânet eder. Hem
de bütün lânet edebilenler lânetler. Ancak, tevbe edip kendilerini düzelten
ve Allah’ın indirdiğini açıklayanlar müstesnâ. İşte onların tevbelerini
kabul ederim. Ben, tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhamet edenim.”
267
Hidâyet İçin Gerekli Şartlar,
Hidâyete Lâyık Olmak
Kimlerin doğru yolu bulduğu, kimlerin de yolu kaybedip
şaşıranlar olduğu sorusu, bizim için önemli olmalıdır. Cevabını
âyetlerden bulalım: “Allah, insanların bir bölümünü doğru yoluna
263] Sait Şimşek, Fâtiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Beyan Y., s. 56 vd.
264] 21/Enbiyâ, 73; 17/İsrâ, 9; 2/Bakara, 185; 3/Âl-i İmran, 41, 138; 5/Mâide, 44,
46; 6/En'âm, 91, 154; 7/A'râf, 154; 10/Yûnus, 57...
265] 29/Ankebût, 69
266] bak. 33/Ahzâb, 67
267] 2/Bakara, 159-160
HİDÂYET
- 71 -
eriştirdi. Fakat bir kısmı da şaşırmışlığı/sapkınlığı hak etti. Çünkü bunlar,
saptırıcıları Allah’tan başka veli edinmişler ve kendilerini doğru yolu bulmuş
sanmışlardı.”268 Bu âyette dikkati çeken nazik bir nokta var; o
da, insanların bulundukları yolun doğru ya da eğriliği hakkında
yanılabilecekleridir. Bu konuda yegâne ölçünün Allah tarafından
belirlendiği, dolayısıyla ancak Allah’a; yani O’nun indirdiklerine
uymakla bu problemi çözebilecekleri gerçeğidir. Buna da, tahmin
etmekle değil; görüp duyduklarını, bildiklerini tahkik ederek,
doğruyu, güzeli arayıp tâbi olmakla ulaşılabileceğini Rabbimiz
bildiriyor: “Sözü dinleyip de en güzeline uyanlar, işte onlar Allah’ın kendisine
yol gösterdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl sahipleridir.”269 Bir
de bunun karşıtına bakalım: “Onlar sadece zanna ve nefislerinin arzusuna,
canlarının istediğine uyarlar; oysa, andolsun ki onlara Rablerinden
hidâyet edici, yol gösterici gelmiştir.”270 “Hevâ ve hevesini ilâh edinen, bir
ilim üzerine (bilgisi olduğu halde) Allah’ın dalâlette, şaşkınlıkta bıraktığı,
kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü?
Artık onu Allah’tan başka kim yola getirebilir? Siz, yine de öğüt alıp düşünmüyor
musunuz?” 271
Allah’ın hidâyet verdiği kimseler de şunlardır: “Allah, kendi
rızâsını gözetenleri onunla (Kur’an’la) kurtuluş yollarına ulaştırır. Onları
izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve yol gösterir.”272 “Bunlar, namaz
kılan, zekât veren ve âhirete de tam olarak iman eden mü’minlere yol
gösterici kılavuz ve müjdedir.”273 “İman edenleri ve sâlih amel işleyenleri,
imanlarına karşılık Rableri doğru yola eriştirir.”274 “Güven, iman edip
imanlarına zulüm katmayanlarındır. İşte onlar, hidâyete eren, doğru yolu
bulanlardır.”275 Dikkat edilecek olursa, Allah’ın hidâyeti insana içten
bir güç olarak verilmesine karşılık ilk adım insan tarafından
atılmalıdır. Bu tercihe göre Allah, insanı fert ve toplum olarak
denemekte, sonuçta ona yol göstermekte, ya da şaşkınlık içinde
bırakmaktadır. Burada hidâyet üzerinde ve sapıklık içinde; daha
doğrusu hidâyete lâyık olup olmama hakkındaki bilgilerimizi
özetleyecek olursak, sapıklık nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:
Allah’ın bazı kimselere hidâyeti nasip etmemesinin sebeplerinin
başında zulüm gelir. Kur’an, birçok âyetinde “Allah zâlimlere
268] 7/A'râf, 30
269] 39/Zümer, 18
270] 53/Necm, 23
271] 45/Câsiye, 23
272] 5/Mâide, 16
273] 27/Neml, 2
274] 10/Yûnus, 9
275] 6/En'âm, 82
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 72 -
hidâyet nasip etmez.” diyor.276 Saptırıcıları veli/dost edindiği halde,
kendini doğru yolda sanmak;277 hevâ ve hevesine uymak, zevklerine
göre yaşamak;278 Allah’ı zikirden, anmak, hatırlamak ve düşünmekten
yüzçevirmek;279 dünya hayatından başka bir beklentisi
olmamak;280 babalarını, atalarını üzerinde bulduğu dini ve din anlayışını
körü körüne sürdürmek;281 zâlimlerden ve nankörlerden
olmak;282 iman edip peygamberlerin hak olduğuna şâhit olduktan
ve kendilerine belgeler geldikten sonra inkâr etmek.283 Hidâyetin
önündeki engellerden biri de nankörlüktür. 284
Fısk (fâsıklık, yani bozuk, rezil yaşayış) da hidâyete erişmeyi
engeller.285 Kur’an, yalancılık ve israfın da hidâyete ulaşmayı engellediğini
beyan ediyor.286 Şeytana tâbi olmak,287 Peygamber’in
yolundan ayrılıp başka yollara uymak,288 Allah’tan korkup çekineceğine
başka varlıklardan korkup çekinmek,289 bütün bunlar
hidâyetin engellerindendir.
Bunlara mukabil hidâyete ermek için gerekli şartlar da şunlardır:
Sözü dinleyip en güzeline, en doğrusuna uymak,290 Allah’ın
rızâsını gözetmek,291 Allah’tan gelenleri bir ücret istemeden insanlara
duyurmak,292 işlediği hata ve günahlardan dönmek, tevbe
etmek,293 Kur’an okumak, Allah’ın âyetlerine uymak,294 iman
edip imanına zulüm katmamak,295 sâlih amel işlemek, namaz
kılmak, zekât vermek,296 hidâyete yönelmiş olmak,297 Allah’tan
276] Bak. 3/Âl-i İmran, 86; 5/Mâide 51; 6/En'âm, 144; 9/Tevbe, 19, 109; 28/Kasas,
50; 46/Ahkaf, 10; 61/Saff, 7; 62/Cum'a, 5
277] 7/A'râf, 30
278] 45/Câsiye, 23
279] 59/Haşr, 19
280] 2/Bakara, 200
281] 2/Bakara, 170
282] 3/Âl-i İmran, 86
283] 3/Âl-i İmran, 86
284] Bak. 5/Mâide, 67; 9/Tevbe, 37; 16/Nahl, 107; 39/Zümer, 3
285] bak. 5/Mâide, 108; 61/Saff, 5; 63/Münâfıkun, 6
286] bk. 39/Zümer, 3; 40/Mü’min, 28
287] 22/Hacc, 4
288] 4/Nisâ, 115
289] 2/Bakara, 150
290] 39/Zümer, 18
291] 92/Leyl, 19-20
292] 36/Yâsin, 21
293] 20/Tâhâ, 82; 122
294] 2/Bakara, 150; 4/Nisâ, 174-175
295] 6/En'âm, 82
296] 27/Neml, 2
297] 47/Muhammed, 17; 42/Şûrâ, 13
HİDÂYET
- 73 -
başkasından korkmamak,298 yalnızca Allah’a teslim olmak,299 düşünmek,
ibret almak. 300
Dünyaya geldikten sonra kendi güzel arzularıyla ezelî imanlarında
sâbit kalabilmek ve onu kuvvetlendirip nûrunu arttırmak bir
kul için dünyada, âhirette verilen nimetlerin en büyüğü ve en kıymetlisidir.
Çünkü iman her hayrın köküdür. İman olan kalpte her
hayır bulunur. Dünya ve âhiretin mutluluğu da ancak imanla meydana
gelir. Bu kimseler, hakkı tanır, hakka saygı gösterir. Hak söze
boyun eğer. Haksızlığa ve zulme tahammül etmez. Elinde kuvvet
de olsa, teşvik de görse hakkı çiğnemez. Hak ile yaşar, hak ile ölür.
Hak’tan geldiği gibi, şaşmadan, sapmadan yine Hakk’a gider. İşte
Allah’a karşı sözlerinin eri olan hakperest yiğitler bunlardır.
Bir kısım insanlar da dünyaya gözlerini açar açmaz etrafında
azgınları görür. Çevresini Allah ile ilgisi olmayanlar bürür. Onların
Allah’a karşı küfran ve isyan hareketlerine bu da alışır. Kendi kötü
arzusuyla fıtrî imanını terk ediverir. Kazanmak için geldiği dünyada
sermayesini de kaybeder. Hak yolundan sapar. Hayatı, dünya
yaşayışından ibâret zanneder. Bütün kuvvetiyle dünyaya tapar,
derken bir gün cehennemi boylar. İşte Hak’tan dönen, dalâlet yolunu
tutan, Allah’a vermiş olduğu sözünden cayan, nefsine uyan
azgınların sonu da budur.
Bilinmelidir ki, dünyada insanları iyiliğe çağıran hidâyet mürşitleri
bulunduğu gibi, kötülükleri süsleyerek iyiliktir diye yutturmaya
çalışan şeytanlar da vardır. Aramızda şeytan tabiatlı nice
insanlar vardır ki, insanı yoldan çıkarabilirler. Buna karşı melek
tabiatlı insanlar da vardır. Bunlar da insanın yolunu Allah’a ve
rızâsına çevirirler. Bunlarla tanışıp beraber olabilmek Allah’ın büyük
lütfu ve hidâyetidir. 301
“Taşlara, göz takmayan Allah, katı kalplerde de hidâyeti yaratmıyor.”
“Hidâyet, kalp gözünün açılmasıdır.”
Hidâyet Konusunda Sünettullah
(Allah’ın Değişmeyen Kanunu)
“Sen onların dinlerine uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da senden
râzı olmazlar. ‘Asıl doğru yol (hüdâ), Allah’ın yoludur’ de.”302 Yüce
Allah’ın Hz. Muhammed’i (s.a.s.) kendisiyle gönderdiği yol (İslâm)
298] 2/Bakara, 150
299] 3/Âl-i İmran, 20
300] 20/Tâhâ, 128; 10/Yûnus, 43-44; 12/Yusuf, 111, 6/En'âm, 140
301] A. Osman Tatlısu, a.g.e. s. 250
302] 2/Bakara, 120
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 74 -
evrensel, sağlam ve dosdoğru olan dindir. Yol demeye elverişli
gerçek yol (hidâyet) de odur. Onun ötesinde gerçek doğru yol
(hüdâ) yoktur. “Kim kendisine doğru yol belli olduktan sonra Rasûl’e
karşı gelir ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü
yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası!”303
Uyulması gereken hak yol, İslâm’dır. Ondan ötesi, terk edilmesi
ve varsa sökülüp atılması gereken yoldur. Kim ondan ötesine tutunursa
zarar eder. Allah o kimseyi terk ettiği gibi, yardımını da
ondan çeker ve o kişi zâlimlerden olur. “...Sana gelen ilimden sonra
eğer onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne
bir dost, ne de bir yardımcı olur.” 304; “Sana gelen ilimlerden sonra onların
keyiflerine uyarsan, o takdirde sen mutlaka zâlimlerden olursun.”305
Rasûlullah’a “ilim” diye gelen, Allah’ın yolu ve İslâmî emirlerden
“şeriat” kıldıklarıdır. Farz-ı muhal, yahûdi ve hıristiyanların heveslerine
uysan, o takdirde zâlimlerden olursun. Hitap Rasûlullah’a,
maksat ümmetinedir. Bu âyette, bâtıllarında ısrarcı olan hevâ
ve heveslerine tâbi olan bâtıl ehline korkutma ve tehdit vardır.
Mü’minler bilmeliler ki, sağlıklı bir gerekçeyle de olsa, insanların
hevâlarına uymak, insanları bâtıl tehlikelere düşüren ve Hak yolu
terk ettiren büyük bir zulümdür.
“Kimler Benim hidâyetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar
üzülmeyeceklerdir.”306 Bu âyetin tefsirinde İbn Kesir şöyle der: “Yani
kendisiyle kitapların indirildiği, peygamberlerin gönderildiği şeye
yönelenlere, âhiret hallerinden karşılaşacaklarında korku; dünya
işlerinden kaçırdıklarına da üzüntü yoktur.” Allah’ın hidâyetiyle
yol bulanlar, ne gelecekten korkarlar, ne de kaçırdıklarına üzülürler.
Çünkü hidâyete tâbi olmak, onlara hayırları kazanma yollarını
kolaylaştırır, dünya ve âhiret saâdetini vaad eder. İstikameti bu
olana, her karşılaşacağı ve her rastladığı yahut kaybettiği kolaylaşır.
Çünkü o bilir ki Allah, onun takipçisidir.
“...Benden size hidâyet geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa o, sapmaz
ve sıkıntıya düşmez. Ama kim Beni zikirden, hatırlayıp anmaktan yüz
çevirirse, onun için dar bir geçim, sıkıntılı bir hayat vardır.”307 Hidâyetine/
Kur’an’a tâbi olanlar hakkında Allah’ın âdeti, dünyada rahat bir
yaşantıyla (bereketli, bol bir geçim) faydalandırmasıdır. “Erkek veya
kadın, mü’min olarak kim sâlih/iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel, hoş
bir hayatla yaşatırız. Ve mükâfatlarını elbette yapmakta olduklarının en
303] 4/Nisâ, 115
304] 2/Bakara, 120
305] 2/Bakara, 145
306] 2/Bakara, 38
307] 20/Tâhâ, 123-124
HİDÂYET
- 75 -
güzeli ile veririz.”308 Allah’ın hidâyetine uyanın durumu, sâlih amel işlemekle
beraber mü’minliktir. Yoksa Allah’ın hidâyetine tâbi olmuş
sayılmaz. Onun yaşadığı “tertemiz, güzel hayat” ise, herhangi bir
sıkıntının olmadığı bir hayattır. Çünkü bu, İbn Kesir’in de tefsirinde
dediği gibi, hangi yönden olursa olsun, bütün rahatlık şekillerini
kapsar. Kaldı ki, sıkıntı, Kur’an’a uyan kimsenin kendisiyle faydalandığı
temiz yaşantıya aykırıdır. Öyle ise, “sapma”nın giderilmesi
gibi, “sıkıntı” da ondan bu dünyada giderilmiştir. Zira Allah’ın
hidâyetine uyan kimse, O’nun rızâsını gözetir. Allah’ın kendisi için
taksimine de, azımsamadan kanaat eder. Çünkü o Allah’ın kendisine
bahşettiği din nimeti sâyesinde bahtiyardır, mutludur, rahat ve
geniş bir yaşantı içindedir. Allah’ın, onu İslâm’la nimetlendirmesinden
sonra, onun, dünyaya ve dünyanın geçici metâına/faydasına
değil de, Allah’ın yanında olana yönelmesi, eline geçince terk etmeksizin
ve kaybedince üzülmeksizin bu hususta hırslı olmaması,
kesinlikle onun rahat bir yaşantı ve temiz bir hayat içinde olması
demektir.
Allah’ın hidâyetinden yüz çevirenler hakkındaki âdetullah
geçim sıkıntısıdır, sıkıntılı bir hayattır. “Ama kim Beni zikirden, hatırlayıp
anmaktan yüz çevirirse, onun için sıkıntılı bir hayat, dar bir geçim
vardır.”309 Allah’ın zikrinden maksat, O’nun Kur’an’ı ve dini İslâm’dır.
Yüz çevirmekten maksat ise Kur’an ve İslâm’ı terk etmek, ona uymamak
ve hidâyeti başkasından ummaktır. Allah’ın hidâyetinden
yüz çeviren için, dünyada geçim sıkıntısı vardır. Çünkü âyette geçen
“dank” kelimesi darlık ve şiddet demektir. Bu da dünyaya ve
dünya metâının artmasına şiddetli arzu ve ihtiras, azalmasından
korku şeklindedir. Öyle ki, iç huzuru, gönül ferahlığı diye bir şey
yoktur. Aksine, hidâyetten, doğru yoldan saptığı için, görünüşte
nimet içinde olsa da, dilediğini yiyip dilediğini giyse ve dilediği
yerde otursa da göğsü dar ve sıkıntılıdır. Çünkü Allah’ın hidâyeti,
kalbini imar etmedikçe saâdeti de rahat bir geçimi de fark edemez.
Bu, dünyadaki durum.
Âhiretteki duruma gelince, cezâ konusundaki sünnetullah,
Allah’ın âyetlerine ve hidâyetine gözlerini yumduğu için kıyâmet
günü kör olarak haşredilecektir. “Kim Beni zikirden, hatırlayıp anmaktan
yüz çevirirse, onun için sıkıntılı bir hayat, dar bir geçim vardır.
Kıyâmet günü, onu kör olarak haşrederiz.”310 Allah’ın hidâyetinden,
âyetlerinden gözünü yuman, onu unutmuş ve terk etmiş demektir.
Dünyada Allah’ın âyetlerini görmezlikten geldiği gibi, yaptığına
308] 16/Nahl, 97
309] 20/Tâhâ, 124
310] 20/Tâhâ, 124
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 76 -
uygun olarak âhirette körlük hali içinde terk edilecektir. Çünkü
cezâ, yapılanın cinsinden olur.
Hidâyetinden (Kur’an’dan) yüz çevirene, Allah, şeytanı kendisinden
ayrılmayan, kötü amelini süsleyen, hak yolundan alıkoyan
ve ona doğru yolda, hidâyet üzere olduğunu telkin eden arkadaş
kılar. “Kim Rahmân’ın zikrini görmezlikten gelirse, ona bir şeytanı saldırırız;
artık o, onun arkadaşı olur. O şeytanlar bunları yoldan çıkardıkları
halde bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar.” 311
“O cennet ehlinin kalplerinde olan haset ve kini çıkarırız. Oturdukları
yerlerin altlarından ırmaklar akar. Şöyle derler: ‘Allah’a hamd olsun
ki, bizi hidâyeti ile buna kavuşturdu. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi
kendiliğimizden bunun yolunu bulamazdık.”312 Görülüyor ki, hidâyete,
doğru yola gitmek için, Allah’ın bize müdâhale etmesi gerekiyor.
“Hidâyeti, duâ ve niyazla Allah’tan isteyin. Çünkü hidâyet edici O’dur.”313
İbrahim (a.s.): “Rabbim bana hidâyet etmemiş olsaydı, muhakkak sapıklar
topluluğundan olacaktım.”314 der.
Peygamberimiz’in getirdiği Kur’an’ın bizzat kendisi hidâyet
olduğu içindir ki, onun tebliğcisi de rehber oluyor. “Gerçekten bu
Kur’an, insanları en doğru yola hidâyet eder, rehberlik eder.”315 Peygamberimiz
de rehberlik görevinin kendisine Allah tarafından verildiğini
ifade etmiştir: “Allah, beni, âlemlere rahmet ve rehber olarak gönderdi.”
“Allah’ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer.
Bu yağmur bir toprağa düşer ki, onun bir kısmı suyu kabul eder de çayır
ve bol ot yetiştirir. Bir kısmı da kurak olur. Suyu tutar da Allah onunla halkı
faydalandırır. Ondan içerler, sulanırlar, ekin ekerler. Bu yağmur, başka
bir çeşit toprağa da isâbet eder ki, düz ve kaypaktır. Ne suyu tutar, ne de
çayır bitirir. Allah’ın dinini anlayıp da, Allah’ın benimle gönderdiğinden
faydalanan ve bunu bilip başkasına bildiren kimseye karşı başını kaldırmayan
ve Allah’ın benimle gönderdiği hidâyetini kabul etmeyen kimse
böyledir.” 316
“Vallahi, senin hidâyetinle (hidâyete vesile olmanla) bir tek kişiye
hidâyet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden
daha hayırlıdır.” 317
311] 43/Zuhruf, 36-37; A. Zeydan, İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), İhtar
Y., s. 44 vd.
312] 7/A'râf, 43
313] 14/İbrahim, 21
314] 6/En'âm, 77
315] 17/İsrâ, 9
316] Buhârî, Kitabu'l-İlm 20; Müslim, Fedâil 15
317] Buhâri, Ashâbu'n-Nebî 9; Müslim, Fedâilu'l-Ashâb 34; Ebû Dâvud, İlim 10
Sahâbeler, Peygamberimiz’e müracaat ederek: “Ey Allah’ın Rasûlü, Tâiflilerin okları bizi yaralayıp parçaladı. Aleyhlerine Allah’a bir bedduada bulunuverseniz!” dediler. Rasûlullah (s.a.s.): “Allah’ım Tâiflilere hidâyet ver!”318 buyurdular.
Arayıp yönelmek bizden; yolu gösterip istikametimizde yardım Rabbimizdendir. “Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz. Allah, şüphesiz iyi davrananlarla beraberdir.”319 “İhdinâ’s-sırata’l müstakim: Bizi dosdoğru yola ilet” 320
Allah Teâlâ, irâde-i cüz’iyyesini hidâyete, hak yola dönmek için kullanan ve iyi hal gösteren kullarına hidâyeti, aydınlık yolu gösterir. Bir kimse, hidâyeti Yüce Allah’tan istemeli ve bu hali ömür boyu korumak için, sâlih amel işlemelidir.
318] Tirmizî, Menâkıb, hadis no: 3937
319] 29/Ankebut, 69
320] 1/Fâtiha, 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 78 -
Hidâyetle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Hidâyet Kelimesinin Kökü H-d-y ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 317 Yerde)
B- Hidâyet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Hidâyet, Allah’tan korkanlar içindir: Bakara, 150.
Hidâyeti Allah Verir: Bakara, 213, 272; A’raf, 30, 43; Nahl, 9; Sebe’, 50; Müddessir,
55-56; İnsan, 29-30; Tekvir, 29.
Allah, Kafirlere ve Münafıklara Hidâyet Vermez: Bakara,264; Zümer,3; Münafıkun,
6
Allah’ın Muradı Hidâyettir: Nisa, 26; Yunus, 25; Hadid, 9.
Allah, Dilediğine Hidâyet Verir: En’am, 39; Yunus, 25; Ra’d, 27; İbrahim, 4;
Nahl, 93; Hacc, 16; Nur, 35, 46; Kasas, 56; Fatır, 8, 22; Şura, 13; İnsan, 30.
Allah, Hidâyet Ettiği Kimsenin Göğsünü İslâm İle Açar: En’am, 125; A’raf, 179.
Allah Dileseydi Bütün İnsanlar İman Ederdi: Yunus, 99-100; Ra’d, 31, Nahl, 9;
Secde, 13.
Allah’ın Hidâyet Ettiği Kimseyi Saptıracak Yoktur: Zümer, 37.
İnsana Doğru Yol Gösterilmiştir: İnsan, 3; A’la, 3; Leyl, 12-14.
İnsana Hayır ve Şer Diye İki Yol Gösterilmiştir: Beled, 10; Şems, 8.
Hidâyette Olanlar: Bakara, 5; Necm, 30, 32.
Hidâyete Ulaşmanın Yolu: Bakara, 186.
Hidâyeti Kabul Edenler, Kendileri İçin Eder: Yunus, 108; İsra, 15; Meryem, 76;
Neml, 92; Zümer, 41.
Allah’ın Hidâyet Verdiği Kimseler Doğru Yoldadır: İsra, 97; Kehf, 17.
Allah’ın Hidâyetine Tabi Olanlar: Taha, 123; Kasas, 85; Muhammed, 17; Müddessir,
55; İnsan, 29; Tekvir, 27-28.
Hidâyet Yolu, Allah Yoludur: Şura, 53.
Hidâyet İçin Dua: Fatiha, 5-7; Bakara, 128-129; Al-i İmran, 8, 53, 193; Yusuf,
101.
C- Dalâlet (Sapıklık)
Allah Dilediğini Saptırır: En’am, 39; Ra’d, 27; İbrahim, 4; Nahl, 93; Fatır, 8.
Allah’ın Saptırdığı Kimseyi Hiç Kimse Doğru Yola Getiremez: Nisa, 88, 143;
Maide, 41, Ra’d, 33; Nahl, 37; İsra, 97; Kehf, 17; Hacc, 18; Nur, 40; Rum, 29;
Zümer, 19, 23, 36; Casiye, 23; Zariyat, 9.
Allah, Dalâlette (Sapıklıkta) Bırakmak İstediği Kimsenin Göğsünü Yukarı Çıkıyormuş
Gibi Daraltır: En’am, 125.
Dalâlette Olanları Allah Bilir: Necm, 30.
Peygamberin ve Mü’minlerin Yolundan Ayrılanlar: Nisa, 115; Kasas, 85.
Şeytanı Dost Edinenleri, Allah Dalâlette Bırakır: A’raf, 30.
Allah’ın Saptırdığı Kimseler, En Büyük Zararda Olanlardır: A’raf, 178, 186.
Dalâleti (Sapıklığı) Seçen, Kendi Aleyhine Seçmiştir: Yunus, 108; İsra, 15; Neml,
92; Sebe’, 50; Zümer, 41.
i- Dalâletten Korunmak İçin Dua: Fatiha, 5-7.
Hidâyetle İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Müslim, İlim 16, Mesacid 256.
HAYIR VE ŞER
- 79 -
Ebu Davud, İlim 10
Müsned, Ahmed b. Hanbel, I: 88, 227, III: 451, IV: 367, 399, V: 145, 177, 252
Muvatta, İmam Malik, Kur’an 8.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbn Kesir, Akçağ Y. C. 2, s. 108-113
2. Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, c.1, s. 354-358
3. Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Eser Y c. 1, s. 118-121
4. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 74-76
5. Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 45
6. Tefhimü’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1 s. 42
7. Fatiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. s. 194-199
8. Fatiha Tefsiri, Azad, Bir Y. s. 239-297
9. Sorularla Fatiha Sûresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. S. 183-188
10. Kur’an’da Hidâyet, Abdullah Cevadi Amuli, İnsan Y.
11. İslâm Hidâyeti, İbn Teymiye, (terc. Celal Yıldırım), Dedekorkut Y.
12. Kur’an ve Hayat, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 33-86
13. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 17 s. 473-477
14. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 2 s. 420-421
15. Kur’ani Araştırmalar, Mutahhari, Tuba Y. s. 139-145
16. İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. s. 91-95
17. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 135-144
18. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 2 s. 26-29
19. İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 31-35
20. İslâmi Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 189
21. Kur’ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 87-88, 47
22. Kur’an’da Allah ve İnsan, İzutsu, 135-
23. Kur’an-ı Kerim’de Salah Meselesi, Ömer Dumlu, D.İ.B. Y. s. 63-64
24. Kütüb-i Sitte Terc. Ve Şerhi, İbrahhim Canan, Akçağ Y. c. 11 s. 502; c.13
s. 105
25. İlahi Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, İhtar Y.
s. 44-53
26. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 158-163
27. İnanç ve Amelde Kur’ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s.
41-45
28. Fatiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 56-58
29. Kur’an Okulu II, Hanif Y. s. 92-94
30. Sırat-ı Müstakim ve Yolcuları, İsmail Lütfi Çakan, Şamil Y. s. 38-83
31. İslâm Akaidi, Ahmet Lütfi Kazancı, Marifet Y. s. 273-280
32. Kur’an’da Uluhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y. s. 199-201; 321-322
33. Esma’ül Hüsna Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s.247-250125-127
34. Âyet ve Hadislerde Esma-i Hüsna, Metin Yurdagür, Marifet Y. s. 244-246
35. Esmaü’l-Hüsna Şerhi, M. Necati Bursalı, Erhan Y. s. 312-316
36. Onun Güzel İsimleri M. Nusret Tura, İnsan Y. s. 130
37. Esmaü’l-Hüsna Afifüddin Süleyman Tilmsani, İnsan Y. s. 130- 131
38. Esma-i Hüsna’dan Esintiler, Sadettin Kaplan, Marifet Y. s. 189-190
39.
Hidâyet, Şule Yüksel Şenler, Timaş Y.
40.
Hidâyet (Akaid, Fıkıh, Ahlâk, Siyer), Ahmed Öztürk, Şahsi Basım
41.
Hidâyete Erenler, Heyet, Feyz Y.
42.
İslâm Hidâyeti, Şeyhulİslâm İbn Teymiyye, Dede Korkut Y.
- 83 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -9-
HAYIR - ŞER
•
Hayır; Anlam ve Mâhiyeti
•
Şer; Anlam ve Mâhiyeti
•
İnsanın Hayırla ve Şerle Denenmesi
•
Kur’ân-ı Kerim’de Hayır ve Şer
•
Hadis-i Şeriflerde Hayır ve Şer
•
Her Şeyi Yaratan Allah’tır; Fakat Şer İnsanlardandır
•
Merhametli Allah’a Rağmen Dünyada Şerlerin Bulunması
•
Hayrın İki Yönü
•
Müslümanın Hayatında Hayır ve Şer
•
İslâm Düşüncesinde Hayır-Şer
•
Şerrin Ehveni Olur mu?
•
Ehven-i Şer Mantığı ve Sistem İçi Kabuller
“Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her hayrı/iyiliği Allah’ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür.” 321
Hayır; Anlam ve Mâhiyeti
Türkçe’de “hayır” ve “şer” olarak kullandığımız kelimelerin Arapça asılları “hayr” (noktalı hı ile) ve “şerr”dir. “Hayr” taşıdığı özellik dolayısıyla istenilen, arzu edilen, değerli, dünya ve âhirette faydalı, yarayışlı olan her şeydir. Hayr, ister bir davranış, ister bir ibâdet, ister mal, yani dünyalık yönünden olsun; dünya ve âhirete ait meselelerde faydalı olan, arzu edilen şeyleri ifade eder. Hayır; istenilen, kötü karşılanmayan, kendisine rağbet edilen bir değerdir. “Hayr”ın karşıtı “şerr”dir. Hayr, iyi ve faydalı, rağbet edilen tercihleri ifade ettiği için; ibâdet, iyilik etmek, Allah yolunda harcamak, faydalı mal, kişiye sevap veya şeref kazandıran şeyler hakkında da kullanılmaktadır.
Aynı kökten gelen ‘hayrât’, beğenilen özellikler, davranışlar, sevap amacıyla yapılan iyilikler ve sadaka-i câriye (devam eden
321] 2/Bakara, 110
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 84 -
sadaka) olan şeyler demektir. Yine aynı kökten gelen ‘ihtiyar’, seçmek,
dilemek, irâdesini kullanmak; ‘muhtar’, özgür iradeyle seçilen,
beğenilen şey; ‘istihâre’, hayırlı bir işi dilemek; ‘hıyare (çoğulu
ahyâr)’, hayırlı kimseler, seçilmişler demektir.
Kur’an’ın geniş kapsamlı kavramlarından biri, hayır kelimesidir.
Bu kelimenin hem dünya işlerini, hem de âhiretle ilgili değerleri
anlatan birkaç boyutu bulunmaktadır. Hayır ve onun karşıtı olan
şer meselesi İslâm tarihinde üzerinde çokça tartışılan konulardan
biridir. İslâm ıstılahında “ma’rûf”, her türlü hayrı; “münker” de
her türlü şerri ifade eder.
Şer; Anlam ve Mâhiyeti
‘Şerr’ sözlükte, istenmeyen, arzu edilmeyen, her açıdan kendisinden
kaçınılan şey demektir. Bunun yanında fesat, bozukluk,
kötülük, kötü şey, zulüm, cezayı gerektiren iş anlamında da kullanılmaktadır.
Bazen de sıkıntı, belâ ve musîbet mânâsına gelir.
‘Şerr’in çoğulu “şurûr” ve “eşrâr”dır. Şer her türlü hayrın ve iyiliğin
karşıtıdır.
Hayır ve şer ölçüleri, ya mutlak olur, ya da izafi (göreceli) olur.
Meselâ, akıl, adâlet, iyilik duygusu her zaman mutlak olarak hayırdır.
Zulüm, kötülük, hırsızlık gibi şeyler de mutlaka şerdirler.
Bazı şeyler bazıları için geçici olarak hayır veya şer olabilir. Meselâ,
mal sahibi olmak şer olmadığı halde, bazıları için şer olabilir. Birisi
mal ile kötülük veya zulüm yapıyorsa mal o insan için hayır değildir.
Şer, istenmeyen, arzu edilmeyen durumları anlattığı gibi, kötü
olan ve insana zararı dokunan şeyleri de ifade etmektedir. Kur’an,
akletmeyen sağır ve dilsizleri (inkârcıları) yerde debelenen varlıkların
en şerlisi saymaktadır 322. Çünkü onların yaptıkları hayır
olmaz, tuttukları yol yanlıştır. Azgınlıkları yüzünden yeryüzünde
hep fesat ve şer olmaktadır.
Şer, bir yönüyle insanın kendisine isâbet eden kötülüktür, yani
mutsuzluk veya talihsizlik halidir. İnsan sürekli kendine göre iyi
şeyleri ister; ancak, kendisine bir şer (kötülük) dokunursa ümitsizliğe
düşer. Biraz rahata kavuşunca da nimetin kimden geldiğini
unutur, nankörlük yapar.323 Hayır, Allah rızâsı düşünülmüş ve
takvâya uygun bütün davranış ve işlerdir. Şer ise, Allah’ın rızâsına
uymayan bütün işlerdir. Birisi mü’minin halini ortaya koyarken, diğeri
de günahı ve kâfirin amellerini nitelendirmektedir. Şirk, küfür,
nifak, zulüm gibi tavırların hepsi de şerdir. Bunun sonucu olarak
322] 8/Enfâl, 22, 55
323] 41/Fussilet, 49-50
HAYIR VE ŞER
- 85 -
kim zerre miktarı hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre miktarı
şer işlerse onun karşılığını görecektir. 324
Şer, bazen sû’ yani günah işleme duygusunu anlatır. Hayır ve
şer kavramları iman ve küfür, itaat ve isyan yerine de kullanılır.
Âmentü’de hayrın da şerrin de Allah’tan geldiğine, yani her ikisinin
de Allah (c.c.) tarafından yaratıldığına iman ettiğimizi söyleriz.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Hayır ve şer Allah’tan geldiğine
göre bizim çabamız ne işe yarar? İnsan, hür irâdeyle yaratılmış
ve dünyaya gönderilmiştir. Hayrı da şerri de seçme yeteneği
vardır. Allah (c.c.) onu başıboş bırakmamış, hayrı ve şerri anlatan
peygamberler de göndermiştir. Bundan sonra dileyen hayır işler,
dileyen şer işler. Ancak hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Bu bir
anlamda denemek için Allah’ın insana izin vermesi ve onu hareketlerinde
serbest bırakmasıdır.
Allah (c.c.) insanı hayır ve şer konusunda denemektedir.325
Cimrilik edip de mallarını Allah yolunda harcamayanların bu yaptıkları
kendileri hakkında bir hayır değil, şerdir.326 Bazı insanlar
mü’minlerden hoşlanmazlar. Allah onlara bundan daha şer olan
bir sonucu haber veriyor; Allah’ın lânet ettiği, kızdığı, başka şekillere
çevirdiği, tâğuta tapanlar yaptığı kimselerin durumu327 daha
kötüdür. Cehenneme gidecek olanlar, halk arasında en şerli kimselerdir.
328 Mü’minler, şeytanın şerrinden, yaratıkların, gecenin,
düğümlere üfleyenlerin, hasetçilerin, vesvese verenlerin şerrinden
Allah’a sığınırlar. 329
Çevremizde olup bitenlere ve insanların işledikleri fillere hayır
ve şer hükmünü verebilmemiz için elimizde sağlam bir ölçü
olmalıdır. Bu ölçü de ancak Allah tarafından bütün insanlara gönderilen
son din İslâm’dır. İnsanların aklı ve tarihsel tecrübeleri bu
konuda kesin bir ölçü olamaz. Ancak hayır ve şer hükümleri akılla
anlaşılır ve uygulanır. 330
İnsanın Hayırla ve Şerle Denenmesi
İnsan, nimetle/hayırla da sınava tâbi olur, külfetle/şerle de.
Mutlak olanın dışındaki, kaynağı beşerî olan hayır ve şer, insan
açısından göreceli olduğundan, denendiği şerrin ya da şer
324] 99/Zilzâl, 7-8
325] 21/Enbiyâ, 35
326] 3/Âl-i İmrân, 180
327] 5/Mâide, 60
328] 98/Beyyine, 6
329] 113/Felâk ve 114/Nâs Sûreleri
330] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 623-624
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 86 -
zannetiğinin kendisi için büyük hayırlara dönüşmesi mümkündür.
Bazı insan, şerle imtihanı kazanır, ama hayırla imtihanda kaybeder
veya tersi olabilir. Ama özellikle müslümanların mutlaka, korku,
açlık ve fakirlikle sınanacağını331 biliyoruz. İnsan bazen risk
taşıyan mal, mülk, evlât ve sağlık gibi hayırlarla veya hayır zannedilenlerle;
bazen de yokluk, hastalık, şeytan ve düşmanlar gibi
şerler ve şer zannedilenlerle imtihan edilir. İnsan, hayatın geçici
güzellikleriyle sınava çekilir332 ki, o kişi için bu geçici nimetler,
kalıcı hayırlara dönüşebilir. Mal, evlât, bu kabilden bir deneme
aracıdır.333 Bol rızık ve verilen nimetler birer sınama olduğu gibi,334
başa gelen üzüntü ve kederler,335 belâ ve musîbetler de birer imtihandır.
336
İnsana bazen iyilik halinin bazen sıkıntının isâbet etmesi aslında
bir denemedir: “Sizi deneme olsun diye, önce kötülük (şer) ve
iyilik (hayır) ile deneriz. Sonra Bize geri döndürülürsünüz.”337 Şer ile imtihan
karşısında müslümanın en önemli dayanağı sabır ve duâdır.
Mü’min, kendine göre şer saydığı belâ, musibet, keder ve mahrumiyet
anında, kararlı davranarak, bütün bunların bir deneme
olduğunu düşünerek sabreder. Denemeyi başarmak için Rabbine
niyaz eder. Yalnızca O’ndan yardım diler, halini yalnızca O’na arzeder.
Çünkü mü’min duâ ile evrenin dehşet verici sessizliği içerisinde
yalnız olmadığını anlar, duâ ile Rabbini yanı başında ve
kalbinde bulur.
Hayır ve şer konusundaki hükümler, insanın onlardan hoşlanıp
hoşlanmamasına göre değil, onların insanı götürdüğü sonuca
göre verilmelidir. Çünkü bu konudaki değerlendirmeler çoğu zaman
izafi (göreceli) olmakta ve karar vermekte acele edilmektedir.
Kur’an, bu konuda tipik iki örnek vermektedir: “Hoşunuza gitmediği
halde üzerinize savaş yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen
bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir.
Allah bilir de siz bilemezsiniz.” 338 “…(Hanımlarınızla) güzellikle geçinin.
Şâyet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama
Allah onda çok hayır kılar.” 339
331] 2/Bakara, 155
332] 20/Tâhâ, 131
333] 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15
334] 39/Zümer, 49
335] 20/Tâhâ, 40
336] 9/Tevbe, 126; 22/Hacc, 11
337] 21/Enbiyâ, 35
338] 2/Bakara, 216
339] 4/Nisâ, 19
HAYIR VE ŞER
- 87 -
“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” 340 Bu âyet,
insanın önemli bir psikolojik yönüne işaret etmektedir. Gerçekten
insan, öfkelendiği, sıkıldığı ya da bir güçlükle karşılaştığında, sabır
ve güzel duâ iplerine yapışmadıysa, öfkelendiklerine bedduâ eder,
güçlüklerden kurtulmak için sabır ve metânetle çaba göstereceği
yerde, acelecilik göstererek hemen kurtulmak ister. Halk deyimiyle
denize düştüğünde yılana sarılır. Hemen kurtulamayınca da,
ümitsiz ve kötümser bir hâlet-i rûhiye içinde, “Allah’ım, canımı al
da, beni bu sıkıntıdan kurtar!” gibi kendisi için bile bedduâ eder.
Elbette bu davranış, doğru değildir.
İnsanın bilgisi, hele Allah’ın ilmi ile kıyaslanınca yok sayılacak
kadar azdır. O, kendi hayrına ve şerrine olan şeyleri de yeterince
bilemez. Bir de hevâsı/kötü arzuları, geçici dünya rahatı işin içine
girince hayır ve şer kavramlarını karıştırır. Bir şeyin hayırlı veya
şerli oluşunun, bir insanın o şeyi sevmesi ya da ondan hoşlanmaması
ile temelde hiçbir ilgisi yoktur. Asıl önemli olan, o şeyin bizi
götürdüğü nihâî sonuca nazaran hüküm verilmesi gerekmektedir.
Yani hayır, Allah’ın hoşlandığı şeydir; bu, bizim hoşlanmadığımız
şey olabilir. Nefsin hoşlandığı her şeyi yerine getirmek,
Kur’an tâbiriyle hevâyı ilâhlaştırmak 341 ile Allah’ı râzı etmenin 342
ayrıldığı noktadır hayır ve şer tanımı.
İşte bu noktada Vahy devreye girmekte ve Rahmân olan Rabbimiz,
bize hayır ve şerri göstermekte, sırât-ı müstakîme hidâyet
etmektedir: “Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı/farz kılındı. Sizin
için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin
için daha şer/kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah
bilir, siz bilmezsiniz.”343 Savaş, aslında sevilen, nefsin hoşlandığı bir
şey değildir. Fakat bazen insan savaşmak zorunda kalır. İslâm’ın
emrettiği cihadda iki güzelden biri vardır: Şehid olup cennete gitmek
veya gâzi olup zafer kazanmak, ğânîmet alıp zengin olmak.
Savaş ve cihaddaki sırrı insan tümüyle bilemez; Allah bilir. Bazı
toplumlar cezaya müstahak olunca, Allah onları çeşitli belâlarla
cezalandırır. İşte onlardan biri de savaştır. Nitekim Kur’an, “Allah,
insanları birbiriyle def etmeseydi (savıp hizaya getirmeseydi) yeryüzünde
nizam bozulurdu”344 buyrulmuştur.
Vahy, mutlak hayırdır. Vahiyle irtibatı olan ilim ve hikmet de
hayırdır.“Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek
340] 17/İsrâ, 11
341] 25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23
342] 5/Mâide, 119
343] 2/Bakara, 216
344] 2/Bakara, 251
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 88 -
çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.”345
Bu âyette geçen “hikmet”, Kur’an ilimleri demektir. Derin ve yararlı
ilme hikmet denir. Allah’ın, kendisine hikmet verdiği kimseler
öncelikle peygamberler, ilmiyle amel eden âlimlerdir. İlim sahibi
olmanın en çok değer verilen tarafı, insanlığa faydalı olmak, onlara
hayrı dokunmaktır. Doğruluk, adâlet, ihlâs, sevgi, saygı, başkalarına
faydalı olmak, cömertlik gibi yüksek vasıfları Allah rızâsı
için taşıyan kimseler de hikmet ehlinden sayılır; dolayısıyla hayırlı
insan kabul edilir. Kur’an’ın emirlerini öğrenip noksansız uygulamak
için çaba sarfeden, tüm kötülüklerden uzak durma gayreti
içinde olan kimse hikmet sahibidir ve kendisine büyük hayır verilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de Hayır ve Şer
“Hayr” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 176 yerde, türevleriyle birlikte
ise toplam 196 yerde geçer. “Şerr” kelimesi ise 31 yerde zikredilir.
Kur’ân-ı Kerim’de hayır kavramı, “iyi, güzel, değerli, faydalı
ve mal mülk gibi arzulanan şeyler” anlamlarında kullanılır. Hayır,
kavram olarak bazen hem mal, hem de o malı Allah yolunda sarf
etme iyiliğini veya infak anlayışını ifade etmektedir. Allah’ın insana
verdiği mal, -her ne kadar bazıları için şer olsa da- bizzat
hayrın kendisidir. Meselâ, Kur’an, Hz. Süleyman’a (a.s.) verilen atlara
“hayır” demektedir. Bir başka yerde, ölen birisinin geride bir
hayır/mal bırakması durumunda onunla ilgili vasiyette bulunması
gerekir denilmektedir. 346
Mü’minler, Allah yolunda hayırdan ne infak ederlerse; bu,
kendileri içindir. Onlar hayır olarak infak ettiklerinin karşılığını
tastamam alacaklardır.347 Görüldüğü gibi burada hayır, hem sahip
olunan mal, hem de bu maldan Allah yolunda infak edilen pay,
sadaka anlamına gelmektedir. Bir başka âyette ise ‘hayr’ yine ikili
bir anlam ifade ederek hem sahip olunan şey, hem takvâya bağlı
olarak yapılan amel (iş) yerinde kullanılmaktadır: “Sana neyi infak
edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Hayır olarak infak edeceğiniz şey, ana-babaya,
yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak ne
yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir.”348 Hayır, yine maddî anlamlarda
refah, bolluk, zenginlik gibi anlamlarda kullanılır. 349
Hayır kavramı Kur’an’da şu anlamlarda da kullanılmaktadır:
345] 2/Bakara, 269
346] 2/Bakara, 180
347] 2/Bakara, 272-273
348] 2/Bakara, 215
349] 6/En’âm, 17; 10/Yûnus, 107; 21/Enbiyâ, 35; 70/Meâric, 21
HAYIR VE ŞER
- 89 -
a) Allah’ın sayısız (maddî ve mânevî) nimeti anlamında,350
b) Bütün hayırların kaynağı olan vahy ve peygamberlik anlamında,
ki vahye uyan mü’minler birçok nimetlere, güzelliklere,
sağlam bir inanca ve aralarında kardeşlik duygularına sahip olurlar.
Bütün bunlar hayrın ta kendisidir, 351
c) Gerçek iman, ya da iman etme eğilimi, samimiyet ve iyi niyet
anlamında, 352
d) İman etmenin güzel sonucu, imanın olumlu etkisi anlamında,
e) Sâlih amel, hayırlı iş, kulluk ve sonucu güzel olan işler anlamında,
353
f) İslâm,354
g) hikmet355 anlamında “hayır” kavramı kullanılır. Bütün bu
açıklamalardan sonra, hayır kelimesinin Kur’an’da “ma’rûf (iyilik)”,
şer kelimesinin de “münker (kötülük)” anlamında kullanıldığını
söyleyebiliriz.
Hayır ve karşıtı olan şer, şu âyette birlikte kullanılmıştır: “İnsan,
hayrı istediği gibi şerri de ister (Hayra duâ eder gibi şerre de duâ
etmektedir). İnsan pek acelecidir.” 356 Âyette aceleci olan insanın, hayrı
ister gibi şerri istediği; hayra duâ eder gibi şer için duâ ettiği
belirtilmektedir. İnsanın hayrı ister gibi şerri istemesi, üç anlama
gelebilir:
1) Bundan kasıt, Kur’an’a inanmayan kişilerin: “Allah’ım, eğer
bu hak ise başımıza taş yağdır” gibi sözlerle Hz. Peygamber’le
alay edip azap istemelerini kınamaktır. Allah Teâlâ, o insanların
Kur’an’a inanıp doğru yola gelecekleri yerde bu hayrı bırakıp şerri
istedikleri anlatılmakta, böyle doğru yoldan ayrıldıkları için türlü
azaplara, sıkıntılara uğrayan yahûdilerin sonlarına benzer bir
cezaya çarpılacaklarını îmâ etmektedir. Âyetlerin söz akışına en
uygun mânâ budur.
2) İkinci ihtimale göre, insanın şer istemesi, bunaldığı zaman
kendi aleyhine duâ (bedduâ) edip lânet okumasıdır. Bazı insanlar
350] 3/Âl-i İmrân, 26
351] 2/Bakara, 105 ayrıca Bk. 16/Nahl, 30
352] 8/Enfâl, 70
353] 2/Bakara, 110; 5/Mâide, 48; 21/Enbiyâ, 90
354] 3/Âl-i İmrân, 104; 68/Kalem, 12
355] 2/Bakara, 269
356] 17/İsrâ, 11
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 90 -
bunalınca “ölsem de kurtulsam!” gibi sözler söyler. Veya çoluk
çocuğuna bedduâ eder. Hâlbuki o istediği şey, kendi lehine değil;
aleyhinedir, yani şerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Canınız ve malınız
aleyhine duâ (bedduâ) etmeyin. Sonra Allah’ın kabul saatine (zamanına)
rastlarsınız da duânızı kabul eder.” 357 buyurmuştur.
3) Üçüncü ihtimale göre insan, bazen aleyhine olacak bir şeyi
hayır sanarak ister, olması için duâ eder, yalvarır, olmayınca üzülür.
Gerçekten onun olması, kendi aleyhinedir, şerdir; olmaması
hayırdır. Ama insan, işlerin içyüzünü bilmediği için farkına varmadan
aleyhine olacak şeyleri ister. Hayrı istediği gibi o şerli şeyi
de hayır sanarak ister. Âyette bu üç anlam da muhtemeldir. Daha
doğrusu, âyet, bu mânâların hepsini kapsar; fakat siyak ve sibaka
göre daha uygun ve temel anlam, birincisidir.358 “Eğer Allah, insanlara,
onların hayrı çabukça istemeleri gibi şerri de acele verseydi, elbette
onların ecelleri bitirilmiş olurdu (ve hepsi de helâk olurlardı). Fakat Biz,
Bize kavuşmayı beklemeyenleri azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi
başlarına) bırakırız.” 359
“Hoşunuza gitmediği halde üzerinize savaş yazıldı (farz kılındı). Olur
ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz
bir şey de sizin için şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz.”360 Bu âyette,
hoşlarına gitmese de savaşın, mü’minlere farz kılındığı; hoşlarına
gitmeyen bazı şeylerin yararlarına; hoşlarına giden bazı şeylerin
de zararlarına olabileceği, işlerin içyüzünü ancak Allah’ın bildiği
belirtilmektedir. Evet, insan ne kadar bilgili olsa da, onun bilgisi,
ancak duyuların verilerine bağlıdır. Duyulara çarpan olaylardan
gelir. Yargısı da görünüşlere göredir. İnsan, olayların iyi veya kötü
olduğu, bunlardan doğacak yarar veya zararları deney ile bilir.
Çoğu kez bir olayı denemeye imkân olmaz. Denemeye kalkıldığı
zaman da iş işten geçmiş olur. İnsan, olayların ancak dışyüzünü
bilir; hâlbuki Allah, her şeyi yaratan kendisi olduğundan, her şeyin
dışını da içini de bilir. Bu bilgisi uyarınca insanın yararına olan
şeyleri emreder, zararına olan şeyleri de yasaklar. O’nun emrettiği
her şey, zâhiren hoş görünmese de gerçekte hoştur, hayırdır.
Savaş da görünüşte hoş değildir; çünkü insanın ölümüne sebep
olabilir. Ama birkaç kişinin ölümüyle bir toplumun hürriyeti,
şeref ve nâmusu kurtarılır. Ölenler de cennette ebedî diriliğe ve
mutluluğa erişirler. Peygamberlere arkadaş olmak şerefine ererler.
Gerçekten, cihad eden İslâm toplumları yükselmişler, cihadı
357] Müslim, Zühd 74; Ebû Dâvud, Salât
358] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 8, s. 29-30
359] 10/Yûnus, 11
360] 2/Bakara, 216
HAYIR VE ŞER
- 91 -
bırakınca dünya haritasındaki yerleri küçülmeye başlamış, sonunda
güzelim ülkeleri yabancılar ve onların güdümündeki yerliler
tarafından sömürülmüştür. Cihadı bırakmak, yalnız cepheye gitmemek
değildir. Düşmana karşı kuvvet hazırlamayı ihmal etmek,
düşman atom bombası yaparken piyade tüfeğiyle yetinmek de
cihadı bırakmak demektir.
Âyetten çıkarılacak birinci hüküm, birinci ders cihada katılmak
ve cihadı sürdürmektir. İkinci ders de, bazı hoşumuza gitmeyen
şeylerin hakkımızda hayırlı olabileceğidir. Nice üzüldüğümüz şeyler
vardır ki, sonunda bizim için çok hayırlı olmuş ve nice sevdiğimiz
şeyler vardır ki, bizim için kötü sonuç doğurmuştur. O halde,
biz elimizden geldiği, gücümüzün yettiği kadar yararlı işler
yapıp durumumuzu düzeltmeğe, kötü sonuç doğuracak işlerden
kaçmaya, tehlikelerden sakınmaya çalışmalıyız. Fakat Allah’tan
başımıza bir olay geldiği, hoşumuza gitmeyen, bizi üzen bir olayla
karşılaştığımız zaman da kendimizi üzüntü girdâbına atmak
yerine sabretmeli, işin sonunu beklemeliyiz. Bir babanın, küçük
çocuğunu bazı şeylerden men etmesi, çocuğun zoruna gitse de
onun yararınadır. Doktorun verdiği ilâç acı da olsa hastanın şifasına
sebep olabilir. Doktor, zulmünden değil; şefkatinden ötürü
o ilâcı hastasına vermektedir. Her arzu ettiğini vermek, hastayı
ölüme sürükleyebilir. Şâyet Yüce Allah da sana istediğin bir şeyi
vermiyorsa, seni yoksul yaşatıyorsa, seni çocuksuz yapmışsa veya
çok sevdiğin bir şeyi elinden almışsa üzülme, sabret; bu hoşuna
gitmeyen işlerin içinde senin için kim bilir nice faydalar, hayırlar
olabilir. Ya bu vesile ile Allah sana ileride çok yararlı şeyler verecek
yahut seni bu olaylarla deneyip ruhunu olgunlaştıracak, mânevî
dereceni yükseltecektir.
Biz Rabbimizin her an, her nefes bin türlü nimetiyle besleniyoruz.
Bir nefes alış, vücuda oksijen götürür; nefes veriş, vücutta
biriken zehirli gazı dışarı atar. Bir nefes alış verişte Allah’ın bize
iki lütfu, iki nimeti var. Bir vakit de O’ndan bir sınavla karşı karşıya
kalırsak elbette sabretmemiz gerekir. Sabredersek acı olaylar tatlılaşır,
Allah olayları hikmetle örmüştür. Bazen hayırlı sonuçları görünüşte
insanın hoşuna gitmeyen olaylara bağlamıştır. Şerri hayır
yapacak yine O’dur. “Allah tevbe edip güzel iş yapanların kötülüklerini
iyiliklere çevirir.” 361 Meyveler güneşin karşısında dura dura tatlılaşır.
Hakkın rızâsına boyun eğenler de rûhen olgunlaşır, iki cihan mutluluğuna
ererler. 362
361] 25/Furkan, 70
362] S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 308-309
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 92 -
“Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her hayrı/
iyiliği Allah’ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı
noksansız görür.” 363
“Herkesin yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse
hayırlarda birbirinizle yarışın…” 364
“...Hayır işlerden neyi yaparsanız Allah onu bilir. (Ey mü’minler!) Âhiret
için azık toplayın. Bilin ki, azığın en hayırlısı takvâdır (Allah korkusudur).
Ey akıl sahipleri! Yalnız Benden korkun.” 365
“Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Hayır olarak infak edeceğiniz
şey, ana babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır.
Hayır olarak ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir.” 366
“Hoşunuza gitmediği halde üzerinize savaş yazıldı (farz kılındı). Olur ki
hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz bir şey
de sizin için şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz.” 367
“İman edinceye kadar müşrik/putperest kadınlarla evlenmeyin. İman
etmiş bir câriye, beğenseniz bile müşrik bir kadından kesinlikle daha
hayırlıdır/iyidir. İman edinceye kadar müşrik erkekleri de evlendirmeyin.
Mü’min bir köle, beğenseniz bile müşrik bir kişiden kesinlikle daha hayırlıdır.
Onlar ateşe çağırır. Allah ise izni ve inâyeti ile cennete ve mağfirete
çağırır; âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki düşünüp anlarsınız.” 368
“Güzel söylemek ve hoşgörü, peşinden başa kakılan, gönül inciten
sadakadan daha hayırlıdır.” 369
“Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır
ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.” 370
“...Hayır olarak infak ettiklerinizden (harcadıklarınızdan) hepsi, kendiniz
içindir (ondan Allah değil; siz faydalanırsınız). Yapacağınız infakı/
harcamayı, ancak Allah’ın rızâsını kazanmak için harcayın. Hayır kasdıyla
verdiğiniz ne varsa, size tam olarak noksansız verilir. Ve siz asla haksızlığa
uğramazsınız.” 371
“De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine
verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz kılar yüceltir;
363] 2/Bakara, 110
364] 2/Bakara, 148
365] 2/Bakara, 197
366] 2/Bakara, 215
367] 2/Bakara, 216
368] 2/Bakara, 221
369] 2/Bakara, 263
370] 2/Bakara, 269
371] 2/Bakara, 272
HAYIR VE ŞER
- 93 -
dilediğini de zelil kılar alçaltırsın. Her türlü hayır/iyilik Senin elindedir. Gerçekten
Sen her şeye kadirsin.” 372
“Sizden, insanları hayra çağıran, ma’rûfu (iyiliği) emredip münkeri (kötülüğü)
men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”
373
“Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz;
ma’rûfu (iyiliği) emreder, (münkerden) kötülükten men eder ve Allah’a
iman edersiniz...” 374
“Onlar, Allah’a ve âhiret gününe iman ederler; ma’rûfu/iyiliği emreder,
münkerden/kötülükden men ederler; hayırlı işlere koşuşurlar. İşte
bunlar sâlihlerdendir. Onların, hayır cinsinden yaptıkları şeyler karşılıksız
bırakılmayacaktır. Allah, takvâ sahiplerini çok iyi bilir.” 375
“Allah’ın, kereminden kendilerini (infakta) cimrilik gösterenler, sanmasınlar
ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için şerdir. Cimrilik
ettikleri şey de kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve
yerin mirası Allah’ındır. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” 376
“…(Hanımlarınızla) güzellikle geçinin. Şâyet onlardan hoşlanmadınızsa,
belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar.” 377
“...Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde
(yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse hayrâtta (hayırlı/
iyi işlerde) birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size,
üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.”
378
“Eğer Allah sana bir zarar verirse, onu kendisinden başka giderecek
yoktur. Ve eğer sana bir hayır verirse, (bunu da giderecek yoktur), şüphesiz
O her şeye kadirdir.” 379
“Allah katında hayvanların en şerlisi/kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve
dilsizlerdir (Hakkı işitip kabul etmeyen kâfirlerdir).” 380
“Allah katında hayvanların en şerlisi/kötüsü, kâfir olanlardır. Çünkü onlar
(Allah’a) iman etmezler.” 381
372] 3/Âl-i İmrân, 26
373] 3/Âl-i İmrân, 104
374] 3/Âl-i İmrân, 110
375] 3/Âl-i İmrân, 114-115
376] 3/Âl-i İmrân, 180
377] 4/Nisâ, 19
378] 5/Mâide, 48
379] 6/En’âm, 17
380] 8/Enfâl, 22
381] 8/Enfâl, 55
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 94 -
“Eğer Allah, insanlara, onların hayrı çabukça istemeleri gibi şerri de
acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu (ve hepsi de helâk
olurlardı). Fakat Biz, Bize kavuşmayı beklemeyenleri azgınlıkları içinde bocalar
bir halde (kendi başlarına) bırakırız.” 382
“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” 383
“Sanıyorlar mı ki, onlara verdiğimiz servet ve oğullar ile kendilerine
hayırlar/faydalar sağlamak için can atıyoruz? Hayır! Onlar işin farkına varmıyorlar.”
384
“Sizi deneme olsun diye, önce kötülük (şer) ve iyilik (hayır) ile deneriz.
Sonra Bize geri döndürülürsünüz.” 385
“...Onlar (peygamberler) hayır işlerinde koştururlar; umarak ve korkarak
Bize yalvarırlardı; onlar Bize huşû (derin saygı) duyarlardı.” 386
“Ey iman edenler! Rukû edin, secdeye varın, Rabbinize ibâdet edin ve
hayır işleyin: umulur ki kurtuluşa erersiniz.” 387
“Doğrusu onlar (İbrâhim, İshak ve Ya’kub a.s.) Bizim yanımızda seçkin
ve hayırlı/iyi kimselerdendir. İsmâil’i, Elyesa’yı, Zülkifl’i de an. Hepsi de
hayırlılardandır.” 388
“İnsan, hayır istemekten usanmaz (Her şeyinin olmasını ister). Fakat
kendisine bir şer/kötülük dokunursa hemen karamsar olur, (Allah’ın rahmetinden)
ümidini keser. Andolsun ki, kendisine dokunan bir zarardan
sonra Biz ona bir rahmet tattırırsak, ‘Bu, benim hakkımdır, kıyâmetin kopacağını
sanmıyorum. Rabbime götürülmüş olsam bile muhakkak O’nun
yanında benim için daha güzel şeyler vardır’ der. Biz o inkâr edenlere
yaptıklarını mutlaka haber vereceğiz ve mutlaka onlara ağır azaptan tattıracağız.
İnsana bir nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve kendine yönelir.
Fakat ona bir şer dokunduğu zaman da yalvarıp durur.” 389
“Kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu(n karşılığını) görür. Kim de
zerre ağırlığınca şer işlerse, onu(n karşılığını) görür.” 390
Hadis-i Şeriflerde Hayır ve Şer
“...Allah’ım! Hayrın tamamı Senin elindedir; şer ise Sana izâfe
382] 10/Yûnus, 11
383] 17/İsrâ, 11
384] 23/Mü’minûn, 55-56
385] . 21/Enbiyâ, 35
386] 21/Enbiyâ, 90
387] 22/Hacc, 77
388] 38/Sâd, 47-48
389] 41/Fussilet, 49-51
390] 99/Zilzâl, 7-8
HAYIR VE ŞER
- 95 -
edilemez.” 391
“İnsanlardan öylesi var ki, hayrın anahtarı, şerrin kilididir. Öylesi de var
ki, şerrin anahtarı, hayrın kilididir. Eline Allah tarafından hayır anahtarları
verilene müjdeler olsun! Eline şer anahtarları verilene de yazıklar olsun!”
392
“Rıfktan (yumuşak huylu, şefkatli ve merhametli olmaktan) mahrum
olan, her hayırdan mahrum olmuştur.” 393
“Başınızdakiler en hayırlılarınız olduğu, zenginleriniz hoşgörülü davrandığı
ve işleriniz aranızda görüşülüp danışılarak yürütüldüğü sürece
sizin için yerin üstü, altından daha hayırlıdır.” 394
“Allah, bir insanın ellerini hayrın anahtarı yapmışsa, ne mutlu ona!” 395
“İnsanların en hayırlısı, iyiliği beklenen, kötülük etmesinden korkulmayan
kimsedir.” 396
“İnsanların en hayırlısı, toplum içinde yaşarken bir taraftan o toplumun
hakkını ödeyen, diğer taraftan Rabbine ibâdet eden, savaşa çıktığında
ise düşmana korku salan kimsedir.” 397
“Mü’minin işi tuhaftır, her işi hayırdır. Bu, yalnız mü’mine özgüdür.
Sevindirici bir işle karşılaşsa şükreder, o iş kendisi hakkında hayırlı olur.
Üzücü bir işle karşılaşsa sabreder, kendisi için hayırlı olur.” 398
“Kişinin kendinden sonra bıraktığı şeylerin en hayırlısı üç tanedir: Kendisine
duâ edecek sâlih evlât, kendisine sevâbı ulaşacak olan sadaka-i
câriye ve kendisinden sonra onunla amel edilecek ilim.” 399
“İnsanların en hayırlısı, -savaş zamanında- malı ve canıyla savaşan,
-barış zamanında- ise Rabbine ibâdet etmekle meşgul olup kendini insanlara
zarar vermekten alıkoyan kimsedir.” 400
“Üst el, alt elden (veren el, alan elden) hayırlıdır. Sen üst el olmaya
bak! Sadakanın en hayırlısı da zenginlikten verilenidir. Kim haramdan
sakınıp şerefini kurtarmak isterse, Allah onu iffet ve şerefli kılar. Kim de
391] Müslim, Müsâfirîn 26, 1/534; Tirmizî, Deavât 32, 5/485; Ebû Dâvud, Salât,
1/201; Nesâî, İftitah 17, 2/130
392] İbn Mâce, Mukaddime 237, 1/86
393] Müslim, Birr 75
394] Tirmizî, Fiten 78
395] İbn Mâce, Mukaddime 19
396] Timizî, Fiten 76
397] Tirmizî, Fiten 15
398] Müslim, Zühd, 64; Dârimî, Rikak 61; Ahmed bin Hanbel, V/24
399] İbn Mâce, Mukaddime 20
400] Buhârî, Rikak 34; Nesâî, Zekât 74
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 96 -
müstağnî davranırsa Allah onu zengin kılar.” 401
“Andolsun ki, Allah yolunda bir sabah veya bir akşam savaşmak, dünyadan
da, dünyada olan şeylerden de hayırlıdır.” (Diğer bir rivâyette:)
...Üzerine güneşin doğup battığı şeylerden hayırlıdır.” 402
“Allah yolunda harcanan bir gün, o yolda harcanmayan bin günden
hayırlıdır.” 403
“Allah, hiçbir mü’mine, yaptığı tek hayrın bile karşılığını ihmal etmek
sûretiyle zulümde bulunmaz. Yaptığı her hasenenin karşılığı hem dünyada,
hem de âhirette kendisine verilir. Kâfir ise, yaptığı hayır sebebiyle
dünyada öylesine yedirilir ki, âhirete varınca, karşılığı verilecek tek hayrı
kalmaz.” 404
“Allah Teâlâ bir kulun hayrını diledimi onu isti’mâl eder!” “Onu nasıl
isti’mâl eder?” diye soruldu. “Ölümden önce sâlih amel işlemede muvaffak
kılar” buyurdu. 405
“Hiç kimse, elinin emeğinden (kendi kazancından) yediğinden daha
hayırlı bir şey yiyemez. Allah’ın peygamberi Dâvud (a.s.) da kendi elinin
emeğini yiyip geçinirdi.” 406
“Sizin hayırlınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.” 407
“Yâ Ebâ Zer! Sabahleyin kalkıp da Allah’ın Kitabından bir âyet öğrenmen,
yüz rekât (nâfile) namaz kılmandan daha hayırlıdır. Ve yine sabahlayıp
da ilimden bir bab (bölüm) öğrenmen bin rekât (nâfile) namaz
kılmandan daha hayırlıdır.” 408
“Bu ilme, henüz ortadan kalkmadan istekli olun, sarılın! Onun kalkması,
yeryüzünden ref olunmasıdır. Âlim ile ilim öğrenen (öğrenci) ecirde
müşterektirler. Diğer insanlarda ise, hayır yoktur.” 409
“Allah Teâlâ katında, arkadaşların en hayırlısı, arkadaşına en hayırlı
olanıdır. Komşuların en hayırlısı, komşusuna en hayırlı olanlarıdır.” 410
“Kıyâmet günü, Allah indinde, derece itibarıyla insanların en şerlisi,
başkasının dünyası uğruna âhiretini hebâ eden kuldur.” 411
401] Buhâri, Zekât, 2/112; Müslim, Zekât 94, 2/717, hadis no: 1033
402] Buhârî, Cihad 4/17; Müslim, İmâre 112, 115, 3/1499, hadis no: 1880
403] Nesâî, Cihad, 6/40
404] Müslim, Sıfatu'l-Münâfıkîn 56, hadis no: 2808
405] Tirmizî, Kader 8, hadis no: 2134
406] Buhârî
407] Buhârî, Fazlu’l-Kur’an 6/108
408] İbn Mâce, Mukaddime 219, 1/79
409] İbn Mâce, Mukaddime 228, 1/83
410] Tirmizî, Birr 28; Ahmed bin Hanbel hadis no: 6566
411] Kütüb-i Sitte Terc. 4/265
HAYIR VE ŞER
- 97 -
“Allah’a andolsun ki, Allah’ın senin vâsıtanla bir adamı hidâyete erdirmesi,
kızıl tüylü develerden oluşan sürülerden senin için daha hayırlıdır.”
412
“Âlimin âbide olan üstünlüğü, benim sizin en aşağınıza olan üstünlüğüm
gibidir. Şüphesiz ki Allah, melekleri, gökler ve yer ehli, hatta delikteki
karınca, denizdeki balık bile insanlara hayır/iyilik öğretene salevât
verirler (duâ ve istiğfârda bulunurlar).” 413
Hadis-i şeriflere göre, insanların (veya müslümanların) en
hayırlıları; “dostlarına ve komşularına hayrı dokunan”; 414 “ömrü uzun,
ameli güzel olan”; 415 “geç öfkelenip çabuk yatışan”;416 “borcunu güzellikle
ödeyen kimse”dir.417 Ticâret ehlinin en hayırlısı da borcunu güzellikle
ödeyen, alacağını güzellikle isteyendir.418 En hayırlı yönetici
ise halkının kendisini sevip hayır duâda bulunduğu kişidir. 419
“Amellerin en hayırlısı, namaz” 420; “mescidlerin en hayırlısı geniş olanıdır.”
421; “Oruç tutmak, sadaka vermek ve geceleyin namaz kılmak ‘hayır
kapıları’dır.” 422; “Hayâ, bütünüyle hayırdır.” 423
Her Şeyi Yaratan Allah’tır;
Fakat Şer İnsanlardandır
Her şeyi yaratan ancak Allah’tır. Fakat hayra rızâsı olduğu halde,
şerre yoktur. Kaldı ki hayır ve şer dediğimiz, yapılan işin, işlenen
fiilin Allah’ın emir ve rızâsına uygun olup olmamasıyla ilgili.
Yani, fiilin kendisiyle değil; sıfatıyla alâkalı. Konuşma, görme, işitme,
yürüme... hepsi birer fiil; Hayır olsun şer olsun bütün bu fiilleri
yaratan Allah’tır. İşlenen fiil, İslâm’a uygun ise hayır; aksi halde şer
olur. Zaten Allah’ın birliğine iman eden bir insan, O’nu bütün bu
işlerin, bu fiillerin tek yaratıcısı olarak bilmiş olmuyor mu?
İnsan bir işi yapmayı sadece arzu eder ve cüz’î irâdesini o işi
yapmaya sarfeder. Neticeyi yaratan ise Allah’tır. Hakikat böyle bilinmezse
ortaya şöyle bir tezat çıkar: Aynı fiil hayır olunca Allah
412] Buhârî, Ashâbu’n Nebî 9; Müslim, Fedâilu’l-Ashâb 34, hadis no: 1787; Ebû
Dâvud, İlm 10
413] Tirmizî, İlm 10/157-158; Ebû Dâvud, İlm
414] Tirmizî, Birr 28
415] Tirmizî, Zühd 21, 22
416] Ahmed bin Hanbel, Müsned III/19; Tirmizî, Fiten 26
417] Buhârî, İstikrâz 4, 6; İbn Mâce, Ticâret 62
418] Ahmed bin Hanbel, Müsned III/19
419] Tirmizî, Fiten 77
420] Muvattâ, Tahâret 36; İbn Mâce, Tahâret 4
421] Ahmed bin Hanbel, Müsned III/18; Ebû Dâvud, Edeb 12
422] Tirmizî, İman 8
423] Müslim, İman 61; Ebû Dâvud, Edeb 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 98 -
tarafından yaratılır, aksi halde... Görme fiilinin yaratıcısı Allah’tır.
Göz fabrikası O’nun. Işık ham maddesi O’nun. Görülen bütün eşya
da O’nun. O halde bir insan neye bakarsa baksın görmeyi yaratan
Allah’tır. Baktığı helâl ise, bu bakış hayır olur, haramsa şer.
Gerek fenalık ve kötülük anlamında olsun; gerek musîbet,
belâ, felâket ve sıkıntı anlamlarında olsun insanların şerre dönüştüreceği
şeyleri de yaratan Allah’tır. Çünkü her mümkini ve her işi
yaratan Allah’tır. O’ndan başka yaratıcı yoktur. Zâtı ekmel olup
mutlak kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğu için Allah’ın zat, esmâ
(isimler), sıfat ve fiillerinde hiçbir şer yoktur. Şer, insanlarda, insanların
işlerinde ve insanın zannına göre yaratıklardadır. Allah
insanların şerre dönüştüreceği şeyleri de hikmet ve İlâhî adâletin
bir gereği olarak yaratmıştır.
Yüce Allah, insanı bu dünyaya akıl ve irâde vererek imtihan etmek
için getirmiştir. Bu sınav âleminde şerrin bulunmaması, dünyanın
ve içindeki insanın yaratılış hikmetine aykırı düşerdi. Allah
bu evrende insanlara, içlerinden peygamberler göndererek doğru
yolu göstermiştir: “Biz ona (insana) iki yol gösterdik.”424 Üstelik insanın
ruhuna şerden sakınmanın ve şerri tanımanın bilgilerini koymuş
ve ilham etmiştir: “Her nefse (insan ruhuna) ve onu düzenleyene,
sonra da ona kötülüğü (n ne olduğunu) ve bundan sakınmayı ilham edene
and olsun ki onu (nefsini/ruhunu günah ve şerden) temizleyen felâha
ermiştir.”425
Allah, insanlara şer ve kötülük yaptırmasaydı, zorlasa ve şer
için fırsat vermese, onların hepsini kendisine iman eden, tâat ve
hayırda/iyilikte bulunan kimseler yapsaydı, daha iyi olmaz mıydı?
Allah, böyle yapsaydı, insanın sözgelimi arıdan veya başka herhangi
bir hayvandan farkı kalmazdı. Arı, Allah’ın nefsine (canına)
koyduğu bir ilham (içgüdü) ile baldan başka bir şey yapamaz.
Onun ne aklı ne de hür bir irâdesi vardır. Fakat Allah, insana akıl,
şuur, bilgi edinme ve irâde özellikleri olan bir ruh vererek onu
hayvanlardan üstün kılmış ve yeryüzüne halife yapmıştır. İyilik ve
hayrın kıymeti, zorlayarak ortaya çıkarılan değildir; şuur ve serbest
bir tercih ile yapılmayan hayrın/iyiliğin kıymeti yoktur. “Eğer
Rabbim dileseydi, yeryüzünde bulunan bütün insanların hepsi iman
ederlerdi.”426 Allah böyle yapsaydı, insanlar akıllarını kullanarak,
vicdanlarına tâbi olarak serbest irâdeleriyle hürriyet içinde iman
ve hayrı seçmeselerdi, imanın küfre karşı ne değeri olurdu? Küfür
424] 90/Beled, 10
425] 91/Şems, 7-9
426] 10/Yûnus, 99
HAYIR VE ŞER
- 99 -
ve şer olmasaydı, irâde ve istekle iman ve hayır uğrunda çekilen
meşakkatin ne kıymeti kalırdı? Küfrün bilfiil varlığı olmasaydı
iman ve kelimetullah nasıl bu kadar yüce ve değerli olurdu? Her
şeyin kıymeti, zıddı ile bilinir. Eğer Nuh kavminin küfrü olmasaydı
Tûfan mûcizesi meydana gelmezdi. Diğer peygamberlere iman etmeyen
kavimlerde helâk âyetleri kendini göstermezdi.
İnsanların şerre dönüştüreceği şeyleri yaratmak şer değildir.
Fakat şerri kazanıp şer ile vasıflanmak şerdir. İnsan, aklını kullanarak
irâdesini şerre yöneltip kudretini buna sarf ederse, Allah da
bunu yaratır. Her şey, Allah’ın dileyip yaratmasıyla vukua geldiği
için, kulun irâdesini yöneltip kudretini sarf ederek işlediği işi de
sırf husûle gelmesi ve imtihanın gerçekleşmesi için yaratır. Ancak,
Allah’ın şerre yardımı ve rızâsı yoktur.
Bazen insan, bir şeyi hayırlı bulmayıp şer zanneder. Fakat Allah
kula terbiye olması, aklını başına alması için musîbet verir; günahlarının
affolması veya bir kısmından vazgeçilmesi ve o kişinin
ecirler kazanması için hastalık, musîbet veya bazı sıkıntılar verir.
Allah, bize şer şeklinde görünen sıkıntı ve musîbetleri hayra vesile
olması için yaratır. Eşya ve olayların mâhiyet ve kıymetleri, zıtlarıyla
anlaşılır. Hastalık olmazsa sıhhatin, cehâlet olmazsa ilmin
kıymeti anlaşılamazdı. Yağmur ve karın yağmasında, rüzgârların
esmesinde, insanlara zararlı mikrop ve hayvanların yaratılmasında
görülen cüz’î şerler, bunların hayır ve faydaları yanında yok
gibidir.
Yüce Allah’ın âhirette kâfirler ve günahkârlara vereceği cezalar
da adâlet ve hayırdır. Çünkü cezaları hak edenlere verir. Cezayı
hak eden ve buna lâyık olan kimselere verilen cezalar, bu kimselere
nisbetle şerdir. Çünkü kendilerine acı ve sıkıntı verir.
Eski İran’da mecûsîler ve zındıklar, “âlemdeki bütün hayırları
yaratan âlemin tanrısı Hürmüz’dür (Ahura Mazda). Kötülüklerin
kaynağı/yaratıcısı ise Ehrimen’dir (Angra Mainyu)” derlerdi. Bunların
iddialarına göre, dünyada bu iki kuvvet mutlak hâkimiyeti
sağlamak için sürekli mücâdele halindedirler.427 Her şeyin yaratıcısının
Allah olduğu unutulan tahrif edilmiş veya uydurulmuş
bâtıl dinlerde hayrı yaratan Allah, şerri yaratmaz denilerek, şer
için başka hâlık kabul edilmiştir. Bazıları da şerri şeytanın yarattığını
ileri sürmüşlerdir. Bunlar, şerrin yaratılmasını Allah’a yüklemenin
hata olacağı düşüncesiyle hareket edenlerdir. Bu yüzden
Kur’an, Allah’tan başka yaratıcı bulunmadığını anlatmak için her
427] Muhiddin Bağçeci, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 28
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 100 -
şeyin hâlıkı Yüce Allah’tır428 buyurarak, fiilin kulun eseri olduğu
bildirilirken, hâlıkının Kendisi olduğunu açıklamıştır. “Ona iki yolu
(hayrı ve şerri) göstermedik mi?”429 buyrulur. Şerri seçenin, kötülüğü
yapanın kul olduğu bildiriliyor. O yüzden şerri meydana getirenin
Allah olduğunu söylemek doğru olmaz. Şerri meydana getirenin
insan olduğunu, Allah’ın ise tek yaratıcı olmasından dolayı insanı
ve onun fiillerini yaratan olduğu, birbirine karıştırılmamalıdır. Hayır
da şer de kulun fiilidir. Ama imkânları ve fiili meydana getiren
kulu, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olması yönüyle hâlıkı Allah olur.
Kâinatta olan biten her şey Allah’ın meşîeti (yaratması/dilemesi)
dâhilindedir. Ama Allah şerri irâde etmez, kâinatta şerrin
olmasını, insanların şerde bulunmalarını dilemez. İnsanların hoşuna
gitmeyen bazı şeylerin hayır olabileceği Kur’an’da açıklandığı
gibi,430 şerrin de kesb, yani insanların kazanmalarının/amellerinin
sonucunda var edildiği belirtilir ve “insanın, işlediği zerre miktarı hayır
ve zerre miktarı şerrin karşılığını göreceği”431 ilân edilir. Dolayısıyla
Allah’ın, insanın şerre dönüştüreceği şeyleri yaratması şer değil;
tümüyle hayırdır; fakat kulun şerri kazanması, yani kesbi şerdir.
Eğer, kulun şerri kesbi neticesinde Allah onu yaratmamış olsaydı,
bu defa, kul irâde sahibi olmuş olmazdı.
Kâinatta şeytan gibi, mutlak şer olan (insan açısından mutlak
şer değil; hayrı şerrinden fazla olduğundan) yaratıkları da yaratan
ve netice itibarıyla onun azmasına fırsat veren de Allah’tır.
Yani, şeytanın azması, Allah’ın meşîeti dâhilindeydi. İnsan yeryüzüne
imtihan için gönderilmiş ve kendisine irâde verilmiştir; o
bu irâdesini kullanarak en alçak bir mevkîye düşebildiği gibi, en
yükseğe de çıkabilir. Ortada yüz yumurta olsa, sadece yüz yumurta
olarak değer ifade eder; ama bir tavuğun altına konulsa ve
yirmisi civciv olup sekseni bozulsa, o zaman yirmi civciv mi daha
kıymetlidir; yoksa yüz yumurta mı? Civcivlerin yumurta yanındaki
değerleri bir yana, ileride her civciv tavuk olduğunda belki yüzlerce
yeni yumurta verecektir. İşte, yeryüzünde insanların belki
yüzde sekseni şeytana uyar, ama yüzde yirmisi gerçekten insan
olur ve yüceliklere ulaşır; ama hepsi ot gibi kalsa, o zaman insana
ne gerek olacaktır? Bu noktada, şeytan gibi mahzâ şer varlıkların
varlığı tavzîfîdir (görevlendirme icabıdır). Kaldı ki, şeytanı şeytan
yapan, onun kendisidir. Meleklerle birlikte tâbi tutulduğu bir imtihanda
bir daha geri dönüşü ve telâfisi mümkün olmayacak bir
428] 13/Ra'd, 16
429] 90/Beled, 10
430] 2/Bakara, 216
431] 99/Zilzâl, 7-8
HAYIR VE ŞER
- 101 -
kayba uğramıştır. Demek oluyor ki, Allah’ın yaratması yönüyle her
şey, hayırdır; melekût cihetinde şer yoktur; şer kesb iledir ve mülk
cihetindedir.432
Allah için yapılan her amel hayır; bunun dışındaki ameller ise
şerdir. Kul, Allah Teâlâ’nın yarattığı imkânları, emirlerine uygun
olarak kullanırsa, hayır; emrinin aksine kullanırsa şer olur. Bunlardan
herhangi birini seçmek ve yapmak, kulun yetkisindedir. Eğer
kötülüğü yapmak imkânına sahip olmasaydı, elbette yapamazdı.
Şu halde yaratılan, aslında hayır ve şer değil; bunların yapılmasına
elverişli imkânlardır. Bu sebeple de bu imkânları yaratan, fiilin
hâlıkı olur. Çünkü O’ndan başka yaratan, imkân sağlayan yoktur.
Halk etme Allah’a mahsus olduğundan, kulun fiili için bu tâbir
kullanılamaz. Çünkü kul, fiilin meydana gelişini sağlayan çeşitli
sebeplerden yalnız birinin (işi meydana getiren gücün) sahibidir.
Kula fiilin hâlıkıdır demek, işin oluşmasında rol alan diğer bütün
âmilleri hesap dışı bırakmak olur. Görme fiilinin yaratıcısı Allah’tır.
Göz fabrikası O’nun. Işık hammaddesi O’nun. Görülen bütün eşya
da O’nun. O halde insan, neye bakarsa baksın görmeyi yaratan
Allah’tır. Baktığı helâl ise bu bakış “hayır” olur, haramsa “şer.”
Kâinatta, gerçek mânâda “şer” vasfına lâyık olanlar, insanların
dalâletleri ve günahlarıdır. Bu noktada, “kader sırrı” karşımıza
çıkıyor. Dalâlet ve günahlarda insanın fâil ve muhtar olduğunu
kabul etmek zorundayız. Bir insan olarak düşündüğümüzde,
vicdânî bir muhâsebeye giriştiğimizde, fiillerimizdeki, bu arada
kötü eylemlerimizdeki rolümüzü idrâk etmekten kendimizi alıkoyamayız.
Yani sorumluluğumuzu ve mahcûbiyetimizi içimizde
yaşarız. Fiillerimizin yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna istinad ederek,
kötülüklerimizi O’na izâfe etmeye kalksak bile, bunu bir suçluluk
hissi ile, aşağılık duygusu ve bahane arama anlayışıyla yaparız.
Kadere inanıyoruz. Ama, takdiri önceden bilemediğimize
göre ve işlerimizde güç yetirebileceğimizi hissettiğimize göre,
kaderi bahane ederek sorumluluğumuzu atamayız. Dünyada
hiçbir insan, kendisine yapılan haksızlık ve zulümler karşısında,
“ne yapayım, kader böyle imiş!” diye, başına gelene rızâ göstermez;
elinden geliyorsa, hakkını almaya uğraşır. Yani, pratikte kader
inancı kimseyi bağlamamaktadır. Aleyhimize bir hükmü gerektirdiği
zaman, nazar-ı itibara almadığımız bu inancı, Allah’a
karşı kullanmak, böylece mes’ûliyeti atmayı ummak, olsa olsa,
insan fıtratındaki bencillik ve haksız yere nefsini müdâfaa çabasıdır.
O yüzden, insanların kâinatta “şer” olarak isimlendirdikleri
432] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Nil Y. s. 257-258
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 102 -
keyfiyetler, ya aslında şer değildir; veya, onun sorumlusu insandır.
Bundan dolayı bu şerler ile Cenâb-ı Allah’ın rahmân, alîm, hakîm,
kadîr, mahlûkatına hiç zulmetmez oluşu bir tenâkuz/zıtlık arzetmemektedir.
433
Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir âyette “şer” Allah’a nispet
edilmez:
“Sana gelen hasene/iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir/
kendindendir…” 434
“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.
(Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” 435
“İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde (çölde,
kırda ve şehirde) fesat çıkar. Böylece, onlar yaptıklarının bir kısım karşılığını
daha dünya hayatında görürler.” 436
“Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe
Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.” 437
“İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı karada ve denizde (çölde,
kırda ve şehirde) fesat ortaya çıktı.” 438
“Eğer Allah’ın, insanları bir kısmıyla bir kısmını def edip savması olmasaydı,
yeryüzü fesâda uğrardı; ama Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir.” 439
“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” 440
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle
kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın
azâbı şiddetlidir.” 441
“Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde
bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından,
ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler
ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler
olup çıktılar. Halkı ıslahatçı kimseler olsaydı, Rabbin o şehirleri haksız yere
helak edecek değildi.” 442
433] Lütfullah Cebeci, Kur’an’da Şer Problemi, Akçağ Y., s. 307-311
434] 4/Nisâ, 79
435] 42/Şûrâ, 30
436] 30/Rûm, 41
437] 8/Enfâl, 53
438] 30/Rûm, 41
439] 2/Bakara, 251
440] 17/İsrâ, 11
441] 8/Enfâl, 25
442] 11/Hûd, 116-117. Yine, kötülüğün ve musîbetin insanın kendi yaptığı sebeHAYIR
VE ŞER
- 103 -
Allah Güzeldir; Her Yaptığı ve Yarattığı da Güzeldir: Allah’ın
isim-sıfatlarından biri “muhsin” (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin
olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel,
hatta en güzel biçimde yaratmıştır.443 İnsanın ürettiği tüm güzelliklerin
gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın
beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır.
Allah’tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan
nefsinin ürünüdür.444 Allah, yaratıcıların en güzelidir.445 Var ettiklerine
en güzel boyayı vuran da Allah’tır.446 Allah, aynı zamanda
hüküm verme bakımından da en güzel olandır.447 Rızkın en güzeli
de Allah’tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir.448 Sözün
de en güzelini bir kitap halinde indiren O’dur, O’nun kelâmı
da tüm güzellikleri içerir.449 Bu yüzden insana, indirilen sözün en
güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah’ın
sözüdür.450 Bu yüzden, güzel insanların bir niteliği, sözü dinleyip
onun en güzeline uymaktır.451 En güzel din, güzellikler sergileyerek
Allah’a teslim olanların dinidir.452 Allah, fiil, söz ve hükmüyle
en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu’l-hüsnâ)
da O’nundur. 453
Merhametli Allah’a Rağmen
Dünyada Şerlerin Bulunması
İnsanlar, bazıları meraklarından, bazıları ateist anlayışları
için fırsat ve bahane kabul ettiklerinden dolayı, şeytana bir kapı
açmışlar ve şu soruya cevap aramaya çalışmışlardır: Merhametli
Tanrı’nın şerleri yaratması veya O’na rağmen kâinattta şerlerin
bulunmasını nasıl izah ederiz? Hâlbuki, insanların çoğunluk itibarıyla
bedbaht ve kötü oldukları, şerrin kol gezdiği bir dünyada
yaşıyoruz. Şer, dünyada olanca dehşetiyle vâki olduğuna göre,
Allah’ın mutlak kudretini ve sırf hayır olan iyiliğini nasıl telif edebiliriz?
Bazıları, bu kapıdan şeytana daha fazla dâvetiye çıkararak,
biyle olduğu konusuyla ilgili bak. 4/Nisâ, 62, 16/Nahl, 34; 28/Kasas, 27; 30/
Rûm, 36; 39/Zümer, 51; 42/Şûrâ, 48
443] Bk. 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4
444] 4/Nisâ, 79
445] 40/Mü'min, 14; 37/Sâffât, 125
446] 2/Bakara, 138
447] 5/Mâide, 50
448] 65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75
449] 39/Zümer, 23
450] 39/Zümer, 55
451] 39/Zümer, 18
452] 4/Nisâ, 125
453] 7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 104 -
şöyle demeye yeltenmişlerdir: “İnsana Tanrı yokmuş gibi geliyor.
Çünkü, eğer iki zıttan birisi mutlak olursa, diğerinin mevcut olmaması
gerekir. Bundan dolayı eğer Tanrı var idiyse, şer olmamalıydı.
Fakat dünyada şer var, öyle ise Tanrı yok mu?” Bu yoldan giderek
bazı insanlar, şerrin varlığının Tanrı’nın yokluğuna delil olduğunu
ileri sürmüşler, Tanrı’nın hayır isteyen ve ancak hayırların menbaı
olması gerektiğine kail olmuşlardır. Günümüzün ateist, materyalist,
hümanist Batı dünyasında bu anlayış(sızlık), giderek yayılıyor.
Kur’an, şerri bir vâkıa olarak kabul etmektedir. İster insanların
isimlendirmelerine göre, ister hakikî mânâsında olsun “şer”, birtakım
olay ve eşyanın vasfı olarak Kur’an’da geçmektedir. Fakat
Kur’an’ın tenzih esasına dayanan ulûhiyet telâkkisi, bu gerçekle
zıt gibidir. Çünkü rahmeti, kudreti, irâdesi ve ilmi sonsuz, zerrece
zulmetmekten münezzeh olan Allah Teâlâ’nın, kâinattaki şerleri
dileyip yaratmış olması, izaha muhtaçtır. Bu müşkil şu şekilde çözülür:
Şerlerin bulunduğu mekân kâinattır. Allah, kâinatı insan için
yaratmıştır. İnsan da, Kur’an’ın ifadesiyle, ibâdet etsin diye yaratılmıştır.
454 İbâdet, çok geniş mânâlara gelmektedir. Bazı âyetlerde,
insanın, imtihan içinde olduğu beyan edilmiştir. “İmtihan” ile
“ibâdet” içiçedir. İnsana, ibâdet mükellefiyetinden önce, kabiliyetler
verilmiştir ve böylece, teklifin icaplarını yerine getirmeye
hazırlanmıştır. İnsanın yetenekleri çift yönlüdür; hem hayra, hem
şerre imkân verir. İnsan, bu çift özelliğiyle, bir savaş meydanını
andırır. İnsanlara, Allah, iyilik yapmalarını emretmiş, kötülüklerden
de onları nehyetmiştir. Ama O, iyilik yapmak için, kötülüğe
meyilli nefsini ve onun en büyük destekçisi şeytanın vesveselerini
altetmesi gerekmektedir. Bunun için, melek ilhamları desteğindeki
kalbinin, aklının ve ruhunun kuvvetlendirilmesi şarttır. Peygamberlerin
tebliğiyle sınırları belirtilmiş sorumluluklarının îfâsı için
Allah’tan istimdât penceresi açıktır.
İnsan, ibâdet dışında, bazı belâlarla denenerek terbiye edilir.
Böylece çeşitli merhalelerden geçirilip kendisi için mukadder
kemâle yöneltilir. Bunda insanın en büyük silâhı sabırdır. İnsanın
terbiyesinde mühim bir yeri olan bu belâlar, şerrin bir çeşididir.
Cenâb-ı Allah, insanı hayırlarla ve şerlerle terbiye ederek,
rubûbiyetinin “terbiye” vechesini en güzel bir biçimde göstermektedir.
Bu, müslümanlar içindir. Her ne kadar buna, insanların
perspektifinden bakılarak “şer” ismi verilmişse de, bu belâlar
hakikatte sırf hayırdır. Bu durumda, imtihanın bitişi demek olan
454] 51/Zâriyât, 56
HAYIR VE ŞER
- 105 -
“ölüm”, mühim iki unsur olarak karşımıza çıkan “nefs” ve “şeytan”,
şer olmaktan öte, birçok kemâlâtın tezâhürünü temin eden,
hayırlı vesilelerdir.
İnsan, imtihanında ve sorumluluklarında hatalar yapmaktadır.
Ya âfâkî ve enfüsî çeşitli sebeplerle Allah’ı inkâr ederek, yaratılış
gâyesinden tamamen sapmakta veya inanmakla birlikte, mükellefiyetini
hakkıyla yerine getirememektedir. Kur’an’ın telâkkisinde
bunlar da “şer”dir. Gerek dalâleti, gerekse kötü fiilleri yaratan
bizzat insan olmayıp, Allah Teâlâ ise de, İslâm âlimlerince “kesb”
ve “irâde-i cüz’iyye” denilen hisse insana aittir. Dolayısıyla insan
fâildir ve yaptıklarından mes’uldür.
Şerrin üçüncü ve sonuncu çeşidi, kötülüklerimizin cezası olarak
karşımıza çıkan ve nefsimize “şer” görünen musîbetlerdir. Allah
Teâlâ, kâinattaki sünneti çerçevesinde, insanların kötü fiil ve
fikirlerine, kalbin mühürlenmesi gibi, aynı cinsten cezâlar vermektedir.
Kur’an’da bu kabil “şer”ler, “şu işiniz sebebi ile”, “bu suçunuzdan
dolayı” gibi kalıplarla takdim edilmiştir ki, bunların birer
cezâ olduğu anlaşılsın. Buna göre de, gerek fert, gerek toplum
olarak başımıza gelen felâketler; zelzeleler, kıtlıklar, salgın hastalıklar,
seller ve savaşlar, ya şerle imtihanın bir unsuru veya kötülüklerimizin
cezâlarıdır. Binâenaleyh bunlar aslında şer değillerdir.
Hâdise ve fiillere “hayır” veya “şer” gibi bir vasıf verebilmek
için, elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü, ancak “din”dir.
Bu ölçüye göre, şerrin ilk ve sonuncusu esasında şer değildir. İşaret
ettiğimiz üzere, imtihan ve özellikle de terbiye vâsıtası olan
hiçbir şey, selim akıl sahiplerince “şer” olarak tavsif edilemez.
Adâletin tahakkuku demek olan cezâlandırma da, suçlu açısından
hoş karşılanmadığı için şer olarak nitelendirilmiş olmakla birlikte,
aslında “hayır”dır. Bunların Kur’an’da “şer” diye isimlendirilmesinin,
Kur’an’ın bir üslûp özelliği olarak, Allah’ın “tenezzülât-ı
ilâhiyye”lerle, bazı kavramları, insanların anladığı veya anlayabilecekleri
şekillerde beyan etmesinin neticesi olduğunu söyleyebiliriz.
Fakat bunun yanısıra, (kaynağı beşerî olan ve göreceli hayır ve
şer anlayışları açısından) insanların yanılmamaları için, şer olduğu
halde hayır zannedilen, hayır olduğu halde şer zannedilen hallerin
bulunduğu da hatırlatılmıştır.
Bu durumda, kâinatta, gerçek mânada “şer” vasfına lâyık
olanlar, insanların dalâletleri ve günahlarıdır. Bu noktada, “kader
sırrı” karşımıza çıkıyor. Dalâlet ve günahlarda insanın fâil ve muhtar
olduğunu kabul etmek zorundayız. Bir insan olarak düşündüğümüzde,
vicdânî bir muhâsebeye giriştiğimizde, fiillerimizdeki,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 106 -
bu arada kötü eylemlerimizdeki rolümüzü idrâk etmekten kendimizi
alıkoyamayız. Yani sorumluluğumuzu ve mahcûbiyetimizi
içimizde yaşarız. Fiillerimizin yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna istinad
ederek, kötülüklerimizi O’na izâfe etmeye kalksak bile, bu bir
suçluluk hissi ile, aşağılık duygusu ve bahane arama anlayışıyla
yaparız.
Kadere inanıyoruz. Ama takdiri önceden bilemediğimize göre
ve işlerimizde güç yetirebileceğimizi hissettiğimize göre, kaderi
bahane ederek sorumluluğumuzu atamayız. Dünyada hiçbir insan,
kendisine yapılan haksızlık ve zulümler karşısında, “ne yapayım,
kader böyle imiş!” diye, başına gelene rızâ göstermez; elinden
geliyorsa, hakkını almaya uğraşır. Yani, pratikte kader inancı kimseyi
bağlamamaktadır. Aleyhimize bir hükmü gerektirdiği zaman,
nazar-ı itibara almadığımız bu inancı, Allah’a karşı kullanmak,
böylece mes’ûliyeti atmayı ummak, olsa olsa, insan fıtratındaki
bencillik ve haksız yere nefsini müdâfaa çabasıdır. O yüzden, insanların
kâinatta “şer” olarak isimlendirdikleri keyfiyetler, ya aslında
şer değildir veya onun sorumlusu insandır. Bundan dolayı bu
şerler ile Cenâb-ı Allah’ın rahmân, alîm, hakîm, kadîr, mahlûkatına
hiç zulmetmez oluşu bir tenâkuz/zıtlık arzetmemektedir. 455
Hayrın İki Yönü
Hayrın mânâlarına bakarsak onun iki yönü bulunduğunu görürüz:
Birincisi, kaynağı Allah olan hayır; ikincisi, kaynağı insan
olan hayır. Bu iki durumda da hayrın anlamı, İslâm’ın bakış açısıyla
faydalı, değerli olduğuna hükmedilecek bir şeydir.
Hayır ve şer ya mutlaktır (kesin), ya da izâfîdir (göreceli). Sözgelimi,
adâlet, iyilik duygusu, akıl, erdem sahibi olmak gibi şeyler
her durumda herkes için hayır’dır. Zulmetmek, haklara tecavüz,
yalan, hırsızlık gibi şeyler de herkes için her zaman şerdir. İzâfî
(göreceli) hayır ve şer nitelemesi, kişilere ve onların durumlarına
göre değişiklik gösterebilir. İzâfî hayrın başında mal sahibi olmak
gelir. Mal, servet, dünyalıklar bazılarına hayır olabilir, bazılarına
da şer. Helâldan kazanılıp helâla harcanmayan bir mal, sahibi
için hayır değildir. Kendisinden İslâm’ın çizdiği sınırlar içerisinde
faydalanılmayan mala “hayırlı mal” denilemez. Meselâ, cimrilik
yüzünden Allah yolunda harcanmayan bir malda, onun sahibi bir
hayr olduğunu sanmamalıdır.456 Demek ki helâldan kazanılan ve
Allah rızâsı uğruna harcanabilen bir mal veya kazanç, az da olsa,
sahibi için hayırdır.
455] Lütfullah Cebeci, Kur’an’da Şer Problemi, s. 307-311
456] 3/Âl-i İmrân, 180
HAYIR VE ŞER
- 107 -
Allah (c.c.) mü’minlere gerektiği zaman kendi yolunda,
kendi dini uğruna cihad etmeyi, savaşmayı emretmektedir.
Mü’minlerden bazıları böyle bir şeyi kendileri için şer (zorluk, meşakkat,
ağır bir imtihan, zararlı) sayabilirler. Ancak Cenâb-ı Hak
buyuruyor ki: “…Olabilir ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır
ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.”
457 Kur’an, kadınlara güzel davranılmasını emrettikten sonra şöyle
ilâve ediyor: “…Şâyet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza
gitmez, ama Allah onda (sizin için) çok hayr yaratır.” 458
Kur’an’ın ifadesine göre imtihan için yaratılan insan, çeşitli
olaylarla, sıkıntı ve belâlarla imtihan edilir. Başına felâket gelir,
zorluğa uğrar, malı elinden gider, yakını ölebilir, zulme uğrayabilir,
baskı ve işkence görebilir, dinini yaşamak uğruna zorluklarla karşılaşabilir.
Hepsi de denemek içindir. O yüzden insan çoğu zaman
kendisi için neyin hayır, neyin şer olduğunu bilemez. Allah (c.c.)
insanları bir sınav olmak üzere hayır ve şer ile denemektedir.459
Bazı insanlar kendisi hakkında hayırlı olanı, faydalı olanı durmadan
ister. Bir şerle karşılaştığı zaman ümitsizliğe kapılır. Bir bolluğa
ulaştığı zaman da Allah’ın nimet verici olduğunu unutur ve
inkârcılığa kalkışır. 460
Mutlak hayır insan tarafından bilinebilir. Daha doğrusu Büyük
Yaratıcı görevlendirdiği elçiler aracılığıyla bütün insanlara hayrı
da şerri de açıklamıştır. Bunun dışında olan ve insanların zaman
zaman karşılaşacakları olayların, elde ettikleri şeylerin ve kendilerinden
kaynaklanan bazı davranışların hayır olup olmadığını bilmek
zordur. Ancak iman edip, imanın nuruyla basiret sahibi olan
müttakî mü’minler, çoğunlukla kendileri hakkında hayır olan şeyleri
anlarlar. Örneğin, bu gibi mü’minler başlarına gelen bir musibeti
şer sayıp isyan etmezler. Bilakis onu bir imtihan sebebi sayar,
sabreder ve o denemenin gereğini yaparlar.
Müslümanın Hayatında Hayır ve Şer
Mü’minler, kendileri şerre sebep olmazlar, şerri üretmezler.
Hayır sayılan işlerin takipçisi olurlar. Kendi irâdeleri dışında bir
şerle karşılaştıkları zaman sabrederler, ya da şerri hayra çevirmeye
çalışırlar. Hayrı ve şerri yaratan Allah’tır. İnsan, kendi özgür
irâdesiyle bunlardan birini isteyerek yapar. Ancak onun tercih ettiği
hayır ve şer işlerin yaratıcısı Allah’tır. Bir başka deyişle hayır ve
457] 2/Bakara, 216
458] 4/Nisâ, 19
459] 21/Enbiyâ, 35
460] 41/Fussilet, 49-50
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 108 -
şer olan işlerin yapılmasına izin veren, bu konuda insana hürriyet
veren Rabbimizdir. Kimilerine göre Allah (c.c.) hayrı yaratır, şerre
râzı olmaz. İnsanın hayır ve şer ile denendiğini, onun yaptığı bütün
hareketlerden dolayı hesaba çekileceğini düşünürsek; insana
şer işleme irâdesinin verilmesini anlarız. Şüphesiz ki mutlak yaratıcı
yalnızca Allah’tır.
Hayır, bir anlamda Allah’tan ittika etme (korkup sakınma) şuuruyla
işlenen bütün sâlih ameller, yapılan iyilikler, faydalı işlerdir.
Bunun zıddı olan şer ise, bütün kötülükler, faydasız ve zararlı
işlerdir. Bu bağlamda denilebilir ki, hayır imanın gereği, şer ise,
inkârın ve isyânın diğer adıdır. Kur’an şöyle diyor: “Artık kim zerre
ağırlığınca hayır işlerse, onu(n karşılığını) görür. Kim de zerre ağırlığınca
şer işlerse, onu(n karşılığını) görür.” 461
Allah (c.c.) kullarının şer işlemlerine izin verse bile, şer yapılmasını
istemez; buna râzı değildir. O yüzden kullarını sürekli hayra ve
hayır işlemeye dâvet eder. Kullarının yanlışlarını ve hatalarını hatırlatarak
hayır olanı onlara göstermektedir.462 Kur’an, bazı amelleri,
davranışları ve pozisyonları daha hayırlı saymaktadır. Meselâ,
en hayırlı azık, takvâdır.463 Yetime bakmak,464 başa kakılan bir sadakadan
daha fazîletli olan güzel bir söz,465 Allah yolunda tasaddukta
bulunmak,466 inkârcıların hilelerine karşı Allah’ın kurduğu
tuzak, Allah’ın mü’minlere olan yardımı,467 âhiret hayatı,468 rızık
verici olarak Allah,469 eşler arasındaki sulh/barış 470 ve bunlara benzer
birçok şey, daha hayırlıdır.
İslâm ümmeti insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı topluluktur.
Çünkü onlar Islâma iman eder, ma’rûfu emreder, münkerden
sakındırırlar.471 Kur’an, “Sizden, insanları hayra çağıran bir topluluk
bulunsun…” 472 buyurmaktadır. Tefsircilere göre buradaki hayır,
İslâm’dır; İslâm’ın ilkeleridir, sâlih ameldir, faydalı olan her türlü iş
ve ahlâktır.
Kur’an, her türlü hayrın kaynağı olarak vahyi göstermektedir.
461] 99/Zilzâl, 7-8
462] 2/Bakara, 54, 103, 184, 281; 4/Nisâ, 25; 7/A’râf, 85 vd.
463] 2/Bakara, 198
464] 2/Bakara, 220
465] 2/Bakara, 236
466] 2/Bakara, 280
467] 3/Âl-i İmrân, 150
468] 6/En’âm, 32
469] 5/Mâide, 114
470] 4/Nisâ, 128
471] 3/Âl-i İmrân, 110
472] 3/Âl-i İmrân, 104
HAYIR VE ŞER
- 109 -
Hayra ulaşmak, hayırlı ameller işlemek ve bunların sonunda da
hayırlı bir neticeye ulaşmak isteyen insan, vahyin doğrultusunda
hareket etmek zorundadır. Toplumların işlerinin hayır olması da iş
başında hayra gönül vermiş kimselerin olmasına bağlıdır. En şerlilerin
yönettiği toplumlarda hayır barınamaz. Dünyada da âhirette
de gerçek kurtuluşun yolu, hayır sayılan amelleri işlemekle mümkün
olur. Bu anlamda hayır, sâlih amelin ta kendisidir. “Ey iman
edenler! Rukû edin, secdeye varın, Rabbinize ibâdet edin ve hayır işleyin;
umulur ki kurtuluşa erersiniz.” 473
İnsanlar farklı farklı hedeflere yönelirler. Kendilerince önemli
buldukları işleri yaparlar. Birçokları da kendi yaptıklarıyla övünür.
İslâm’a göre ise hayat bir hayır işleme yarışıdır: “Herkesin yüzünü
kendisine doğru çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda birbirinizle
yarışın…”474 Mü’minlere düşen Allah’ın gösterdiği hayrı işlemek,
hayırda yarışmak, hayrât sahibi olmak, hayırlı mal kazanıp hayra
sarfetmek, hayırlı evlat yetiştirmek, ölmeden önce elinden geldiği
kadar hayır olan şeyleri tercih etmek ve bütün bu güzel amellerle
beraber Kur’an’ın övdüğü “ahyâr”dan/hayırlılardan olmaktır.475
Mü’min, ölüm gelmeden önce hayırlı ameller konusunda acele
eder. 476
Kur’ân-ı Kerim ve hadislerle diğer İslâmî kaynaklarda hayır kelimesinin,
başta mâlî fedâkârlıklar olmak üzere her türlü yardım
severliği ifade eden bir anlamda kullanılması ve müslümanların bu
tür faâliyetlere teşvik edilmesi, erken dönemlerden itibaren müslümanlar
arasında güçlü bir dayanışma ruhu geliştirdiği gibi çeşitli
kişi ve kuruluşlarca başta vakıf kurumu olmak üzere, dâruşşifâ (hastane
ve sağlık ocağı), dâruleytâm (yetimler yurdu), dârulaceze (düşkünler
yurdu, huzur evi), dâruşşafaka (şefkat yurdu, öksüz, yetim ve mağdur
çocuklar yurdu ve okulu), imâret (külliye, yoksullara yardım maksadıyla
meydana getirilen kuruluş, fakirlere ve öğrencilere yiyecek verilen yer),
sebil (yol kenarlarında kurulmuş olan Allah rızâsı için su dağıtılan yapı),
köprü, câmi, mektep, medrese, Kur’an Kursu, İmam-Hatip gibi kamuya
hizmet veren birçok hayır eserinin meydana getirilmesini sağlamıştır.
İslâm dünyasının ekonomik, sosyal, költürül ve siyâsî krizlere
mâruz bulunduğu 20. yüzyılda bu tür faâliyetlerde bir gerileme
süreci yaşanmışsa da, yine de hayır faâliyetleri kesilmemiştir. Sosyal
yardımlaşma ve dayanışma vakıfları gibi çağdaş yöntemlerle
473] 22/Hacc, 77
474] 2/Bakara, 148
475] 38/Sâd, 47
476] Tirmizî, Zühd 3, hadis no: 2306, 4/552; Nesâî, Cenâiz 123; Kütüb-i Sitte,
15/181; Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 259-262
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 110 -
faâliyet gösteren kurumlar günümüzde de oluşturulmakta; bunun
yanında özellikle sivil toplum anlayışının yaygınlaşmasına paralel
olarak sivil toplum kuruluşu olarak pek çok gayr-ı resmî kişi ve
kurumlarca, başta eğitim ve öğretim olmak üzere pek çok alanda
hayır faâliyetlerinde bulunan vakıf ve dernekler kurulmaktadır. 477
İslâm Düşüncesinde Hayır-Şer
İslâm düşünürlerine göre şerrin varlığı, aslî değil; ârızîdir. Mutlak
hayrın aksine mutlak şer mevcut değildir. Şerrin zâtı yoktur.
Çünkü şer, bir şeyin veya bir kemâlin yokluğudur; yani şer, bir tür
eksikliktir. Varlıklarda şer olarak bilinen durumlardan her biri, bir
şeyin yokluğuna sebep olan şerden ibârettir. Eğer var olan bir şey
herhangi bir varlığın zâtına veya güzellik, îtidâl, yetkinlik gibi niteliğine
halel getirmiyorsa, herhangi bir şekilde yokluğa sebebiyet
vermiyorsa böyle bir şeyin varlığı bir zarar doğurmuyor demektir.
Buna göre şerre sebep olmayan şeyin kendisi de şer değildir.
İslâm düşüncesinde hayır ve şer problemi, geniş ölçüde iyimser
bir yaklaşımla ele alınmıştır. Konuya felsefî yöntemle ilk yaklaşan
âlimlerden biri olan Câhiz, başlangıcından itibaren dünya düzenini
hayırla şerrin, faydalı ile zararlının imtizâcına (bağdaşmasına)
bağlar. Câhiz’e göre eğer dünyada yalnız şer bulunsaydı bütün
varlıklar helâk olurdu. Aksine eğer sırf hayır bulunsaydı, o zaman
da bir yükümlülük (imtihan, külfet) düzeninden söz edilemezdi.
Ayrıca şerden kurtulup hayrı gerçekleştirmek için düşünmenin
kalkmasıyla da hikmet yok olurdu.
İlâhî hikmet, âlemin en güzel, en mükemmel ve en sağlam
bir şekilde kurulmasını gerektirmiştir. Âlem hayır olan bir asıldan
meydana geldiği için, düzeni de hayır olmuştur. Her ne kadar
dünyada bazı sebeplerin çatışmasından bir şer ve bozulma (fesâd)
doğar ve meselâ âlem için sırf hayır olarak yaratılan yağmur bazen
zarar verirse de bu husus, yağmurun genel düzendeki hayır
işlevini sarsmayan cüz’î ve ârızî bir durumdur. Şu halde yağmurun
büsbütün yokluğu küllî şer, ara sıra zarara sebebiyet vermesi de
cüz’î şerdir. Âlem ise cüz’îye göre değil; küllî nizâma göre işler.
Allah’ın, evrendeki her varlığa genel düzen içindeki yeri bakımından
lâyık olduğu hayrı eksiksiz vermesi O’nun cömertliğinin,
merhametinin ve Rablığının bir sonucudur. Bununla birlikte İslâm
düşünürleri, şerrin yokluğunun da savunulamayacağını, ancak
şerrin varlık düzeninde amaçlanmış bir durum olmadığını, ayrıca
dünyada hayrın şerden daha çok olduğunu belirterek ölçülü bir
477] Mustafa Çağrıcı, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 46
HAYIR VE ŞER
- 111 -
iyimserlik görüşüne sahip olmuşlardır. Meselâ su serinletir, ateş
ısıtır ve onlardaki bu nitelikler varlık düzeni için tamamen hayırdır.
Bir insanın suda boğulması veya ateşte yanması birer şer ise
de, bunlar su ve ateşin yaratılışında birinci derecede amaçlanmış
hususlar değildir; ayrıca bunlar, genel hayır düzenini ve hayrın
mutlaklığını sarsacak sıklıkta vuku bulmayıp ara sıra ortaya çıkan
kötülüklerdir. Bu iyimser anlayış, insanla ilgili durumlara da uygulanarak
ilâhî irâde ve inâyetin, yeryüzünün halîfesi olan insan
türünün kıyâmete kadar dünyada yaşayacak ve orayı hükümranlığı
altına alıp îmar edecek şekilde düzenlediği belirtilir ve buna
“birinci maksat” denilir. Buna karşılık tek tek kişilerin karşılaştığı
durumlar, tâlî dereceden amaçlanmış olan ârızî olaylardır. Bu
olaylara bütün halinde bakıldığında bunların küllî yapıya bir düzen
olarak yansıdığı görülür. Nitekim canlı tabiattaki başlıca şer
çeşitlerinden elemler (acılar, ağrılar, üzüntüler) görünüşte şer gibiyse
de canlıların varlıklarını sürdürmelerine katkıda bulunması
bakımından hayır sayılmalıdır. Meselâ açlık elemi, canlıya beslenme
ihtiyacını hissettirmesi bakımından hayırdır.
İslâm düşünürlerinin evrende hayır düzeninin hâkim olduğu
şeklindeki iyimser felsefesi, Gazzâlî’ye nisbet edilen ve zamanla
bir vecîze haline gelen, “Leyse fi’l-imkân ebdau mimmâ kân -Var
olandan daha mükemmeli mümkün değildir-” şeklinde özetlenmiştir.
Gazzâlî, hem tertibindeki güzellik, hem de yaratılışındaki
mükemmellik bakımından bu âlemin “sûret”inden daha mükemmelinin
bulunmadığı şeklindeki düşüncesini açıklarken aksine bir
görüşün Allah’ın cömertliği ve kudretiyle bağdaştırılamayacağını
belirtir. Gazzâlî’nin devam ettirdiği bu iyimser felsefe, daha sonraki
dönemlerde geniş kabul görmüştür.
İbn Teymiyye ise, şerri sırf yokluk ve kısmî yokluk şeklinde ikiye
ayırarak var olan bir şeyin sırf şer olamayacağını ifade eder. Çünkü
var olan her şeyde mutlaka bir yarar, bir hayır bulunması gerekir.
Allah hiçbir şeyi hikmetsiz yaratmamıştır; bu hikmet, varlığın hayır
tarafıdır. Özü itibarıyla yokluk sayılan şer ve kötülükler varlık değeri
taşımadığından bunları Allah’ın yarattığı söylenemez. Çünkü
Kur’an’da, “Allah bütün varlıkların yaratıcısıdır” 478 denilmiştir. Sonuç
olarak küllî olgular yalnızca hayırdır ve kulların yararınadır.
İslâm düşünürleri ahlâkı da âlemdeki genel hayır düzeni çerçevesinde
açıklamışlardır. Buna göre kötü fiiller ve bunların kaynağı
olan kötü huylar, ruhun kendine has bazı yetkinliklerini
kaybetmesinin sonucudur. Aslında insanın kötü denilen fiilleri de
478] 13/Ra’d, 16
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 112 -
temelde onun yetkinliğinin bir parçası olan, dolayısıyla iyi sayılması
gereken bazı niteliklerinden kaynaklanmaktadır. Meselâ İbn
Sinâ’nın örneğiyle, nefsin öfke gücü hâkimiyet kurmak sûretiyle
yetkinlik kazanır; fakat öfke ve hâkimiyet, bazen şerre de yol açabilir.
Bu durum, yine nefsin bir gücü ve yetkinlik aracı olan aklın
öfke gücüne baskın gelmesiyle önlenir. Bu şekilde akıl, hem nefiste
kötü ahlâkın gelişmesini hem de zulüm gibi kötü fiillerin ortaya
çıkmasını önlemiş olur. Bu sebeple insan, her türlü aşırılıktan
kurtulmak için kendini sürekli olarak akıl ve düşüncenin denetimi
altında bulundurmalıdır. 479
Şerrin Ehveni Olur mu?
Özellikle Hakkın hâkim olmadığı, şer ve fesâdın devlet ve çevre
eliyle mecbûrî istikamet olarak gösterildiği yerlerde çoğu zaman
iki şerden birini kabul etme mecbûriyetinde kalırız. Bu takdirde
yapılacak iş, şerrin ehvenini, yani daha hafifini kabul etmekten
geçer. Burada hayırla şerrin karşılaştırması yapılıyor değil. Elbette
ki hayırla, ehven-i şer karşı karşıya gelince hayır işlenecektir.
İki şerden birinin tercih edilmesinden başka bir seçenek olmadığı
durumda ne yapılacağı, nasıl hareket edileceğiyle ilgili olarak,
ehven-i şerrin tercih edilmesi, zararın en az atlatılması olarak değerlendirilmelidir.
Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusunda bu gerçek, “iki
fesâd teâruz ettikde (karşı karşıya geldiğinde) ehaffı (daha hafifi)
irtikâb olunur” şeklinde kurallaştırılır ve iki ayrı misalle açıklanır:
“Yangında, yangın yerine yakın evlerin yıkılması, yangının büyümesini
önleyecekse bu yola tereddütsüz gidilir.” “Batmaya yüz
tutan geminin bir kısım yükleri denize atılır.”
Ehven-i şer için, naklî delil olarak, “Fitne, katilden daha büyüktür
(beterdir).” 480 âyet-i kerîmesi getiriliyor. Yani, fitneye sebep
olacakları katletmek, fitneye yakalanmaktan daha ehven.
Mutlak mânada, adam öldürme elbette arzulanmaz. Ama bu
adamlar fitneye sebep olacaklar ve bu yüzden nice insanların
maddî ve mânevî hayatları tehlikeye girecekse, bu katl olayı
ehven kalır. “Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalîl kabul edilir.” Yani, çok
hayır için, (başka bir yol yoksa) az bir şer kabul edilir. Büyük bir
hayrın gelmesi, az bir kısım şerlere bağlıysa o şerler, istenmeyerek
de olsa, kabul edilecektir. Kangren olmuş ve kesilmesi gereken
bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir. Hâlbuki, zâhiren
şerdir. Parmak kesilmezse el kesilir; şerr -i kesîr olur.” Parmağın
kesilmesi elbette şer. Ama elin kurtulması için bir parmağın
479] M. Çağrıcı, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 45
480] 2/Bakara, 191, 217
HAYIR VE ŞER
- 113 -
fedâ edilmesi gerekiyorsa bunu yapmak gerekir; aksi halde şer
büyür; parmak yerine el kaybedilir.
“Hayır”, bir tek hakikat olduğu halde, sonsuz denecek kadar
çok şûbelere ayrıldığı gibi, şer de öyledir. Onun da nice alt birimleri,
yan kolları vardır. Meselâ, sağ el ile yemek sünnet ve hayır; sol
elle yemek ise bunun zıddı, yani şer. Aynı şekilde, namaz kılmak
hayır, bunun terki ise şer. O halde, ehven-i şer yoktur diyerek, sol
elle yemek yemeyi, namaz kılmamakla eşit tutmak mümkün mü?
Ticarî hayatta da kâr gibi, zararın da nice dereceleri var. Zarar da
şerdir, iflâs da. Ama bunları eşit kabul edemeyiz. “Zararın neresinden
dönülürse kârdır” deriz. Kur’an’da, “mü’minlere en şiddetli
düşmanlığı yahûdilerin ve müşriklerin yaptığı beyan edilir.481 Hıristiyanlar
ise, bu iki gruba göre daha ehven sayılır.482 Kendi halinde,
kimseye karışmayan sıradan bir kâfirle, İslâm’a karşı her imkânıyla
savaşan İslâm düşmanı bir harbîyi eşit kabul edemeyiz.
Üç kişi düşününüz: Birisi alkolik olsun, diğeri hem alkol alsın,
hem de kumarbaz olsun. Üçüncüsü ise, hem alkolik, hem kumarbaz
ve hem de hırsız olsun. Bunların üçünün de yaptıkları şer ve
bunların üçü de şerli kimseler. Ama birinci ikinciye, ikinci de üçüncüye
göre ehven. Hepsi kara, ama tonları farklı.
Mü’min, mecbur kaldığında, ehven-i şerle amel ettiği gibi;
onun en büyük düşmanı olan şeytan da tam aksine, “a’zam-ı şer”
(şerrin en büyüğü) ve “ehven-i hayır” (hayrın en hafifi) ile amel
eder ve ettirmeye çalışır. Bunlar, onun vazgeçilmez prensipleridir.
Onun en büyük hedefi insanları şirke bulaştırmaktır. Bir mekruhu
veya haramı gözde fazla büyüterek Allah’tan ümit kestirmek ya
da “ölmüş eşek kurttan korkmaz” dedirterek, “bu yanlışı yaptın,
öyleyse şu şirki ve küfrü de işle, nasıl olsa aynı şey” diye telkinlerde
bulunarak insana yaklaşır. Böylece haramlarla şirki aynı terazide
tartan şeytan, insanı müşrik etmekle de yetinmez; zâlim bir
müşrik yapmaya çalışır. Bununla da kalmaz, onu şirk adına, gece
gündüz çalışan İslâm düşmanı bir dâvâ adamına dönüştürmeye
gayret eder. Bu onun son hedefidir. Zira dâvâ sahibi olmayan bir
müşrik, şeytanın kölesi ise, şirki dâvâ edinen savaşçılar onun can
yoldaşıdır; Kur’an tâbiriyle “şeytanın askerleri/hizbi.” Bütün bunlar,
şeytanın, “a’zam-ı şer” ile amel ettiğine örneklerdir.
Şeytan, bütün oyunlarını boşa çıkararak hakkı, doğruyu, hayrı
seçen mü’minlerde taktik değiştirir. Onlar hakkında ehven-i hayırla
amel eder. Mü’minin imanına ilişemeyeceğini anladımı, onun
481] 5/Mâide, 82
482] Bk. 5/Mâide, 82
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 114 -
ibâdetiyle uğraşır; ibâdetsiz bir mü’min olmasını arzu eder. Bunu
başaramazsa, farzlarla yetinmesini, sünnetlere, nâfilelere yanaşmamasını
ister. Bu isteği de gerçekleşmezse, onun sadece şahsî
ibâdetlerle meşgul olmasını, başkalarına tebliğ etmemesini arzu
eder. Ve mü’minlere şu yollu telkinlerde bulunur: “Her koyun,
kendi bacağından asılır!”, “Koyunu koyun, keçiyi keçi ayağından
asarlar!” Şeytanın, “ehven-i hayır” ve “a’zam-ı şer” ile amel etmesi
ne kadar desîse/entrika gereği ise; bizim de onun tam tersine,
“a’zam-ı hayır” ve “ehven-i şer” ile amel etmemiz o kadar hikmetli
olacaktır.483 Tabii ki, hayrın ve hakkın olduğu veya uygulanabileceği
yerde, ehven de olsa şerre itibar edilmez.
Bazı müslümanlar, “şerrin ehveni olmaz!” derler. Bu söz, hiçbir
günahın küçük görülmemesi mânâsına söyleniyorsa, takvâ kasdıyla
ifade ediliyorsa, dinin temel esaslarından tâviz verilmemesi gerektiği
dillendiriliyorsa, doğrudur. Siyasi ve sosyal küfrü savunmak
amacıyla şerri ehven vasfıyla temize çıkararak bize sunan zihniyete
karşı biz de haykırıyoruz: “Şerrin ehveni olmaz!” diye. Ama
baş ağrısını kanserle bir tutma kabilinden, mekruhu haramla veya
günahı şirk ve küfürle aynı görmek söz konusu ise, bu söze katılmak
mümkün değildir. Edille-i şer’iyye dediğimiz dinin emir ve
yasakları konusunda, “yapılması gerekenler” ve “yasaklar” gibi
iki liste yoktur. Bu tür hikmetlerden dolayı, farzdan, vâcibe, sünnete,
müstehaba ve mubaha varan bir merdiven vardır. Haramlar
için de aynı durum söz konusudur: Şirk/küfür, haram, tahrîmen
mekruh, tenzîhen mekruh gibi dereceler. Örneğin, bir müstahabı
veya sünneti yerine getireceğim diye bir haramın işlenmesi hiçbir
şekilde, naklen ve aklen uygun görülmez.
Bu konuda unutulmaması gereken husus, “hayır” ve “şer” tanımları
ve hayrın/hakkın tercih edilmesi için bütün yolların tıkalı
olmasıdır. “Hayrın çok olması”, mutlak hayır olması ve âhiretten
bağımsız olmayan hayır anlamında ele alınmalıdır. “Şerrin az
olması” da, şerrin izâfî/göreceli olması, dinin temel yasaklarını
içermemesi demektir. Yani bu konuda ölçü, dinin tâviz verilemeyecek
esaslarından olmayan bir şer ile dünyâ ve âhiret hayrının
kast edilmesidir. Meselâ, “âhiret karşılığında dünya hayatını satın
almak”484, “Allah’ın âyetlerini az bir karşılık (dünyevî çıkar) ile
satmak”485, “hakka bâtılı karıştırmak, bile bile hakkı gizlemek”486
gibi konular hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ehven bir şer kabul
483] Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, c. 2, s. 104-108
484] 2/Bakara, 86
485] 2/Bakara, 41
486] 2/Bakara, 42
HAYIR VE ŞER
- 115 -
edilemez. Dünya menfaati ile âhiret azabı karşılaştırıldığında
hangisinin ehven olup diğerine tercih edilebileceği, “ehven-i şer
ve tâviz” tanımları açısından önemlidir. Bu konu, şeytanın tâviz
için insana yaklaşabileceği bir alan olması hasebiyle, çok dikkatli
olunmasını gerektiren, hassâsiyet, ehliyet ve samimiyetle değerlendirilmesi
zorunlu bir husustur.
Hayır ve şerrin ölçüsü bellidir: Allah’ın râzı olacağı şeyler hayır;
râzı olmadıkları da şer. Hayrın tümü elinde olan Allah487 sadece
hayırlı şeyleri emreder ve şerleri yasaklar; O’nun her emrettiği hayırdır;
yasakladığı her şey de şer. Haramlara hayır denmediği gibi;
harama sebep olacak, sonucu haram olan şeyler de hayır değildir.
Mü’minin ölçüsü, nefsi/hevâsı değildir. O, duyu ve duygularının,
hevâsının değil; Allah’ın kuludur. Hoşlandığı ve hoşlanmadığı her
konuda Rabbine itaat edecektir müslüman. İmanı oranında duyu
ve duygularını da selim kılacak, onları da Rabbine teslim edecek,
o zaman nefis de mutmain olacak, Rabbinin emirlerinden râzı ve
hoşnut olma seviyesine çıkacaktır. O anda, Allah’ın emirlerindeki
hayrın hikmetlerine vâkıf olacaktır.
Hayır sanılan şeyler, ancak Allah rızâsı gözetilerek yapılırsa hayır
sayılır. Helâl yoldan kazanılmayan para, kişi için hayır olmadığı
gibi; mal ve servet, ne kadar çok olursa olsun, Allah’ın rızâsı olmayan
yerlere harcanırsa yine hayır değil; şer olur. Gerçek hayır, neticesine
göre hüküm alandır. Hoşlanmadığımız şeyleri Allah hayırlı
kılmış olabilir.488 Hayırlı bir ümmet/toplum olmanın yolu, hayırlara
yapışmakla olacaktır; Kur’an bunun şartlarını açıklar.489 Müslüman,
Allah’ın hayır olarak gösterip emrettiğine teslim olmalı, kendisi ve
insanlık için hayrı istemeli, hayırda yarışmalı, insanları hayra teşvik
etmeli, Allah’ın yasakladığı her çeşit şerden uzaklaşıp başkalarını
da uzaklaştırmaya çalışmalıdır.
Hastanın durumuna göre ilaç verilmesi gerektiği bir vâkıadır.
Aynı doktor, bir hastaya su içmeyi yasaklarken, başka bir hastaya
bol su içmeyi tavsiye eder. Hatta aynı hastaya, bir zaman yasakladığı
bir şeyi başka bir zaman tavsiye edebilir. Bu durum, doktorda
çelişki ile izah edilemez. Aynen böyle. Küfürle bir haramı aynı
gören ve her ikisini de şer kabul edip aralarında bir ayrım gözetmeyen
kimseye, dememiz gereken şey; elbette: “İkisi de şerdir,
ama biri ehvendir, diğeri daha büyük şerdir. Haramla küfür, şer yönüyle
aynı değildir” demek olacaktır. Tam tersine, böyle birisine:
487] 3/Âl-i İmrân, 26; Müslim, Müsâfirîn, 20
488] 2/Bakara, 216; 4/Nisâ, 19
489] 3/Âl-i İmrân, 110
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 116 -
“Tabii, şer şerdir, ehveni filan olmaz; haram da birdir, küfür/şirk de.
Hangisini yaparsan yap!” diyebilir miyiz?
Ama, bir diğer şahıs: Dinin bazı konularını tâviz masasına
yatırıp küfrün bir kutsalını övmek için dinden bir konuyla kıyas
ediyor ve bir şerri (Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen hükümeti
desteklemeyi, demokrasiyi, oy vermeyi vb. şeyi) hayır olarak sunamadığı
için şer kabul ediyor, ama ehven kabul ederek insanlara
sevdirmeye çalışıyor ve böylece çok ciddi bir şerri “ehven” göstererek
Müslümanlara tavsiye ediyorsa; o zaman “ne yapalım, İslâm
yasaklıyor, ama bu önemli bir yasak değildir; şerdir, ama ehvendir,
kabul edelim” mi dememiz gerekir? Elbette, böyle bir durumda:
“Hayır var olduğu müddetçe; şer şerdir; ehveni filan olmaz; şerden
Allah râzı olmaz; ehven de olsa, kötüdür” demek en doğrusudur.
Ehven-i Şer Mantığı ve Sistem İçi Kabuller
İşlenen fiil, İslâm’a uygun ise hayır; aksi halde şer olur. Allah
için yapılan her meşrû amel hayır; bunun dışındaki ameller ise şerdir.
Kul, Allah Teâlâ’nın yarattığı imkânları, emirlerine uygun olarak
kullanırsa, hayır; emrinin aksine kullanırsa şer olur. Olaylara ve
fiillere “hayır” veya “şer” gibi bir vasıf verebilmek için, elimizde
sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü, ancak “din”dir.
Ehven-i şer, daha az kötü, daha az fena olan demektir. Hayrın
ve hakkın olduğu veya imkân nisbetinde uygulanabileceği yerde,
ehven de olsa şerre itibar edilmez.
Şer’î ise, şeraite uygun, şeraitle ilgili demektir. İslâmiyet’in temel
kurallarına ve İslâm dininin emrettiği dünya nizamına uygun
olan demektir. Şer kelimesiyle bir ilgisi yoktur; şeriat kelimesiyle
aynı kökü paylaşır.
Müslümanlar olarak bu oyunların ne zaman farkına varacağız?
Dişimizi kıran taşın, rengi pirince en çok benzeyen taş olduğunu,
basit kazanımlar peşinde bâtıl düzenlerin kurtarıcılarını
desteklerken, aslında şer bataklığının içine çekildiğimizi ne zaman
kavrayacağız? Ne zaman at gözlüklerimiz çıkartıp hayrı göreceğiz,
duygularımızın esiri olmayı bırakacağız? Benimsenmesi
ve giderek hayır zannedilip savunulması yönüyle en zararlı şerrin,
ehven-i şer olduğunu ne zaman anlayacağız?
Beyazın siyahı, yakının uzağı, haksızın haklısı, güzelin çirkini…
Bu tamlamalar ne kadar anlamsız ve saçma geliyor kulağımıza değil
mi? Hiç beyazın siyahı olur mu? İçerisinde siyah bulunan renk,
artık beyazlıktan çıkmamış mıdır? Ya haksızın haklısı!
HAYIR VE ŞER
- 117 -
Ama bunlara çok benzeyen ve de çok sık kullandığımız bir deyim
var dilimizde. “kötünün iyisi” diye. Alıştık, alıştırıldık bu tamlamaya.
Hiç düşünmedik bir şey hem kötü, hem de iyi nasıl olur
diye. Bakışlarımızı sadece şer tarafına çevirmemiz istendi; taktığımız
at gözlükleri başka şeyleri örneğin hayrı görmemize engeldi.
Bu şer çöplüğünde sıtma da vardı, ölüm de. Ölümü gösterdiklerinde
bize, sıtmaya razı olduk; sağlıklı bir ömrü aklımızın ucundan
bile geçirmeden.
Gözümüz şer tarafına kaymış, burnumuzu bu pisliğin içine
sokmuştuk ya işte bu şeytanın arayıp da bulamadığı bir fırsattı.
Artık melek postuna bürünüp bizi kandırabilirdi, aynen Âdem ve
eşine yaptığı gibi. Hani nasıl da onlara dost görünmüş, sonsuzluk
ve güç vaad ederek Allah’ın yasakladığı ağaçtan yedirmişti.490 Deseydi
ki “Ben sizin düşmanınızım, bu ağaçtan yiyin ki Allah sizi
cezalandırsın”, o ağaçtan yerler miydi hiç? Şeytan, Allah’a giden
dosdoğru yolun üzerinde oturuyordu491 ve bu yaklaşım da şeytanın
sağdan yanaşmasıydı,492 şeytanın Allah ile aldatmasıydı. 493
Popülist câhiliyye kültürünün, hayatımızın her alanında şerde
hayır aramamızı empoze ettiğine şahit oluyoruz. Cehenneme
giden yolların üzerindeki iyi niyet taşlarıdır “ehven-i şer” anlayışı.
İman ve küfür arasındaki çizgiyi, hakla bâtıl, hayırla şer arasındaki
sınırı silip atan bir anlayıştır bu.
Ehven-i şer anlayışının meşruiyeti var mıdır?
Hayrı, yani vahyin tavsiye ettiği hususu tercih etmeyip şerlerden
birini tercih etmek gibi bir yanlış seçim karşısında olan insan
bilmeli ki; şer olması hasebiyle hiçbir günah, küçük ve basit görülemez;
hiçbir şer de şer olması hasebiyle ehven olamaz.
Şer şerdir. Hayra ulaşmak mümkün olduğu halde, şerler arasında
tercih yapılamaz. Kur’an, ehven de olsa şerre tâbi olmayı,
onunla uzlaşmayı hiçbir şekilde câiz görmez.
“Şerrin az veya hafif (ehven) olması” da, şerrin izâfî/göreceli olması
da, dinin temel yasaklarını içermemesi anlamında kullanılabilir.
Dinin tâviz verilemeyecek esaslarından birini pazarlık konusu
yapmak, küfürle, tâğutlarla uzlaşmak, şerrin hafifi, ehveni midir;
yoksa en büyüklerinden birisi mi? Kendisinde hayır bulunmayan
bir şer ile, ya da hayır ve şerrin karıştığı için hakla bâtılın senteze
490] 7/A’râf, 21
491] 7/A’râf, 16
492] 7/A’râf, 17
493] 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 118 -
girdiği bir tavırla dünyâ ve âhiret hayrı nasıl umulabilir? Meselâ,
“âhiret karşılığında dünya hayatını satın almak”,494 “Allah’ın
âyetlerini az bir karşılık (dünyevî çıkar) ile satmak”,495 “hakka
bâtılı karıştırmak, bile bile hakkı gizlemek”496 gibi konular, bir
muvahhid mü’min tarafından nasıl ve ne şekilde ehven bir şer kabul
edilebilir? Dünya menfaati ile âhiret azabı karşılaştırıldığında
hangisinin ehven olup diğerine tercih edilebileceği, “ehven-i şer”
tâbirini sık kullananlar açısından cevaplanması gereken önemli
bir sorudur. Kapitalizmi savunan birileri tarafından komünizme
göre kapitalizm ehven-i şer olduğu için desteklenmelidir. Nitekim,
“lâ”sı olmayan ılıman bir dini savunan ve dış ülkelere de açılan
uzlaşmacı büyük bir grup yıllarca bu mantıkla masonları, İslâm
düşmanı yöneticileri savunmadı mı? Sosyalizm ve komünizmi savunan
kimseler de Müslüman olduklarını iddia eden bazılarına,
sosyalizmi ehven-i şer diye takdim edip kapitalizmi destekletebilirler.
PKK bile bu konudan yararlanıyor; aynı argümanı kullanarak
TC ile kendi örgütü arasında hangisinin ehven olduğu hususunu
sorarak bir tercih yaptırmaktadır. Bu konu, şeytanın tâviz için
insana yaklaşabileceği bir alandır.
Şer, Allah’ın rızâsına uymayan bütün işlerdir. Şer, temelde başta
şirk olmak üzere Allah’a isyânı, her çeşit günahı ve kâfirin amellerini
nitelendirmektedir. Şirk, küfür, nifak, zulüm gibi sapık inanç
ve tavırların hepsi şerdir. Kur’an’da şer kavramı, daha çok şirk, küfür
ve isyan yerine kullanılır. Kur’an’da şer kelimesiyle, bazen sû’
yani günah işleme duygusu da anlatılır.
Kur’an, akletmeyen sağır ve dilsizleri (inkârcıları) yerde debelenen
varlıkların en şerlisi saymaktadır.497 Çünkü onların yaptıkları
hayır olmaz, tuttukları yol yanlıştır. Azgınlıkları yüzünden yeryüzünde
hep fesat ve şer olmaktadır. Allah (c.c.) insanı hayır ve şer
konusunda denemektedir. 498
Muvahhid mü’min için hayırla şer arasında nasıl bir tercih yapması
gerektiği gibi bir soru, gereksiz bir soru olması icap ettiği
halde, maalesef “vahy” demek olan mutlak hayrı tercih etmenin
göreceli zorluğuna katlanmak istemeyen tavizci kesim kendine
göre şerler arasında bir tercih yaparak ehven kabul ettiği
şerri (hayra rağmen) tercih edebilmektedir. Unutmayalım: “vahy”,
mutlak hayırdır. Vahiyle irtibatı olan ilim ve hikmet de hayırdır.
494] 2/Bakara, 86
495] 2/Bakara, 41
496] 2/Bakara, 42
497] 8/Enfâl, 22, 55
498] 21/Enbiyâ, 35
HAYIR VE ŞER
- 119 -
“Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır ve
üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.” 499
Şer olan bir sistemin herhangi bir kurumundan şer’î olan bir
uygulama yapılması beklenebilir mi?
Cehennemden saraylar, köşkler beklenirse, şer olan bir sistemden
veya onun bir kurumundan da şer’î bir uygulama beklenebilir.
Şer, zaten şeriata ters olan, Allah’ın rızâsına uymayan işlerdir. Şerden
şeraite uygun bir uygulama kesinlikle beklenemez. Şer şerrî
bir uygulamayı neticelendirir, şer’î uygulamayı değil.
Şerden ancak şer doğar, mahzâ hayır olan şeriat (şer’î uygulama)
değil. Şerre sebep olan herhangi bir şey de şerdir. Baştan
aşağı şer kabul edilecek tâğutî düzenlere oy vermek veya onların
devamından ve güçlenmesinden yana tavır almak da tümüyle şerdir;
böyle bir tavrın hayır adına savunulacak hiçbir yönü yoktur.
Muvahhid mü’minler, kendileri şerre sebep olmazlar, şerri üretmezler,
şerre destek olmazlar. Bilirler ki, hayra destek ve vesile
olmak o hayrı işlemek gibidir; şerre destek ve vesile olmak da o
şerri işlemek gibi insanı günahkâr yapar. “…İyilik ve takvada (Allah’ın
yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerinde
yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.”500
Allah’tan ittika etme (korkup sakınma) şuuruyla işlenen bütün
sâlih ameller “hayır”dır. Bunun zıddı olan şer ise, bütün günahlar
ve faydalı zannedilse bile aslında zararlı olan, en azından faydasız
olan işlerdir. Bu bağlamda denilebilir ki, hayır imanın gereği, şer
ise, inkârın ve isyânın diğer adıdır.
Hak, apaçık ortadadır. Bâtıl rengine bürünemez. Bâtıl görünümünde
hak veya hak görünümündeki bâtıl, olsa olsa “ehven-i
şer”dir. Ehven-i şerri tercih etmek de şerre râzı olmak demektir.
Müslüman hakka tâlip olmak zorundadır. Ehven-i şer mantığı ise,
hayra giden yolu tıkayacağı, şerri sevdireceği ve tâbî kılacağı için,
esas büyük şerden de daha zararlı olabilir.
İçinde yaşadığımız cahili toplumların oluşturup yaşattığı cahili
sistemlerden ilkesel ve zihinsel planda ayrışmak, sistemin ideoloji
ve ilkelerinden koparak Allah’a doğru hicret etmek ve sistemle
temel ilkelerimize ve tevhide aykırı düşen hiçbir ilişki içine girmemek
esas olandır. Bilindiği üzere, ilk inen surelerle başlatılan cahiliye
ile ayrışma süreci çok büyük titizlikle sürdürülmüş. Mekke’de
egemen sistemle Rasûlullah’ın (s.a.s.) oluşturduğu yapı arasında
499] 2/Bakara, 269
500] 5/Mâide, 2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 120 -
tam ve çok yönlü bir kopuş yaşanmıştır. Cahilî toplumu değiştirme
ve egemen sistemi dönüştürme iddiasıyla köklü bir inkılâbın temelleri
atılmış, sistemle bütünleşmemek, uzlaşmamak için elden
gelen gayret gösterilmiştir.
Mücadelenin sonuç vermesi, başarılı olabilmesi, daha önemlisi
Rabbimizin razı olacağı bir seyir izlemesi için en gerekli ve en
önemli mesele saf ve katışıksız bir İslâmi kimlikle ve İslâmi ölçüleri
referans alarak mücadele sahasında yer alabilmektir. Gerek tağuti
sistemlerin, kurum, kural ve yönlendirmelerinden, dayatmalarından
bağımsız, gerek toplumun ve geleneğin cahili etki ve kalıplarından
uzak olarak, uzlaşmacı, sentezci anlayışları, pratikleri bünyesinde
bulundurmayan bir netlik ve tavizsizlikle, yalnızca vahyi
ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) vahyi uygulamasını belirleyici kılmak İslâmî
bir mücadelede vazgeçilemeyecek esası teşkil eder. Tevhidi ölçü
ve ilkelerin belirleyici ve yönlendirici tesirinden sıyrılarak, pratikte
dünyevi anlamda bazı başarılar(!) elde edilse de, o pratikler İslâmî
olma özelliğini kaybedecek, Allah’ın rızasını da kazandırmayacaktır.
Sistem içi alanlarda yer edinebilmek için sıklıkla meydana
gelen İslâmi kimliğe yabancılaşma; kendini gayri İslâmi kavram,
değer ve ilkelerle tanımlama, vasıflandırma eylem ve söylemleri,
fıtri ve vahyi olandan, nefsi olumsuzluklara ve dünyevileşmeye
doğru bir kaçış ve bir sapmadır. Bu tür bir yabancılaşma, tevhidi
bağın parçalanmasına ve farklı kimliklerin üremesine yol açmakta,
tevhidin belirleyiciliğinden ve İslâmi kimlikten sıyrılanlarda, kimlik
çözülmesi meydana gelmektedir.
Bu mânada ülkemizde en büyük sorun olan tesettür sorununu
ehven-i şer mantığıyla çözme girişimlerine ne dersiniz?
Önce, sorunun adını doğru koyalım: Bu ülkede en büyük sorun,
tesettür sorunu değil; tevhid sorunudur, iman sorunudur.
İslâm’ın gönüllere, amellere, sosyal ve siyasal hayata hâkim olmaması
sorunudur. Tesettür de bu temel sorunun bir uzantısıdır. Uzlaşmacı
büyük kesim, tesettürü başörtüsüne indirgedi, istekleri de
sadece üniversite öğrencileriyle sınırladı. Elbette tesettür büyük
bir sorundur, özellikle okullarda okuyan müslüman öğrenciler açısından.
Bu sorun da, bireysel çapta, uğrunda her çeşit fedakârlığı
yapabilecek bir imana sahip olmakla, toplumsal alanda da topyekün
İslâmî değişim ve dönüşümle çözüme kavuşabilir.
Ehven-i şer mantığı ile önemli hiçbir sorunun çözüldüğü görülmemiştir
ki tesettür sorunu çözülsün. Çöpleri hasıraltına koymak,
şimdilik sorun yokmuş havası estirmektir ehven-i şer mantığı.
Çözümü erteleyip ötelemenin, herhangi bir sorun yokmuş
HAYIR VE ŞER
- 121 -
gibi davranmanın, daha fecisi hakla-bâtılın karıştırılmasının adıdır
ehven-i şer. Bu uzlaşmacı mantık, belirli oranda da olsa şerri kabul
edip onayladığı için mutlak hayra giden yolu da tıkar. Yakın
gelecekte Allah’ın râzı olduğu İslâm’ın tahrif edileceği ve muvahhid
mü’minlerin tümüyle etkisiz hale getirileceği “ılıman İslâm”
projesi, ehven-i şer anlayışı üzerinde bina edilmektedir. Tesettür
konusunu yozlaştıran, daha karmaşık ve çözümsüz hale getiren
en önemli etken, ehven-i şer mantığıdır. Bu mantık, “Rabbimizin
kesin emridir, bundan zerre kadar taviz vermeyiz” diyen hayır taraflarına
engel olan ve “peruk”, “şapka”, Artema usûlü “aç-kapa”
(okul kapısına kadar kapa, okula girerken ve okulda aç) anlayışlarını
din adına savundu. Hizmet için başın açılmasına fetvalar üretti.
Tesettür düşmanları, karşılarında direnen bir ümmet göremedi.
Bu anlayış, sadece tesettür meselesini çözümsüzlüğe mahkûm etmedi;
aynı zamanda dini de tahrif eden bir çizgiyi savundu. Dinin
emirlerini teferruat kabul eden, basit dünyevî çıkarları İlâhî emirlere
tercih eden bir anlayışı “din” diye takdim etti.
Soruya cevabı tersinden vermek de mümkün: Evet, tesettür
sorununu değilse de, başörtüsünü ehven-i şer mantığı tümüyle
çözdü; bu mantık sayesinde artık başörtüler çözüldü, başörtülüler
ve bunu savunanlar da çözüldü.
Öyleyse müslümanın (ferdî, âilevî ve toplumu kapsayan tüm
alanlarda) şer olan bir sistemden ehven-i şer mantığıyla çözümler
beklemesi meşrû mudur?
Hem meşrû değildir, hem de mantıklı değildir. Harama rızâ
haram, küfre rızâ küfürdür. “İyilikte ve takvada yardımlaşın. Haram
işlerde, günahlarda ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. Allah’tan sakının.
Allah’ın cezâsı şiddetlidir.”501 “Şerre delâlet eden, sebep ve yardımcı
olan o şerri yapan gibidir” hükmüne göre, tekrar düşünelim:
Küfrün hâkimiyetine, tâğûtî kanunların tatbik edilmesine, düzenin
devam etmesine oyuyla, sözüyle... yardımcı olanların, küfrün
hâkimiyetindeki veballere ortak olacaklarını. Yoksa farkında olmadan
veya olarak, İslâm nizamı gelsin diyerek veya demeyerek,
câhiliyye hükümlerinin uygulanmasını mı istiyor bazı müslümanlar?
Câhiliyye hükümleri uygulansın, ama müslümanlar veya müslüman
zannedilenler eliyle mi uygulansın, bu mu isteniyor? “Onlar,
hâlâ câhiliyye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kimmiş Allah’tan daha
güzel hüküm veren, hüküm koyan? Fakat bunu, gerçekten anlayış sahibi
olan bir toplum bilir.” 502
501] 5/Mâide, 2
502] 5/Mâide, 50
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 122 -
İslâm, Allah’a teslim olmak ve O’nun dışında bir güç ve
hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i Tevhid’de bu ifâde tüm kapsamıyla
belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun, her
çeşit egemenliğini reddetmek; Allah’a iman ve O’nun tek ilâh olduğunu
kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta İslâm’ın dışındaki
bütün sistem ve görüşler ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen
“tâğut”u reddetmek; Allah’a imandan da önce gelir ki; kalp,
kafa, el ve dildeki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri
evvelâ “lâ-hayır!” süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere
de hakiki İlâh’ın kabulü yerleşsin. “Kim tâğûta küfreder (onu tanımaz,
reddeder) ve Allah’a iman ederse, o muhakkak kopması mümkün olmayan
en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah, kemâliyle işiten ve bilendir.” 503
İslâm, kelime-i tevhid’deki lâ=hayır kılıcıyla şerle (şerrin bir
kısmıyla), tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona taviz vermeyi,
onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için “lâ” ile isyan
bayrağını çektiği şirk ve şerle uzlaşma ve ehven kabulü nasıl
mümkün olabilir? Rabbimiz bu konuda bakın ne buyuruyor: “(Yâ
Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi
Bize karşı uydurman için fitneye düşüreceklerdi. İşte o zaman seni dost
edinirler. Eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, muhakkak, az da olsa
sen onlara meyledecektin (tâviz verecektin). O takdirde dünya ve âhiret
azâbını kat kat tattırırdık. Sonra Bize karşı kendin için hiçbir yardımcı
bulamazdın.”504 Ehven-i şerre râzı, yani şerrin bir kısmını kabullenen
tâvizci bir edâ ile, hak-bâtıl karışığı, dâvet, tebliğ ve hizmet
yolunu Hz. Allah yasaklamaktadır: “Hakkı bâtıla karıştırmayın. Ve bile
bile hakkı gizlemeyin.” 505
“Lâ”sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; itaat ve olumlu anlamda
isyanı olmayan, Allah’a isyan edenlere ve âsîlerin düzenine
uygun bir din dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle,
onların ilâh ve rab anlayışlarıyla uzlaşan, Allah’ın hor gördüklerini
hoş görmek için bin dereden su getiren, tepkisiz, laik müslümanlık(!)
hâkim kılınmak isteniyor. Allah’a inanan, ama tâğuta itaatten
ayrılmayan, Allah’a inanan ve isyankârların ilke ve hükümlerini
kabul ettiğini ifade eden, altısı içinden altısı dışından bir din,
her çeşit bâtılı reddeden tevhid dininin yerine geçirilmek isteniyor.
Kelime-i tevhid, “lâ” ile, yani isyanla başlar. Tüm sahte ilâhlara,
tâğuta isyan anlamı ve eylemi vardır tevhid mesajında. Yani,
Allah’a isyan edenlere isyan! Bütün peygamberler bu anlamda
503] 2/Bakara, 256
504] 17/İsrâ, 73-75
505] 2/Bakara, 42
HAYIR VE ŞER
- 123 -
kutsal isyan ateşini tutuşturan isyan önderleridir. “Andolsun ki Biz,
‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan (Allah’ın hükmüne isyan edip azgınlaşan
ve insanları Hakk’a isyana zorlayan egemen şahıs ve anlayışlardan) kaçının
diye (emretmeleri için) her topluma bir peygamber gönderdik.” 506
Nereden başlamalıyız? Kur’an’ın, Peygamber’in başladığı yerden
başlamalıyız. Din “lâ” diye başlıyor. Biz de lâ diyerek başlamalıyız.
İnançta lâ denmesi gerekenler var, ibâdette, hukukta, hükümde,
itaat anlayışında, ahlâkta lâ denilmesi gereken yerler var:
Tümüne lâ diyoruz.
“Kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, sapasağlam kulpa yapışmış
olur.”507 İllâllah’tan önce lâ diyor, imandan önce tâğuta küfrediyor,
onu inkâr ve reddediyoruz. Her çeşit tâğuta, her gruptaki
bel’amlara, her kesimden Karun’lara, her görevdeki Hâmânlara
lâ diye karşı çıkıyoruz. Tüm putlara ve sahte ilahlara hayır diyoruz.
Şerle, küfürle uzlaşmıyor, şerrin tümüne, ehvenine de karşı
çıkıyoruz.
İnsanımız, çok yönlü savaşın kurbanı olarak ehven-i şer anlayışı
gibi tuzaklarla bilinçsizleştiriliyor, güzel duygulardan arındırılıyor,
tepkisiz ve dâvâsız hale getiriliyor. Kendisiyle ilgili oynanan
oyunu anlamasın diye başka oyuncaklarla avutulup uyutuluyor.
Top kafalı, müzik tutkunu, TV. tiryakisi, şans oyunları denen çeşitli
kumarların esiri, paramparça “para”lanmak için koşturan bir makine
haline getiriliyor. Hüsrandır, kaostur, zulümdür bu; esas kriz
budur. İnsanımızın kimliksizleştirilmesinden, inançsızlaştırılmasından
ve buna seyirci kalınarak zulme dolaylı da olsa destek verilmesinden
daha büyük kriz olamaz. Müslüman olduğunu iddia
eden insan, yaratılış gâyesini unutmuş; kime, niçin ve nasıl itaat
veya isyan etmesi gerektiğini düşünemeyecek hale gelmişse tabii,
her şey ters yüz olacak, bireysel günahlar fesâda, fesât fitneye,
fitne toplumun dünya huzurunu ve âhiret saâdetini kemirmeye
başlayacaktır.
Günümüzde şirkin her çeşidinin yaygın olduğunu görüyoruz.
Müslüman mahallede pazarlanan bin bir çeşit şirk içinde, çok yaygın
olmasından ötürü, belki en önemli örneklerinden biri itaat ve
isyan konusuyla ilgili şirktir. Müslümanların sırât-ı müstakim’i şaşırıp
yanlış işaretlerle mecburi istikamet diye gösterilen cehennem
yolu üzerinde “dur!” diye ellerini makas gibi açanlar çıkmadıkça
ve yoldaki işaretleri doğrusuyla değiştirme çabasına yeterli sayıda
insan girmedikçe, uçurumlara yuvarlananlara ağıt yakacak kimse
506] 16/Nahl, 36
507] 2/Bakara, 256
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 124 -
bile kalmayacaktır.
Müslümanın asıl söylemi ve eylemi hangi minvalde olmalı,
Rabbanî yol ve sünnetullah çerçevesinde nasıl bir yol izlenmelidir?
Büyük şehid, merhum Seyyid Kutub’un dediği gibi; “Bu dine sahip
çıkanların şu gerçeği iyi bilmeleri gerekir. Bu din nasıl Rabbânî
bir din ise, onun hareket metodu da tamâmen Rabbânîdir, esas
tabiatına uygundur. Ve şurası bir gerçektir ki, bu dinin hakikatini,
amelî metodundan ayırmak imkân hâricidir.” İslâm, öyle büyük
bir nizamdır ki, onu vaz’ eden Rabbimiz, gâyeyi gösterdiği gibi,
vâsıtaları da göstermiştir. İnsan için Allah’a kulluk, ibâdet ve O’nun
rızâsını kazanmak gâye olduğuna göre; bu nasıl olacak, hangi
vâsıtalarla bu gerçekleşecek Kitab’ın hükümleri ve Rasûl’ün pratik
uygulamalarıyla açıklanmıştır. Bir kimse İslâm’da zinânın, fâizin,
içkinin olmadığını, bunların yasaklandığını bildiği (veya bilmesi
gerektiği) halde, “zinâ yaparak, içki içerek veya fâiz vâsıtasıyla
İslâm’ı getireceğiz, bunlarla İslâm’a hizmet edeceğiz” demesi ne
kadar İslâm dışı ve saçma ise, şer olan bir sistemin herhangi bir kurumunun
şer’î zannettiği bir uygulaması da en az o kadar İslâm’a
ve mantığa terstir. Bilinmelidir ki şerle hayra gidilmez. Şer’an pis
kabul edilen bir sıvı ile, meselâ şarapla abdest alınmaz. Haram
parayla, fâizle hayır yapılmasının câiz olmadığı gibi. Küfre âit bir
vâsıtayla İslâm’a, şeytana âit bir atla cennete gidilmez. Gâvurun
atına binen onun kılıcını sallar. Bâtıl, ancak Hak’la zâil olur; Başka
bir bâtılla değil.
Tevhidî bilince sahip, vahyin inşa ettiği bir iman ve hayat tasavvuruna
sahip mü’minlerin, bu tür sistem içi değişimlere meyletmeleri,
destek vermeleri ise, aydınlıktan karanlığa savrulmaktır, gerçek
anlamda “irtica”dır, geriye gidiştir. Bilinçli bir mü’min, tevhidi
bir yönelişle, her şartta Hak’ka bağlanmak, Hak’kı temsil etmek
ve Hak’kı Batıla hâkim kılmak üzere çalışmak ve hiçbir sebeple
hak ile batılı karıştıracak konumlara savrulmamak sorumluluğunu
taşımak zorundadır. Mü’min şahsiyet, “şer” (kötü) ile şerden bir
şube olan “ehven-i şer” (daha az zararlı kötü) arasındaki tercihe
kendisini kapatarak, “iyi ve maruf” olanı tercih dışı bırakma konumuna
düşemez. Her şartta iyiyi arzulamak, ehven yolunda çaba
göstermek ve bu tercihinden asla taviz vermeden uzun soluklu ilkeli
bir duruş ve yürüyüşü istikrarlı bir biçimde sürdürmek mü’min
olmanın en temel gereğidir... Bu sebeple hiçbir mü’min, ikrah olmadıkça,
Hak ile Batılı karıştıran şirke dayalı düşünce, model, yol
ve yöntemlere yönelemez, küfrü, şirki benimsediğini söyleyemez,
küfre, şirke dayalı ideoloji ve ilkelere bağlılık sözü veremez ve
HAYIR VE ŞER
- 125 -
İslâm şeriatını dışlayarak, Allah’ın kullarına, küfür ve şirk hükümleriyle
hükmetmeyi tercih edemez.
Toplumu dönüştürme iddiası olan muvahhidlerin, öncelikle
kendilerinin toplumu taşımak istedikleri değerler, ilkeler, ölçüler
alanında istikameti koruyan tavizsiz bir yürüyüşü ve tutarlı bir örnekliği/
şahidliği ısrarlı ve istikrarlı bir biçimde sürdürmeleri gerekir.
Allah’ın “emrolunduğun gibi dosdoğru ol, istikameti koruyun, aşırı
gitmeyin” ve “zâlimlere meyletmeyin size ateş dokunur” uyarılarına
rağmen, kendi ürettikleri kimi maslahatlar, çıkarlar ve marjinallikten
kurtulmak adına istikameti terk edip toplumun cahili eğilimlerine,
cahili sistemin partilerine savrulanların toplumu tevhidi
istikamette dönüştürmeye vesile olmaları da, topluma Allah’ı razı
edecek bir örneklik oluşturmaları da mümkün değildir.
Ehven-i şer Kur’an ve sünnette geçiyor
mu? Geçiyorsa nasıl geçiyor?
Kur’an’da ve Sünnette “ehven-i şer” tâbiri yoktur. Yani
“Kur’an ve Sünnet” şiarını öne çıkaran kimselerin “ehven-i şer”
diye bir ölçüleri söz konusu değildir; onlar kendilerine göre şerlerin
ehven olanlarını seçmekle değil; şerleri tümüyle yok etmeye
çalışıp “hayr”a yapışmakla emrolunmuşlardır.
Tevhidî istikameti bulamayan kitlelerin özgürlük ve adâlet arayışı
ile şer yerine “ehven-i şer”e yönelmeleri mazur, hatta şer’in en
şedidinden kaçış anlamında görece bir olumluluk iken, muvahhid
mü’minlerin “ehven-i şer”e yönelmeleri, ehveni teşkil eden tevhid
yolunu alternatif olmaktan çıkarma, davetin muhatabı kitlelerin
sığlığına sürüklenerek sıradanlaşmaları ve inkılabi (devrimci) ruhu
kaybetmeleri sonucunu doğurmaktadır. Bu sebeple, Müslümanlar
olarak, yukarıda bahsedilen dönüştürme projelerinin farkına vararak,
her şart altında, tevhidi İslâmi kimlik ve ilkelerimize sadakati,
sabiteler alanındaki değişmez değer ve ölçülerimizi savunup
yaşamlaştırmayı ısrarla sürdürmeliyiz.
Görece bir özgürleşme ve zenginleşme uğruna, taktik ve konjonktürel
özgürleşme ihtiyacımızı gidermek için, bizi biz yapan,
bize şahsiyet, kimlik ve imanımızı kazandıran temel ilke ve değerlerimizi,
yaratılış gâyemiz olan “sadece Allah’a kulluk” anlamındaki
stratejik hedefimizi feda edebilir miyiz?”
Doğru ve sahih bir din anlayışını topluma taşıyabilmek için,
toplumun vahyin belirleyiciliğine, tevhidî akideye doğru dönüşümüne
vesile olabilmek için, öncelikle hiçbir şartta ve hiçbir gerekçeyle
taviz verilmemesi gereken ve değiştirilemez, terk edilemez
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 126 -
vahye dayalı temel ilke ve değerlerde ısrar eden, vahyin şahidliğini
âdil ve emin bir kimlikle ortaya koyan davetçi kadrolara ihtiyaç
vardır. Kendilerini özgün İslâmî kavramlarla tanımlayan, bu
durumdan bir eziklik ve kompleks duymayan, vahyin getirdiği
kavram, ilke ve değerleri eylem ve söylemlerine egemen kılmaktan
ve bunları bıkmadan usanmadan yaşayıp, topluma taşımaktan
usanmayan ve utanmayan, tam tersine onur duyan şahsiyetli
Müslümanlara ihtiyaç vardır.
Müslümanların yozlaşmasında ehven-i şerrin yeri
nedir?
Hakkı savunan insan için ise ehven-i şer diyerek şerle uzlaşma,
en hafif deyimle bir bid’at ve dalâlet, bir sapma, dünyayı âhirete
tercih etme ve sahip olunması gereken müslümanca şereften
mahrum olmadır. İlkesizliktir, günü kurtarmaya çalışmaktır, idâre-i
maslahatçılık ve pragmatizmdir. Hakkı olmadığı halde Allah’ın
dini üzerine pazarlık yapmaktır. Suça ve suçluya göz yummaktır.
Hak dâvânın mensuplarından Cenâb-ı Hakk’ın istediği şeyler:
Hakkı eğip bükmeden söylemek, Allah’ın hükümlerini tebliğ edip
uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan
dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak,
takvâ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, şerrin ehvenine de rızâ
göstermeyip tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bir müslümanın
vahiyle belirlenmiş herhangi bir prensipten vazgeçmesi, Allah’ın
yasakladığı bir şerri ehven diye savunması, hakkında nass olan bir
konuda pazarlık yapması inancıyla bağdaşacak bir tavır değildir.
Allah’ın emirlerinin büyüğü-küçüğü, temeli-teferruatı, önemlisiönemsizi,
tâviz verilecek olanı-olmayanı olmaz. İman esasları ve
dinin ilkeleri, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Rasûller ve
onların vârisleri âlimler başta olmak üzere İslâmî hareket mensupları,
Allah’ın rızâsından başka beklentileri olmayan âhireti dünyaya
tercih eden dâvâ erleridir. Onlar, etkin ve yetkin müşriklerin
tehdit ve zulümlerinden korkmayacakları gibi, dâvâlarını ve kendilerini
pazarlık aracı yapamazlar, kiralayamaz ve satamazlar. Bir
müslümana Allah’ın vereceği karşılıktan/ödülden daha büyük bir
bedel icad edilememiştir, edilemeyecektir. Onlar, halktan bir karşılık
istemezler, onların ücretlerini Allah verecektir. 508
Her tâviz, yeni ve daha büyük tâvizler doğurur. Amellerdeki
tâvizler, inançlardaki tâvizlere yol açabilir. Tâviz vererek inandığını
yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Bâtıl zihniyetin
508] 26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180; 11/Hûd, 29, 50-51, 80; 36/Yâsin, 21 vd.
özelliğidir bu; kendi çıkarlarını sürdürmek için her zaman ve her mekânda hak dâvâyı savunanları tâviz ve uzlaşmayla etkisiz hale getirmeye çalışmak. Bu konuda oltaya taktıkları en önemli yemleri de “ehven-i şer” solucanıdır. “Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.”509
İslâm’la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz konusudur. Uzlaşmayı, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah’ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm’dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık resmî devlet İslâm’ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf sentezler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif edilmiş bu İslâm’ların elbette Allah’ın dini olan İslâm’la hiç bir ilgisi yoktur, bazı benzer yönleri olsa da.
Müslümanın İslâm’dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak, İslâm’ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah’a teslim olmak ve O’nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah’a iman ve O’nun tek ilâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm’ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen “tâğut”u reddetmek; Allah’a imandan da önce gelir ki; kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle “lâ = hayır” süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek İlâhın kabulü yerleşsin. “Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah’a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemâliyle işiten ve bilendir.” 510
Ehven-i şer mantığı, şerle ve şerri dayatanlarla uzlaşma demektir. Uzlaşma; düşüncelerde, değerlerde, ölçülerde, prensiplerde, sosyal ve siyasal tavırlarda çöküş içine girmek, sivil itaatsizliği bile becerememektir. Uzlaşma, kaypaklıktır, ilkesizliktir. Olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamaktır. Uzlaşma, psikolojik
509] 68/Kalem, 9
510]] 2/Bakara, 256
mağlubiyettir. İzzetin Allah katında ve mü’minlerin hakkı olduğunu unutmak, zelil olanları aziz kılmaya çalışmaktır. Düşmanı gözde büyütmek, bükemediği eli öpmektir; o elin az sonra boğazını sıkmaya hazırlandığını unutmaktır. Uzlaşma, hak ölçülerle uyuşmaz ama kapitalizm, pragmatizm ve makyavelîzmle uyuşan ve örtüşen yönleri az sayılmaz; her şeyi pazarlık konusu yapmaktır uzlaşma; faydayı dâvânın önüne geçirebilmektir. Rasyonel/akılcı olmak ve dâvâ eri mücâhide Allah’ın yardım vaadlerini ve dâvânın Allah’la bağlantısını göz ardı etmek, kâfirler hangi yoldan başarılı oluyorsa o yolları denemektir. (Hâlbuki Kur’an’dan açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, mü’minlerle ilgili sünnetullah, kâfirlerle ilgili sünnetullahtan çok farklıdır.) Mutlak doğruyu, vahye ait hakikatleri, babasının malı imiş gibi değerlendirmektir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın deyip yılanların yaşamasına yardımcı olmak, ömürlerini uzatmaktır. Haktan taviz ve uzlaşma, yok olmak İlâhî kaderi olan, her an komada yaşayıp can çekişen bâtılın iskeletine kan pompalamaktır.
Hakkı ketm etmek (gizlemek) ve hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılı karıştırmak, Din’i kuşa benzetmektir. Hak Din’in etkisizleştirilmesi, atmalar ve katmalar yoluyla olmuştur. Atma, hakkı gizlemek; katma ise hakka bâtılı karıştırmaktır. Hakkı/İslâm’ı bâtılın/kâfirlerin istediği, râzı olduğu şekle koymak veya konulan bu şekle karşı çıkmamaktır. O yüzden dinin temel ilkelerinden tâviz, itikadı ilgilendiren bir vakadır; ihanettir veya en azından ihanete seyirci kalmaktır.
Ehven-i şerciliği, tâvizi, uzlaşmayı reddetmek, geçici bir protesto hareketi değil; ölüme kadar tevhid kelimesindeki “lâ”yı hayatıyla tefsir edip, eylemleriyle yorumlamaktır. Uzlaşmayı red, hak ve bâtıl her şeye karşı çıkmak, farklı anlayıştaki mü’minlerle ve değişik İslâmî yaklaşımlarla da iyi geçinme yollarını aramayıp onlarla mücadele etmek, ya da isyankâr fakat marazî/hastalıklı bir psikolojik yapı değildir. Hakk’ın mutlak doğruları ile beşerin göreceli doğrularını birbirine karıştırmak, itikadî olanlarla itikadî olmayanı aynı kefede görmek, bir hata ile haramı, bir günah ile şirki karıştırıp hepsine aynı şiddette reaksiyon göstermek değildir. Uzlaşmayı reddetmek deyince, insanca münasebetleri, sosyal ilişkileri kesip uzlet içinde yaşamayı, toplumsal bağları koparmayı kast etmiyoruz; İbrahimî ve Muhammedî tavrı hayata geçirmeyi kast ediyoruz. Onlar küfürle/bâtılla uzlaşsalardı ateşe atılır, memleketlerini terk etmeye mecbur kalır, ölümle burun buruna olurlar mıydı?
Bugün, nâfileleri, ihmal edilen nice farzların önüne geçirmenin,
ibâdetlere tevhid ve şirke ait hususlardan daha fazla önem vermenin çok yanlış olduğunu vurgulamalıyız. Evvelâ insanımızın gönlündeki şirk virüslerini yok etmek gerekiyor. Bu mikropları yok sayarak sadece ibâdetleri anlatmak veya bunlarla uğraşmak, çöp kutusuna temiz gıda atmaya benzer…
Din ‘Lâ ilâhe’ ile başlar. Önce bir red, bir isyan, bir ‘hayır’, bir temizlik mekanizması, cahiliye pisliğine her yönüyle bir direnişte bulunan bir tavır gerekir ki; o temizlenen yere tertemiz bir İlâh anlayışı yerleşmiş olsun. Öteki türlü hakla bâtılın karıştırıldığı bir ortam oluşturulur. Bu da Müslümanlığın doğru anlaşılmasını zorlaştırır.
Bizim, bugün var olan ve giderek ivme kazanma eğilimindeki ‘Ilımlı İslâm Anlayışı’na net ve sert tepki göstermemiz; İslâmî değişim ve dönüşüm talebi olmayan, uzlaşmacı, ulusalcı, sağcı, muhafazakâr çizginin Kur’an İslâm’ına birinci derecede engel olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Tabii bu vurgu, boşalan yerin tevhidî bir yaklaşımla doldurulmasını gerekli kılıyor. Kolay işler değil bunlar… Bunu halka net bir şekilde sunabilecek imkânlara sahip değiliz. Halkın, Allah’ın anlattığı dini, peygamberin vurguladığı tevhidi anlayacak altyapısının -şu an için- olmadığını zannediyoruz. Sesimiz de çok güçlü çıkmadığından, nebevî öncelik ve nebevî usûlle anlatılan şeyler cahiliye toplumu tarafından kabullenilmeyebilir. Çünkü yıllardır din adına farklı şeyler öğretildi insanımıza.
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecek (hiçbir güç) yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. O çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 511
“De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz kılar yüceltir; dilediğini de zelil kılar alçaltırsın. Her türlü hayır/iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kadirsin.” 512
511] 10/Yûnus, 107
512] 3/Âl-i İmrân, 26
Hayır ve Şerle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur’ân-ı Kerim’de Geçen “Hayır” Kelimeleri (Türevleriyle toplam 196 yerde): 2/Bakara, 54, 61, 103, 105, 106, 110, 148, 158, 180, 184, 184, 184, 197, 197, 215, 216, 220, 221, 221, 263, 269, 271, 272, 272, 273, 280; 3/Âl-i İmrân, 15, 26, 30, 54, 104, 110, 110, 114, 115, 150, 157, 178, 180, 198; 4/Nisâ, 19, 25, 46, 59, 66, 77, 114, 127, 128, 149, 170, 171; 5/Mâide, 48, 114; 6/En’âm, 17, 32, 57, 158; 7/A’râf, 12, 26, 85, 87, 89, 155, 155, 169, 188; 8/Enfâl, 19, 23, 30, 70, 70; 9/Tevbe, 3, 41, 61, 74, 88, 109; 10/Yûnus, 11, 58, 107, 109; 11/Hûd, 31, 84, 86; 12/Yûsuf, 39, 57, 59, 64, 80, 109; 16/Nahl, 30, 30, 76, 95, 126; 17/İsrâ, 11, 35; 18/Kehf, 36, 40, 44, 44, 46, 46, 81, 95; 19/Meryem, 73, 76, 76; 20/Tâhâ, 13, 73, 131; 21/Enbiyâ, 35, 73, 89, 90; 22/Hacc, 11, 30, 36, 58, 77; 23/Mü’minûn, 29, 56, 61, 72, 72, 109, 118; 24/Nûr, 11, 12, 27, 33, 60; 25/Furkan, 10, 15, 24; 28/Kasas, 24, 26, 60, 68, 68, 80, 84; 29/Ankebût, 16; 30Rûm, 38; 33/Ahzâb, 19, 25, 36; 34/Sebe’, 39; 35/Fâtır, 32; 37/Saffât, 62; 38/Sâd, 32, 47, 48, 76; 41/Fussılet, 40, 49; 42/Şûrâ, 36; 43/Zuhruf, 36, 52, 58; 44/Duhân, 32, 37; 46/Ahkaf, 11; 47/Muhammed, 21; 49/Hucurât, 5, 11, 11; 50/Kaf, 25; 54/Kamer, 43; 55/Rahmân, 70; 56/Vâkıa, 20; 58/Mücâdele, 12; 61/Saff, 11; 62/Cum’a, 9; 11, 11; 64/Teğâbün, 16; 66/Tahrîm, 5; 68/Kalem, 12, 32, 38; 70/Meâric, 21, 41; 72/Müzzemmil, 20, 20; 87/A’lâ, 17; 93/Duhâ, 4; 97/Kadr, 3; 98/Beyyine, 7; 99/Zilzâl, 7; 100/Âdiyât, 8.
B- Kur’ân-ı Kerim’de Geçen “Şerr” Kelimeleri (Türevleriyle toplam 31 yerde): 2/Bakara, 216; 3/Âl-i İmrân, 180; 5/Mâide, 60, 60; 8/Enfâl, 22, 55; 10/Yûnus, 11; 12/Yûsuf, 77; 17/İsrâ, 11, 83; 19/Meryem, 75; 21/Enbiyâ, 35; 22/Hacc, 72; 24/Nûr, 11; 25/Furkan, 34; 38/Sâd, 55, 62; 41/Fussılet, 49, 51; 70/Meâric, 20; 72/Cinn, 100; 76/İnsan, 7, 11; 77/Mürselât, 32; 98/Beyyine, 6; 99/Zilzâl, 8; 113/Felak, 2, 3, 4, 5; 114/Nâs, 4.
C- Hayır ve İyilik
a- Hayır ve Şer İmtihandır: 21/Enbiyâ, 35.
b- Allah, Bir Kişi Hakkında Hayır Dilerse Onu Geri Çevirecek Yoktur: 10/Yûnus, 114.
c- Allah’tan Hayır İstemek: 26/Şuarâ, 84.
d- Hoşa Gitmeyen Bir Şey Hayır Olabilir: 2/Bakara, 216; 31/Lokman, 34.
e- Hayır Allah’ın Elindedir: 3/Âl-i İmrân, 26.
f- Hayır İşlerinde Yarışmak: 2/Bakara, 148; 5/Mâide, 48; 23/Mü’minûn, 61.
g- Hayra Engel Olmak: 2/Bakara, 217; 68/Kalem, 12.
D- Şer ve Kötülük
a- Hoşa Giden Bir Şey Şer Olabilir: 2/Bakara, 216; 31/Lokman, 34.
b- Kötülük Eden Kendi Aleyhine Eder: 41/Fussılet, 46; 45/Câsiye, 15.
c- Kötülük Yapmakta Yardımlaşmak Yasaktır: 5/Mâide, 2.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, İstikrâz 4, 6; Rikak 34; Sahih-i Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc. 1/235; 5/185; 12/1984
Müslim, İman 61; Müsâfirîn, 201
Tirmizî, Zühd 3, 21, 22; İman 8; Fiten 15, 26, 76, 77, 78; Birr 28
Nesâî, Cenâiz 123; Zekât 74; İftitâh 17
İbn Mâce, Mukaddime 19, 20; Tahâret 4; Ticâret 62
Ebû Dâvud, Edeb 6, 12
Muvattâ, Tahâret 36
Ahmed bin Hanbel, Müsned III/18, 19
Kütüb-i Sitte; 2/549; 3/401-402; 4/265; 13/37-38, 282; 14/16, 19, 23; 16/500; 17/168, 471, 551.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1.
Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 245-248
2.
İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 257-261, 622-623
3.
Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1, s. 112, c. 2, s. 104-108
4.
TDV. İslâm Ansiklopedisi, Mustafa Çağrıcı, T.D.V. Y. c. 17, s. 43-49
5.
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Halid Erboğa, Şâmil Y. c. 2, s, 83, 381-382; Muhiddin Bağçeci, 6/27-29
6.
Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 8, s. 26-31; c. 19, s. 307-310
7.
İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, Muhammed Kutub, İşaret Y. s. 395-412
8.
Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 286-291
9.
Kur’an’da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, Akçağ Y.
10.
Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hizmet Kitabevi Y.
11.
Şer İttifakı ve Sözcüsünü Arayan 1 Milyar Müslüman, Muhammed Han Kayani, İnkılab Y.
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…
Kıyâmet
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
DAVUD EMRE YAYINEVİ
Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -8-
KIYÂMET
Yazarı:
Ahmed KALKAN
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2011
Baskı:
?????
Dâvud Emre Yayınevi
Telefon: (0 216) 632 29 58
www.davudemreyayinevi.com
KIYÂMET
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-8-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Allah’ın ismi ve izniyle. Hamd O’na, salât ve selâm Rasûlüne. Mü’minlere de duâ…
Nedir kıyâmet? Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, kıyâm etmek, doğrulmak ve dirilmek anlamında olan kıyâmet; İslâmî literatürde, evrenin düzeninin bozulması, her şeyin altüst olarak yok olması ile, ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması olayına verilen addır. Kıyâmet, cisimlerin ister kendi parçaları arasında, ister diğer cisimler arasında var olan uyumun, nizam ve birliğin kalkmasıdır. Bir kaostur, yıkımdır kıyâmet. Mânevî yönü ihmal edilip tek kanatlı kuş gibi, tek yönlü maddî ihtiyaçlarının hizmetinde bir insan, kıyâmeti yaşıyor demektir. İnsanın kıyâmeti, inancın kıyâmeti, hakikatin kıyâmeti... Hem namazda kıyâmı, hem de namaz gibi görev olan küfre ve şirke karşı kıyâmı gerektiği gibi yerine getirmeyenlerin âkıbetidir kıyâmet. “Kıyâm et” emrini uygulamayanların dünyevî cezâsıdır “kıyâmet”.
Hadis rivâyeti olarak değerlendirildiği halde, hadis olmadığını tesbit ettiğimiz, ama anlamına katılarak bu konuya uygun yorumladığımız bir söz vardır: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklar.” Sanal bir hayatta, yaşadığını sananların rüyalarıdır bugünün dünyası. İnsan, içinde yaşadığı çevreyi katletti, mahvetti; kendisi de o çevrenin, o doğanın bir parçası olduğunu düşünmedi; kendisi de mahvoldu. İçinde yaşadığı toplumu ve kendini (fıtratını, mânevî hayatı) insanın kendi eliyle imhâ etmesi kıyâmet değil de nedir?
Kur’an’ın kıyâmetin dehşetinden sık sık bahsetmesinin temel hikmeti, yaşadığımız hayatı sorgulamak, Allah’ın var ettiği dünya ve içindekilerin âniden elimizden çıkabileceğini, her nimetin bir sonu olduğunu, ölümün yakın olduğunu hatırlayıp Allah’a karşı sorumluluklarımızı kuşanmaktır.
Hayatın aslı, rûhun hayatıdır; mânevî hayattır. Bitkisel ve hayvansal hayat, dünya hayatıdır; ama bu hayat içinde rûhun/gönlün hayatı da yaşanabilir. Bu ise, kalbi günahlardan uzak tutma, tefekkür ve ibâdetlerle mümkün olur. Rûhî/mânevî hayattan uzak olup yalnızca dünya hayatını yaşayanlar aslında birer ölüdürler. Eşyanın dış yüzüne ve hayatın zâhirine takılıp kaldıkları için, olayların ve eşyanın gerisindeki hakikati göremedikleri için, kâinatta her bir şeyde açık seçik olan İlâhî tecellîleri göremedikleri, İlâhî mesajı alamadıkları için ölüdürler. Peygamberler, bunlara diriltici nefeslerle gelirler. Bu yüzden, Kur’ân-ı Kerim’de, “Ey iman edenler!
(Rasûlullah,) sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a ve Rasûlü’nün çağrısına koşun...” (8/Enfâl, 24) buyurulur. Âyette, iman edenlere seslenilmesi, imanın bir hayat emâresi olmakla birlikte, asıl hayatın “rûhun ve kalbin hayat derecesi” olduğunu, buna ulaşmanın ise iman içre iman gerektirdiğini hatırlatmak için olsa gerektir.
Hayat, asıl itibarıyla kalbin hayatıdır, rûhun hayatı olduğu gibi; insanın asıl ölümü ve dirimi dünyadadır. Ölüm, hiçbir zaman, anladığımız şekilde “ölmek” değil; gerçekte “dirilme”dir, hayat bulmadır. Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan sonra, insanın gerçeği en çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir? Ölmek, geçici ve gölge bir hayat olan dünyadan göçmekten ibârettir. Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha bir diriliğe kavuşur ve “sıla”sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların sevincini yaşar, özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise, ölmekle acı bir dirilmeği tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler. Bu gerçek hayatta artık yeni bir değişme, yani ölüp yeniden dirilme gibi şeyler söz konusu değildir. Dünyada ölü kaldıktan sonra ölümle dirilme, azâba, ateşe dirilmedir; dünyada diri olanlar ise, daha bir diriliğe, daha güzel, sürekli, kalıcı bir canlılığa adım atarlar. Kur’an bunu, “Muhakkak ki âhiret yurdu, gerçekten baştanbaşa hayattır, eğer bilselerdi.” (29/Ankebût, 94) şeklinde ifade etmektedir.
Peygamberlerin getirdiği hayat verici nefeslerle dirilemeyenler, Kur’an’ın deyişiyle, ölüdürler, kabirdedirler (kıyâmetleri çoktan kopmuştur onların). Kur’an’da: “Sen ölülere duyuramazsın!” (30/Rûm, 52); “Sen kabirdekilere duyuracak değilsin!” (35/Fâtır, 20) buyrulur. Hayat; iman, hicret, cihad ve şehâdettir. Kâfirler gibi canlı cenâze olmak, hayat süren leş konumunda bulunmak değildir. Esas hayat, rûhun hayatıdır, imanın can kafesinde ölü gibi kalması değil, sahibini ve toplumu diriltmesidir. Hayat, Allah’ın ve Rasûlünün bizi çağırdığı esaslara uymaktır. Bugün yaşananlar, bu ölçüler içinde hayat sürmek değil; ölü olduğunu bile hissetmeyecek kaosu, kıyâmeti yaşamaktır. Maddî hayat yönüyle ölenler, öldüklerinin, yani kendi kıyâmetlerinin koptuğunun farkındadırlar. Ama mânen ölmüş, kendi kıyâmeti kopmuş kimseler, öyle dehşetli bir kıyâmet içindedirler ki, kendilerini canlı sanmaktalar. Toplumun mânevî kıyâmeti, o toplumdaki bireyleri de kuşatır: “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirâyet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25)
Bırakalım artık yarınların hayaliyle oyalanmayı. “Kıyâmet ne zaman kopacak? Onun alâmetleri nelerdir?” diye sormak yerine; “ölüme, kıyâmete, ondan sonrasına hazır olup olmadığımızı” kendi kendimize sormamız gerekmez mi? Dünyaya bir daha gelip de eksik ve hatalarımızı telâfi etme şansımız olmadığına göre, yaşadığımız günün her ânını değerlendirmeli ve “gün bu gündür!” diyerek, ebedî saâdeti kazanmaya çalışmalıyız.
Kıyâmetin ikinci aşaması; ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması, kıyâm etmesidir. “Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker” adındaki kalk borusunu, “kıyâm et” emrini veren dâvetçi İsrâfiller, inşâAllah toplumu İsa nefesleriyle yeniden diriltecek ve Allah’ın izni ve yardımıyla topluma ba’su ba’de’l-mevti yaşatacaklardır.
Hz. İsa, rûha önem verilmeyen yahûdileşmiş bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi: Bazı ölüleri Allah’ın izniyle diriltme, hastaları iyileştirme, körlerin gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda da bu rûhî özellikleri ihyâ eden İsa nefesli müslümanlara ihtiyaç var. Böylece emperyalistlerin katı kapitalist etkileriyle ruhları, rûhî/mânevî özellikleri bombardıman edilen insanların ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin; ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin olsun. Hasta kalpler ve mânevi/rûhî hastalıklar iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan insanlar eşyaya Allah’ın nûruyla bakabilsin. Sadece görünenleri değil, perdenin arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa’nın gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa’nın nefesine, Hz. Mûsâ’nın asasına, Hz. Muhammed’in Kur’an’ına mirasçı sensin. Kurtuluş istiyorsan, kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman!
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Temmuz 2011, Ümraniye
- 11 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -8-
KIYÂMET
•
Kıyâmet; Anlam ve Mâhiyeti
•
“Kıyâmet”in Diğer İsimleri
•
Kıyâmet Alâmetleri
•
Sûr; Kıyâmetin ve Haşrin Başlangıcı
•
İsrâfil (a.s.); Allah’ın Emriyle Kıyâmeti Başlatacak Melek
•
Ba’s ve Ba’sı İnkâr
•
Ba’su Ba’de’l-Mevt
•
el-Bâis; Yeniden Dirilten Allah
•
Haşr ve Neşr
•
Haşr-ı Cismânî
•
Mahşer
•
Sırat ve Sırat Köprüsü
•
Havz-ı Kevser
•
Hesap ve Hesap Günü
•
Esmâü’l-Hüsnâ’dan Hasîb; Allah Hesaba Çekendir
•
Mizan
•
Duhân; Kıyâmet Alâmetlerinden Biri
•
Dâbbetü’l-Arz
•
Deccal
•
Mehdi
•
Sahte Peygamberlik ve Hz. İsa’nın Nüzûlü
•
Siz de mi Hâlâ Kıyâmetin Kopmadığını Sanıyorsunuz?
•
Kur’ân-ı Kerîm’de Kıyâmet
•
Hadis-i Şeriflerde Kıyâmet ve Kıyâmet Alâmetleri
•
Kıyâmet ve Âhiret Şuuru
•
Yaratılışa İnanan, Yeniden Yaratılmaya da İman Eder
•
Kıyâmet ve Âhiret Anlayışı, Bizi Dirilişe Ulaştırır/Ulaştırmalıdır
•
Her An Yaşadığımız Kıyâmet: Gündüz Yaşıyor, Gece Ölüyor, Sabah Diriliyoruz
•
Ölüm; Gurbetten Vuslata Hicret
•
Kıyâmetin ve Ölümün Düşündürdükleri
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 12 -
“Allah -ki, O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur- sizi mutlaka kıyâmet gününde
bir araya toplayacaktır. Bunda şüphe yoktur. Allah’tan daha doğru
sözlü kim olabilir?” 1
Kıyâmet; Anlam ve Mâhiyeti
Kıyâmet: Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, doğrulmak ve dirilmek
anlamına gelir. İslâm inancında, evrenin düzeninin bozulması,
her şeyin altüst olarak yok olması ile ölen tüm insanların yeniden
dirilerek ayağa kalkması olayını dile getirir. Bu olay Kur’an’da çok
çeşitli isimlerle anılır.
Kıyâmet, Allah inancından sonra İslâm’ın ikinci temel inancı
olan Âhiret hayatının ilk aşamasını oluşturur. Genel bir yok oluş
ve yeniden dirilişle birlikte gelişecek Haşr, Hesap, Mizan, Cennet
ve Cehennem gibi olaylar hep Kıyâmet gününün gündemi içindedir.
Bu nedenle Âhiret inancı, Kıyâmet ve onunla birlikte gelecek
olaylara inançtan başka bir şey değildir. Bu büyük önemi
yüzünden Kur’an Kıyâmet olayını sık sık hatırlatır, zaman zaman
da bir korkutma, uyarma öğesi olarak kullanır. Kıyâmet kesin
olarak gerçekleşecek,2 şüphe götürmeyen bir olaydır.3 Alâmetleri
belirmiş,4 yaklaşmıştır.5 Ancak bir göz kırpması gibi ya da daha
yakındır.6 Kâfirler bu günden devamlı bir şüphe içinde kalırlar,7 yalanlarlar.
8 Onun ağırlığına ne gökler, ne de yer dayanabilir, ansızın
gelir.9 Sarsıntısı korkunç bir şeydir.10 Belâlı ve acı bir Sâat’tir.11 Yalanlayanlar
için çılgın bir ateş hazırlanmıştır. 12
Kur’an, Kıyâmet olayının kesinliğini, yakınlığını bildirdiği, hatta
oluş biçimine ilişkin tasvirler verdiği halde, zamanı konusunda
bir açıklama yapmaz. Kıyâmet doğrudan doğruya Allah’ın dilemesine
bağlı bir olaydır ve O’ndan başka hiç kimsenin bu konuda
bir bilgisi yoktur. Kur’an, “Kıyâmet sâatinin bilgisi şüphesiz Allah
katındadır”13 gibi âyetlerle Kıyâmet’in zamanının hiç kimse tarafından
bilinemeyeceğini belirttikten sonra, bu konuda sorulan
1] 4/Nisâ, 87
2] 15/Hicr, 85
3] 22/Haac, 7
4] 47/Muhammed, 18
5] 54/Kamer, 1
6] 16/Nahl, 77
7] 22/Hacc, 55
8] 25/Furkan, 11
9] 7/A'râf, 187
10] 22/Hacc, 1
11] 54/Kamer, 46
12] 25/Furkan, 11
13] 31/Lokman, 34
KIYAMET
- 13 -
soruları şöyle cevaplar: “De ki: ‘Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır.
Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz.”14; “Kıyâmet’in ne zaman
gelip çatacağını soruyorlar. Senin neyine gerek onun zamanını bildirmek.
Onun nihâyeti ancak Rabbine âittir.” 15 Cibril Hadisi olarak bilinen
ünlü hadiste, Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Cebrâil’in bu konudaki
sorusunu “Sorulan, sorandan daha bilgili değildir” diye cevaplayarak
kendisinin de Kıyâmet’in zamanına ilişkin bir bilgiye sahip olmadığını
açıklamıştır. 16
Kur’an Kıyâmet’in oluş biçimine ilişkin ayrıntılı ve dehşet verici
tablolar çizer. Buna göre Kıyâmet “Sûr’a üflenince” 17 başlayacak,
kulakları sağır edecek bir ses ve korkunç bir sarsıntı nedeniyle emzikli
kadınlar kucaklarındaki çocukları unutacak, hâmile kadınlar
bebeklerini düşürecek, insanlar sarhoş gibi olacaklardır.18 Gök, erimiş
maden gibi, dağlar atılmış yün gibi olacak, kimse dostunu soramayacaktır.
19 Gök yarılacak, yıldızlar dağılıp dökülecek, denizler
fışkıracak, kabirler altüst edilecektir.20 Gözler dehşetten kamaşacak,
ay tutulacak, güneş ve ay kararacak, insanlar kaçacak sığınacak
bir yer bulamayacaktır.21 Dehşetten on aylık gebe develer
bile salıverilecek, yabani hayvanlar bir araya toplanacak, denizler
kaynatılacak, nefisler çiftleşecek, gök sıyrılıp düşecek, Cehennem
alevlendirilecek, Cennet yakınlaştırılacaktır. 22
Kıyâmet’in genel yok oluşu belirten bu ilk safhasını Sûr ‘a ikinci
kez üflenmesiyle ikinci safha izleyecek, tüm insanlar yeniden dirilerek
ayağa kalkacaklardır.23 Bu diriliş ve kalkışı (ba’s) toplanma
(haşr) izleyecektir. Kur’an Kıyâmet’in bu ikinci safhasını da canlı
tasvirlerle anlatır: O gün insanlar gözleri dönüp kararmış bir halde,
öteye beriye yayılmış çekirgeler gibi kabirlerinden çıkacak ve
dâvet edene koşacaklardır. Bu arada kâfirler “bu ne çetin gün” diyerek
korkularını dile getireceklerdir.24 Muttakî kullar ise Allah’ın
huzuruna elçiler olarak toplanacaklardır.25 O gün herkes kardeşinden,
anasından babasından, eşinden ve oğlundan kaçacaktır.
Çünkü her insan ancak kendi derdi ile uğraşacaktır. Mü’minlerin
14] 7/A'râf, 87
15] 79/Nâziât, 42-44
16] Buhârî, İmân 37
17] 39/Zümer, 68
18] 22/Hacc, 1-2
19] 70/Meâric, 8-10
20] 82/İnfitar, 1-5
21] 75/Kıyâme, 6-12
22] 81/Tekvîr, 1-13
23] 39/Zümer, 68
24] 54/Kamer, 7-8
25] 10/Yûnus, 45
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 14 -
yüzleri parıl parıl parlayacak, onlar gülecek ve sevinç içinde olacaklardır.
Kâfir ve fâcirlerin yüzleri ise sanki toprak bürümüşçesine
kapkara kesilecektir.26 Tüm insanlar tabî oldukları önderlerle
birlikte çağrılacak,27 peygamberler ümmetlerine şâhitlik etmek
üzere toplanacak,28 gök beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve
melekler bölük bölük ineceklerdir. 29
Yeniden diriliş, kalkış ve toplanışın ardından insânlara amel
defterleri dağıtılacak, mizan kurularak sevap ve günahları tartılacak,
hak edenler Cennet’e, müstahak olanlar geçici ya da süresiz
olarak Cehennem’e gönderilecek; böylece sonsuz âhiret hayatı
mutluluk ya da azapla başlayacaktır.
Kur’an ve Sünnet’ten kesin bir delile dayanmamakla birlikte,
müslümanlar arasında ölüme küçük Kıyâmet (Kıyâmet-i suğrâ)
denilmesi gelenekleşmiştir. Bazı bilginlere göre bu tanımlama,
ölümün âhiret hayatına bir geçiş olmasına dayanılarak yapılmıştır.
Kimi bilginler ise bu tanımlamanın Kur’an’a dayandığını öne sürmektedir.
Bu bilginlere göre “Allah’a kavuş(up huzura çık)mayı yalan
sayanlar, gerçekten ziyana uğradı(lar). Nihâyet kendilerine ansızın Sâat
gelince, onlar (günah) yüklerini sırtlarına yüklenerek (gelirler ve): ‘Orada
(hayatta iken), işlediğimiz büyük kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!’
derler...”30 âyetinde “Kıyâmet” anlamındaki “Sâat” aynı zamanda
ölümü de dile getirmektedir. Bu geleneğe göre gerçek Kıyâmet,
Kıyâmet-i kübrâ (büyük Kıyâmet) olarak anılır.
Küçük Kıyâmet (ölüm) ile başlayan ve büyük Kıyâmet’e kadar
süren dönem Kabir Hayatı ya da Berzah olarak adlandırılır. Kabir
Hayatı içinde Münker ve Nekir adlı meleklerin sorgusu ve ölünün
mü’min ya da kâfir oluşuna göre mutluluk ya da azab vardır. Kabir
Hayatı’na ilişkin bir hadisinde Hz. Peygamber (s.a.s.) kabri “ya
Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından
bir çukur” olarak nitelemiştir.31 Bir başka hadiste de Münker ve
Nekir’in sorgusundan sonra ölünün nimetlendirildiği ya da azâba
uğratıldığı anlatılır. Buna göre Mü’minin mezarı yetmiş arşın genişletilir,
aydınlatılır ve ona “Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği
kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi Mahşer gününe kadar
uyumana devam et” denilir. Münâfık kişinin mezarına da “Bu
adamı alabildiğine sıkıştır” emri verilir. Yer, cendere gibi adamı,
26] 80/Abese, 34-42
27] 17/İsrâ, 71
28] 77/Mürselât, 11
29] 25/Furkan, 25
30] 6/En'âm, 31
31] Tirmizî, Kıyâmet 26
KIYAMET
- 15 -
kemikleri hurdahaş oluncaya kadar sıkıştırır ve ölü yeniden dirilene
kadar böyle işkence görür.32
Yaygın kanaate göre herkesin Kıyâmeti kendi ölümüyle başlar.
İnsan, yaratılışının gereği ölümü hoş karşılamaz. Kur’ân-ı Kerîm’in
çeşitli âyetlerinde dünyanın meşrû nimetlerinden faydalanılması
emredilmiş ve yeryüzünün imar edilmesi istenmiştir.33 Hz. Peygamber
de ölümün temenni edilmemesini tavsiye etmiş ve yaşamanın
mü’mine hayır getireceğini bildirmiştir. 34
Genelde vaaz, tasavvuf ve ahlâk alanlarına dâir kaleme alınan
eserlerde ölüm uyarıcı ve korkutucu bir vâsıta olarak kullanılıp
dehşet verici tasvirler yapılmıştır. Kur’an’da bile bile küfür ve inkâr
yolunu tutanlar, zulmedenler, müslüman topluma karşı kin besleyip
dinî hayat alanında çifte şahsiyet ortaya koyanların ölüm hallerinin
elem verici olacağı ifâde edilir.35 Buna karşılık dünyada iman
edip dürüst davrananların kendilerine esenlik dileyen melekler tarafından
karşılanacağı, hiçbir korku ve üzüntüye kapılmadan hak
ettikleri cennet mutluluğuyla sevinmelerinin kendilerine telkin
edileceği haber verilir. Melekler onların dünyada ve âhirette dostları
olduklarını, hizmetlerine hazır bulunduklarını ifâde edecek,
ğafûr ve rahîm olan Allah’ın sayısız ikrâmına mazhar kılınacaklarını
belirteceklerdir.36 Yine Kur’an’da meleklerin Allah’a dönüp
O’nun yoluna uyanlar için duâ ve niyazda bulundukları, Cenâb-ı
Hak’tan böylelerini bağışlamasını, cehennem azâbından korumasını,
kendilerini iyi yoldan ayrılmayan ataları, eşleri ve nesilleriyle
birlikten Adn cennetlerine koymasını talep ettikleri anlatılır.37 Bu
âyetlerden çıkarılabilecek sonuçlara göre ölümle başlayan âhiret
hayatı neşesi veya sıkıntısı bulunmayan bir yaşantı değildir. “Berzah
âlemi” diye de anılan bu hayatın dünya ile âhiret arasında bir
geçit yeri teşkil ettiği ve Kıyâmetin kopmasından sonra başlayacak
ebedî hayatın bir örneğini oluşturduğu anlaşılmaktadır. Kabrin
cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından
bir çukur olduğunu ifâde eden ve Hz. Peygamber’e nisbet edilen
hadis38 yakın anlamlı başka rivâyetlerle de desteklenmektedir.39
Kozmik anlamda Kıyâmetin ne zaman kopacağı bilinmemektedir.
32] Tirmizî, Cenâiz 70; Ahmet Özalp, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 366-367
33] 2/Bakara, 168, 172; 2/Ankebût, 17; 62/Cum'a, 10
34] Buhârî, Deavât 30; Müslim, Zikir 10, 13
35] 6/En'âm, 93-94; 8/Enfâl, 49-51; 16/Nahl, 28-29; 47/Muhammed, 26-29
36] 16/Nahl, 32; 41/Fussılet, 30-32
37] 40/Mü'min, 7-8
38] Tirmizî, Kıyâmet 26
39] Müslim, Cennet 65-66; Tirmizî, Cenâiz 70
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 16 -
Kur’an’da 40 yerde geçen “sâat” kelimesiyle anlatılan Kıyâmetin
kopuşunun -jeolojik zaman çerçevesinde- yakın olduğu, ansızın
geleceği ve alâmetlerinin belirdiği40 ifâde edilmektedir. Ancak bu
alâmetlerin nelerden ibâret olduğu açık bir şekilde haber verilmemiş,
sadece Ye’cûc ve Me’cûc’un gelişiyle,41 dâbbetu’l-arzın çıkışı42
Kıyâmet alâmeti mânâsına alınabilecek bir bağlam içinde zikredilmiştir.
Çeşitli hadis rivâyetlerinde yer alan Kıyâmet alâmetlerinden
zaman içinde sosyal hayatın bozuluşu ve ahlâkî gerileyişi konu
alanların dışında kalanlar, isnâd veya metin kritiği açısından iman
derecesinde bağlayıcı olmaktan uzak bir görünüm arzetmektedir.
Kıyâmetin Halleri: Kıyâmet hallerini sûra üfleniş, ba’s, haşir,
hesap, cennet ve cehennem durakları olmak üzere beş merhalede
incelemek mümkündür.
Hadis ve tefsir rivâyetleriyle desteklenen bazı âyetlerde
Kıyâmet gününde cezâ ve mükâfat safhasının fiilen başlamasından
önce dünyada işlenen kötü amellerin ibret verici yansımalarının
olacağı haber verilir. Meselâ toplumu sömürücü bir nitelik
taşıyan ribâ/fâiz işlemini sürdürenler kabirlerinden şeytan çarpmış
kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkacak,43 devlet malına
hıyânet edenler Kıyâmet meydanına haksız yere aldıkları mal
boyunlarına asılı olarak geleceklerdir.44 Ebû Hüreyre’den rivâyet
edilen bir hadiste kaydedildiğine göre Hz. Peygamber sahâbîlere
bir hitabede bulunurken devlet malına hıyânet etmenin dehşet
verici sonuçlarından söz etmiş ve şöyle demiştir: “Kıyâmet gününde
birinizin boynunda meleyen bir koyun, diğerinin boynunda için için
kişneyen bir at, öbürünün boynunda böğüren bir deve, başkasının boynunda
altın ve gümüş, bir diğerinkinde sallanıp duran bez parçası bulunuyorken
karşıma çıkmayın! Bunların herbiri benden yardım isteyecek,
ben de, ‘elimden gelen bir şey yok, dünyada iken sana tebliğ etmiştim’
diyeceğim.” 45
Din Günü: “(Allah), Din gününün mâliki (cezâ gününün, âhiret hayatının
gerçek sahibi)dir.”46 “Din günü” kavramı, “gün” anlamına gelen
“yevm” kelimesiyle; “itaat, hesap, cezâ (yapılan işin tam karşılığının
verilmesi)” gibi anlamlara gelen “ed-dîn” kelimesinden
oluşur. Din günü: Yapılan işlerin tam karşılığının verilip görüleceği
40] 47/Muhammed, 18
41] 21/Enbiyâ, 96
42] 27/Neml, 82
43] 2/Bakara, 275
44] 3/Âl-i İmrân, 161
45] Buhârî, Cihad 189; Müslim, İmâre 24
46] 1/Fâtiha, 3
KIYAMET
- 17 -
hesap günü anlamına gelir. Bu tanımda geçen “gün” kelimesi, bir
gün ve gecenin toplamı olan yirmi dört sâat anlamında olmayıp,
zaman bölümlerinden herhangi birini ifade etmektedir. Buradaki
“gün”; ay, yıl, asır, çağ gibi bildiğimiz veya bilmediğimiz herhangi
bir zaman birimi olabilir. “Bugün dünya, yarın âhiret” sözünde
olduğu gibi. Kur’an’da geçen ifadelerden yola çıkılarak âhiretteki
bir günün bin veya elli bin sene olduğu anlaşılmaktadır. “Din” kelimesi
ise burada, hesap, cezâ, karşılık anlamlarına gelir.
“Din günü” kavramının ifade ettiği başlıca anlamlar şunlardır:
Hayrın hayır, şerrin de şer olarak görüleceği “Kıyâmet günü.”
Yapılan işlerin karşılığının tam olarak verileceği “Cezâ günü.” İnsanların
yaptıkları işlerin, Allah tarafından takdir edilip hesabının
görüleceği “Hesap günü.”
Din gününden kastedilen, âhirettir, hesap günüdür. Kur’an’ı,
Kur’anî kavramları, öncelikle Kur’an’la tefsir etmek en doğru
yoldur. Din gününün ne olduğunu başka âyetler açıklamaktadır:
“Sonra din gününün ne olduğunu nereden bileceksin? O gün, kimsenin
hiç kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün emir yalnız
Allah’a aittir.”47 Din günü: “Bütün iyi ve kötü işlerin Hak ölçüsünden
geçerek son tahakkukunu bulacağı ve birbirinden tamamen ayrılacağı
son zamandır.” Gelecekte, yapılan işlerin tam karşılığının
verileceği son gün demektir. Görüldüğü gibi, Din günü, Kıyâmet
gününü ifade etmektedir. Kıyâmet gününün, öldükten sonra dirilme,
durup bekleme, sual, hesap, mîzan, sırat ve cezâ gibi durum
ve mertebeleri vardır. Şu halde Din günü, dinin mâlum olan
mühim günü demektir ki, bundan da âhiret ve Kıyâmet günü anlaşılmaktadır.
Bu günde herkes, dünyada yaptıklarının karşılığını
mutlaka görecektir.
Kur’an, üç boyutlu, üç zamanlıdır. İfade ve mesajı bu üç zaman
dilimini kuşatır. Kur’an, coğrafyalar üstü, yani evrensel olduğu gibi,
aynı zamanda çağlar üstüdür, tüm zamanların kitabıdır. Kur’an,
hali ve halimizi anlatırken mâzîyi (geçmişi) hatırlatır. Aynı zamanda
insanı geleceğe hazırlar. İstikbâli gözönüne serer. İstikbâl denilince
çoğu kimsenin aklına gençlikten sonra yaşanan dünyevî
dönem gelmektedir. Bu, ileriyi görememektir, uzun vâdeli değil;
küçük düşünmek ve küçülmektir. İstikbâl göklerde değil; köklerdedir;
yani fıtratta ve kaynak Kitap’ta. İnsan, Kur’an’ın mesajından
beslenerek bu üç zamanı yaşarsa zamâne insanı olmaktan
çıkar; diri diri yaşar ve her yaptığı ibâdet değeri kazandığından
canlı Kur’an olur. Bu şuurdaki insan, din günü bilinciyle hesaplı
47] 82/İnfitar, 17-18
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 18 -
yaşar, büyük mahkemede hesaba çekilmeden kendi nefsini hesaba
çeker.
Bir ömür boyu sürecek maaş karşılığında birkaç saat çalışma
zahmetine kim katlanmaz? Aynen bunun gibi, âhiret hayatıyla
karşılaştırıldığında çok kısa olan şu fâni dünyada, milyar dolarlara
değişilmeyecek şerefli kulluk görevini terketmek akıllılık mıdır?
İnsan, çok aceleci ve unutkan. Allah da çok merhametli, bizi uyarıyor
ve bize din gününü hatırlatıyor. İstikbâl için yatırım yapmalıyız.
Orada lâzım olacak azığı buradan hazırlayıp göndermeliyiz.
Din günü şuuru bize bunları kazandırır.
Din Günü de Denilen Kıyâmet ve Âhiretin Tek Sahibi Allah’tır:
Âhirete, din günü denilmesinin bir sebebi de, âhiretin dinin temel
esaslarından olmasıdır. Allah ve âhiret inancı, tevhidin tüm esaslarını
içermektedir. Allah, âhiretin sahibi olduğu gibi; dünyanın
da sahibi, mâliki ve meliki (yöneticisi)dir. Ama Fâtiha Sûresinde
“din gününün, cezâ gününün mâliki” denmiştir. Bunun sebebi: Bu
dünyada bir kısım insanların mâliklik ve meliklik iddiasında bulunmalarına
Allah’ın fırsat vermiş olmasındandır. O’nun dünyanın
sahibi ve yöneticisi olduğuna karşı gelen bazı çatlak sesler olabilir.
Ama O’nun âhiret gününün sahibi oluşuna orada itiraz eden kâfir,
müşrik hiçbir kimse olamayacaktır. Âhirette mülk ve milk, sahiplik
ve otorite yalnız ve yalnız O’na aittir. “Kimindir o gün hükümranlık?
Elbette kahhâr olan tek Allah’ındır.” 48; “O gün iş tamamıyla Allah’ındır.”
49 Elbette âhiretin de dünyanın da sahibi sadece Allah’tır. Yoksa,
âhiretin sahibi ve yöneticisi ile dünyanın sahibi ayrı ayrı güçler
değildir. Ne var ki, O’nun dünyanın sahibi oluşu, bazı küfür çevrelerince
tartışılsa bile âhiret mâlikliği tartışmasız ve itirazsızdır.
Gerçek mü’min ise, O’nun dünya mâlikliği konusundaki tartışma
ve itirazları ortadan kaldırmakla görevlidir.
Yüce Allah’ın her şeyin tek yaratıcısı ve sahibi olduğunu bildiren
pek çok gerçek vardır. Örneğin, kâinatın yapı taşı olarak
bilinen atom ve hayat binasının ana maddesi olarak kabul edilen
hücre. Atom, bunca küçüklüğüne rağmen büyük bir mûcize;
Hücre, bunca görülmezliğine rağmen bir başka mûcize. Şüphesiz
bu kâinat, her dilden okunan, her vesile ile anlaşılan apaçık bir
gerçekler kitabıdır. Evrenin herhangi bir noktasına dikkatlice bakmak,
Allah’a ve din gününe, yani âhirete inanmak için yeterlidir.
Allah’ın okunan kitabı olan Kur’an’da din günü anlatılırken, görünen
kâinat kitabından da bazı sayfalar gözler önüne serilmiştir.
48] 40/Mü'min, 16
49] 82/İnfitar, 19
KIYAMET
- 19 -
Böylece öldükten sonra dirilme işi, Kıyâmet günü ve âhiret hayatı,
en gerçekçi ve doğru bir şekilde anlatılmıştır.
“Kıyâmet”in Diğer İsimleri
Kur’an’da Kıyâmete ait pek çok isim zikredilmiştir. Kur’an’da
“Kıyâmet” kelimesi dışında, aynı anlama gelen çokça kelimeler kullanılmıştır.
Kıyâmet anlamında kullanılan bu kelimelerin önemli
bir bölümü, Kıyâmetin dehşetini anlatan ve bu zaman diliminde
olacak bazı özelliklerin ifâdesidir. Yani, bunların çoğu Kıyâmetin
sıfatlarıdır. Ama isim olarak da kabul edilir. Bu isimler Kıyâmet’in
oluş biçimi ve sonuçlarına ilişkin çeşitli nitelik ve yönlerini açığa
çıkarmakta, tanımlamaktadır. Kıyâmet günü anlamına gelen ve
Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen önemli isimler şunlardır:
Yevmü’d-Dîn: Din günü, cezâ günü demektir. 50
Es-Sâatü: Allah tarafından bilinen ve kararlaştırılmış olan zaman
demektir. 51
El-Yevmü’l Hakk: Hak günü, doğruluk günü demektir. 52
Yevmü’l Ma’lûm: Geleceği kararlaştırılmış belirli ve muayyen
gün demektir. 53
El- Vaktü’l Ma’lûm: Geleceği belli olan Allah katında kararlaştırılmış
bulunan vakit demektir. 54
El-Yevmü’l Mev’ûd: Vadedilmiş, yani olacağına söz verilmiş gün
anlamındadır.55
El-Yevmü’l Âhir: Son gün, dünya hayatından sonra gelecek olan
hayat demektir. 56
Yevmü’l Âzife: Yakında gelecek olan musibetler ve felâketler
günü anlamına gelir. 57
Yevmü’n Asîr: Zor ve müşkül bir gün demektir. 58
Yevmü’n Azîm: Büyük bir gün anlamındadır. 59
50] 1/Fâtiha, 4
51] 30/Rûm, 12, 14, 55
52] 78/Nebe', 39
53] 56/Vâkıa, 50
54] 38/Sâd, 80-81
55] 85/Burûc, 2
56] 58/Mücâdele, 22
57] 40/Mü'min, 18
58] 54/Kamer, 8; 74/Müddessir, 8-9
59] 6/En'âm, 15
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 20 -
Yevmü’l Ba’s: Ölümden sonra yeniden dirilme günü anlamına
gelir. 60
Yevmü’t-Teğâbün: Aldanmadan duyulan üzüntü ve esef günü
anlamına gelir. 61
Yevmü’t-Talâk: Buluşma ve kavuşma günü demektir. 62
Yevmü’t-Tenâd: İnsanların korku ve dehşetten bağrışıp çağrışacakları
gün. 63
Yevmü’l Cem’: Toplanma günü, yaratılmışların toplanacağı gün
demektir. 64
Yevmü’l-Hısâb: Hesap günü demektir. 65
Yevmü’l Hasr: Hasret günü, yapılan işlerden dolayı pişmanlık
duyup hasret çekme günü anlamlarına gelir. 66
Yevmü’l Hurûc: Dirilip kabirden çıkma günü anlamındadır. 67
Yevmü’l Fasl: Hak ve bâtılın ayırt edileceği hüküm günü demektir.
68
El-Kaari’a: Çarpıcı belâ, âlemin tahribi zamanında varlıkların
birbirlerine şiddetle çarpmalarından dolayı, insanların akıllarını
alacak ve ödlerini patlatacak olan büyük hâdise demektir. 69
El- Ğâşiye: Perde günü, her şeyi sarıp kaplayan gün anlamındadır.
70
Et-Tammetü’l-Kübrâ: Büyük musibet ve felâket günü demektir. 71
En-Nebeü’l-Azîm: Büyük haber günü demektir. 72
El-Haakka: Zarûri olarak gelip gerçekleşecek olan sâbit saat ve
zaman demektir. 73
60] 26/Şuarâ, 87
61] 64/Teğâbün, 9
62] 40/Mü'min, 15
63] 40/Mü'min, 32
64] 42/Şûrâ, 7
65] 38/Sâd, 16, 26
66] 19/Meryem, 39
67] 50/Kaf, 41-42
68] 44/Duhân, 40; 77/Mürselât, 14, 38
69] 101/Kaaria, 1-5
70] 88/Ğâşiye, 1
71] 79/Nâziât, 34-35
72] 78/Nebe', 1-2
73] 69/Haakka, 1-3
KIYAMET
- 21 -
El-Va’ad: Vâde günü demektir. 74
El-Vâkıa: Vuku bulacak gün, yani olacağı muhakkak olan gün
demektir. 75
Emrullah: Allah’ın emri, hükmünün geçerliliği anlamına gelir. 76
Yevmü’l Kıyâmeh: Kıyâmet günü, ölülerin dirilip kalkacağı gün
demektir. 77
Kıyâmet Alâmetleri
Eşrâtu’s-sâa, yani Kıyâmet alâmetleri: Ahir zamanda (zamanın
sonları) ortaya çıkarak Kıyâmet’in yaklaştığını, kopmak üzere
olduğunu gösteren belirtiler demektir. Bu belirtiler genellikle
Küçük Alâmetler (Alâmât-ı Suğrâ) ve Büyük Alâmetler (Alâmât-ı
Kübrâ) olmak üzere iki bölüm halinde incelenir.
Kur’an, Kıyâmet’in zamanını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini
belirtir.78 Buna karşılık yaklaştığını,79 yakın olduğunu,80
ansızın geleceğini81 bildirir. Kıyâmet alâmetlerinin belirdiğini82
ifâde etmekle birlikte bunlar hakkında bilgi vermez. Ancak, “Sâat
yaklaştı, ay yarıldı yarılacak”83 âyetinin ikinci bölümünün “ay yarılacak”
biçimde anlaşılması durumunda, bu olay Kur’an’da anılan tek
Kıyâmet alâmeti olma özelliği kazanır.
Hadis külliyâtları ise Kıyâmet’ten önce ortaya çıkacak
alâmetlerden söz eden çok sayıda hadis ihtiva eder. İslâm bilginleri
hadislerde dile getirilen alâmetleri nitelikleri açısından
değerlendirerek bunları Küçük Alâmetler (Alâmât-ı Suğrâ) ve
Büyük Alâmetler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki başlık altında
toplamışlardır. Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi
dönemde dinî duygu, düşünce ve davranışların zayıflaması,
dinî kurallara gereken önemin verilmemesi, ibâdetlerin terkedilmesi,
ahlâksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren Küçük
Alâmetler’in başlıcaları şu şekilde sıralanabilir:
a) İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları. 84
74] 70/Meâric, 42-44
75] 56/Vâkıa, 1-2
76] 40/Mü'min, 78; 82/İnfitar, 19
77] 75/Kıyâme(t), 1, 40
78] 7/A'râf, 187; 31/Lokman, 34; 33/Ahzâb, 63
79] 54/Kamer, 1
80] 16/Nahl, 77
81] 7/A'râf, 187
82] 47/Muhammed, 18
83] 54/Kamer, 1
84] Buhârî, Fiten 25; bk. Tecrîd-i Sarih Terc; 1/58
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 22 -
b) İnsanların ölümü temenni etmeleri. 85
c) Câriyenin efendisini doğurması. 86
d) Hicaz’da bir ateşin çıkarak Busra’da (Şam yakınlarında bir
yer) develerin ayaklarını aydınlatması. 87
e) Fırat nehrinin sularının çekilerek, nehir yatağından altın çıkması.
88
f) İkisi de hak iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun
birbiriyle savaşması. 89
g) İslâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehâletin artması. 90
h) Depremlerin çoğalması. 91
ı) Zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması. 92
i) Cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi. 93
j) Yahûdilerle Müslümanların savaşmaları, Müslümanların Yahudileri
öldürmesi. 94
k) Zinânın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların
çoğalıp erkeklerin azalması. 95
l) Kahtan’dan bir kişinin çıkarak, insanları asâsı ile sevketmesi.
96
Kıyâmetin büyük alâmetleri ise şu hadis-i şerifte toplu olarak
zikredilir: Huzeyfetu’l-Ğıfârî’den (r.a) rivâyet edilmiştir: “Biz bir
gün kendi aramızda konuşurken, Hazreti Peygamber yanımıza
çıkageldi. Bize “Ne konuşuyorsunuz?” dedi. Biz de ‘Kıyâmet gününden
konuşuyoruz’ diye cevap verdik. Hz. Peygamber: “Şüphesiz
on alâmet görülmedikçe Kıyâmet kopmayacaktır” dedi ve “Deccâl’i,
dumanı(duhan), Dâbbetü’l-arz’ı, güneşin batıdan doğmasını, İsa (a.s.)’ın
yere inmesini, Ye’cûc ve Me’cûc’u, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında
olmak üzere üç yer çöküntüsünü, son olarak da Yemen’den çıkarak
insanları Mahşere sürecek ateşin vuku bulacağını” söyledi.” 97
85] Buhârî, Fiten 25; Müslim, Fiten 53-54
86] Müslim, İmân 1
87] Buhârî, Fiten 24; Müslim, Fiten 42
88] Müslim, Fiten 29-31
89] Buhârî, Fiten 25; Müslim, Fiten 17
90] Buhârî, Fiten 4
91] Buhârî, Fiten 25
92] Buhârî, Fiten 25
93] Buhârî, Fiten 4; Müslim, Fiten 18
94] Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 341; Müslim, Fiten 79-82
95] Ali en-Nâsif, Tac, 5/335
96] Buhârî, Fiten 23
97] Müslim, Fiten 39
KIYAMET
- 23 -
Kıyâmetin bu on büyük alâmeti başka hadislerce ya da İslâm
bilginlerince şu şekilde açıklanır:
1. Deccal’in ortaya çıkışı: Deccâl, Kıyâmette zuhur edecek yalancı
bir kişidir, İslâm Dini’ni ve müslümanları ifsad edip, kötülüğe
ve bozgunculuğa sevketmek isteyecektir. Deccal’in sağ gözünün
kör olduğu, iki gözünün arasında “kâfir” yazdığı, çocuğunun olmadığı,
Medine’ye ve Mekke’ye giremeyeceği, ortaya çıktıktan
sonra yeryüzünde kırk gün kalacağı, bu süre içerisinde istidrac türünden
bazı olağanüstü olaylar göstereceği, daha sonra da yine
Kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan Hz. İsa’nın yeryüzüne inmesiyle
onun tarafından öldürüleceği sahih hadislerde belirtilmiştir.
98
2. Duhan’ın çıkışı: Duman anlamına gelen duhan da Kıyâmetin
büyük alâmetlerinden biridir. 99 Kıyâmetin vukuundan önce dünyayı
bir duman bulutu kaplayarak, kırk gün ve kırk gece kalacak,
mü’minler nezleye tutulmuş gibi, kâfirler ise sarhoş gibi olacaklardır.
3. Dâbbetü’l-Arz ‘ın çıkışı: Dâbbetü’l-Arz: Kıyâmet’ten önce
çıkacağı bildirilen bir yaratıktır. Kelime anlamı “yer hayvanı” demektir.
Kur’ân-ı Kerîm’de “Kendilerine söylenmiş olan başlarına geldiği
zaman, yerden bir çeşit hayvan (dâbbe) çıkarırız ki o, onlara, insanların
âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyler.”100 buyrulmaktadır.
Hz. Peygamber Dâbbetü’l-arz hakkında “Çıkacak olan Kıyâmet
alâmetlerinden ilki, güneşin batı tarafından doğması ile bir kuşluk vakti
insanlara karşı bir dâbbenin (hayvanın) zuhûrudur. Bu iki alâmetten biri,
arkadaşından evvel olur. Akabinde diğeri de onun izi üzerinde yakın olarak
meydana gelir”101 buyurmuştur.
4) Güneşin Batıdan doğması: Güneş batıdan doğacak, insanlar
topluca iman edecek, ancak daha önce iman etmemiş olanların
imanları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır. 102
5. Hz. İsa’nın (a.s.) inmesi: Ehl-i sünnet itikadına göre
Kıyâmetin vukuundan önce Hazreti İsa yeryüzüne inecek, hristiyanları
İslâm’a davet edecek, Deccâl’i öldürecek, Hz. Peygamber
(s.a.s.)’in şerîati ile hükmedecektir. 103
6. Ye’cûc ve Me’cûc’un çıkışı: Kıyâmetin vukuundan önce
98] Buhârî, Fiten 26; Müslim, Fiten 37, 39, 40, 91, 101, 110, 112
99] Müslim, Fiten 39
100] 27/Neml, 82
101] Müslim, Fiten 118
102] Tecrîd-i Sarih Tercümesi, XII 307; Müslim, Fiten 118
103] Buhârî, Büyû’ 102; Müslim, İman 242-247
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 24 -
çıkarak “yeryüzünde bozgunculuk yapacak”104 olan asılları ve soyları
belirsiz iki insan topluluğudur.105 Hz. Zülkarneyn’in önlerine yaptığı
seddin yıkılarak106 açılması ile yeryüzüne dağılacaklar insanlara
saldıracak, kentleri yakıp yıkarak harâbe haline getireceklerdir.
Bazı rivâyetlerde bu seddin Çin seddi olduğu zikredilir. 107
7. 8. 9. Doğuda, Batıda, Arap Yarımadasında olmak üzere üç
bölgede yer çöküntülerinin meydana gelmesi de Kıyâmet’in büyük
alâmetlerindendir. 108
10. Yemen’den çıkacak olan büyük bir ateşin insanları önüne
katarak sürmesi. 109
Ebû Dâvud ve Tirmizî’nin Sünen’lerinde yer alan bazı hadislere
göre Mehdî’nin çıkması da Kıyâmet’in büyük alâmetlerindendir.
110
Hz. Peygamber (s.a.s.), Kıyâmetin kötü insanlar ve kâfirler üzerine
kopacağını bildirmiştir. Bu hadislere göre Kıyâmet kopmadan
önce mü’minlerin ruhları alınacak ve onların âhirete göçmeleri
sağlanacaktır. 111
Hadis şerhleriyle “fiten” ve “melâhim” türü kitaplarda Kıyâmet
alâmetleri hakkında çeşitli rivâyetler Hz. Peygamber’e atfedilir. Bu
rivâyetlerde ahlâkî bozuluşa, dinî-sosyal hâdiselere ve tabiat olaylarına
ilişkin oldukça ayrıntılı bilgilere yer verilir. Kıyâmet alâmeti
olarak dinle alâkalı birçok kitapta yüzlerce hadis rivâyeti vardır.
Çoğu zayıf veya uydurma olan, toplumdaki dinî, sosyal ve siyasî
gelişmeleri yansıtan bu rivâyetlerde belirtilen alâmetlerin sayısı
yetmişi aşkındır. Kıyâmetin kopma zamanını bildiren herhangi bir
âyet veya sahih hadis bulunmamakla birlikte, âhir zaman peygamberinin
gelişiyle kâinatın son zaman dilimine girdiğini gözönünde
bulundurarak Kıyâmetin kopuşunun ashâbdan itibaren başlayabileceği
düşünülmüş ve hicrî 3., milâdî 9. yüzyıldan başlayarak hadislerde
zikredilen Kıyâmet alâmetlerine inanılması itikadî bir ilke
haline getirilmiştir.
104] 18/Kehf, 94
105] Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 3288
106] 21/Enbiyâ, 96
107] Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e., IV/3291, 3374; Buhârî, Enbiyâ 7; Müslim, Fiten
1, 2
108] Müslim, Fiten 39
109] Müslim, Fiten 39
110] Sünen-i Tirmizî, IV, s.1-93; Sünen-i Ebû Dâvud, N. Şr. M. Abdul Hamid IV,
100, 106
111] Buhârî, Fiten 5; Müslim, İmâre 53; Ahmet Özgen, Şâmil İslâm Ansiklopedisi,
c. 3, s. 367-368
KIYAMET
- 25 -
Sahih hadislerde sözü edilmeyen, fakat literatürde Kıyâmet
alâmetleri içinde sayılan toplumsal değişimle ilgili olayları içeren
rivâyetlerin o devirde yaşayan müellifler tarafından uydurulmuş
olması kuvvetle muhtemeldir. Rasûl-i Ekrem’in müslümanları
uyardığı ve Kıyâmet alâmeti olarak zikrettiği ahlâkî bozuluş ve
dinî hayatın yozlaşması, esâsen ferdin ve toplumun helâk olması
anlamında bir Kıyâmet alâmeti olup kâinattaki kozmolojik düzenin
yıkılması mânâsına gelmez. Aksi takdirde sözü edilen yıkılışın
bugüne kadar gerçekleşmesi gerekirdi. Çünkü ahlâkî bozuluş
kategorisindeki alâmetlerin Asr-ı Saâdet’ten itibaren sıkça vuku
bulduğu şüphesizdir.
Üzerinde tartışılan asıl Kıyâmet alâmetleri, “büyük alâmetler”
olarak kabul edilen hârikulâde olaylar ve kozmik değişikliklerdir.
Kıyâmetin kopuşu öncesinde gerçekleşeceğine inanılan başlıca
hârikulâde olaylar deccalın ortaya çıkışı, mehdînin zuhûru,
Hz. İsa’nın gökten inmesi, Ye’cûc ve Me’cûc’un görünmesi, Hicaz
bölgesinde büyük bir ateşin çıkışı, gökten insanları bürüyen bir
dumanın inmesi ve dâbbetu’l-arzın yerden çıkmasından ibârettir.
Bunlardan dâbbetu’l-arz, duhân ve Ye’cûc ve Me’cûc konusu
Kur’an’da zikredilmektedir. Mehdî, deccal ve nüzûl-i İsa inançları
ise sadece Hz. Peygamber’e atfedilen rivâyetlere dayanır.
Hadislerde dinî yozlaşmayı ve ahlâkî bozuluşu haber veren
olayların kâinatın kozmik düzeninin yıkılışına işaret eden belirtiler
olmaktan çok, ferdî ve toplumu yok oluşa götüren birer alâmet
olduğunu kabul etmek daha isâbetli bir hüküm olmalıdır. Rasûl-i
Ekrem’e atfedilen rivâyetlere dayanılarak Kıyâmet alâmetleri arasında
zikredilen ve Kur’an’da haklarında bilgi bulunmayan deccalın
çıkışı, mehdînin zuhûru ve Hz. İsa’nın gökten inişine dâir
inançlara gelince, Selefiyye dışındaki Sünnîlerin de kabul ettiği
epistemolojik anlayışa göre İslâm akaidi açısından bunlara inanma
mecbûriyeti yoktur. Zira bunlar Kur’an’la sâbit olmadığı gibi,
mütevâtir hadislerle de te’yit edilmiş değildir. Her şeyden önce
nüzûl-i İsa inancına dayanak teşkil eden rivâyetlerdeki bilgiler
Hz. İsa’nın tabiî bir şekilde öldürüldüğünü bildiren âyetlerle
çelişmekte,112 ayrıca Rasûl-i Ekrem’in ardından peygamber gelmeyeceği
ve her insanın belli bir süre yaşadıktan sonra öleceği
gerçeğine aykırı düşmektedir. Nüzûl-i İsa’nın hıristiyanlara âit bir
inanç olduğunu dikkate alarak Kur’an’la uyuşmayan bu tür âhad
rivâyetlerin, tedvin döneminde hıristiyanlardan İslâm akaidine
intikal etmiş olabileceği ihtimalini de göz ardı etmemek gerekir.
Deccal inancı konusundaki son araştırmaların ortaya koyduğuna
112] 3/Âl-i İmrân, 55; 5/Mâide, 117
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 26 -
göre bu rivâyetlerde çelişkili bilgiler vardır. Sahih olanların ise deccalın
ulûhiyyet niteliklerine sahip hârikulâde bir insan değil, kötülüğü
temsil eden bir tip olduğu tarzında yorumlanması gerekir.
Buhârî ve Müslim gibi hadis âlimleri eserlerinde mehdî hakkındaki
rivâyetlere yer vermemişlerdir. Mehdînin zuhûruna ilişkin
Tirmizî ve Ebû Dâvud rivâyetlerini nakleden râvîlerin güvenilir
olmadığı cerh ve ta’dil âlimlerince belirtilmiştir. Ayrıca mehdînin
insanların hidâyete ermesini sağlayacak hârikulâde bir güce sahip
kılınması, peygamberlerin bile tabi olduğu sünnetullahı ortadan
kaldıran bir anlayıştır. Mehdî inancının oluşmasında Ehl-i Beyt’e
mensup imamlara yapılan eziyetlerin ve müslümanlar arasında
meydana gelen üzücü olayların etkisinin bulunduğu kabul edilmektedir.
Bu inancın ilk defa Şia’da görülmesi bunun bir delili sayılmalıdır.
Ayrıca bazı rivâyetlere dayandırılan deccal, mehdî ve
nüzûl-i İsa gibi hârikulâde olayların Kur’an’ın kesin açıklamasına
göre Kıyâmetin ansızın vuku bulacak olması gerçeğiyle bağdaşmadığını
söylemek gerekir. 113
Kıyâmet, içinde yaşadığımız dünyanın ve onun bünyesinde
yer aldığı evrenin parçalanıp dağılması ve bütün şuurlu varlıkların
hesap vermek üzere Yaratıcı’nın huzurunda, mâhiyetini bilemeyeceğimiz
bir biçimde kıyâm etmesidir. Bu, Kıyâmetin akla ilk gelen
mânâsıdır. Kur’an iyi tetkik edildiğinde görülür ki, bu büyük ve
genel Kıyâmetten başka sayısız küçük Kıyâmetler, varlıklar dünyasını
doldurmuş bulunmaktadır.
Hayat sahnesinde her an milyonlarca, milyarlarca Kıyâmet yaşanmaktadır.
Kâinat bünyesinde bir hiç denecek kadar küçük bir
yer tutan insan vücudunda da, her an binlerce Kıyâmet yaşanmaktadır.
Her varlık birçok Kıyâmete sahnedir. Fakat her varlık daha
büyük bir varlığın sahne olduğu Kıyâmetlerden de biridir. Binlerce
Kıyâmete sahne olan bedenimiz, bir gün, büyük kürenin
Kıyâmetlerinden biri olacaktır. Ve o büyük küre de, bir gün içinde
bulunduğu güneş sisteminin Kıyâmetlerinden birine konu teşkil
edecektir. Güneş sistemi, içinde bulunduğu bir başka bütünün, o
da bir başka bütünün parça Kıyâmetleri olacaktır. Kur’an’ın eşsiz
ifâdesiyle: “Yaratıcı’nın vechinden/yüzünden başka her şey helâk olacaktır.
Hüküm ancak O’nundur ve hepiniz O’na döndürüleceksiniz.”114
Kendimizden örnek verirsek, bizim altımızda ve üstümüzdeki
planlarda Kıyâmetler vardır diyeceğiz.
113] Yusuf Şevki Yavuz, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 25, s. 522-525
114] 28/Kasas, 88
KIYAMET
- 27 -
Toplumların da Kıyâmetleri vardır. Kur’an ve hadisler iyi tetkik
edilirse görülür ki, onlarda geçen Kıyâmet kelimesi, yukarıda
açıklanan Kıyâmetlerden bazen birini, bazen öbürünü, bazen de
hepsini birden ifâde eder. Hadis veya âyet, bir sosyolojik değerlendirme
yapıyorsa, Kıyâmet sözü “toplumun çöküşü” anlamını
taşıyacaktır. Meselâ, bir hadiste: “Emânetler, görevler lâyık olmayanlara
verildiğinde Kıyâmeti bekle” denilmektedir. Buradaki Kıyâmet,
toplumun çöküşüdür. Çünkü; emânetlerin ehil olmayan ellere
geçmesi toplumu yıkar. Yani, burada bir sosyolojik Kıyâmet sözkonusudur.
Biz bu batışları, Kıyâmetleri, değişik isimler ve tablolar olarak
seyrediyoruz. Sistemler, rejimler değişiyor, devrimler birbirini izliyor,
imparatorluklar dağılıyor ve nihâyet dünya haritası durmadan
değişiyor. Bütün bunlar din terminolojisindeki Kıyâmet deyiminin
belirişleridir. Hadislerde toplumsal Kıyâmete sebep olacak
birçok olumsuz gelişme ifâde edilmiştir. 115
Sûr; Kıyâmetin ve Haşrin Başlangıcı
Sûr; Kıyâmet sâati geldiği an dört büyük melekten biri olan
İsrâfil’in (a.s.) üfleyeceği bir araçtır. Kur’ân-ı Kerîm’de Sûr ‘un nasıl
bir şey olduğu açıklanmaz. Yalnız, “Sûr’a üfürüldüğü gün, Allah’ın
diledikleri bir yana göklerde olanlar da korku içinde kalırlar. Hepsi Allah’a
boyun eğmiş olarak gelirler.”116 âyeti Sûr ‘un varlığına bir delildir.
Bunun dışında Hz. Peygamber’den nakledilen bazı hadisler onun
mahiyetini ayrıntılı bir şekilde açıklar.
Ebû Ya’lâ el-Mavsılî’nin Müsned adlı hadis kitabında Ebû
Hüreyre’den (r.a.) nakledilen bir hadis-i şerif Sûr ‘u açıklar: Ebû
Hüreyre der ki: Bir gün Peygamber (s.a.s.) bizimle oturuyor sohbet
ediyordu. Etrafında sahabelerden büyük bir topluluk vardı.
Bize şöyle dedi: “Yüce Allah gökleri yarattıktan sonra, Sûr ‘u yarattı. Ve
onu İsrâfil’e (a.s.) verdi. İsrâfil ağzını Sûr ‘a dayamış ve gözlerini de Arş’a
dikmiştir. Sûr’a üfürmesi için verilen emri beklemektedir.” Ebû Hüreyre
diyor ki; ben, “Ey Allah’ın Rasûlü, Sûr nedir?” diye sordum. O da,
“Boynuza benzeyen bir âlettir” diye cevap verdi. Ben yine, “O nasıl bir
şeydir” diye sordum. O da, “O, çok büyük bir şeydir. Beni hakkı tebliğ
etmek üzere gönderen Yüce Allah’a yemin olsun ki, yerler ve gökler
onun yanında küçük kalır. Hepsi onun içine sığabilir” diye cevap verdi...
Bu hadis-i şerif uzayıp gidiyor. Ayrıntısıyla her şeyi açıklıyor. Bu
hadise göre: Sûr’a üfürülüş üç kez olacak. Birinci üfürüşte korku
ve dehşetten bütün yaratıklar sarsılacak. İkinci üfürülüşte bütün
115] Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 304-306
116] 27/Neml, 87
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 28 -
kâinat alt üst olup, bütün canlılar ölecek. Allah yeni bir düzen
(âhiret yurdu) kurup hesap günü gelince, üçüncü bir üfürülüşle
bütün ölülerin ruhlan bedenlerine girerek yeniden dirilecekler.
Ve ardından hesap, kitap, mizan, şefaat, sırat, Cennet, Cehennem...
Kıyâmet olayları olacak.
Kur’ân-ı Kerîm Sûr’un üfürülüşü ânında yaşanacak dehşeti,
Tekvîr, İnfitar, İnşikak ve daha başka sürelerde genişçe haber vermektedir:
“O gün güneş dürülür, yıldızlar kararıp dökülür, dağlar yürütülür, en
değer verilen on aylık develer terkedilir, denizler kaynatılır.” 117
“Gök yarılır, yıldızlar etrafa saçılır, denizler akıtılır.” 118
“Gök yarılıp Rabbinin emrine boyun eğer, yer uzatılır, içinde olanları
atıp tamamen boşalır ve Rabbine boyun eğer.” 119
“Büyük bir gürültü koparır, o gün insanlar ateş etrafında çırpınıp dökülen
pervaneler gibi olur, dağlar atılmış renkli yüne benzer.” 120
“Yer dehşetle sarsılır, ağırlıklarını dışarıya, çıkarır ve insan, “ne oluyor”
diye korkusunu dile getirir.” 121
“O gün bir sarsıntı sarsar, peşinden bir diğeri gelir kalpler titrer, insanların
gözleri yere döner ve ‘biz ufalmış kemik olduğumuz zaman eski
halimize mi döneceğiz (yoksa)? O takdirde bu zararına bir dönüştür’ diye
düşünecekler. Tek bir çığlıkla hepsi bir düzlüğe dökülecekler.” 122
“Sûr’a üfürüldüğü gün herkes bölük bölük gelecek, gökler kapı kapı
açılacak, dağlar yürütülüp serap olacak.” 123
“Yıldızların ışığı giderilecek, gök yarılacak, dağlar pamuk gibi atılacak.” 124
“Gözün kamaştığı, ayın tutulduğu, güneş ve ayın bir araya getirildiği
zaman insan “kaçacak yer neresi” diyecek, ama sığınak yoktur o gün.” 125
“Arslandan ürkerek kaçan yabani merkeplere benzerler.” 126
“Yeryüzü ve dağlar sarsılır, dağlar yumuşak kum yığını hâline gelir.” 127
117] 81/Tekvîr, 1-4, 6
118] 82/İnfitar, 1-3
119] 83/İnşikak, 1-4
120] 101/Karia, 1-5
121] 99/Zilzâl, 1-3
122] 79/Nâziât, 6-14
123] 78/Nebe', 18-20
124] 77/Mürselât, 8-10
125] 75/Kıyâmet, 7-11
126] 74/Müddessir, 50-51
127] 73/Müzzemmil, 14
KIYAMET
- 29 -
“Gökyüzü erimiş maden gibi olur, dağlar da atılmış pamuğa döner;
hiçbir dost dostunu soramaz.” 128
“Sarsıntıyı gören her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her hâmile kadın
çocuğunu düşürür, insanlar adeta sarhoş gibidir. Onlar sarhoş değildir
ama Allah’ın azabının şiddeti onları o hâle koyar.” 129
Ölü bedenlere ruhların verileceği üçüncü üfürülüş anında ise,
“Gözleri dalgın dalgın, çekirgeler gibi yayılmış olarak, o çağırana koçarak
kabirlerinden çıkarlar. Kâfirler ‘bu ne zorlu bir gün’ derler.” 130
“Kabirlerinden çabuk çabuk çıkacakları gün, gözleri dönmüş, yüzlerini
zillet bürümüş olarak sanki dikili taşlara doğru koşarlar. İşte bu, söz verilmiş
olan gündür.” 131
Yukarıdaki hadis-i şerifte Hz. Peygamberimiz’e; “Sûr’a üfürüldüğü
gün, Allah’ın diledikleri müstesnâ, göklerde olanlar da yerde olanlar
da korku içinde kalırlar. Hepsi boyunları bükülmüş olarak O’na gelirler.”132
âyetindeki “Allah ın diledikleri müstesnâ” kelâmı ile kastedilen kişilerin
kimler olduğu Ebû Hüreyre tarafından soruldu. Rasûlüllah
cevaben, “Onlar şehidlerdir. Çünkü şehidler Yüce Allah’ın katında diridirler.
Allah onları, Kıyâmet gününün dehşetinden, korku ve endişesinden
korumuştur. O günün korku ve endişesi, sadece iman etmeyen âsi ve
günâhkâr kullar içindir” karşılığını verdi. Peygamberimiz daha sonra
Kıyâmet ve sûr konusunda özetle şu bilgileri verdi: “Bütün canlılar
öldükten sonra ölüm meleği Azrâil Allah’ın huzuruna çıkar ve ‘Ey Allah’ım,
yaşamasını dilediğin kimselerden başka, yerde ve gökte canlı olarak yarayan
bütün varlıklar öldü’ der. Allah ise, geride kalanları herkesten daha
iyi bildiği halde, ölüm meleğine ‘Geride canlı kalan kimse var mıdır?’ diye
sorar. Azrâil, ‘Ey Allah’ım, ölmeyen ve daima diri olan Zât-ı Celâlin kaldı.
Sen bâkisin ve dirisin. Bir de kalmasını dilediğin Arş’ı ayakta tutan melekler,
Cebrâil, Mikâil ve ben kaldım’ cevabını verir. Daha sonra Allah’ın
emriyle geride kalan melekler de ölür, Azrâil’e dönen Yüce Allah: ‘Ey
meleğim, sen de diğer yaratıklarım gibisin. Bütün yaratıklarım öldü, sana
ihtiyaç kalmadı. Yaratan ve öldüren benim. Artık sen de öl’ buyurur ve
Azrâil de ölür. Sonra Yüce Allah: ‘Bugün mülk kimindir?’ diye seslenecek
ama cevap verecek hiçbir canlı olmayacak; cevabı Allah kendisi verecektir.
‘Bugün mülk, tek ve her şeye gücü yeten Allah’ındır?”
Yüce Allah, yerleri ve gökleri değiştirecek, yeni bir âlem yaratacak,
her yer dümdüz olacak. Allah’ın seslenmesiyle bütün varlıklar
128] 70/Meâric, 8-10
129] 22/Hacc, 1-2
130] 51/Kamer, 8-9
131] 70/Meâric, 43-44
132] 27/Neml, 87
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 30 -
tekrar eski haline gelecek; yerin altındakiler altta, üstündekiler
üstte olmak üzere dirilme anını bekleyecekler. Allah’ın emriyle
gökler kırk gün yağmur yağdıracak, her taraf sularla kaplanacak.
Ardından Allah cesetlere yeniden dirilmelerini emredecek. Cesetler
bitkilerin yeşermesi gibi yerden çıkacak. Bu arada Cebrâil ve
Mikâil de yeniden diriltilecek. Ardından Allah bütün ruhları çağıracak.
O gün mü’min ruhlar ışık hâlinde, kâfirlerinki ise karanlık
halde gelir. Allah bu ruhları Sûr ‘a doldurup İsrafile emreder. İsrafil
emri yerine getirir ve Sûr’u üfler. Sûr’dan çıkan ruhlar yerle
gök arasını doldurur; ardından Allah, her ruhun kendi cesedine
girmesini emreder. Ruhların cesetlere girmesinden sonra yer yarılır
ve herkes kabrinden çıkıp ilâhî huzura doğru yürümeye başlar.
“Gözleri dalgın dalgın, çekirgeler gibi yayılmış olarak o çağırana kabirlerinden
koşarak çıkarlar.” 133
Buna göre Sûr, İsrâfil’in (a.s.) Kıyâmet anında canların toptan
öldürülmesi, kâinatın düzeninin bozulması, ardından yeni
bir âlemin kurulması ve nihâyet canlıların tekrar dirilmeleri için
toplam üç kez üfleyeceği, mahiyetini bilmediğimiz, dünyadaki
âletlere benzemeyen, ancak hadislerde boru diye tanımlanan bir
âlettir. 134
İsrâfil (a.s.); Allah’ın Emriyle
Kıyâmeti Başlatacak Melek
Sûr’a üfleyecek olan melek; dört büyük melekten birisi olan
İsrâfil Kıyâmet günü Sûr’a üflemekle vazifeli melektir. Kıyâmet günü
Allah’ın emri ile iki defa Sûr’a üfleyecektir. “Sûr’a üflenince, Allah’ın dilediği
bir yana, göklerde olanlar, yerde olanlar hepsi düşüp ölür. Sonra Sûr’a
bir defa daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışıp dururlar.” 135
İsrâfil’in birinci üflemesi ile yer ve gökteki bütün canlılar ölecek
ve dünya hayatı sona erecektir. İkinci defa üflemesiyle de bütün
canlılar dirilecek ve âhiret hayatı başlayacaktır. Sûr’un ilk üflenişine
“nefha-i ûlâ”; ikinci üflenişine “nefha-i sâniye” denilir. İsrâfil’e
(a.s.) Sûr’a üfüreceği için Sûr Meleği de denilmiştir. Peygamber’e
(s.a.s.) Sûr’un mâhiyeti sorulunca şöyle demiştir: “Üfürülen bir boynuzdur.”
136 Peygamber (s.a.s.); “İsrâfil Sûr’u tutmuş hazır bir şekilde
kendisine ne zaman üfürmek için emredileceğini bekliyor”137 buyurmuştur.
133] 54/Kamer, 8
134] Fedâkâr Kırmızı, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 450-451
135] 39/Zümer, 68
136] Ahmed bin Hanbel, II/196
137] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 7/211; İbn Kesir, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, 3/276
KIYAMET
- 31 -
Sûr’un üfürülüşü ve İsrâfil’in (a.s.) sûr’a üfürmesini anlatan
uzun bir hadis Tefsîr kitaplarında konu ile ilgili âyetlerin açıklanmasında
zikredilmiştir. Bu hadisin bazı cümleleri sahih hadis kitaplarında
konu ile ilgili anlatıları bahislerde geçmekle beraber, bazı
cümleleri ifade ve manâ bakımından peygamber sözü olmayacak
derecede münker kabul edilmiştir. Bu hadisin tek râvisi olan İsmail
b. Râfi’ Medine’nin kıssacılarındandır. Ahmed b. Hanbel ve Ebû
Hâtim er-Râzî gibi hadis tenkidçileri hadislerinin münker olduğunu
hatta metrûk bir râvi tarafından rivâyet edildiğini söylemişlerdir.
138
Levh-i Mahfuz’da Allah’ın yazılı irâdelerini okumak ve bu
irâdelerin yerine getirilmesiyle görevli olan mukarreb meleğe bildirmek
de İsrâfil’in (a.s.) görevlerindendir. İsrâfil’in (a.s.) ve diğer
meleklerin kadrinin yüceliğinden dolayı Hz. Peygamber (s.a.s.)
bazen onların ismi ile duâ etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) gece namazına
kalktığında şöyle duâ ederdi; “Ey Allah’ım, Cebrâil, Mikâîl ve
İsrâfil’in Rabbi, göklerin ve yerin yaratıcısı, gaybı ve şehâdet âlemini bilen.
Sen kullarının arasındaki ihtilaflar hakkında hüküm sahibisin. Beni izninle
ihtilaf edilen şeylerde hakka kavuştur. Sen dilediğini sırât-ı müstakim’e
kavuşturursun.” 139
Ba’s ve Ba’sı İnkâr
Ba’s; öldükten sonra dirilmek demektir. Hayatının başlangıç
ve sonu olmayan tek varlık, Allah’tır. Diğer bütün varlıkların bir
başlangıç ve bir sonu vardır. Her canlı gibi insan da doğar, büyür
ve eceli gelince ölür. Ölen insan için kabir hayatı başlar, Kıyâmete
kadar devam eden kabir hayatından sonra Kıyâmetin kopması
ve ikinci defa İsrafil’in (a.s.) sûr’a üfürmesiyle kabirlerdeki bütün
cesetler kendi ruhlarıyla birleşerek yerlerinden kalkıp, hesaplarının
görüleceği geniş bir sahaya toplanırlar. Âhiret hayatının diğer
merhalelerinden geçtikten sonra, iman ve amelleri nisbetinde
Allah’ın kendilerine takdir etmiş olduğu Cennet veya Cehennem’e
giderek âhiret hayatının devamını yaşamaya başlarlar.
İşte insanın öldükten sonra dirilmesi ve âhiret hayatına başlamasına
“ba’s” denir. Öldüren ve dirilten Allah’tır. Ölümün ve dirilmenin
nasıllık ve niceliğini tam manasıyla bilmemekle birlikte;
bunlar hakkında verilen haberlerin doğruluğuna kesinlikle inanmamız
istenmektedir. Haberin doğruluğu, onu bildiren zatın doğruluğuna
bağlıdır. Ölümü ve öldükten sonra dirilmeyi haber veren,
Allah ve O’nun peygamberidir. Bilindiği gibi öldükten sonra
138] İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, 3/274-282
139] Müslim, Müsafîrûn 200; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 207
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 32 -
dirilmeye iman etmek imanın esaslarından biridir. Cibril Hadisi adı
ile şöhret bulan bir hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) imanın şartları
konusunda şu ifadeleri kullanmaktadır: “...Allah’a, Meleklerine, Kitabına,
Allah’a kavuşmaya ve Peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeye
inanman, bir de bütün kadere inanmandır.”140 Hadiste bildirildiği gibi
altı maddeden ibâret olan iman esaslarının hepsine birden inanmak
farzdır. Bunlardan bir tanesini bile inkâr etmek, bütününü
inkâr demektir. Dolayısıyla öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmek
küfür olup ebedî Cehennem azabını gerektirir. “Ba’s” olayının
dünyada benzerlerini görmek son derece mümkün ve kolay bir
husustur.
“Allah -ölenin- ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını
alır. Bu sûretle hakkında ölümü hükmettiği ruhu tutar, diğerini muayyen
bir vakte kadar salıverir. Şüphe yok ki bunda iyi düşünecek bir kavim için
kesin ibretler vardır.” 141
Bütün varlıkları yaratan ve herkesin sırlarını bilen Allah, ömürleri
tamam olup ölecek olan nefisleri öldükleri zamanda ve ömürleri
tamam olmayıp ölmeyecek olanları uykuları zamanında tutar,
onları cesetlerine bırakmaz. İbn Abbâs’ın ifadesine göre: “İnsanda
bir nefis ve bir ruh vardır. Aralarındaki fark güneş ile şuaları
gibidir. Nefis, kendisiyle akıl ve temyiz yapılan; ruh da teneffüs
ve hareket yapılandır. Ölüm halinde ruh ve nefis birlikte vefat
ederken, uykuda yalnız nefis vefat eder.” Âyetten ve izahından
anlaşılacağı gibi ölüm ve öldükten sonra dirilmenin bir benzerini
insanoğlu uyuma ve uyanmasıyla yaşamaktadır.
Geçmişte ve günümüzde inananların dışında- insanların büyük
bir kısmı öldükten sonra dirilme gerçeğini iki sebepten kabul
etmek istememişlerdir. Birincisi, akıl ile idrak edememeleri, ikincisi
de dünyada yaptıkları isyanlarının hesabını verme korkusu. Her
iki tür insana cevap ve müminlerin imanlarını takviye açısından
Kur’an’da konu ile ilgili birçok âyet vardır. Âyetlerden bir kısmı bu
dünyada meydana gelen öldürme ve diriltme olaylarını gözönüne
sermektedir:
a) İsrailoğullarından biri, zulmen öldürüldü, fakat cezânın
tatbik edilebilmesi için katil bulunamadı. Allah onlara bir sığır
kesmelerini emretti, sığır kesildi ve yine İlâhî emir gereği, kesilen
sığırın bir parçası maktûle vuruldu, maktûl de Allah’ın izni ile dirilerek
kendisini kimin öldürdüğünü söyledi. 142
140] Müslim, İmân 8
141] 39/Zümer, 42
142] 2/Bakara, 73
KIYAMET
- 33 -
b) Babil hükümdarı Buhtunnasrın, Kudüs ve civarını zaptedip
harabeye çevirdi. Halkının bir kısmını öldürdü, bir kısmını da esir
aldı. Esirler içerisinde bulunan -kuvvetli rivâyete göre Hz. Üzeyir
(a.s.) Bâbil zindanlarından kaçarak Kudüs’e geri dönüp oranın harap
halini görünce de buranın eski haline nasıl geleceğini üzüntü
ile düşünmüştü. Bunun üzerine Allah, Üzeyir’in (a.s.) ruhunu alır
ve yüz sene müddetle onu bu vaziyette bırakır. Yüz sene sonra dirilince
yanındaki yiyeceklerinin aynen durup bozulmadığını, merkebinin
ise kemiklerinin bile çürüyüp parçalandığını görür. Üzeyir
(a.s.) bu durumda ancak bir gün veya daha az bir zaman kaldığını
zanneder. Sonra Allah kudretiyle, Üzeyir’in (a.s.) merkebinin kemiklerini
bir araya getirerek etlerini giydirir. Bütün bu hâdiseler
Allah’ın emriyle meydana gelmektedir. 143
3) Hz. İsa’nın (a.s.) mucizelerinden biri de ölüleri diriltmektir. 144
4) Hz. İbrahim (a.s.), Allah’tan, ölüleri nasıl dirilteceğini göstermesini
istedi. Ancak bu isteğinin, inançsızlığından değil, bilâkis
kalbinin mutmain olması için olduğunu ifade etti. Allah O’na “O
halde kuşlardan dördünü tut, onları kendine çek (iyice incele), sonra
(kesip) her dağın başına onlardan birer parça koy. Sonra onları kendine
çağır; koşarak sana geleceklerdir... “145 buyurdu. Hz. İbrahim de emredilenleri
yapmış, kestiği kuşların etlerini birbirine karıştırarak
herbirinden birer parçayı dağlara koymuş, sonra da onları çağırdığında
kuşların her bir parçasının kendi vücutlarıyla birleşerek
Allah’ın izniyle canlanıp yanına geldiklerini görmüştür.
5) Kur’an kâfir kral Dekyanos zamanında yaşayan birkaç mümin
gencin, kralın zulmünden kaçarak mağarada saklanmaları
hâdisesini (Ashâbu’l-Kehf olayını) anlatır. Özetle Kur’an’ın bildirdiğine
göre bu gençler gizlendikleri mağarada üçyüzdokuz yıl
uyurlar. Uyandıklarında bir gün veya daha az bir müddet uyuduklarını
sanan gençler, içlerinden birini yiyecek almak üzere şehre
gönderirler. Şehir değişmiş, kral değişmiş, halk hristiyan olmuştur.
Alış veriş için kullanmak istediği paranın kâfir yönetici Dekyanos
zamanına ait olduğu farkedilir. Genç ve arkadaşlarının hazine bulduğunu
zanneden halk, gençle birlikte mağaraya gelirler. Genç,
arkadaşlarına haber vermek üzere mağaraya girer ve bir daha dışarı
çıkmaz.146
Yukarıda bildirilen ve Kur’an’la sâbit olan bu olaylar, öldükten
143] 2/Bakara, 259
144] 3/Âl-i İmrân, 49
145] 2/Bakara, 260
146] 18/Kehf, 9-26
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 34 -
sonra dirilme hâdisesinin, bizzat insan hayatı üzerindeki canlı misalleridir.
Bunlardan başka Allah, insanlardan Ba’s’ı anlamak ve ibret
almak isteyenler için tabiattan da birçok örnekler ve misaller
vermiştir: Hac sûresi beşinci âyette Allah, öldükten sonra dirilme
konusunda kuşku içinde olanları ikaz etmek üzere şöyle buyuruyor:
“Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz (bilin ki)
biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe (sperma)den, sonra alaka (embriyon)
dan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size
(kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar
rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güç
(ve kabiliyetler)inize ermeniz için (sizi büyütüyoruz). İçinizden kimi (henüz
çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor
ki, bilirken bir şey bilmez hale gelsin (çocukluğundaki gibi vücutça ve akılca
güçsüz bir duruma düşün). Yeri de kurumuş, ölmüş görürsün. Fakat
biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel
çiftten bitirir. Bu böyledir. Çünkü Allah, tek gerçektir. (Her şey O’nunla
varlık kazanır) ve O, ölüleri diriltir ve O, her Şeyi yapabilir... Allah kabirlerde
olanları diriltecektir.”147; “O ki rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci gönderir.
Nihâyet onlar, ağır ağır bulutları yüklenince, onu ölü bir memlekete
yollarız; onunla su indirir ve türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de
böyle çıkaracağız. Herhâlde bundan ibret alırsınız.” 148
Mekke müşriklerinden Adîy b. Rabîa, Hz. Peygamber’e (s.a.s.)
Kıyâmet hakkında soru sordu o da Kıyâmetin kopacağını ve bütün
insanların kabirlerinden dirilerek kalkacaklarını söyledi. Anlatılanları
aklı ile kavrayamayan Adiy ve benzerlerine cevap olmak üzere
Allah, “İnsan, bizim kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı
mı sanıyor? Evet, toplarız, onun parmak uçlarını bile düzeltmeye gücümüz
yeter.” 149 âyetini inzâl ediyor.
Bunlardan başka daha birçok âyetlerde Allah, -kâfirlerin
inkârlarına rağmen- insanların, ölümlerinden ve toz toprak olmalarından
sonra, vakti gelince tekrar dirilteceğini, hesaplarının görülmesi
için mahşere sevkedileceklerini belirtmektedir. Verilen bu
bilgiler, gayb âlemine ait bilgilerdir. Bunların mantık veya müsbet
ilimle izah ve ispatı sözkonusu değildir. Ancak, âyetler üzerinde
düşünen insanlar dirilme olayının gerçekliğini kavrayabilirler. İnsanı
ve tüm varlıkları, modeli yok iken ilk defa yaratmaya muktedir
olan bir varlık, onları öldürdükten sonra tekrar diriltmeye de güç
yetirebilir. Müminler, dirilmeye inanırlar. İnanmayanları ise Allah
“kâfir” olarak nitelendirmiştir. 150
147] 22/Hacc, 5-7
148] 7/A'râf, 57
149] 75/Kıyâme, 3, 4
150] 64/Teğâbün, 7; Ayrıca geniş bilgi için Kur’ân-ı Kerîm'in şu âyetlerine baKIYAMET
- 35 -
Ba’su Ba’de’l-Mevt
Ba’su ba’de’l-mevt: Öldükten sonra tekrar dirilmek demektir.
Buna “haşr-ı ecsâd (cesedlerin birleşmesi) neş’e-i uhrâ (ikinci yaratılış)
da denir. Bu dirilme İsrafil’in (a.s.) sûra ikinci defa üflemesiyle
olacaktır. Buna iman etmek İslâmî akîde gereğidir. Kur’ân-ı
Kerîm’de “Sonra sûra bir defa daha üflenecektir. Bir de görürsün ki insanlar
kabirlerinden doğrulmuş bakıyorlar.” 151 buyrulur. O zaman Allah
Teâlâ insanların dağılan parçalarının aslî uzuv ve parçalarını
bir araya getirecek ve Âlem-i Berzah’da bulunan ruhlarını bedenlerine
iâde ederek diriltecektir.
Öldükten sonra dirilmenin vukû bulacağını Allah ve Rasûlü
haber vermektedir. Bu konuda akıl, ilim ve duygularla bilgi elde
edilemez. Fakat bunlar öldükten sonra dirilmenin vukû bulmayacağını
da ispat edemez. Öyle ise öldükten sonra dirilme aklen
mümkündür. Aklen mümkün olan bir şey hakkında nass vârid
olunca artık ona inanmak gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm öldükten sonra dirilme üzerinde çok durur.
Çünkü Mekke müşrikleri bunu bir türlü kabul edemiyorlar ve şiddetle
karşı çıkıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edildiği gibi: “Hayat
ancak dünya hayatıdır. Biz tekrar diriltilecek değiliz”152 diyorlardı.
Kur’ân-ı Kerîm öldükten sonra dirilmenin olacağını sadece haber
vermekle yetinmez, ispat etmek için birtakım aklî deliller de getirir.
Bunlardan bir kısmı şöyledir:
1- Bir şeyin benzeri ve örneği yok iken onu ilk defa yaratan,
öldükten sonra tekrar benzerini meydana getirmeye elbette kadirdir.
“Bütün varlıkları yoktan var eden ve sonra da tekrar diriltecek
olan Allah’tır. Bu, O’na pek kolaydır.”153 Halef oğlu Ubey bir gün Hz.
Peygamber’e (s.a.s.) geldi. Elinde bulunan çürümüş bir kemiği
ufalayarak: “Böyle çürüdükten sonra bunu tekrar kim diriltecek?”
dedi. Bunun üzerine aşağıdaki âyetler indi: “İnsan kendisini bir damla
sudan yarattığımızı görmez mi ki, hemen apaçık bir hasım kesilir. Yarattığımızı
unutarak bize misal getirir ve ‘çürümüş kemikleri kim diriltecekmiş?’
der. De ki: ‘Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, bütün yaratılanları
çok iyi bilir.” 154
kılabilir: 2/Bakara, 28; 6/En’âm, 29, 30, 94; 16/A’râf, 38; 17/İsrâ, 51; 20/
Yûnus, 102; 31/Lokman, 28, 58/Mücâdele, 6; 64/Teğâbün, 7; 36/Yâsin, 52;
22/Hacc, 7; 19/Meryem, 33; 17/İsrâ, 49; Cengiz Yağcı, Şâmil İslâm Ansiklopedisi,
c. 1, s. 202-204
151] 39/Zümer, 68
152] 6/En'âm, 28
153] 30/Rûm, 27
154] 36/Yâsîn, 77-79; İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, IV, 581
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 36 -
Bu ve benzer âyet-i kerîmelerde öldükten sonra dirilme ispat
edilirken ilk yaratılıştan hareket edilmiş, örneği ve benzeri yok
iken ilk defa yaratmanın güçlüğü yanında ikinci defa benzerini
yaratmanın daha kolay olduğuna dikkat çekilmiş, âlemi ilk defa
yoktan var eden Yüce Allah’ın, ölüleri tekrar diriltmeye haydi haydi
kadir olacağı vurgulanmıştır.
2- Uyku, küçük ölüm sayıldığı gibi uyanma da küçük hayat sayılır.
İnsanlar uykudan sonra uyandıkları gibi öldükten sonra da
dirileceklerdir. 155
3- Yağmursuzluk ve kuraklık sebebiyle yeryüzündeki bitkiler
ve yeşillikler kururlar. Sonra yağmur yağınca ya da sulanınca tekrar
canlılık kazanırlar. “Yeryüzünü kupkuru görürsün. Üzerine su indirdiğimiz
zaman harekete geçip dirilir. Bu, Allah’ın delillerindendir. Şüphesiz
toprağa can veren Allah, ölüleri de diriltir. Muhakkak o, her şeye
kaadirdir.”156; “Sen yeryüzünü kupkuru görürsün. Fakat Biz, oraya su indirdiğimiz
zaman harekete geçer kabarır her çeşit güzel bitkiler bitirir. İşte
bütün bunlar delildir ki, Allah haktır, ölüleri diriltecektir. Allah her şeye
kadirdir, Kıyâmet kopacaktır, bunda şüphe yoktur. Allah kabirlerdekileri
kaldıracaktır.” 157
4- Âdem’i (a.s.) topraktan yaratıp neslini meniden yaratan
kudret, öldükten sonra diriltmeye de kadirdir. Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Ey insanlar! Eğer tekrar diriltilmemizden şüphe ediyorsanız, ilk yaratılışınızı
bir hatırlayın. Yaratmadaki kudretimizi açıkça göstermek iççin biz sizin
aslınızı topraktan, sonra onun neslini nutfe (meni) den yarattık.” 158
5- Göklerin ve yerin yaratılması öldükten sonra insanların tekrar
diriltilmesinden daha güçtür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Şüphesiz
göklerin ve yerin yaratılması, insanların (ikinci defa) yaratılmasından
daha büyük bir iştir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” 159
6- Kur’ân-ı Kerîm’de öldükten sonra dirilme hakkında geçmişte
vuku bulmuş misaller de verilmiştir. Kehf sûresinde anlatılan
Ashabu’l-Kehf hâdisesi, Bakara sûresinin ikiyüz altmışıncı âyetinde
anlatılan Hz. İbrahim’in (a.s.) paramparça ettiği dört kuşun tekrar
diriltilmesi hadisesi, aynı sûrenin iki yüz elli dokuzuncu âyetinde
anlatılan -tefsirlerin belirttiğine göre- Üzeyir (a.s.) hâdisesi bunlara
misaldir.
155] 6/En’âm, 60
156] 41/Fussılet, 39
157] 22/Hacc, 5-7
158] 22/Hacc, 5
159] 40/Mü'min, 57
KIYAMET
- 37 -
Bunların dışında başka deliller de vardır. Hz. Ali öldükten sonra
dirilmeyi inkâr eden birine: “Benim dediğim olursa sen zararlı
çıkarsın, fakat senin dediğin çıkarsa ben bir şey kaybetmem” diye
cevap vermiştir. Bir başka zât da: “Toprağa hangi tohum atılmıştır
da bitmemiştir? İnsanların tekrar dirileceğinden niçin şüphe ediyorsunuz?”
demiştir. 160
el-Bâis; Yeniden Dirilten Allah
el-Bâis: Esmâü’l-Hüsnâdan, Allah’ın güzel isimlerinden biridir.
Kulları ölümlerinden sonra dirilten, ölüleri diriltip kabirlerinden
çıkaran veya ümmetlere peygamberler gönderen anlamına gelir.
Allah Teâlâ insanları ölüp toprak olduktan sonra dirilterek kabirlerinden
kaldıracak “Arasat” denilen çok geniş, dümdüz, ağaçtan
ve binadan tamamiyle boş bir yere çıkaracaktır. Âhiret günü yahut
Kıyâmet günü denilen ve Kur’ân-ı Kerîm’ de daha başka adları
olan bu gün iman esaslarından biridir ve el-ba’sü ba’del-mevt
(öldükten sonra dirilme) diye adlandırılır.
“De ki: ‘Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla
bilendir.”161 Allah Teâlâ, mahlûkatını yok ettikten sonra tekrar diriltmeye
kadirdir. “O, mahlûku ilkin yaratıp sonra onu (ö!dürdükten ve
tekrar dirilttikten sonra) iâde edecek olandır ki, bu, O’na göre pek kolaydır.
Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nun. O, yegâne gâlip, yegâne
hüküm ve hikmet sahibidir.”162 Ba’s, yeniden diriltme ve din gününde
amellerin karşılığını vermek içindir. Dünya imtihan; âhiret, sonuç
günüdür.
Haşr ve Neşr
Haşr; bir topluluğu bulunduğu yerden çıkarmak, meskenlerinden
koparıp başka bir yere sevketmek, sürgün etmek ve bir
yere toplamak demektir, “Kitap ehlinden inkârcıları ilk haşrde/sürgünde
yurtlarından çıkaran O’dur”163 âyetinde geçen “haşr” kelimesi,
Kıyâmet günü vuku bulacak olan “haşr” değil, onun küçük bir
numûnesi olmak üzere Nâdiroğulları yahûdilerinin yurtlarından
çıkarılıp sürülmesi demektir. Bu “haşr” ehl-i kitabın ilk haşridir.
Yani bunda ehl-i kitap, Arap Yarımadasından ilk defa olarak çıkarılmak
sûretiyle haşrolunmuşlardır. İkinci haşirleri de herhalde
Kıyâmette olacaktır.
Terim olarak “haşr”; insanların öldükten sonra dirilip dünyada
160] Durak Pusmaz, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 204-205
161] 36/Yâsin, 79
162] 30/Rûm, 27
163] 59/Haşr, 2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 38 -
iken yaptıkları işlerden ve söyledikleri sözlerden dolayı sorguya
çekilmek üzere “mahşer” denilen yere sürülmeleri, burada toplanmalarıdır.
Nitekim Kıyâmet gününe “yevmü’l-ba’s” (tekrar
dirilme günü) ve “ yevmü’n-neşr” denildiği gibi, “yevmü’l-haşr”
(toplanma günü) de denir.
“Neşr”; yaymak, dağıtmak manasına yahut “nuşûr yapmak”
yani ölüleri diriltmek anlamındadır. Buna “neşr”, öldükten sonra
insanları tekrar diriltmek; “haşr” de onları mezarlarından
çıkararak, “mahşer” denilen yere sevkedip orada toplamaktır.
“Sizi yaratıp yeryüzüne yayan O’dur ve O’nun huzurunda toplanacaksınız.”
164
Öldükten sonra tekrar dirilmeye ve hesap vermek üzere Allah
ile mülâki olmaya (neşre ve haşre) inanmak, iman esaslarından
biridir. Kalbimizde en ufak bir şilphe duymadan bizleri yaratanın
Allah olduğuna iman ettiğimiz gibi, aynı katiyetle O’nun huzunında
toplanacağımıza da inanıyoruz. Ne var ki, ölümü gözleriyle
gördükleri için inkâr edemiyen birtakım insanlar, öldükten sonra
dirilmeye akıl erdiremiyor, ölümün toprak oluş ve nihâyette yokoluş
olduğuna inanıyorlar. Bu gibilerine Kur’ân şöyle hitap eder:
“Kendi yaratılışını unutup, ‘çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diye
Bize misâl vermeye kalkar. De ki; onları ilk defa yaratan diriltecektir. O,
her türlü yaratmayı bilendir.” 165; “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak,
yeryüzünü ölümden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz ölüleri O diriltir. O her
şeye kadirdir.”166; “Allah, rüzgârları gönderir, onlar da bulutu kaldırır. Biz
de onu ölü bir nehre sürükleriz; onunla yeri, ölümünden sonra diriltiriz.
İşte ölümden sonra dirilme böyledir.”167; “Sonra onu öldürüp kabre koydu.
Sonra dilediği zaman onu diriltip kaldırır.” 168
Sağlıklı düşünebilen insan için bunlar ne kadar vecîz ve belîğ
ifadelerdir. İlk önce yoktan vareden elbette öldürdükten sonra
tekrar diriltmeye kadirdir. Görmüyor musun, her kış çürüyüp toprağa
karışan bitkiler bahar gelince nasıl canlanarak ayağa kalkıyor,
ölü iken yeniden diriliyor. Gören gözlere düşünen gönüllere
lisan-ı hal ile “haşri ve neşri” ispat ediyor. “Ki, O, gökten belli bir
miktar su indirdi de onunla ölü bir beldeyi dirilttik. Siz de böyle diriltilip
çıkartılacaksınız.” 169
164] 67/Mülk, 24
165] 36/Yâsîn, 78, 79
166] 30/Rûm, 50
167] 35/Fâtır, 9
168] 80/Abese, 21, 22
169] 43/Zuhruf, 11
KIYAMET
- 39 -
Varı yok edebilen, yoktan da var edebilen Allah için, ölüyü
diriltmek idrâk edemeyeceğimiz kadar kolay ve basittir. “Bir şeyi
dilediği zaman, O’nun buyruğu sadece, o şeye ‘ol!’ demektir, hemen
oluverir.”170 Bunun için zamana, yardımcıya ve alete ihtiyacı yoktur.
Bir kişiyi, bin kişiyi veya bir milyar kişiyi yaratmak, öldürüp haşretmek
O’nun için birdir. “Sizin yaratılmanız ve (öldükten sonra) tekrar diriltilmeniz,
tek bir nefsin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir. Şüphesiz
Allah işitendir, görendir.” 171
Allah’ın apaçık âyetlerini gördükleri halde, öldükten sonra
tekrar dirileceklerine ve yaptıklarından hesaba çekileceklerine
inanmayarak şeytana uyanlara Cenâb-ı Allah şöyle hitabediyor:
“Rabbine andolsun ki, biz onları mutlaka uydukları şeytanlarla beraber
haşredeceğiz. Sonra cehennemin yanında diz çöktürerek hazır bulunduracağız.”
172
Her ne sûretle olursa olsun ölüm muhakkaktır. Akıllı kimse
odur ki Rabbi ile karşılaşacağını hesaplayarak kendini buna hazırlar.
Ahmak, akılsız kimse böylesi bir hazırlıktan mahrum olarak yakasını
Azrail’e kaptırandır. Mâdem ki ölüm vardır o halde Allah’ın
istediği biçimde ölmeye bakmalıdır.
“Andolsun ki ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız.”173
“Müttakîleri o gün Rahmân’ın huzurunda O’na gelmiş misafirler olarak
toplarız, suçluları da susuz olarak cehenneme süreriz.”174 O gün dehşetli
bir gündür: “O gün, kişi, kardeşinden, annesinden, babasından,
karısından ve oğullarından kaçar. O gün herkesin kendine yeter bir derdi
vardır.” 175
Haşr-ı Cismânî
Haşr; Kıyâmet gününde amellerine bakılmak için ölülerin
diriltilerek bir yere toplanmaları demek olduğuna göre; “Haşr-ı
Cismânî” bedenen, cisimle, cesetle dirilme, bedenlerin haşri demektir.
Ölümle, ruhların bedenlerden ayrıldığı, dolayısıyla bedenlerin
ruhsuz kalarak çürüdüğü ve toprağa karıştığı malumdur. Ruhlara
gelince, onların ölmeyip Kıyâmete kadar ruhlar âleminde
bekletildiklerini biliyoruz. Dolayısıyla âhirette diriltilecek olan
170] 36/Yâsîn, 82
171] 31/Lokman, 28
172] 19/Meryem, 68
173] 3/Âl-i İmrân, 158
174] 19/Meryem, 85-86
175] 80/Abese, 34-37; Halid Erboğa, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 361-362
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 40 -
bedenimizdir. Haşrolunacak olan da, ruhları kendilerine avdet etmiş
vücutlarımızdır. Böyle olunca, bazı filozofların iddia ettiği gibi
“haşr”; yalnızca ruhların haşredilmesi şeklinde olan “haşr-ı ruhânî”
değil, aksine ruhla birlikte bedenlerin haşri, yani “haşrı cismânî”
şeklinde olacaktır. Eğer haşr filozofların iddia ettiği gibi yalnızca
ruhânî olsaydı, Cenâb-ı Allah’ın ölümden sonra bedenlerin tekrar
diriltilmesinden söz etmesinin hiçbir anlamı olmazdı.
“Kendi yaratılışını unuturda; ‘çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyerek
bize misal vermeye kalkar. De ki; ‘onları ilk defa yaratan diriltecektir.
O, her türlü yaratmayı bilendir.” 176 Rivâyete göre Übeyy b. Halef, bir
gün Hz. Muhammed (s.a.s.)’e elinde çürümüş bir kemikle gelerek
parmaklarıyla onu ufalamış ve: “Muhammed! Allah’ın bu çürümüş
dağılmış kemiği tekrar dirilteceğini mi sanıyorsun” deyince
Peygamberimiz; “Evet, Allah bunu diriltecek, seni de öldürdükten sonra
diriltip cehenneme sokacaktır” demiş, yukarıdaki âyet de bunun
üzerine nâzil olmuştur. 177
Âyette; “çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye bir soru sorulmakta
ve soruya gâyet iknâ edici bir cevap verilmektedir: “De ki;
onları ilk defa yaratan diriltecektir.” Onları yokluk âleminden varlık
âlemine getiren Allah, tekrar diriltmeye kâdir değil midir? Hiç
şeksiz şüphesiz kaadirdir.
“Allah rüzgârları gönderir onlar da bulutu kaldırırlar, Biz de onu ölü
bir şehre sürükleriz, onunla yeri ölümünden sonra diriltiriz. İşte ölümden
sonra dirilme böyledir.” 178 Evet, nasıl ki ölü bir belde yağmurla yeniden
dirilerek canlanıyorsa, çürümüş, toprağa karışmış cesetler de
aynı şekilde Rableri’nin emriyle dirileceklerdir. “İşte ölümden sonra
dirilme böyledir.” Dirilme böyle olunca, haşr de cismânî olacaktır.
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak, yeryüzünü ölümünden sonra
nasıl diriltiyor. Şüphesiz ölüleri O diriltir. O, her şeye kadirdir.” 179 Cenâb-ı
Allah, ölümden sonra yeniden dirilmeyi hep bu çeşit örneklerle
insanoğluna anlatmaktadır. Maddî olan çürümüş insan cesedinin
diriltilmesini, yine maddeden ibâret olan tabiatın diriltilmesine
benzeterek, insanı ikna yoluna gidiyor. Bu da gösteriyor ki haşr;
“cismânî haşr” şeklinde olacaktır.
“Bir de onlar dediler ki; sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak
olmuş iken, yeni bir hilkatte dirileceğiz, öyle mi?” 180
176] 36/Yâsîn, 78, 79
177] Vâhidî, "Esbâbü'n-Nüzûl", Tefsîr Sûret-i Yâsîn
178] 35/Fâtır, 9
179] 30/Rûm, 50
180] 17/İsrâ, 49
KIYAMET
- 41 -
“Dirilten de öldüren de O’dur. Gece ile gündüzün birbiri ardından gitmesi
de O’nun emrine bağlıdır. Düşünmez misiniz?” 181
“Öncekiler; ‘ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuzda mı diriltileceğiz?’
demişlerdi.” 182
“Öldüğümüzde, kemik yığını ve toprak yığını olduğumuzda mı, biz mi
tekrar dirileceğiz?’ diyorlardı.” 183
Yukarıdaki âyetlerde müşriklerin öldükten sonra çürüyecek
olan cesetlerinin yeniden diriltileceğine inanmadıkları anlaşılıyor.
Bu da, bize gösteriyor ki Kur’an’da geçen haşrın cismânî olduğunu
Câhiliyye Arapları biliyordu. İnkâr ederken kullandıkları
ifâdeler buna şâhittir.
Müşrikler “haşr”i tamamen inkâr ederken, İslâm filozofları
diye bilinen meşhur bazıları da haşrın rûhânî olacağını savunarak,
Kur’ân’ın bu gâyet açık olan nassına muhalefet etmektedirler.
Hâlbuki “haşr-ı cismânî”yi kabul etmek hem akla, hem nakle,
hem de ilâhî adalete daha uygundur. Çünkü Kur’ân gerek cennet
gerekse cehennemi tasvir ederken devamlı olarak beş duyu ile algılanabilen
tablolar çizmektedir. Kur’ân âyetleri haşrı hep maddî
misallerle tasvir etmektedir. Diğer taraftan Allah’ın yarattığı nimetlerin
tamamına yakın bölümü, dil, göz, kulak, burun ve derinin
algılayacağı ve takdîr edip yaratıcısına şükredeceği mahiyette
yaratılmış olduğunu biliyoruz. Dünyada bundan yararlanan azalarımız,
Allah’ın ibâdetinde bulunmanın mükâfatı olarak âhirette
de neden istifade etmesinler. 184
Mahşer
Mahşer; İnsanların toplandığı yer anlamında “Ha-şe-ra” fiilinden
ismi mekândır. İkinci sûr’a üflendikten (nefha-i sâniyeden)
sonra insanların hepsinin diriltilerek kabirlerinden kalkıp muhakeme
edilmeleri için toplandıkları yer anlamına gelir. Mahşere
“mevkıf” (insanların muhakeme olunmak üzere toplanacağı yer)
zamana da “Yevmü’l-haşr” denilir. Şöyleki: Birinci nefhada (sûr’a
ilk defa üflendiğinde) Allah’ın kalmasını dilediği melekler müstesna,
canlıların hepsi ölecek, yerin ve göklerin nizamı bozulacaktır.
Sonra göklerin ve genişletilen yerin nizamı başka bir şekilde sağlandıktan
sonra ikinci nefha esnasında (sûr’a ikinci defa üfürülünce)
her insan ve cinnin ruhları, diriltilen bedenleri ile birleşir. Yani
181] 23/Mü'minûn, 80
182] el-Mü'minûn, 23/82
183] 56/Vâkıa, 47
184] Halid Erboğa, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 363-364
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 42 -
ruhları, diriltilen bedenlerine taallûk eder. “Birinci defa sûr’a üflenince,
Allah’ın diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde olanlarla yerde
bulunan kimselerin hepsi düşüp ölecektir. Sonra ona bir daha üfürülecek.
O anda görürsün ki ölüler diriltilip ayakta bakınıp duruyorlar.”185 Herkes,
diriltildikten sonra, “mahşer” denilen yere sevkedilir ve burada
toplanır: “...Artık sûra üfürülmüştür. Bu sûretle hepsini mahşer’de
toplamışızdır.”186; “O gün (haşir günü) yer başka bir yere, gökler de (başka
göklere) döndürülecektir. İnsanlar (kabirlerinden kalkıp) bir ve kahhâr
olan Allah’ın huzurunda toplanacaklardır.”187 Diriltilen mahlûkatın
toplandıkları “mahşer” fevkalâde geniş, düz, binasız ve yapısız
yepyeni bir yer olacaktır. Peygamberimiz (s.a.s.), “Kıyâmet günü insanlar,
hâlis undan yapılmış dümdüz ekmek gibi esmere yakın beyaz bir
yer üzerinde toplanacaklardır.” 188 buyurmuştur.
Abû Hureyrenin Peygamberimiz’den (s.a.s.) rivâyet ettiği bir
hadisten öğrendiğimize göre; insanlar, mahşere yürüyerek, binek
üzerinde ve ateş azâbı içerisinde olmak üzere üç grup halinde
sevk edileceklerdir.189 Tirmizî’nin başka bir rivâyetine göre üçüncü
grub, yüz üstü sürünerek mahşere çekilip götürüleceklerdir. 190
İnsanlar ve cinler, mahşerde toplandıktan sonra muhakeme
olunmak için çeşitli korku ve sıkıntılar içinde uzun müddet bekletileceklerdir.
Bu müddetin bin ila ellibin yıl arası olduğu söylenir.
Mahşer yerine Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) eline
“Livâü’l-hamd” sancağı verilecektir. Başta Hz. Âdem olmak üzere
bütün peygamberler, Rasûlullah’ın (s.a.s.) sancağı altında toplanacaklardır.
191
Mahşerde, insanlar, belirli bir süre bekledikten sonra
muhâkeme ve muhasebe başlayacaktır. Büyük bir adalet mahkemesi
kurularak herkese dünya da yaptığı her iş sorulacak, amel defterleri
verilecek ve mizan konulacaktır. Herkes küfr ve dalâletteki
veya iman ve hidâyetteki rehberleriyle birlikte çağırılacaktır. Bu
konuda Kur’an da şöyle buyruluyor: “O gün insan sınıflarından herbirini
rehberleriyle (izinden gittiği kimselerle birlikte) çağıracağız. Artık
kimin kitabı (defteri), sağından verilirse, onlar kitablarını, en küçük haksızlığa
uğratılmayarak okuyacaklardır.”192 Herkese “Kitabını, amel def-
185] 39/Zümer, 68
186] 18/Kehf, 99
187] 14/İbrâhim, 48
188] Buhârî ve Müslim'den, Mansûr Ali Nâsıf, et-Tac, İstanbul 1962, V, 365
189] Buhârî ve Müslim den M. A. Nâsıf, et-Tac, 364
190] et-Tac, V, 365
191] Tirmizî, et-Tac, V, 385
192] 17/İsrâ, 71
KIYAMET
- 43 -
terini oku.”193 denilecek; Her insan da amel defterinde neler yazılı
olduğunu anlayacaktır. “Yüce Allah, kula bu gün şahid olarak nefsin
ve şahidler olarak Kirâmen Kâtibin melekleri kâfidir, der ve sonra ağzı
mühürlenir ve organları da dünyada neler yaptıklarını anlatır.”194; “O gün
onların ağızlarını mühürleriz. İşleyip kazandıklarını bize elleri söyler, ayakları
da şehâdet eder.” 195
İnsan öldükten sonra, bedeni dağılarak, molekül ve maddeleri
başka hayvan ve insanlara geçiyor. Allah, insanı âhirette diriltirken
başka insanlara aslî cüz (DNA: Deoksiribonükleik asit) olmaktan
koruduğu ve altın zerresi gibi kaybolmaktan muhafaza ettiği
ve onun bedeninin planını tamamen içeren bir molekülden yaratacaktır.
Ve onu bu molekülden aynen yaratırken de diğer maddelerini
ilâve edecektir. Zaten insanın bedeni dünyada iken de
ölen ve dökülen hücrelerinin yerine yenisi yaratılarak beş ile altı
senede tamamen yenileniyor. O halde insanın mahşerdeki bedeni
ve organları, dünyadaki azalarının aynısı değildir. “Nasıl oluyor da
eskisinin tam benzeri olsa da yeni maddelerden yaratılmış insanın
azaları, eski organlarının işlediği suçlarına şahidlik yapacaktır”
diye sorulursa; bunun doğru cevabı şudur:
İnsan, esas rûhuyla insandır. İnsanın rûhu değişmez ve ölmez.
Bozulmadan aynen kalır. İnsanın dünyada şuurlu olarak işledikleri
amellerinin hepsinin bilgisi onun ruhunda aynen mahfuz kalır.
Allah Teâlâ mahşerde insanın ağzını mühürleyerek, ruhundaki
işlediklerine ait bu bilgileri onun el ve ayak gibi organlarına
harikulâde bir yolla söyletecektir.
Rivâyete göre; Mahşerde Peygamberimiz’e (s.a.s.) gâyet büyük
bir havuz ihsan buyrulacak ki bunun büyüklüğü (boyu) Medine
ile San’a arası kadar veya Şam’ın bir kasabası olan Eyle ile
San’a arası kadar bir mesafedir. Suyu sütten daha ak, kokusu miskten
daha güzel ve baldan daha tatlıdır. Kupaları da gökteki yıldızlar
kadardır. Ondan bir defa içen bir daha susamaz.196 Böylece
müminler Cennete girmeden önce bu havuzun suyundan içerek
mahşerin dehşetinden ileri gelen hararetlerini gidereceklerdir.
Gerçi Tirmizî’nin garib bir senetle rivâyet ettiği hadiste şöyle buyruluyor.
Mahşerde “Her Peygamberin bir havuzu olacak. Onlar içinde
havuzlarına su içmeye gelenlerin en çok ben olacağını umuyorum.” 197
Yine Peygamberimiz (s.a.s.), bir hadisinde, “Havuzun başına gelenle-
193] 17/İsrâ, 14
194] Müslimden et-Tac, V, 372
195] 36/Yâsin, 65
196] Buhârî ve Müslim'den, et-Tac, V, 380
197] Tirmizî'den, et-Tac, V, 378
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 44 -
rin bir kısmının döndürüldüğü anda Onlar, benim ümmetim, diyeceğim.
Onların senden sonra ne işler yaptığını (dinlerinden döndüklerini) bilemezsin,
denilecek. Ben de, bundan sonra dinlerini değiştirenler helâk
olsun, diyeceğim.” 198
Mahşerde insanların muhakeme işleri bitirildikten sonra mahşerle
Cennet arasında Cehennemin üzerine sırat köprüsü kurulacaktır.
İnsanlar, bölük bölük Cehenneme bir kısmı da Cennete sevk
olunacaktır. 199
Sırat ve Sırat Köprüsü
Sırat; Yol, cadde, geçit anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim’de sırat,
daha çok “müstakim” (doğru) ile sıfatlanarak, Allah’ın rızâsına
uygun olan ve O’na ileten Tevhid dini ve İslâm dini anlamında
kullanılır: “Kim, Allaha güvenip dayanırsa muhakkak doğru yola (Sırat-ı
müstakime) iletilmiştir.”200; “Muhakkak Allah benim de Rabbimdir, sizin
de Rabbinizdir. O halde yalnız O’na ibâdet ediniz. Bu doğru yoldur (Sırat-ı
Müstakim).” 201
Fakat ıstılahta sırat denilince âhiretteki “sırat” akla gelir. Sırat
mahşer yerinden itibaren Cehennemin üzerinden geçerek
Cennete kadar uzanacak bir köprüdür. Bu köprü, haşir günü Cehennemin
üzerinde kurulacaktır. Mü’min, günahkâr, kâfir herkes
bu köprüye gelecektir. Cennete gidebilmek için bundan başka
yol yoktur. Sıratın iki tarafına konulmuş kancalar, oradan geçmeye
iyi amelleri yetmeyen kimseleri Allah’ın emriyle çekip Cehenneme
düşüreceklerdir. İyi amelleri ağır gelenler, kötülükleri
sebebiyle tırmalanıp yara almış olsalar bile Sıratı geçeceklerdir.
Bazı mü’minler senelerce sürünerek geçeceklerdir. Sırattan geçiş
esnâsında Peygamberimiz sırat üzerinde “Kurtar, ey Rabbim, kurtar”
diye mü’minler için Allah’a duâ edip duracaktır. 202
Ebû Said el-Hudrî’nin rivâyetinde Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“Mahşerde muhâkeme ve muhâsebe işlerinden sonra Cehennemin
üzerinde bir köprü (Sırat) kurulur. Allah şefaate izin verir. (Mü’minler) ya
Allah selâmet ver, selamet ver, diye duâ eder durur’’. ‘Yâ Rasulallah, köprü
nedir?’ diye sorulduğunda; şöyle cevap verir: “Kaypak ve kaygan
198] Buhârî ve Müslim'den, et-Tac, V, 379
199] Sa'deddin Teftazâni, Şerhu'l-Makasıd, II, 222-223, İstanbul 1305;
Abdüsselâm b. İbrahim el-Lakkâni, Şerh-ü Cevhereti't-Tevhid, Mısır,
1955/1375, s. 231-234; Fahreddin er-Razi, Mefâtihu'l-Gayb, İstanbul, 1308;
Muhiddin Bağçeci, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 45-46
200] 3/Âl-i İmrân, 101
201] 3/Âl-i İmran, 51
202] Müslim, İman 84, h. no: 329
KIYAMET
- 45 -
bir yoldur. Orada; kancalar, çengeller ve Necid’de bilen sa’dan denilen
sert dikencikler gibi dikenler vardır. Mü’minler amellerine göre kimi göz
açıp kapayıncaya kadar, kimi şimşek gibi, kimi rüzgâr gibi, kimi kuş gibi,
kimi iyi cins yarış atları gibi, kimi deve gibi süratle geçerler. Mü’minlerden
kimi sapasağlam kurtulur. Kimi de tırmalanmış (hafif yaralı) olarak salıverilir.
Kimileri de Cehennem ateşi içerisine dökülür.” 203
Ebû Hureyre, Peygamberimizden şöyle rivâyet ediyor: “Cehennemin
ortasına sırat (köprüsü) kurulur. Oradan peygamberlerden ümmetleri
ile beraber geçenlerin ilki ben olacağım. Peygamberlerden başka
o gün kimse konuşamaz, Peygamberlerin sözleri de ‘Ey Allah’ım, kurtar
kurtar’ olur.” 204
Ebû Sa’id el-Hudri’nin rivâyet ettiğine göre, Sırat köprüsü, kıldan
ince, kılıçtan keskindir. Sırat’ın uzunluğu bin senelik yokuş,
bin senelik iniş ve bin senelik de düzlüktür. Bu mesafe bazı insanlar
için olacaktır. Her bir kimsenin bu mesafeyi geçmesi, amelleri
ile orantılı bir zamanda olacaktır.205 Bazı ulemâya göre Sırat’ın kıldan
ince, kılıçtan keskin olduğuna dair rivâyetler, bu köprünün
üzerinden geçmenin pek müşkil ve zor olduğundan kinâyedir.
Mü’minlerin Sırat’ın üzerinden çabuk geçip geçmemeleri, onların
haramlara yönelip yönelmemelerine bağlıdır. Kalbine haram
işleme düşüncesi gelip de ondan hemen yüz çevirip uzaklaşan
kimseler Sırat’tan çabuk geçecektir.
Sırat üzerinde her bir mü’minin yalnız kendisinin faydalanacağı
bir nûru vardır. Bu nurdan başkası faydalanamayacaktır. Kimse,
başka bir kimsenin nûru içerisinde gidemeyecektir. Nurunun
intişarı nisbetinde her bir mü’mini Sırat geniş veya dar olacaktır.
Sırat’ın genişliği hadd-i zatında bir ve aynı olduğu halde, üzerlerinden
geçenlerin nurları nisbetinde kimisine ince ve sıkıcı, kimisine
enli, rahat ve hoş görünecektir.
Yüce Allah şöyle buyurur: “Ey iman edenler, günahlarınıza samimi
bir tevbe ile Allah’a dönün! Umulur ki Rabbiniz, sizin kötülüklerinizi
örter. Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı
günde Allah sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Çünkü onların
nurları önlerinden ve yanlarından koşar da, ‘Ey Rabbimiz, nurumuzu
tamamla, bizi bağışla; muhakkak sen her şeye kadirsin’ derler.” 206 Bu
âyette, mü’minlerin nurlarından kastedilen, iman ve amelleriyle
husûle gelen nurlardır. Özellikle bu nurları Sırat üzerinde onları
203] Buhârî, Müslim ve Tirmizî'den naklen Mansur Ali Nasıf, Tac, V, 394-395
204] Buhârî ve Müslim'den naklen, Tac, V, 377-378
205] Mansur Ali Nasıf, Tac, V.394; Acluni, Keşfül-Hafa, II, 31
206] 66/Tahrîm, 8
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 46 -
yedip götürecek ve selamete çıkaracaktır. Münafıklar, karanlıkta
kaldıkça mü’minler “Rabbimiz, nurumuzu söndürüp de bizi de
kâfirler ve münafıklar gibi karanlıkta bırakma! Varacağımız yere
kadar nurumuzu devam ettir ki, bu nurla sevinelim, karanlıkta
kalıp perişan olmayalım” derler: “O gün (sıratta) münafık erkeklerle
münafık kadınlar, mü’minlere, bizi bekleyin, nurunuzdan bir
parça ışık alalım, derler. Onlara, dönün arkanıza da bir nur arayın,
denilir. Nihâyet, onların arasına, bir kapısı olan ve içinde rahmet
ve dışında azap bulunan bir sür çekilir.” 207
Allah Teâlâ yine şöyle buyurur: “Sizlerden hiçbir kimse yoktur ki
oraya (Cehenneme) uğramamış olsun. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir
hükümdür. Sonra biz, iman edip kötülüklerden sakınanları kurtarırız.
Zâlimleri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız.”208 Bir rivâyete göre
cennetlik mü’minlerin Cehenneme uğramaları, üzerindeki sırattan
geçmelerinden ibarettir. Herkes bu köprüye gelecek ve Cehenneme
girecek olanlar da buradan gireceklerdir. Mü’minlerin
Cennete yollarının Cehennemden geçmesindeki hikmet; sevinçlerinin
fazlalaşması ve kurtuldukları için şükürlerinin artması ve
kâfirlerin üzüntülerinin çoğalmasıdır. Çünkü dünyada düşman
saydıkları mü’minlerin kurtulması, kendilerinin Cehenneme atılmaları,
kâfirler için azab üzerine azab olacaktır.
Mu’tezile’nin çoğu ve Kadı Abdulcebbâr el-Hemedâni (ö.
415/1025), Üzerinden geçmek mümkün olamaz; mümkün olsa
bile Sırattan geçmek müminlere eza ve cefa çektirir” diyerek Sıratı
inkâr etmişlerdir.
Halîmî (ö. 403/1012) gibi bazı âlimler de, kâfirlerin Sırat’a
uğramadan doğrudan doğruya Cehennem’e atılacaklarını söylemişlerdir.
Bunlar, bu görüşlerini Ebû Sa’id el-Hudrî’nin rivâyet
ettiği bir hadise dayandırmışlardır. Bu hadise göre, Mahşerde bir
münâdi, “Her ümmet dünyada nelere tapıyor idiyse, onların ardına
düşsün” diye çağırır. Bunun üzerine münezzeh ve yüce olan
Allah’tan başka şeylere, putlara ve heykellere tapagelen ne kadar
kimse varsa, onlardan hiçbir i kalmaksızın Cehenneme dökülürler.
Artık ortalıkta iyi ve kötülerden yalnız Allah’a ibâdet etmiş olanlar
ve ehl-i kitabın kalıntılarından başka kimseler kalmayınca, Yahudiler
çağırılacak ve onlara “siz neye ibâdet ediyordunuz?” denilecek.
Onlar “Allah’ın oğlu Üzeyr’e tapıyorduk” diyecekler. Bunun
üzerine onlara, “yalan söylediniz! Allah hiçbir eş ve oğul edinmedi”
denilir. Bunlar susadıklarını söyleyerek Cenâb-ı Allah’tan su
207] 57/Hadîd, 13
208] 19/Meryem, 71-72
KIYAMET
- 47 -
isteyince, kendilerine serap gibi görünen ateşe götürülecekler ve
birbirlerini çiğneyerek Cehennem ateşinin içine yuvarlanıp döküleceklerdir.
Sonra Hıristiyanlar çağırılacak, “sizler kime ibâdet ediyordunuz?”
denilecek. “Allah’ın oğlu Mesih’e ibâdet ediyorduk”
diyecekler. Onlara da “yalan söylediniz! Allah hiçbir eş ve oğul
edinmedi” denilecek. Bunlar da susadıklarını söyleyerek Allah’tan
su isteyince, kendilerine, “Haydi suya gelmez misiniz?” diye işaret
olunur. Serap gibi görünen Cehenneme doğru toplanacaklar
ve birbirlerini çiğneyerek Cehenneme döküleceklerdir”. Bu hadisin
devamında: Geride kalanlara, tanımadıkları bir surette Allah
Teâlâ’nın tecelli edeceği, sonra şiddet ve dehşetin kaldırılarak samimi
olarak Allah’a ibâdet edenlerin secde etmelerine izin verileceği,
diğerlerinin -secde etmek istediklerinde- kafalarının üzerine
düşecekleri, daha sonra Allah Teâlâ’nın bunlara ilk gördüklerinden
başka bir surette (sıfatta) tecelli edeceği bildirilir. Bundan
sonra da Cehennemin üzerine köprü (sıratın) kurulacağı ve şefaate
izin verileceği beyan edilir. 209
Sırat köprüsü için, ‘kıldan ince kılıçtan keskin’ benzetmesi
yapılır. Şüphesiz bu benzetme, onun üzerinden geçmenin zorluğunu
anlatmak içindir. Esasen bu yol, insanın dünyaya gelişiyle
başlayan bir yoldur. Bu ‘sırat’, doğumdan ölüme doğru uzanmaktadır.
İnsanların, özelde de mü’minlerin yaşadıkları hayat bir ‘sırat’
üzerinde yürümedir. Bu köprüde yürümek, kurtuluşa doğru
koşmak, tehlikelerden kaçınmak, Cehennem çukuru gibi yerlere,
hatalara, günahlara, zorluklara düşmemek zordur. Hayat bu ‘sırat’
üzerinde yürümekten başka bir şey değildir. İşte bu noktada
önemli olan herhangi bir ‘sırat’ta değil, ‘müstakîm olan’ doğru ve
dümdüz olan Allah’ın yolunda yürümektir
‘Sırâta’l-müstakîm’, İlâhî vahy olan İslâm’ın diğer adıdır. Rabbimizin
insan için seçtiği, dümdüz, dosdoğru kıldığı, emin ve yönü
hidâyet olan kurtuluş yoludur. Bu yol, eğrilikten, güvensiz olmaktan,
yani her türlü ‘ıvec’den uzaktır. Bu yolun dışındaki bütün gidiş
yolları eğri-büğrüdür, yanlıştır, inişli çıkışlıdır, yani ne üzerinde
kolaylıkla yürümek mümkündür, ne de insanı hayatın hedefine
götürürler. 210
209] Buhârî, Müslim ve Tirmizî'den naklen et-Tac, V, 393-394; metin Müslim'in
Sahih'inden özetlenerek alınmıştır; Sa'deddin Taftazani, Şerhul-Makasıd,
İstanbul 1305, II, s. 223; Şerhul-Akaid İstanbul 1310; Abdusselâm b.
İbrâhim el-Lakkâni, Şerh-u Cevhereti't-Tevhid, Mısır' 1955, s. 235-236;
Fahreddin er-Razi, Mefâtihul-Gayb, İstanbul 1308, Kitab-ü Mecmü'atin
mine't-Tefâsir, el-Matbaatül-Âmire İstanbul 1319); Muhiddin Bağçeci,
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 410-412
210] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 599-602
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 48 -
İnsanın Asıl Sırat Köprüsü Dünyadadır: “Şüphesiz Biz ona(insana),
doğru yolu gösterdik. İster şükreder, ister küfreder.” 211
Soğuk ve sıcak, siyah ve beyaz, gece ve gündüz birbirlerine
zıttır. Tevhid ve şirk, iman ve küfür, mü’min ve kâfir de birbirlerine
zıttır. Tıpkı bunlar gibi, Allah yolu ile şeytan yolu, ilâhî nizamla
beşerî nizam da birbirlerine zıttır. Ve kâinatta her şey zıddıyla kaimdir.
Bu zıtların yerlerinin değiştirilmesi, dengenin bozulmasıdır.
Hakkı bâtılın yerine, bâtılı da hakkın yerine geçirmek, her şeyin
alt üst olmamasına sebep olur.
Geçici âlemle, ebedî âlemin arasında sıkı bir münasebet vardır.
Her insan, gideceği ebedî âlemin azığını, hazırlığını, hesabını,
kitabını bu âlemde yapar. Bu insana, baskı uygulanmadan, zorlanmadan
iki yol gösterilir. Bu iki yolda yürümede serbest bırakılır.
Yolların vasıfları, çıkış ve bitiş yerleri tek tek izah edilir. Hür
irâdesini kullanarak, doğruyu tercih etmesi istenir. Yürüyeceği
yolun doğru yol olması, geçerli olabilecek yol olması şart koşulur.
Ve insan, anlatılanları dinledikten sonra kararını verir: Ya Allah’ın
yolu, ya da bâtılın yolu. Rabbimizin yolunun, doğru olan yolun
adı: “sırât-ı müstakîm”dir. Dünya, imtihan yeri olduğu için, bu
yolda yürümek isteyenlerin yolculuğunda dikkat edeceği hususlar
vardır. Şâyet dikkatli bulunmazsa ikaz ve irşadlara kulak vermezse,
bu yoldan ayrılmış olması, başka yollarda yolculuğunu sürdürmesi
an meselesidir. Sırât-ı müstakîmin sağında ve solunda birtakım
bâtıl ve tehlikeli yollar olduğu gibi, bizzat bu yolda yürüyen
insanların önüne geçen, sağından, solundan kendisine yaklaşıp
bâtıl yola kaydırmak isteyen şeytan adlı düşman da vardır. 212
Şeytanın âcil görevi, Allah yolunun yolcularını bu yoldan
uzaklaştırıp diğer bâtıl yollara kaydırabilme mücadelesidir. Hadis
rivâyetine göre, kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprü olan213 “sırat
köprüsü”, imanı ve ameli geçerli olacak kullar için, üzerinde evlerin,
sarayların yapılabileceği kadar da geniş bir yol ve köprüdür.
Yine, sırat’ın aşağısı ateştir, kavurucu bir ateş. Ancak, bu köprünün
üzerinden geçecek olan mü’minlerin taşıdıkları nur, ateşi etkisiz
hale getirebilecektir. Bilindiği gibi nûr ve nâr da birbirine zıttır.
Sırat köprüsü, değişik bir şekilde, fakat taşıdığı anlam itibarıyla
dünyada da vardır. Allah’ın yolu olan sırât-ı müstakîmle, cehennem
üzerine kurulmuş olan sırat köprüsü birbirine bağlıdır.
Dünyadaki sırat, dünyanın şartlarına; âhiretteki sırat da o âlemin
211] 76/İnsan, 3
212] 7/A’râf, 16
213] Tac, 5/394
KIYAMET
- 49 -
şartlarına göre tanzim edilmiştir. Fakat taşıdıkları hüviyet, maksat
ve anlam aynıdır. Sırat köprüsü incedir; sırât-ı müstakîm de ince
bir yoldur. O yolda yürümek, sanıldığı kadar kolay değildir. İnsanın
önüne konulan yüzlerce yolu terkederek, reddederek sırât-ı
müstakîmi tercih etmek, her kişinin kârı değildir. Üstelik o yollar,
insana daha câzibeli, daha gösterişli ve süslü, hevâ ve şeytanın
teşviki ile güzel gösterilen yollardır.
Allah’ın yolunda yürüyen insanların yolculuklarına engel olmak
isteyenler o kadar çoktur ki, bu yolda yürümek, ateşten bir
gömlek giymektir. Elde ateş tutmaktadır bu yolda yürüyen; ateşi
atsa sönecek; tutsa elini yakacaktır. Fakat bu ateşin tutulması gerekmektedir.
Zira ateş imandır, cennetin bedelidir.
Sıratın altında cehennem vardır. Sırât- müstakîmin sağında ve
solunda da ateşe atılmaya sebep olacak işlerden, yollardan oluşan
bir hayat vardır. Dünyanın âhirete giden bir yol olması gibi, sırat
ve sırât-ı müstakîm de, birbirine bitişen bir yoldur. Dünyada sırât-ı
müstakîmde yürümeyenlerin âhiretteki sırat’ı geçmeleri mümkün
değildir.
Yol, Allah’ın yolu, yolcular da Allah’ın kulu olduğu müddetçe,
bu kervanı hiçbir ses ve hiçbir kimse durduramayacaktır. Bâtıl
dinler ve düzenler, hak yolun altındaki ateşlerdir. Allah yolundan
ayrılmak demek, dünya ve âhireti yakacak bu ateşi tercih demektir.
214
Havz-ı Kevser
Havz-ı Kevser, yani Kevser Havuzu; Âhiret yurdunda bulunan
ve Yüce Allah tarafından Peygamber efendimize verilmiş olan
ırmak ve havuzun adıdır. “Doğrusu Biz sana Kevser’i verdik.”215 anlamındaki
âyet-i kerîmede Peygamber Efendimiz’e Kevser’in
verilmiş olduğu bildirilmekle birlikte, Kur’ân-ı Kerîm’de gerek
Kevser’in ne olduğu ve gerekse Havz hakkında başka bir bilgi yoktur.
Bu konudaki bilgilerimiz otuz kadar Sahabî’den çeşitli yollarla
gelen ve tümü de muteber hâdis kitaplârında yer alan 50 dolayındaki
hadis-i şerif’e dayanmaktadır. Hadislerden bir bölümünde
Havz, bir bölümünde de Kevser hakkmda bilgiler vardır. Her ikisi
hakkındaki ortak noktalar, havz ve ırmaktaki suyun tad, koku ve
rengi ile ilgili olarak verilen bilgilerdir. Diğer özellikler farklı bir
biçimde sayılmıştır.
Nitekim Havz, adından anlaşılacağı üzere bir havuz; Kevser
214] Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, s. 337 vd.
215] 108/Kevser, 1
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 50 -
ise, bir Cennet ırmağıdır. Havz’ın genişliği hakkında bilgiler bulunmaktadır.
Birçok kez verilen bu bilgiler sırasında orada bulunanların
anlayışlarına göre, Havz’ın genişliği bir aylık yol veya şu
şehirden bu şehire şeklinde tanımlanarak, büyüklüğü hakkında fikir
verilmek istenmiştir. Havuzun kenarlarının ve açılarının eşit olduğu
da gelen bilgiler arasında bulunmaktadır. Kevser Irmağı’nın
ise, vâdisi hakkında bilgiler vardır. Buna göre, vâdi, yeryüzü ırmaklarının
yataklarında olduğu gibi derin bir çukur biçiminde olmayıp,
düz satıhtadır. Akış, yüzeyin düz olmasına karşın, çevreye
dağılmadan, kendi mecrasında sürüp gitmektedir. Vâdinin tabanı,
elmas, yakut ve inci gibi değerli taşlarla kaplıdır ve bu oluşum
içindeki toprak, misk gibi kokmaktadır. Irmağın iki yanı da altın ve
yakutla çevrili olup, sahilinde, boydan boya içi boşaltılarak kubbeler
biçimine sokulmuş inciden yapılar vardır.
Havz’ın suyundan bir yudum bile olsa içenler, ebediyen susamayacaklar
ve yüzleri de asla kararmayacaktır; içmeyenler ise,
susuzluktan kurtulamayacaklardır. Havz’ın suyunun kardan daha
serin olduğu, oraya ilk varanın Peygamberimiz Efendimiz’in olacağı,
ilk içenlerin fakir olup zengin bir kadınla evlenmek yahut
idarecilere baş eğmek yoluyla zenginleşmenin yollarını aramayan,
yüzü gözü toprak içinde pejmürde kılıkla Allah yolunda cihad
eden, İslâm’a hizmette bulunan, dünya nimetlerini tadamadan
şehitlik şerefine ulaşan muhacirler ve sonraki mü’minler olacağı
da rivâyet edilen bilgiler arasında bulunmaktadır.
Havuz, ucu Cennete dek varan altın ve gümüş iki oluktan
beslenmektedir. Havuzu besleyen Cennet Irmaklarından bir ırmak
olup, bu da Peygamber Efendimiz’e verilmiş bulunan Kevser
Irmağı’dır. Ebû Dâvud’ta zikredilen “Kevser nedir, bilir misiniz?
O, Cennet’te bana vadedilmiş ırmaktır. Onun üzerinde çok hayır vardır.
Onun üzerinde bir de bir Havuz vardır. Kıyâmet günü ümmetim oraya
uğrayacaktır.”216 anlamındaki hadis de, bu yoruma elverici manasıyla,
Havuz ve Kevser’i bir arada Havz-ı Kevser olarak anmadaki
gerekçeye açıklık getirmektedir. Nitekim Aliyyü’l-Kaarî: “Hazret-i
Peygamber’in nehri Cennet’te; havzı ise Kıyâmetin koptuğu yerdedir.”
217 diyerek bu duruma açıklık getirmiştir. Havzın Sırat’tan
önce mi, sonra mı olduğu konusu tartışmalı olmakla birlikte,
Kurtubî, biri Sırat’tan önce, diğeri Sırat’tan sonra iki Havuz olduğunu
ifade etmiştir. Kıyâmet yerindeki bu Havuz’lardan, lâyık olmayanlar
kovulacaklardır. Her peygamberin birer havuzu olduğu,
son peygamber’in havuzunun çevresinin daha kalabalık olacağı
216] Ebû Dâvûd, Sünne 26
217] Fıkh-ı Ekber Şerhi, çev. Yunus Vehbi Yavuz s. 240
KIYAMET
- 51 -
ve bu Havuz üzerinde minberinin de yer aldığı yine rivâyet edilen
bilgilerdendir. Kevser ise, yalnızca bizim peygamberimize verilmiş
olan bir ırmaktır.
Gerek Havuz ve gerekse Kevser Irmağı’nın (burada, artık,
Havz-ı Kevser diye ortak adı kullanabiliriz) ortak yanlarına gelince,
suyun rengi kardan, sütten ve güneşten daha beyazdır. Kokusu ise
miskten daha hoştur. Tadı, baldan daha tatlıdır. İçecek olanların
kullanması için, orada, sayıları gökteki yıldızların sayısından daha
çok olan altın ve gümüşten yapılma cennet kapıları vardır.
Kevser ve Havz hakkında verilen bu bilgiler “tevâtür” derecesinde
olduğu için, bunlara imanın farz olduğu belirtilmiştir.
Bununla birlikte, özellikle Kevser Sûresi’nin tefsiri sırasında, aşırı
mezhepler ve felsefi açıklama yönüne gidenler, gerek Havz, gerekse
Kevser konusunda kimi bâtınî veya aklî yorumlar yapmaktan
da uzak durmamışlardır.
“Kevser” kelimesinin ifade ettiği geniş manadan yola çıkarak,
muteber âlimler de, bu kavrama “Cennet Irmağı” ile birlikte daha
başkaca anlamlar da vermişlerdir. Bu tutumda Kevser Sûresinin
iniş sebebi de rol oynamıştır. Gerçekten de, Sûre, Peygamber
Efendimiz’e, oğlu Kasım’ın ölümünden sonra, “ebter/nesli kesik”
diyen müşriklerin bu sözleri üzerine, alınandan daha fazlasının
verildiğini belirtmek ve “ebter” olmadığını vurgulamak üzere
gönderilmiştir. Gerek kelimenin anlamındaki genişlik ve gerekse
nüzul sebebi dolayısıyla, tefsirlerde, Kevser kelimesi, aynı zamanda
“çok büyük bir hayır, taşkın hayırlar” anlamı çerçevesinde
de ele alınmış ve “bu büyük hayr, Kur’ân-ı Kerîm’dir yahut İslâm
dini’dir veya ümmetin çokluğudur ya da neslinin kesilmeyip, daha
arttığı, artacağı, her yana yayılacağı gerçeğidir” yolunda yorumlarda
bulunulmuştur. Kısacası, Kevser, Cennet’teki ırmakla birlikte
daha birçok iyi, güzel ve hayırlı olan olguyla anlatılmış ve bunların
tümünün Yüce Allah tarafından rasûlüne verildiği üzerinde
durulmuştur. 218
Hesap ve Hesap Günü
Hesap Günü: Allah tarafından insanların bu dünyada iken
yaptıkları iyilik ve kötülüklerden dolayı âhirette hesaba çekileceklerine
dair dikkat çekilen günün adıdır; “Din günü/Cezâ günü” ile
hemen hemen aynı anlama gelir.
“Hesap günü”ne iman etmek İslâmiyetin inanç esaslarından
218] Zübeyir Yetik, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. C. 2, s. 377-378
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 52 -
birini teşkil eder. Bu günün hak olduğu, bir gün mutlaka gerçekleşeceği
Kitap (Kur’ân)’la sâbittir. “Allah herkesi kazandığının karşılığını
vermek üzere (diriltecektir). Şüphesiz Allah, hesâbı çabuk görendir.” 219
buyrulmaktadır. Diğer bir âyette Hak Teâlâ şöyle buyurur: “Elbette
kendilerine peygamber gönderilenlere de gönderilmiş olan peygamberlere
de soracağız. Ve onlara olup bitenleri tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız.
Zaten biz onlardan uzak değiliz.” 220
Âyetlerden açıkça anlaşılıyor ki, sorguya çekilmesi gereken
herkesin, “Hesap günü”, ifadesi alınacaktır. Kendilerine peygamber
gönderilen her ümmete peygamberlere itaat edip etmedikleri;
peygamberlere de, tebliğ vazifelerini ne dereceye kadar yaptıkları
ve nelerle karşılaştıkları sorulacaktır. Şu kadar var ki: “Biz bir
rasûl göndermedikçe azap edecek değiliz.”221 âyet-i celîlesi hükmünce,
kendilerine “Rasûl” gönderilmeyenler bu hesap ve azaptan muaf
olacaklardır. Diğer insanlar da dünyadaki amellerine göre hesaba
çekileceklerdir:
“O gün insanlar, yaptıkları kendilerine gösterilmek için bölük bölük
dönerler.” 222
“Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur.
Doğrusu Allah, hesabı çabuk görendir.” 223
“Herkesin yaptığı her hayrı ve işlediği her kötülüğü, önünde hazır bulacağı
gün yaklaşmaktadır. O gün kişi, kendisiyle yaptığı kötülükler arasında
uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi, kendisinden korkmanız
için uyarıyor.” 224
Gerçekten öyle zamanlar olur ki, insanın yaptığının yüzüne
vurulması veya yaptıklarıyla yüzleştirilmesi her çeşit cezâdan daha
ağır gelir. Ne var ki, böyle bir cezâyı hak etmişse bundan kurtuluş
da yoktur. “Hesap günü”, kişi yaptıklarıyla yüzleştirildikten sonra,
tartıya vurulmayan, cezâsı verilmeyen zerre miktarı hayır ve şerrin
bırakılmadığı ince hesap anına geçilir. Artık o gün: “Kim zerre miktarı
bir hayır işlemişse, onu görecektir ve her kim de zerre miktarı kötülük
işlemişse onu görecektir.” 225
O dehşetli “hesap günü”nde Allah’ın mü’min kullarına korku
yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Dünyada iken
219] 14/İbrâhim, 51
220] 7/A'raf, 6
221] 17/İsrâ, I5
222] 99/Zilzâl, 6
223] 40/Mü'min, 17
224] 3/Âl-i İmrân, 30
225] 99/Zilzâl, 7-8
KIYAMET
- 53 -
yaptıklarına karşılık Rablerinin kendilerine hazırladığı nimetlere
sevinç içinde kavuşacaklardır. Cenâb-ı Hak bu gibi mü’minler için
şöyle buyurur: “Şüphesiz iman edenlerle, Yahudilerden, Hiristiyanlardan
ve Sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp salih amel
işleyenler için Rabları katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir
korku olmadığı gibi üzülmeyecekler de.”226 Onlara: “İşte bu, hesap günü
için size söz verilenlerdir.”227 denilecek ve kolay bir hesaptan geçirileceklerdir:
“Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba
çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecek.” 228; “Kitabı sağ tarafından
verilen; ‘Alın kitabımı okuyun, doğrusu ben hesabımla karşılaşacağımı
zaten bekliyordum’ der.” 229 Böylece hakettiği cennete girer.
Rasûlüllah (s.a.s.) mü’minlerin “hesap günü”ndeki durumunu
şöyle dile getirir: “Mü’min Kıyâmet günü Rabbine öyle yaklaştırılır ki,
artık Rabbi onun sırrını mahşer ehlinden saklamış olur. Sonra ona bütün
günahlarını ikrar ettirir: ‘Şunu işlediğini sen bilir misin?’ diye sorar. O da:
‘Yâ Rabbi bilirim’ der. Sonunda, mü’minin işlediği günahlar hakkındaki
itirafları Allah’ın dilediği miktara ulaşınca Allah Teâlâ ona: ‘Şüphesiz Ben
senin işlediğin günahları dünyada senin için örttüm. Bu gün de senin için
günahlarını mağfiret ediyorum’ buyurur.” 230
Bu delillerden açıkça anlaşılıyor ki, dünyada iken Allah’a ve
âhiret gününe iman ederek O’nun emirlerine uyan, yasakladıklarından
sakınan ve salih amel işleyen mü’minler, kolay bir hesaptan
sonra Allah’ın kendilerine mükâfat olarak hazırladığı nimetlere
kavuşacaklardır. Ancak müslüman olduğu halde, mutlak sûrette
cezâyı hak edecek davranışlarda bulunan kimselerin hesabı zor
olacaktır.
Hz. Peygamber bir gün ashabına şöyle sorar: “Müflis kimdir bilir
misiniz?” Ashâb: “Bizim aramızda müflis, hiçbir dirhemi ve malı olmayandır,”
demişler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Benim ümmetimden gerçek müflis; Kıyâmet gününde namaz, oruç
ve zekâtla gelip de şuna sövmüş, buna iftirada bulunmuş, şunun malını
yemiş, bunun kanını dökmüş, başkasını da dövmüş olarak gelendir. Şuna
buna hasenâtından verilecek. Şâyet dâvâsı görülmeden hasenatı biterse,
onların günahlarından alınarak kendisinin üzerine yüklenecek, sonra cehenneme
atılacaktır.” 231
Günahkâr mü’minin durumu böyle olunca; inkârcıların ve
226] 2/Bakara, 62
227] 38/Sâd, 53
228] 84/İnşikaak, 7-9
229] 69/Haakka, 19-20
230] Müslim, Tevbe 52; İbn Mâce, Mukaddime 13
231] Müslim, Birr 59
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 54 -
başkalarına zulüm yapanların, daha büyük sıkıntılara düşeceklerinde
şüphe yoktur. Onlar, “Hesap günü”nden söz eden âyetleri
işittiklerinde alaylı bir şekilde: “Dediler ki: Rabbimiz, hesap gününden
önce (bize vaad ettiğin) hissemizi şimdiden ver.”232 Müşrikler böyle
söylemekle; “hesap gününe kadar beklemeye ne gerek var, o
cezâdan bizim payımıza düşeni şimdiden ver.” diyerek alay etmek
istiyorlardı. Cenâb-ı Hak da: “Şüphesiz onların dönüşü Bizedir. Sonra
onların hesâba çekilmesi de Bize âittir.”233 buyurarak hem Rasûlünü
teselli etmiş, hem de onları tekrar uyarmıştır. Bu uyarılara kulak
asmayıp sapık yollarına devam edenler için de şöyle buyurmuştur:
“Doğrusu Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı
çetin bir azap vardır.” 234
O dehşetli gün gelip de insanlar hesaba çekilmeye başlanınca
pişmanlık duymanın hiçbir yararı olmayacaktır. “Kimlerin tartısı
ağır basarsa, işte asıl kurtuluşa erenler onlardır. Kimlerin de tartıları
hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir, ebediyyen
cehennemdedirler.”235; “Kitapları sol taraflarından verilenlere gelince,
o: ‘Keşke bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!’
der.” 236 Cenâb-ı Hak onlara: “Âyetlerim okunurken onları
yalanlayanlar siz değil miydiniz?” 237 diye sorunca, sanıyorlar ki konuşmalarına
izin verilmiş, kendilerine ümit kapıları açılmış belki
suçluluklarını itiraf ederlerse istedikleri kabul görür: “Derler ki:
Rabbimiz, bize kötülüğümüz gâlip geldi. Biz, sapık bir kavim olduk. Rabbimiz,
bizi buradan çıkar, eğer tekrar inkâra dönersek gerçekten zâlimler
oluruz.”238 Onların bu sözlerine karşılık: “Allah da buyurur: Kesin sesi.
Artık benimle konuşmayın. Çünkü kullarımdan bir zümre vardı ki bunlar,
Rabbimiz inandık, artık bağışla bizi, acı bize. Sen acıyanların en hayırlısısın,
diyorlardı. Siz ise onları alaya alıyordunuz, bunlar size beni anmayı
unutturuyordu. Ve hep gülüyordunuz onlara.”239 diyerek cehenneme
gönderilecekler. Bu arada kendilerinin bu acı hallerini gören
mü’minler, cehenneme giriş nedenlerini sorarlar: “Kitapları sağdan
verilenler suçlulara: ‘Sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir?’ diye sorarlar.
Onlar derler ki; ‘Namaz kılanlardan değildik, düşkünü doyurmuyorduk.
Bâtıla dalanlarla beraber biz de dalardık. Cezâ gününü yalanlardık. Bu
durumumuz, ölüm bize gelinceye kadar devam etti’ derler.” 240
232] 38/Sâd, 16
233] 88/Ğâşiye, 25-26
234] 38/Sâd, 26
235] 23/Mü'minûn, 102-103
236] 69/Haakka, 25-26
237] 23/Mü'minûn, 105
238] 23/Mü'minûn, 106-107
239] 23/Mü'minûn, 108-110
240] 74/Müddessir, 42-47
KIYAMET
- 55 -
Akaid kitapları, “hesap günü” ile ilgili âyet ve hadislere dayanarak,
bu günün gerçek olduğunu şu şekilde açıklarlar:
a) Amellerin tartılması haktır: Çünkü Cenâb-ı Allah “O gün tartı
(vezn) haktır.”241 buyurmuştur. Mu’tezile ise amellerin tartılmasını
inkâr etmiş ve bu konudaki nasları tevil etmiştir.
b) Amel defteri haktır: Bu defterden maksat, insanlara ait sevap
ve günahların üzerinde tesbit edildiği şeydir. Mü’minlere sağ,
kâfirlere sol ve arka taraflarından verilir.242 Mu’tezile bu konudaki
nassları da te’vil ederek amel defterini gereksiz görür.
c) Öldükten sonra sorguya çekilme haktır. 243
Esmâü’l-Hüsnâ’dan Hasîb;
Allah Hesaba Çekendir
El-Hasîb: Hesap gören anlamında Allah’ın isimlerinden biridir.
“Ki onlar (o peygamberler) Allah’ın risaletini tebliğ edenler, O’ndan içleri
titreyerek korkanlar ve Allah’ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır.
Hesap görücü olarak Allah yeter.” 244
Allah insanı yaratır ve henüz o dölyatağındayken ona sûret
verir. Her insanı özenle ve bambaşka bir yaratılışla dünyaya getirir.
Annesinin rahmindeyken ve o daha hiçbir şeyin şuurunda değilken
onu korur, beslenmesini ve gelişmesini sağlar. Anne karnında
geçen dokuz aylık süre insan için karanlık bir devredir. Hiç kimse
bu dönemi ve dokuz ay içinde Allah’ın kendisi için nasıl inanılmaz
mucizeler gerçekleştirdiğini bilmez. Fakat Allah, daha insan tek
bir hücreyken bile onun ilk haline şâhittir. Çocukluk dönemi de
aynı şekildedir. İnsanın hâfızasında çocukluğuyla da ilgili yalnızca
birkaç anı kalır. Ama Allah, o bilmezken bile her an yanındadır,
her yaptığına şahittir.
Allah’ın şâhit olduğu yalnızca insanın amel olarak yaptıkları
değil aynı zamanda içinden de geçirdikleridir. Çünkü Allah insanın
hem içine hem dışına, hem rûhuna hem organlarına tam anlamıyla
hâkimdir. O, nefsini koruyarak neyi, ne için yaptığını bilmezken
Allah onun her hareketini ne amaçla yaptığını bilir. İnsan
gizlenmiş tek bir hücre halindeyken de, ölmek üzere son nefesini
verirken de Allah onun yaptıklarına şâhittir. Dünyada yaşadığı
241] 7/A'râf, l8
242] 69/Haaka, 25-26; 84/İnşikaak, 10; 17/İsrâ, 13
243] 7/A'râf, 6; 14/İbrâhîm, 51; 3/Âl-i İmrân, 30; Müslim, Tevbe 52; Buhârî,
Mezâlim 2; Halid Erboğa, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 395-397
244] 33/Ahzâb, 39
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 56 -
süre boyunca otururken, konuşurken, yemek yerken, uyurken,
gece gündüz her saniye işlediklerini tüm ayrıntılarıyla bilir, ağzından
çıkan her konuşmayı, her lafı işitir, aklından geçirdiği her düşünceyi
tespit eder. Hiçbir şey O’ndan gizli kalmaz.
Oysa insan, hayatı boyunca yaptığı işleri, söylediği sözleri unutur.
Yıllar geçtikçe zihnindeki anılar bulanıklaşır. Geçmişte yaşadıklarını
saymaya kalksa ancak çok az şey sayabilir. On yıl önce
yaşadığı bir olay kendisine hatırlatılıp o an ne düşündüğü sorulsa
hiçbir şey hatırlayamaz. Sanki bütün yaşadıkları zihninden silinmiş
gibidir, geriye çok az bir kalıntı kalmıştır. Allah ise bütün insanların
hayatları boyunca yaptıklarını, her saniye kafalarından neler
geçtiğini bilir. Hiçbir şeyi unutmaz. Hesap günü herkesin önüne
kötülüklerini, iyiliklerini, sâlih amellerini ve günahlarını eksiksiz
getirir. Bu yüzden insanın yapması gereken, Allah’ın kendisine
şâhit olduğunu asla unutmamasıdır.
“Bir selâmla selâmlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selâm verin
ya da aynıyla karşılık verin. Şüphesiz, Allah her şeyin hesabını tam olarak
yapandır.”245; “Yetimleri, nikâha erişecekleri çağa kadar deneyin; şâyet
kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma görürseniz, hemen onlara mallarını
verin. Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli
olmaya çalışsın, yoksul olan da artık mâruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir
şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şâhit
bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” 246
Mîzân
Denge Olarak Mizan: ‘Mizan’, ölçü ve tartı işinde kullanılan
bir ölçü âletidir. İslâm inancında ise; Âhirette günah ve sevapların,
iyilik ve kötülüklerin ölçülüp tartılacağı bir alettir, bir araçtır veya
amellerin tartılmasına verilen bir addır.
‘Mizan’, yalnızca göze görünen, maddî şeyleri ölçen bir araç
değil; iyilik ve kötülükleri, bazı ölçü ve değerleri belirlemek için
de kullanılır. Adalet terazisi, hak terazisi, akıl terazisi (mizanı) gibi.
Kur’an buna ‘vezn’ de demektedir. 247
Kıyâmette Mizan: İslâm’a göre insanlar dünyada yaptıklarından
dolayı sorguya çekilecekler, Yaptıkları işler (ameller) âhirette
‘mizan’da tartılıp ölçülecek ve değerlendirilecek. Tartısı ağır gelenler
(sevabı çok olanlar) kurtulacaklar, mükâfat alacaklar; tartısı
hafif gelenler ise zarara uğrayacaklar.
245] 4/Nisâ, 86
246] 4/Nisâ, 6
247] 55/Rahmân, 7-9
KIYAMET
- 57 -
Amellerin tartılması haktır. Bu, Kıyâmet gününün olaylarından
birisidir. Kur’an, ‘mizan’ın kurulacağını açık bir dille bize haber
vermektedir. Ancak bu tartı işinin, bu mizan olayının nasıl olacağını
bilmemiz mümkün değildir. Onun bilgisi tümüyle Allah’a
aittir. İnsanlara bu konuda bir bilgi verilmemiştir. Zaten önemli
olan, bu tartı terazisinin nasıl olduğunu bilmek değil, tartıya ağır
bir sevap hazırlamaktır.
“O gün vezn (tartı) haktır. Kimin tartıları ağır basarsa, işte kurtulanlar
onlardır. Kimin de tartıları hafif kalırsa, bunlar da âyetlerimize zulmedegeldikleri
için nefislerine zarar verenlerdir.”248 Terazide ağır gelmesi
istenen şey elbette kulun sevapları, yani Allah’a imandan sonra
yaptığı ibâdetleri ve bunların karşılığında kazandıklardır. İyilikler,
hayırlar, infaklar, ibâdetler, duâlar, zikirler, cihadlar, yalvarmalar;
hepsi bunun içerisindedir.
Âyetlerde mizan bazen çoğul olarak ‘mevazin’ şeklinde geçmektedir.
Belki ölçü terazileri çoktur, belki ameller ayrı ayrı katogorilerde
değerlendirecektir. 249
Amellerin mizanda tartılması, amel defterlerinin kulların eline
verilmesinden sonra olacaktır. Bir görüşe göre kâfirler için mizana
gerek yoktur. Çünkü onlar dünyada iken iman etmedikleri için
bütün amelleri boşa gitmiştir ve onların varacağı yer bellidir, yani
cehennemdir.
Allah’ın insanı hesaba çekeceğini bildiren sayısız âyet vardır.
Bu konuda birçok âyet ve hadis vardır. 250
Kıyâmet gününde iyi ve kötü amellerin tartılarak miktarının
bilinmesine mahsus mîzan (terazi) haktır ve konulacaktır. Yüce
Allah Kıyâmet gününde konulacak bu terazi için şöyle buyurur:
“Kıyâmet günü adalet terazileri koyacağız. Hiçbir kimseye hiçbir haksızlık
yapılmaz. Hardal tanesi kadar bile olsa yapılanı ortaya koyarız. Hesab
görenler olarak bizler yeteriz.”251; “O gün (Kıyâmet günü) gerçek ve dosdoğru
olan vezin (tartı) vardır. “(el-hakk kelimesi veznin haberi yapılarak
mana verilirse) “O gün vezin (amellerin tartılması) haktır ve gerçektir.
Mîzânları ağır basanlar, işte onlar kurtulanlardır. Mîzânları hafif gelenler,
âyetlerimize yaptıkları haksızlıktan ötürü kendilerini zarar ve ziyana
248] 7/A’râf, 8-9
249] 21/Enbiyâ, 47; 23/Mü’minûn, 102-103; 101/Kaaria, 6-7
250] Âyetlerden bazıları: 102 Tekâsür/8. 2 Bekara/284. 3 Âli Imran/30. 36 Yasin/
65. 99 Zilzal/1-8. 69 Hakka/25-34. 4 Nisa/40. 58 Mücadile/6. v.d. Hadisler
için bk. el-Esas Fi’s Sûnne-I. Akaidi, 10/221-239. K. Sitte, 14/393-418;
Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 420-423
251] 21/Enbiyâ, 47
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 58 -
uğratanlardır.”252 Bir terazinin ağır gelmesi, onunla tartılan şeyin
(mevzun’un) ağırlık ve miktarı ile orantılıdır. Âhirette terazinin
ağır gelmesi istenilen tarafı iman ve iyi amellerin konulduğu gözüdür.
Terâzide imanla birlikte iyilikleri, hayır ve hasenâtı ağır gelenler
kurtulacaklardır. Yukarıda meali yazdığım âyetlerde geçen
“mevazin’in, mîzânın cem’i olabileceği gibi “mevzun’un” (tartılan
amelin) de çoğulu olacağına dair iki görüş rivâyet edilmiştir. Allah
katında kıymeti ve ağırlığı olan iyi ameldir ki, mîzânda ağır
gelecek olanda budur. Âyetlerde “Mîzân”ın, “mevâzin” şeklinde
çoğul yapılması, mizanın şânını yüceltmek ve önemini belirtmek
için veya amelleri tartılacak kişilerin çokluğundan dolayıdır. Yahut
da her ferd için müteaddid mizanların bulunacağına işarettir.
Veyahut kalblere ait ameller ayrı bir terazide sözler bir terazi de
organların amelleri de başka bir terazide tartılacağı için mîzân
cem’i olarak getirilmiştir. Veya mîzân, kısım ve teferruatı çok olduğundan
dolayı çoğul şeklinde kullanılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in vezin ve mîzânla ilgili beyanlarından çıkan
netice şudur: Âhirette amellerin tartılması için her halde bir mîzân
konulacaktır. Mîzânda amellerin tartılması, amel defterlerinin verilmesinden
sonra olacaktır. Mîzân ile vezin esnasında, zâlimin hasenesi
varsa, alacağı oranında mazluma verilecek: Hasenesi (iyiliği)
yoksa, mazlumun günahı olacağı miktarda, zâlime verilecektir.
Herkesin muhtelif amellerinin tartılmasından sonra kâr ve zarar
hesabı hepsinin toplamından çıkarılacaktır.
Mu’tezile “Mîzândan murad, Allah’ın koymuş olduğu adalettir.
Ameller, arazdır, iâdesi mümkün olsa bile tartılmaları
imkânsızdır. Kulların amelleri Allah’ın malumudur, tartılması faydasızdır”
dedi. Ehl-i Sünnet, Mutezilenin bu iddiasına şöyle cevap
verdi: “Mizanda amellerin vezni bütün halkın içinde Allah’ın
dostlarını düşmanlarından ayırt etmek ve dosdoğru ve mükemmel
adâletini göstermek içindir. Böylece herkes, Cenâbı Allah’ın
zulmetmekten münezzeh olduğunu anlayacaklardır. Mîzânda iyilikleri
ağır gelenlerin derecelerinin kemali ve faziletlerinin zuhuru
sebebiyle ferah ve sürurları artacaktır. Kötülükleri ağır gelenlerin
ise, gam, hüzün, korku, rezillik ve rüsvaylıkları artacaktır. Mevâzin
lafzı sırf adalet üzerine hamledilir, diyenlerin delilleri tutarsızdır.
Lafza hakiki manasından aklî bir zaruret olmaksızın mecaz manası
vermek caiz değildir. Mîzân konusunda şu anlamda hadisler vârid
olmuştur:
252] 7/A'râf, 8-9
KIYAMET
- 59 -
a) Mîzânda, tartılacak olan, amel defterleridir. 253
b) Gerekli olan değerlerine göre iyilikler güzel ve nurani
sûretlere (miktarlara) kötülükler de çirkin sûretlere çevirilerek
tartılırlar. 254
c) İnsan bir defa sırtına iyiliklerini yüklenerek sevabıyla tartılır,
ayrıca da veballerini sırtına yüklenerek günahıyla tartılır. 255
O halde kulların amellerinin vezni için mîzânı tasdik etmek
gerekir. Bununla beraber veznin (hâsıl olacağını) keyfiyetini ve
mîzânın mahiyetini akıl için tafsilatıyla bilmeye imkan yoktur. Bu
sebeple bunların keyfiyetinin tafsilatına iman etmek şart değildir.
Vezin ve mîzânı inkâr etmeyerek bunları adalet-i ilahi ile te’vil
edenler küfre nisbet olunmaz.
Fakat Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyenlere gelince; Allah
onların amelleri için hiçbir vezin ve tartı işlemi yapamayacaktır.
Mîzânda vezin, iyilikleri ve kötülükleri bulunanların sevap ve günahlarının
miktarı belli olsun diye gerçekleşecektir. Allah’ı, öldükten
sonra diriltilerek hesap vermeyi inkâr ettikleri için kâfirlerin
iyilikleri boşa gitmiştir. Çünkü iyilikleri tutan ve muhafaza eden
kap imandır. Âhirette kâfirin küfür ve günahından başka hiçbir
hasenesi kalmayacağından dolayı onun için vezin ve mîzâna gerek
kalmaz. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor: “De ki: Size
amelce en çok ziyanda olanı haber vereyim mi. Bunlar dünya hayatında
çalışmaları boşa gitmiş olanlardır. Oysa onlar güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı.
İşte bunlar, Allah’ı ve Ona kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden
amelleri boşa gitmiştir. O halde onlar için Kıyâmet gününde tartı işlemi
yapmayacağız (vezin ikame etmeyeceğiz).” 256
Peygamberimiz mahşer gününde üç yerde korku ve endişesi
sebebiyle kimsenin kimseyi hatırlamayacağını söyler:
1- Mîzân başında terazisinin ağır çekip çekmeyeceğini öğreninceye
kadar
2- Amel defterinin verildiği ve “alın kitabımı okuyun” denildiği
zaman kitabının sağında mı solunda mı yoksa arkasında mı
bulunacağını öğreninceye kadar,
3- Cehennemin üstüne kurulduğu vakit Sırat’ın yanında. 257
253] İbn Kesir Tefsir, Beyrut 1966/1385, IV, 566
254] Fahrüddin er-Râzi, Mefâtihu'l-Gayb, İstanbul 1398 h. IV, s. 266-267, VIII s.
666
255] İbn Kesir, III, s. 146-147
256] 18/Kehf, 103-105
257] Mansûr Ali Nasıf et-Tac, V, 376
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 60 -
Duhân; Kıyâmet Alâmetlerinden Biri
Duhân; lügatta, “duman” anlamındadır. Terim olarak iki anlamı
vardır: 1) Duhân, Kur’ân-ı Kerîm’in 44. sûresinin adıdır. Sözkonusu
sûrenin onuncu âyetinde duhân (duman)dan bahsedildiği
için bu adı almıştır. 2) Duhân (duman), “Kıyâmet alâmetlerinden
biri”dir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadiste; “On alâmet zuhur etmedikçe
Kıyâmet kopmayacaktır: Doğuda bir yer batması, batıda
bir yer batması, Arap yarımadasında bir yer batması, duman,
Deccâl, Dâbbetü’l-Arz, Ye’cûc ve Me’cûc, güneşin battığı yerden
doğması ve Aden toprağının sonundan (Yemen’den) bir ateş çıkarak
insanları haşrolacakları yere sürmesi” buyurmuştur. 258
Duhân sûresinin “Göğün, insanları bürüyecek ve gözle görülecek bir
duman çıkaracağı günü bekle; bu, can yakan bir azaptır” 259 âyetlerinde
zikredilen dumanın, bazı âlimler, Kıyâmet kopmadan önce zuhur
edecek Kıyâmet alâmetlerinden birisi olduğunu söylemişlerdir.
Rivâyete göre bu duman kâfirlerin kulaklarından girecek, başları
kebaba dönecek; müminlerin de hâli nezleye yakalanmışa dönecek,
bütün yeryüzü bacasız bir fırın gibi kızacaktır. 260 Ashâbdan
İbn Abbâs, İbn Ömer ve Zeyd b. Ali’nin rivâyetleri bu dumanın
Kıyâmete yakın çıkacağı tarzındadır. 261
Abdullâh bin Mes’ûd’dan gelen rivâyet ise şöyledir: Rasûlullah
(s.a.s.), Kureyş’in kendisine şiddetle isyanını görünce: “Yâ Rab!
Yusuf’un yedi (yılı) gibi onlara da yedi (yıl kıtlık) vermek sûretiyle bana
yardım et” diye duâ etmişti. Onları bir kıtlık yakaladı. Birçokları
açlıktan öldü. Derileri, ölü etlerini ve kemikleri yediler. Yerlegök
arasını herkes açlıktan duman gibi görüyordu. Nihâyet Ebû
Süfyân Hz. Peygamber’e gelerek dedi ki: “Yâ Muhammed! Sen
bize akrabayı gözetmemizi emrediyorsun. Hâlbuki kavmin açlıktan
ve kıtlıktan helâk oldu. Allah’a duâ et de onlardan bu belâyı
kaldırsın.” Bunun üzerine Hz. Peygamber duâ etti, kıtlık geçti.
Bol yağmura kavuştular. Refâha kavuşunca yine eski inançsızlık
ve isyankârlık hallerine döndüler. Bunun üzerine Duhân sûresinin
10-16. âyetleri indi. 262
Duhân sûresinde geçen duman gerçek duman olmayıp, Hz.
Peygamber’e isyân eden Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber’in
258] Müslim, Fiten 39, 40, 128, 129; Ebû Dâvûd, Melâhim 12; Tirmizî, Fiten 21;
İbn Mâce, Fiten 25, 28
259] 44/Duhân, 10-11
260] Nesefî, Medârik, Beyrut, (t.y.), IV,128
261] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terc. ve Şerhi, İstanbul 1980, XI, 198
262] Buhârî, İstiska 2; Tefsîru Sûre 30/1; Tefsîru Sûre 44/5-6; Müslim, Münâfikîn
39, 40
KIYAMET
- 61 -
duâsı neticesinde açlığa marûz kalıp etrafı duman şeklinde görmeleridir.
Veya bu duman, Kıyâmetten önce zuhur edecek olan
Kıyâmet alâmetlerinden biridir. Yahut da, Cehennem’in dumanıdır.
263
Dâbbetü’l-Arz
Dâbbetü’l-Arz: Yer hayvanı demektir, Kıyâmetin büyük
alâmetlerinden biridir. Debb ve debîb; hafif yürüme ve debelenme
demektir. Hayvanlar ve çoğunlukla haşereler için kullanılır.
İçkinin bedene yayılması ve bir çürüklüğün etrafına sirâyeti gibi
hareketi gözle görülmeyen şeyler için de kullanılır. Dâbbe de debelenen,
hareket eden demektir. Şu halde tren, otomobil, bisiklet
vb. şeylere lügate göre dâbbe denebilirse de ıstılahta daha çok
hayvanlar için kullanılır.
“Allah bütün canlıları (her dâbbeyi) sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde
sürünür, kimi iki ayakla, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini
yaratır. Allah şüphesiz her şeye kaadirdir.” 264 âyetinden anlaşılacağı
üzere her hayvana dâbbe denir. “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların
(her dâbbenin) rızkı ancak Allah’a aittir.”265 âyetinden de anlaşılan
budur.
“Dâbbetü’l-Arz” da; Kıyâmetin kopmasına yakın, ortaya çıkacağı
bildirilen ve Kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan bir yaratıktır.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Söylenmiş olan (tehdit edildikleri
şey) başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların
âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler.” 266
buyrulmaktadır. Bu âyetten anlaşılan, dâbbenin bir hayvan-ı nâtık
yâni konuşan bir canlı olduğudur. 267
Râğıbü’l-İsfahânî, yukardaki âyete dayanarak şöyle demektedir:
“Dâbbe, tanıdığımız hayvanlara benzemeyen bir hayvandır.
Ortaya çıkması Kıyâmete yakın bir dönemde olacaktır. Bir de
denildi ki: Bununla, cahiliyyede hayvan mertebesinde olan kötü
insanlar kasdedilmiştir. 268
Müfessirler yukardaki âyette269 dayanarak “Dâbbetü’l-Arz”ın
Kıyâmete yakın bir zamanda ortaya çıkacağını söylerler. İbn
263] el-Aynî, Umdetü'l-Kârî, Beyrut, (t.y.), VII, 29; Mehmet Bulut, Şâmil İslâm
Ansiklopedisi, c. 1, s. 420-421
264] 24/Nûr, 45
265] 11/Hûd, 6
266] 27/Neml, 82
267] M. Hamdi Yazır, "Hak Dini Kur'ân Dili", V, 3701 vd.
268] Râğıb, "Müfredât", debb maddesi
269] 27/Neml, 82
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 62 -
Ömer’e göre, “dâbbe”nin çıkması hadisesi, dünyada iyiliği emreden
ve kötülükten sakındıran hiçbir fert kalmadığı zaman vuku
bulacaktır. İbn Merdûye’nin Ebû Saîd el-Hudrî’den rivâyet ettiği
bir hadîse göre, aynı şeyi bizzat Hz. Peygamber‘in (s.a.s.) kendisinden
Ebû Saîd de duymuştur. Bu da, insanın başkalarını iyilik
yapmaya teşvik ve kötülükten sakındırma (emr bi’lma’rûf, mehy,
ani’l-münker) vazifesini terkettiği zaman Allah’ın, Kıyâmetin
hemen öncesinde son ihtar vazifesini görmek üzere bir “dâbbe”
meydana çıkaracağını gösterir. Mâmafih onun tek bir hayvan mı,
yoksa bütün yeryüzünü istilâ edecek bir hayvan türü mü olduğu
açık değildir. 270
Akaid kitaplarına, Kıyâmetin alâmetlerinden biri olarak geçmiş
olan “Dâbbetü’l-Arz” 271 hakkında Peygamber’den (s.a.s.) şöyle
rivâyet edilir. “İlk çıkacak Kıyâmet alâmeti, güneşin battığı yerden
doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine ‘dâbbe’’nin çıkmasıdır. Bu
alâmetlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa zamanda takip edecektir.”
272; “Üç şey vardır ki bunlar çıktığı zaman, daha önceden iman
etmeyen hiçbir kimseye (o günkü) imanı fayda vermez: 1-Güneşin batıdan
doğması, 2-Deccâl ve 3-Dâbbetü’l-Arz.”273; “Dâbbe, yanında Hz.
Musa’nın (a.s.) asâsı ve Hz. Süleyman (a.s.)’ın mührü olduğu halde çıkacaktır.
Mü’minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle
mühürleyecek. İşte o dönemde yaşayan insanlar biraraya gelecekler ve
mü’minler, kâfir belli olacaktır.” 274
Bu konudaki rivâyetler pek çoktur, ancak hiçbir i mütevâtir
olmadığından, Kıyâmet gibi tamamen gaybî olan bir meselede
delil olamazlar. Bunun için, “Dâbbetü’l-Arz”la ilgili teferruâtı bir
yana bırakıp, Cenâb-ı Allah’ın bizi bununla ilgili olarak Kur’ân-ı
Kerim’de bildirdikleriyle yetinmemiz, işin iç yüzünü ve mahiyetini
O’na havale edip Dâbbetü’l-Arz ‘ın Kıyâmete yakın zuhur edeceğine
iman etmek en doğru yoldur. Bununla birlikte: “Gaybın anahtarları
O’nun yanındadır. O’ndan başkası onları bilemez... “ 275
Ye’cûc ve Me’cûc
Ye’cûc ve Me’cûs; İslâm inancına göre eşrâtu’ssaat’tan
(Kıyâmetin büyük alâmetlerinden) biri olmak üzere, yeryüzünde
bozgunculuk çıkaran ve gerçek mâhiyetlerini Allah’ın bildiği iki
270] Mevdûdî, "Tefhîm", IV, 128
271] bk. Pezdevî "Ehl-i Sünnet Akaidi", 352; Nesefî, "Akaid ", şerh ve haşiyesi
Kesteli. 194
272] Müslim, Fiten 118; Amed bin Hanbel, II/201
273] Müslim, İman 249; Tirmizî, Tefsîru Sûre 6
274] Ahmed bin Hanbel, II/491; Tirmizî, Tefsîru Sûre 27
275] 6/En'âm, 59; Halid Erboğa, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 351
KIYAMET
- 63 -
topluluktur.
Ye’cûc ve Me’cûc kelimeleri Arapçaya başka bir dilden girmiştir.
Frenkler buna “Yağuğ ve Mağuğ” demişler, Şeytanın zürriyeti
olduğuna inanmışlardır. Bazı kimseler de yeryüzündeki insanların
onda dokuzunun Ye’cûc ve Me’cûc olduğunu söylemişleridir. İslâm
inancına göre ise, Ye’cûc ve Me’cûc, eşrât-ı sâatten (Kıyâmetin
kopacağına işaret sayılan büyük alâmetler)dir. Ye’cûc ve Me’cûc
Kitap ve Sünnetle sâbittir. Ye’cûc ve Me’cûc Kur’ân-ı Kerîm’de iki
âyette geçer:
1- “Onlar dediler ki: “Zülkarneyn, gerçek şu iki Ye’cûc ve Me’cûc
(bu) yerde bozgunculuk çıkaran (kabile)lerdir.” 276
2- “Nihâyet Ye’cûc ve Me’cûc (ün seddi) açılıp da her tepeden saldıracakları
ve gerçek va’d olan (Kıyâmet) yaklaştığı zaman o küfr (ve inkâr)
edenlerin gözleri hemen belirip kalacak.” 277
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hanımlarından Zeynep binti Cahş’dan
(r.a.) gelen bir rivâyette ifâde olunduğuna göre, bir defasında
telâşla Zeynep’in (r.a.) yanına girerek; “Lâ ilâhe illâllah! Vukuu yaklaşan
bir çerden, büyük bir fitneden dolayı vay Arabın haline? Bugün
Ye’cûc ve Me’cûc’un seddinden şunun gibi bir delik açıldı”, buyurdu da,
başparmağıyla onun yanındaki şehâdet parmağını halkaladı. Bunun
üzerine Zeynep b. Cahş; “Yâ Rasûlallah! İçimizde bu kadar iyi
kimseler varken biz helâk olur muyuz?” diye sordu. Rasûlullah;
“Evet! Fısk ve füccur, fuhş ve ma’siyet çoğaldığı zaman helâk olursunuz!”
diye cevap verdi. 278
Tefsir kitaplarındaki bilgilerden öğrendiğimize göre, sâlih bir
zat olan Zülkarneyn279 dindar kimsedir. İşte bu zat Cenâb-ı Hakk’ın
lütfuyla bir batıya, bir doğuya, üçüncü kere de kuzey tarafa doğru
gitti ve iki sed arasında bir yere vardı ki, işte buradan Ye’cûc ve
Me’cûc hücum ediyor, bozgunculuk çıkarıyor; ekinleri ve insanları
yok ediyor. Orada halkın isteği üzerine, Zülkarneyn, Ye’cüc ve
Me’cûc’ün zararından onları kurtarmak için bir sed yaptı. (Seddin
yapımı bitince), artık Ye’cûc ve Me’cûc onu ne aşabildiler ve ne de
delebildiler.280 Buradan anlıyoruz ki, artık Ye’cûc ve Me’cûc, saldırganlıklarını
sürdürmediler. İşin tarihî yönü böyle. Zülkarneyn, sed
yapmış ve Ye’cüc ile Me’cüc’ûn fesâdını önlemiştir.
276] 18/Kehf, 94
277] 21/Enbiyâ, 96-97
278] S. Buhârî, Tecrîd Tercemesi, IX, 96
279] Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesir II, 433
280] 18/Kehf, 97
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 64 -
Enbiyâ sûresi 96-97. âyetlerinden de anlaşılıyor ki, Kıyâmet
kopmadan önce, onlarla bir takım insanlar arasında bir engel olarak
yapılan sed açılacak; onlar insanlara saldıracaklardır.
Bugün Kur’ân’da adı geçen bu sed var mıdır, yok mudur?
Henüz mesele açıklığa kavuşmuş değildir. Yalnız bu sed Zülkarneyn
tarafından yapılmıştır. Ye’cûc ve Me’cûc vardır ve bunların
Kıyâmet kopmadan önce, ortaya çıkıp çekirgeler gibi birçok yerleri
yakıp yıkacakları kesindir. 281
Deccal
Deccâl Nedir? Sözlükte, bir şeyi örtmek, yaldızlamak veya boyamak
manasındaki ‘decl’ kökünden türemiş bir sıfat olup, çok
yalancı, aldatıcı, hilekâr demektir. Kavram olarak ‘deccâl’, ahir zamanda
ortaya çıkıp, göstereceği olağanüstü yeteneklerle insanları
dalâlete sürükleyeceği kabul edilen kişidir.
‘Deccâl’ ile ilgili Kur’an’da herhangi bir bilgi yoktur. ‘Deccâl’ ve
onun faaliyetleriyle ilgili bilgiler hadislerde bulunmaktadır. Daha
çok da ‘mesih deccâl/yalancı mesih’ olarak geçmektedir.
‘Deccâl’ inancı eski dinlerde olduğu gibi yahudilikte ve hıristiyanlıkta
da vardır. Bozulmuş Tevrat ve İncil’de ‘deccâl’ ile ilgili
verilen bilgilere bakılırsa İslâm’daki deccâl inancının onlardan etkilenmiş
olabileceği akla gelmektedir. Ancak birçok meşhur hadis
kitabında ‘deccâl’ ile ilgili pek çok hadis yer almaktadır.
Peygamberimiz (s.a.s.)’den rivâyet ediliyor ki: “Şüphesiz on
alâmet ortaya çıkmadıkça Kıyâmet kopmayacaktır: Doğuda, Batıda ve
Arap yarımadasında bir yerin batması, duman’ın çıkması, deccâl, dabbetü’l
arz, ye’cüc ve me’cüc, güneşin battığı yerden doğması ve Yemen’de bir
ateşin çıkarak insanları toplanacakları yere (haşr yerine) sürmesi.” 282
Deccâlin Özellikleri: Hadislerde geniş bir şekilde ‘deccâl’in
özelliklerinden ve yapacağı işlerden bahsedilir. Buna göre ‘deccal’
bir insandır ve olağanüstü yetenekleri vardır. Rüzgâr gibi hızlıdır.
Yağmur yağdırıp, bitkileri yeşertebilecek. Yanında su ve ateş bulunacak.
Fakat gerçekte onun suyu ateş, ateşi de sudur. Bir gözü
kördür ve patlamış üzüm gibidir. Alnında kâfir yazılıdır. Genç bir
kimsedir, esmer ve parlak tenlidir. Kısa boylu olmasına rağmen
heybetlidir.
Âhir zamanda doğudan gelecek ve müslümanların oturduğu
281] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 393
282] Müslim, Fiten 13, Hadis no: 2901; Ebû Dâvud, Melâhim, hadis no: 4311; Ibn
Mâce, Fiten 25, Hadis no: 4041, 4055
KIYAMET
- 65 -
şehirlerin birinde ortaya çıkacak. Birçok yeri dolaşacak ama Mekke,
Medine ve Mescid-i Aksaya giremeyecek. Önce peygamberlik
sonra ilâhlık davasına kalkışacak, karşı gelenleri cehennem adını
verdiği yere atacak. Ama aslında onun cehennemi cennet gibi,
cenneti ise cehennem gibidir. Bir rivâyete göre Hz. İsa tarafından
Şam yakınlarında öldürülecek. 283
Bütün peygamberlerin ümmetlerini ‘deccâl’ fitnesine karşı
uyardıklarını, Peygamberimizin de duâlarında sık sık ‘deccâl’
fitnesinden Allah’a sığındığını bildiren hadisler bulunmaktadır.
Rasûlüllah (sav) şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Hiçbir peygamber
yoktur ki, ümmetini yalancı köre (deccâla) karşı uyarmamış olsun. Dikkat
edin o kördür… İki kaşının arasında kâfir yazılıdır.” 284
Hadislerden anlaşıldığına göre ‘deccâl’ bir insandır. Çıkacak
yeri ve zamanı tam net değildir. Hatta bir rivâyete göre otuz kadar
‘deccâl’ çıkacaktır.285 Bazı rivâyetlerde ise yetmiş kadar deccâl
çıkacağı ifade ediliyor.
Deccâl hakkında rivâyet edilen hadislerdeki çelişkiler bu konuda
İslâm âlimlerinin farklı yorumlar yapmalarına sebep olmuştur.
Kimilerine göre bu çelişkiler giderilebilecek şeylerdir. Onlara
göre ‘deccâl’ ahir zamanda ortaya çıkacaktır. Kimileri birden çok
deccâlin çıkacağını, Hz. Ali zamanında ortaya çıkan bir kimsenin
ilk deccâllerden olduğunu, firavun ve nemrut gibi inkârcıların
ve onlara benzeyelerin deccâl olabileceğini, onun muhtemelen
Doğudan çıkacağını, onun yanındaki bir günün kırk gün olması;
onunla geçecek günlerin zor olması anlamına geldiğini ileri sürdüler.
Kimileri deccâlin göstereceği olağanüstü olayların bir aldatmaca
olduğunu, deccâlin şer ve bozgunculuğun, hurâfe, yalancılık
ve kötülüklerin sembolü olduğunu söylemişlerdir. Kimileri de
deccâli, insanlığa zararlı inkârcı akımlarla yorumlamışlar. Kimileri
göre de deccâl, küfrü ve inkârı yayan herkestir.
Bazı araştırmacılara göre deccâlle ilgili rivâyetlerin çoğu zayıf
ve birbiriyle çelişkili, hatta Peygamberimizin söylemesinin imkânı
olmayan gerçek dışı rivâyetlerdir. Bir çoğu ahad haber (tek kanalla
gelen rivâyet) olduğu için akaidde delil olamazlar. Dolaysıyla
deccâl bir akaid konusu değildir. 286
Ancak hemen bütün akaid kitaplarında ‘deccâl’in çıkmasının
hak olduğu yer almakta, bu konudaki rivâyetler bir yekûn
283] Müslim, Fiten 20, Hadis no: 2932-2937; Buhârî, Fiten 26-27
284] Müslim, Fiten 20, Hadis no: 2933; Tirmizî, Fiten 62, Hadis no: 2245
285] Müslim, Fiten 18, Hadis no: 2923; Buhârî, Fiten 25
286] Y. K. Çağdaş Tefsiri, 8/88-90
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 66 -
tutmaktadır. (Hâfız İbn Kesir, Deccâl’le ilgili olan 185 rivâyeti el-
Bidâye ve’n-Nihâye isimli eserinde bir araya topladı ve hepsini ayrı
ayrı değerlendirdi. Eşref b. Abdulmaksûd b. Abdurrahim de bu
rivâyetleri el-Mesîhu’d-Deccâl adıyla Mısır’da ayrı bir kitap olarak
yayınladı. Deccâlle ilgili rivâyetler için ayrıca bak.287
Deccâl hakkındaki rivâyetlerden anlaşılması gereken önemli
bir nokta şurasıdır: Deccâl, yeryüzünde inkârcılığı yaymaya çalışan,
kutsal değerlerle savaşan, şer işleri yürüten kişi ve onların yürüttükleri
çalışmalardır. Bu çalışmaların her devirde değişik temsilcileri
olmuştur. Deccal, olağanüstü bir kişilik olmaktan çok, her devirde
şer olan şeyleri temsil eden bir tiptir. Böyle bir tipin olması hem
akıl yönünden mümkündür, hem de müslümanlar için bir imtihan
sebebidir. Mü’minler, kendilerini şerre çağıran, İslâm dışı şeyleri
İslâmí kılıfla sunmaya çalışan bozguncu kimseleri tanımak ve onların
kurduğu düzenlere karşı uyanık olmak zorundadırlar. Deccâl
tipli kişi ve kuruluşların sunacağı su ve ateşe dikkat etmek gerekir.
Zâten mü’minler deccâlı ve onun zararlı faâliyetlerini iman
ferâsetiyle bilirler, deccâl tiplileri iyi tanırlar ve onlarla mücâdele
ederler.
Türkiye’de yakın tarihte ve günümüzde İslâmî değerlere karşı
mücâdele veren, İslâmî hükümleri yürürlükten kaldırmış, güç ve
iktidar sahiplerine halkın ‘deccâl’ demesi oldukça anlamlıdır. Şurası
bir gerçektir ki, tarih boyunca ve günümüzde Hakka karşı çıkanlar
olmuştur ve olacaktır. Hakka karşı çıkanlar da her zaman fesâdı
yayan, şer işleri artıran, zulme sebep olan tiplerdir.
Bunlar arasında halkı çok kolay kandıran, birtakım numaralar
yapan, onları etkileyen yalancı ve sahtekâr ‘deccâl’ tipleridir. Onlar,
halkın karşısına hiçbir zaman asıl yüzleriyle çıkmazlar. Halka
yalan vaadlerde bulunurlar, onlara mutluluk söz verirler ama mutsuzluğu
getirirler. İnsanlara ‘su’ sunduklarını iddia ederler, ama
sundukları ateşten başka bir şey değildir. Onlar Allah’ın hidâyetini
kötü gösterirler, hâlbuki İlâhî dâvet ‘su’ gibi insanlara hayat kaynağı
olmaktadır. Kendilerinde olağanüstü marifetler olduğuna
kitleleri inandırırlar. Çünkü onların nefislerine hitap ederler, gerekirse
onları çeşitli yöntemlerle ikna ederler. İkna olmayanları ise
sindirirler. Ancak onların olağanüstü marifetleri yoktur. Usta göz
boyacı (sihirbaz gibi) oldukları için iyi numara çekerler ve kitleler
de onlara rahatlıkla kanarlar.
Günümüzdeki maddeci, çıkarcı, nefislere hitap eden, bencil
ve dalâlet olan hayat anlayışını insanlara kabul ettirenleri,
287] S. Havva, Hadislerle İslâm Akaidi, 9/345-415
KIYAMET
- 67 -
kendilerini üstün, başkalarını geri sayanları, kitleleri en usta numara,
felsefe ve bilimsel yalanlarla güden ve sömürenleri, bütün
güçlerini Allah’ın davetine karşı kullananları, insanları fikren iğdiş
edip kendi sistemlerinin kulu ve kölesi yapanları deccâller sınıfına
koymak yanlış olmaz.
Hadislerde yer alan çelişkili rivâyetler, adeta masal havasına
büründürülerek anlatılanlar; ya zayıf rivâyetler, ya ravilerin yanılarak
yaptıkları ilaveler, ya da kendi görüşleri olabilir. Bu nedenle
bu konuda dikkatli olup, her rivâyeti bir akaid konusu olarak almamak
gerektiği gibi, rivâyetlerdeki zayıflıklara bakıp ta hepsini
toptan reddetmemek de gerekir.
‘Deccâl’ olayı belki de bâtılın ve küfrün azılı önderlerini (imamlarını)
bir nitelemedir, onların kötülüklerine ve insanları kandırma
konusundaki numaralarına, onların sapıklıklarına bir dikkat çekmedir.
Müslümanları bu gibi kötü kişilere ve kötülük odaklarına
karşı uyanık olmaya, yeri ve zamanı gelince de onlarla mücâdele
etmeye bir çağrıdır. Bütün deccâl işlerinden ve deccâl tipli kimselerin
şerrinden Allah’a sığınırız. 288
Mehdi
Bu kavram ‘hedy-hidâyet’ kökünden türemiş bir kelimedir.
‘Hedy’; doğru yolu bulmak, yol göstermek, hidâyeti göstermek
demektir.‘Mehdi’nin sözlük anlamı, hidâyete eren, doğru yolu
bulan, Allah’ın hakk olan yola yönelttiği kimse demektir.
Bu kelime sözlük anlamına uygun olarak şairler tarafından
Peygamberimizi övmek için kullanılmıştır. Ayrıca dört halifeye de
‘mehdi’ dendiği olmuştur. (Hutbelerde okunan duâlarda dört halife
hakkında ‘mürşidiyyun-mehdiyyun- irşad ediciler, hidâyette
olanlar’ şeklinde övgü cümleleri geçmektedir.) Hz. Hüseyin ve bazı
halifeler hakkında övgü sözü olarak ‘mehdi’ sıfatı kullanılmıştır.
İslâm tarihinde ‘mehdi’; kendisinden önce zulüm ve haksızlıkların
alıp yürüdüğü yeryüzünü, adâletle dolduracağı, İslâm’ı
hâkim kılacağı sanılan kişidir. Mehdi’nin günün birinde geleceği
ile ilgili hadis kitaplarında ahad (tek râvi kanalıyla gelen) hadisler
bulunmaktadır, ama bunların içerisinde birbiriyle çelişen haberler
vardır. Buhârî ve Müslim’in kitaplarında ise Mehdi kelimesi geçen
bir hadis yoktur. Kur’an’da mehdi’yi gösteren en ufak bir işarete
de rastlamak mümkün değildir.
Bazı hadis rivâyetlerine göre Mehdi, ehl-i beyt’tendir ve
288] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 136-139
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 68 -
Fâtıma (r. anhâ) soyundandır.289 Dünya hayatının sona ermesine
bir gün bile kalsa Mehdi’nin gönderileceği haber veriliyor. 290
İlk dönem itikat kitaplarında Mehdi konusu yer almamıştır.
Ancak daha sonra yazılan akaid kitaplarında Mehdiden bahsedilmektedir.
Mehdi’den bahseden hadisler mütevatir olmadığı
için, bu konu iman konuları içerisinde yer almamıştır. Ancak İslâm
tarihinde Mehdi iddiasıyla birçok insan çıktı, insanlar bazılarına
mehdi diye uydular ve birçoğu da bir mehdi beklentisi içerisinde
oldular.
Mehdi meselesi İslâm tarihinin başlangıcında ortaya çıkan
siyasí tartışmalar ve siyasí mezhebleşmelerden sonra daha çok
gündeme gelmiştir. Özellikle Şii’lerde mehdi inancı dinin esasından
sayılmıştır. Onlara göre beklenen bir mehdi (mehdi-i muntazar)
gelecek, kendilerini zulüm ve baskıdan kurtaracak, yeryüzüne
adaletle dolduracaktır. Bu bakımdan onlar, kendilerine öncülük
eden Ehl-i Beyt imamlarına mehdi gözüyle bakmışlar ve onlara
itaat etmişlerdir. Onlara göre mehdi, Fâtıma (r.anhâ) soyundandır,
günahsızdır ve olağanüstü özellikleri vardır. Şii’lerin çeşitli
kollarına göre ayrı mehdiler vardır. Onların en büyük kolu olan
İmâmiyye’ye göre ise ‘beklenen mehdi’, On ikinci İmam, Ebû’l Kasım
Muhammed b. Hasan el-Mehdi’dir. O, küçük yaşta kaybolmuştur
(gâibtir), yeniden gelecek ve zulümleri önleyecektir.
Ehl-i Sünnet müslümanlarının da mehdi beklentisi vardır, ama
onların beklediği Mehdi olağanüstü bir kimse değildir. İyi bir insan
ve takvâ sahibi bir önderdir.
Anlaşıldığı kadarıyla Mehdi inancı siyasî olayların müslümanları
fırkalara ayırmasından sonra daha çok gündeme gelmeye başlamıştır.
Ahad ve zayıf haberlerin dışında sağlam dayanağı bulunmamaktadır.
İslâm tarihinde birçok Mehdiler çıkmıştır. Çevresine
adam toplayıp saltanat sürmek isteyen niceleri veya zâlim yöneticilerle
mücadele etmek isteyen iyi niyetli önderlerinin bir kısmı
bu Mehdilik beklentisinden yararlanmışlardır. Tarih boyunca nice
sahtekârlar, çıkar sağlamak ve halkın üzerinde etkili olabilmek
için mehdilik inancını istismar etmişlerdir. Günümüzde bile bazı
açıkgözler zaman zaman bu beklentiden yararlanmayı deniyorlar.
İşin garibi bu gibi konuların istirmacısı bulanabileceği bilinmesine
rağmen ‘mehdiyim’ diye ortaya çıkanlar çevrelerine adam toplamayı
hâlâ başarabiliyorlar.
289] Ebû Dâvud, Mehdi, Hadis no: 4282-4284; Ibn Mâce, Fiten 34, Hadis no:
4082-4088
290] Ebû Dâvud, Mehdi, Hadis no: 4282-4283
KIYAMET
- 69 -
Mehdi beklentisi birçok müslümanı ümitsizliğe ve görevini
yapmamaya sevketmiştir. Öyle ya mehdi gelecek ve dünyayı düzeltecek,
zulümleri önleyecek, insanlara hidâyet dağıtacak… Bu
hayal nicelerini boş beklentilere sevketmiştir. Niceleri bu umut sebebiyle
yapması gereken en basit görevleri bile savsaklamış, kendisine
zulmedenlerle mücadele etmeyi terketmiş, zâlimlere karşı
çıkma görevini gelecek mehdiye bırakmıştır.
Allah (c.c.) dilediği araç ve insanla dinini destekler. O dininin
yaşanabilmesinin araçlarını dilediği gibi yaratır. Hidâyet O’nun
elindedir, dilediğine verir. O’nun gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm
Kıyâmete kadar değişmeden kalacaktır. O Kur’an ki en büyük
hidâyet aracıdır. İnsanlara düşen Kur’an’ı anlamak ve O’na uymaktır.
Hayalleri (ümniyye’yi) bir tarafa bırakıp yapması gerekeni
gücü yettiği kadar yerine getirmektir.
Mehdi beklentisi müslümanların ne imanlarını artırır ne de
sâlih amellerini. Müslümanlar işlerini ve çalışmalarını gelmesi
muhtemel mehdilere göre ayarlamazlar. Onlar, inandıklarını hayatlarından
uygulamaya çalışırlar. Sonuç Allah’a âittir.
Şimdiye kadar çıktığı iddia edilen ve hâlâ çıkmaya devam eden
bu mehdilerden acaba hangisi gerçek mehdidir? Kaynaklarda bir
sayı ve zaman verilmediğine göre hepsini de mehdi olarak kabul
edecek miyiz? Bundan sonra ortaya çıkan mehdi adaylarına karşı
nasıl bir tavır takınacağız?
İşin tuhafı, tarihten beri ortalıkta bu kadar mehdi adayı olmasın
rağmen müslümanların durumlarında pek bir değişiklik
görünmemektedir. Ne mehdinin mesajını anlayıp kendini düzeltenler
var; ne de zâlimlerin zulmünün son bulması. Bu mehdi
adaylarının bir marifetleri varsa, müslümanların saf inançlarını
maddeye çevirme işlerinden vazgeçsinler de biraz da asıl işlerine
dönsünler(!) İslâm ümmetinin dertlerine bir çözüm bulsunlar,
İslâm ülkelerindeki tağutların hâkimiyetlerine ve zulümlerine bir
dur desinler.
Kur’an, müslümanlara Mehdi beklemeyi değil; iman etmeyi
ve imanın gereğini yapmayı tavsiye ediyor. Bunu yapmayanlar ise
zarar edeceklerdir. 291
Eğer Mehdi’yi hidâyete götüren, hidâyet veren şeklinde anlarsak;
Kur’an en büyük mehdi’dir (hâdî-hidâyete erdicidir). İnsanlar
bu mehdi’ye uyarsalar doğru yolu bulurlar ve kurtuluşa
ererler. Kur’an’ın kendisi de insanları sürekli bu kurtuluşa dâvet
291] 103/Asr, 1-3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 70 -
etmektedir. 292
Sahte Peygamberlik ve Hz. İsa’nın Nüzûlü
İslâm düşmanlarına, müslümanlara karşı girişecekleri savaş
için silâh ve harp malzemelerinin çoğunun (belki tümünün), tarihten
bugüne müslümanlar veya müslüman kabul edilenlerden
geldiği unutuluyor, görmezlikten geliniyor. Salman Rüşdi’lere
kızarken, onlara temel malzemeyi veren “Garanik olay” diye bilinen
İsrâiliyat hurâfelerini eserlerine geçiren âlimler görülmek
istenmiyor. Kadın hakları konusunda İslâm’a çatanlar değerlendirilirken,
kadına zulmü dine rağmen, ama din adına emir ve teşvik
eden âlim kabul edilen câhiller değerlendirme dışında tutuluyor.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Mezarcı olayı da böyle. Hâlâ,
müslümanlar, bu konuda suçu düzene, düzenin işkencelerine ve
medyaya atarken, klâsik kabulleri tahlile tabi tutmaya yanaşmıyor,
malzemenin çıkış noktasını dikkatlerden kaçırıyor. Elbette, İslâm
düşmanı düzenin ve irticâ yaygaraları ile buna çanak tutan medyanın
her konuda olduğu gibi bu olayda da suçunu hiç kimse küçük
göremez. Ama bu meselenin arka planını görmemize engel
olmamalı.
Bu olayı, müslümanlar cephesinden değerlendiren bazı yetkili
ve etkili kimseler, olayı yumuşak üslûpla ve suçu İslâm düşmanlarına
çatmakla geçiştiriyorlar. Sahte peygamberlik iddiasında bulunmayı
ve bunun fikrî alt yapısını oluşturan yanılgıları, muvahhid
müslümanlar olarak biz açık yüreklilikle, hak ve hakikat adına
gündeme getirmeyince bazı Bel’amlar ve medyatik din tüccarları
da tam tersine rol üstleniyor, boşluğu dolduruyor. İlâhiyat dekanları
boy gösteriyor: “Sahibinin sesi” stüdyolarında, ifratla tefrit yer
değiştiriyor. Bu sefer de, İslâm düşmanlarının suçu örtbas edilerek
farklı yanlış alternatifler sunuluyor, kaş yapılırken bu sefer de göz
çıkarılıyor. Bir bâtıla/hurâfeye başka daha büyük bâtıl/tağûtî düzen
adına karşı çıkılıyor.
Tarihte birçok sahte kurtarıcılar, mehdiler, Mesihler ve yalancı
peygamberler çıkmıştır. Bu gidişle daha çok da çıkacaktır.
Hz. Muhammed (s.a.s.), peygamberlerin sonuncusudur, onunla
peygamberlik mühürlenmiştir.293 Buna rağmen, daha peygamberimizin
sağlığında yalancı peygamberler çıkmaya başlamıştır.
Müseylime’den sonra da nice müslümancıklar, câhil müslümanların
kafasını karıştırmaya çalışmışlardır. “Mütenebbî” denilen bu
sahte peygamberler, ya şöhret düşkünü insanlardır veya dünyevî
292] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 390-392
293] Bk. 33/Ahzâb, 40
KIYAMET
- 71 -
menfaat için dini satan bezirgânlar; ya da deliler. “Deli” deyince
biraz durmak lâzım. Evet, delinin biri, bir kuyuya bir taş atar, kırk
milyon akıllı çıkarmak için uğraşır durur. Ama bu kavramda durmak
lâzım: Televizyon ekranlarında saatlerce konuşturulan Mezarcı,
kendisine “deli!” diyenlerin bu suçlama mı, suçsuzlaştırma
mı olduğu tartışılması gereken iddianın ne kadar yanlış olduğunu
ortaya seriyor. “Deli” suçlamasıyla Kemalistler, Atatürk’e hakaret
edenlerin “meczup” ve “deli” olduğunun sağlaması ve müslümanlar
tarafından da itirafı olarak görüyor, İslâmcılara bir gol
atmaya çalışıyor. Deli denen cin akıllı ise, bu “suçsuzlama”yı iddiasına
delil diye kullanıyor: “İnanmayan insanlar, her peygambere
‘deli’ demişti; Deli denilmem, benim peygamberliğimin delilidir.”
Ahmed Kadıyânî, Reşad Halife, Evrenesoğlu, M. Ali Ağca ve
şimdilik en son da Hasan Mezarcı. Bunlara deli deyip meseleyi hallettiğini
zannedenler, aslında çöpleri halının altına koyup geçici
ve iğreti bir temizlikle iş yaptıklarını sanıyorlar. Delilikte ölçü nedir?
Hangi verilerden yola çıkılarak birine deli deniyor?
Kendi tezi ve savunması doğrultusunda tutarlı, mantıklı,
muhâtaplarının oyunlarına düşmemeye çalışan, ikna etme gayretinde
aklının öne çıktığına şahit olduğumuz birine deli demekte
kullandığımız ölçü nedir? Hangi verilerden yola çıkılarak deli deniyor?
Bu, peygamberlik iddiasını ciddiye almamak için yapılıyorsa,
hem yalan, hem de yanlış olur ve eski müşriklerin tavrına benzer.
İtirazlar, çürütülebilecek zayıflığa indirgenir. Zaten medya ciddiye
alıyor veya işlerine öyle geldiği için ciddiye alıyor gözükerek kullanıyor.
Hz. Peygamber’in bi’setinde, o günün medyası konumundaki
çıkar çevreleri ve egemen güçler Nebî’yi ciddiye almıyor, deli
diyorlardı; iyi niyetli insanlarsa ciddiye alıyor, dinliyorlardı; şimdi
tam tersi: Medya ciddiye alıyor, samimi müslümanlar deli diyor. Bu
tabir, ona direkt tavır almayı önlemek için kullanılıyorsa, bu doğru
mudur, hangi şer’î ölçüler yüzünden ve niçin? Bu tür hüsn-i zannı
(deli demek, bazen insan için hüsn-i zan olabiliyormuş, buna da
şahit olduk!) uluorta herkes için kullanırsak, kimseyi tekfir edemeyiz,
istismarcı ve sahtekârları önleyemeyiz. Allah, bizimle savaşan
İslâm düşmanlarına karşı savaşırken bile aşırı gitmemizi yasaklar.294
Kur’an’da herkese karşı adâletli ve hakkın şahitleri olmamız emredilir.
Bu yasaklar, olayın diğer yönünü de kapsar. Müslümanın
ölçüsü bellidir; Allah için sevmek, Allah için buğzetmek.
Küfür, şirk, Allah’a iftira, kimden gelirse gelsin karşı çıkmak,
Allah dostlarının temel ölçüsü olmalıdır. Dost kabul edilenlere,
294] 2/Bakara, 190
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 72 -
dün bizden olduğunu gördüğümüz veya öyle sandığımız insanlara
karşı da ölçülü, adâletli ve hakkın şâhidi olmalıyız. Yalan, iftira
hele Allah’a karşı yapılıyorsa, hiçbir müslümanın hiçbir gerekçe ile
bunu temize çıkartmaya çalışması yakışık almaz. Unutmayalım ki,
şeytanın varlığı günaha mâzeret olmadığı gibi, İslâm düşmanlarının
varlığı ve zulümleri de Allah’a iftira atıp insanları ifsâd etmenin
mâzereti olamaz.
İslâm mı öncelikli; müslüman mı? Müslümanı (ya da daha önce
müslüman olduğunu zannetttiğimiz kimseyi) temize çıkarırken
İslâm dâvâsını lekelemiş oluyorsak, bu, iyi niyetle de olsa işlenmiş
bir cinâyet değil midir? Bir kimseye “deli” deyip yeterli ve net tepki
göstermediğimiz için, onun etkisinde kalan tek bir kişinin bile
İslâm’dan sapmasına vesile olur, ya da seyirci kalırsak, bunun bedelini
nasıl öderiz? Bir kavme düşmanlığımız haddi aşmaya sebep
olmamalı, bir kimseye sempatimiz de, İslâm’ın korunması gerekli
sınırlarının çiğnenmesine yol açmamalı. “Eskiden samimi müslümandı”
diye, bir zamanlarki tebliğinin ve dâvâ adamı olmasının
bedelini dinin ödemesine rızâ mı gösterelim? Sahâbenin içinden
bile irtidat edenler çıktı, Habeşistan’a hicret eden ilk müslümanlardan
hüsn-i hâtime ile hayatını noktalayamayan hayli insan vardı.
Hele şirkin hâkim ve İslâm’ın mahkûm olduğu yerlerde müslüman
olmaktan daha zordur müslüman kalmak ve müslüman
ölebilmek. Hz. Yûsuf gibi biz de duâ ediyoruz: “Ey gökleri ve yeri
yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim velimsin/sahibimsin. Beni
müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.” 295
“Deli” deyimini bir başka açıdan ele alırsak, her şirk koşanın,
inkârcı kâfirin de deli olduğunu söyleyebiliriz; hem de Kur’an’dan
delil getirerek: “Onların (müşriklerin, inkârcıların) kalpleri vardır, ama
onunla akletmezler/gerçeği kavramazlar...”296 Elbette her müşrik, bu
anlamda delidir; ama bu, onun sorumluluğunu kaldırmaz. Yalancı
peygamberliklerini iddia edenler için de hükmümüz daha farklı
olamaz. Mutlak doğru, yani hak, herkes için ve her konumda doğrudur;
beşerin doğruları gibi göreceli değildir. “Onlar akletmiyorlar”,
ama biz, zâhire göre hükmetmek zorundayız. Kimsenin kalbini
yarıp bakamayacağımız gibi, beynini de açıp göremeyiz. Dünyevî
çıkarları konusunda aklını kullananlara, delilere tanınan dünya ve
âhiretteki cezâdan kurtulma avantajlarından yararlandırma hakkını
veremeyiz. Elbette Allah’ın âhiretteki hükmünü bilemeyiz. Allah,
bizim bilmediğimiz tüm sırları da bilendir, hüküm O’nundur,
O, cezâ gününün yegâne sahibidir. Düzene muhâlefet açısından
295] 12/Yûsuf, 101
296] 7/A’râf, 179
KIYAMET
- 73 -
iyi bir bahane olsa da, gerçekliği tartışılacak şekilde hakka bâtılı,
bâtıla da hakkı karıştırmamalı; gerçek zâlimlere, çürük delillerle
onları mâsum kılacak, ispatlanamayacak isnadlarda da bulunmamalıyız.
Gerçek zulümleri yeterli, İslâm düşmanlarını ve zulüm düzenlerini
dışlamak için. Sonra, her içeri girip çıkana deli diyecek
olursak, nice tevhid eri olan fikir adamı, âlim bundan payını alacak;
kimseyi ciddiye alamayacağız. Onların ciddi çalışmalarına da
şüphe ile bakacağız.
Olayın adını doğru koyalım, atlas veya ipek kostümler içinde,
üç dini temsil ettiğinin simgesi olduğunu söylediği üç parmak havada
işaretiyle, Türk bayrağının yanında, ordu ve devlet düşmanı
olmadığını ısrarla vurgulayan, devletin hak ettiği emekli maaşını
vermediğini, bunu almak için uğraş verdiğini sızlanarak anlatan
peygamber(!) fotoğrafını doğru okuyalım: Bu, her şeyden önce
Allah’a apaçık iftiradır. “Beni peygamber kıldı, bana vahyediyor,
benim mûcizelerim var, ben Meryem oğlu İsa Peygamber’im” demek,
nice câhil müslümanın kafasını karıştırmak; hafife alınacak,
yumuşakça geçiştirilecek bir suç olmamalı... Buna cevap verirken
de Hz. İsa’nın nüzûlüyle ilgili Kur’an’la sağlaması yapılamayan
rivâyet ve ihtilâfları gündeme getirmek ve bu çelişkilere sahip çıkmak
da, hem bu olayların temel sebebi olması ve hem de bunlara
rağmen istismarlara dur denecek ve onları suçlayacak çözüm bulunulamaması
yönüyle büyük yanlışlıklardır...
“Kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim olabilir? Onlar
(Kıyâmet gününde) Rablerine arz edilecekler, şahitler de: ‘İşte bunlar
Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir’ diyecekler. Bilin ki, Allah’ın lâneti
zâlimlerin üzerinedir. Onlar, (insanları) Allah’ın yolundan alıkoyan ve onu
eğri göstermek isteyenlerdir. Âhireti inkâr edenler de onlardır.” 297
“Allah’a karşı yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken,
‘bana da vahyolundu’ diyenden ve ‘ben de Allah’ın indirdiği
âyetlerin benzerini indireceğim’ diye söyleyenden daha zâlim kim vardır?!
O zâlimler, ölüm dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara:
‘Haydi (bakalım bizim elimizden) canlarınızı kurtarın, Allah’a karşı gerçek
olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan
ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezâlandırılacaksınız!’ derken onların halini
bir görsen!” 298
Hâtemu’l-Enbiyâ, yani peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed
(s.a.s.)’dir. “Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbir inin babası
değildir. Fakat o, Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur.
297] 11/Hûd, 18-19
298] 6/En’âm, 93
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 74 -
Allah her şeyi hakkıyla bilir.” 299
Şimdi, Hz. İsa’nın ölüp ölmediği, göğe kaldırılması ve Kıyâmete
yakın yeryüzüne inip inmeyeceği konusunu delillerle inceleyelim:
Hz. İsa’nın Ref’i ve Nüzûlü Meselesi: Hıristiyan kaynaklarına
göre Hz. İsa, yahûdilerin şikâyeti üzerine, Romalılar tarafından
çarmıha gerilmiş ve haçta insanların günahı için ölmüştür. Gömülmesinden
üç gün sonra kıyam etmiş, havârilerine görünmüş, onlarla
yemek yemiş ve sonunda göğe yükselerek Allah’ın yanına
çıkmış, O’nun sağına yerleşmiştir. Kıyâmetten önce dünyaya gelecek,
dünyayı sulh ve adâletle dolduracak, kendisine inanmayanlardan
öç alacak ve saltanatı ebedî olarak sürecektir. 300
Kur’an, Hz. İsa’nın öldürüldüğü ve çarmıha gerildiği tezini
reddetmektedir. O öldürülmemiş, çarmıha gerilmemiştir. Allah
onu kendi katına “ref” etmiş, yüceltmiş ve yükseltmiştir.301 Hz.
İsa’ya ait bu yüceltme ve yükseltme işinin beden ile mi, yoksa ruh
ile mi; beden ve ruh diri olarak mı, yoksa beden ölü olup yalnız
ruh olarak mı gerçekleştiği hususu müphemdir. Bu konu, asırlar
boyu Kur’an yorumcularını meşgul etmiştir. Bunu aydınlığa kavuşturmaya
çalışan tarih ve kıssa yazarlarıyla müfessirler belli ölçüde
yahûdi ve hıristiyan kaynaklarından ve onların sözlü geleneğinden
etkilenmişlerdir. Kezâ Hz. İsa’nın nüzûlü ve Kıyâmetten önce
dönüşü konusu da tartışılmaktadır. Eldeki rivâyetlerin gözden geçirilerek
değerlendirilmesinde fayda vardır. Hadis rivâyetlerinde
yer alan Hz. İsa’nın dönüşü konusu müfessirleri, âyetlerde geçen302
kelimeleri yoruma (te’vil) zorlamış ve “âhad” olsalar da hadisleri
değerlendirmeye almışlardır. Gerçekten de bu haberlerde,
oldukça detaylı bilgiler yer almaktadır. İki asırdan beri hıristiyan
ilâhiyatçıların ve oryantalistlerin Hz. İsa’nın dönüşü konusunu
değişik metodlarla müslüman câmia içinde yayma gayretlerinin
doğurduğu antipatinin de tesiriyle İslâm dünyasında konu bazı
bilginlerce yeniden ele alınmış ve selef çığırının dışına taşan tartışma
ve yorumlara neden olmuştur. 303
Bazı müfessir ve âlimler, bu konuda fazla yorum yapmak istemezler.
“Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime
yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları
Kıyâmete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz Bana
299] 33/Ahzâb, 40
300] Korintoslulara 1. Mektup, 15/22 vd.
301] 4/Nisâ, 157-158
302] 3/Âl-i İmrân, 55; 4/Nisâ, 156-159; 5/Mâide, 117
303] Abdullah Aydemir, Peygamberler, D.İ.B. Y. s. 254
KIYAMET
- 75 -
olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda Ben
hükmedeceğim.”304 Seyyid Kutub, bu âyetin tefsirinde şunları söyler:
“Onun vefatı ve ref’ edilmesi mugayyebâta ait bir husus olup,
te’vilini Allah’tan başkasının bilemeyeceği müteşâbih meselelerdendir.
Zaten bunun ötesinde akîdeye ve şeriata müteallik, fazla
bir mesele de yoktur. 305
Mevdûdî, Nisâ, sûresi, 158. âyetindeki “Allah onu kendisine yükseltti”
ifadesini tefsir ederken şöyle der: Burada Allah, meselenin
gerçeğini anlatıyor. Kur’an yahûdilerin Hz. İsa’yı öldürmeyi başaramadıklarını,
Allah’ın onu kendisine yükselttiğini açıkça söyler;
fakat meselenin nasıl olduğunu ve ayrıntıları konusunda sessiz
kalır. Ne Allah’ın onu bedeni ile birlikte yeryüzünden gökteki bir
yere yükselttiğini, ne de onun diğer insanlar gibi ölüp rûhunun
göğe yükseltildiğini belirtmez. Mesele o kadar kapalı bir dille
anlatılmıştır ki, olay hakkında, olayın olağanüstü mûcizevî olduğunu
söylemekten başka bir yorum yapmak imkânsızdır. 306
Aynı âyetle ilgili Muhammed Esed, Hz. İsa’nın beden olarak
semâya yükseldiğini kabul etmez ve şu açıklamayı yapar: “Allah
onu kendi katına yükseltti” 307 “Âyette Allah, Hz. İsa’ya ‘Seni ölüme
yollayacağım ve katıma yücelteceğim’ buyurur. ‘Refaahû’ (lafzen,
onu yüceltti yahut onu yukarı çıkarttı), bir insanın ref’ edilmesi fiili,
ne zaman Allah’a atfedilmişse, her zaman “onurlandırma”, yahut
“yüceltme” anlamlarına gelir. Kur’an’ın hiçbir yerinde, Allah’ın
Hz. İsa’yı yaşadığı sırada bedensel olarak cennete “yükselttiği”
şeklindeki yaygın inancı destekleyen bir beyan yoktur. Yukarıdaki
âyetteki “Allah onu kendi katına yüceltti” ibâresi, Hz. İsa’nın
Allah’ın özel rahmeti mertebesine yükseldiğini gösterir; “rafe’nâhu
(onu yücelttik)” fiilinin İdris Peygamber ile bağlantılı olarak kullanıldığı308
âyetinden açıkça anlaşılacağı gibi bu, bütün peygamberlerin
yararlandıkları bir lütuftur. 309
Müfessirlerden çoğunun kanaatine göre Hz. İsa, rûhu ve cesediyle
birlikte göğe yükselmiştir ve âhir zamanda tekrar yeryüzüne
inecektir. Bir kısım müfessirlere göre de göğe yükseltilen, İsa
(a.s.)’nın cismi değil; rûhudur. Kur’an’da ifade edilen “Seni Bana
yükselteceğim”310 hitabıyla kast edilen, Hz. İsa’nın rûhudur. Çünkü
304] 3/Âl-i İmrân, 55
305] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, Hikmet Y. c.1, s. 297
306] Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’an, İnsan Y. c. 1, s. 380
307] 4/Nisâ, 158
308] 19/Meryem, 57.
309] Muhammed Esed, İslâm Mesajı, İşaret Y. c. 1, s. 177
310] 3/Âl-i İmrân, 55
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 76 -
rûh, insanın hakikatidir. Ceset, emanet elbise gibidir, artar eksilir.
Değişmeyen insanın rûhudur.311 Yine Hz. İsa’nın göğe kaldırıldığı
kabulünün müslümanlara hıristiyan inançlarından geçtiği belirtilerek
bu olay şöyle değerlendirilir: Gök ile kast edilen, maddî gök
ise bu, yıldızlardan, galaksilerden ibârettir. Yani İsa, şu yıldızlardan
birine mi çıkarılmıştır? Eğer kast edilen mânevî gök ise oraya
ceset gitmez, rûh gider; çünkü orası maddî değildir. 312
Kur’an, İsa (a.s.)’nın göğe yükseltildiğini değil; Allah’a yükseltildiğini
söyler: “Bel rafaahu’llahu ileyh”313 cümlesi: “Allah, onu göğe
yükseltti” değil; “Allah, onu kendisine yükseltti” anlamındadır. Bu
konuyla ilgili diğer âyette de aynı ifade vardır.314 Göğe yükseltmek
başka, Allah’a yükseltmek başkadır. Allah’ın onu kendine yükselttiği
mecburen kabul edileceğine göre, onun göğe yükseltildiğini
söylemek, Allah’a belli bir mekân tahsis etmek olur. Oysa Yüce
Allah her yerdedir. İsa’nın Allah’a yükselmesi için göğe çıkması
gerekmez. Allah, göklerin de yerin de ilâhıdır. Allah’ı gökte imiş
gibi düşünüp Allah’a yükseltilen İsa’nın göğe yükseltildiğini söylemek,
âyetin ifadesine uymamaktadır. Âyetin anlamı, İbn Cüreyc’in
dediği gibi, Allah’ın İsa’nın rûhunu yüceltmesi, şânını yükseltmesi,
katında O’na değer vermesi demektir.
Yüce Allah, Hz. İsa’yı saldırganların elinden kurtarmak sûretiyle
mânevî derecelere nâil eylemiş, şânını yüceltmiştir. Nitekim
“Kıyâmet gününe kadar sana uyanları, inkâr edenlere üstün kılacağım”315
âyetinden bu anlam anlaşılmaktadır. Gerçekten Hz. İsa’ya uyan
ve ona yakın olanlar yahûdilere hâkim olagelmiştir. Bu da onun
Allah katındaki şânının yüceliğini gösterir.
Müfessirlerin “Seni vefat ettireceğim, Bana yükselteceğim.”316
âyetini, genellikle İsa’nın göğe çıktığı şeklinde tefsir etmelerinin
başlıca iki etkeni vardır: Bunlardan birincisi ve en önemlisi, hıristiyanlar
ve yahûdiler hakkındaki âyetlerin izahı için İslâm’a yeni
girmiş olan yahûdi ve hıristiyan âlimlerine başvurmaları ve onların
söylediklerini tam gerçek kabul edip aktarmalarıdır. İkinci etken
de, İsa’nın (a.s.) göğe çıktığı ve âhir zamanda yere inip Deccal’ı öldüreceği,
haçı kıracağı ve İslâm şeriatıyla amel edeceği hakkında
anlatılan hadis rivâyetleridir.
Âl-i İmrân 55. âyetiyle Mâide, 117. âyetine göre Hz. İsa’nın
311] Tefsîru’l-Menâr, 3/316-317
312] S. Ateş, Kur’an Ans. 10/206
313] 4/Nisâ, 158
314] Bk. 3/Âl-i İmrân, 55
315] 3/Âl-i İmrân, 55
316] 3/Âl-i İmrân, 55
KIYAMET
- 77 -
bedeninin öldüğü açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsa’yı başkaları öldürmemiş,
Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir. Yükseltilen onun
mânevî derecesi, Allah’ın katına çıkan rûhudur. Zaten bütün peygamberlerin
ruhları Allah’ın huzuruna çıkar, O’ndan ikram görür.
Hz. İsa’nın vefatını haber veren âyetleri, âhad haberlere dayanarak
te’vil etmek yerine bu hadisleri te’vil etmek daha doğrudur.
Bu hadisler şöyle te’vil edilir: İsa’nın rûhu, yani ümmeti mahvolmadı,
daha yaşayacaktır. Fakat Kıyâmetten önce bu rûh, yani İsa
ümmeti, İslâm’a dönecektir. Bu hadislerden, hıristiyanların bir gün
müslüman olacakları değerlendirilebilir. Said Nursi bu kanaattedir.
Meşhur müfessirimiz Elmalılı Hamdi Yazır da yaklaşık bunu söylemektedir:
“Her peygamberin rûhânî eceli, ümmetinin ecelidir. Rûhânî
ecelleri tamam olmuş nice peygamberler var ki Kur’an’da zikredilmemişlerdir.
Allah’ın seçkin peygamberleri içine giren büyük
peygamberlerin, derecelerine göre rûhânî semâda bekaları devam
etmektedir ki bunlar da İbrahim âilesidir. İmrân âilesi de bunlardandır.
İsa’nın cesedi Allah’a kaldırılmış, fakat İsa’nın rûhu da
kabzedilmemiş, yani ümmetinin eceli gelmemiş, İsrâiloğullarının
sû-i kastı, hilesi ile hıristiyanlık mahvolmamış, yaşamış ve İsa’nın
rûhu, Mûsâ maiyetinde (beraberliğinde) yaşamıştır. Bunun için
mahvoldu zannedilen bir avuç tabileri, bu rûhtan istifade ederek
kısa bir zamanda yahûdilerin üstünde bir hayata kavuşmuşlardır.
Ve nihâyet Hz. Muhammed’in (s.a.s.) gelmesiyle hepsi, Hz.
Muhammed’in rûhunun emri altına geçmiştir. Artık bundan sonra
İsa da diğer peygamberler gibi, Muhammed’in (s.a.s.) rûhu maiyetindedir.
Bir gün gelecek, ümmet-i Muhammed’in daraldığı
bir devirde, Allah’ın garib bir kelimesi olan İsa’nın rûhu ortaya
çıkacak, Muhammed’in rûhu maiyetinde hizmet edecek ve fakat
Kıyâmetten evvel vefat eyleyecektir.” 317
Muhammed Abduh da bu konuda şöyle diyor: “Bu te’vile göre
İsa’nın zamanı, insanların İslâm şeriatının rûhuna bağlanacakları
ve şekilleri bırakıp içleri ıslah için İslâm şeriatının özüyle amel edecekleri
zamandır.” 318
Müfessirlerden bir kesimi, Hz. Peygamberimiz’in Miraç’ta Hz.
İsa ve Hz. Yahyâ’yı ikinci gökte görmüş olmasını Hz. İsa’nın rûhu
ve cesediyle göğe çekilmesiyle ilgili delillerden biri sayar. Eğer Hz.
Peygamber’in Miraç’ta görmesi Hz. İsa’nın cesediyle göğe çıktığına
delil ise, Hz. Yahyâ’nın ve diğer peygamberlerin de cisimleriyle
317] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, s. 1112-1114
318] M. Reşid Rızâ, Tefsîru’l Kur’âni’l-Hakîm, c. 3, s. 317
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 78 -
göğe çıktığına delildir. Çünkü Hz. Peygamber, öteki peygamberleri
de çeşitli göklerde görmüştü. Oysa hiç kimse, başka bir peygamberin
rûhu ve cesediyle birlikte göğe çıktığını ileri sürmemiştir.
Zaten bütün peygamberlerin rûhları yücelere, melekût âlemine
yükselirler.
Hz. İsa’nın nüzûlü, Kur’an’da geçmez. Bu konudaki kabul,
mütevâtir olmayan hadis-i şerif rivâyetlerine, yani haber-i vâhide
(âhad hadislere) dayanır. Bu hadislerin sahih olduğu kabulünden
dolayı, bazı âyetler bu hadisler çerçevesinde yorumlanmış,
te’vil edilmiştir. Aslında hadislerin Kur’an’a arzedilmesi, Kur’an
âyetlerine göre tashih, te’vil ve yorumlarının yapılması daha doğru
bir yol kabul edilseydi, bu zorlama te’viller yapılmazdı. Bu konuyla
ilgili bazı hadis rivâyetlerini görelim:
Hz. İsa’nın Gökten İneceğini İfade Eden Hadis
Rivâyetleri
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, muhakkak yakında
Meryem oğlu İsa, âdil bir hâkim olarak inecektir. O, haçı kıracak,
domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracaktır. O zaman, mal o kadar artacak ki,
onu kimse kabul etmeyecek. Artık Allah’a bir kere secde etmek dünya ve
dünyanın içinde olan her şeyden daha hayırlı olacaktır.” 319
“Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer şekilde mücadeleye Kıyâmet
gününe kadar devam edecektir. O zaman İsa ibn Meryem de iner. Bu
müslümanların reisi: ‘Gel bize namaz kıldır!’ der. Fakat İsa (a.s.): ‘Hayır!’
der, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak siz birbirinize emîrsiniz.” 320
“İbn Meryem gökten sizin yanınıza indiği zaman devlet reisiniz kendinizden,
namazda imâmınız olduğu (İsa da imâmınıza uyduğu) halde
bakalım nasıl olursunuz?” 321
“Meryem oğlu (İsa a.s.), Feccu’r-Ravhâ adlı mevkide, hac yapmak veya
umre yapmak yahut da her ikisini de yapmak için telbiye getirecektir.”322
Bir hadis rivâyetinde “Meryem oğlu İsa Kıyâmetin 10
alâmetinden biri” sayılmakla beraber onun gökten ineceğinden
söz edilmez,323 Bazı hadis rivâyetlerinde, “Şam’daki beyaz minareye
319] Buhârî, Büyû 102, Mezâlim 31, Enbiyâ 49; Müslim, İman 242, hd. no: 155;
Ebû Dâvud, Melâhim 14, hd. no: 4324; Tirmizî, Fiten 54, hd. no: 2234; Ahmed
bin Hanbel, II/240, 294, 538; Tecrîd-i Sarih Terc. c.6, s. 532
320] Müslim, İman 247; Küt. Sitte, 14/274
321] S. Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 182
322] Müslim, Hacc 216, hd. no: 1252; Küt. Sitte Terc. c. 13, s. 152, Buhârî Tecrîd-i
Sarih Terc. c.2, s. 431
323] Ebû Dâvud, Melâhim, bâbu Emârâti’s-Sâah
KIYAMET
- 79 -
iner.”324; “Hz. İsa inmeden Kıyâmet kopmaz”325; “O indikten sonra kırk
yıl kalır.” 326
Bir rivâyette İslâm ümmetine imamlık yapmaz, İslâm kumandanı
Mehdî’nin cemaati olurken, başka bir rivâyette “Rumları
yenen, İstanbul’u fetheden askerler, orada zeytin ağaçlarına kılıçlarını
asmış vaziyette ganimetleri bölüşürken şeytanın ‘Mesih
evlerinize sahip oldu’ diyeceği, Bunların Şam’a gelerek savaşmak
için kılıçlarını düzeltirken namaz kılacağı, namazlarında İsa’nın
inip onlara imam olacağı, Allah’ın düşmanı Deccal’ın onu görünce
tuzun suda erimesi gibi erimeye başlayacağı”327 söylenir. “O,
Deccâl’ı Ludd kapısında öldürecektir.”328 Deccâl’dan bahseden bir hadis
rivâyetine göre, Meryem oğlu İsa’nın geleceği, Allah’ın onu
Deccâl’dan koruyacağı, Allah’ın vahyiyle mü’minleri Tur’a çıkaracağı,
sonra Ye’cûc ve Me’cûc’un zuhur edip Taberiye Gölüne
doğru yürüyecekleri, İsa ve adamlarının kuşatılacağı, sonra İsa ve
adamlarının dağdan yere inecekleri, yerde her şeyin bollaşacağı,
nihâyet Kıyâmetin kopacağı”329 anlatılmaktadır.
Hadis rivâyetlerinde bunlar gibi daha birçok detay bilgiler verilmektedir.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendi zamanında İsa’nın inme ihtimalinden
bahsedilir: “Ben, ömrüm uzarsa Meryem oğlu İsa’ya ulaşacağımı
umuyorum. Eğer ecelim acele gelirse, sizden ona ulaşan selâmımı
söylesin.” 330
Lâfızları, birbirinden hayli değişiklikler gösteren bu hadis
rivâyetlerinin, manalarında da bir birlik yoktur. Birinde İsa zuhur
edince çok bolluk olacağı, Deccâl’ı öldüreceği belirtilirken, ötekinde
İsa ve adamlarının, Ye’cûc ve Me’cûc tarafından kuşatılacağı,
bir süre çok darlık çekecekleri söylenmektedir. İsa’nın ineceği ifade
edilen bu rivâyetlerde, iniş safhalarının birbirinden farklı anlatıldığı
görülür. Hadis rivâyetlerinde geçen İsa’nın bütün kiliseleri
yıkacağı ifadesi de 22/Hacc, 40 âyetine aykırıdır. Bu âyette Allah’ın
koruduğu ve kulları vasıtasıyla savunduğu Allah’ın adı anılan
mâbedleri İsa nasıl yıkar? Âyete göre Hz. İsa’nın bu mâbedleri koruyanların
başında olması gerekir.
Ayrıca bu rivâyetlerde müslümanların kılıçlarını düzelteceklerinden
söz edilmektedir. Bu, asırlar öncesi savaş silâhını ifade eder
324] Ebû Dâvud, Melâhim 14; İbn Mâce, Fiten 33
325] Buhârî, Mezâlim 31; İbn Mâce, Fiten 33
326] Hindî, Kenzu’l-Ummâl, 14/336
327] Müslim, Kitab 52, bab 9, hadis 34
328] Tirmizî, Fiten 62
329] Müslim, Kitab 52, bab 20, hadis 110
330] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/298-299
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 80 -
ama Deccâl’ın çıkacağı Kıyâmete yakın zamanların silâhını ifade
edemez. Herhalde modern çağlarda müslüman askerleri, silâh
olarak kılıç değil; modern silâhlar taşırlar. Ayrıca bu istikbal haberleri,
Allah’tan başka kimsenin gaybı bilemeyeceği hakkındaki
âyetlere 331 aykırıdır.
İsa’nın ineceğine inanmak, itikadî bir meseledir. İtikad, şek
üzerine kurulmaz; yakîn ve mütevâtir nass üzerine kurulur. Hz.
İsa’nın göğe çıktığına ve âhir zamanda ineceğine dair yakîn (kesin
bilgi) ifade edecek herhangi mütevâtir bir haber yoktur. Bu konudaki
rivâyetlerin hepsi âhad haberlerden ibârettir. Hz. İsa’nın
ineceği hakkında anlatılanlar, Ehl-i Beyt’ten Mehdî adındaki âdil
bir imamın geleceğine dair anlatılan rivâyetlere de çok benzerlik
gösterir. Mehdî hakkındaki rivâyetlerde de bir kesinlik yoktur. Bu
rivâyetler, mütevâtir olmadığı gibi meşhur bile değildir. Hadisçiler
katında sahihin altında bir derece olan “hasen hadis” kabul edilmiştir.
Kesinlik ifade etmeyen bu hadis rivâyetleriyle itikad kurulamaz.
Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önce hiçbir insana
ebedî yaşama verilmediği, ondan öncekilerin hepsinin öldüğü
belirtilir: “Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi
sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar? Her canlı, ölümü tadacaktır.
Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak
Bize döndürüleceksiniz.”332 Peygamberimiz’in de bir gün öleceği
vurgulanan bu âyetlere göre Hz. Hz. İsa’nın öldüğüne inanmak
gerekir. 333
Ahmet Keleş, “Hadislerin Kur’an’a Arzı” adlı kitabında Hz.
İsa’nın ref’i ve nüzûlüyle ilgili hadislerin Kur’an’a arzedilmesini
tavsiye eder ve şöyle der:
Bazı âlimler, Hz. İsa’nın nüzûlünün Kur’an’da da zikredildiği,
bir kısım âyetlerin bu konuda bilgi verdiği gerekçesiyle, sözkonusu
hadislerin Kur’an’a da uygun olduğunu iddiâ etmiştir. Bu konuda
delil kabul edilen âyetler şunlardır:
“Ehl-i kitaptan herbiri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir.
Kıyâmet gününde de o, onlara şâhit olacaktır.” 334
“Şüphesiz ki o, Kıyâmet için bir bilgidir. Sakın onda şüpheye düşmeyin
331] 7/A’râf, 188; 27 Neml, 65; 10/Yûnus, 20; 11/Hûd, 123; 6/En’âm, 50, 59
332] 21/Enbiyâ, 34-35
333] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y. c. 10, s. 216-218
334] 4/Nisâ, 159
KIYAMET
- 81 -
ve Bana uyun; çünkü bu, dosdoğru yoldur.”335 Bu âyette geçen “o”,
Hz. İsa olarak kabul edilmiş ve âyette geçen “ilm” kelimesi, kırâat
farklılığı olarak “alem” şeklinde de okunmuştur. O zaman âyetin
anlamı şöyle olur: “O (İsa), Kıyâmet için bir alâmet/işarettir.”
Bu iki âyetten hareketle Kıyâmetten önce Hz. İsa’nın geleceği
söylenmiştir. Ancak bu âyetlerdeki işaretler sarih/açık olmadığından
dolayı, onlar için bu iddianın, açık bir delil olması
sözkonusu değildir. Bazı müfessirlerin bu kanaate varmalarında
hadis rivâyetlerinin önemli ölçüde rolü olmuştur. Çünkü Elmalılı,
bu konuda yaptığı tefsirinde; “Yâ İsâ! Seni öldüreceğim ve kendime
yükselteceğim.”336 âyetini açıklarken, bu âyetteki “öldüreceğim” anlamındaki
“müteveffîke” kelimesini başka anlama te’vil etmenin
câiz olmadığını, sarih anlamıyla anlamak gerektiğini ifade etmektedir.
Ancak, hadislerdeki Hz. İsa’nın tekrar ineceğini bildiren haberlerden
dolayı bu âyeti uygun bir şekilde te’vil etmek gerektiğini
söylemektedir.337 Bu ifadeler bize, “şâyet bu rivâyetler olmamış olsaydı,
müfessirler bu âyetlere böyle mânâ vermeyeceklerdi” kanaatini
vermektedir. Âyete verilen anlamda rivâyetlerin rolü gâyet
açıkça görülmektedir. Ancak, sahâbenin Kur’an ilimleri ve tefsiri
konusunda en meşhuru, bu âyetteki kelimeye farklı anlam vermez:
İbn Abbâs (r.a.): “Ey İsa, şüphesiz ki seni vefat ettirecek olan (onlar
değil) Benim” 338 âyetindeki “müteveffîke” ibâresini “seni öldürecek
olan” diye açıklamıştır. Bu rivâyeti Buhârî, bab başlığında kaydetmiştir.
339
Bu âyetlerden sözkonusu “nüzûl/inme”nin anlaşılmayacağı
üzerinde de durulmuştur. Hz. İsa’nın öldüğünü, tekrar gelmesinin
sözkonusu olamayacağını, bu konudaki âyetlerin yanlış anlaşıldığını
ifade eden âlimler de olmuştur. 340
Zeccâc, “ölümünden önce ona mutlaka bütün ehl-i kitap
inanacaktır”341 âyetindeki “ona” ifadesindeki zamirin, hem Hz.
İsa’ya, hem de Hz. Muhammed’e (s.a.s.) râci olabileceğini, her iki
anlamının da doğru olduğunu söylemektedir. Çünkü ona göre,
bu âyetin ifade ettiği anlam şöyledir: “Her peygamberi inkâr
335] 43/Zuhruf, 61
336] 3/Âl-i İmrân, 55
337] Elmalılı, Eser Y. II/372
338] 3/Âl-i İmrân, 55
339] Buhârî, Tefsir, Sûretu’l-Mâide 13; Küt. Sitte Terc. c. 3, s. 365
340] Bk. Mahmut Şeltut, İsa’nın Ref’i; S. Ateş, Y. K. Ç. Tefsiri, II/396-410; A. Hatîb,
Mesîh fi’l-Kur’an, s. 532
341] 4/Nisâ, 159
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 82 -
edenler, ölümlerinden önce gerçeği görmek sûretiyle yanlış yolda
olduklarını anlar ve peygamberin getirdiklerinin doğruluğuna
inanırlar.”342 Yine müellif; “Bu âyetten Hz. İsa’nın gökten inip de
bütün ehl-i kitabın ona inanacağını anlamaya dil müsâit değildir.
Çünkü âhir zamanda olanlar ona inanacaklardır, diyelim; o
zamana kadar olanları ne yapacağız? Doğrusu bu âyetten böyle
bir mânâ çıkarmak doğru değildir” demektedir. 343
“O, Kıyâmet için bir bilgidir/alâmettir”344 âyetinin de, Hz. İsa’ya
delâletinin kat’i olmadığını bildirmişlerdir. Zeccâc, buradaki
alâmetin Kur’an olması da mümkündür demektedir.345 Taberî, her
iki anlamı da birçok müfessirden naklettikten sonra, kurrânın
ekseriyetinin bu kelimeyi “ılmun” şeklinde okuması nedeniyle,
Kıyâmete âit bilginin “Kur’an” olması görüşünü tercih etmiştir.
Çünkü Kur’an, Kıyâmetin bilgisini vermektedir.
Bu iki âyetin ifade ettikleri anlamlara arz ederek Hz. İsa’nın
ineceğine dair hadisleri tashih etmek, arz usûlü olarak belirtilen
prensipler muvâcehesinde mümkün değildir. Şimdi, Kur’an’da
zikredilen âyetlerin Hz. İsa’nın her ölümlü gibi öldüğüne, tekrar
dünyaya gelmesinin imkânsız olduğuna dair Kur’an metinlerini
görelim:
“Her nefis/can, ölümü tadacaktır. Sonra da Bize döneceksiniz.” 346
“Biz onları (peygamberleri), yemek yemez birer (cansız) ceset olarak
yaratmadık. Onlar (bu dünyada) ebedî de değillerdir.” 347
“Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime
yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları
Kıyâmete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz Bana olacak.
İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda hükmü
Ben vereceğim.” 348
“Allah’ın rasûlü Meryem oğlu İsa’yı öldürdük, dediler. Hâlbuki onu
ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi.
Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık/şüphe
içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri
yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilâkis Allah onu (İsa’yı) kendine
342] Zeccâc, Meâni’l-Kur’an, II/129-130
343] A.g.e., s. 130
344] 43/Zuhruf, 61
345] 43/Zuhruf, 61
346] 29/Ankebût, 57; ayrıca Bk. 3/Âl-i İmrân, 185; 21/Enbiyâ, 35
347] 21/Enbiyâ, 8
348] 3/Âl-i İmrân, 55
KIYAMET
- 83 -
yüceltmiştir. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” 349
“(İsa:)Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım
gün selâm/esenlik banadır.” 350
“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin
de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum
müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar
üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.” 351
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbir inin babası değildir. Fakat O,
Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla
bilir.” 352
Bu Kur’an âyetleri açık bir şekilde ve muhkemât olarak Hz.
İsa’nın öldüğünü bildirmektedir. Bu âyetler, mezkûr hadislerin tesirinde
kalmadan anlaşılınca bu anlam, sarih olarak anlaşılacaktır.
Bu nedenle, önceki âyetler, bu konuda vârid olan hadisler için
arz metnini oluşturmazken, bu âyetler anlamlarındaki açıklık ve
kat’ilik nedeniyle arz metnini oluşturmaktadırlar.
Âyette ifade edilen, yahûdilerin Hz. İsa’yı öldürememeleri,
asamamaları, Allah’ın da onu öldürmediğine bir delil sayılamaz.
Çünkü Allah diğer âyetlerinde onu öldürdüğünü açıklamıştır. Ayrıca,
Hz. Muhammed’in son nebî olması da onun tekrar gelmesine
engeldir. Hz. İsa’nın peygamber olarak gelmeyeceği görüşü
de kabul edilemez. Çünkü Hz. İsa’nın geleceğini kabul edenlerin
en önemli gerekçeleri, ehl-i kitabın ona inanmasıdır. Ehl-i kitap
ona ne olarak inanacaklardır? Müslümanlar “mehdîye tabi olur”
şeklinde bir yorumla problemi çözmüş görünmektedirler, ama
işaret edilen nokta, göz ardı edilmiştir. Hz. Mesih’in, ehl-i kitabı
Hz. Muhammed’e (s.a.s.) inandırmak için geleceğini kabul etmek
ise kabul edilir bir görüş olamaz. Hangi şekilde gökten inecek bir
Mesih, hıristiyan dünyayı müslüman edecektir? Onları imana zorlayacak
açık bir mûcizeyle gelmesi, herkesin zorunlu olarak ona
inanması, dinin imtihan sırrına muhâliftir, kabul edilemez. Böyle
zorunlu bir inandırma, ne Hz. Mesih’in kendi sağlığında ne de
başka peygamberin hayatında gerçekleşmemiştir. Gerçekleşmesi
de Kur’an’ın bildirdiği imtihan mantığına aykırıdır.
Şâyet böyle bir açık mûcizeyle gelmez ise, kimse ona inanmayacaktır.
Sıradan bir insan çıkıp da “ben Mesihim” dese buna kim
349] 4/Nisâ, 157-158
350] 19/Meryem, 33
351] 5/Mâide, 117
352] 33/Ahzâb, 40
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 84 -
inanır? Nitekim 1340’da Nahcivan’da doğan Fazlullah Esterâbâdî,
1819’da Hindistan’da doğan Mirza Ali Muhammed ve 1830’da
Hindistan’da doğan Ahmed Kadıyânî gibi kimseler, Mehdî ve İsa
olduklarını söylemişler ve kendilerine inananlar da olmuştur, ama
bu inanma hiçbir zaman hadislerde anlatılan gibi olmamıştır.
Hz. İsa’nın tekrar dünyaya gelmesini, hem de tekrar dünyevî
ceset giymesini, gerçekten ölmüş bile olsa gerekli görenler, Hz.
İsa’yı yere indiğinde “iman nuru” ile kendisine çok yakın olanların
tanıyabileceğini söylemişlerdir.353 Bu ifadeler de Hz. İsa’nın
inmesi konusunda zikredilen rivâyetler ile delil sayılan âyetlerin,
reel olarak anlaşılabilmesinin ve tahakkukunun imkânsız olduğu
kanaatini vermektedir. Çünkü birkaç kişinin tanıyacağı bir Mesîh,
hadislerde anlatılan misyonu üstlenemez. Ayrıca bu şekilde “kurtarıcı”
beklentilerinin, müslüman irâdeyi ve İslâmî aktiveteyi nasıl
etkileyip körleştirdiği, herbiri bir Mesîh ve Mehdî görevi üstlenmesi
gereken mü’minlerin, bu kutsal tebliğ görevinden kendilerini,
haber verilen bu “muntazar/beklenen” şahıslar yüzünden devre
dışı tutmakta ve bu dini, bütün insanlığa ve ehl-i kitaba tebliğ
etmek görevini üstlenip de yerine getireceklerine, gökten inecek
Hz. İsa ile Hz. Mehdî’ye bırakmakla yetinmektedirler. Sözkonusu
hadislerin müslüman dünya için oluşturduğu bu fâsit telakkî bile
bu rivâyetleri reddetmek için yeterli bir neden sayılmalıdır.
Bu konuda zikredilen hadislerin İsrâiliyat kaynaklı olmasını
ve İslâmî literatüre de hıristiyan öğretisinden geçmiş olacağını da
vurgulamak gerekir. Bu konuda Pavlos’un II. Mektubunun II. babında
ve Müşâhedât’ın 19. babında Hz. İsa’nın Deccâlı öldüreceği
yazılıdır. 354
Bazı araştırmacılara göre Şiî müslümanların Muntazar İmam
Mehdî, sünnî müslümanların çoğunluğunun da Mehdî inancı, hıristiyanların,
halen yaşadığına inandığı ve bir gün yeryüzüne inip
kurtarıcı krallık yapacağını beklediği Hz. İsa inancından kaynaklanmaktadır.
Çünkü ölmediği, maddî bedeniyle göğe çıktığı, binlerce,
belki milyonlarca yıl bedeniyle göklerde kaldıktan sonra
yeryüzüne ineceği sanılan İsa ile Muntazar imam aynıdır. Yalnız
isim değişmiş; İsa yerine imam veya Mehdi denmiş, bazen de ikisi
aynı şahıs kabul edilmiştir. 355
Hz. Mesîh’in tekrar dünyaya geleceğini bildiren rivâyetler,
353] Bk. Said Nursi, Mektûbât
354] Geniş bilgi için bk. Zeki Sarıtoprak, İslâm’a ve Diğer Dinlere Göre Deccâl,
Nesil Y. s. 25-48
355] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y. c. 10, s. 222
KIYAMET
- 85 -
Kur’an’ın bu konudaki açık nasslarıyla çeliştiğinden, tekrar dünyaya
gelmesinin İslâm’ın getirdiği mesaj ve tebliğ ile uyumunun bulunmamasından
dolayı kabul edilmesi zordur. Ancak, Hz. Mesih’le
ve mehdiyle ilgili hadisler birer sembol kabul edilerek zâhirî anlamlarıyla
değerlendirilmeyip “bunlar müteşâbih hadislerdir, bunlarla
kast edilen başka anlamlar vardır” denilir ve ne itikadî ve ne
de amelî bir bağlayıcılığı olmamak ve herhangi bir mükellefiyet
de getirmemek kaydıyla kabulünde ve zikrinde mahzur olmayabilir.
356 Bu müteşâbih olanlardan ilimde rüsûh sahibi olanlar, kendileri
için bir mesaj alıyorlarsa, bu öznel anlamaya bir şey denilemez.
Fakat genel olarak âhir zaman telakkîsi ve dine hizmet, bu
rivâyetler üzerine binâ edilemez. 357
Hz. İsa’nın eceliyle ölmüş olduğunu Kur’an’ın açık naslarına
rağmen kabul etmek istemeyenler, iki bin yaşını çoktan geçmiş
olarak, (hıristiyanların inancının bir benzeri şekilde, göğe kaldırılıp
orada) yaşadığını ve dünyaya geleceğini değerlendirirken,
hadis rivâyetlerinin dışında, delil olarak sadece şu âyeti gösterirler:
“Bilakis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine yükseltmiştir (rafeahû).”358 Bu
âyette kullanılan “rafea (kaldırdı, yükseltti)” kelimesi, aynı şekilde
meselâ, İdris (a.s.) için de kullanılmıştır: “Kitapta İdris’i de an. Hakikaten
o, pek doğru bir insan, bir peygamberdi. Onu üstün bir makama
yükselttik (rafa’nâhu).”359; “Allah onu kendisine yükseltmiştir” ifadesini
tek başına ele alıp “Hz. İsa ölmedi, o halen yaşıyor” diyebiliyorsak,
aynı ifadeden hareketle Hz. İdris de ölmemiştir, halen yaşamaktadır,
Allah onu da göğe yükseltmiştir” dememiz gerekmektedir. Hz.
İdris için, yükseltme, “Allah indindeki makamı yükseltildi; manevî
derece olarak Allah katında mertebesi yükseltildi” denilirken aynı
kelime kullanıldığı halde, Hz. İsa için niye mecazî anlam olarak,
“Allah katında manevî makamı yükseltildi” anlamı verilmez ve
bu çelişki nasıl izah edilir? Bu çelişkiden daha büyük yanlış, -hâşâ-
Allah’a mekân isnad etmektir. Âyette “Allah onu kendi nezdine yükseltmiştir”
ifadesinden “göğe yükseltilme” anlamı nasıl çıkacaktır?
Allah, hâşâ gökte midir ki, kendine yükseltmesi, göğe kaldırma
olarak değerlendirilebilsin?!
Eski Ezher şeyhi Mahmut Şeltut, bu âyetle ilgili olarak şunları
söyler: “Bilakis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine yükseltmiştir (rafeahû).”360
356] Âhir zamanda zuhur edecek bu tür haberlerin sembol olduğu görüşü
için bk. Said Nursî, Lem’alar, s. 112; Şualar, 5. Şua, s. 459-471; Reşid Rızâ,
Tefsîru’l-Menâr, III/317-318
357] Ahmet Keleş, Hadislerin Kur’an’a Arzı, İnsan Y. s. 220-223
358] 4/Nisâ, 158
359] 19/Meryem, 56-57
360] 4/Nisâ, 158
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 86 -
Bu âyet, Hz. İsa’yı kesin olarak öldürmediklerini anlatan ifadeden
sonra gelmiştir. Ref’ (yükseltme)den maksat, İsa’yı (a.s.) düşürmeyi
amaçladıkları şeye engel olmak sûretiyle İsa’nın derecesinin ve
konumunun yükseltilmesidir. Böylece mana şu şekilde olmaktadır:
“Allah İsa’yı onlardan korumuştur. Onlar onu öldürmeyi gerçekleştirememişlerdir.
Hatta Allah onların tuzaklarını boşa çıkarmış ve
onu kurtarmıştır. Ve onu eceliyle vefat ettirmiş; böylece de onun
derecesini yükseltmiştir. Böylece âyet, Allah Teâlâ’nın şu sözüyle
tamamen uyuşmaktadır: “Seni vefat ettirecek, seni Bana yükseltecek
(ref’) ve seni küfreden kimselerden tertemiz kılacağım.”361 Bu âyet, onların
İsa’nın cismiyle, diri olarak ref’i konusundaki tezlerini çürütmektedir.
İmam Fahreddin Râzi, tefsirinde şöyle demektedir:
“Seni tertemiz kılacağım. Yani seni onların arasından çıkaracak,
seninle onların arasını ayıracağım. Kendisine ref’ (yükseltme) lafzıyla
şânının büyüklüğü anlatıldığı gibi, tertemiz kılma (tathir) lafzıyla
da arındırma manası bildirilmiştir.
Tüm bunlar, onun şânının ve derecesinin yükseltilmesindeki
mübâlağaya işaret etmektedir. Alla Teâlâ’nın şu sözünün anlamı
hakkında da şöyle demektedir: “Sana tabi olanları küfreden kimselerin
üstünde kılacağım.”362 Buradaki “üstünde”likten kast edilen hüccet
ve burhan ile olmasıdır. Bil ki, âyet-i kerimedeki ref’ine delâlet
eden “seni Bana yükselteceğim”, derecenin ve şânın yükseltilmesidir.
Yoksa yön ve mekânla ilgili değildir. “Üstünde” kılmada olduğu
gibi mekânla ilgili bir durum değil; tamamen derece ve şânın yükseltilmesi
ve yüceltilmesidir.” 363
“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin
de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum
müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar
üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.”364
Bu âyet, dolaylı yoldan başka bir tevhid gerçeğine dikkat çekmektedir:
Peygamberlerin, ölümlerinden sonra artık dünya üzerinde
tasarruf imkânlarının kalmadığı. Böyle bir tasarruf sözkonusu
olduğunda akla gelecek ilk isimlerden biri olan peygamber Hz.
İsa’ya: “İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü/
tanık idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici
yalnız Sen oldun” diye söyletilmesi gösteriyor ki, hiçbir insan,
ne kadar büyük olursa olsun, ölümünden sonra, dünya üzerinde
361] 3/Âl-i İmrân, 55
362] 3/Âl-i İmrân, 55
363] Mahmut Şeltut, Hz. İsa’nın Ref’i Hakkında, Haksöz Dergisi, sayı 20, Kasım
92
364] 5/Mâide, 117
KIYAMET
- 87 -
tasarruf sürdüremez. Böyle bir şey, beşer olmakla çelişir. Ve tüm
peygamberler de beşerdir. Buradan hareketle tasavvuf bünyesine
sokulan “ölüm sonrası evliyâ tasarrufları” anlayışının Kur’an dışı
olduğunu rahatlıkla fark ederiz. Bu tevhid dışı anlayış, asırlarca
kabirleri, ölüleri, ölülerin eşyasını tanrılaştırma illetinin kucağına
itmiş, vahyin rahmetiyle aramıza engeller koymuştur.
Hz. İsa’nın ineceğine ve İslâm şeriatıyla amel edeceğine dair hadis
rivâyetleri şöyle te’vil edilebilir: Bir peygamberin dini yaşadıkça
kendisi mânen yaşamaktadır. İsa’nın (a.s.) fikriyâtını yahûdiler öldürememişlerdir.
Bilâkis onun tebliğleri yayılmış, yahûdiliğe egemen
olmuştur. Onun rûhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen
olmasa bile mânen Hz. Muhammed’in (s.a.s.) fikriyâtını benimseyecek,
onları uygulayacaktır. Bunlar, görünürde hıristiyan olsalar
bile uygulamada İslâm’ın özüne mensup olacaklar veya bunlar,
tamamen hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a döneceklerdir. Nitekim, 21.
asrın başlarında Avrupa ve Amerika’da İslâm’ın sesi soluğu duyulmaya
başlamıştır, Afrika ve Amerika’da İslâm süratle yayılmaktadır.
İslâm, olduğu gibi anlatıldığı takdirde dünyanın her yerinde
hak dinin hâkim duruma geçeceği şüphesizdir. Bu gün değilse yarın;
işte bu, Hz. İsa’nın rûhunun dirilmesi, onun mesajının hâkim
olması, onun Muhammed ümmetine tabi olması (hizmet etmesi),
haçın kırılıp domuzun öldürülmesi demektir. İslâm, Kıyâmete
kadar bâkî olacak hak dindir. Onun güçlenmesine yardım eden,
bu uğurda canını fedâ etmeğe hazır olan her müslüman, İsa’dır,
Mehdîdir, imamdır. İslâm düşmanları ve onların hakkı bâtıl, bâtılı
da hak gösteren araçları (özellikle televizyonun bu amaçla kullanılışı)
da Deccâl ve onun silâhlarıdır.
Kur’ân-ı Kerîm, Hz. İsa’yı bir peygamber olarak tanıtır. Onun
peygamberliği, daha doğumunun ilk gününde ilân edilmişti: “Çocuk
şöyle dedi: ‘Ben Allah’ın kuluyum. O, bana Kitab’ı verdi ve
beni peygamber yaptı.”365 Hz. Muhammed (s.a.s.) ise, peygamberlerin
sonuncusudur: “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbir
inin babası değildir. Fakat O, Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin
sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.”366 Hz. İsa’nın Hz.
Muhammed’den (s.a.s.) sonra dünyaya gelmesi, bu âyetler ışığında
değerlendirilince mümkün değildir. Gelmiş olsa, son peygamber
Hz. Muhammed değil; Hz. İsa olur.
İkinci gelişinde Hz. İsa’nın peygamber olmayacağını iddia
etmek, İsa’nın peygamberliği ile ilgili âyetleri inkâr anlamına
365] 19/Meryem, 30
366] 33/Ahzâb, 40
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 88 -
gelebilir. Hz. İsa geldiğinde Kur’an âyetlerini inkâr etmeyeceğine
göre kendisinin peygamber olduğunu bildiren âyetlere de inanacaktır.
Bu durumda Hz. Muhammed’in (s.a.s.) son peygamber
oluşunu inkâr etmiş duruma düşmeyecek midir? Hz. İsa, Kur’an’ın
tanıttığı şekliyle bir peygamberdir. Peygamberliği olmayan bir
İsa’nın diğer insanlardan farkı, etkisi, inandırıcılığı ve gücü ne olabilir?
Yine Hz. İsa’nın nüzûlü ile bazı haramları helâl edeceğine
dair hadis rivâyetleri, İslâm dininin tamamlandığını bildiren “... Bugün
size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için
din olarak İslâm’ı beğendim.”367 âyetiyle çelişir.
Kendisinin İsa olduğunu iddia eden nice insanlar çıkmış, çıkmakta
ve çıkacaktır. Gerçek İsa’yı (a.s.) insanlar nasıl tanıyacaktır;
daha önce gösterdiği gibi mûcizeleri de, peygamber olarak gelmeyeceği
için gösteremeyecektir. Yok, peygamber olarak gelirse,
(ki Mezarcı o iddiadadır.) o zaman da Kur’an’ın Hz. Muhammed
(s.a.s.) için, “peygamberlerin sonuncusu” 368 olduğunu bildiren
âyeti ve buna dayanan İslâm itikadı inkâr edilmiş olacaktır. Ayrıca
dinin tamamlandığını bildiren âyet369 reddedilmiş olacaktır. Bu
da kendisinin Mehdi olduğunu iddia edenler gibi istismar konusu
olacak, sahte Mesihlerin insanları kandırma yolu ardına kadar
açılmış olacaktır. Bilindiği üzere, Papa suikastçısı M. Ali Ağca bile
tarihin çöplüğünde yer almış yüzlerce sahtekâr kişi gibi, kendisinin
Mehdi ve İsa olduğunu iddia edebilmektedir. Şimdi de eski
bir müftü ve milletvekili olan Hasan Mezarcı, kendisinin Hz. İsa
olduğunu ve gökten indiğini iddia etmeye başladı. Hz. Peygamberimiz
zamanında minare olmadığı halde, Hz. İsa’nın Şam’daki beyaz
minareye ineceği iddia edilebilmektedir. Hatta Adıyaman’daki
meşhur şeyhin bulunduğu câminin minaresi bembeyaz renge
boyanmış, Hz. İsa’nın oraya ineceği iddia edilerek, köye “inilecek
yer” anlamına gelen “Menzil” adı verilmiştir. Örnekleri çoğaltmak
mümkün. Bunlar, ne ilk ve ne de sondur. Bunun gibi nice beklentiler,
oyalanmalar, kurtarıcı bekleyip sorumluluktan kaçmalar ve
istismarlar sözkonusu olduğu gibi bu gidişle çok daha olacaktır.
Mehdî Olayına da kısaca değinirsek; Mehdi’nin günün birinde
geleceğiyle ilgili hadis kitaplarında âhad (tek râvi kanalıyla gelen)
hadisler bulunmaktadır ama bunların içerisinde birbiriyle çelişen
haberler vardır. Buhârî ve Müslim’in kitaplarında ise mehdi kelimesi
geçen bir hadis yoktur. Kur’an’da mehdi’yi gösteren en ufak
bir işarete de rastlamak mümkün değildir.
367] 5/Mâide, 3
368] 33/Ahzâb, 40
369] 5/Mâide, 3
KIYAMET
- 89 -
İlk dönem itikat kitaplarında mehdi konusu yer almamıştır.
Ancak daha sonra yazılan Akaid kitaplarında mehdiden bahsedilmektedir.
Mehdiden bahseden hadisler mütevâtir olmadığı için,
bu konu iman konuları içerisinde yer almaması gerekir. Ancak,
İslâm tarihinde mehdi iddiasıyla birçok insan çıktı, insanlar bazılarına
mehdi diye uydular ve birçoğu da bir mehdi beklentisi içerisinde
oldular.
Anlaşıldığı kadarıyla mehdi inancı siyasî olayların müslümanları
fırkalara ayırmasından sonra daha çok gündeme gelmeye
başlamıştır. Âhad ve zayıf haberlerin dışında sağlam dayanağı bulunmamaktadır.
İslâm tarihinde birçok mehdi çıkmıştır. Çevresine
adam toplayıp saltanat sürmek isteyen niceleri veya zâlim yöneticilerle
mücadele etmek isteyen iyi niyetli önderlerin bir kısmı bu
mehdi beklentisinden yararlanmıştır.
Tarih boyunca nice sahtekârlar, çıkar sağlamak ve halkın üzerinde
etkili olabilmek için mehdilik inancını istismar etmişlerdir.
Günümüzde bile bazı açıkgözler zaman zaman bu beklentiden
yararlanmayı deniyorlar. İşin garibi bu gibi konuların istismarcısı
bulanabileceği bilinmesine rağmen ‘mehdiyim’ diye ortaya çıkanlar
çevrelerine adam toplamayı hâlâ başarabiliyorlar.
Mehdi ve Hz. İsa’nın gökten inme beklentisi, birçok müslümanı
ümitsizliğe ve görevini yapmamaya sevk etmiştir. Öyle ya, nasıl
olsa mehdi gelecek ve dünyayı düzeltecek, zulümleri önleyecek,
insanlara hidâyet dağıtacak… Bu hayal nicelerini boş beklentilere
sevk etmiştir. Niceleri bu umut sebebiyle yapması gereken en basit
görevleri bile savsaklamış, kendisine zulmedenlerle mücadele
etmeyi terk etmiş, zâlimlere karşı çıkma görevini gelecek mehdiye
bırakmıştır.
Allah (c.c.) dilediği araç ve insanla dinini destekler. O dininin
yaşanabilmesinin araçlarını dilediği gibi yaratır. Hidâyet O’nun
elindedir, dilediğine verir. O’nun gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm
Kıyâmete kadar değişmeden kalacaktır. O Kur’an ki en büyük
hidâyet aracıdır. İnsanlara düşen, Kur’an’ı anlamak ve O’na uymaktır.
Hayalleri (ümniyye’yi) bir tarafa bırakıp yapması gerekeni
gücü yettiği kadar yerine getirmektir. Mehdi beklentisi, müslümanların
ne imanlarını artırır ne de sâlih amellerini. Müslümanlar
işlerini ve çalışmalarını, gelmesi muhtemel mehdilere göre ayarlamazlar.
Onlar, inandıklarını hayatlarında uygulamaya çalışırlar.
Sonuç Allah’a aittir.
Şimdiye kadar çıktığı iddia edilen ve hâlâ çıkmaya devam eden
bu mehdilerden acaba hangisi gerçek mehdidir? Kaynaklarda bir
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 90 -
sayı ve zaman verilmediğine göre hepsini de mehdi olarak kabul
edecek miyiz? Bundan sonra ortaya çıkan mehdi adaylarına karşı
nasıl bir tavır takınacağız? İşin garibi tarihten beri ortalıkta bu
kadar mehdi adayı ve mehdi taslağı olmasına rağmen müslümanların
durumlarında pek bir değişiklik görünmemektedir. Ne mehdinin
mesajını anlayıp kendini düzeltenler var; ne de zâlimlerin
zulmünün son bulması. Bu mehdi adaylarının bir mârifetleri varsa,
müslümanların saf inançlarını maddeye çevirme işlerinden vazgeçsinler
de biraz da asıl işlerine(!) dönsünler. İslâm ümmetinin
dertlerine bir çözüm bulsunlar, İslâm ülkelerindeki tağutların
hâkimiyetlerine ve zulümlerine dur desinler.
Kur’an, müslümanlara mehdi beklemeyi değil; hakiki anlamda
iman etmeyi ve imanın gereğini yapmayı tavsiye ediyor. Bunu
yapmayanlar ise zarar edeceklerdir.370 Eğer mehdiyi hidâyete götüren,
hidâyet veren şeklinde anlarsak; Kur’an en büyük mehdîdir
(hâdî-hidâyete erdiricidir). İnsanlar bu mehdiye uyarlarsa doğru
yolu bulurlar ve kurtuluşa ererler. Kur’an’ın kendisi de insanları
sürekli bu kurtuluşa dâvet etmektedir. 371
Hz. İsa, ruha önem verilmeyen bir topluma rûhî özellikleri yeniden
ihyâ etme yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi: Ölüleri diriltme,
hastaları iyileştirme, körlerin gözlerini açma, dilsizi konuşturma
gibi. İşte günümüz toplumunda da bu rûhî özellikleri ihyâ eden
İsa nefesli insanlara ihtiyaç var. Böylece yahûdilerin katı kapitalist
etkileriyle ruhları, rûhî özellikleri bombardıman edilen insanların
ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin, ruh maddenin önüne çıksın,
böylece tatmin olsun. Hasta kalpler ve ruh hastalıkları iyileşsin.
Hakkı göremeyen gözler açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan
insanlar eşyaya Allah’ın nuruyla bakabilsin. Sadece görünenleri
değil; perdenin arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli dilleri
açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa’nın
gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa’nın nefesine, Hz.
Mûsâ’nın asasına, Hz. Muhammed’in Haktan getirdiği mesaja
mirasçı sensin. Kurtuluş istiyorsan kurtarıcı beklemekten vazgeç;
vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli
müslüman! 372
İsa veya Mehdi bekleyerek kendi üzerine farz olan görevleri,
kurtarıcılara havâle edip ertelemek, Allah erine yakışmaz. Biz,
İslâm’ı yaşayıp çevremize hâkim kılmaya çalışalım. Gerisi bizi fazla
370] Bk. Asr Sûresi
371] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 390-392
372] Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, Denge Y. s. 5
KIYAMET
- 91 -
ilgilendirmemelidir. Allah da zaten bizi bazılarını beklemeye çağırmıyor.
Her şuurlu müslümanın hidâyete götüren, hidâyet veren
anlamında en büyük mehdî olan Kur’an’a uyması kurtuluş için yeterlidir.
Her tebliğcinin de, mânen ölmüş canlı cenaze durumundakilere
İsa nefesiyle hayat vermeye gayret etmesi gerekmektedir.
Kurtarıcı beklemeyi bırakıp kendimiz kurtarıcı olmaya çalışmalı,
böylelikle hiç değilse kendimizi kurtarmanın yolunu bulmalıyız.
O zaman Deccallar da bize zarar veremeyecektir: “Ey iman edenler!
Siz kendinize bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olduğunuz müddetçe
dalâlette olanlar (sapıklar) size zarar veremez.” 373
Siz de mi Hâlâ Kıyâmetin
Kopmadığını Sanıyorsunuz?
Nedir Kıyâmet? Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, kıyâm etmek,
doğrulmak ve dirilmek anlamında olan Kıyâmet; İslâmî literatürde,
evrenin düzeninin bozulması, her şeyin altüst olarak yok olması
ile ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması olayına
verilen addır. Kıyâmet, cisimlerin ister kendi parçaları arasında,
ister diğer cisimler arasında var olan uyumun, nizam ve birliğin
kalkmasıdır. Bir kaostur, yıkımdır Kıyâmet. Mânevî yönü ihmal
edilip tek kanatlı kuş gibi, tek yönlü maddî ihtiyaçlarının hizmetinde
bir insan, Kıyâmeti yaşıyor demektir. İnsanın Kıyâmeti, inancın
Kıyâmeti, hakikatin Kıyâmeti... Hem namazda kıyâmı, hem de
namaz gibi görev olan küfre ve şirke karşı kıyâmı gerektiği gibi
yerine getirmeyenlerin âkıbetidir Kıyâmet. “Kıyâm et” emrini uygulamayanların
dünyevî cezâsıdır “Kıyâmet”.
Hadis rivâyeti olarak değerlendirildiği halde, hadis olmadığını
tesbit ettiğimiz, ama anlamına katılarak bu konuya uygun yorumladığımız
bir söz vardır: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklar.”
Sanal bir hayatta, yaşadığını sananların rüyalarıdır bugünün dünyası.
İnsan, içinde yaşadığı çevreyi katletti, mahvetti; kendisi de o
çevrenin, o doğanın bir parçası olduğunu düşünmedi; kendisi de
mahvoldu. İçinde yaşadığı toplumu ve kendini (fıtratını, mânevî
hayatı) insanın kendi eliyle imhâ etmesi Kıyâmet değil de nedir?
Kur’an’ın Kıyâmetin dehşetinden sık sık bahsetmesinin temel
hikmeti, yaşadığımız hayatı sorgulamak, Allah’ın var ettiği dünya
ve içindekilerin âniden elimizden çıkabileceğini, her nimetin bir
sonu olduğunu, ölümün yakın olduğunu hatırlayıp Allah’a karşı
sorumluluklarımızı kuşanmaktır.
Kur’an’a göre, Kıyâmetin ne zaman kopacağını, Allah’tan
373] 5/Mâide, 105; Ahmed Kalkan, Haksöz, Sayı 118, Ocak 2001
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 92 -
başka hiç kimse bilemez. Bu bilemeyenlere Peygamberimiz de
dâhildir. Kıyâmet, ansızın kopacaktır. “Sana Kıyâmetten sorarlar:
‘Gelip çatması ne zamandır?’ derler. Onu zikretmek, ne zaman geleceğini
bilmek nerede, sen nerede?”374; “Sana Kıyâmet sâatinden, onun ne
zaman gelip çatacağından soruyorlar. De ki: ‘Onun ilmi ancak Rabbimin
katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere
de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir.’ Sanki sen onu biliyormuşsun
gibi sana soruyorlar. De ki: ‘Onun bilgisi ancak Allah’ın katındadır’ ama
insanların çoğu (bunu) bilmezler.” 375
Kıyâmetin alâmetleri, değişik biçimde ortaya çıkmıştır, ama
farkında olmadan Kıyâmeti yaşayan kimsenin bunları anlaması
kolay olmayacaktır. Kıyâmetin hâlâ alâmetlerini bekleyenler,
onun ansızın kopacağını bilmeyenler veya bilmek istemeyenlerdir.
Kur’an’ı okuyanlar bilirler ki, onun alâmetleri çoktan gelmiştir.
“Onlar, Kıyâmet zamanının ansızın gelip çatmasından başka bir şey
mi bekliyorlar? Şüphesiz onun alâmetleri gelmiştir/belirmiştir. Kendilerine
gelip çatınca ibret almaları neye yarar?”376 Ansızın kopacak Kıyâmetin
Kur’an’da belirtilen tek alâmeti olarak değerlendirilen ayın yarılması
da gerçekleşmiştir. Kur’an, Kıyâmetin yaklaştığını ve alâmet
olarak ayın yarıldığını çok net biçimde ve mâzî sîgasıyla açıklar:
“Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı.”377 Kıyâmetin kopmasına bir göz açıp
kapama kadar bir zaman kalmıştır, hatta belki bundan daha da
yakındır: “Göklerin ve yerin gaybı Allah’a âittir. (Kıyâmet) sâatinin durumu
ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan başkası değildir.”
378
Bütün bu Kur’ânî hakikatlere rağmen, Hz. Peygamber
(s.a.s.)’den Kıyâmetin alâmetleri hakkında çok sayıda rivâyet, hadis
kitaplarını doldurmuştur. Bunların tümünü, sahih olmadıkları
iddiâsıyla reddetmek doğru olmasa gerektir. Ama bu hadislerin
Kur’an’a arzedilmesi gerekir. Kur’an’ın bazı âyetlerinin müteşâbih
olduğunu biliyoruz.379 Müteşâbih, anlam yönüyle birbirine benzeyen,
mânâsı kapalı, birçok anlama gelebilen, yorumunda güçlük
çekilen demektir. Âlimlerin çoğu, Kur’an’da bahsedilen Kıyâmet
ve ahvâlini müteşâbih olarak değerlendirirler. Kıyâmet alâmetleri
olarak hadis rivâyetlerinde belirtilen hususlar da müteşâbihtir.
Müteşâbihlerin tek bir tefsiri olmaz, farklı te’villeri/yorumları
374] 79/Nâziât, 42-43
375] 7/A'râf, 187
376] 47/Muhammed, 18
377] 54/Kamer, 1
378] 16/Nahl, 77
379] 3/Âl-i İmrân, 7
KIYAMET
- 93 -
olabilir, esas anlamını da ancak Allah bilir. 380
Hadis rivâyetlerinin zâhirine takılıp kalan ve Kur’an’ın Kıyâmet
konusundaki mesajını göz ardı eden Osmanlı’nın son devir mollaları,
olanca zulüm ve tuğyânı, sadece “Kıyâmet alâmeti” olarak
değerlendirmiş, son alâmetlerden olduğu yaklaşımıyla “başımıza
taş yağması yakındır” diyerek eli-kolu (ve dili) bağlı gibi
beklemeye başlamıştır. Hâlbuki Kıyâmetin çok yakın olduğunu
ve alâmetlerinin geldiğini zâten Kur’an çok önceden belirtmişti.
Küçük-büyük alâmetlerin ortaya çıkıp çıkmadığını tartışmak yerine,
Kıyâmet kopmadan, -ki bugün bile kopabilir, kopmayacağını
hiçbir Kur’an talebesi/bağlısı iddiâ edemez- Kur’an’ın yüklediği
bireysel ve toplumsal görevimizi yerine getirmek gerekir. Hadis
rivâyetlerinde Kıyâmet alâmetleri olarak belirtilen müteşâbihlere
dalıp onları zâhirlerine göre değerlendirerek, büyük alâmetlerinin
çıkmadığı anlayışıyla Kıyâmeti çok uzaklara ertelemek, “kalplerinde
eğriliğin bulunması” ve “fitne çıkarma” 381 riski ile karşı karşıya
gelmek demektir.
Kimilerinin hadis zannettiği meşhur bir söz vardır: “İzâ mâte’linsânu
fekad kamet Kıyâmetuhû; İnsan öldüğü zaman, onun
Kıyâmeti kopmuştur.” Diğer insanların Kıyâmeti artık onu ilgilendirmeyecektir.
Ölüm de her an gelebileceğine göre, Kıyâmetin
zâhirî alâmetlerinin tümünün çıkmadığını sanıp Kıyâmetin daha
kopmayacağını düşünmek, şeytanın vesvesesine kapılmaktır.
Zâten ölüm, küçük bir Kıyâmet olduğu gibi, uyku da küçük bir
ölümdür: Kur’an’da uyku, ölümle eş anlamlı gibi kullanılır. Bir
âyet-i kerimede, “Allah ölümleri ânında nefisleri vefat ettirir; ölmeyenleri
de uykularında; üzerlerine ölüm hükmünü verdiğini tutar ve diğerini
belli bir ecele kadar salar. Düşünen bir kavim için bunda âyetler vardır.”382
buyrulmaktadır. Demek ki ölümle uyku bir bakıma aynıdır; çünkü
uykuda, nefis/rûh, bedenden kısmen ayrılır; en azından, şuur
olarak bedenin farkında değildir. Ölümde ise bu kopuş, bütün
bütündür. Bu yüzden, “uyku, ölümün yarısıdır.” Ölüm de, insan
rûhu için yeryüzündeki sürenin dolması ve rûhun bedenden sıyrılmasıdır.
Hayatın aslı, rûhun hayatıdır; mânevî hayattır. Bitkisel ve hayvansal
hayat, dünya hayatıdır; ama bu hayat içinde rûhun/gönlün
hayatı da yaşanabilir. Bu ise, kalbi günahlardan uzak tutma, tefekkür
ve ibâdetlerle mümkün olur. Rûhî/mânevî hayattan uzak
380] 3/Âl-i İmrân, 7
381] 3/Âl-i İmrân, 7
382] 39/Zümer, 42
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 94 -
olup yalnızca dünya hayatını yaşayanlar aslında birer ölüdürler.
Eşyanın dış yüzüne ve hayatın zâhirine takılıp kaldıkları için, olayların
ve eşyanın gerisindeki hakikati göremedikleri için, kâinatta
her bir şeyde açık seçik olan İlâhî tecellîleri göremedikleri, İlâhî
mesajı alamadıkları için ölüdürler. Peygamberler, bunlara diriltici
nefeslerle gelirler. Bu yüzden, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler!
(Rasûlullah,) sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a
ve Rasûlü’nün çağrısına koşun...” 383 buyrulur. Âyette, iman edenlere
seslenilmesi, imanın bir hayat emâresi olmakla birlikte, asıl hayatın
“rûhun ve kalbin hayat derecesi” olduğunu, buna ulaşmanın
ise iman içre iman gerektirdiğini hatırlatmak için olsa gerektir.
Hayat, asıl itibarıyla kalbin hayatıdır, rûhun hayatı olduğu
gibi; insanın asıl ölümü ve dirimi dünyadadır. Ölüm, hiçbir zaman,
anladığımız şekilde “ölmek” değil; gerçekte “dirilme”dir, hayat
bulmadır. Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan
sonra, insanın gerçeği en çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir?
Ölmek, geçici ve gölge bir hayat olan dünyadan göçmekten
ibârettir. Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha bir diriliğe
kavuşur ve “sıla”sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların
sevincini yaşar, özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise,
ölmekle acı bir dirilmeği tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu
görmektedirler. Bu gerçek hayatta artık yeni bir değişme, yani
ölüp yeniden dirilme gibi şeyler sözkonusu değildir. Dünyada ölü
kaldıktan sonra ölümle dirilme, azâba, ateşe dirilmedir; dünyada
diri olanlar ise, daha bir diriliğe, daha güzel, sürekli, kalıcı bir canlılığa
adım atarlar. Kur’an bunu, “Muhakkak ki âhiret yurdu, gerçekten
baştanbaşa hayattır, eğer bilselerdi.”384 şeklinde ifade etmektedir.
Peygamberlerin getirdiği hayat verici nefeslerle dirilemeyenler,
Kur’an’ın deyişiyle, ölüdürler, kabirdedirler (Kıyâmetleri çoktan
kopmuştur onların). Kur’an’da: “Sen ölülere duyuramazsın!”385;
“Sen kabirdekilere duyuracak değilsin!”386 buyrulur. Böylelerinin ruhları
silinmiş, kalpleri kararmış, dolayısıyla kalplerinin duyma (sem’a)
ve görme (basar) güçleri yok olmuştur. Peygamber’in (s.a.s.) çağrılarını
duymadıkları gibi, çevrelerinde mutlak gerçeğin işaretleri ve
görüntüleri olarak cilvelenen sayısız âyetleri de görmezler; olanlardan
ders almazlar, dünya hayatına nasıl gelinip bu hayattan
nasıl göçüldüğüne dikkat etmezler; yeryüzünde gezip öncekilerin
bıraktıkları konusunda düşünmezler, kâinatın muhteşem âhenk
383] 8/Enfâl, 24
384] 29/Ankebût, 94
385] 30/Rûm, 52
386] 35/Fâtır, 20
KIYAMET
- 95 -
ve düzeni onlar için hiçbir şey ifade etmez. Böylesi diriltici unsurlar
karşısında kaskatı ölü kesilenler için son dirilme çaresi, artık
ölümdür. 387
Hayat; iman, hicret, cihad ve şehâdettir. Kâfirler gibi canlı
cenâze olmak, hayat süren leş konumunda bulunmak değildir.
Esas hayat, rûhun hayatıdır, imanın can kafesinde ölü gibi kalması
değil, sahibini ve toplumu diriltmesidir. Hayat, Allah’ın ve
Rasûlünün bizi çağırdığı esaslara uymaktır. Bugün yaşananlar, bu
ölçüler içinde hayat sürmek değil; ölü olduğunu bile hissetmeyecek
kaosu, Kıyâmeti yaşamaktır. Maddî hayat yönüyle ölenler, öldüklerinin,
yani kendi Kıyâmetlerinin koptuğunun farkındadırlar.
Ama mânen ölmüş, kendi Kıyâmeti kopmuş kimseler, öyle dehşetli
bir Kıyâmet içindedirler ki, kendilerini canlı sanmaktalar. Toplumun
mânevî Kıyâmeti, o toplumdaki bireyleri de kuşatır: “Bir de
öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle
kalmaz (umuma sirâyet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azâbı
şiddetlidir.” 388
İnsan, bazı ölüleri yaşıyor zanneder, bazı yaşayanları ölü zannettiği
gibi. “Allah yolunda öldürülenlere (şehitlere) ‘ölüler’ demeyin.
Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz onu hissedemez, anlayamazsınız..”389 “Bil
ki sen, ölülere işittiremezsin, arkasını dönüp kaçmakta olana, sağırlara da
dâveti duyuramazsın.” 390
Hadis külliyâtları, Kıyâmet’ten önce ortaya çıkacak
alâmetlerden söz eden çok sayıda hadis rivâyeti ihtivâ eder. Âhir
zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi donemde dinî duygu,
düşünce ve davranışların zayıflaması, İslâmî kurallara gereken
önemin verilmemesi, ibâdetlerin terk edilmesi, ahlâksızlığın çoğalması
biçiminde kendini gösteren Kıyâmet alâmetlerinin tümünün
ortada olduğunu, çoktan insanı kasıp kavurduğunu görüyoruz.
Hadis rivâyetlerinde Kıyâmet alâmetleri olarak sayılan, yukarıdaki
ifadelerin dışında şunları görüyoruz: İnsanların bina yapmakta birbiriyle
yarışmaları, insanların ölümü temenni etmeleri (ve intihar
arzusu), İkisi de hak iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun
birbiriyle savaşması, İslâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehâletin
artması, depremlerin çoğalması, zamanın yaklaşması, gece ile
gündüzün eşit olması (zamanın bereketinin gittiği bir koşturmaca
ve elektrik aydınlığı ile gecenin gündüz gibi olması), cinâyetlerin
çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi, yahûdilerle müslümanların
387] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y. s. 237
388] 8/Enfâl, 25
389] 2/Bakara, 154
390] 27/Neml, 80
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 96 -
savaşmaları (Filistin’de fiilen ve dünyanın her tarafında fikren),
zinânın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp
erkeklerin azalması (özellikle çarşı pazarda)... Bütün bunların
yaşanılan vak’a olduğundan yola çıkarak Kıyâmetin de koptuğunu
söyleyebiliriz. Çünkü bunlar, toplumsal âfetlerdir. Bu problemler,
toplumların Kıyâmetidir. Bu özellikler, huzursuzluğun, fitnenin,
kaosun, kokuşmuşluğun belirtileridir. Bunları yaşayan toplum,
Kıyâmet dehşeti yaşıyordur. Kıyâmet dehşetiyle bin kere ölmüştür
de cenâzesini kıldıran yoktur. Kıyâmetin ne zaman kopacağını
bilmeyen, hatta kendi yaşadığı zamanda bile Kıyâmetin kopmayacağından
emin olmayan bir peygamber, toplumun Kıyâmetini
çok belîğ bir şekilde anlatmış olur bu alâmetlerle. Osmanlı, son
demlerinde, ölüm döşeğindeki “hasta adam”a benzetilirdi; şimdi
onun devamını adam yerine koyan olmadığına göre çoktan öldü
o. Osmanlı, “Kıyâmet alâmeti” olarak dillendirilen bu toplumsal
mikropları, tedbirsizlikten dolayı bünyesine bulaştırdığı için hastalandı.
Onun çocuğu bu belâlara ilâç diye sarıldığı için Kıyâmeti
her an yaşamakta. Gerçek Kıyâmetin dehşeti bir anlık iken; toplumsal
Kıyâmet, her an dehşet saçmaktadır.
Kıyâmetin büyük alâmeti olarak kabul edilenler de, Kur’an’a
arzedilerek, müteşâbih olduğu unutulmadan te’vil edilebilir. Bu,
Kur’an mesajına daha uygun olur. Âl-i İmrân 55. ve Mâide, 117.
âyetine göre Hz. İsa’nın bedeninin öldüğü açıkça belirtilmiştir.
Ama Hz. İsa’yı başkaları öldürmemiş, Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir.
Yükseltilen onun mânevî derecesi, Allah’ın katına çıkan,
onun rûhudur. Zâten bütün peygamberlerin ruhları Allah’ın huzuruna
çıkar, O’ndan ikram görür. Hz. İsa’nın vefatını haber veren
âyetleri, âhad haberlere dayanarak te’vil etmek yerine, bu hadisleri
te’vil etmek daha doğrudur. Bu hadisler şöyle te’vil edilebilir:
İsa’nın rûhu, yani ümmeti mahvolmadı, daha yaşayacaktır. Fakat
Kıyâmetten önce bu rûh, yani İsa ümmeti, İslâm’a dönecektir. Bu
hadislerden, hıristiyanların bir gün müslüman olacakları değerlendirilebilir.
Said Nursi bu kanaattedir.391 Meşhur müfessirimiz
Elmalılı Hamdi Yazır da yaklaşık bunu söylemektedir.392 Yalnız,
Kıyâmet alâmetleri konusunda ihtiyâtı elden bırakmamalı, bu ve
benzeri her çeşit yorumların da beşerî çıkarımlar olduğu, yanlış
olma ihtimalinin bulunduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. Her şeyin
en doğrusunu bilenin Allah olduğu ve gayb bilgisinin ve özellikle
Kıyâmet ilminin sadece O’na âit olduğu unutulmamalıdır.
Bir peygamberin dini (O’nun tebliğ ettiği esaslar) yaşadıkça,
391] Bk. Şualar, 5. Şua, s. 459-471; Lem'alar, s. 112
392] Bk. Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, s. 1112-1114
KIYAMET
- 97 -
kendisi mânen yaşamaktadır. İsa’nın (a.s.) fikriyâtını yahûdiler öldürememişlerdir.
Bilâkis onun tebliğleri yayılmış, yahûdiliğe egemen
olmuştur. Onun rûhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen
olmasa bile mânen Hz. Muhammed’in (s.a.s.) fikriyâtını benimseyecek,
onları uygulayacaktır. Bunlar, görünürde hıristiyan olsalar
bile uygulamada İslâm’ın özüne mensup olacaklar veya bunlar,
tamamen hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a döneceklerdir. Bu, “güneşin
batıdan doğması”dır. Nitekim giderek ivme kazanan bir hızla
Avrupa ve Amerika’da İslâm’ın sesi soluğu duyulmaya başlamıştır,
Afrika ve Amerika’da İslâm süratle yayılmaktadır. Bush adındaki
deccalın Sharon deccalına yardım için Ortadoğuda müslüman
avına çıkmasının asıl sebebi budur. İslâm, olduğu gibi anlatıldığı,
hele örnek olacak şekilde yaşandığı takdirde, dünyanın her yerinde
ve Batıda tek Hak dinin hâkim duruma geçeceği şüphesizdir.
Bu gün değilse yarın; işte bu, Hz. İsa’nın rûhunun dirilmesi, onun
mesajının hâkim olması, onun Muhammed ümmetine tabi olması
(hizmet etmesi), haçın kırılıp domuzun öldürülmesi demektir.
İslâm, Kıyâmete kadar bâkî olacak hak dindir. Onun güçlenmesine
yardım eden, bu uğurda canını fedâ etmeğe hazır olan her
müslüman, İsa’dır, Mesih’tir, Mehdîdir, İmamdır. İslâm düşmanları
ve onların hakkı bâtıl, bâtılı da hak gösteren araçları (özellikle
televizyonun bu amaçla kullanılışı) da Deccâl ve onun silâhlarıdır.
Bırakalım artık yarınların hayaliyle oyalanmayı. “Kıyâmet ne
zaman kopacak? Onun alâmetleri nelerdir?” diye sormak yerine;
“ölüme, Kıyâmete, ondan sonrasına hazır olup olmadığımızı” kendi
kendimize sormamız gerekmez mi? Dünyaya bir daha gelip de
eksik ve hatalarımızı telâfi etme şansımız olmadığına göre, yaşadığımız
günün her ânını değerlendirmeli ve “gün bu gündür!”
diyerek, ebedî saâdeti kazanmaya çalışmalıyız.
İsa veya Mehdi bekleyerek kendi üzerine farz olan görevleri,
kurtarıcılara havâle edip ertelemek, Allah erine yakışmaz. Biz,
İslâm’ı yaşayıp çevremize hâkim kılmaya çalışalım. Gerisi bizi fazla
ilgilendirmemelidir. Allah da zâten bizi bazılarını beklemeye çağırmıyor.
Her şuurlu müslümanın hidâyete götüren, hidâyet veren
anlamında en büyük “mehdî” olan Kur’an’a uyması kurtuluş için
yeterlidir. Her tebliğcinin de, mânen ölmüş canlı cenaze durumundakilere
İsa nefesiyle hayat vermeye gayret etmesi gerekmektedir.
Kurtarıcı beklemeyi bırakıp kendimiz kurtarıcı olmaya çalışmalı,
böylelikle hiç değilse kendimizi kurtarmanın yolunu bulmalıyız. O
zaman “deccal”lar da bize zarar veremeyecektir: “Ey iman edenler!
Siz kendinize bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olduğunuz müddetçe
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 98 -
dalâlette olanlar (sapıklar) size zarar veremez.” 393
Kıyâmetin ikinci aşaması; ölen tüm insanların yeniden dirilerek
ayağa kalkması, kıyâm etmesidir. “Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i
ani’l-münker” adındaki kalk borusunu, “kıyâm et” emrini veren
dâvetçi İsrâfiller, inşâAllah toplumu İsa nefesleriyle yeniden diriltecek
ve Allah’ın izni ve yardımıyla topluma ba’su ba’de’l-mevti
yaşatacaklardır.
Hz. İsa, rûha önem verilmeyen yahûdileşmiş bir topluma rûhî
özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi:
Bazı ölüleri Allah’ın izniyle diriltme, hastaları iyileştirme, körlerin
gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda
da bu rûhî özellikleri ihyâ eden İsa nefesli müslümanlara ihtiyaç
var. Böylece emperyalistlerin katı kapitalist etkileriyle ruhları,
rûhî/mânevî özellikleri bombardıman edilen insanların ölümcül
kalpleri ve ruhları dirilsin; ruh maddenin önüne çıksın, böylece
tatmin olsun. Hasta kalpler ve mânevi/rûhî hastalıklar iyileşsin.
Hakkı göremeyen gözler açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan
insanlar eşyaya Allah’ın nûruyla bakabilsin. Sadece görünenleri
değil, perdenin arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli dilleri
açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa’nın
gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa’nın nefesine, Hz.
Mûsâ’nın asasına, Hz. Muhammed’in Kur’an’ına mirasçı sensin.
Kurtuluş istiyorsan, kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap.
Hem sen kurtul, hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman!
Son söz: Her şeyin en doğrusunu bilen yalnız Allah’tır. 394
Kur’ân-ı Kerîm’de Kıyâmet
Kur’ân-ı Kerim’de Kıyâmet kavramına çok yer verilir. Değişik
kelimelerle Kıyâmetten bin civarında âyette konu edinilir.
Kıyâmetle ilgili temel kavram mâhiyetindeki kelimelerin kısa bir
dökümünü vermek, bu konuda ufuk açıcıdır: “Kıyâmet” kelimesi,
toplam 70 yerde zikredilir. Aynı anlamdaki “sâat” sözcüğü ise
toplam 48 yerde geçer. “Âhir (yevmu’l-âhır)” kelimesi 28 yerde,
“âhiret” kelimesi ise 115 yerde kullanılır. Âhirette hesaba çekilmek
ve Kıyâmet günü ve hesap günü anlamındaki “hesap (hısâb) ve
“yevmu’l-hısâb” kelimeleri toplam 39 yerde ifâde edilir. Yeniden
diriliş anlamında kullanılan “ba’s” kelimesi ve türevleri toplam 67
yerde kullanılır. Kıyâmetin kopması ve her yaratığın ölümünden
sonra, yeniden dirilişle birlikte mahşerde toplanmak anlamındaki
393] 5/Mâide, 105
394] Ahmed Kalkan, Vuslat Dergisi, sayı 25, Temmuz 2003
KIYAMET
- 99 -
“haşr” kavramı ve türevlerinin toplam 43 yerde zikredildiği görülür.
İslâm inancının üç temel esasından birini oluşturan Kıyâmet
veya âhiret konusu yüzleri aşan, çok değişik ve müstakil sûrelerde
ele alınmıştır. Burada, toplum hayatında büyük önem taşıyan
mes’ûliyet duygusunun telkin edilmesinin bir hedef teşkil ettiği
şüphesizdir. Ayrıca, “Herkes yarın için ne hazırladığının bilincini
taşımalıdır.”395 âyetinde ifâdesini bulan geleceği düşünme ve ebedî
hayatın mutluluğunu sağlama uğruna faâliyet gösterme ilkesinin
hâkim rol oynadığını da söylemek gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm’de zaman zarfı olan “yevme”, “yevmeizin”
kelimeleriyle oluşup Kıyâmeti tasvir eden âyetlerin sayısı 400’e
yakındır. Bunların yetmişi “yevmu’l-kıyâmeh” şeklindedir. Ayrıca,
Kur’an’ın altmış yedinci sûresi olan Mülk sûresinden itibâren
yer alan 48 sûrenin büyük ekseriyetinin en belirgin muhtevâsı
“Kıyâmet” konusudur. Bunlardan başka “Kıyâmetin kopma zamanı”
demek olan “sâat”, “dünyanın sonu” anlamına gelen
“ukbâ”,396 “mutlaka gerçekleşecek olan realite” mânâsındaki
“vâkıa”, “kimini alçaltan, kimini yükselten olay” anlamındaki
“hâfida-râfia,397,”yeniden diriltmek, dirilterek hesap meydanında
toplamak” mânâsındaki “ba’s” ve “haşr”398 kelimeleriyle bunlara
benzer kavramlar Kıyâmet için kullanılmıştır. “Dönüş, dönüş yeri,
çıkarıldığı yer” anlamına gelen ve bir âyette yer alıp bir yoruma
göre Kıyâmet mânâsında olan “meâd” kelimesi de,399 özellikle
kelâm ve felsefe kitaplarında Kıyâmet yerine kullanılmıştır.
“Onlar ki, namazlarına devam ederler. Mallarında belli bir hisse vardır;
İsteyene ve mahruma. Cezâ gününü tasdik ederler.”400 Bu âyetler,
Allah’a ve âhiret gününe iman etmenin, insan hayatındaki önemini
belirtiyor. Şu âyet de Kıyâmeti, âhireti yalanlayanların bazı
temel özelliklerini açıklıyor: “(Onlar da) dediler ki: ‘Biz namaz kılanlardan
olmadık. Yoksula da yedirmezdik. Boş şeylere dalanlarla birlikte
dalardık. Cezâ gününü yalanlardık.” 401
“(Allah), Din gününün mâliki (cezâ gününün, âhiret hayatının gerçek
sahibi)dir.” 402
395] 59/Haşr, 18
396] ukbe'd-dâr; 13/Ra'd, 22, 24, 35, 42
397] 56/Vâkıa, 1-3
398] 22/Hacc, 5; 50/Kaf, 44
399] 28/Kasas, 85
400] 70/Meâric, 22-26
401] 74/Müddessir, 43-46
402] 1/Fâtiha, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 100 -
“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz
ki: ‘Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?’ (Bundan) Sonra
onların: ‘Rabbimiz olan Allah’a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’
demelerinden başka bir fitneleri olmadı (kalmadı.) Bak, kendilerine karşı
nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup
uzaklaştı.” 403
“Rablerinin karşısında durdurulduklarında onları bir görsen: (Allah:)
‘Bu, gerçek değil mi?’ dedi. Onlar: ‘Evet, Rabbimiz hakkı için’ dediler. (Allah:)
‘Öyleyse inkâr edegeldikleriniz nedeniyle azâbı tadın!’ dedi.” 404
“Allah’a kavuşmayı yalan sayanlar, doğrusu hüsrana uğramışlardır.
Öyle ki, sâat (Kıyâmet günü) apansız onlara geliverince, günahlarını sırtlarına
yüklenerek: ‘Onda (dünyada) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı
yazıklar olsun bize…’ derler. Dikkat edin, o işleyip yüklendikleri ne kötüdür!”
405
“Üzerinde Allah’ın isminin anılmadığı şeyi yemeyin; çünkü bu fısk’tır
(yoldan çıkıştır). Gerçekten şeytanlar, sizinle mücâdele etmeleri için kendi
dostlarına gizli çağrılarda bulunurlar. Onlarla itaat ederseniz şüphesiz siz
de müşriklersiniz.” 406
“Ey Âdemoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine
göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi
sakın sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini
göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları,
inanmayacakların dostları kıldık.” 407
“Kimine hidâyet verdi, kimi de sapıklığı haketti. Çünkü bunlar, Allah’ı
bırakıp şeytanları veli edinmişlerdi. Ve gerçekten onları doğru yolda saymaktadırlar.”
408
“Sâatin (Kıyâmetin) ne zaman demir atacağını (gerçekleşeceğini)
sorarlar. De ki: ‘Onun ilmi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun süresini
O’ndan başkası açıklayamaz. O, göklerde ve yerde ağırlaştı. O, size apansız
bir gelişten başkası değildir.’ Sanki sen, ondan tümüyle haberdarmışsın
gibi sana sorarlar. De ki: ‘Onun ilmi yalnızca Allah’ın katındadır. Ancak
insanların çoğu bilmezler.” 409
“O gün, onların tümünü bir arada toplayacağız, sonra şirk katanlara:
403] 6/En’âm, 22-24
404] 6/En’âm, 30
405] 6/En’âm, 31
406] 6/En’âm, 121
407] 7/A’râf, 27
408] 7/A’râf, 30
409] 7/A’râf, 187
KIYAMET
- 101 -
‘Yerinizden ayrılmayınız; siz de, şirk koştuklarınız da’ diyeceğiz. Artık onların
arasını açmışızdır. Şirk koştukları derler ki: ‘Siz bize ibâdet ediyor
değildiniz. Bizim ile sizin aranızda şahid olarak Allah yeter. Gerçekten biz,
sizin ibâdetinizden habersizdik.’ İşte orada, her nefis önceden yaptıklarıyla
imtihana çekilmiş olacak ve onlar asıl-gerçek mevlaları olan Allah’a
döndürülecekler. Yalan yere uydurdukları da, kendilerinden kaybolup
uzaklaşacaklar.” 410
“(Kıyâmetin) Geleceği günde, O’nun izni olmaksızın, hiç kimse söz
söyleyemez. Artık onlardan kimi ‘bedbaht ve mutsuz’, (kimi de) mutlu
ve bahtiyardır.” 411
“(Ey Muhammed,) Allah’ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından
habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne
ertelemektedir. Başlarını dikerek koşarlar, gözleri kendilerine dönüp-çevrilmez.
Kalbleri (sanki) bomboştur.” 412
“Göklerin ve yerin gaybı Allah’a âittir. (Kıyâmet) Sâatin(in) emri de yalnızca
(süratli) göz açıp kapama gibidir veya daha yakındır. Şüphesiz, Allah
her şeye güç yetirendir.” 413
“O şirk koşanlar, şirk koştuklarını gördükleri zaman: ‘Rabbimiz, seni
bırakıp bizim taptığımız ortaklarımız bunlardır’ diyecekler. (Onlar da bunlara:)
‘Siz gerçekten yalan söyleyenlersiniz’ diye sözü (geri çevirip) fırlatacaklar.
O gün (artık) Allah’a teslim olmuşlardır ve uydurdukları (yalancı
ilahlar) da onlardan çekilip uzaklaşmıştır.” 414
“Dağları yürüteceğimiz gün, yeri çırılçıplak (dümdüz olmuş) görürsün;
onları bir arada toplamışız da, içlerinden hiçbir ini dışarda bırakmamışızdır.
Onlar senin Rabbine sıra sıra sunulmuşlardır. Andolsun, siz ilk defa yarattığımız
gibi bize gelmiş oldunuz. Hayır, bizim size bir kavuşma zamanı
tesbit etmediğimizi sanmıştınız değil mi?” 415
“(Kâfirlere:) ‘Benim ortaklarım sandığınız şeyleri çağırın’ diyeceği gün;
işte onları çağırmışlardır, ama onlar, kendilerine cevap vermemişlerdir. Biz
onların aralarında bir uçurum koyduk.” 416
“Biz o gün, bir kısmını bir kısmı içinde dalgalanırcasına bırakıvermişiz.
Sûr ’a da üfürülmüştür, artık onların tümünü bir arada toparlamışız.” 417
410] 10/Yûnus, 28-30
411] 11/Hûd, 105
412] 14/İbrâhim, 42-43
413] 16/Nahl, 77
414] 16/Nahl, 86-87
415] 18/Kehf, 47-48
416] 18/Kehf, 52
417] 18/Kehf, 99
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 102 -
“Andolsun Rabbine, biz onları da, şeytanları da mutlaka haşredeceğiz,
sonra onları cehennemin çevresinde diz üstü çökmüş olarak hazır bulunduracağız.”
418
“Ve onların hepsi, Kıyâmet günü O’na, ‘yapayalnız, tek başlarına’ geleceklerdir.
419
“Sûr’a üfürüleceği gün, biz suçluları/günahkârları o gün, (yüzleri kara,
gözleri) gömgök (kaskatı ve kör) olarak toplayacağız.” 420
“Sana dağlar hakkında soruyorlar. De ki: ‘Benim Rabbim, onları darmadağın
edip savuracak. Yerlerini bomboş, çırçıplak bırakacaktır. Orada
ne bir eğrilik göreceksin, ne de bir tümsek.” 421
“O gün, kendisinden sapma imkânı olamayan çağırıcıya uyacaklar.
Rahman (olan Allah)a karşı sesler kısılmıştır; artık bir hırıltıdan başka bir
şey işitemezsin.” 422
“O gün, Rahman (olan Allah)’ın kendisine izin verdiği ve sözünden
hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlamaz.” 423
“İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz
çeviriyorlar.” 424
“Hayır, onlara apansız gelecek de, böylece onları şaşkına çevirecek; artık
ne onu geri çevirmeye güçleri yetecek ve ne onlara süre tanınacak.” 425
“Biz, Kıyâmet gününe âit duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis
hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye)
getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz.” 426
“Bizim, göğü kitabın sayfalarını katlar gibi katlayacağımız gün, ilk yaratmaya
başladığımız gibi, yine onu (eski durumuna) iâde edeceğiz. Bu,
bizim üzerimizde bir vaiddir. Elbette, Biz yapıcılarız.” 427
“Hayır, onlar Kıyâmet sâatini yalanladılar; biz Kıyâmet sâatini yalan
sayanlara çılgınca yanan bir ateş hazırladık. (Ateş,) Onları uzak bir yerden
gördüğünde, onlar bunun gazablı öfkesini ve uğultusunu işitirler. Elleri
boyunlarına bağlı olarak, sıkışık bir yerine atıldıkları zaman, orada yok
418] 19/Meryem, 68
419] 19/Meryem, 95
420] 20/Tahâ, 102
421] 20/Tahâ, 105-107
422] 20/Tahâ, 108
423] 20/Tahâ, 109
424] 21/Enbiyâ, 1
425] 21/Enbiyâ, 40
426] 21/Enbiyâ, 47
427] 21/Enbiyâ, 104
KIYAMET
- 103 -
oluşu isteyip çağırırlar.” 428
“Sûr ’a üfürüleceği gün, Allah’ın dilediği kimseler dışında, göklerde
ve yerde olan herkes artık korkuya kapılmıştır ve herbiri ‘boyun bükmüş’
olarak O’na gelmişlerdir.” 429
“O gün (Allah) onlara seslenerek: ‘Bana ortak olarak öne sürdükleriniz
nerede?’ der. Üzerlerine (azab) sözü hak olanlar derler ki: ‘Rabbimiz,
işte bizim azdırıp-saptırdıklarımız bunlar; kendimiz azıp saptığımız gibi,
onları da azdırıp saptırdık. (Şimdiyse) Sana (gelip onlardan) uzaklaşmış
bulunmaktayız. Onlar bize tapıyor da değillerdi. Denir ki: “Ortaklarınızı
çağırın.’ Böylelikle çağırırlar, ama kendilerine cevap vermezler ve azabı
görürler. Hidâyet bulmuş olsalardı ne olurdu. O gün (Allah) onlara seslenerek:
‘Gönderilen (elçilere) ne cevap verdiniz?’ der.” 430
“Kıyâmet sâatinin kopacağı gün, suçlu-günahkârlar umutsuzca yıkılırlar.
(Allah’a eş koştukları) Ortaklarından kendilerine şefaatçi olan yoktur;
onlar, ortaklarını inkâr ediyorlar.” 431
“Kıyâmet sâatinin bilgisi, şüphesiz Allah’ın katındadır. Yağmuru yağdırır;
rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez.
Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphesiz Allah bilendir,
haberdârdır.” 432
“İnsanlar, sana Kıyâmet sâatini sorarlar; de ki: ‘Onun bilgisi yalnızca
Allah’ın katındadır.’ Ne bilirsin; belki Kıyâmet sâati pek yakın da olabilir.” 433
“Onlar: ‘Eğer doğru sözlü iseniz, bu vaad (ettiğiniz azap) ne zamanmış?’
derler. De ki: ‘Sizin için belirlenmiş bir gün vardır ki, ondan ne bir an
ertelenebilirsiniz, ne de (bir an) öne alınabilirsiniz.” 434
“Demişlerdir ki: ‘Eyvahlar bize, uykuya-bırakıldığımız yerden bizi kim
diriltip kaldırdı? Bu, Rahmân (olan Allah)’ın vaad ettiğidir, (demek ki)
gönderilen (elçi)ler doğru söylemiş.” 435
“Onlar, yalnızca tek bir çığlıktan başkasını gözetmezler, onlar birbirleriyle
çekişip dururken o kendilerini yakalayıverir. Artık ne bir tavsiyede
bulunmağa güç yetirebilirler, ne âilelerine dönebilirler.” 436
“Sûr’a üfürülmüştür; böylece onlar kabirlerinden (diriltilip) Rablerine
428] 25/Furkan, 11-13
429] 27/Neml, 87
430] 28/Kasas, 62-65
431] 30/Rûm, 12-13
432] 31/Lokman, 34
433] 33/Ahzâb, 63
434] 34/Sebe', 29-30
435] 36/Yâsin, 52
436] 36/Yâsin, 49-50
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 104 -
doğru (dalgalar halinde) süzülüp giderler.” 437
“İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibârettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak)
bakıp duruyorlar.” 438
“Derler ki: ‘Eyvahlar bize; bu, din günüdür.’ ‘Bu, sizin yalanladığınız
(mü’mini kâfirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür.” 439
“Ve onları durdurup tutuklayın, çünkü sorguya çekileceklerdir.” 440
“Siz, O’nun dışında dilediklerinize ibâdet edin.” De ki: “Gerçekten hüsrana
uğrayanlar, Kıyâmet günü hem kendilerini, hem yakınlarını hüsrana
uğratanlardır. Haberiniz olsun; bu apaçık olan hüsranın kendisidir.” 441
“Kıyâmet günü, Allah’a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara
olduğunu görürsün. Büyüklenenler için cehennemde bir konaklama yeri
mi yok?” 442
“Kıyâmet sâatinin ilmi O’na döndürülür. O’nun ilmi olmaksızın, hiçbir
meyve tomurcuğundan çıkmaz, hiçbir dişi, gebe kalmaz ve doğurmaz
da. Onlara: ‘Benim ortaklarım nerede?’ diye sesleneceği gün, dediler ki:
‘Sana arzettik ki, bizden hiçbir şâhit yok.” 443
“Ki Allah, hak olmak üzere Kitabı ve mizanı indirdi. Ne bilirsin; belki
Kıyâmet sâati pek yakındır.” 444
“Onlar, hiç şuurunda değilken kendilerine apansız geliverecek olan
Kıyâmet sâatinden başkasını mı gözlüyorlar?” 445
“Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü kendisinin olan
(Allah) ne yücedir. Kıyâmet sâatinin ilmi O’nun katındadır ve O’na döndürüleceksiniz.”
446
“De ki: ‘Allah sizi diriltiyor, sonra sizi öldürüyor, sonra kendisinde hiçbir
kuşku olmayan Kıyâmet günü O sizi bir araya getirip toplayacaktır. Ancak
insanların çoğu bilmezler.” 447
“Artık onlar, Kıyâmet-sâatinin kendilerine apansız gelmesinden başkasını
mı gözlüyorlar? İşte onun işaretleri gelmiştir. Fakat kendilerine
437] 36/Yâsin, 51
438] 37/Sâffât, 19
439] 37/Sâffât, 20-21
440] 37/Sâffât, 24
441] 39/Zümer, 15
442] 39/Zümer, 60
443] 41/Fussılet, 47
444] 42/Şûrâ, 17
445] 43/Zuhruf, 66
446] 43/Zuhruf, 85
447] 45/Câsiye, 26
KIYAMET
- 105 -
geldikten sonra öğüt alıp-düşünmeleri onlara neyi sağlar? 448
“O gün, o çığlığı bir gerçek (hak) olarak işitirler. İşte bu, (dirilip kabirlerden)
çıkış günüdür.” 449
“O yaklaşmakta olan yaklaştı.” 450
“Gözleri zillet ve dehşetten düşmüş olarak, sanki yayılan çekirgeler
gibi kabirlerinden çıkarlar. Boyunlarını çağırana doğru uzatmış olarak koşarlarken,
kâfirler derler ki: ‘Bu, zorlu bir gün.” 451
“(Çünkü o gün) Suçlu-günahkârlar, simalarından tanınır da alınlarından
ve ayaklarından yakalanırlar.” 452
“Yer şiddetle sarsıldığı, dağlar darmadağın olup ufalandığı, toz duman
halinde dağılıp savrulduğu Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman...” 453
“Ve diyorlardı ki: ‘Biz öldükten, toprak ve kemik yığını olduktan sonra,
biz mi bir daha diriltileceğiz? Önceki atalarımız da mı?’ De ki, öncekiler
ve sonrakiler. Belli bir günün buluşma vakti için mutlaka toplanacaklardır.
Sonra siz ey sapık yalancılar, elbette bir ağaçtan, bir zakkum ağacından
yiyeceksiniz. Onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Üzerine de kaynar su
içeceksiniz. Susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz.
İşte cezâ gününde onların ağırlanışı bu şekilde olacaktır.” 454
“Vâkıa (kesin bir gerçek olan Kıyâmet) vuku bulduğu zaman, Onun
vukuuna (gerçekleşmesine artık) yalan diyecek yoktur.” 455
“O yaklaşmakta olan yaklaştı. Onu Allah’ın dışında ortaya çıkaracak
başka (hiçbir güç yoktur).” 456
“Derler ki: ‘Eğer doğru söylüyorsanız, şu tehdit (ettiğiniz azap) ne zamanmış?’
De ki: ‘(Bununla ilgili) Bilgi ancak Allah’ın katındadır. Ben ancak
apaçık bir uyarıcıyım.” 457
“O gün, mü’min erkekler ile mü’min kadınları, nurları önlerinde ve
sağlarında koşarken görürsün. ‘Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar
(olduğunuz), altından ırmaklar akan cennetlerdir.’ İşte ‘büyük kurtuluş
ve mutluluk’ budur. O gün, münafık erkekler ile münafık kadınlar, iman
448] 47/Muhammed, 18
449] 50/Kaf, 42
450] 53/Necm, 57
451] 54/Kamer, 7-8
452] 55/Rahmân, 41
453] 56/Vâkıa, 4-7
454] 56/Vâkıa, 47-56
455] 56/Vâkıa, 1-2
456] 53/Necm, 57-58
457] 67/Mülk, 25-26
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 106 -
edenlere derler ki: ‘(Ne olur) Bize bir bakın, sizin nurunuzdan birazcık alıp
yararlanalım.’ Onlara: ‘Arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp bulmaya
çalışın’ denilir. Derken aralarında kapısı olan bir sûr çekilmiştir; onun iç
yanında rahmet, dış yanında o yönden azab vardır.” 458
“Ey iman edenler, Allah’a kesin (nasuh) bir tevbe ile tevbe edin. Olabilir
ki, Allah sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akan cennetlere
sokar. O gün Allah, Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük
düşürmeyecektir. Nurları, önlerinde ve sağ yanlarında koşar-parıldar. Derler
ki: “Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz Sen, her şeye
güç yetirensin.” 459
“Gözleri ‘korkudan ve dehşetten düşük’, kendilerini de zillet sarıp kuşatmış.
Oysa onlar, (daha önce) sapasağlam iken secdeye dâvet edilirlerdi.”
460
“Artık sûr’a tek bir üfürülüşle üfürüleceği. Yeryüzü ve dağlar yerlerinden
oynatılıp kaldırılacağı, ardından tek bir çarpma ile birbirlerine çarpılıp
parça parça olacağı zaman. İşte o gün, vakıa (bir gerçek olan Kıyâmet)
artık vukubulmuş (gerçekleşmiş)tur. Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün,
‘sarkmış za’fa uğramıştır.” 461
“Artık kitabı sağ-eline verilen kişi, der ki: ‘Alın, kitabımı okuyun. Çünkü
ben, gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmış (anlamış)tım.’ Artık o,
hoşnut bir yaşama içindedir. Yüksek bir cennette.” 462
“Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: “Bana keşke kitabım verilmeseydi.
Hesabımı hiç bilmeseydim. Keşke o (ölüm her şeyi) kesip bitirseydi.” 463
“Gökyüzünün erimiş maden gibi olacağı gün; Dağlar da (etrafa uçuşmuş)
rengârenk yün gibi olacak.” 464
“(Böyle bir günde) Hiçbir yakın dost bir yakın dostu sormaz.” 465
“Şüphesiz, size vaad edilen gerçekleşecektir.” 466
“Yıldızlar ‘örtülüp (ışıkları) silindiği’ zaman, Gök yarıldığı zaman,
Dağlar kökünden sökülüp savurulduğu zaman. Ve Rasuller de (şâhitlik
için) belli bir vakitte getirildiği zaman...” 467
“Bu ayırma gününü sana ne bildirdi? O gün, yalanlayanların vay haline.
458] 57/Hadîd, 12-13
459] 66/Tahrîm, 8
460] 68/Kalem, 43
461] 69/Haakka, 13-16
462] 69/Haakka, 19-22
463] 69/Haakka, 25-27
464] 70/Meâric, 8-9
465] 70/Meâric, 10
466] 77/Mürselât, 7
467] 77/Mürselât, 8-11
KIYAMET
- 107 -
Biz, öncekileri helâk etmedik mi? Sonra arkadan gelenleri onların izinde
yürüteceğiz. İşte Biz, suçlu günahkârlara böyle yapıyoruz. O gün, yalanlayanların
vay haline!” 468
“Sûr ’a üfürüleceği gün, artık siz dalga dalga geleceksiniz. O sırada
gök açılmış ve kapı kapı olmuştur. Dağlar yürütülmüş, artık bir serab
oluvermiştir.” 469
“Şüphesiz o hüküm (fasl) günü, belirlenmiş bir vakittir.” 470
“Şüphesiz, size vaad edilen gerçekleşecektir.” 471
“O ne zaman demir atacak?’ diye, sana Kıyâmet sâatini soruyorlar.
Onunla ilgili bilgi vermekten yana, sende ne var ki… En sonunda o (ve
onunla ilgili bilgi), Rabbine âittir.” 472
“Kişi o gün, kendi kardeşinden kaçar; Annesinden ve babasından.” 473
“O gün, onlardan herbirisinin kendine yetecek bir işi vardır.” 474
“O gün, öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır; Güler ve sevinç içindedir.” 475
“Artık o gün hiç kimse (Allah’ın) vereceği azap gibi azaplandıramaz.
Onun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz.” 476
“Yer, o şiddetli sarsıntısıyla sarsıldığı, Yer, ağırlıklarını dışa atıp çıkardığı
Ve insan: ‘Buna ne oluyor?’ dediği zaman; O gün (yer), haberlerini
anlatacaktır. Çünkü senin Rabbin, ona vahyetmiştir.” 477
Hadis-i Şeriflerde Kıyâmet ve
Kıyâmet Alâmetleri
İlk dönemlerden itibâren Kıyâmet alâmetleri, Kıyâmetin çeşitli
merhaleleri, cennet ve cehennem hayatıyla ilgili birçok zayıf
veya mevzû rivâyet ortaya çıkmıştır. Kıyâmet ve özellikle Kıyâmet
alâmetleriyle ilgili hadislerin sıhhati ve toplumsal problemlere
dikkat çekip onların Kıyâmet gibi kargaşa ve kaos sebebi olmasıyla
ilgili te’vil edilmesi gereken özellikleri üzerinde ciddî
değerlendirme yapılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın ve
468] 77/Mürselât, 14-19
469] 78/Nebe', 18-20
470] 78/Nebe', 17
471] 77/Mürselât, 7
472] 79/Nâziât, 42-44
473] 80/Abese, 34-35
474] 80/Abese, 37
475] 80/Abese, 38-39
476] 89/Fecr, 25-26
477] 99/Zelzele (Zilzâl), 1-5
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 108 -
Peygamberimiz’in çok net beyanlarından Rasûlullah da Kıyâmetin
ne zaman kopacağını bilmez. O yüzden hadis-i şeriflerde geçen
bazı alâmetler henüz gerçekleşmedi diye, Kıyâmetin vaktine daha
çok zaman olduğu, ya da şu tarihte olabileceği gibi değerlendirmeler
çok yanlıştır.
“Şunu bilmelisiniz ki, Kıyâmette çıplak, yalınayak ve sünnetsiz olarak
haşrolunacaksınız” sonra Rasûlullah (s.a.s.) “Yaratmayı ilkin nasıl başlattıysak
onu tekrar ederiz.” 478 meâlindeki âyeti okuduktan sonra
Kıyâmette ilkin Hz. İbrâhim’in giydirileceğini belirtmiştir. 479 Hz.
Âişe’den rivâyet edilen hadisin devamında Hz. Âişe, bir arada bulunacak
çıplak kadın ve erkeklerin birbirine bakabileceğinden söz
etmiş, Rasûl-i Ekremde, “Durum buna müsâade etmeyecek kadar vahim
olacaktır” cevabını vermiştir. Ebû Hüreyre’den nakledilen bir
hadiste de insanların üç grup halinde haşir işlemine tabi tutulacağı
haber verilmektedir: Günahları sebebiyle ümitle korku arasında
bulunan mü’minler ki, bunların yaya olarak gitmesi muhtemeldir,
binekle gidecek erdemli mü’minler ve yanlarından ayrılmayan bir
ateşle hesap meydanına sevk edilecek gruplar. 480
“Kıyâmet gününde birinizin boynunda meleyen bir koyun, diğerinin
boynunda için için kişneyen bir at, öbürünün boynunda böğüren bir deve,
başkasının boynunda altın ve gümüş, bir diğerinkinde sallanıp duran bez
parçası bulunuyorken karşıma çıkmayın! Bunların herbiri benden yardım
isteyecek, ben de, ‘elimden gelen bir şey yok, dünyada iken sana tebliğ
etmiştim’ diyeceğim.” 481
“Nefsim kudret elinde olan Zat-ı Zülcelal’e yemin ederim! Meryem
oğlu İsa’nın, aranıza (bu şeriatle hükmedecek) adaletli bir hâkim olarak
ineceği, istavrozları kırıp, hınzırları öldüreceği, cizyeyi (Ehl-i Kitap’tan) kaldıracağı
vakit yakındır. O zaman, mal öylesine artar ki, kimse onu kabul
etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı
olur.” Sonra Ebû Hureyre der ki: “Dilerseniz şu âyeti okuyun. (Mealen):
“Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce O’nun (İsa’nın)
hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyâmet gününde ise İsa onlar
aleyhine şahitlik edecektir.” 482
“Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer şekilde mücâdeleye
Kıyâmet gününe kadar devam edecektir. O zaman İsa İbn Meryem de
478] 21/Enbiyâ, 104
479] Buhârî, Rikak 45; Müslim, Cennet 56-58
480] Buhârî, Rikak 45; Müslim, Cennet 59
481] Buhârî, Cihad 189; Müslim, İmâre 24
482] 4/Nisâ, 159; Buhârî, Büyû’ 102, Mezâlim 31, Enbiya 49; Müslim, İman 242,
h. no: 155; Ebû Dâvud, Melâhim 14, h. no: 4324; Tirmizî, Fiten 54, h. no.
2234
KIYAMET
- 109 -
iner. Bu Müslümanların reisi: ‘Gel bize namaz kıldır!’ der. Fakat Hz. İsa
aleyhisselam: ‘Hayır! der, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak siz birbirinize
emîrsiniz!” 483
“Dünyanın tek günlük ömrü bile kalmış olsa Allah o günü uzatıp, benden
bir kimseyi o günde gönderecek.” “...Ehl-i beytimden birisi, ki bu
zatın ismi benim ismine uyar, babasının ismi de babamın ismine uyar. Bu
zat, yeryüzünü, eskiden cevr ve zulümle dolu olmasının aksine, adâlet ve
hakkaniyetle doldurur.” 484
“Mehdi benim zürriyetimden, kızım Fâtıma’nın evlâtlarındandır.” 485
“Temîmi’d-Dâri’nin rivâyetinin benim size ondan (Mesih Deccal’dan)
Mekke ve Medine’den anlattığıma muvâfık düşmesi hoşuma gitti. Bilesiniz
o Şam denizinde veya Yemen denizindedir. Hayır, doğu tarafındadır.
Evet, o doğu tarafında zuhur edecektir. O doğu tarafından zuhur edecektir!’
buyurdu ve eliyle doğu tarafına işaret etti.” 486
“Deccal, Medine geçitlerine girmesi kendisine haram kılınmış olarak
çıkacak. Derken (Medine civarındaki) bazı ekimsiz yerlere kadar gelir. O
gün insanların en hayırlısı olan -veya en hayırlılarından- bir kimse onun
karşısına çıkar ve: ‘Sen Rasûlüllah (s.a.s.)’ın bize haber verdiği Deccal’sin!’
der. Deccâl de (kendi adamlarına): ‘Ben şunu öldürüp sonra da diriltsem
ne dersiniz? Bu işte bu şüpheye düşer misiniz?” der. Oradakiler: ‘Hayır!’
derler. Deccal onu öldürür ve sonra diriltir. Dirilttiği zaman adam: ‘Allah’a
yemin olsun. Senin hakkında hiçbir vakit bugünkünden daha basiretli
olmamıştım!’ der. Deccal onu tekrar öldüreyim mi di(yerek öldürmek isteye)
cek, fakat musallat edilmeyecek.” 487
“Deccal çıktığı vakit beraberinde su ve ateş vardır. Ancak halkın ateş
olarak gördüğü tatlı sudur; halkın su olarak gördüğü ise yakıcı bir ateştir.
Sizden kim o güne ererse, halkın ateş olarak gördüğüne düş(meyi kabul
et)sin. Çünkü o, tatlı soğuk sudur.” 488
İbn Ömer (r. a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.) Vedâ haccı sırasında
(bir ara): “Halk susup dinlesin!” buyurdular. Sonra Allah’a
hamd ve senâda bulunup, arkadan Mesih ve Deccal’den uzun
uzun söz ettiler ve buyurdular ki:
483] Müslim, İman 247
484] Ebû Dâvud, Mehdî 1, h. no: 4282; Tirmizî, Fiten 52, h. no: 2231, 2232
485] Ebû Dâvud, Mehdi 1, (4284)
486] Müslim, Fiten 119, h. no: 2942; Ebû Dâvud, Melâhim 15, h. no: 4325, 4326;
Tirmizî, Fiten 66, h. no: 2254
487] Buhârî, Fiten 27, Fedâilu'l-Medine 9; Müslim, Fiten 112, h. no: 2938
488] Buhârî, Fiten 26, Enbiyâ 50; Müslim, Fiten 105, h. no: 2935; Ebû Dâvud,
Melâhim 14, h. no: 4315
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 110 -
“Allah’ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla inzar etti. Nuh
aleyhisselam ümmetini onunla inzar etti, ondan sonra gelen peygamberler
de. O, sizin aranızda çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak.
Rabbinizin tek gözlü olmadığı size kapalı değildir. O ise sağ gözü kör
birisidir. Onun gözü, sanki (salkımdan) dışa fırlamış bir üzüm danesi gibidir.
(İki gözünün arasında kefere yani kâfir yazılmış olacaktır. Bunu her
Müslüman okuyacaktır).” 489
“Ayakkabıları kıldan bir kavimle savaşmadıkça Kıyâmet kopmaz. Siz,
yüzleri kılıflı kalkanlar gibi, gözleri küçük, burunları yassı olan bir kavmle
savaşmadıkça Kıyâmet kopmaz.” 490
“Rumlar, A’mak ve Dâbık nam mahallere inmedikçek Kıyâmet kopmaz.
Onlara karşı Medine’den bir ordu çıkar. Bunlar o gün arz ehlinin en
hayırlılarıdır. Bu ordunun askerleri savaşmak üzere saf saf düzen alınca,
Rumlar: ‘Bizden esir edilenlerle aramızdan çekilin de onları öldürelim!’
derler. Müslümanlar da: ‘Hayır! Vallahi sizinle, kardeşlerimizin arasından
çekilmeyiz’ derler. Bunun üzerine (Müslümanlar) onlarla harb eder. Bunlardan
üçte biri inhizama uğrar. Allah ebediyen bunların tevbesini kabul
etmez. Üçte biri katledilir, bunlar Allah indinde şehitlerin en faziletlileridir.
Üçte biri de muzaffer olur. Bunlar ebediyen fitneye düşmezler. Bunlar
İstanbul’u da fethederler. (Fetihten sonra) bunlar, kılıçlarını zeytin ağacına
asmış ganimet taksim ederken, şeytan aralarında şöyle bir nidâ atar: ‘Mesih
Deccal, ailelerinizde sizin yerinizi aldı!’ Bunun üzerine, çıkarlar. Ancak
bu haber batıldır. Şam’a geldiklerinde (Deccal) çıkar. Bunlar savaş için
hazırlık yapıp safları tanzim ederken, namaz için ikamet okunur. Derken
İsa İbnu Meryem iner ve onlara gitmek ister. Allah’ın düşmanı, Hz. İsa’yı
görünce, tıpkı tuzun suda erimesi gibi, erir de erir. Eğer bırakacak olsa,
(kendi kendine) helâk oluncaya kadar eriyecekti. Ancak Allah onu kudret
eliyle öldürür; öyle ki onlara, harbesindeki kanını gösterir.” 491
“Bir tarafı karada bir tarafı da denizde olan bir şehir işittiniz mi?” diye
sordular. Oradakiler: ‘Evet!’ deyince, şöyle buyurdular: “İshakoğullarından
yetmiş bin kişi bu şehre sefer tertiplemedikçe Kıyâmet kopmaz.
Askerler şehre gelince konaklarlar. Ancak silahla savaşmazlar, tek bir ok
dahi atmazlar. “Lailahe illallahu vallahu ekber!” derler. Bunun üzerine
şehrin deniz tarafı düşer. Sonra askerleri ikinci kere, “Lailahe illallahu vallahu
ekber” derler, şehrin diğer tarafı da düşer. Sonra tekrar “Lailahe
illallahu vallahu ekber!” derler. Bu sefer onlara (kapılar) açılır. Oradan şehre
girerler ve şehrin ganimetini toplarlar. Ganimetleri aralarında taksim
489] Buhârî, Fiten 27; Müslim, Fiten 100-103, h. no: 169-2933
490] Buhârî, Cihad 95, 96, Menâkıb 25; Müslim, Fiten 62, h. no: 2912; Ebû Dâvud,
Melâhim 9, h. no: 4303, 4304; Tirmizî, Fiten 40, h. no: 2216; Nesâî, Cihad
42
491] Müslim, Fiten 34, h. no: 2897
KIYAMET
- 111 -
ederlerken, yanlarına bir münadi gelip: “Deccal çıktı!” diye bağırır. Askerler
her şeyi bırakıp geri dönerler” 492
“Yahudilerle savaşacak ve onları öldüreceksiniz. Öyle ki taş dahi: “Ey
Müslüman! İşte Yahudi, arkamda (saklandı), gel, öldür onu!” diyecek.” 493
“Müslümanlardan iki grup aralarında savaşmadıkça Kıyâmet kopmaz.
Bunlar aralarında büyük bir savaş yaparlar, fakat davaları birdir.” 494
“Nefsim yed-i kudretinde olan Zat-ı Zülcelal’e yemin olsun! İmamınızı
öldürmedikçe, kılıçlarınızı birbirinize kullanmadıkça, dünyanıza şerirleriniz
vâris olmadıkça Kıyâmet kopmaz.” 495
“Herc atmadıkça Kıyâmet kopmaz!” buyurmuşlardı. (Yanındakiler):
“Herc nedir ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordular. “Öldürmek!
Öldürmek!” buyurdular.” 496
“Kıyâmet kopmazdan önce gece karanlığının parçaları gibi fitneler
olacak. (O vakit) kişi mü’min olarak sabaha erer de kâfir olarak akşama
kavuşur. Mü’min olarak akşama erer, kâfir olarak sabaha kavuşur. Birçok
kimseler azıcık bir dünyalık mukabilinde dinlerini satarlar.” 497
“Ben Kıyâmet şöyle yakın olduğu halde gönderildim!” buyurdular ve
şehâdet parmağıyla orta parmağını yanyana gösterdiler. 498
“Ben Kıyâmetin kopacağı aynı sâatte gönderildim. Ancak, şunun şunu
geçmesi gibi ben Kıyâmet sâatini geçip biraz evvel geldim!” buyurdu ve
orta parmağı ile şehâdet parmağını gösterdi.” 499
“Hicaz bölgesinden bir ateş çıkmadıkça Kıyâmet kopmaz. Bu ateş Busra’daki
develerin boyunlarını aydınlatacaktır.” 500
“Kıyâmetten önce, Hadramevt’ten -veya Hadramevt denizinden- bir
ateş çıkacak, insanları toplayacak” buyurmuşlardı. (Orada bulunanlar):
“Ey Allah’ın Rasûlü (o güne ulaşırsak) ne yapmamızı emredersiniz?”
diye sordular. “Size Şam (Yani Sûriye’ye gitmenizi) tavsiye
ederim” buyurdular. 501
492] Müslim, Fiten 78, h. no: 2920
493] Buhârî, Cihad 94, Menâkıb 25; Müslim, Fiten 79, h. no: 2921; Tirmizî, Fiten
56, h. no: 2237
494] Buhârî, Fiten 24, Menâkıb 25, İstitabe 8; Müslim, İman 248, h. no: 157, Fiten
17
495] Tirmizî, Fiten 9, h. no: 2171
496] Müslim, Fiten 18, h. no: 157
497] Tirmizî, Fiten 30, h. no: 2196
498] Buhârî, Rikak 39, Tefsiru Nâziât 1, Talâk 25; Müslim, Fiten 132, h. no: 2950
499] Tirmizî, Fiten 39, h. no: 2214
500] Buhârî, Fiten 24; Müslim, Fiten 42, h. no: 2902
501] Tirmizî, Fiten 42, h. no: 2218
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 112 -
“Bugün doğmuş (canlı olan) hiçbir nefis yoktur ki, yüz sene sonra ölmemiş
olsun.” (Râvi der ki): “Bununla ömrün kısalması kastedilmiştir.”
502
Enes (r.a.) anlatıyor: “Bir adam Rasûlüllah (s.a.s.)’a: “Kıyâmet
ne zaman kopacak?” diye sormuştu. Aleyhissalâtu vesselâm bir
müddet sükûttan sonra yanında duran Ezd-i Şenûe kabilesine
mensup bir çocuğa bakıp:
“Bu delikanlı pîr-i fâni olmadan önce Kıyâmetiniz kopacaktır!” buyurdular.”
Enes (r.a.) der ki: “Çocuk o gün benim akranım idi.” 503
Açıklama: Bu hadiste, Aleyhissalâtu vesselâm, herkesin ölümünü,
kendisi için “Kıyâmet” olarak değerlendirmiş bulunmaktadır.
Hadisi, dünyanın eceli olan Kıyâmetten ziyade kendi ecelimiz olan
şahsî Kıyâmetimizle ilgilenmeye bir uyarı olarak değerlendirebiliriz.
Dünyanın eceli ilm-i İlahîde mahfuzdur, Allah’tan başka kimse
bilemez. Ama beşerî ecelimiz, şahsî Kıyâmetimiz, zaman olarak
kısmen bellidir. Yarın hususunda bir garanti olmadığına göre, şu
veya bu şekilde her an gelebilir. Öyleyse “Kıyâmet” hadisesinden
insan nefsi bir dehşet alıyor, ibrete meylediyor ise, bu ibreti, her
an gelmesi muhtemel olan ecelinden, kopması muhtemel olan
şahsî Kıyâmetinden almalıdır. Efendimiz, dünyanın Kıyâmetinden
sorulduğu halde şahsî Kıyâmeti zikretmek sûretiyle cevap vermekle
dikkatleri buna çekmek gereğine uyan bir irşadda bulunmuş
olmaktadır. 504
“Otuz kadar yalancı deccaller çıkmadıkça Kıyâmet kopmaz. Bunlardan
herbiri Allah’ın elçisi olduğunu zanneder.” 505
“Güneş, battığı yerden doğmadıkça Kıyâmet kopmaz. Batıdan doğunca,
insanlar görür ve hepsi de iman eder. Ancak, daha önce inanmamış
veya imanın sevkiyle hayır kazanamamış olan hiç kimseye bu iman
fayda sağlamaz.” 506
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: “Güneş battığı sırada Kıyâmet
alâmetlerinin ilki güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vaktinde
insanlara Dâbbetü’l-Arz ın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi
önce çıkarsa diğerinin çıkması buna yakındır.” 507
502] Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 218, h. no: 2538; Tirmizî, Fiten 64, h. no: 2251
503] Müslim, Fiten 138, h. no: 2953
504] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/321
505] Tirmizî, Fiten 43, h. no: 2219; Ebû Dâvud, Melâhim 16 h. no: 4333, 4334,
4335
506] Buhârî, Rikak 39, İstiska 27, Zekât 9; Müslim, İman 248, (157); Ebû Dâvud,
Melâhim 12, 4312
507] Müslim, Fiten 118
KIYAMET
- 113 -
“Ruhumu kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal’e yemin olsun ki, vahşi
hayvanlar insanlarla konuşmadıkça, kişiye kamçısının ucundaki meşin,
ayakkabısının bağı konuşmadıkça, kendisinden sonra ehlinin ne yaptığını
dizi haber vermedikçe Kıyâmet kopmaz.” 508
“Devs kabilesinin kadınlarının kıçları, Zü’lhalasa putunun etrafında
titremedikçe Kıyâmet kopmaz. Zü’lhalasa, Devslilerin cahiliye devrinde
tapındıkları (Tebâle’deki) puttur.” 509
“İnsanların dünyaca en bahtiyarını âdi oğlu âdiler teşkil etmedikçe
Kıyâmet kopmaz.” 510
“Kıyâmet Allah Allah diyen bir kimsenin üzerine kopmayacaktır.” 511
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.), yanındaki
cemaate konuşurken, bir adam gelerek: “(Ey Allah’ın Rasûlü!)
Kıyâmet ne zaman kopacak?” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm konuşmasına
devam etti, sözlerini bitirdiği vakit: “Sual sahibi nerede?”
buyurdular: Adam: “İşte buradayım ey Allah’ın Rasûlü!” dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm: “Emânet zâyi edildiği vakit Kıyâmeti bekleyin!”
buyurdular. Adam: “Emanet nasıl zâyi edilir?” diye sordu. Efendimiz:
“İş, ehil olmayana tevdi edildi mi Kıyâmeti bekleyin!” buyurdular.”
512
“Kahtan’dan, insanları değneğiyle idare eden bir adam çıkmadıkça
Kıyâmet kopmaz.” 513
“Fırat nehri altın bir dağ üzerinden açılmadıkça Kıyâmet kopmaz.
Onun üzerine insanlar savaşırlar. Yüz kişiden doksan dokuzu öldürülür.
Onlardan herbiri: ‘Herhalde savaşı ben kazanacağım’ der.” 514
“Zaman yakınlaşmadıkça Kıyâmet kopmaz. Bu yakınlaşma öyle olur
ki, bir yıl bir ay gibi, ay bir hafta gibi, hafta da bir gün gibi, gün sâat gibi,
sâat de bir çıra tutuşması gibi (kısa) olur.” 515
“Allah Teâlâ hazretleri ipekten daha yumuşak bir rüzgârı Yemen’den
gönderir. Bu rüzgâr, kalbinde zerre miktar iman bulunan hiç kimseyi hâriç
tutmadan hepsinin ruhunu kabzeder.” 516
508] Tirmizî, Fiten 19, h. no: 2182
509] Buhârî, Fiten 23; Müslim, Fiten 51, h. no: 2906
510] Tirmizî, Fiten 37, h. no: 2210
511] Müslim, İman 234, h. no: 148; Tirmizî, Fiten 35, h. no: 2208
512] Buhârî, İlm 2, Rikak 35
513] Buhârî, Fiten 23, Menâkıb 7; Müslim, Fiten 60, h. no: 2910
514] Buhârî, Fiten 24; Müslim, Fiten 29, h. no: 2894; Ebû Dâvud, Melâhim 13, h.
no: 4313, 4314; Tirmizî, Cennet 26, h. no: 2572, 2573
515] Tirmizî, Zühd 24, h. no: 2333
516] Müslim, İman 185, h. no: 117
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 114 -
“Kıyâmet sadece şerir insanların üzerine kopacaktır!” 517
İbn Zuğb el-Eyâdî anlatıyor: “Abdullah İbnu Havale el-Ezdî
(r.a.)’nin yanına indim. Bana: “Rasûlüllah (s.a.s.) bizi, ganimet alalım
diye yaya olarak gönderdi. Biz de döndük ve hiçbir ganimet
elde edemedik. Yorgunluğumuzu yüzlerimizden anlayıp aramızda
doğrularak:
“Ey Allah’ım, onları bana tevkil etme; ben onları üzerime almaktan
acizim! Onları kendilerine de tevkil etme, bu işten kendileri de acizdirler.
Onları diğer insanlara da tevkil etme kendilerini onlara tercih ederler!”
buyurdular. Sonra elini başımın üstüne koydu ve: “Ey İbnu Havâle!
Hilafetin (Medine’den) Arz-ı Mukaddese’ye (Sûr iye’ye) indiğini görürsen,
bil ki artık zelzeleler, kederler, büyük hadiseler yakındır. O gün Kıyâmet,
insanlara, şu elimin, başına olan yakınlığından daha yakındır” buyurdu.”
518
Hz. Enes (r.a.) dedi ki: “İstanbul’un fethi Kıyâmet ânında olacaktır.”
519
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir
gün): “Ümmetim on beş şeyi yapmaya başlayınca ona büyük belânın
gelmesi vâcip olur!” buyurmuşlardı. (Yanındakiler): “Ey Allah’ın
Rasûlü! Bunlar nelerdir?” diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.) saydı:
“Ganimet (yani millî servet, fakir fukaraya uğramadan sadece zengin ve
mevki sahibi kimseler arasında) tedavül eden bir meta haline gelirse.
Emanet (edilen şeyleri emanet alan kimseler, sorumlu ve yetkililer, memurlar)
ganimet (malı yerini tutup, yağmalayıp nefislerine helâl) kıldıkları
zaman.
Zekât (ödemeyi ibâdet bilmeyip bir angarya ve) cezâ telakki ettikleri zaman.
Kişi annesinin hukukuna riâyet etmeyip, kadınına itaat ettiği;
Babasından uzaklaşıp ahbabına yaklaştığı;
Mescidlerde (rızâyı İlahî gözetmeyen husumet, alışveriş, eğlence ve siyasata
vs. müteallik) sesler yükseldiği zaman.
Kavme, onların en alçağı (erzel) reis olduğu;
(Devlet otoritesinin yetersizliği sebebiyle tedhiş ve zulümle insanları sindiren
zorba) kişiye zararı dokunmasın diye hürmet ettiği;
517] Müslim, Fiten 131, h. no: 2949
518] Ebû Dâvud, Cihad 37, h. no: 2535
519] Tirmizî, Fiten 58, h. no: 2240
KIYAMET
- 115 -
(Çeşitli adlarla imal edilen) içkiler (serbestçe) içildiği;
İpek (haram bilinmeyip erkekler tarafından) giyildiği;
(San’at, bale, konser gibi çeşitli adlar altında; bar, gazino, dansing ve salonlarda
ve hatta televizyon ve filim gibi çeşitli vasıtalarla yaygın şekilde)
şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri edinildiği;
Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri, önceden gelip geçenlere (çeşitli
ithamlar ve bahanelerle) hakaret ettiği zaman artık kızıl rüzgârı, (zelzeleyi),
yere batışı (hasfı) veya sûret değiştirmeyi (meshi) [veya gökten taş
yağmasını, (kazfi)] bekleyin.” 520
“Çıkış itibariyle, Kıyâmet alâmetlerinin ilki güneşin battığı yerden doğması,
kuşluk vakti insanlara dabbetu’l-arzın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi
önce çıkarsa, diğeri de onun hemen peşindedir.” 521
“Beytu’l Makdis’in (Mescid-i Aksâ’nın) imarı Yesrib’in harabıdır.
Yesrib’in harabı melhamenin (savaşın) çıkmasıdır. Melhame ‘şehir’in
(‘İstanbul’un) fethidir, İstanbul’un fethi Deccal’in çıkmasıdır!” buyurdu.
Sonra elini (Rasûlullah), konuşmakta olduğu kimsenin (yani Hz.
Muaz’ın) dizine vurdu ve: “Bu söylediğim kesinlikle hakikattir. Tıpkı
senin burada oturman hak olduğu gibi” buyurdular.” 522
“Melhame ile Medine’nin (Şehrin) fethi arasında altı yıl vardır. Yedinci
yılda da Mesih Deccal çıkar.” 523
“Sûrun sahibi (İsrafil aleyhisselam), sûr denen borusunu ağzına dayamış,
yüzünü çevirmiş, kulağını dikmiş, üfleme emrini beklerken ben nasıl
tereffühle (dünya nimetlerinden) istifade edebilirim?” buyurmuşlardı.
Bu, sanki ashabına çok ağır gelmişti:
“Peki, biz ne yapalım -veya ne diyelim- ey Allah’ın Resûlü?”
diye sordular. Onlara: “Hasbünallah ve ni’melvekil (Allah bize yeter,
o ne güzel vekildir!), Allah’a tevekkül ettik. -belki de “tevekkülümüz
Allah’adır!” demişti- deyiniz!” diye emir buyurdular.” 524
“Rasûlüllah’a (s.a.s.) sûr’dan sorulmuştu: “Bu, içine üflenen bir
boynuzdur!” diye cevap verdi.” 525
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.): “İki sûr arasında
kırk vardır!” buyurmuştur. Bunun üzerine oradakiler:
520] Tirmizî, Fiten 39, h. no: 2211
521] Müslim, Fiten 118, h. no: 2941; Ebû Dâvud, Melâhim 12, h. no: 4310
522] Ebû Dâvud, Melâhim 3, h. no: 4294
523] Ebû Dâvud, Melâhim 4, h. no: 4296; İbn Mace, Fiten 35, h. no: 4093
524] Tirmizî, Kıyâmet 9, h. no: 2433
525] Ebû Dâvud, Sünnet 24, h. no: 4742; Tirmizî, Kıyâmet 9, h. no: 2432
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 116 -
“Ey Ebû Hureyre! Kırk gün mü?” diye sordular. Fakat o: “Bir şey
diyemem!” cevabını verdi. Tekrar: “Kırk ay mı?” dediler. O yine:
“Bir şey diyemem!” cevabını verdi. “Kırk yıl mı?” dediler. O yine:
“Bir şey diyemem!” cevabını verdi ve (Rasûlüllah’ın hadisine devam
etti:)
“Sonra Allah semâdan su indirecek ve insanlar yerden sebze biter gibi
bitecekler. İnsanda bir kemik hâriç hepsi çürür. Bu çürümeyen, acbu’zzeneb
denen kuyruk sokumu kemiğidir. Kıyâmet günü yeniden yaratılış
bundan terkib edilecektir.” 526
“Mü’minin ruhu, cennet ağacında beslenen bir kuş olur. Yeniden dirilme
gününde Allah onu cesedine döndürünceye kadar orada beslenir.” 527
Ebû Rezin el-Ukaylî (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü dedim,
Allah, mahlûkatı nasıl iâde eder, (yeniden diriltir)? Bunun dünyadaki
örneği nedir?” “Sen dedi, hiç kavminin üzerinde yaşadığı vadiden
kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil üğründüğü
münbit mevsimde uğramadın mı?” Ben: “Elbette!” deyince:
“İşte bu, (yeniden) yaratmasına Allah’ın delilidir. Allah, ölüleri de böyle
diriltecektir!” buyurdular.” 528
İbn Abbas (r.a.) “O boru öttürülünce” 529 âyeti ile ilgili olarak
dedi ki: “Bu, sûrdur. Sûrede geçen racife, birinci nefha (üfleme),
râdife de ikinci nefhadır.” 530
Ebû Said (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.) (bir gün bize)
Sâhib-i Sûr’u (İsrâfil’i) zikretti ve dedi ki: “Sağında Cibril, solunda da
Mikâil aleyhimusselam var.” Rezin tahric etmiştir. 531
“Kıyâmet günü insanlar beyaz, bembeyaz, has unun çöreği gibi bir
yerde toplanacaklar. Orada hiç kimsenin bir işareti (evi, bağı vs.) olmayacak.”
532
“Sizler Allah’a yalınayak, bedenleriniz çıplak ve kabuklu (sünnet
edilmemiş) olarak haşr olunacaksınız!” buyurdu. Bir diğer rivâyette
İbn Mes’ud şöyle demiştir: “Rasûlüllah (s.a.s.) va’z etmek üzere
526] Buhârî, Tefsir, Zümer 3, Amme 1; Müslim, Fiten 141, h. no: 2955; Muvatta,
Cenâiz 48, h. no: 1, 239; Ebû Dâvud, Sünnet 24, h. no: 4743; Nesâî, Cenaiz
117, h. no: 4, 111
527] Muvatta, Cenâiz 49, h. no: 1, 240; Nesâî, Cenâiz 117 h. no: 4, 108) İbn Mâce,
Zühd 32, h. no: 4271
528] Rezin tahric etmiştir. Bu hadis Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'inde biraz
farklı lafızlarla rivâyet edilmiştir (IV/11
529] 74/Müddessir, 8
530] Buhârî, Rikak 43 -muallak olarak-
531] Ebû Dâvud, Hurûf ve'l-Kıraat 1, h. no: 3999
532] Buhârî, Rikak 44; Müslim, Münafıkûn 28, h. no: 2790
KIYAMET
- 117 -
aramızda doğruldu ve dedi ki:
“Ey insanlar! Sizler (Kıyâmet günü) Allah’ın yanında yalınayak, çıplak
ve kabuklu olarak toplanacaksınız. (Sonra şu âyeti okudu:) “İlk yaratışa
nasıl başladı isek, üzerimizde hak bir vaad olarak yine onu iâde edeceğiz...”
533; “Haberiniz olsun! Kıyâmet günü mahlûkattan ilk giydirilecek
İbrâhim aleyhisselâm’dır. Haberiniz olsun, o gün ümmetimden bazı kimseler
getirilir ve sol tarafa alınırlar. Bunun üzerine ben:
‘Ey Rabbim! Bunlar ashabımdır!’ derim. Bana:
‘Sen bilmiyorsun, bunlar senden sonra neler yaptılar” denilir. Ben sâlih kul
(İsa)’nın dediği gibi diyeceğim:
“Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim.
Fakat vakta ki sen beni (içlerinden) aldın, üstlerinde nigehban yalnız sen
oldun. (Zaten) sen (her zaman) her şeye hakkıyla şahidsin. Eğer kendilerine
azab edersen şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları affedersen
mutlak galib ve yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da hakikaten
sensin sen” 534
Rasûlüllah (s.a.s.) devamla dedi ki: “Bunun üzerine bana: ‘Onlar,
sen aralarından ayrıldığın günden beri, dinden yüz çevirmeye hiç ara vermediler!’
denilecek.”
“Bir rivâyette şu ziyade var: “Ben: ‘Rahmetten uzak olsunlar, rahmetten
uzak olsunlar!’ derim.” 535
“Kıyâmet günü insanlar üç sınıf olarak haşrolunurlar: Yayalar sınıfı,
binekliler sınıfı, yüzü üstü sürünenler sınıfı.” Peygamberimiz’e soruldu:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar yüzleri üzerine nasıl yürürler?” Şu
cevabı verdiler: “Onları ayakları üzerine yürüten Zât-ı Zülcelâl, yüzleri
üzerine yürütmeye de kadirdir. Ancak bilesiniz, bu yüzleri üstü yürüyenler,
önlerine çıkan her engele, her dikene karşı kendilerini yüzleriyle korumaya
çalışırlar.” 536
“İnsanlar Kıyâmet günü üç hal üzere haşrolunurlar:
1) İstekliler, korkanlar,
2) İki kişi bir deve üzerinde olanlar, üç kişi bir deve üzerinde olanlar, dört
kişi bir deve üzerinde olanlar, on kişi bir deve üzerinde olanlar.
533] 21/Enbiyâ, 104
534] 5/Mâide, 117-118
535] Buhârî, Rikak 45, Enbiyâ 8, 44, Tefsir, Mâide 14, 15, Tefsir, Enbiyâ 2; Müslim,
Cennet 57, h. no: 2860; Tirmizî, Kıyâmet 4, h. no: 3329; Nesâî, Cenâiz 118,
h. no: 4, 114
536] Tirmizî, Tefsir Benî İsrâil (İsrâ Sûresi), h. no: 3141
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 118 -
3) Geri kalanları, ateşe tapanlar. Cehennem, onların kaylûle yaptığı
yerde onlarla kaylûle yapar, geceledikleri yerde onlarla birlikte geceler,
onların sabahladıkları yerde onlarla sabahlar, onların akşamladıkları yerde
onlarla beraber akşamlar.” 537
“İnsanlar Kıyâmet günü öylesine ter akıtırlar ki, bu terler yerin içinde
yetmiş zira’lık derinliğe kadar iner ve bu ter (yer üstünde de birikerek
insanları konuşamaz hale getirmek üzere ağızlarına) gem vurur ve kulaklarına
kadar ulaşır.” 538
“Kimin üzerinde kardeşine karşı ırz veya başka bir şey sebebiyle hak
varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı [Kıyâmet (ve hesaplaşmanın olacağı)]
gün gelmezden önce daha burada iken helâlleşsin. Aksi takdirde
o gün, salih bir ameli varsa, o zulmü nisbetinde kendinden alınır. Eğer
hasenâtı yoksa arkadaşının günahından alınır, kendisine yüklenir.” 539
“Kıyâmet günü hak sahiplerine haklarını mutlaka edâ edeceksiniz. Öyle
ki kabış (boynuzsuz) koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacak, taşa
(niye bir başka) taş üzerine yüklenip kaldığından; adamın adamı niye yaraladığından
sorulacak.”
(Râvî Ebû Hureyre) der ki: “Biz şunu da işitirdik: “Kıyâmet günü,
kişiyi tanımadığı birisi yakalar ve der ki: “Sen beni hata ve münker işlerken
görüyordun, fakat ondan men etmiyordun!” 540; “Boynuzlu koyun...”
tabirinden gerisi Rezin’in ziyâdesidir.
Hz. Aişe (r. anhâ) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.): “Âhirette kimin
hesâbı münâkaşa edilirse, azâba mâruz kalacak demektir!” buyurmuşlardı.
Ben: “Nasıl olur? Allah Teâlâ (meâlen): “O vakit kimin kitabı
sağ eline verilirse; kolay bir hesabla muhâsebe edilecek ve ehline sevinçli
olarak dönecek” 541 buyurmadı mı, (bu hesap münâkaşası değil
mi)?” dedim. “Hayır! buyurdular, bu (münâkaşa değil) arzdır. Kıyâmet
günü hesâba çekilen herkes mutlaka helâk olmuş demektir!” 542
“Kıyâmet günü, kişi amelleri arasında önce namazın hesâbını verecek.
Bu hesap güzel olursa kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk olursa,
hüsrâna düştü demektir. Eğer farzında eksiklik çıkarsa Rab: ‘Bakın, kulumun
(defterinde yazılmış) nâfilesi var mı?’ buyurur. Böylece, farzın eksikleri
nâfile (namazları) ile tamamlanır. Sonra, bu tarzda olmak üzere diğer
537] Buhârî, Rikak 48; Müslim, Cennet 59, h. no: 2861; Nesâî, Cenâiz 118, h. no:
4, 115, 116
538] Buhârî, Rikâk 47; Müslim, Cennet 61, h. no: 2863
539] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48; Tirmizî, Kıyâmet 2, h. no: 2421
540] Müslim, Birr 6, h. no: 2582; Tirmizî, Kıyâmet 2, h. no: 2422
541] 84/İnşikak 7-9
542] Buhârî, İlim 35, Tefsir, İnşikak 1; Rikak 49; Müslim, Cennet 80, h. no: 2876;
Ebû Dâvud, Cenâiz 3, h. no: 3093; Tirmizî, Kıyâmet 6, h. no: 2428
KIYAMET
- 119 -
amelleri hesaptan geçirilir.” 543
Yahya İbn Said (rahimehullah) anlatıyor: “Bana ulaştığına
göre, (Kıyâmet günü), kulun ilk bakılacak ameli namazdır. Eğer
namazı kabul edilirse, geri kalan amellerine bakılır. Eğer namazı
kabul edilmezse diğer amellerinin hiçbir ine bakılmaz.” 544
“Kıyâmet günü, insanlar arasında hükmedilecek ilk şey kandır.” 545
“Kıyâmet günü, dört şeyden sual edilmedikçe, kulun ayakları (Rabbinin
huzurundan) ayrılamaz: Ömrünü nerede harcadığından, ne amelde
bulunduğundan, malını nerede kazandığından ve nereye harcadığından,
vücûdunu nerede çürüttüğünden.” 546
“Kıyâmet günü kul (hesap vermek üzere huzur-u İlahîye) getirilir. Allah
Teâlâ: ‘Ben sana kulak, göz, mal ve evlat vermedim mi? Sana hayvanları
ve ekimi musahhar kılmadım mı? Seni bunlara baş olmak, onlardan istifade
etmek üzere serbest bırakmadım mı? Acaba, Benimle bugünkü şu
karşılaşmanı hiç düşündün mü?’ diye soracak. Kul da: ‘Hayır’ diyecek. Allah
Teâlâ: ‘Öyleyse bugün Ben de seni unutacağım, tıpkı senin (dünyada)
Beni unuttuğun gibi!’ buyuracak.” 547
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: (Ashab, Rasûlüllah’a): “Ey Allah’ın
Rasûlü! Kıyâmet günü Rabbimizi görecek miyiz?” diye sordular.
Allah’ın elçisi: “Bulutsuz bir günde, öğle vaktinde güneşi görme hususunda
bir itişip kakışmanız olur mu?” diye sordu. Ashab: ‘Hayır!’ deyince:
“Bulutsuz (dolunaylı) gecede ayı görmekte itişip kakışmanız olur
mu?” diye tekrar sordu. Ashab yine: ‘Hayır!’ deyince: ‘Nefsim elinde
olan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun, Rabbinizi görme hususunda da hiçbir
itişip kakışmanız olmayacak. Tıpkı güneş ve ayı görmede itişip kakışmanız
olmadığı gibi. Böylece kul, Rabbiyle karşı karşıya gelecek. Rabb Teâlâ: ‘Ey
filan! Ben sana ikram etmedim mi? Seni efendi yapmadım mı? Sana zevce
vermedim mi? Atı, deveyi sana musahhar (hizmetçi) kılmadım mı? Reislik
yapmana, ganimet malından dörtte bir almana müsaade etmedim mi?’
diye soracak. Kul: ‘Evet ey Rabbim!’ diyecek. Rab Teâlâ: ‘Benimle karşılaşacağını
hiç düşünmedin mi?’ diyecek. Kul bu soruya: ‘Hayır!’ karşılığını
verecek. Rab Teâlâ da: ‘Öyleyse şimdi de ben seni unutuyorum. Tıpkı
(dünyada) sen Beni unuttuğun gibi!’ diyecek. Sonra ikinci kul Allah’ın
karşısına çıkar. Rab Teâlâ ona da aynı şeyleri söyler. Sonra üçüncüye de
birinciye söylediklerinin aynısını söyler. Kul: ‘Evet! ey Rabbim!’ der. Rab
543] Tirmizî, Salat 305, h. no: 413; Nesâî, Salât 9, h. no: 1232
544] Muvatta, Kasru's-Salât 89, h. no: 1, 173
545] Buhârî, Diyat 1, Rikak 48; Müslim, Kasâme 28, h. no: 1678; Tirmizî, Diyât 8,
h. no: 1396; Nesâî, Tahrim 2, h. no: 7, 83
546] Tirmizî, Kıyâmet 1, h. no: 2419
547] Tirmizî, Kıyâmet 7, h. no: 2430
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 120 -
Teâlâ da: ‘Benimle karşılaşacağını hiç aklından geçirdin mi?’ diye sorar.
Kul: ‘Ey Rabbim, sana, kitaplarına ve peygamberlerine inandım. Namaz
kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim!” der ve elinden geldiğince (Allah
hakkında) hayır senâda bulunur. Rab Teâlâ: ‘Bu hususta lehine şehâdet
edecek biri var mı?’ diye soracak. Kul: ‘Hayır, yok!” diyecek. Rab Teâlâ:
‘Şimdi senin aleyhine bir şâhit gönderilecek!’ der. Kul kendi kendine: ‘Benim
aleyhime şâhitlik yapacak da kim?’ diye içinden düşünür. Kulun ağzı
mühürlenir. Uyluğuna: ‘Haydi konuş!’ denir. Uyluğu, eti, kemiği konuşup,
onun amelini haber verirler. Bu, onun kendisi için bir özür aramaması
içindir. Bu kimse, Allah’ın gadabına uğrayan münâfıktır.” 548
İnsanlar Rasûlullah’a (s.a.s.): “Ey Allah’ın Rasûlü! Kıyâmet
günü Rabbimizi görecek miyiz?” diye sordular. O da: “Siz bulutsuz
dolunay gecesinde ayı görmekten şüpheye düşer misiniz?” diye sordu.
Onlar; ‘hayır, ey Allah’ın Rasûlü!’ diye cevap verdiler. Allah’ın
Rasûlü: “Bulutsuz bir günde güneşi görmekten şüphe eder misiniz?”
diye tekrar sordu. Ashab yine: ‘Hayır!’ cevabını verdiler. Bunun
üzerine: “Şunu bilin ki, siz Rabbinizi de böyle göreceksiniz. Kıyâmet
günü, insanlar haşrolunurlar. (Rab Teâlâ): ‘Kim (Benden başka) bir şeye
tapıyor idiyse ona tâbi olsun!’ buyurur. Onlardan bir kısmı güneşe, bir
kısmı aya, bir kısmı da putlara tabi olurlar. Orada, münafıklarıyla birlikte
bu ümmet kalır. Allah onlara (tanımadıkları bir sûrette) yaklaşır. ‘Ben sizin
Rabbinizim!’ buyurur. Oradakiler: ‘(Senden Allah’a sığınırız). Biz, Rabbimiz
bize gelinceye kadar bu yerdeyiz! Rabbimiz gelince biz onu tanırız!”
derler. Derken Rableri (onların tanıyacağı sûrette) gelir. ‘Ben Rabbinizim!’
der. Onlar da: ‘Sen Rabbimizsin!’ derler. Rab Teâlâ onları (cennete) davet
eder. Cehennemin üzerine sırat kurulur. Peygamberler arasında, ümmetiyle
sırattan ilk geçen ben olurum. O gün peygamberler dışında kimse
konuşmaz. Peygamberlerin o günkü kelâmı da: ‘Allahümme sellim, Allahümme
sellim (Ey Rabimiz selâmet ver, ey Rabbimiz selâmet ver!’ olacak.
Cehennemde, deve dikeninin dikenleri gibi kancalar var. Deve dikeninin
dikenlerini gördünüz mü?” diye sordu. Ashab: ‘Evet!’ deyince Peygamberimiz
devam etti: “İşte o kancalar, tıpkı deve dikeninin dikenleri
gibidir. Ancak, onların büyüklüğü ne kadardır, Allah’tan başka kimse bilmez.
İnsanları (kötü) amelleri sebebiyle kapar. İnsanların bir kısmı (kötü)
ameli sebebiyle helâk olur. Bir kısmı da ateşin içine yıkılır, sonra kurtulur.
Allah, ateş ehlinden kurtarmak istediklerine rahmet etmeyi irade edince,
ateş ehlinden Allah’a ibâdet etmiş olanları, ateşten çıkarmaları için meleklere
emreder. Melekler bu kimseleri, secde izleriyle tanırlar. Çünkü Allah
Teâlâ hazretleri secde mahallinin yakılmasını ateşe haram etmiştir. Onlar
böylece ateşten çıkarlar. Hepsi de ateşten kavrulmuş vaziyettedir. Üzerlerine
hayat suyu dökülür. Selin getirdiği milli topraktan habbelerin (filiz
548] Müslim, Zühd 16, h. no: 2968
KIYAMET
- 121 -
açıp) bitmesi gibi, suyun değdiği yerler yeniden bitecek. Rab Teâlâ, sonra,
kullar arasındaki hükmünü tamamlayacak. Derken cennetle cehennem
arasında bir kul kalacak. Bu, cennete girmede cehennemliklerin sonuncusudur.
Yüzü cehenneme doğru ilerlerken: ‘Ey Rabbim! Yüzümü ateş
tarafından çevir! Kokusu beni perişan etti, alevi de beni kavurdu’ diye
yalvaracak. Allah Teâlâ’ya, kendisine duâ etmesini dilediği kadar duâda
bulunacak. Sonra Allah Teâlâ: ‘Ben bu istediğini versem, bundan başkasını
da ister misin?’ diye soracak. Adam: ‘İzzet ve celâline yemin olsun
hayır! Bundan başkasını istemem!’ diyecek ve istemeyeceği hususunda
Allah’a ahd u mîsakta bulunacak. (Allah), bunun üzerine yüzünü ateşten
çevirecek. Adam yüzüyle cennete yönelince ve onun güzelliğini görünce,
Allah’ın dilediği bir müddet susacak. Sonra (dayanamayıp): ‘Ey Rabbim!
Beni cennetin kapısına yaklaştır!’ diyecek. Allah Teâlâ: ‘Sen Bana istemiş
olduğundan başka bir talepte bulunmayacağına dair ahd u mîsakta bulunmadın
mı? Ey Âdemoğlu yazık sana! Sen ne dönekmişsin!’ diyecek.
Adam: ‘Ey Rabbim! Mahlûkatın en bedbahtı ben olmayayım!’ diyecek.
Rab Teâlâ: ‘Sana bu istediğin verilse, acaba başka bir şey istemeyecek
misin?’ der. Adam: ‘Hayır! İzzetine ve celaline yemin olsun hayır! Başka
bir şey istemeyeceğim!’ diyecek. Rabbi de onu mâzur addedecek. Çünkü
o, sabredilemeyecek bir şeyler görmüştür. Adam, Rabbine, istediği ahd
u misakta bulunur. (Rabbi de) onu cennetin kapısına yaklaştırır. Kapıya
yaklaşıp onun güzelliğini ve içindeki taravet ve süruru görünce, Allah’ın
dilediği kadar sesini keser. (Fakat daha fazla dayanamayıp atılır): ‘Ey Rabbim!
Beni cennete koy!’ der. Rab Teâlâ: ‘Ey Âdemoğlu yazık sana! Sen ne
dönekmişsin! Sana verilenlerin dışında bir şey istemeyeceğine dair bana
ahd u mîsak vermedin mi?’ diyecek. Adam: ‘Ey Rabbim! Beni mahlûkatın
en bedbahtı yapma!’ diyecek. Allah onun bu haline gülecek. Sonra ona
cennete girmesi için izin verecek ve: ‘Dile (ne dilersen!)’ diyecek. Adam
dileyecek. Öyle ki, hiçbir arzusu kalmayacak. Allah yine de: ‘Şunları şunları
da iste!’ deyip, istemesi gereken şeyleri zikredecek. Böylece istenecek
şeyler bitince Allah Teâlâ: ‘Bütün bunlar, bir misliyle sana verilmiştir!’ buyuracak.”
Râvî Ebû Saîd der ki: “Rasûlüllah’ın (s.a.s.): “Bütün bunlar,
on misliyle birlikte sana verilmiştir!” dediğini işittim.” 549
“Kıyâmet günü insanlar üç kere Allah’a arzedilirler: İlk iki arzedilmede
cidal ve özür beyanı vardır. Ama üçüncü arzedilme esnasında ellerde sayfalar
uçuşur, kimisi sağ eliyle, kimisi de sol eliyle alır.” 550
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Bir adam bana: ‘(Kıyâmet günü
Allah’ın kişiye hususi) hitabı hakkında ne işittin?’ diye sordu. Şu
cevabı verdim: “Rasûlüllah’ın (s.a.s.): “Mü’min Rabbine yaklaştırılır.
549] Buhârî, Rikak 52, Ezan 129, Tevhid 24; Müslim, İman 299, h. no: 182; Tirmizî,
Cennet 20, h. no: 2560
550] Tirmizî, Kıyâmet 5, h. no: 2427
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 122 -
Öyle ki, (Allah onun) üzerine himayesini indirir ve günahlarını itiraf ettirir.
Ona sorar: Şu şu günahlarını biliyor musun?’ Mü’min kul, iki kere: ‘Evet ey
Rabbim, biliyorum!’ der. Rab Teâlâ da: ‘Dünyada iken bunları örterek seni
teşhir etmemiştim. Bugün de onları senden affediyorum!’ buyurur. Sonra
ona hasenât defteri verilir. Ama kâfirlere ve münâfıklara gelince, bunlarla
ilgili olarak, bütün mahlûkatın huzurunda: ‘Bunlar Allah nâmına yalan
söylemiş, (böylece büyük bir zulümde bulunmuşlardır). Haberiniz olsun!
Allah’ın lâneti zâlimleredir!’ diye nidâ olunur” dediğini işittim.” 551
Âişe (r. anhâ) anlatıyor: “Bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü!
Benim kölelerim var, bana yalan söylüyorlar ve bana ihanet ediyorlar,
bana isyan ediyorlar. Ben de onlara şetmediyor ve dövüyorum.
Onlar yüzünden (Allah yanında) durumum ne olacak?’ diye
sordu. Rasûlüllah (s.a.s.): “Kıyâmet günü onlar, sana olan ihânetleri,
isyanları ve yalanları sebebiyle muhâsebe olacaktır. Senin onlara verdiğin
cezâ ise, eğer cezân onların günahları nisbetinde ise, başabaştır; ne
lehine ne de aleyhine olur. Eğer onlara verdiğin cezâ onların suçlarından
az ise bu senin için bir fazilet olur. Eğer onlara verdiğin cezâ onların suçlarından
çok olursa, bu fazla kısım sebebiyle onlar lehine sana kısas yapılır”
buyurdular. Bunun üzerine adam huzurdan çekildi, ağlamaya
ve dövünmeye başladı. Bunun üzerine Rasûlullah dedi ki: “Sen
Allah’ın kitabını okumuyor musun? (Bak ne diyor!) (Meâlen): “Biz Kıyâmet
gününe mahsus adâlet terazileri koyacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle
haksızlığa uğratılmayacaktır. (O şey) bir hardal tanesi kadar bile olsa,
onu getiririz (mizana koyarız). Hesapçılar olarak da Biz yeteriz” 552. Adam
tekrar: ‘Allah’a yemin olsun, ey Allah’ın Rasûlü! Ben hem kendim
ve hem de onlar için, ayrılmalarından daha hayırlı bir şey göremiyorum.
Seni şâhit kılıyorum, hepsi hürdür, (âzâd ettim)’ dedi.” 553
Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.) (bir gün) güldüler ve:
“Niye güldüğümü biliyor musunuz?” buyurdular. Biz: “Allah ve Rasûlü
daha iyi bilir!” dedik. “Kulun Rabbine olan hitabından!” buyurdular
ve şöyle devam ettiler: “Kul şöyle der: ‘Ey Rabbim, Sen beni zulümden
korumadın mı?’ Rab Teâlâ: ‘Evet korudum’ buyurur. Kul da: ‘Fakat
ben bugün, kendime, kendimden başka bir kimsenin şâhit olmasını asla
istemiyorum’ der. Rab Teâlâ: ‘Bugün sana tek şâhit olarak nefsin, çok
şâhit olarak da kirâmen kâtibîn kâfidir’ buyurur.” Rasûlüllah devamla
dedi ki: “Ağzına mühür vurulur ve diğer organlarına: Konuş! denilir.
Onlar adamın amelini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest
bırakılır. Adam organlarına: ‘Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben
551] Buhârî, Mezalim 2, Tefsiru Hûd 4, Edeb 60, Tevhid 36; Müslim, Tevbe 52, h.
no: 2768
552] 21/Enbiyâ, 47
553] Tirmizî, Tefsir, Enbiyâ, h. no: 3163
KIYAMET
- 123 -
sizin için mücâdele etmiştim’ der.” 554
“Aziz ve celil olan Allah (Kıyâmet günü), ümmetimden bir adamı
mahlûkatın arasından seçer ve onun için doksan dokuz büyük defter
açar. Her defter, gözün alabildiği kadar büyüktür. Rab Teâlâ adama sorar:
‘Bu defterde yazılı olanlardan bir şey inkâr ediyor musun? Muhâfız
kâtiplerim (olmadık şeyler yazarak sana) zulmetmişler mi?’ Kul: ‘Ey Rabbim!
Hayır! (Hepsi doğrudur!)’ der. Rab Teâlâ sorar: ‘(Bunları yapmada
beyan edeceğin) bir özrün var mı?’ Kul der: ‘Hayır! Ey Rabbim!’ Aziz ve
celil olan Allah: ‘Evet! Senin bizim yanımızda (makbul, büyük) bir de hasenen
var. Bugün sana zulüm yapmayacağız!’ buyurur. Hemen bir etiket
çıkarılır. Üzerinde ‘Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden
Rasûlallah (şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve şehâdet
ederim ki Muhammed Allah’ın elçisidir)’ yazılıdır. Sonra, Rabb Teâlâ der:
‘Ağırlığını (yani amellerinin ağırlığını) hazırla!’ Kul sorar: ‘Ey Rabbim! Bu
defterlerin yanındaki bu etiket de ne?’ Rabb Teâlâ der: ‘Sana zulmedilmeyecek!
Hemen defterler Mizan’ın bir kefesine konur, etiket de diğer
kefesine. Tartılırlar. Sonunda defterler hafif kalır, etiket ağır basar. Esasen
Allah’ın ismi yanında hiçbir şey ağır olamaz.” 555
Ebû Mes’ud el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü dendi,
biz câhiliye devrinde yaptıklarımızdan hesaba çekilecek miyiz?” Şu
cevabı verdiler: “Müslüman olduktan sonra iyi olana, câhiliye devrinde
yaptıklarından sorulmayacaktır. Kötü amel işleyene, hem İslâm’daki ameli
hem de önceki ameli sebebiyle hesap sorulacaktır.” 556
“Bir kimseyi (küfür veya günah gibi) bir şeye çağıran hiç kimse yok ki
Kıyâmet günü, o çağırdığı şeyle birlikte tevkif edilmemiş olsun. Mutlaka
onunla ayrılmaz şekilde beraberdir. Bir adam bir adamı (bir şeye) dâvet
etmiş olsa dahi!” Sonra şu âyeti okudu. (meâlen): “Onları hapsedin,
çünkü onlar mes’uldürler” 557
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü dedim, Kevser
havzının kapları nedir?” Şu cevabı lutfettiler: “Nefsimi kudret elinde
tutan Zat-ı Zülcelal’e yemin olsun, onun kapları açık ve karanlık bir gecede
gökteki yıldızlardan daha çoktur. Cennetin kaplarından kim içerse
artık ömrünün sonuna kadar hiç susamaz. Havzın cennetten çıkan iki
oluğu gürül gürül akar. Genişliği uzunluğuna denktir. Bu da Amman’dan
Eyle’ye olan mesafe kadardır. Suyu sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır.”
558
554] Müslim, Zühd 17, h. no: 2969
555] Tirmizî, İman 17, h. no: 2641
556] Buhârî, İstitâbe 1; Müslim, İman 189, h. no: 120
557] 37/Sâffât, 24). (Tirmizî, Tefsiru Sâffât, h. no: 3226
558] Müslim, Fezâil 36, l, h. no: 2300; Tirmizî, Kıyâmet 16, h. no: 2447
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 124 -
“Her peygamberin bir havzı vardır. Ümmeti oraya su almaya gelir.
Peygamberlerin herbiri, hangisinin suya geleni çok diye övünürler. Su
almaya gelen ümmeti en çok olan peygamberin ben olacağımı ümid
ediyorum.” 559
Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.)’a “Kevser nedir?” diye
sorulmuştu. “Cennette bir nehirdir. Allah onu bana verdi. O, sütten
daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Onda (nehirde) bir kuş vardır, boynu
deveboynuna benzer!” buyurdular. Hz. Ömer atılarak: “Öyleyse o
müreffehtir!” dedi. Rasûlullah da: “Onu yiyen, ondan da müreffehtir!”
buyurdular.” 560
“Ben havza ilk geleniniz olacağım!” 561
“Ben havzın başına sizden önce geleceğim. Bana sizden bazı kimseler
yükseltilip (gösterilecek). O kadar ki, eğilsem onları tutarım. Ama hemen
geri çekilecekler. ‘Ey Rabbim! Bunlar benim ashâbım!’ derim. Ama bana:
‘Senden sonra bunların ne bid’atler yaptıklarını sen bilmezsin!’ denilir. Ben
de: ‘Dini benden sonra değiştirenler rahmetten uzak olsun, rahmetten
uzak olsun!’ derim.” 562
“Ümmetim havzın başında yanıma gelecek. Ben, tıpkı kendi devesinden
başkasının devesini kovan bir kimse gibi, havzımdan (bazı) insanları
kovarım!” Yanındakiler: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bizi tanıyacak mısınız?’
dediler. ‘Evet buyurdu. Sizin, başkasında olmayan bir alâmetiniz olacak.
Sizler yanıma alın ve abdest uzuvlarında, abdestin eseri olan bir nurla
geleceksiniz. Ancak sizden bir grup benden engellenecek, onlar bana
ulaşamayacaklar. Ben: ‘Ey Rabbim onlar benim ashâbım, onlar benim
ashâbım!’ diyeceğim. Ama bir melek bana cevap verip: ‘Senden sonra
onlar ne bid’alar ortaya çıkardılar biliyor musun?’ diyecek.” 563
“Siz (ashâbım), havzın başında yanıma gelenlerin yüz bin cüzünden
sadece bir cüzünü teşkil edeceksiniz!” Râvî sahâbîye: “O gün siz ne
kadardınız?” diye soruldu da: “Yedi yüz veya sekiz yüz kadardık!”
diye cevap verdi.” 564
Enes (r.a.) anlatıyor: “(Bir gün), ‘ey Allah’ın Rasûlü! Kıyâmet
günü bana şefaat edin!’ dedim. “İnşâallah yapacağım!” buyurdular.
Ben tekrar: “Sizi nerede arayıp bulayım?” dedim. “Beni ilk aradığın
zaman sırat üzerinde ara!” buyurdular. “Size (orada) rastlayamazsam?”
dedim. “Mizan’ın yanında beni ara!” buyurdular. “Orada da
559] Tirmizî, Kıyâmet 15, h. no: 2445
560] Tirmizî, Kıyâmet 15, h. no: 2445
561] Buhârî, Rikak 53; Müslim, Fezâil 25, h. no: 2289
562] Buhârî, Rikak 53, Fiten 1; Müslim, Fezâil 32, h. no: 2297
563] Müslim, Tahâret 37, h. no: 247
564] Ebû Dâvud, Sünnet 26, h. no: 4746
KIYAMET
- 125 -
size rastlayamazsam?” dedim. “Öyeyse beni havzın yanında ara! Zira
ben üç mevkinin dışına çıkmam!” buyurdular.” 565
Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor: “Ateşi hatırlayıp ağladım.
Rasûlüllah (s.a.s.): “Niye ağlıyorsun?” diye sordu. “Cehennemi hatırladım
da onun için ağladım! Siz, Kıyâmet günü, ailenizi hatırlayacak
mısınız?” dedim. “Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz: Mizan
yanında; tartısı ağır mı geldi hafif mi öğreninceye kadar, sahifelerin uçuştuğu
zaman; kendi defterini nereye düşecek, öğreninceye kadar: Sağına
mı soluna mı; yoksa arkasına mı? Sıratın yanında; cehennemin iki yakası
ortasına kurulunca; bunu geçinceye kadar.” 566
“Her peygamberin müstecab (Allah’ın kabul edeceği) bir duâsı vardır.
Her peygamber o duâyı yapmada acele etti. Ben ise bu duâmı Kıyâmet
gününde, ümmetime şefaat olarak kullanmak üzere sakladım (kullanmayı
âhirete bıraktım). Ona inşâallah, ümmetimin şirk koşmadan ölenleri
nâil olacaktır.” 567
“Kâfir, bir iki fersah uzunluğundaki dilini Kıyâmet günü yerde sürür,
(Mevkıf’te) insanlar onun üzerine basarlar.” 568
“Kıyâmet günü ilk çağırılacak olan, Âdem (a.s.)’dir. Allah Teâlâ: ‘Ey
Âdem!’ der. Âdem (a.s.): ‘Buyur ey Rabbim, emrindeyim!’ der. Rabb
Teâlâ: ‘Zürriyetinden cehenneme gidecekleri ayır!’ diye emreder. Âdem:
‘Ey Rabbim ne miktarını ayırayım?’ diye sorar. Rabb Teâlâ: ‘Her yüzden
doksan dokuzunu!’ diye ferman buyurur.” (Ashab bu esnâda atılıp:)
‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bizden geriye ne kaldı?’ derler. Allah’ın Elçisi:
‘Benim ümmetim, diğer ümmetler yanında siyah öküzün başındaki beyaz
tüy gibi (az)dır!” 569
“Üç kişi vardır ki, Allah Kıyâmet gününde onlarla ne konuşur, ne onlara
nazar eder, ne de onları günahlarından arındırır, onlara acıklı bir azâb
vardır:
Sahrada, fazla suyu bulunduğu halde ondan yolcuya vermeyen kimse,
Kıyâmet günü Allah onun karşısına çıkıp: ‘Bugün Ben de senden fazlımı
(lütfumu) esirgiyorum, tıpkı senin (dünyada iken) kendi elinin eseri olmayan
şeyin fazlasını esirgediğin gibi’ der.
İkindi vaktinden sonra, bir mal satıp müşterisine Allah Teâlâ’nın adını
zikrederek bunu şu şu fiyatla almıştım diye yalandan yemin ederek,
565] Tirmizî, Kıyâmet 10, h. no: 2435
566] Ebû Dâvud, Sünen 28, h. no: 4755
567] Buhârî, Deavât 1, Tevhid 31; Müslim, İman 334, h. no: 198; Muvattâ, Kur'an
26, h. no: 1, 212; Tirmizî, Deavâat 141, h. no: 3597
568] Tirmizî, Cehennem 3, h. no: 2583
569] Buhârî, Rikak 45
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 126 -
muhâtabını inandıran ve bu sûretle malını satan kimse.
Sırf dünyevî bir menfaat için bir imama biat eden kimse; öyle ki, dünyalıktan
istediklerini verirse biatında sâdıktır, vermezse sâdık değildir.” 570
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Üç
işi vardır, Kıyâmet gününde Allah onlara ne konuşur ne nazar eder ne de
günahlardan arındırır, onlar için elim bir azab vardır! Bunu üç kere de
tekrar etti. Ben: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Öyleyse onlar büyük zarar ve
hüsrana uğramışlardır. Kimdir bunlar?’ dedim. Şöyle saydılar: “(Elbisesini
kibirle, yerlere kadar salıp) süründüren, yaptığı iyiliği başa kakan,
malını yalan yeminlerle reklâm eden kimseler!” 571
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “Üç
kişi vardır, Kıyâmet günü Allah Teâlâ hazretleri onlara konuşmaz, nazar
etmez, günahlardan da arındırmaz, onlara elim bir azab vardır: Zinâ eden
yaşlı, yalan söyleyen devlet reisi, büyüklenen fakir.” 572
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki:
“Üç kişi vardır, Kıyâmet günü Allah onlara nazar etmez: Anne ve babasının
hukukuna riâyet etmeyen kimse, erkekleşen kadın ve deyyus (karısını
yabancı erkeklerden kıskanmayan) kimse.” 573
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki:
“Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Üç kişi vardır, Kıyâmet günü Ben onların hasmıyım:
Benim adıma (yemin) edip sonra gadreden kimse, hür bir kimseyi
satıp parasını yiyen kimse, bir işçiyi ücretle tutup çalıştırdığı halde, ücretini
vermeyen kimse.” 574
Ebû Hüreyre anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Kıyâmet
günü ilk çağrılacaklar, Kur’ân’ı ezberleyen biri, Allah yolunda öldürülen
biri ve bir de çok malı olan biridir. Allah Teâlâ Kur’ân okuyana:
‘Ben Rasûlüme inzal buyurduğum şeyi sana öğretmedim mi?’ diye
soracak. Adam:
‘Evet, yâ Rabbi!’ diyecek.
‘Bildiklerinle ne amelde bulundun?’ diye Allah Teâlâ tekrar soracak.
Adam:
570] Buhârî, Şirb 2, Hiyel 12; Müslim, İman 173, h. no: 108; Ebû Dâvud, Büyû' 62,
h. no: 3474, 3475; Nesâî, Büyû' 6, h. no: 7, 247
571] Müslim, İman 171, h. no: 106; Ebû Dâvud, Libas 28, h. no: 4087, 4088;
Tirmizî, Büyû' 5, h. no: 1211; Nesâî, Büyu' 5, h. no: 7, 245
572] Müslim, İman 172, h. no: 107; Nesâî, Zekât 77, h. no: 5, 86
573] Nesâî, Zekât 69, h. no: 5, 80
574] Buhârî, Büyû' 106
KIYAMET
- 127 -
‘Ben onu gündüz ve gece boyunca okurdum’ diyecek. Allah:
‘Yalan söylüyorsun!’ diyecek. Melekler de ona:
‘Yalan söylüyorsun! diye çıkışacaklar. Allah Teâlâ ona:
‘Bilakis sen, ‘Falanca Kur’an okuyor’ densin diye okudun ve bu da
söylendi’ der.
Sonra, mal sahibi getirilir. Allah Teâlâ:
‘Ben sana bolca mal vermedim mi? Hatta o kadar bol verdim ki, kimseye
muhtaç olmadın?’ der. Zengin adam, ‘Evet yâ Rabbi’ der.
‘Sana verdiğimle ne amelde bulundun?’ diye Allah Teâlâ sorar. Adam:
‘Sıla-i rahimde bulunur ve tasadduk ederdim’ der. Allah:
‘Bilakis sen: ‘Falanca cömerttir’ desinler diye bunu yaptın ve bu da
denildi’ der.
Sonra Allah yolunda öldürülen getirilir. Allah Teâlâ Hazretleri:
‘Niçin öldürüldün?’ diye sorar. Adam:
‘Senin yolunda cihadla emrolundum. Ben de öldürülünceye kadar savaştım”
der. Hakk Teâlâ ona:
‘Yalan söylüyorsun!’ der. Ona melekler de: ‘Yalan söylüyorsun!’ diye
çıkışırlar. Allah Teâlâ ona tekrar: ‘Bilakis sen: ‘Falanca cesûrdur’ desinler
diye düşündün ve bu da söylendi’ buyurur.”
Sonra (Rasûlullah (s.a.s.) Ebû Hüreyre’nin dizine vurup): “Ey
Ebû Hüreyre! Bu üç kimse, Kıyâmet günü, cehennemin, aleyhlerinde kabaracağı
Allah’ın ilk üç mahlûkudur!” dedi. 575
Abdullah ibn Ömer dedi ki: Babam Ömer İbnu’l-Hattab (r.a.)
bana şunu anlattı:
“Ben Peygamber (s.a.s.)’in yanında oturuyordum. Derken elbisesi
bembeyaz, saçları simsiyah bir adam yanımıza çıkageldi. Üzerinde,
yolculuğa delâlet eder hiçbir belirti yoktu. Üstelik içimizden
kimse onu tanımıyordu da. Gelip Peygamber (s.a.s.)’in önüne oturup
dizlerini dizlerine dayadı. Ellerini bacaklarının üstüne hürmetle
koyduktan sonra sormaya başladı:
‘Ey Muhammed! Bana İslâm hakkında bilgi ver!’ Peygamber
(s.a.s.) açıkladı:
“İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve
575] Müslim, İmâret 152, h. no: 1905; Tirmizî, Zühd 48, h. no: 2383; Nesâî, Cihâd
22, h. no: 6, 23, 24
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 128 -
elçisi olduğuna şehâdet etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan
orucu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah’a haccetmendir.” Yabancı:
‘Doğru söyledin’ diye tasdîk etti. Biz hem sorup hem de söyleneni
tasdik etmesine hayret ettik. Sonra tekrar sordu:
‘Bana iman hakkında bilgi ver.’ Peygamber (s.a.s.) açıkladı:
“Allah’a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe
inanmandır. Kadere yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna da inanmandır.”
Yabancı yine:
‘Doğru söyledin!’ diye tasdik etti. Sonra tekrar sordu:
‘İhsan nedir?’ Peygamber (s.a.s.) açıkladı:
“İhsan Allah’ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allah’a ibâdet etmendir.
Sen O’nu görmesen de O seni görüyor.” Adam tekrar sordu:
‘Bana Kıyâmet(in ne zaman kopacağı) hakkında bilgi ver.’ Peygamber
(s.a.s.) bu sefer:
“Kıyâmet hakkında kendisinden sorulan, sorandan daha fazla bir şey
bilmiyor!” karşılığını verdi. Yabancı:
‘Öyleyse Kıyâmetin alâmetinden haber ver!’ dedi. Peygamber
(s.a.s.) şu açıklamayı yaptı:
“Köle kadınların efendilerini doğurmaları, yalın ayak, üstü çıplak, fakir
-Müslim’in rivâyetinde fakir kelimesi yoktur- davar çobanlarının yüksek
binalar yapmada yarıştıklarını görmendir.”
Bu söz üzerine yabancı çıktı gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım.
-Bu ifâde Müslim’deki rivâyete uygundur. Diğer kitaplarda
“Ben üç gece sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) ile karşılaştım” şeklindedir-
Peygamber (s.a.s.):
“Ey Ömer, sual soran bu zâtın kim olduğunu biliyor musun?” dedi.
Ben:
‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ deyince şu açıklamayı yaptı:
“Bu, Cebrâil aleyhisselâmdı. Size dininizi öğretmeye geldi.” 576
Kıyâmet ve Âhiret Şuuru
Kur’an’ın, üzerinde en fazla durduğu konuların başında
âhirete iman gelir. İnsanların İslâm’a girmeleri, Allah’ın dinine
teslim olmaları ancak bu iman ile mümkündür. Bunun için âhiret
konusunun en fazla işlendiği sûreler Mekkî sûrelerdir. Bunun
576] Müslim, İman 1, h. no: 8; Nesâî, İman 6, h. no: 8, 101; Ebû Dâvud, Sünnet 17,
h. no: 4695; Tirmizî, İman 4, h. no: 2613
KIYAMET
- 129 -
böyle olması kaçınılmazdı. Çünkü müşrik, kâfir, ya da putçu her
ne olursa olsun, insanların her tür şirk, küfür ve cahiliyye düşüncesinden
temizlenmeleri ve hayatlarının bütününde İslâm’ı kendilerine
bir yaşam biçimi edinmeleri, bu iman ile mümkündür. Her
şeyden önce Allah’a ve bu dünyadan sonra gelecek ebedî âhiret
hayatına inanmayan bir insanın, yeryüzünde şeytanın oyunlarına
karşı sebat etmesi, canı ve malı pahasına mustaz’afların haklarını
savunup zâlimlere karşı durması beklenemez. Bu insanlar, yaşadıkları
hayat gereği, tüccarca bir felsefeyi kendilerine rehber
edinmişlerdir. Yaptıkları her tür iyilik ya da yardımın karşılığını bu
dünyada ve dünyanın geçer akçesiyle almak isterler. Oysa İslâm,
müslümanlara böyle bir şey va’detmez. Aksine insan, akidesi için
sadece malını ve dünyevî zevklerini değil, canını bile feda etse,
bunun karşılığını yalnızca âlemlerin rabbı olan Allah’tan beklemek
zorundadır. Allah’a teslimiyet, dünyevî zevk, rahat ve menfaatlerden
ferâgat anlamına geldiğine göre sağlam bir âhiret
inancı, mü’minde olmazsa olmaz bir özellik demektir.
Sağlam bir âhiret inancına sahip olmayan bir insanın, cahilî
düşünce ve yaşayışlardan uzak durması, imkân hâricindedir. Bu
yüzden Kur’an, her konuda olduğu gibi, bu konuda da en doğru
yolu takip etmiş ve yeryüzünde Allah’ın hilafetini yüklenecek ve
ilahî adaletini arz üzerinde tesis edecek insanları somut haram ve
helâllerden uzaklaştırmadan önce, yakîn bir âhiret (cezâ-mükâfat)
inancına davet etmiştir. Nitekim Mekke’de de böyle olmuş ve namaz,
oruç, hac, içki, zina gibi konularla ilgili hükümler gelmeden
önce bu inancın sağlamlaştırılmasına uğraşılmıştır.
İnsanın fıtratından uzaklaşıp, gittikçe artan bir hızla nefsini,
dünyevî ve hayvanî zevkini öne çıkartan bir anlayışla gücü yettiği
her şeye hükmetme istemesi her yerde fesadı arttırmıştır. Bunun
sonucu olarak, İslâm’dan uzak anlayış ve yaşayış; insandan tabiata,
felsefeden bilime, dinden siyasete hemen hemen her şeyin dengesini
altüst etmiştir. İşin garibi, modern insan, bu altüst olmuş
dengenin hâlâ en iyi olduğunu ve ilerleme felsefesi gereği daha
da iyi olacağını söylüyor. Bu dengenin bozulması sonucu adaletin
arz üzerindeki tesisi de ortadan kalkmıştır. Ve artık yeryüzünde
suç işleyen, zulmeden, milyonlarca mustaz’af insanı sömüren müstekbirler,
emperyalistler, çağdaş firavunlar cezâlandırılmadan bu
dünyadan ayrılıyorlar. İşte bunların nihaî cezâsını Allah, âhirete
saklamıştır. Adalet konusu, sadece kâfir ve mücrimlerin suçlarıyla
değil, aynı zamanda müslümanların ecirleriyle de ilgilidir. “Göğü,
yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin bir
zannıdır. Bu yüzden o inkâr edenlere ateşten helâk vardır. Yoksa biz,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 130 -
iman edip iyi işler yapanları yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi
tutacağız? Yoksa muttakîleri, yoldan çıkaranlar gibi tutacağız?” 577
Bu dünyada sırf Rabbinin rızâsını gözeterek her tür meşakkate
katlanan, Allah’ın davası için işkence, hapis, kınanma, işinden
edilme gibi her tür zorluğa göğüs geren insanların, Allah’ın bir
lütfu olarak âhirette bir karşılığının bulunması gerekir. Gerçi bir
müslüman, dünyada sırf Rabbine olan bağlılığından dolayı gördüğü
eza ve cefalarla hiçbir zaman alçalmaz; aksine O’nun katında
daha fazla yükselir.
Yaratılışa İnanan, Yeniden
Yaratılmaya da İman Eder
Yaratılış olarak da âhiretin varlığında şüphe edilemez. Müşriklerin
kesin inkârlarına getirdikleri en büyük delil; yok olan,
toprağa karışan insan bir daha nasıl diriltilebilir? Oysa âlemlerin
rabbi olan Allah’ın buna gücü elbette yeter. “Elbette gökleri ve yeri
yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük (bir şey)dir. Fakat insanların
çoğu bilmezler. Kör ile gören bir olmaz. İnanıp salih ameller yapanlarla
kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz! (Kıyâmet) sâat(i)
mutlaka gelecektir. Bunda asla şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu inanmazlar.”
578; “Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? (Allah)
onu yaptı. Kalınlığını (tavanını) yükseltti, onu düzenledi.” 579; “De ki: ‘Allah
sizi yaşatıyor, sonra sizi öldürüyor, sonra sizi kendisinde şüphe olmayan
günde toplayacaktır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 580
Öldükten sonra dirilme; bir de insanın yaratılış felsefesi ile ilgilidir.
Peygamberimiz: “insanın dünyada bir yolcu, dünyanın da ağaç
altında bir solukluk dinlenme yeri” olduğunu söylemiştir. Yani başı
O’ndan gelen ve sonu yine O’na ulaşacak olan bir yolculuk. (İnnâ
lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.). Bu yolculukta insan başıboş bırakılmamıştır.
“İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?” 581; “Bizim sizi boş yere,
bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi
mi sandınız?”582 Allah, insanı boş yere yaratmadığına
göre, helâkını da boş yere yapmayacaktır. Bu dünyada kendisine
bu kadar nimet ve hasletler verilen, mahlûkatın en şereflisi kılınan
ve tüm bunların karşılığında sadece Allah’a kulluk etmesi istenen
insanın, tüm bu imkân ve lütufları boş yere harcaması, ya da sırat-ı
577] 38/Sâd, 27-28
578] 40/Mü'min, 57-59
579] 79/Nâziât, 27-28
580] 45/Câsiye, 26
581] 75/Kıyâme(t), 36
582] 23/Mü'minûn, 115
KIYAMET
- 131 -
müstakim doğrultusunda kullanması karşılıksız kalmayacaktır.
“...(O müttakiler) âhirete yakîn olarak iman ederler. İşte onlar, Rablerinden
bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de onlardır.”583 Âyette
geçen yakînen iman önemlidir. İslâm’ın temel özelliklerinden birisi,
insanları, gaybe imana davet etmesidir. Bu gaybın varlığı, bizim
duyularımızla müşahede edilmez; aklî çıkarsamalar ya da mantıksal
önermelerle de bilinmez. Aksine gaybe imanın en sağlam
teminatı, sadık habere duyulan güvendir. Kur’an gibi sadık bir
haberde herhangi bir yanlışlık ya da tezatlık olmayacağına göre,
gaybin varlığı da kesindir. Âhiret gaybî olduğuna göre, ona yakînî
iman da ancak Allah’a olan imanla mümkündür. Çünkü gerçek
yakîn, bizatihi müşahede iledir. Oysa âhiret konusunda böyle bir
imkân yoktur. Dolayısıyla konu, Allah’ın sözüne iman ile alâkalıdır.
Kıyâmet ve Âhiret Anlayışı Bizi
Dirilişe Ulaştırır/Ulaştırmalıdır
Bugün yaşadığımız toplumda âhiret inancı, bir mit ve
hurâfeler yığını olarak yaşamaktadır. İnsanlar bu inancın getirdiği
her tür dinamizm, coşkunluk ve aşktan fersah fersah uzaktadırlar.
Bu avamî anlayış, tevhid bilincine sahip mücadeleci müslümanlar
için geçerli değildir. Avamdan, ya da ehl-i dünyadan birisi yaşadığı
hayat ve sahip olduğu hayat felsefesince âhirete inanmaktadır ve
büyük bir ihtimalle de kendini cennette görmektedir.
Gerçek müslümanlar için durum çok farklıdır. Çünkü müslümanlar
‘dünyadadırlar’, ama ‘dünyadan ve dünyevî’ değildirler.
Dünyada, bütün ömürleri boyunca bir yolcu ya da garip gibidirler.
Yani onlar, niçin yaratıldıklarını, nasıl yaşayacaklarını ve buna
bağlı olarak sonlarının nereye ulaşacağını bilen insanlardır. İnsan,
şu anda yaşadığına göre, öncelikle bilmesi gereken; nasıl yaşayacağı
ve sonunun ne olacağıdır. Aslında son dediğimiz şeye, fazla
uzak gözüyle bakılmamalıdır. Çünkü “Dünya” kelimesi, denâ’dan
gelir ve ‘yakınlaştırılmış şey’ demektir. Demek ki dünya, insanın
akıl ve idrak tecrübesine ve bilincine yakınlaştırılmış bir şeydir. Yakına
getirilen şeyin (dünyanın) tabir caizse bizi kuşatması ve etkilemesi
gerçeği, bilincimizi, son varış yerimizden (âhiretten) başka
yöne çevirir. Bu son gidilecek yer, ‘daha sonra’ geldiğinden; bize
‘uzak’ gibi gelir. Hâlbuki bu, ‘yakın’ olan (dünya)nın sebep olduğu
yanılsama ve şaşırtmacadan dolayı böyledir. Yani, son, âhiret
bize o kadar uzak değildir. Uzak sanmamız, duyularımızın bizi yanıltması
nedeniyledir. Öyleyse yaşadığımız ile ulaşacağımız sonu
583] 2/Bakara, 1-5
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 132 -
düşünmek ve her anımıza bir muhâsebe yapmak durumundayız.
Müslüman birey, kendi bilinç ve dimağını devamlı diri tutmak
zorundadır. Bir taraftan cahilî yaşamın, diğer taraftan nefsin/
şeytanın öne sürdüğü zaaf ve oyalanmalar arasında kalan birey,
cihadın her şeyden önce bunlara karşı verilmesi gereken bir mücadele
olduğunu bilmelidir. Bunun sağlanabilmesi ise ancak yaşanılan
dünyadan ve hayattan daha yüksek, yüce ilkelere, hedeflere
bağlanmakla mümkündür. Bu ilke ya da hedef, günlük yaşamadan
ve denîlikten uzak ve yüce olduğu ölçüde bu hayatı anlamlı
kılabilecektir. Hangi düzeyde olursa olsun, müslüman birey için
mücadele zorunlu olduğundan, mücadeleye liyakat için fertlerin
dimağlarını her zaman diri tutacak donanımlara, eskimeyen kaynaklara
ihtiyacı vardır. İşte bu kaynakların başında âhiret inancı
gelir. Kişi, dünyanın geçici zevklerinden, korku ve umutsuzluktan,
hedef sapmalarından ve hilâfet görevini unutmaktan, ancak bu
inanç ile uzaklaşabilir. İnsanoğlu nisyâna (unutmaya) meyillidir ve
nisyan arttıkça isyan ve sapma da artar. Dahası, insanın gönlünde
iki ayrı (üstelik zıt) ilkenin, idealin ya da duygunun bulunması
mümkün değildir. Bir yandan hilafet görevini yerine getirmeye
çalışmak, özgürlük ve adalet için mücadele etmek, bir yandan da
dünyanın ve şeytanın geçici oyunları, hileleri karşısında aldanmak,
korkmak ve zavallı yaşam biçimlerine istek duymak, bir müslümanın
şahsında birleşemez. “Dünya hayatını âhiret hayatı karşılığında
satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür
ya da galip gelirse, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.”584
Allah’ın yolunda mücadele, -alanı ve biçimi ne olursa olsun- ancak
dünya hayatının satılmasından sonradır. Sağlam bir irade ve
direnme duygusuna sahip olmayan insanların, düşmanın güç ve
oyunları karşısında kısa zamanda umutsuzluk ve korkuya düşmesi
mümkündür. Hâlbuki sorgulama, tahkir edilme, işkence görme ve
nihâyet şehidlik ile kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını; aksine cennetlere
ve bunun ötesinde temiz ve özgür bir ruha sahip olacağını
ve Rabbinin huzuruna bu tertemiz haliyle çıkacağını bilen bir insan
için, korku son derece arızî bir şeydir.
Her An Yaşadığımız Kıyâmet: Gündüz
Yaşıyor, Gece Ölüyor, Sabah Diriliyoruz
“Niçin varsın?” şeklindeki soruya “yok olmak için” şeklinde cevap
vermek, var olan ve yaşanılan her şeyi bir anda anlamsız kılmak
demektir. Öyle ya, siz bir şey icad eder, bir şey var edersiniz;
ardından size sorarlar: “Bunu niçin var ettin?” Cevap verirsiniz:
584] 4/Nisâ, 74
KIYAMET
- 133 -
“Var etmiş olmak için var ettim!” Neticede her iki cevap da oldukça
anlamsız olup, kişinin kendisini, hayatı ve varlığı tanımadığını,
olup bitenlerden gaflet içinde yaşadığını gösterir. “Onlar, ayakta,
oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı
üzerinde düşünürler. Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın (derler).
Sen yücesin, bizi ateş azabından koru.” 585
Her şeyin bir anlamı vardır. Hayatın, ölümün, ağaçların, dağların,
insanların, hayvanların... Ölümü anlamlandırdığımız zaman,
her şey bir anlam kazanacaktır. Ölüm, bir yok olma değil; yeni bir
hayatın başlangıcıdır. Ölümlü, fani sıkıntılarla dolu bir diyardan,
ölümün olmadığı, ebedî, mükâfatlarla dolu zahmet ve sıkıntının
bulunmadığı, sevdiğimiz her şeyin bulunduğu bir diyara yolculuktur.
Onun için müslüman ölümden korkmaz; sadece ona hazır olur.
Hatta, yeri geldiğinde seve seve canını verir, âhiret karşılığında
dünyayı satar. “Ölüm yok olmak değil; bir diriliştir, yeni bir hayata
geçiştir” cümlesinden hareketle, yaşadığımız hayatı ve varlıkları
seyredelim:
Her gece bir ölüm, her sabah bir diriliştir. Gece olur uyuruz.
Uyku, ölümün kardeşidir, ölmenin provasıdır. Bir müddet sonra
uyanırız. Yani ölümden dirilişe geçeriz. Bunu her gün tekrarlarız.
Gündüz yaşar, gece ölür, sabah diriliriz.
Her Kış Bir Ölüm, Her Bahar Bir Diriliştir
Güneşin her batışı bir ölüm, her doğuşu bir diriliştir. Her gün
tekrarlanan bu batış ve doğuş gösterileri, bize şu gerçeği fısıldar:
Ey insan! Tıpkı benim gibi sen de bir gün böyle batıp sonra tekrar
doğacaksın, yani öleceksin ve dirileceksin. Bu gerçeği unutturmamak
için Rabbimiz her gün bu manzarayı bize seyrettiriyor.
Bakmasını bilenler, baktıklarında görenler için güneşin doğuş ve
batışı da âhirete imanı içeren bir âyettir.
Mevsimler de bize ölüm ve ardından dirilişi anlatır. Her kış bir
ölüm, her bahar bir diriliştir. Kış geldiğinde toprağı ve hayatı ölü
görürüz. O yeşil yeşil canlı bitkiler ve toprağın üstünde kaynaşan,
devinen, gezinen böcekler, hayvanlar yoktur artık. Ama baharın
gelip yağmurların inmesiyle birlikte toprağın dirilişe geçtiğini görürüz.
Kışın, nice sineklerin kaybolması bir ölüm, baharla ortaya
çıkması bir diriliştir. Kışın odun haline gelen ağaç için bu bir ölüm,
baharla çiçek açıp meyve vermesi bir diriliştir. Tabiat, kendi diliyle
haykırır: “Ey insan! Bir gün sen de böyle ölecek ve dirileceksin!”
Rabbimiz, kış ve bahar mevsimlerini yaşatırken aynı zamanda
585] 3/Âl-i İmran; 191
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 134 -
ölümleri ve dirilişleri de aylarca seyrettirir. Tohumların toprağa
atılışı bir ölüm, günler sonra topraktan çıkışı bir diriliştir. Tohumun
toprağın içinde yok olduğunu zannederiz; hâlbuki yokluk
yoktur. O, tohum rüzgârı borusunu öttürecek, tohum, Kıyâmeti
yaşayarak kıyam edecek, yeşillikler içinde yeni bir hayata kalkacaktır.
İnsan da böyle bir tohum gibidir. Yaşarken bir gün toprağın
altına düştüğünü görürüz. İnsanın düştüğü yer, onun kabridir. Tohum
gibi o da bir gün düştüğü yerden kalkacaktır. Kıyâmet günü,
zaten kalkış günü demektir. “Gökten bereketli bir su indirdik. Kullara
rızık olmak üzere onunla bahçeler, biçilecek taneli ekinler, küme küme
tomurcukları olan hurma ağaçları yetiştirdik. O su ile ölü yeri dirilttik. İşte
insanların diriltilmesi de böyledir.” 586 “O (Allah), ölüden diri, diriden ölü
çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra o canlandırır. Ey insanlar! İşte siz de
böyle diriltileceksiniz.! 587
Doğum da bir diriliştir. Doğum, ölü gibi olan bebeklerin ana
rahminde dirilişe geçip dünyaya adım atmasıdır. Bakmasını ve görmesini
bilenler için bir damla suyun (atılan pis suyun milyonlarca
parçasından birinin) dirilişe geçmesidir. “Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki,
siz ölüler idiniz; O sizi diriltti. Yine öldürecek, yine diriltecek, sonra O’na
döndürüleceksiniz.” 588; “İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık.
Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak
bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: ‘şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’
diyor. De ki: ‘Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her
türlü yaratmayı gâyet iyi bilir.” 589
İçinde yaşadığımız hayatın kuruluş düzeni de ölümden sonra
dirilişin ve hesaba çekilmenin gerçekleşeceğine başlı başına
bir delildir. Çünkü yaşadığımız hayatta güçlü ve zâlim insanlar
var. Çoğu kez bunlar, “ben istediğimi yaparım ve kimseye hesap
vermem!” havası içinde yaşıyorlar. Diğer taraftan zavallı, güçsüz,
her türlü haksızlığa maruz kalıp hakkını alamayanlar var. Günün
birinde, zâlim cezâsını, mazlum da hakkını alamadan ölüp gidebiliyor.
Hayat, bu kadar dengesiz ve anlamsız, zâlimlerin yaptıklarının
yanına kâr kalacağı adaletsiz olamaz. Hemen insanın aklına
şu geliyor: “Ölümden önce haklıya hakkı, suçluya cezâsı tümüyle
verilmediğine göre, demek ki ölümden sonraya bırakılıyor.” İşte
ancak bu değerlendirmeden sonra hayat anlam kazanıyor. İnsan,
dirilişin sancılarını çekmektedir. Vicdan azabının da temelinde
“öldükten sonra bir gün dirilme ve yaşanılan hayatın hesabını
586] 50/Kaf, 9-11
587] 30/Rûm, 19
588] 2/Bakara, 28
589] 36/Yâsin, 77- 79
KIYAMET
- 135 -
vermenin getirdiği endişeler” vardır.
Sadece bu dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü
yaşarsınız. Ama öleceğinizi düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız.
Çevremizdeki insanlar hep dirilişin etkisiyle, âhiret şuuruyla
yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini. İkinci asr-ı saadet
olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada
iken yaşamaya başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya
yönlendirerek yaşadığımız hayatı ve yeri sahte cennet haline getirmeye
koyulunca cenneti de unuttuk. Özlemez olduk. Nasıl özleyebiliriz
ki; lüks, israf demeden yaşadığımız hayatı, materyalistlerin
uydurma cenneti gibi yapmak için bir ömür boyu gece gündüz
koşturunca. Sahabe, cenneti öyle bir özlüyordu ki! Enes bin Nadr,
Uhud savaşında “cennetin kokusunu Uhud’un arkasından duyar
gibi oluyorum” diyordu. Bilirsiniz, insan çok acıkınca yemeğin kokusunu
çok uzaktan duyar. Sahabe de cennete öyle acıkıyordu ki,
daha dünyada iken kokuları geliyordu cennetin.
İmam Gazali diyor ki: “Mezardakilerin pişman oldukları şeyler
yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor.” Ölüm
öncesindeki kavgaların ölümden sonra pişmanlık getireceğini
hissederek yaşayan insan, hiç pişman olacağı şeyin kavgasını verir
mi? Hırsla hayatın ve eşyaların, burada kalacak şeylerin ardına
bir ömür boyu düşer mi? “Onlar, geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler,
çeşmeler, ekinler, güzel makamlar ve zevk ü sefa sürecekleri nice nimetler.
İşte böyle oldu ve biz onları başka topluma miras verdik.” 590; “Ey iman
edenler, size ne oldu ki: ‘Allah yolunda topluca savaşa çıkın’ denildiği
zaman yere çakılıp kaldınız? Âhirettense dünya hayatına mı razı oldunuz?
Ama dünya hayatının geçimi (zevki), âhiret yanında pek azdır.” 591
Gerçek özgürlük, Allah’a koşmakta ve Allah’a yakın olmaktadır.
İnsan, Allah’a ne kadar yakın olur, O’na ne kadar bağlanırsa
o kadar özgür sayılır. Allah’tan uzak yaşayan insanlar köle insanlardır.
Mesela; mobilyalarının ve arabalarının çizilmesine hiç dayanamazlar.
Çünkü o çizilen şeylerin kölesi durumundadırlar. Efendilerinin
zarar görmesinden rahatsız olurlar. Ama her gün dinleri,
imanları, şerefleri, namusları çizilir, hiç rahatsız olmazlar. Başörtüsüne
uzanan ele kızmaz; yeter ki o el, kendi putlarına, efendilerine
zarar vermesin. Menfaatine dokunulduğunda etrafı velveleye
boğanlar, dinlerine ve âhiretlerine yapılan hücumdan hiç rahatsızlık
duymamaktalar. Böyle insanların özgürlükten bahsetmeleri,
kölelerin özgürlük dersi vermesine benzer.
590] 44/Duhân, 25-28
591] 9/Tevbe, 38
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 136 -
Peygamberimiz’in tavsiyesi şöyle idi: “Bu dünyada, sanki gurbete
gitmiş, birgün yuvasına tekrar dönecek biri gibi ol veya gelip geçici bir
yolcu gibi yaşa.” Hayatın geçiciliğini kalbine ve kafasına oturtmuş
bir müslüman geçici şeylere sevgi beslemez ve kendini bağlamaz.
Zaten şu bir gerçektir ki; Allah’ın dışındaki şeylere olan ilgi ile
Allah’a olan ilgi arasında ters orantı vardır. Bir kimsenin Allah’ın
dışındaki varlıklara, eşyaya ilgisi ne kadar fazla ise, Allah’a olan
ilgisi o kadar azdır. Böyle bir durumda ilgi duyulan şeyler Allah ile
kul arasında engel teşkil ederler. Bu yüzden İslâm, insanın duygularını
âhirete yönetmek için Kur’an’da çok sık şekilde ölüm, âhiret,
Kıyâmet, hayatın geçiciliği üzerinde durur. Mekkî sûrelerin aşağı
yukarı tamamında, diğer sûrelerin de genelinde bu havanın verilmeye
çalışıldığını görürsünüz. “Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence,
süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır. (Bu) tıpkı bir
yağmura benzer ki, bitirdiği ot ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu
sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Âhirette ise çetin bir azab; Allah’tan
mağfiret ve rızâ vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka bir şey
değildir.” 592
Ölüm; Gurbetten Vuslata Hicret
Ölümü tefekkür ederek yaşamak, hayatta “gidici” olarak yaşama
sonucunu doğurur. Böyle yaşayan insan da hesabını ve yatırımını
gideceği yere göre yapar. Hesaba çekilme günü gelmeden
önce kendini hesaba çeker. Aksi halde, insan gideceği sâate kadar
kalacakmış gibi yaşar ve tercihini ona göre yapar. “Ama siz, dünya
hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”
593 Aşağı yukarı her insan, bir eşya satın alırken, önüne konan iki
maldan “iyisi olsun, pahalı olsun” diyerek daha kalıcısını tercih
ettiği halde, Allah’ın önüne koyduğu iki hayattan geçicisini tercih
ediyor; kalıcısını bırakıyor. “Hayır, siz acele geçiveren şu dünyayı çok
seviyorsunuz da âhireti bırakıyorsunuz!” 594 Hayır, siz yaptığınız işlerin
karşılıklarının acele, peşin verildiği şu dünyayı çok sevdiğiniz için
karşılıkların veresiye olduğu öteki dünyayı bırakıyorsunuz, sevmiyorsunuz.
“Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan,
ürünlerden biraz eksiltmekle imtihan eder, deneriz. Sabredenleri
müjdele.” 595; “Yoksa içinizden Alah cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden
cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?” 596
Görüldüğü gibi, dünyadaki acıların ve zevklerin altında
592] 57/Hadîd, 20
593] 87/A'lâ, 16-17
594] 75/Kıyâme(t), 20-21
595] 2/Bakara, 155
596] 3/Âl-i İmran, 142
KIYAMET
- 137 -
imtihana çekilme esprisi yatmaktadır. O halde böyle durumlarda
alınması gereken ilaç sabırdır. Çünkü bu zevkler ve acılar geçicidir.
Geçici olması da sabrı kolaylaştırıyor. Sabretmediğimizde ne
olur? Geçici zevklere sabretmeyip dalarsak, âhiretteki ebedî ve
hakiki zevklerden mahrum kalırız. Şu hayatın geçici elemlerine
sabretmezsek, bu defa hem ebedî, hem de daha ağır âhiret azabına
maruz kalırız ve âhirette bize şöyle denilir: “İnkâr edenler, ateşe
sunuldukları gün, onlara: ‘Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her
şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz; ama bugün, yeryüzünde haksız
yere büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir
azab göreceksiniz’ denir.” 597
Kur’an’a baktığımız zaman âdeta tüm azgınlık, isyan ve başkaldırıların
sebeplerinin tek sebebe bağlandığını görürüz. O da
âhireti hesaba katmadan ve âhiretten korkmadan yaşamak. “Hayır,
doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar.” 598 Kur’an, terbiye etmeye
çalıştığı insanda ilk etapta âhiret endişesi oluşturmaya çalışır.
Bu endişe belli bir boyuta ulaştığı zaman insanların hayatlarında
inkılabların gerçekleştiğine şahit oluruz. Mesela; içki Medine
döneminde ve yaklaşık Uhud savaşı yıllarına kadar yasaklanmamıştır.
Fakat o tarihlerde içkiyi kesin olarak yasaklayan âyet inince
evdeki şarap küplerinin kırılarak içkili hayata son verildiğini
görürüz. Peki, bu neden kaynaklanıyor? Tabii ki âhiret ve Allah
korkusundan. O insanlar o güne kadar öyle eğitilmiş ki, yaptıkları
işin âhirette kendilerine çok pahalıya malolacağı söylendiği anda
hemen o işten vazgeçiyorlar.
Âhirete imanı, âhiret endişelerini, cennet ve cehennem mefhumlarını
ortadan kaldırdığınızda insanları gerçek anlamda motive
edemezsiniz. Yani iyi şeyleri kendiliklerinden yaptırıp, kötülüklerden
de kendiliklerinden vazgeçiremezsiniz. Âhirete iman; en
büyük ve gerçek anlamda tek otokontrol mekanizmasıdır. Âhiret
ve Allah korkusu olmadan insanları neye göre ahlâklı ve dürüst
olmaya sevkedeceksiniz? Eğer bir insan, yaptığı bir kötülüğün
cezâsını görmeyeceğini bilse, niye o kötülükten vazgeçsin veya
yapacağı bir iyiliğin karşılığında mükâfat yoksa niçin o iyiliği yapsın?
Denilebilir ki; insanlık için. Ben ölür ölmez bu insanlar çok
kısa bir süre içinde beni unutacaklar. Unutmasalar bile öldükten
sonra bana ne faydaları dokunabilecek ki?
Ama düşünün ki “bir varlık” var ve “bir gün” var. O varlık, o
günde yaptığınız tüm iyiliklerin karşılıklarını kat kat fazlasıyla
597] 46/Ahkaf, 20
598] 74/Müddessir, 53
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 138 -
verecek ve yaptığınız kötülüklerin de cezâsını verecek. O varlık
ki, hiçbir iyiliği unutmaz, adaletli, kimseye zerre kadar zulmetmez,
hiçbir şeye ihtiyacı yok. Her şeyin yaratıcısı ve sahibi, çok
merhametli, çok affedici. İnsan, böyle bir varlığa iman edip sadece
O’nun rızâsını kazanmak idealiyle yaşadığı zaman artık siz bu
insanları “Allah’ın rızâsını kazanma” amacıyla iyi şeylere kolayca
yönlendirebilir ve kötü şeylerden de kolayca sakındırabilirsiniz.
Aksi takdirde bütün çabalarınız sonuçsuz kalır. Âhiret korkusu olmadan
insanlar, fırsat bulduklarında kötülük yapabilecekleri için
kimsenin kimseye güveni olmaz.
İnsanın ve insanlığın kemali, âhirete iman olmadan mümkün
olamazdı. Toplumsal huzurun ve ferdin saadetinin âhiret inancına
bağlı olduğunu bize saadet asrının örnek toplumu öğretti. Hiçbir
ahlâkî kural tanımayan, fuhşun alenen işlenip suç sayılmadığı,
birçok insanın babasının tombala usulü belirlendiği, kokuşmuş
gelenek dışında kanun ve nizamın bulunmadığı, hak ve hukukun
değil; gücün egemen olduğu, güçlünün hep haklı olduğu, kız çocuklarının
diri diri toprağa gömüldüğü, faizin ve her türlü haksız
kazancın normal sayıldığı, ezmeyene ezilmekten başka bir seçenek
tanınmadığı cahiliyye toplumundan dünya tarihinin ender
şahid olduğu faziletli bir toplum çıkarılmasında, âhiret inancının
payı sanıldığından da daha büyüktür.
Kur’an ve Sünnette Allah’a iman ile âhirete iman birlikte
zikredilir. Zaten ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir.
Ayırdığımız zaman bir anlamı kalmaz. Örneğin, laiklerin inandığı
gibi bir Allah’a inanıyorsunuz. Yani Allah’ın, kendi varlığınızı
ve her şeyi yarattığını kabul ediyorsunuz. Fakat Allah’ı hayatınıza
karıştırmıyorsunuz. Kötülük yaptığınızda cezâ vermiyor; iyi ve
dürüst davrananlara da ödül vermiyor. Allah aşkına bana söyler
misiniz böyle bir Allah’a inanmakla inanmamak arasında ne fark
var? Hiçbir fark yok. Ama Allah’ın iyileri mükâfatlandıran, suçluları
cezâlandıran bir varlık olduğuna iman eden, ayrıca zâlimin
cezâsını görmediği, mazlumun da hakkını şu hayatta alamadıklarını
gören bir insan, elbette ölümden sonra bu işlerin tamamlandığı
bir günün olduğuna zorunlu olarak iman eder. Zaten âhiret
gününün bir başka adı da “din günü”dür. Din’in sözlük anlamlarından
birisi de mükâfat ve cezâ olduğuna göre din günü; yapılan
işlerin karşılıklarının verileceği gün manasına gelir.
İki insan düşününüz. Birincisi hep onun bunun hakkını gasbetmiş,
başkalarının alın teri ve emeği üzerinde keyif çatmış, ikincisi,
başkalarının hukukuna tecavüz etmediği gibi bir ekmeğini ikiye
bölerek tasadduk etmiş. Birincisi zulmetmiş, ezmiş, sömürmüş ve
KIYAMET
- 139 -
semirmiş. İkincisi yardım etmiş, gönül yapmış, onarmış ve mazlumu
kollamış. Birincisi cana, mala, ırza tecavüz etmiş; ikincisi canı,
malı, ırzı aziz ve muhterem bilmiş ve korumuş. Birincisi her türlü
ahlâkî kurallardan ve insanî faziletlerden uzak, arzularının ve
tutkularının esiri olarak yaşamış; ikincisi Allah’ın kendisi için çizdiği
sınırları yine O’nun sevgisi ve korkusuyla çiğnememiş ve hep
ahlâkî, insanî değer ve faziletleri koruyarak kuralları yaşamış.
Evet, şimdi bu iki kişinin de öldükten sonra aynı sonuçla karşılaşıp
yaptıklarının yanlarına kalacağını düşünmek hangi akla,
hangi vicdana ve hangi adalete sığar? 599
Dünyanın; ekolojik anlamda tabii dengenin bozulması sınırından;
ahlâkî, kültürel, siyasi, ekonomik vb. anlamlarda da toplumsal
dengenin deformasyonu sınırına kadar, ilahî olan her tür dengenin,
tabiiliğin, sünnetullahın sınırlarını zorlayıcı bir sona doğru
hızla yaklaştığını gördüğümüz bu dünyanın her şeye rağmen “halifesi”
olarak seçilmişleri olan insanlarının, bu ilahî misyonlarını
yerine getirebilmeleri için hâlâ bir fırsatları, bir şansları var.
Batı uygarlığının; insanı ve tabiatı tahrip eden, baş döndürücü
bir ilerleme-kalkınma yarışı ile büyüleyici çağdaşlık, modernlik
sendromu ile ifsad edici iletişim-medya hegemonyası, iğfal edici
gayri ahlâkî yaşam tarzı ile artık âşina olduğumuz bu şeytanî
uygarlığın sağına, soluna, ortasına bakmaksızın bütün yorumları,
uzantıları ve sonuçları ile dünyayı ve insanlığı tehdit etmesine son
verebilmek için hâlâ insanlığın en erdemlilerinin yapacakları bir
şeyler var.
Bu erdemlilerin ve daha doğrusu insana üflenen ilahî ruhun
bütün erdemlerini temsil eden İslâm inancının insanlığa sunacağı
ilahî hikmetin bir ayağını tevhid; diğer ayağını âhiret bilinci oluşturuyor.
Batının şeytanî hegemonyasına alarak ilahî olana yüz
çevirttiği, hikmeti ve ilahî bilgiyi unutturduğu, insanî olan, tabii
olan, hak olan her şeye sırtını döndürdüğü insanlık, içine düştüğü
şeytanî bataktan ancak tevhid ve âhiret ayaklarına basarak
doğrulabilir. Bu gerçek, yeryüzünün her yöresinde her gün her
sâat her an kendini gösteren trajik akıbetin farkına varan, farkında
olan müslümanlar için üstlenilmesi gereken ağır sorumluluklar
manasına geliyor.
Dünya ve içindekilerin gelip geçici olduğunu, bir sınama ve
imtihan aracı olduğunu bilen ve böyle inanan İslâm insanı, bu
bilgisini ve bu imanını, kuru ve şematik, içi boş ve vicdanî inanç
599] M. İslâmoğlu, İman Risalesi, 287-288
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 140 -
kofluğundan çıkartıp, olması gereken yere, âlemlerin rabbi olanın,
dünya ve âhiretin sahibi olanın istediği yere, hayatın tam ortasına
oturtmak zorundadır.
Âhiret inancını hayatın tam ortasına oturtmak ne demektir?
Ve bu, nasıl olabilir? Bu sorulara müslümanın, her müslüman
topluluğun âhiret inancını gözden geçirmesi, içi boş bir inanç olmaktan
çıkartıp, hayatına yön veren bir şuur/bilinç düzeyinde el
alması ve müslüman insanın dünyevî yaşantısının bu bilinçle nasıl
şekilleneceğini ortaya koyması ile cevap verilebilir. Bu da, elbette
ki dünyaya değer vermeyerek, bir oyun ve eğlence gözüyle görerek
dünyevî olana itibar etmeyerek, gelip geçici değerlerden yüz
çevirip, o büyük gün için, Rabbimiz’in karşısına tek tek çıkacağımız,
titreyerek ya da açık alınla çıkacağımız hesap günü için yaşamakla
mümkündür. Bu mümkünü, hayatın tam ortasına oturmuş
bir gerçekliğe dönüştürebilmek, yani gerçekten hesap günü için,
hesap gününe ayarlanmış bir biçimde yaşayabilmek için de âhiretin
bilincine varmış olmak gerekiyor.
Ufukları ölümle sınırlı, ölüme kadar uzanabilen bir yaşam
felsefesine inanan, ölüm öncesini de Allah’sız, âhiretsiz, ed-Din’siz
beşerî ideolojilerin yaşam projeleriyle tasarlayan şeytanın kemalist
ve batıcı dostlarının egemen olduğu bir toplumda hem bu bilince
ulaşabilmek, hem de bu bilincin gerektirdiği tarzda yaşayabilmek
-işin doğrusu- o kadar da kolay değil. Çünkü iki yüz yıldır ümmetin
başına bela olan batı işbirlikçisi egemen güçlerin, ezerek, zulmederek,
hile dolap ve desiseler kurarak, batı batağına sürüklemeye
çalıştığı ümmetin ve bir parçası olan yaşadığımız toprakların insanlarını,
inkârın, şirkin, sapmanın, yüz çevirmenin, yalanlamanın,
küçümsemenin, hor görmenin anaforundan baktığı ilahî değerlere,
ed-din gerçeğine, felah (kurtuluş) yoluna yeniden, bıkmaksızın,
usanmaksızın çağırmak ve bununla birlikte işbirlikçilerin, satılmışların,
sömürücülerin, insanlık düşmanlarının, Allah düşmanlarının
düzenlerine karşı bitmez tükenmez bir kin pınarından beslenerek
savaşmak, bir ve en büyük olan Allah’a, âhiret gününe yakînen
iman edenlerin mesleğidir. Âhiret bilincinin gerektirdiği tarzda
yaşayabilmek bu mesleği icra etmektir ve onun için kolay değildir.
Yaşadığımız toplumda bir asra yakın ifsad ve inkâr kaynaklı
zulüm düzeninin, pozitivist ve modernist paradigmalar temelinde
ürettiği kemalist, sağcı, solcu, milliyetçi, kapitalist vb. ideolojilerin
kıskacında bulunan insanların arasından çıkan müslümanların, bu
kıskacın etkilerini tamamen silebildiğini söyleyebilmek çok zordur.
Şu veya bu şekilde tevhid bilincine erişmiş insanların aynı oranda
ve önemde âhiret bilincine de ulaşabildiklerini ne yazık ki iddia
KIYAMET
- 141 -
edemiyoruz. Eğer tevhid bilinci insanlara beyinlerdeki ve kalplerdeki
putları, tağutları yıktırıyorsa; âhiret bilinci de hayattaki
putları ve tağutları yıkma mücadelesine sevkeder. Dünyayı değiştirmenin,
toplumu değiştirmenin, insanı değiştirmenin en doğal,
en sıradan faturası ve bedeli olan ölümü göze almanın, ölüme
atılabilmenin, ölümden korkmamanın insanı davası uğruna
mücadeleye sevkeden en güçlü sâik olduğunu görürüz.
Eğer insanlar tevhid bilinciyle yorumlayabildikleri dünyayı değiştirebilmek
için kıllarını dahi kıpırdatmıyorlarsa, ya da sadece
kıllarını, ya da dillerini kıpırdatıyorlarsa, işte o zaman insanların
iç dünyalarına inip oradaki tortuyu, toplumun kültüründen kalmış
gizli kalıntıları, yani o çıplak ölüm korkusunu, o açık dünya
sevgisini bulup çıkarmak gerekir; zira insanları, tevhide ulaştığı
halde yerinde tutacak olan, hâlâ yaşamaya, yalnızca yaşamaya
sevkedecek olan tek sebep, bütün teorik, ilmî, fikrî izahların, yorumların,
anlayışların aldatıcı perdesi arkasına gizlenen tek sebep;
dünya sevgisi ve ölüm korkusudur. İslâmî bilincine rağmen bu içgüdüsel
tortuyu barındıran insanların ölüm korkusu diğer insanlardan
daha fazla, dünya sevgisi diğer insanlarınkinden daha yoğun
ve kalıcı olur. Çünkü bir içgüdü olarak, bilinçaltında sürekli
beyin, kalp ve dildeki gerçeklerin perdesiyle örtülüp, bir biçimde
bu gerçeklere inanıyor olmanın rahatlatıcı, yeterli gördürücü, tatmin
edici işleviyle oyalanıyor olarak dünyayı sevmek daha meşru,
ölümden korkmak daha doğal hale gelir ve bu insanlar âhiretin
bilincine daha uzak bir noktaya düşerler. Çünkü bu bilinci de taşıdıklarını
var saymakta ve kendilerini de başkalarını da buna inandırabilmektedirler.
Oysa âhiret bilincini sıradan bir insana kavratabilmek
daha kolay; bu tür insanların yeniden kavrayabilmeleri
daha zordur.
“Lâ ilâhe illâllah”ın bütün bir tarihi, bütün bir dünyayı, bütün
bir toplumu izah eden esprisini kavrayıp da, yeryüzünde işlenen
bunca zulme, bunca haksızlığa, bunca iğrençliğe şahid olup da,
içinde yaşadığı toplumda ne yapmasını ve ne yapmamasını açık ve
net bir şekilde kavrayıp da, hiçbir şey yokmuş gibi yaşamanın, hiçbir
şey bilmiyormuş gibi davranmanın, hiçbir sorumluluğa sahip
değilmiş gibi ömür tüketmenin başka bir izahı yoktur. Mücâdelesiz,
kavgasız, çilesiz, hapissiz, işkencesiz, kansız, şehidsiz geçen günlerin;
daha fazla küfür, daha fazla zulüm, daha fazla tuğyan, daha
fazla zillet demek olduğunu bilen insanların, bilmesi ve gereken
insanların hâlâ yerlerinde durabilmeleri, hâlâ mücadeleye atılmamaları,
hâlâ kavgayı yarınlara erteleyici çözümlere sarılmaları,
hâlâ kolay ve rahat yolları bayraklaştırabilmeleri, başka bir
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 142 -
şeyle izah edilemez. Mücâdelenin, kanın, şehidin olmadığı yerde
âhiret bilinci de gereği kadar yoktur demektir. Âhiret bilincinin
gereği kadar olduğu bir yerde insanlar günlerini meydanlarda, sokaklarda,
karakollarda, mahkemelerde, cezâevlerinde, mezarlarda
ya da mezar başlarındaki şehadet andlarında doldururlar.
Oysa düşmanın açık seçik belli olduğu, kavganın bütün yakıcılığıyla
kendini dayattığı, inancın kan, ter ve gözyaşı ile ispat istediği
bir zamanda, insanlar hâlâ kaybetmekten korkacakları şeyleri
biriktirmekle meşgullerse, hâlâ yaşamak için, sıradan bir vatandaş
olarak yaşamak için, sıradan bir vatandaş olarak yaşamak için
çaba gösteriyorlarsa, hâlâ hayatın uyutucu gerçekleri hesap gününün
ürpertici gerçeğinin önüne geçebiliyorsa, hâlâ şerefsizce
yaşamanın sermayesi olan dünyalık şeyler peşinde koşmak, âhiret
kazanma çabasına girmemenin mazereti olabiliyorsa, o zaman
Allah’ın ipine tutunarak ayağa kalkabilmenin bir ayağı yani âhiret
bilinci eksik demektir. Zaten yüce Rabbimiz de Kur’ân-ı Kerîm’de
sık sık “Allah’a ve âhiret gününe iman edenler” diyerek, iki ayağın
kopmaz birliğini vurgulamıyor mu?
Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında
özellikle ölümü, dirilişi, Kıyâmeti, mahşeri, cenneti, cehennemi,
günahlarımızı, Allah’ın nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı
derin derin düşünelim. Bunu kendimize görev edinelim. Bu dünyadaki
rahatımızdan fedakârlık yapalım. Hem burada tam bir rahat
etme, hem de orada rahat etme gibi imkânsız ve gülünç olan
sevdadan vazgeçelim. Sahâbeler, Hz. Peygamber’e, biraz rahatına
bakması, kendini fazla yormaması yolunda birtakım şeyler söyleyince,
Önder ve Örneğimiz’den şu cevabı alırlar: “Nasıl refah ve
nimetin tadını bulurum ki, boynuz sahibi (İsrafil) boynuzu (sûr’u) ağzına
koymuş, alnını eğdirmiş ve kulağını vermiş, ne zaman üfleyeceğine dair
emir bekliyor.” 600
Kabirlere, hele gece karanlığında gidip, oralarda ölümle kolkola
yaşayacağımız günleri düşünelim. Ölüm ve şehadet râbıtası
yapalım. Allah’ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak
müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım.
Mezarlarda ve hayalinde düşünerek canlandırdığın kabir hayatında
düşün ki, bir-iki metrelik çukur, içinde birkaç kemik parçası ve
mezar taşında da senin adın, evet senin adın, benim adım yazılı.
Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük Kıyâmetin kopmasını bekliyordun
veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin Kıyâmetin
koptu. İşte bu Kıyâmete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını?
600] Tirmizî
KIYAMET
- 143 -
Sakındın mı yapmaman gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-
harçların, ümitlerin, beklentilerin, yatırımların... neresi için?
Ölüm... Ne zaman? Evet, ey insan! Tohumun toprağın üstüne yeni
bir hayatla çıktığı gibi bir gün kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin
huzuruna gidip yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını vereceğini
düşün ve hayatını ona göre düzenle: Çünkü ölüm bir yok oluş
değil; diriliştir. Ölüm uzakta değil; çok yakınımızdadır.
Âhirete iman etmiş olmak, âhiret bilincine erişmiş olmak,
yalnızca kafalarda âhiretle ilgili bilgileri arttırmakla, kalplerde
âhirete olan inancı tazelemekle gerçekleşmez. Çünkü âhiret bilinci
kafa ve kalpte başlayıp biten işlevsiz bir olgu değil; insan hayatının
bütün boyutlarını ve ömrünün bütün anlarını belirleyen
canlı ve dinamik bir olgudur. O yüzden Bakara sûresi 4. âyette
Kur’an’ın doğru yola kılavuzluk edeceği muttakîlerin vasıfları sayılırken
“âhirete inananlar” değil; “âhirete yakînen (şuurlu / bilinçli
olarak) iman ederler.” denilir. O yüzden âhiret bilincinin varlığını
ve derecesini ölçebilmenin bir yolu sürekli olarak kafa ve kalbi
gözden geçirmekse, bir diğer yolu da bizatihi yaşanan hayatı
gözden geçirmek ve hesap günündeki ilahî sorguya uyup uymadığının
muhâsebesini yapmaktır. Bu muhâsebe de, dünya ve içindekilere
bağlılık, dünyevî zevk ve değerlere iltifat, ölüm duygusu
ve gerçeğinden uzaklaşmak olumsuz; âhirete ve hesap gününe
ayarlı bir hayat yaşamaya çalışmak, dünyadan, içindekilerden, geçici
zevk ve değerlerden -Allah’ın istediği vasatın dışında- uzaklaşabilmek
ve hayatı, enerjiyi, yetenekleri, bilgiyi, gücü, bedeni,
kafayı Allah’ın davası için harcamak olumlu olarak değerlendirilmelidir.
Birey olarak muhâsebesinde olumsuz hanesi ağır basanlar
istedikleri kadar tevhid bilincine ulaştıklarını iddia etsinler, yaşadıkları
hayatın yüzlerine çarpılacağını unutmamak zorundadırlar.
Muhâsebesinde olumlu hanesi ağır basanlar ise, zaten içiçe
yaşadıkları ölümle gerçek hayata geçtikleri andan itibaren Rablerine
kavuşmanın mutluluğunu tadarlar. Ne mutlu onlara! Ne mutlu,
ölümden korkmayan, ölümü sevebilen, ölümü arzulayabilen,
ölümle dostluk kurabilen, ölümün koynunda ömür tüketebilen
Allah erlerine! “Rabbinizin mağfiretine (bağışına) ve takvâ sahipleri için
hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!” 601
Âhiret bilinci; ölümü sevmek, ölümle bir yaşamak ve nasıl gelirse
gelsin, ama müslümanca yaşayış üzerine gelsin, müslümana yakışır
şekilde ölüme, yani cennete koşabilmektir. 602
601] Al-i İmran, 133
602] Hüseyin Özhazar, Âhiret Bilinci; Hasan Eker, Âhiret Bilinci
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 144 -
Kıyâmetin ve Ölümün Düşündürdükleri
İnsan, teklifsiz, başıboş ve kendi keyfine bırakılmamıştır. Onun
yapacağı işler ve yapmaması gerekenler, ilâhî hükümlerle bildirilmiştir.
Dünyada irâdesiyle Allah’a kulluk etmesi için ona her türlü
imkân sağlanmıştır. Allah’ın kendisine verdiği, maddî mânevî tüm
imkânları O’nun istediği gibi kullanan kimse, dünyada ebedî hayatı
kazanmış olur. Aksini yapan kişi de bu ebedî hayatın mutlu
sonucunu elde edemez. Bunun içindir ki, her insanın âhiret hayatı,
dünyadaki ömrüne göre değil; dünya hayatında yaptığı işlerine
göre olacaktır.
Ebû Hureyre’den (r.a.), Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu
rivâyet edilmiştir: “Yedi kimseyi Allah, kendi zıllinden (gölgesinden)
başka bir gölge olmayan Kıyâmet gününde kendi gölgesi altında barındıracaktır.
Bunlar; 1- İmâm-ı âdil (adâletli müslüman devlet başkanı, idareci),
2- Rabbine itaat ve ibâdet eden genç, 3- Gönlü mescidlere bağlı
olan kimse, 4- Birbirlerini Allah için seven ve yine Allah için buğz eden iki
kimseden herbiri, 5- Makam ve güzellik sahibi bir kadının isteğine rağmen
“ben Allah’tan korkarım” diyerek haram işlemeyen erkek, 6- (Gönül
hoşnutluğu ile) infak ettiğinden sol elinin haberdar olmayacağı kadar
gizli olarak sadaka veren kimse, 7- Tenhada (lisanen veya kalben) Allah’ı
zikredip de gözü yaşla dolup taşan kişi.” 603
Kıyâmet günü evlât ve malın fayda vermediği, ancak doğruların
doğruluğunun fayda verdiği bir gündür. Geleceğinde hiç
şüphe olmayan bu günde, insanlar kabirlerinden çıkarak Allah’ın
huzurunda toplanacak ve hiçbir kimse -Allah’ın izin verdikleri
müstesnâ- bir diğerine fayda veremeyecektir. İnsanların kendi organları
yaptıklarına şâhitlik edecektir.604 Kısacası bu günün, çok
korkunç anları ve özellikleri vardır. Kıyâmet gününde insanın kendi
yaptıklarından başka her şeyden, kesin olarak ümidini keseceği
anlaşılıyor.
Kur’an âyetlerinde ve hadis-i şeriflerde, Kıyâmet tasvir edilirken,
yer ve gök nizamının bozulmasından ve bunların mahvolup
toz haline gelmesinden bahsedilmiştir. “O gün arz (yer) başka bir
arz olup değişecek; gökler de değişecek...”605 Bu âyetten de anlaşıldığına
göre Kıyâmet, âlemin nizamının bozulmasının ve dünyadaki
mevcut hayatın mahvolmasının ismidir. Ondan sonra yeni bir
hayat başlayacak, bu yeni hayatın nizamı kurulacaktır. Kıyâmet
inancı, dinin iman esaslarındandır. İnsanların davranışlarına yön
603] Buhârî, Bed'ul Ezân, 384, Tecrîd-i Sarih Ter. c. 2, s. 617
604] 41/Fussılet, 20-21
605] 14/İbrâhim, 48
KIYAMET
- 145 -
vermedeçok etkili olduğu içindir ki, İslâm, bu inancı kendi mensuplarının
gönüllerine tam ve kâmil bir şekilde yerleştirmek istemiştir.
Kur’an’ın ve hadis-i şeriflerin belirttiği Kıyâmet gününün çeşitli
durumlarına, ne yazık ki insanların pek çoğu, gerektiği şekilde
samimi olarak inanmamaktadır. Dilleri ile “Kıyâmet günü
haktır” derken, kalpleri o günden gâfil bulunanlar, dilleriyle
inanmış, ancak davranışlarıyla o günü yalanlamış olanlardır. Şu da
unutulmamalıdır ki, Kıyâmeti davranışlarla yalanlamak, yani sanki
bu gün hiç gelmeyecekmiş gibi her türlü günah ve kötülükler
işlemek, dil ile yalanlamak gibidir. Kıyâmetin vuku bulacağı şüphesizdir.
Çünkü bunu Allah haber vermiştir. Kıyâmeti inkâr etmek
küfürdür. Kıyâmetin ne zaman meydana geleceğini Allah, kullarına
bildirmemiştir. O er geç vuku bulacaktır. Şu kadar ki, onun
olacağı zamanı kimse tayin edemez. İnsana düşen görev, böyle
bir günün geleceğini bilmek, ona inanmak ve o gün için hazırlanmaktır.
Zaten bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, insan ölünce
kendi Kıyâmeti kopmuş demektir.
Âhirete iman etmek, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmak,
hesap ve cezâ meselelerini kabullenmek, İslâm dininin inanç
esaslarının bir bölümüdür. Allah’ın tek bir ilâh olduğunu kabul
etmenin hemen ardından bunlara inanmak gereklidir. İslâm’da
ulûhiyet gerçeği ile âhiret hayatının hakikatı birleştirilip tek temel
üzerine oturtulmuş, böylece itikadî, amelî ve ahlâkî değerler
birleştirilerek bir bütün haline getirilmiştir.
İslâm tasavvurunda hayatın mânâsı, insan ömrünün teşkil ettiği
şu kısa zaman değildir. Hatta bu hayatın anlamını, ne bir kavmin
ve toplumun yüz yıllar süren ömrü, ne de bütün insanların
süregelen hayatı ifade edebilir. İslâm tasavvurundaki hayat, şu
görünen dünya hayatını içine aldığı gibi, Allah’tan başka kimsenin
bilmediği âhiret hayatını da içine almaktadır. Mekân itibarıyla
da, üzerinde insanların yaşamakta olduğu şu yeryüzünü içine
aldığı gibi; âhiret yurdunu da ihtiva etmektedir. Yine âlemleri
kucaklarcasına şu görünen kâinata şâmil olduğu gibi, her türlü
gerçeklerini Allah’tan başka kimsenin bilmediği “gayb” âlemini
de kapsamaktadır. O gayb âlemi, ölüm ânı ile başlayıp âhiret hayatıyla
son bulur. Mâhiyet itibarıyla hayat, dünya hayatındaki şu
bilinen yaşayışı kapsadığı gibi, ikinci hayat dediğimiz âhiret yaşayışını
da içine almaktadır.
İşte Kıyâmete ve âhiret gününe iman etmek, böylesine zamanın
sonsuz mesafesini, mekânın hudutsuz ufuklarını, hayat ve
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 146 -
âlemlerin bitmeyen derinliklerini ve yüceliklerini ifade etmektedir.
Bu inanç, kesinlikle kişinin dünya görüşünü değiştiren ve davranışlarını
etkileyen bir inançtır. Her asırda olduğu gibi günümüzde
de en önemli hususlardan biri, âhiret gününe iman etmek konusudur.
Bunun içindir ki, Kur’an, tevhid inancıyla beraber bu inanç
üzerinde ısrarla durmuş, Hz. Peygamber de pek çok sözleriyle bu
inancın önemini belirtmiştir. Her konuda hakkı bildiren Allah, hak
olan âhiret konusunda da önemle duruyor. Eğer insan yaptıklarından
sorumlu olmasaydı, o zaman iyilik ve kötülüğün farkı ortadan
kalkmış olur, insan yaşayışı tamamen maksatsız ve gayesiz hale
gelir, her iş neticesiz kalırdı. Oysa insan, maksatsız ve gâyesiz olarak
yaratılmamıştır. Her insan, kendi iradesiyle yaptıklarının karşılığını
görmeyecek olsaydı, o zaman iyilik ve kötülük aynı şey olur,
günah ve sevâbın anlamı kalmazdı.
İnsanlar, bu dünya hayatında da az çok yaptıklarının karşılığını
görürler. Bununla beraber şunu da unutmamalıdır ki, pek çok
zâlim günahkârlar, kötülük yapan insanlar, bu dünyada rahat yaşarlar
da, birçok iyi insan musibetlere mâruz kalır. Çünkü bu dünya,
yapılan işlerin asıl karşılığının görüleceği yer değildir. İşte tüm
işlerin karşılığının verileceği ve rabbânî adâletin tecellî edeceği an
din günüdür. 606
Allah’ın kâinat için koyduğu bazı kanunlar vardır. Adına Sünnetullah
dediğimiz bu tabiat kanunlarından biri “cezâ=karşılık
kanunu”dur. Yapılan hiçbir hareket karşılıksız değildir. Ateş yakar,
ekilen tohum biter, olgunlaşan meyve yere düşer... Yani kâinatta
neyi düşünsek, nereye göz atsak, Allah’ın koymuş olduğu bu “karşılık
kanunu”nu görürüz. Atasözlerinde de “eden bulur”, “eşen
düşer”, “her koyun kendi bacağından asılır”, “ne ekersen onu biçersin”
gibi ifadeler, karşılık kanunu için örneklerdir.
Karşılık kanunu, en büyük adâlettir. Çünkü insan, daha önceden
bildiği esaslara uyup uymamanın neye mal olduğunu bilmekte,
seçimini hür irâdesiyle ona göre yapma imkânına sahip
olmaktadır. Bu ilâhî kanuna göre, herkes amellerinin karşılığını
görecek, hiç kimse başkasının günahını çekmeyecektir.607 Bununla
birlikte, ister hayır, ister şer olsun, yapılan en küçük iş karşılıksız
kalmayacaktır. 608 Bu da insanın, bahane bulma duygusunu
yok edecek; “kendim ettim, kendim buldum” şeklinde bir neticeye
varmasına yol açacaktır. Kâinatta her şeyin bir karşılığı olduğu
606]] Y. Çiçek, F. Yıldız, Din Günü İbâdet, s. 61
607] 6/En'âm, 164; 17/İsrâ, 15; 53/Necm, 38
608] 99/Zilzâl, 7-8
KIYAMET
- 147 -
gibi, yapılan hiçbir kötülük, kimsenin yanına kâr kalmayacaktır.
Hal böyle iken, bütün karşılıkların görülebilmesi için, dünya hayatı
elbette kâfi değildir. O zaman şöyle bir durumla karşı karşıya
kalırız: Bir tarafta karşılık kanunu, diğer tarafta dünya hayatının
buna kâfi gelmeyişi. Burada, “imtihan edilme” sözkonusudur.
Bu açıdan bakıldığında “karşılık kanunu”, âhirete inanmanın
zarûretini de ortaya koyar. Yani her şeyin bir karşılığı olacağına
göre, dünya hayatının da bu karşılıklar için kâfi gelmediğine
göre, mutlaka bir karşılık zamanı olmalıdır. İşte Fâtiha’da Allah
bu “karşılık günü = din günü”nün tek sahibi olduğunu belirtmektedir.
Burada “din”, yapılan bir işin, kendi cinsinden karşılığı
manasını ifade eder. Bu karşılık kanunu sebebiyle, dünyada da
hesaba çeken Allah’tır; âhirette de hesaba çeken Allah’tır. Allah,
karşılıkları imhal eder, ama ihmal etmez. (Karşılığını erteleyebilir,
istediği vakitte verir; ama ihmal etmez.) Allah’ın bu “karşılık kanunu”,
bütün ilmî disiplinlerce kabul edilmektedir. Burada problem,
işin ilâhî boyutunun gözardı edilmesidir. 609
Dünya, âhiretin habercisi, âhiret dünyanın izdüşümüdür. İnsan
adlı bu ölümsüz yolcu, birinden diğerine intikal ederek sürdürür
sonsuz yolculuğunu. Çünkü ölüm, bir başka hayatın besmelesidir.
Nübüvvet, insanlığın geçmişinin; âhiret ise geleceğinin tarihidir.
Kur’an da, bu tarihin akacağı yatağın ilâhî projesi. İnsan, bu projeye
bakarak tarihi değiştiriyor ve tarihi tarihe bu projeyle taşıyor.
Âhiret olmasaydı, insan insan olamazdı. İnsana irâde verildiği
gün âhiret de verildi. Eğer seçiminin ödül ve cezâsını görmeyecekse
yaratıklar arasındaki bunca ayrıcalığın gerekçesi ne ola ki?
İşte bu nedenle âhiret, seçme hürriyetinin, irâde ve şuurun doğal
sonucudur. İnsanın seçiminin Allah tarafından kaale alındığının,
değerlendirildiğinin bir delilidir. İnsanı yaratan, onu yeryüzüne
halife seçip irâde veren ve kendi ruhundan ruh üfleyen Allah’ın,
en güzel kıvamda yarattığı kulunun istikbâliyle ilgilenmediğini
düşünmek abes olacaktır. Boşuna mı yaratıldı şu muazzam makine
ve yaratılanların en muhteşemi olan insan? Boş yere, abes bir
iş olarak mı yaratıldı evren ve içindekiler? Cennet niçin yaratıldı?
Cehennem lüzumsuz mu?
Âhiret, Allah’ın “vaad” ve “vaîd”inin, yani ödül ve cezâsının
bir gereğidir. Suyu getirenle testiyi kıranı mahlûk bile bir tutmazken
Hâlık’ın bir tutması O’nun mutlak adâletine nasıl sığar? Eğer
“şunu yaparsan ödüllendirilir, bunu yaparsan cezâlandırılırsın” deniliyorsa
elbette sonuçta “iyi” olanla “kötü” olanın ayrılıp, yapana
609]] A. Özbek, Kur'an'da Tevhid Eğitimi, 26
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 148 -
ödülü, yapmayana cezâsı verilecektir. Bu nedenle âhiret, adâlet-i
ilâhînin kaçınılmaz sonucudur. Âhirete inanmamak adâlete inanmamak,
adâleti istememek demektir.
Âhirete iman, ölüm korkusunun insanda bir kâbusa ve kronik
bir illete dönüşmesini engeller. Ölümden sonra bir hayatın olduğuna
inanan, kendisini koyvermez. Onun için, ölüm bir bitiş değil;
bir intikaldir. Bu nedenle âhirete iman eden kâmil bir mü’min, hayatta
bir kez ölür. Âhirete inanmayan kâfirse her ölümü hatırlayışta
ölür. Bu nedenle âhireti inkâr edenler, mümkün olduğunca
ölümü hatırlamak istemezler. Kendilerine ölümün hatırlatılmasından
rahatsız olurlar ve beklenenden daha fazla tepki gösterirler.
Bir de müslümanların ölümü güler yüzle karşıladıklarını, onunla
sık sık selâmlaştıklarını düşünelim. İslâm medeniyetinde mezarlar
şehirlerin ortasına yapılırdı. İslâm, insanların ölümü sık hatırlamaları
için mezar ziyaretini Nebi’nin diliyle özendirmişti. 610
Kur’an, her sayfasında, insanı hem ruhun tarihine, hem
istikbâline (âhirete) götürerek insana önünü ve sonunu hatırlatır.
Bu nedenle mü’min, her ânında üç zamanı birden yaşayan insandır.
Bu, ona süreklilik ve sorumluluk duygusu verir. Kur’an’daki
Kıyâmet, cennet, cehennem, mahşer, mîzan ve sorgu sahneleri,
mü’minde sorumluluk hissini ve fazileti güçlendirmek için
istikbâline açılan birer penceredir.
“Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibârettir.”611 Oyuncaktan hoşlanan
çocuklar mıyız, yoksa rüştümüzü isbat eden adamlar mı?
Dünya oyuncağına verdiğimiz değerde saklı bunun cevabı. Oyuna
dalıp çokça eğlenenler, çocuklar ve o seviyedeki çocuk akıllılardır.
Kıyâmet ve hesap günü şuûru, bize ölümü sık sık düşündürür
ve bizi oraya hazırlar. Bu bilinçle ölüm râbıtası, bir adım daha ileri
giderek şehâdet rabıtası yapmalıyız. Bu bilinç ve râbıtalar, bize
sadece âhiret azığı değil; dünyada kaybettiğimiz izzeti, insanlık
onurumuzu da kazandıracak ve ölüm korkusunu yenen, ölümle
sevdalanan bir seviyeye çıkaracaktır. Ancak bu sayede haklarımızı
söke söke almak için dileniş değil direniş gerektiğini öğrenir
ve canlı şehid olarak şerefli bir hayat süreriz. Bugün Yahudi, teknik
imkâna sahip milyarı aşan kimlik müslümanlarından değil;
intifâda coşkusunu sürdüren çocuk yaştaki genç yiğitlerden korkmaktadır.
Ölümden korkan gayr-ı müslim, en çok ölümden korkmayanlardan
korkar. Müslümanın müslümanca yaşayamadığı her
ortamda müslümanca ölme imkânı her an vardır.
610] M. İslâmoğlu, İman Risalesi, 285
611] 6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36; 57/Hadîd, 20
KIYAMET
- 149 -
Her asırda olduğu gibi, günümüzde de birkısım insanın,
Kıyâmet gününe iman etmeyişlerinin sebebi, öldükten sonra dirilmeyi
uzak bir ihtimal görmeleridir. İnanmayanların görüşüne
göre hayat, sebepsiz, hedefsiz ve gayesiz bir hareketten ibârettir.
Oysa her şeyde bir sır, o sırrın gerisinde bir hedef ve hedefin gerisinde
de bir hikmet vardır. İnsan bir ölçü dâhilinde bu dünyaya
getirilir, yine aynı şekilde takdir edilmiş olan âkıbete, cezâ ve hesap
gününe döndürülmüş olur. Dünya hayatı da, her insan için bir
imtihandır. İnsanların bütün bu gerçekleri bilip, bunların gerisinde
kudret ve hikmet sahibi yüce Yaratıcı’yı düşünmesi gerekir. İşte
bu bilgi ve düşünce insanı âhiret inancına götürür.
İnsanların çokça hatırlaması gereken ölüm, her canlının kendisine
erişeceği bir hâdisedir. Ölüm, kendi yolunda sapmadan ve
durmaksızın ilerler. Ne geride bıraktıklarına, ne de ıstırap çekenlerin
feryadına bakar. Korkanların korkusu, sevenlerin de sevgisi
bunu önleyemez. Hayatı sadece dünya hayatından ibâret görmek,
çok ilkel bir düşüncedir. Kur’an, düşüncesi gelişmemiş bu tür kişilerin
sözlerini ve durumlarını şöyle dile getirir: “Onlar derler ki: ‘Bu
dünya hayatımızdan başka bir hayat yok! Tekrar dirilecek değiliz.” 612
İslâm’da dünya, âhiretin tarlasıdır. Dünya hayatını ıslah etmek,
ondan her tür kötülüğü ve bozgunculuğu kaldırmak, bütün insanlar
için iyilik ve adâleti gerçekleştirmek gibi işlerde sarf edilen
emek ve uğraşıların hepsi, âhiret sermâyesidir. Böyle bir inançla
çalışan ve Allah’ın rızâsını dileyerek gönülden bu güne inananların
yeryüzünü ihmal etmeleri, azgınlıklara ve bozgunculuklara
göz yumarak dünyayı terk etmeleri mümkün olabilir mi?
Bazı insanlar, -âhirete iman ettiklerini iddia etmekle beraberkendilerini,
câhilliğin ve azgınlığın akıntısına kaptırmışlarsa; bu,
Allah’a ve âhiret gününe inandıkları için değil; âhirete imanlarının
zayıf oluşundandır. Her asırda, âhireti inkâr edenler veya bu
güne, inanılması gerektiği şekilde inanmamış olanlar, devamlı
günah işlemeyi arzu edip buna karşı bir engelin çıkmasından korkanlar
ve her şeye kadir Yaratıcının huzurunda hesap vermek istemeyenlerdir.
İşte bunun için de öldükten sonra dirilmeyi ve âhireti
hayal zannederler.
Âhiret gününe, Kıyâmete inanmak ve bu inancın gereğini
yapmak, kötülüğe koşan her nefis için bir gem, günahı seven
her insan için de bir engeldir. Bütün insanlığa hitap eden Kur’an,
bu günün olmasını imkânsız görenlere en kesin ve doğru cevabı
verir: “İnsan, kendini bir nutfeden nasıl yarattığımızı görmedi mi ki,
612] 6/En'âm, 29
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 150 -
şimdi apaçık bir hasım kesildi.”613 İnsanın yaratılışındaki hayret verici
durumlar, organlarının yapısındaki çeşitli özellikler, onun tekrar
diriltilmesinden çok daha önemli ve dikkat çekicidir. Allah’ın sanat
ve kudretindeki bu incelikleri, mükemmellikleri bilip görenler,
öldükten sonra dirilmeyi artık nasıl inkâr edebilirler? Ne yazık ki
ünsiyet etmediği her şeyi inkâr, insanoğlunun tabiatındadır. Eğer
o yılanı yüzüstü ve hem de sür’atle yürür görmese, ayaklardan
başka şey üzerinde yürümeyi kabul etmezdi. Hatta insan, dünyayı
görmeden, dünyadaki acayip haller ona anlatılsa, onları bile
çoktan inkâra kalkardı. Şu halde, din gününü yakînen tasdik etmemek,
bu kavramı anlamaktaki noksanlıktan ileri gelmektedir.
Görünmediğinden dolayı, din gününe inanmayanlar, ilim adına
cehâlet gösterenlerdir. “Âhiret yurdu, sakınan muttakîler için daha hayırlıdır,
düşünmüyor musunuz?” 614
Dünya, ne seçim ne de geçim dünyasıdır müslüman için; dünya
kulluk/ibâdet dünyasıdır, imtihan dünyasıdır. Sınav esnâsında
oyuna dalan, gülüp eğlenen kimsenin imtihanda başarı şansı ne
kadar olabilir? Gençler, üniversite imtihanına verdikleri önemi,
esas sınava, büyük imtihana verseler, din günü bilinci nasıl hayata
yansırmış, görürdük. Orta yaşlılar, yakın gelecekleri için hazırlayıp
biriktirdiklerini, esas istikbâl için yatırıma dönüştürseler, örnek
müslümanların sayısı nasıl artardı! “Ey iman edenler! Allah’tan korkun
ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun. Çünkü
Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” 615
Mücâdelenin, cihadın, şehâdetin olmadığı yerde Kıyâmet ve
âhiret günü bilinci yeterince yok demektir. Ana vatanımız, baba
diyarımız cennet olduğuna göre, biz memleketimizde gerekli ihtiyacımızı
karşılamak için bu diyarda gurbete çıkmış durumdayız.
Orada lâzım olan azığı unutup, buradaki görevimizi ihmal etmek
ve buralarda oyuncaklarla oyalanmak ne kadar mantıklılıktır?
Ne mutlu, Kıyâmet, âhiret, din günü bilincine sahip, ölüme
ve ölüm ötesi hesaba hazır olan ve ölümden korkmayan, ölümle
dostluk kurabilen canlı şehidlere!
613] 36/Yâsin, 77
614] 6/En’âm, 32; Y. Çiçek, F. Yıldız, Din Günü İbâdet, s. 65
615] 59/Haşr, 18
KIYAMET
- 151 -
Kıyâmet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kıyâmet Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 70 Yerde): 2/Bakara,
85, 113, 174, 212; 3/Âl-i İmrân, 55, 77, 161, 180, 185, 194; 4/Nisâ, 87, 109, 141,
159; 5/Mâide, 14, 36, 64; 6/En’âm, 12; 7/A’râf, 32, 167, 172; 10/Yûnus, 60, 93;
11/Hûd, 60, 98, 99; 16/Nahl, 25, 27, 92, 124; 17/İsrâ, 13, 58, 62, 97; 18/Kehf,
105; 19/Meryem, 95; 20/Tahâ, 100, 101, 124; 21/Enbiyâ, 47; 22/Hacc, 9, 17, 69;
23/Mü’minûn, 16; 25/Furkan, 69; 28/Kasas, 41, 42, 61, 71, 72; 29/Ankebût, 13,
25; 32/Secde, 25; 35/Fâtır, 14; 39/Zümer, 15, 24, 31, 47, 60, 67; 41/Fussılet, 40;
42/Şûrâ, 45; 45/Câsiye, 17, 26; 46/Ahkaf, 5; 58/Mücâdele, 7; 60/Mümtehıne, 3;
68/Kalem, 39; 75/Kıyâme, 1, 6.
B- Sâat Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 48 Yerde): 6/En’âm, 31,
40; 7/A’râf, 34, 186; 9/Tevbe, 117; 10/Yûnus, 45, 49; 12/Yûsuuf, 107; 15/Hıcr, 85;
16/Nahl, 61, 77; 18/Kehf, 21, 36; 19/Meryem, 75; 20/Tahâ, 15; 21/Enbiyâ, 49;
22/Hacc, 1, 7, 55; 25/Furkan, 11, 11; 30/Rûm, 12, 14, 55, 55; 31/Lokman, 34; 33/
Ahzâb, 63, 63; 34/Sebe’, 3, 30; 40/Mü’min, 46, 59; 41/Fussılet, 47, 50; 42/Şûrâ,
17, 18; 43/Zuhruf, 61, 66, 85; 45/Câsiye, 27, 32, 32; 46/Ahkaf, 35; 47/Muhammed,
18; 54/Kamer, 1, 46, 46; 79/Nâziât, 42.
C- Âhır (Yevmu’l-Âhır) ve Âhiret Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam
143 Yerde –28/115): 2/Bakara, 4, 8, 62, 86, 94, 102, 114, 126, 130, 177, 200,
201, 217, 220, 228, 232, 264; 3/Âl-i İmrân, 22, 45, 56, 77, 85, 114, 145, 148,
152, 176; 4/Nisâ, 38, 39, 59, 74, 77, 134, 136, 162; 5/Mâide, 5, 33, 41, 69, 92;
6/En’âm, 32, 92, 113, 150; 7/A’râf, 45, 147, 156, 169; 8/Enfâl, 67; 9/Tevbe, 18,
19, 29, 38, 38, 44, 45, 69, 74, 99; 10/Yûnus, 10, 64; 11/Hûd, 16, 19, 22, 103; 12/
Yûsuf, 37, 57, 101, 109; 13/Ra’d, 26, 34; 14/İbrâhim, 3, 27; 16/Nahl, 22, 30, 41,
60, 107, 109, 122; 17/İsrâ, 7, 10, 19, 21, 45, 72, 104; 20/Tahâ, 127; 22/Hacc, 11,
15; 23/Mü’minûn, 33, 74; 24/Nûr, 2, 14, 19, 23; 27/Neml, 3, 4, 5, 66; 28/Kasas,
70, 77, 83; 29/Ankebût, 20, 27, 36, 64; 30/Rûm, 7, 16; 31/Lokman, 4; 33/Ahzâb,
21, 29, 57; 34/Sebe’, 1, 8, 21; 38/Sâd, 7; 39/Zümer, 9, 26, 45; 40/Mü’min, 39,
43; 41/Fussılet, 7, 16, 31; 42/Şûrâ, 20, 20; 43/Zuhruf, 35; 53/Necm, 25, 27; 57/
Hadîd, 3, 20; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 3; 60/Mümtehıne, 6, 13; 65/Talâk, 2;
68/Kalem, 33; 74/Müddessir, 53; 75/Kıyâme, 21; 79/Nâziât, 25; 87/A’lâ, 17; 92/
Leyl, 13; 93/Duhâ, 4.
D- “Hesap” (Hısâb) ve Hesap günü “Yevmu’l-Hısâb” Kelimelerin Geçtiği
Âyet-i Kerimeler (Toplam 39 Yerde): 2/Bakara, 202, 212; 3/Âl-i İmrân, 19, 27,
37, 199; 5/Mâide, 4; 6/En’âm, 52, 52, 69; 10/Yûnus, 5; 13/Ra’d, 18, 21, 40, 41;
14/İbrâhim, 41, 51; 17/İsrâ, 12; 21/Enbiyâ, 1; 23/Mü’minûn, 117; 24/Nûr, 38, 39,
39; 26/Şuarâ, 113; 38/Sâd, 16, 26, 39, 53; 39/Zümer, 10; 40/Mü’min, 17, 27, 40;
65/Talâk, 8; 69/Haakka, 20, 26; 78/Nebe’, 27, 36; 84/İnşikak, 8; 88/Ğâşiye, 26.
E- Haşr Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 43 Yerde): 2/
Bakara, 203; 3/Âl-i İmrân, 12, 158; 4/Nisâ, 172; 5/Mâide, 96; 6/En’âm, 22, 51, 38,
72, 111, 128; 7/A’râf, 111; 8/Enfâl, 24, 36; 10/Yûnus, 28, 45; 15/Hıcr, 25; 17/İsrâ,
97; 18/Kehf, 47; 19/Meryem, 688, 85; 20/Tahâ, 59, 102, 124, 125; 23/Mü’minûn,
79; 25/Furkan, 17, 34; 26/Şuarâ, 36, 53; 27/Neml, 17, 83; 34/Sebe’, 40; 37/Sâffât,
22; 38/Sâd, 19; 41/Fussılet, 19; 46/Ahkaf, 6; 50/Kaf, 44; 58/Mücâdele, 9; 59/Haşr,
2; 67/Mülk, 24; 79/Nâziât, 23; 81/Tekvîr, 5.
F- Ba’s Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 67 Yerde): 2/
Bakara, 56, 129, 213, 246, 247, 259; 3/Âl-i İmrân, 164; 4/Nisâ, 35; 5/Mâide, 12,
31; 6/En’âm, 29, 36, 60, 65; 7/A’râf, 14, 103, 167; 9/Tevbe, 46; 10/Yûnus, 74, 75;
11/Hûd, 7; 15/Hıcr, 36; 16/Nahl, 21, 36, 38, 84, 89; 17/İsrâ, 5, 15, 49, 79, 94, 98;
18/Kehf, 12, 19, 19; 19/Meryem, 15, 33; 22/Hacc, 5, 7; 23/Mü’minûn, 16, 37, 82,
100; 25/Furkan, 41, 51; 26/Şuarâ, 36, 87; 27/Neml, 65; 28/Kasas, 59; 30/Rûm, 56,
56; 31/Lokman, 28; 36/Yâsin, 52; 37/Sâffât, 16, 144; 38/Sâd, 79; 40/Mü’min, 34;
56/Vâkıa, 47; 58/Mücâdele, 6, 18; 62/Cum’a, 2; 64/Teğâbün, 7, 7; 72/Cinn, 7; 83/
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 152 -
Mutaffifîn, 4; 91/Şems, 12.
G- Kıyâmetle İlgili Konular:
a- Kıyâmetin Kopma Zamanı Bilinemez: A’raf, 187-188, Hud, 104 ; Nahl, 77 ;
Enbiya, 1
b- Kıyâmetin Kopması ve Tekrar Dirilmenin Dehşeti: İsra, 58 ; Kehf, 47 ; Ta-
Ha, 105-108 ; Enbiya, 104 ; Hacc, 1-2 ; Nur, 37 ; Neml, 88 ; Tur, 9-10 ; Mürselat,
8-10...
c- İlk Defa Yaratan Kudret, Tekrar Diriltecektir: İsra, 49-52 ; Meryem, 66-67 ;
Hacc, 5 ; Mü’minun, 84-85; Rum, 19 ; Vakıa, 57, 62 ; Kıyâme, 37-40 ; İnsan, 28
; Naziat, 27...
d- Dirilmeyi İnkâr: En’âm, 2, 29-31 ; Yunus, 7-8 ; Hud, 7 ; Ra’d, 5 ; Nahl, 38 ;
İsra, 49-52 ; Meryem, 66-67; Mü’minun, 81-83 ; Yasin, 78-79 ; Saffat, 16-18 ;
Vakıa, 47-50, 57, 60-62, 83-87; Teğabün, 7 ; Kıyâme, 3-6 ; İnsan, 27-28 ; Naziat,
10-14...
e- Kıyâmet Gününün Tek Hakimi Allah’tır: Fatiha, 4 ; En’âm, 73 ; Ta-ha, 111;
Hacc, 56; Furkan, 26 ; Zümer, 67 ; Mü’min, 16 ; Nebe’, 37 ; İnfitar, 19.
f- Âhirete İman: Bakara, 4, 46, 62, 123, 177 ; Al-i İmran, 9, 25 ; En’âm, 113 ;
A’raf,147; Tevbe, 18-19, 44; Yunus, 45 ; Nahl, 22 ; Kehf, 110 ; Neml, 3 ; Lokman,
4 ; Şura, 7 ; Mearic, 2, 26.
g- Kıyâmet Alâmetleri: Neml, 82 ; Sebe’, 14 ; Duhan, 9-14 ; Kıyâme, 7-9 ; Kehf,
92-97; Enbiya, 96-97 ; Zuhruf, 61 ; Muhammed, 18.
H- Âhiretle İlgili Konular:
a- Âhirete İman: Bakara, 4, 46, 62, 123, 177; Al-i İmran, 9, 25; Nisa, 38-39, 59,
162; En’âm, 113; A’raf, 147; Tevbe, 18-19, 44; Yunus, 45; Nahl, 22; Kehf, 110;
Neml, 3; Lokman, 4; Şura, 7; Mearic, 2, 26.
b- Âhireti İnkâr: Nisa, 136; Yunus, 7-8; Neml, 4-5; Sebe’, 3, 7-9; Mutaffifin,
10-12; Tin, 7.
c- Âhiretin Varlık Hikmeti: Sebe’, 4-5
d- Âhiret İçin Gönderilen Ameller: Bakara, 110; Hacc, 77; Yasin, 12; Haşr, 18;
Kıyâme, 13; İnfitar, 5.
e- Âhiret Nasibi İçin Çalışmak: Bakara, 200-201; Al-i İmran, 145; Nisa, 77; Kasas, 77.
f- Âhiret Hayırlıdır: En’âm, 32; A’raf, 169-170, Kasas, 60; Şura, 36; A’la, 16-17;
Duha, 4.
g- Âhireti İsteyenler: İsra, 19; Şura, 20.
h- Âhiret Nimetleri İle Dünya Nimetlerinin Karşılaştırılması: Kasas, 60;
AnkEbût, 64.
i- Âhiret Nimeti (Cennet), Zulümden ve Fesattan Sakınanlar İçindir: Kasas, 83;
AnkEbût, 36; Şura, 36-39.
j- Âhiret Hayatı, Geleceği Gerçek Bir Hayattır: AnkEbût, 20; Sebe’, 3.
k- Âhiret Hayatı Asıl Hayattır: AnkEbût, 64.
l- Kâfirler, Dünyayı Âhiretten Üstün Tutarlar: İbrahim, 3; Kehf, 32-36; Rum, 7;
Kıyâme, 20-21; İnsan, 27; A’la, 16.
m- Âhiret de Dünya da Allah’ındır: Necm, 25; Leyl, 13.
n- Dünya, Âhiretin Tarlasıdır: Şura, 20.
o- Hem Dünya, Hem Âhiret Nasibi İstemek: Bakara, 201; Nisa, 145; Kasas, 77;
Cum’a, 10.
p- Âhirete Önden Hayır Yollamak: Bakara, 110; Hacc, 77; Yasin, 12; Haşr, 18;
Kıyâme, 13; İnfitar, 5.
r- Âhiret İçin Zararlı Kadınlar: Teğabün, 14.
KIYAMET
- 153 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. TDV. İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. Kıyâmet: c. 25, s. 516-522 (B.
Topaloğlu); Kıyâmet Alâmetleri: c. 25, s. 522-525 (Yusuf Şevki Yavuz)
2. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Kıyâmet: c. 3, s. 366-367 (Ahmet
Özalp); Kıyâmet Alâmetleri: c. 3, s. 367-368 (Ahmet Özgen); Ba’s: c. 1,
s. 202-204 (Cengiz Yağcı), el-Bâıs: c. 1, s. 204; Ba’su Ba’de’l-Mevt: c. 1, s.
204-205; Sûr: c. 5, s. 450-451 (Fedâkâr Kırmızı); Haşr ve Neşr: c. 2, s. 361-
362 (Halid Erboğa); Haşr-ı Cismanî, c. 2, s. 363-364 (H. Erboğa); Hesap
Günü: c. 2, s. 395-397 (H. Erboğa); Mizan, c. 4, s. 219-220 (Muhiddin
Bağçeci)
3. Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 211-213;
217-223
4. Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 304-307
5. Kur’an’da Kıyâmet Sahneleri, Said Köşk, Anahtar Y.
6. İtikadî Açıdan Uzak Gelecekle İlgili Haberler, İlyas Çelebi, Kitabevi Y.
7. Âyetlerle Ölüm ve Diriliş, Said Köşk, Anahtar Y.
8. Kur’an ve Kıyâmet, Emel Faruk Yavuz, Marifet Y.
9. Kur’an’da Kıyâmet Sahneleri, Seyyid Kutub, Çizgi Y. / Hilâl Y. / Yeni
Ufuklar Y.
10. Gözle Görülen Kıyâmet, Muhammed Mahmud Savvaf, Hilâl Y.
11. Ölüm, Yeniden Doğuş İçin Kıyâmet, Ahmet Musaoğlu, Okul Y.
12. Kıyâmet Yaklaşıyor, Vehbi Karakaş, Cihan Y.
13. Kıyâmet Alâmetleri, Abdullah Naim Şener, Sönmez Neşriyat
14. Kıyâmet Alâmetleri, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
15. Kıyâmet Alâmetleri, Naim Erdoğan, Pamuk Y.
16. Kıyâmet Günü, Yusuf Samedoğlu, Ötüken Neşriyat
17. Kıyâmet ve Âhiret, Naim Erdoğan, Huzur Y.
18. Kıyâmet ve Âhiret, Ahmet Faiz, Uysal Kitabevi
19. Kıyâmet ve Âhiret, İmam Gazâli, Hakikat Y.
20. Kıyâmet ve Âhiretle İlgili Kavramların Öğretimi, Osman Taştekin,
Palmiye Y.
21. Kıyâmet Alâmetleri, Abdullah Naim Şener, Bahar Y.
22. İslâm İnancı Açısından Nüzûl-i İsa Meselesi, Zeki Sarıtoprak, Çağlayan Y.
23. Deccal Komplosu, Üç Büyük Dinin Kaynaklarına Göre D. Tarihi, Said
Eyyüb, Sır Y.
24. Geleceğin Tarihi, Orhan Baytan, 1-2, Mevsim Y.
25. Ölüm ve Sonrası, Mehmed Paksu, Nesil Basım Yayın
26. Ölümden Sonra Dirilmek ve Reenkarnasyon, Naim Erdoğan, Enes
Kitabevi Y.
27. Âhir Zaman Garipleri, Mehtap Araz, Sinan Y.
28. Âhir Zaman Fitneleri, Derleme, İttihad Y.
29. Büyük Gün Hz. İsa’nın Dönüşü, Olcay Yazıcı, Marifet Y.
30. Âhiret Bilinci, Hüseyin Hazar, Bengisu Y.
31. Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
32. Âhiret Hazırlığı, Sadık Dânâ, Erkam Y.
33. Âhiret Perdesini Aralarken, Hâris el-Muhâsibî, Çev. Abdülaziz Hatip,
Nesil Basın Yayın
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 154 -
34. Âhirete Açılan Kapı Kabir, Yusuf Şensoy, Furkan Dergisi Y.
35. Âhirete Giden Yol, Ali Rızâ Altay, Sönmez Neşriyat
36. Âhirete İnanıyorum, M. Yaşar Kandemir, Damla Y.
37. Ölüm ve Ötesi, Heyet, Sağlam Y.
38. Ölüm ve Diriliş, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
39. Mezar Notları, Muammer Özkan, İnsan Dergisi Y.
40. Bediuzzaman’ın Yorumları Işığında Kıyâmet, Alâmetleri, İsmail Mutlu,
Mutlu Y.
41. Ölüm Yokluk mudur? Hekimoğlu İsmail, Timaş Y.
42. Ölüm, Kıyâmet ve Âhiret, Sıddık Naci Eren, Demir Kitabevi Y.
43. Ölüm ve Ölümden Sonraki Hayat, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
44. Ecel, Kıyâmet, Âhiret, Ali Eren, Çile Y. / Merve Yayın Paz.
45. Ruh Âleminde Bir Seyahat, Kemal Osmanbay, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.
46. Dünya ve Âhiret Hayatı, Muhammed İhsan Oğuz, Oğuz Y.
47. Dünya Ötesi Yolculuk, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
48. Kur’an’da ve Kitab-ı Mukaddes’te Âhiret İnancı, Mehmet Paçacı, Nûn Y.
49. Kur’ân-ı Kerîm’de Kıyâmet ve Âhiret, İmam Gazâli, Salah Bilici Kitabevi Y.
50. Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman Toprak, Esra Y.
51. Ölümden Sonra Diriliş, Subhi Salih, Kayıhan Y.
52. Ölüm ve Sonrası, İmam Gazâli, Vural Y.
53. Ölüm ve Âhiret, İmam Gazâli, Arslan Y.
54. Ölüm ve Ötesi, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
55. Ölüm ve Ötesi Hayat, Abdülhay Nâsih, Nil A.Ş. Y.
56. Ölüm, Kıyâmet ve Diriliş, Şârânî, Pamuk Y.
57. Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Ötesi, Abdullah Aydın, Mehdi Y.
58. Ölüm, Kıyâmet, Cehennem, Cavit Yalçın, Vural Y.
59. Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Âhirzaman Alâmetleri, Şârânî, Bedir Y.
60. Ölüm, Kabir, Kıyâmet, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Yayın Dağıtım
61. Gaybın Haberleri, Safvet Senih, Zaman Gazetesi Y.
62. İman Nurları, Âhiret Sırları, Ali Küçüker, Bahar Y.
63. Haşir Risâlesi, B. Said Nursi, Sözler Y. / Envar Y. / İhlâs-Nur Y. / Yeni Asya
Gazetesi Neşriyat
64. Kıyâmet Günü, Harun Yahya, Vural Y.
65. Ölüm, Kıyâmet, Cehennem, Harun Yahya, Vural Y.
66. Deccal, Zeki Sarıtoprak, Nesil Basın Yayın
67. Onbirinci Sâat, Martin Lings, İnsan Y.
68. Âhiret Bilinci, Hüseyin Özhazar, Bengisu Y.
69. Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
70. Âhirete Giden Yol, Ali Rızâ Altay, Sönmez Neşriyat
71. Âhiret Hazırlığı, Sadık Dânâ, Erkam Y.
72. Ecel, Kıyâmet, Âhiret, Ali Eren, Çile/Merve Y.
73. Gözle Görülen Kıyâmet, Muhammed Mahmud Savvaf, Çelik Y.
74. Kabir Âlemi, Celâleddin Suyûtî, Kahraman Y.
75. Kırık Tayflar, Şemseddin Nuri, T.Ö.V. Y.
76. Mezar Notları, Muammer Özkan, İnsan Dergisi Y.
KIYAMET
- 155 -
77. Ölüm Psikolojisi, Faruk Karaca, Beyan Y.
78. Ölüm, Mehmed Zâhit Kotku, Sehâ Neşriyat
79. Ölüm, Kıyâmet ve Âhiret, Sıddık Naci Eren, Demir Kitabevi Y.
80. Ölüm Ötesi Hayat, M. Fethullah Gülen, Nil Y.
81. Ölüm ve Ölümden Sonraki Hayat, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi
82. Ölüm ve Ötesi, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
83. Ölüm ve Ötesi, Heyet, Sağlam Y.
84. Ölüm Yokluk mudur? Hekimoğlu İsmail, Timaş Y.
85. Ölüm ve Sonrası, İmam Gazali, Vural Y.
86. Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman Toprak, Esra Y.
87. Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında Ölüm, Cenaze, Kabir, İsmail Mutlu,
Mutlu Y.
88. Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında Ölümden Sonra Diriliş, İsmail Mutlu,
Mutlu Y.
89. Ölüm ve Diriliş, Safvet Senih, Nil A.Ş.
90. Kabir Âlemi, Âlemü’l-Berzah Tercümesi, Celâleddin Süyûtî, Kahraman Y.
91. Batılının Ölüm Karşısında Tavrı, Philippe Arise, Gece Y.
92. Ölümsüzlük Düşüncesi, Turan Koç, İz Y.
93. Ölümü Yaşamak, Betty J. Eadie, Form Y.
94. Ölüm Her An Gündemde, Feridun Yılmaz Yüceler, Akçağ Y.
95. Kaçınılmaz Gerçek Ölüm, Yusuf Şensoy, Furkan Dergisi Y.
96. Âhirete Açılan Kapı Kabir, Yusuf Şensoy, Furkan Dergisi Y.
97. Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Ötesi, Abdullah Aydın, M. İzci, Mehdi Y.
98. Ölüm, Kıyâmet, Cehennem, Cavit Yalçın, Vural Y.
99. Meşhurların Son Anları, Burhan Bozgeyik, Türdav A.Ş.
100. Ölüm Cezâsı, Jean Imbert, İletişim Y.
101. Ölüm İstatistikleri, 1990 D.İ.E. , Devlet İstatistik Enstitüsü Y.
102. Ölüm İstatistikleri, İl ve İlçe Merkezlerinde 1993 D.İ.E. , Devlet İstatistik
Enstitüsü Y.
103. Ölüm, Kabir, Kıyâmet, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y.
104. Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Âhir Zaman Alâmetleri, İmam Şârânî, Bedir Y.
105. Ölüm, Kıyâmet ve Diriliş, İmam şârânî, Pamuk Y.
106. Ölüm Ötesi Hayat, Abdülhay Nâsıh, Nil A.Ş.
107. Ölüm Son Değildir, Selim Gündüzalp, Zafer Y.
108. Ölüm Sonrası Cennet ve Cehennem, Selim Al, Furkan Dergisi Y.
109. Ölüm ve Âhiret, İmam Gazali, Arslan Y.
110. Ölümden Sonra Diriliş, Subhi Salih, Kayıhan Y.
111. Ölümden Sonra Dirilmek ve Reenkarnasyon, Naim Erdoğan, Fatih Enes
Kitabevi
112. Sentez (Ölüm Son Değildir), Yusuf Mirdoğan, İshak Basımevi
113. Ölüm Şiirleri Antolojisi, Hasan Ali Kasır, Denge Y.
114. Ölüm Şiirleri Antolojisi, Ahmet Sezgin, Cengiz Yalçın, Ünlem Y.
115. Felsefe Tarihinde Ölüm Meselesi, Ernst Von Aster, Resimli Ay Matbaası
116. Ölüm Korkusundan Kurtuluş, İbn Sînâ, Burhaneddin Matbaası
117. Kitabu’r-Rûh, İbn Kayyım el-Cevziyye, İz Y.
118. Ruhî Olaylar ve Ölümden Sonrası, Sinan Onbulak, Dilek Y.
119.
Hüvel Baki, Mustafa Özdamar, Kırk Kandil Y.
120.
Sevmek, Ölmekle Başlar, 1-2; Murat Başaran, Zafer Y.
121.
Ölümü Yaşarken, Gülay Atasoy, Türdav Y.
122.
Ölüm Sonrası Hayat, Burhan Bozgeyik
123.
Ah Şu Ölüm Dedikleri, Abbas Yunal, Uysal Kitabevi Y.
124.
Ölümü Özlemeyen Aşkı Anlayamaz, İsmail Acarkan, Vural Y.
125.
Modern Fizik ve Tasavvuf Karşısında Ruh ve Ölüm, Cemal Bardakçı, Akdem Y.
126.
Stres ve Dinî İnanç, Necati Öner, T.D.Vakfı Y.
127.
Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken, Hayreddin Karaman, T. Diyanet Vakfı Y.
128.
Kur’an’da İnsan, İman ve Âhiret, Murtaza Mutahhari, Endişe Y.
129.
Anadolu Folklorunda Ölüm, Sedat Veyis Örnek, Ank. Ün. Basımevi
130.
Kur’an’da ve Kitab-ı Mukaddes’te Âhiret İnancı, Nun Y.
131.
Dünya Ötesi Yolculuk, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
132.
Ölüm ve Ötesi Bilimsel İncelenimi, Haluk Egemen ve Suat Bergil, Taş Matbaası, İst.
133.
Çağdaş Filozoflarda Ölümün Anlamı, R. Schaerez
134.
Ölüm, Louis-Vincent Thomas, İletişim Y.
135.
Ölümün Sıcak Yüzü, Ölümün Soğuk Yüzü, Ölümün Yüzsüzlüğü, M. Ali Kılıçbay, Gece Y.
136.
Korkular, Takıntılar, Saplantılar, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y.
137.
Ölümden Sonra Hayat, A. Raymond Moody, İnkılap ve Aka Kitabevi Y.
138.
İnsanların Ölüm Karşısındaki Tutumları, Murat Yıldız, Dokuz Ey. Ü. S. Bil. Enst. İzmir
139.
Aile İçindeki Ölüme Karşı Çocukların Tepkileri, Atalay Yörükoğlu, Nöro Psik. Araşt. 5, 7
140.
Uyku ve Ölümün Tabiatıyla İlgili Çağdaş Müslüman Yorumları, İ. Jane Smith, At. Ün. İ. F. Der. s.13
141.
Ölüm Gerçeği ve Allah İnancı, Dokuz Eylül Ün. İ.F. Dergisi, c.1, sayı 1, sayfa 303-312
142.
Ölümle İlgili Dinî Sosyal Davranış Örüntülerinin Değişmesi, Ank. Ün. Sosyal B. Enst.
143.
Mutasavvıflara Göre Ölüm, Mehmet Demirci, İslâmî Araştırmalar Dergisi, sayı, 3, 1987
144.
Ölüm Üzerine, B. Ziya Egemen, Ank. Ü. İ.F.D. c. 11, 1983
145.
Ölümle İlgili Tutumlar ve Dinî Davranış, Hayati Hökelekli, İslâmî Araştırmalar, c. 5, sayı, 2, 1991
146.
Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikolojisi, Hayati Hökelekli, Uludağ Ün. İ.F. Dergisi, c.3, sayı 3, 1991
147.
Ölümle İlgili Tutumların Dinî Davranışla İlişkisi, H. Hökelekli, Uludağ Ün. İ.F. Der, c.4, s.4, 1992
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…
Ahiret, Cennet ve Cehennem
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
DAVUD EMRE YAYINEVİ
Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -7-
AHİRET , CENNET
VE CEHENNEM
Yazarı:
Ahmed KALKAN
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2011
Baskı:
?????
Dâvud Emre Yayınevi
Telefon: (0 216) 632 29 58
www.davudemreyayinevi.com
AHİRET , CENNET
VE CEHENNEM
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-7-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, El-hamdu lillâh, ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ rasûlillâh.
Müslüman, hayata tevhid penceresinden bakmak zorundadır. Tevhid, birlemek demek olduğuna göre, laik bir anlayışla dünya ile âhiret arasını ayırmak bu inanca zıt olacaktır. Âhiretten ayırdığımız dünyayı, tekrar âhiretle birleştirmek zorundayız. Sadece ölüme kadar olan süre olarak algıladığımız istikbal (gelecek) kavramını, ölümden sonrasını da içine alacak şekilde anlamaya ve bu anlayışı gündelik yaşayışa geçirmek, kulluk görevimizdir.
Bir ayağımız âhirette; bir ayağımız dünyada, bir gözümüz âhirette; bir gözümüz dünyada ve bir kulağımız İsrafil’in surunda; bir kulağımız dünyada olarak yaşarsak dünya-âhiret dengesini kurmuş oluruz. Yoksa hem kendimiz, hem de bizden etkilenen her şey fesada uğrayacaktır. “Öyle binalar ediniyorsunuz ki, sanki içinde ebedî kalacaksınız!” (26/Şuarâ, 129)
Cennet, sadece bağ ve bahçelerden ibaret olmayıp bunların yanında kendilerine has maddelerden oluşan nesneleri ve tesisleri de mevcuttur. İman ve sâlih amel sahibi kimselerin ebediyet âleminde ravzâtü’l-cennâtta (cennetlerin has bahçelerinde) yaşayacaklarını ifade eden âyette (42/Şûrâ, 22) yer alan ve sözlük anlamları bakımından her ikisi de bahçe anlamına gelen ravzât ile cennât kelimelerinden ikincisine “tesis” manasını vermek gerekir. Birçok âyette sâlih mü’minlere vaad edilen cennetin çoğul şekliyle kullanıldığına bakılırsa, birden fazla tesisin bulunduğu ve her mü’mine bir mesken hazırlandığı anlaşılır. Cennetin, göklerin ve yerin “arz”ı/genişliği kadar olduğunu ifade eden âyetlerin (3/Âl-i İmran, 133; 57/Hadîd, 21) tefsiri için şu farklı görüşler ileri sürülmüştür: 1- Cennetin tasavvur edilemeyecek kadar geniş olduğunu ifade eden bir benzetmedir. Buna göre arz; en, yani genişlik demektir. Bir alanın dar cephesini genellikle onun genişliği oluşturduğuna göre cennetin uzunluğu bu teşbih çerçevesinde çok daha fazla olacaktır. 2- Cennet, dünya hayatında insanoğlu tarafından kavranabilen kâinat kadar değerlidir. 3- Madde âleminin insan idrâkine sunuluşu gibi cennet de onun bilgi ve idrâkine sunulmuştur. Bu yorumlar içinde en çok tercih edilen, birinci görüştür.
Kur’ân-ı Kerim’de cennet için “güzel meskenler” (9/Tevbe, 72; 61/Saff, 12), “üst üste kurulmuş konaklar” (39/Zümer, 20) ve “ev” (66/Tahrim, 11) kavramları kullanılmak sûretiyle onun maddî manada eleman ve tesislerden oluştuğu belirtilmiştir. Cennet
hayatıyla ilgili bazı tasvirler de bu gerçeği vurgulamaktadır. Naslardan anlaşıldığına göre cennet ehli için çadırlar da kurulacaktır (55/Rahmân, 72; Müslim, Cennet 23-25). Onlar, Cuma günleri güzel kokular saçan rüzgârların estiği bir çarşıyı dolaşacaklar, bu şekilde zarafetlerine zarafet katacaklardır (Müslim, Cennet 13).
Böyle bir cennet önemsenmeyip dünyanın ve içindekilerinin merkeze alınması, ne kadar akıl kârıdır? “Haydi koşun, Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete!” (3/Âl-i İmran, 133)
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Temmuz 2011, Ümraniye
- 9 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -7-
ÂHİRET
•
Âhiret; Anlam ve Mâhiyeti
•
Kur’ân-ı Kerim’de Âhiret
•
Yakînî Bilgi, Kesin İnanç
•
Âhirete İman
•
Âhirete İmanın İnsan Hayatındaki Yeri
•
Âhiret Şuuru
•
Yaratılışa İnanan, Yeniden Yaratılmaya da İman Eder
•
Âhiret Anlayışı Bizi Dirilişe Ulaştırır/Ulaştırmalıdır
•
Gündüz Yaşıyor, Gece Ölüyor, Sabah Diriliyoruz
•
Her Kış Bir Ölüm, Her Bahar Bir Diriliştir
•
Ölüm; Gurbetten Vuslata Hicret
“O müttakîler (takvâ sahipleri) ki, sana indirilene (Kur’an’a) ve senden önce indirilenlere (İlâhî Kitaplara) iman ederler. Onlar âhirete de yakînî olarak, kesin bir şekilde iman ederler.” 1
Âhiret; Anlam ve Mâhiyeti
Âhiret, kelime olarak Arapçada son, diğer, sonra gelen demektir. Âhiret; dünya hayatını takip eden, ona benzeyen yönler olduğu kadar, benzemeyen yönlerin de olduğu daha değişik ve ölümsüz bir hayattan, ebediyet âlemine ait çeşitli merhaleler ve hallerden ibarettir. “Yakîn” ise, gerçeğe uygun ve herhangi bir şüphe ile ortadan kalkmayacak şekilde şek ve şüpheden uzak olan sabit ve kesin bir inanış, şüphe karışmayan kesin bilgi demektir.
Âhiret inancı, Allah’ın varlığını kabul eden hemen hemen bütün din ve düşünce sistemlerinde (tabii bu arada hıristiyanlık ve yahûdilikte de) mevcuttur. Kur’an’da Hz. Nuh, İbrahim, Yusuf, Mûsâ, İsa ve diğer peygamberlerin kendi ümmetlerine âhiret akidesini telkin ettikleri ifade edilir.2
1] 2/Bakara, 4
2] bk. 12/Yûsuf, 101; 19/Meryem, 33; 20/Tâhâ, 55; 26/Şuarâ, 81-102; 71/Nuh, 17-18
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 10 -
Kur’ân-ı Kerim’de Âhiret
Âhiret kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 115 yerde geçer.3 Yine,
“son gün” anlamında “yevmü’l-âhir” şeklinde, dünya ile karşılaştırmalı
olarak veya yalın halde 26 yerde kullanılır.4 Yalın halde elâhire
şeklinde kullanıldığı yerlerde ed-dâru’l-âhire tamlaması, yani
“âhiret yurdu”, “diğer ülke” anlamında olduğu veya âhiret hayatı
demek olduğu kabul edilir. Bu kullanılış şekillerinden de anlaşılacağı
gibi âhiret kavramı ile dünya kavramı arasında sıkı bir münasebet
vardır.
Kur’ân-ı Kerim’de yüzden fazla terim ve deyim kullanılarak
âhiret akidesi işlenir. Âhiretle ilgili âyetler hem Mekkî, hem de
Medenî sûrelerde sık sık tekrarlanmaktadır. Bu tekrarın, konunun
önemini vurgulamak, sorumluluk duygusunu pekiştirmek, dünya
ile âhiret arasındaki psikolojik mesafeyi kısaltarak mü’minin
ruhunu yüceltmek ve hayatını ebedîleştirmek gibi hedeflere yönelik
olduğunu söylemek mümkündür. Birçok sûrede kâinatın,
özellikle insanın yaratılışından ve hayatın akışından bahseden
âyetlerle âhiret hayatını tasvir eden âyetler yan yana yer almıştır.
Kur’an’ın tasvirine göre dünya hayatı bir “oyun ve eğlence”5 bir
“süs ve öğünüş”tür;6 “mal, evlat ve nüfuz yarışı”dır.7 Netice itibariyle o
geçici bir faydalanış ve aldanış vesilesidir. Asıl hayat, âhiret hayatıdır.
Gerçek anlamda huzur ve sükûn sadece ölümsüz âlemdedir.8
Her ne kadar ölüm, geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir olay
ise de, imanlı gönüller için fânîlikten ebedîliğe geçişi sağlayan bir
3] Âhiret Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 115 Yerde:) 2/Bakara,
4, 86, 94, 102, 114, 130, 200, 201, 217, 220; 3/Âl-i İmrân, 22, 45, 56, 77, 85,
145, 148, 152, 176; 4/Nisâ, 74, 77, 134; 5/Mâide, 5, 33, 41; 6/En’âm, 32, 92,
113, 150; 7/A’râf, 45, 147, 156, 169; 8/Enfâl, 67; 9/Tevbe, 38, 38, 69, 74; 10/
Yûnus, 64; 11/Hûd, 16, 19, 22, 103; 12/Yûsuf, 37, 57, 101, 109; 13/Ra’d, 26,
34; 14/İbr3ahim, 3, 27; 16/Nahl, 22, 30, 41, 60, 107, 109, 122; 17/isrâ, 7, 10,
19, 21, 45, 72, 104; 20/Tâhâ, 127; 22/Hacc, 11, 15; 23/Mü’minûn, 33, 74; 24/
Nûr, 14, 19, 23; 27/Neml, 3, 4, 5, 66; 28/Kasas, 70, 77, 83; 29/Ankebût, 20,
27, 64; 30/Rûm, 7, 16; 31/Lokman, 4; 33/Ahzâb, 29, 57; 34/Sebe’, 1, 8, 21;
38/Sâd, 7; 39/Zümer, 9, 26, 45; 40/Mü’min, 39, 43; 41/Fussılet, 7, 16, 31;
42/Şûrâ, 20, 20; 43/Zuhruf, 35; 53/Necm, 25, 27; 57/Hadîd, 20; 59/Haşr, 3;
60/Mümtehıne, 13; 68/Kalem, 33; 74/Müddessir, 53; 75/Kıyâmet, 21; 79/
Nâziât, 25; 87/A’lâ, 17; 92/Leyl, 13; 93/Duhâ, 4.
4] Âhiret Günü Anlamındaki “El-Yevmü’l-Âhır” Terkibinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 26 Yerde:) 2/Bakara, 8, 62, 126, 177, 228, 232, 264; 3/Âl-i
İmrân, 114; 4/Nisâ, 38, 39, 59, 136, 162; 5/Mâide, 69; 9/Tevbe, 18, 19, 29,
44, 45, 99; 24/Nûr, 2; 29/Ankebût, 36; 33/Ahz3ab, 21; 58/Mücâdele, 22;
60/Mümtehıne, 6; 65/Talâk, 2.
5] 6/En’âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36; 57/Hadîd, 20
6] 57/Hadîd, 20
7] 57/Hadîd, 20
8] Bk. 29/Ankebut, 64 ; 40/Mü’min, 39; 57/Hadîd, 20
AHİRET
- 11 -
vasıtadır. O yüzden birçok âyette ölüm ve âhiret hayatı “buluşmak,
sevdiğine kavuşmak” anlamındaki “lika (likaullah, likau’l-âhire)9 kelimesiyle
ifade edilmiştir.
Asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına iman edenler, ölümün
ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken,
bu gerçek vatanın, baba yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının
özlemini duyar ve ona göre yaşarlar.
Kur’ân-ı Kerim’in âhireti ispat metodu, “nereden geldim, nereye
gidiyorum?” sorusuna tatminkâr bir cevap bulmaya dayanır.
Düşünen her insanın sormaya mecbur olduğu bu sorunun birinci
kısmında, kendisine ve içinde yaşadığı tabiata hâkim, mutlak
kudrete sahip bir yaratıcının varlığına inanan kimse, sözkonusu
sorunun ikinci kısmında da aynı düşünce tarzını devam ettirerek
öbür âlemin ölümsüzlüğünü kolaylıkla benimser. Bundan dolayı
Allah’a imanla âhiret gününe iman Kur’an’da sık sık ve birlikte
zikredilmek suretiyle bunun ne kadar önemli bir ilke olduğuna
dikkat çekilmiştir.
Dünyaya ilk gelişinde pek âciz bir canlı olan insan, hayatının
daha sonraki devrelerinde fizyolojik ve psikolojik yönden gelişip
tabiat içindeki en mükemmel yaratık haline gelir. Ondaki rûhî ve
fikrî gelişme devam ederek, fıtratındaki özellik ortaya çıkarak
kendisinde ebediyet duygusu meydana getirir. İnsanın, iyi düşünmeden,
ilk bakışta yok oluş (fenâ) gibi telakki ettiği ölümden
korkması veya öbür âleme inanmayanlarla ona hazırlıklı olmayanların
ölümden ürkmesi de bu ebediyet duygusuna bağlanabilir. O
halde daha mükemmel ve ölümsüz bir âlem olan âhiretin varlığını
benimsemek insanın tabii yaratılışında, fıtratında bulunan
bir özelliktir. Ancak, dünya hayatının câzibesi, kişinin fıtratındaki
ölümsüzlük duygusunu unutturup tabiatındaki seyri durdurabilir.
Yakînî Bilgi, Kesin İnanç
Yakînî bilgi, kendisinde şüphe olmayan bilgidir. Müttakîler,
âhireti gözleriyle görmemişlerdir ama gözlerini yaratan Allah,
âhiretin varlığını haber verdiği için şüphesiz iman ederler. Gözün
görmesinde yanılma ve yanlışlık olabilir, fakat Allah’ın verdiği
haberde yanlışlık olmaz. Çölde su görüp de ona doğru koşan
insan, çoğu zaman su yerine serapla karşılaşabiliyor. Bu sebeple
biz Allah’ın haberine gözlerimizle gördüğümüzden daha fazla
inanırız. “Bu dünya hayatından başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız.
9] 6/En’âm, 31; 7/A’râf, 147…
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 12 -
Biz, diriltilecek değiliz.”10 diyen insanlar, mevsimlik böcekler gibi hiç
görmedikleri baharı inkâr etmekteler. Ama bu kışın bir baharı, bu
dünyanın da bir âhireti var.
Ana rahmindeki bebeğe “buradan daha geniş bir dünya var”
deseniz, gülüp geçebilir. Bu dünya da, âhiretin ana rahmidir. Bu
toprak ana üzerinde yaşar, büyür ve ölerek âhirette doğarız. Baharda
doğan, yazın gençliğini yaşayan, güz mevsiminde ölen, kardan
kefenlerle toprağa gömülen çekirdeklerin baharda İsrafil’in
surunu andıran ılık rüzgârlarla çiçeğe dönüşmeleri, âhiretin varlığını
bize hatırlatan âyetlerdir. 11
Âhiret konusu, İslâm’ın olmazsa olmaz ilkelerinden biridir ve
sanıldığından çok daha fazla pratik değerlere sahiptir. Müslümanın
arz üzerinde küçük ve büyük günahlardan kaçınabilmesi,
dünyayı gözünde küçültüp, şehid cesaretini elde edebilmesi,
dünya müstekbirlerine meydan okuyabilmesi ancak bu inancın
sağlamlığı ölçüsünde mümkündür. Âhiret inancı, kesin bir kanaat,
bir bilinç, bir şuurdur. Yani, insan hayatına yön veren yerleşik
bir idrâk etmedir. Bu yüzden Mushaf tertibiyle âhiret kelimesinin
geçtiği ilk âyette12 “yûkınûn (yakînen iman)” ifâdesi yer almış;
Kur’an’ın hidâyetine erip kurtuluşa erecek muttakîlerin özellikleri
arasında “âhirete yakînî iman” şartı aranmıştır.
Bir bilginin, ya da fikrin insanda, yakînen iman olması, şuur/
bilinç haline gelmesi, o düşüncenin kişi gözüyle görüyor, şâhid
oluyor gibi konuyla kendi arasında yakınlık kurmasıyla, o düşüncenin
kişiye mal olmasıyla mümkündür. Bir konu hakkında yakîne,
şuura sahip olan kişi, o konu hakkında fikrî üretkenliğe ulaşabilir,
bunu rahatlıkla başkalarına aktarabilir. Bundan da önemlisi,
bundan elde ettiği bakış açısı ve yönelişi kendini ilgilendiren diğer
alanlara da taşıyabilir. Öyleyse, çoğu insan tarafından ilme’lyakîn
olarak bilinen âhiret konusunun ayne’l- yakîn seviyesine
taşınması gerekir.
Ayne’l-yakînde kişi, şâhid olduğu şeyi gerçekmiş gibi görür.
Ama bütünüyle duyumsayamaz. Çünkü bu seviye, hakka’l-yakînin
alanına girer. Öyleyse ayne’l-yakînin güçlendirilmesi için sembollere,
teşbihlere ihtiyaç vardır. Bu teşbih ve semboller yoluyla
âhiret tasvir edilir. Kalp gözü açık olanlar, bu tasvirin en uç noktasına,
yani sınırına varabilirler. Bizzat müşahede ise şüphesiz öldükten
sonra olacaktır. İşte müslümanların âhirete imanları bu
10] 6/En’âm, 29; 23/Mü’minûn, 39; 45/Câsiye 24
11] Mahmut Toptaş, Şifâ Tefsiri, Cantaş Y., 1/87
12] 2/Bakara, 4
AHİRET
- 13 -
minval üzere olursa, âhiret konusu bir şuur haline dönüşecek ve
pratik hayata aksedecektir.
Hayata birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra sonsuzluğa
uzanan biz insanların ölüm sonrası hakkında ciddi endişelerimiz
yoksa; bu, hem dünyevî hayatımız, hem de uhrevî hayatımız
için büyük bir tehlikedir. Bugün insanların kafalarında taşıdıkları
endişelerine bakın; tamamının veya tamamına yakınının dünyevî
endişeler olduğunu göreceksiniz. Kalabalık bir şehrin en yoğun
noktasında durun ve oradan geçen binlerce insandan her birine
şu soruyu yöneltin: “Şu anda neyi düşünüyordunuz?” Hiçbir insanın,
“şu anda, bir gün öleceğimi ve yaşadığım hayatın hesabını
vereceğimi düşünüyordum” dediğini kolay kolay duyamayacaksınız.
İnsan, başına yüzde yüz gelecek ölüm olayını ve hesaba çekilmeyi
düşünmeden nasıl yaşar? Fakat, maalesef yaşıyorlar; buna
yaşamak denirse.
Müslüman, hayata tevhid penceresinden bakmak zorundadır.
Tevhid, birlemek demek olduğuna göre, laik bir anlayışla dünya
ile âhiret arasını ayırmak bu inanca zıt olacaktır. Âhiretten ayırdığımız
dünyayı, tekrar âhiretle birleştirmek zorundayız. Sadece
ölüme kadar olan süre olarak algıladığımız istikbal (gelecek) kavramını,
ölümden sonrasını da içine alacak şekilde anlamak ve bu
anlayışı gündelik yaşayışa geçirmek, kulluk görevimizdir.
Bir ayağımız âhirette; bir ayağımız dünyada, bir gözümüz
âhirette; bir gözümüz dünyada ve bir kulağımız İsrafil’in surunda;
bir kulağımız dünyada olarak yaşarsak dünya-âhiret dengesini
kurmuş oluruz. Yoksa hem kendimiz, hem de bizden etkilenen
her şey fesada uğrayacaktır. “Öyle binalar ediniyorsunuz ki, sanki içinde
ebedî kalacaksınız!”13
Âhirete İman
Mü’minlerin akîdelerini teşkil eden iman esaslarından birisi
de “âhiret gününe inanmak”tır. Kur’an, bizden gaybî olan âhiret
âlemine yakînen, (kesin inançla) inanmamızı istemektedir. İsrâfil
(a.s.) birinci defa sura üfürdüğünde kıyâmet kopacak, her şey yok
olacaktır. İkinci defa üfürdüğünde ise herkes dirilecektir. İnsanların
tekrar dirilmesiyle başlayan ve ebedîyyen devam edecek
olan zamana âhiret denir. “Sonra siz kıyâmet gününde muhakkak
diriltileceksiniz.”14; “Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere
13] 26/Şuarâ, 129
14] 23/Mü’minûn, 16
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 14 -
de inanırlar, âhirete de kesin inanç ile inanırlar.”15
Âhiret gününde dünyada kim ne işlemişse karşılığı tam olarak
verilecektir. Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor: “Kâfirler öldükten
sonra hiç dirilmeyeceklerini zannederler. Ey Muhammed! De ki, Hayır!
Rabbime yemin ederim ki öldükten sonra yeniden dirileceksiniz. Sonra da
yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu Allah’a çok kolaydır.” 16
Her şey gibi dünyanın da bir sonu vardır. Bir gün gelecek her
yaratılan şey gibi dünya da yok olacaktır. Her şey yok olduktan
sonra insanlar Allah’ın emriyle tekrar dirilecektir. Herkes dünyada
işlediğinden sorguya çekilecek, her yaptığının karşılığını görecektir.
O gün insana İman ve sâlih amelden başka hiç bir şey fayda
vermeyecektir. İslâm’ı seçen ve gereklerini yerine getirenler cennete;
bâtılı seçenler ise cehenneme gidecektir.
“Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman;
Yıldızlar düşüp söndüğü zaman;
Doğurması yaklaşmış develer başıboş bırakıldığı zaman;
Yabani hayvanlar bir araya toplatıldığı zaman;
Denizler kaynatıldığı zaman;
Canlar bedenlerle birleştirildiği zaman;
Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu
zaman;
Amel defterleri açıldığı zaman;
Gök yerinden oynatıldığı zaman;
Cehennem alevlendirildiği zaman;
Cennet yaklaştırıldığı zaman;
İnsanoğlu ne yaptığını görecektir.” 17
Âhiret âlemine İman, Kur’an’da çoğunlukla Allah’a İmandan
hemen sonra zikr edilmektedir. Yani Allah’a İman ile âhirete İman
birbirine bağlı olarak ifâde edilmiştir. Biri başlangıç, öbürü ise sonuç.
Çünkü yapılan her amel, her iyilik, işlenen her suç, çiğnenen
her emir ve reddedilen her hükmün karşılığı ancak o adil mahkemede
hallolunacaktır. O mahkemede hiç bir şey karşılıksız bırakılmayacaktır.
“Kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını
15] 2/Bakara, 4
16] 64/Teğâbûn, 7
17] 81/Tekvîr 1-14
AHİRET
- 15 -
görecek; kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse, onun cezâsını görecektir.”
18
Evet, dünya bir imtihan yeri, âhiret de o imtihanın değerlendirileceği
bir başka yerdir. O yerde Allah’tan başka hiçbir yardımcı,
O’nun izni olmadan hiç bir şefaatçı bulunamaz. Artık bütün
işlemler bitmiş ve bütün hesaplar neticelendirilmiştir. Kur’ân-ı
Kerim bu manzarayı şöyle dile getirmektedir: “Bir de öyle bir azap
gününden sakının ve korunun ki, o günde (Kıyâmette) hiç bir kimse, hiç
bir kimse adına bir şey ödeyemez. Kimseden şefaat da kabul edilmez.
Azâbdan kurtulmak için kimseden bedel ve karşılık alınmaz. O kâfirlere
yardım da yapılmaz.” 19
Mü’minler bilmelidir ki, o gün mes’ûliyet ferdîdir, hesaplar
şahsîdir. Herkes kendi nefsinden sorumludur. Hiç kimse başkasının
günahını taşıyamaz. Hiç kimse kimseyi kurtaramaz.
Âhirete iman, mü’mine, mutlak adâlete dayanan ferdî mesuliyeti
yükler. Bu prensip, mü’mine, kendi değerini öğreten ve iç
âleminde uyanıklığı hâkim kılan en kuvvetli bir prensiptir. Âhirette
mü’mini kurtaracak, onu himaye edecek ancak sâlih amelidir. Hiç
bir fidye onu küfür ve masiyetinin cezâsından kurtaramaz. Bunun
içindir ki, âhirete İmanın, mü’minin hayatında büyük bir etki edeceği
kaçınılmazdır. Öyle ise mü’min, bütün hazırlık ve çalışmasını
âhirete yönelik yapmalıdır. İslâmî çalışma ve ibâdet hayatında
bunun dışında hiç bir menfaat beklememelidir. Çünkü icraatında
başkasını ortak eden (yani, Allah’tan başkası için ibâdet edip,
başkaları takdir etsin diye kulluk yapan) âhirette de kimi ortak
yapmış ise, ecrini ondan isteyecektir. Âhirette Allah’dan başkası
mükâfat ve cezâ veremeyeceğine göre, o halde mü’min Allah’tan
başkası için kulluk yapamaz.
Âhirete iman, insanoğlunun başıboş olmadığını, lüzumsuz
yere yaratılmadığını, kendi hevâ ve hevesiyle baş başa bırakılmadığını
insana öğretir. Bu akîde, ameli karşılığı ile birleştiren bir
inançtır. Bu inanç, insanoğluna kesin olarak bildiriyor ki, mutlak
bir adâlet kendisini beklemektedir. Mü’min bu inanç sayesinde
hesap ve adâlet gününe kendini hazırlar.
Bu inanç, mü’min ile kâfiri birbirinden yaşantı itibariyle de ayırır.
Mü’min, âhirete inandığı için dünyayı bir imtihan yeri olarak
kabul eder ve çalışmasını da ona göre yapar. Kâfirler ise, âhirete
inanmadıkları için, hayatı sadece bu dünyadan ibâret sayar ve
18] 99/Zilzâl, 7-8
19] 2/Bakara, 48
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 16 -
çalışmasını da hep bu dünyaya ait kılar. Böylece onlar, âhirete eli
boş olarak gider ve orada onlara sadece ateş arkadaşlık eder. Başka
yardımcıları yoktur onların.
Âhirete İman, onun için çalışmayı da beraberinde getirir. Yani
âhirete inandığını iddia eden herkes, çalışmasını ona göre yapmalıdır.
Allah’a ve âhirete inanıp mü’min olduğunu iddia eden kimse,
karşısındaki kim olursa olsun, onun sevgisi Allah’adır, Rasûlünedir
ve mü’minleredir. Kalbinde diğerlerine en ufak bir sevgi besleyemez.
Allah’ın mü’minlerden istediği budur. 20
İnsanın, bir şeyin kârını ve zararını düşünmesi fıtrattandır. Bu
âlemden başka âlem tanımayan kimse, yalnızca bu dünyadaki
kârı ve zararı düşünür; dünyevî faydalar beklemediği hiç bir işe
yanaşmaz. Fakat âhiret gününe inanan kimse, dünyevî fayda ve
zararlara pek aldanmaz. Çünkü onun bütün kazancı âhirete yöneliktir.
O mükâfatını sadece Allah’tan bekler. Ona hayırlı bir iş
götürüldüğünde, madden kaybedeceği bir şey olsa bile onu kaçırmamaya
çalışır. Karşısına kötü bir iş çıktığında da, maddî faydası
ne kadar olursa olsun ondan kaçınır. Kısaca mü’min âhirete yönelik
çalışmalarda bulunarak, geçici dünya menfaatinin para, servet,
mal, mülk, mevki, şöhret gibi aldatıcı metâlarına aldanmaz.
O bilir ki, dünya üzerinde bulunan bütün varlıklar, tüm dünyevi
faydalar geçicidir; günün birinde hepsi yok olup gidecektir.
Yine insan, günün birinde, güneşin soğuyup bütün enerjisini
kaybedeceğini, yıldızların dökülüp yok olacağını ve bütün
kâinatın altüst olacağını yakinen bilmelidir. Kıyâmetten sonra da
insana yeni baştan hayat bahşedileceği, insanların bu dünyadaki
fiillerinin kayıtlar altında tutulup, kıyâmet gününde ortaya konulacağı,
kıyâmette herkesin Allah tarafından hesaba çekileceği,
bir kısım insanların (İman ve amel-i sâlih sahiplerinin) Cennet’e;
bir kısım insanların (isyankârların) da Cehennem’e gireceğini yakinen
bilir ve inanır.
Kur’ân-ı Kerim’de Cennet ve Cehennem ehlinin tasviri şöyle
yapılmaktadır: “Kıyâmet gününde birtakım yüzler ak, birtakım yüzler
de kara olacak. O vakit yüzleri kara olanlara şöyle denilecek: ‘İmanınızdan
sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrün cezâsı olarak tadın azâbı.’ Ama
yüzleri ak olanlar Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada (Cennet’te)
ebedî olarak kalacaklardır.”21
Mü’min âhirete İman ederken, bunu sözde bırakmayarak
20] Bk. 58/Mücâdele, 22
21] 3/Âl-i İmran, 106 - 107
AHİRET
- 17 -
âhiret için ne gerekirse onu yapar, âhiret mutluluğunu kazanabilmek
için önceden âhirete yönelik gayret ve çalışmalarda bulunur.
Çünkü Alah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim de mü’min olduğu
halde âhireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa, işte bunların çalışmaları
makbuldür.” 22
Âhiretin Gerekliliği ve Âhirete
İnanmanın Faydaları
1-) Dünya insan için bir imtihan yeridir. İnsan akıl ve irâde sahibidir.
Allah, gönderdiği peygamberler ve kitaplarla insanlara hakkı
ve bâtılı açıklamıştır. İnsan imtihan olunmaktadır, eğer İslâm’ı
seçerse cennete girecektir, yok bâtıl bir din seçerse cehenneme
girecektir. “Hanginizin daha iyi amellerde bulunacağını denemek için,
ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” 23
İnsana kendisine verilen nimetleri nerede kullandığı mutlaka
sorulacaktır: “Sonra, yemin olsun ki, o gün (Kıyâmet günü) mutlaka
nimetlerden sorulacaksınız.” 24
2-) Dünyada birçok haksızlıklar yapılmaktadır. Yapılan zulümlerin
hesabı âhirette, dünyadan çok daha ağır bir şekilde görülecektir.
3-) Yaptığı amellerin hesabını vereceğine inanan kimse hareketlerine
dikkat eder. Çünkü bilir ki yaptığı işlerden mes’uldür,
âhirette hesap verecektir. Bu yüzden kendisi ve insanlık için iyi
amellerde bulunur.
4-) Âhirete inanmak insanlık için bir huzur ve teselli kaynağıdır.
İnsan da her canlı gibi ölecektir. Bu yüzden insan için öldükten
sonra dirileceği inancı büyük bir nimettir.
Kıyâmet ve Kıyâmetin Zamanı
Kıyâmetin ne zaman kopacağı, bu düzenin ne zaman bozulacağı
konusu insanları çokça meşgul etmiştir. Bu zamanı bilebileceğini
tahmin ettikleri kişilere her zaman sormuşlardır. Ama
kıyâmetin zamanı, sadece Allah’ın bileceği bir sırdır.
“Sana kıyâmeti sorarlar: ‘Gelip çatması ne zamandır?’ (derler.) Sen onu
nereden bilip bildireceksin? Onun nihâî ilmi yalnız Rabbine aittir. Sen ancak
ondan korkanları uyarırsın. Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada)
sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” 25
22] 17/İsrâ, 19
23] 67/Mülk, 2
24] 102/Tekâsür, 8
25] 79/Nâziât, 42-46
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 18 -
“(Ey Muhammed!) Sana, kıyâmet saatinin ne zaman gelip çatacağını
soruyorlar. De ki, onu ancak Rabbim bilir, onun vaktini O’ndan başka
belirtecek yoktur. Göklerin ve yerin, ağırlığını kaldıramayacağı o saat,
sizlere ansızın gelecektir.” 26
Amel Defterleri
Âhirette insanlara yapmış olduğu ameller, yazılmış bir defter/
kitap halinde verilir. Bu defterler Kirâmen Kâtibîn melekleri tarafından
yazılmış kitaplardır. Benzetme yerindeyse, dünyada her
yaptığımız amel bu melekler tarafından kamerayla videoya çekilmektedir.
Defter veya kitap denilen bu filmler âhirette cennetlik
olanlara sağdan, cehennemlik olanlara ise soldan ve arkalarından
verilecektir.
Cennetlik olanlar büyük sevinç yaşayacaklar ve herkese kitabını
göstermek isteyeceklerdir. Cehennemlik olanlar ise elindeki
kitaplarda her şeyin yazıldığını görüp hayret edecekler ve pişman
olacaklardır. Bu defterlerde; insanın dünyada yaptığı her şey büyüğüyle,
küçüğüyle eksiksiz olarak yazılmış olacaktır. “Kitap ortaya
konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün.
‘Vay hâlimize! Derler, bu nasıl kitapmış? Küçük-büyük hiçbir şey
bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!’ Böylece yaptıklarını
karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.”27
Mizan
Mizan: Âhirette, amellerin tartılması için Allah’ın kıyâmet
günü ortaya koyacağı terazilerdir. Âhirette hesaptan sonra insanların
amellerini tartacak olan İlâhî adâlet ölçüsü demektir. Her
insanın yapmış olduğu ameli bu terazide tartılacak, sevâbı ağır
gelenler cennete; hafif gelenler ise cehenneme girecektir.
Mizan, her ne kadar terazi ve ölçü âleti demek ise de mizan,
bu dünyadaki ölçü âletlerine benzetilemez. Nasıl olduğunu kavramamız
mümkün değildir. Mizan tam mânâsıyla doğru bir terazi
olacaktır. Birilerinin hakkının yenmesi veya birilerinin kayırılması
asla olmayacaktır. Çünkü o terazinin sahibi, âdil olanların
en adâletlisi Allah’tır (c.c.). Allah Teâlâ bir âyet-i kerimede şöyle
buyurmaktadır: “Biz kıyâmet gününe mahsus adâlet terazileri koyacağız.
Artık hiç bir kimse, hiçbir şeyle haksızlığa uğramayacaktır. O şey bir
hardal tanesi de olsa onu getirir, mizana koyarız. Hesap görücü olarak
Biz yeteriz.”28
26] 7/A’râf, 187
27] 18/Kehf, 49
28] 21/Enbiyâ, 47
AHİRET
- 19 -
Allah, âhiret günü tartının hak olduğunu,29 kimin tartılan
ameli ağır gelirse onun râzı edecek bir yaşayış içinde olacağını,30
kurtuluşa ereceğini;31 ameli hafif olanların ise hâllerinin yaman
olacağını, 32 bunlar Allah’ın âyetlerini inkâr ettikleri için kendilerini
ziyana soktuklarını,33 amellerinin boşa gittiğini, kıyâmet gününde
onlar için hiçbir ölçünün tutulmayacağını bildirmektedir.34
Cennet ve Cehennem
Cennet: Allah’ın İman edenleri ve İmanlarının gereklerini yerine
getirenleri mükâfatlandıracağı yerdir. Cehennem ise Allah’a
isyan edenlerin cezâlarını görecekleri yerdir.
Cennet ebedîdir (sonsuzdur). Cennetin nimetleri hiç sona ermeyecektir.
Genel kanı, kâfirler için cehennem azâbının da ebedî
oluşudur. Âlimlerin çoğuna göre kâfirler de cehennemde ebedî
kalacaklardır. Günahkâr müslümanlar ise günahları kadar cehennemde
kaldıktan sonra cennete gireceklerdir.
“Küfre sapanlar grup grup cehenneme sürülmüştür. Nihâyet oraya
gelince kapıları açılmıştır. Onun (cehennemin) bekçileri onlara: ‘İçinizden
Rabbinizin âyetlerini size okuyan ve bu gününüze kavuşacağınız hakkında
sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?’ derler.” 35
Cehennem ateşten ve azaptan bir dünyadır. Orada her insan
azap yönüyle eşit değildir. Mü’min ile kâfir, kâfir ile münâfık aynı
yerde ve aynı azapta olmayacaktır. Yerleri ve dereceleri farklı
farklı olacaktır.
Cennette ise mutluluğun her türlüsü vardır. Orada sıcak ve
soğuk yoktur, ebedî yeşilliklerle devamlı ilkbahar mevsimi hüküm
sürer. Evler, köşkler, saraylar ve meyvelerin her türlüsü vardır. Orada
korku, üzüntü ve keder yoktur. “Rablerinin azâbından sakınanlar
da grup grup cennete sevkolunmuşlardır. Nihâyet oraya geldiklerinde
ve kapıları açıldığında cennetin bekçileri onlara: Selâm size! Tertemiz
geldiniz. Artık sonsuz kalmak üzere oraya girin derler.” 36
29] 7/A’râf, 8
30] 101/Karia, 6-7
31] 7/A’râf, 8
32] 101/Karia, 8-9
33] 7/A’râf, 9; 23/Mü’minûn, 103
34] 18/Kehf, 105
35] 39/Zümer, 71
36] 39/Zümer, 73
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 20 -
Âhirete İmanın İnsan Hayatındaki Yeri
İnsanlara bakıyorsunuz, sulu ve yeşillik bir yer görünce, hemen
hafta sonu orada birkaç saat zevkli anlar geçirmek için piknik
programları yapıyorlar. Ama aynı insanlar, Allah’ın, altından
ırmaklar akan yeşillik mekânında (cennette) ebedî piknik yapmanın
programını yapmıyorlar. Veya yazın sıcak günlerinde 40-50
derecelik sıcağa dayanamayıp kaçan insanlar, o dehşetli günün ve
yerin (cehennemin) bilmem kaç bin derecelik sıcağından korunmuyorlar.
Şu hayatta apartmanlar ve villalar yaptırmaya kalkan
insanlar, öbür tarafta bir gecekondu olsun yapmaya kolay kolay
kalkışmıyorlar. Sanki bir gün oraya gitmeyeceklermiş gibi. Yine
bu insanlar, şu hayatta, boğazlarından kısarak kooperatiflere
yazılıyorlar. Yazıldıkları daireyi elde edip içinde rahat bir şekilde
oturmak için canları çıkarcasına yıllarca taksit ödüyorlar. İyi, olsun,
ev dünyada bir ihtiyaçtır ama, aynı kişiler cennet kooperatifinden
bir köşke talip olup da “taksitlerini düzenli bir şekilde ödeyeyim;
günü gelince bana anahtarı teslim edilsin” diye düşünmüyorlar.
Yine bu insanlar, mahkemeye düştüklerinde beraat etmek için ellerinden
geleni yapıyorlar. En iyi avukatı tutuyorlar, hakimi görmek
gerekiyorsa görüyorlar... Ama aynı insanlar, birgün kurulacak
olan İlâhî mahkemede berat etmek için pek de fazla bir çaba
harcamıyorlar.
Biz birine iyilik yapsak, adam karşılığında teşekkür etmeden
çekip gitse “ne karaktersiz bir adam; o kadar iyilik yaptım, bir
teşekkür bile etmedi. Nankör, sen bundan sonra görürsün!” deriz.
Ama biz aynı şeyi Allah’a karşı yapmıyor muyuz? Evet, bütün meseleler
gelip âhirete ve dirilişe ciddi mânâda iman (yakînî bir bilgi
ve kesin bir inanç) noktasında düğümleniyor. “O (Allah), hanginizin
daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yarattı.”37
Bu âyetin ifadesiyle hayata baktığımızda sanki bir terslik varmış
gibi görebiliriz. Çünkü biz insanlar, önce yaşar sonra ölürüz; ama
âyette önce ölüm, sonra hayat denilmiş. Burada Allah bize şunu
ima ediyor: “Hayatı anlamak ve doğru yaşamak istiyorsanız, önce
ölümü anlamalısınız.” İnsanın hayatı nasıl anladığı, her şeyden
önce ölümü nasıl anladığına bağlıdır. Eğer siz ölümü bir bitiş ve
yok olma şeklinde anlarsanız, hayatı da “nasıl olsa ölüm var; o
halde ölmeden önce ne yaparsam kârdır” şeklinde anlar ve öyle
yaşarsınız. Ama ölümü bir bitiş değil de, aksine bir diriliş ve gerçek
hayat olarak anlarsanız, o zaman hayatı; “en ince teferruatına
kadar hesabının verileceği bir olay” olarak anlar ve o şekilde
yaşarsınız. Herhangi bir şey yapmadan önce, onun hesabını yapar,
37] 67/Mülk, 2
AHİRET
- 21 -
hesaba çekileceğiniz bilinciyle hesaplı ve ölçülü davranırsınız.
Âhiret Şuuru
Kur’an’ın, üzerinde en fazla durduğu konuların başında
âhirete iman gelir. İnsanların İslâm’a girmeleri, Allah’ın dinine
teslim olmaları ancak bu iman ile mümkündür. Bunun için âhiret
konusunun en fazla işlendiği sureler Mekkî surelerdir. Bunun böyle
olması kaçınılmazdı. Çünkü müşrik, kâfir, ya da putçu her ne
olursa olsun, insanların her tür şirk, küfür ve câhiliyye düşüncesinden
temizlenmeleri ve hayatlarının bütününde İslâm’ı kendilerine
bir yaşam biçimi edinmeleri, bu iman ile mümkündür. Her
şeyden önce Allah’a ve bu dünyadan sonra gelecek ebedî âhiret
hayatına inanmayan bir insanın, yeryüzünde şeytanın oyunlarına
karşı sebat etmesi, canı ve malı pahasına mustaz’afların haklarını
savunup zâlimlere karşı durması beklenemez. Bu insanlar, yaşadıkları
hayat gereği, tüccarca bir felsefeyi kendilerine rehber
edinmişlerdir. Yaptıkları her tür iyilik ya da yardımın karşılığını bu
dünyada ve dünyanın geçer akçesiyle almak isterler. Oysa İslâm,
müslümanlara böyle bir şey va’detmez. Aksine insan, akidesi için
sadece malını ve dünyevî zevklerini değil, canını bile feda etse,
bunun karşılığını yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah’tan beklemek
zorundadır. Allah’a teslimiyet, dünyevî zevk, rahat ve menfaatlerden
ferâgat anlamına geldiğine göre sağlam bir âhiret inancı,
mü’minde olmazsa olmaz bir özellik demektir.
Sağlam bir âhiret inancına sahip olmayan bir insanın, cahilî
düşünce ve yaşayışlardan uzak durması, imkân haricindedir. Bu
yüzden Kur’an, her konuda olduğu gibi, bu konuda da en doğru
yolu takip etmiş ve yeryüzünde Allah’ın hilafetini yüklenecek
ve İlâhî adâletini arz üzerinde tesis edecek insanları somut haram
ve helallerden uzaklaştırmadan önce, yakîn bir âhiret (cezamükâfat)
inancına davet etmiştir. Nitekim Mekke’de de böyle olmuş
ve namaz, oruç, hac, içki, zina gibi konularla ilgili hükümler
gelmeden önce bu inancın sağlamlaştırılmasına uğraşılmıştır.
İnsanın fıtratından uzaklaşıp, gittikçe artan bir hızla nefsini,
dünyevî ve hayvanî zevkini öne çıkartan bir anlayışla gücü yettiği
her şeye hükmetme istemesi her yerde fesadı artırmıştır. Bunun
sonucu olarak, İslâm’dan uzak anlayış ve yaşayış; insandan
tabiata, felsefeden bilime, dinden siyasete hemen hemen her şeyin
dengesini altüst etmiştir. İşin garibi, modern insan, bu altüst
olmuş dengenin hâlâ en iyi olduğunu ve ilerleme felsefesi gereği
daha da iyi olacağını söylüyor. Bu dengenin bozulması sonucu
adâletin arz üzerindeki tesisi de ortadan kalkmıştır. Ve artık
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 22 -
yeryüzünde suç işleyen, zulmeden, milyonlarca mustaz’af insanı
sömüren müstekbirler, emperyalistler, çağdaş firavunlar cezalandırılmadan
bu dünyadan ayrılıyorlar. İşte bunların nihaî cezasını
Allah, âhirete saklamıştır. Adâlet konusu, sadece kâfir ve mücrimlerin
suçlarıyla değil, aynı zamanda müslümanların ecirleriyle
de ilgilidir. “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık; bu,
inkâr edenlerin bir zannıdır. Bu yüzden o inkâr edenlere ateşten helak
vardır. Yoksa Biz, iman edip iyi işler yapanları yeryüzünde bozgunculuk
yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttakîleri, yoldan çıkaranlar gibi mi
tutacağız?” 38
Bu dünyada sırf Rabbinin rızâsını gözeterek her tür meşakkate
katlanan, Allah’ın davası için işkence, hapis, kınanma, işinden
edilme gibi her tür zorluğa göğüs geren insanların, Allah’ın bir
lütfu olarak âhirette bir karşılığının bulunması gerekir. Gerçi bir
müslüman, dünyada sırf Rabbine olan bağlılığından dolayı gördüğü
eza ve cefalarla hiçbir zaman alçalmaz; aksine O’nun katında
daha fazla yükselir.
Yaratılışa İnanan, Yeniden
Yaratılmaya da İman Eder
Yaratılış olarak da âhiretin varlığında şüphe edilemez. Müşriklerin
kesin inkârlarına getirdikleri en büyük delil; yok olan,
toprağa karışan insan bir daha nasıl diriltilebilir? Oysa âlemlerin
rabbi olan Allah’ın buna gücü elbette yeter. “Elbette gökleri ve yeri
yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük (bir şey)dir. Fakat insanların
çoğu bilmezler. Kör ile gören bir olmaz. İnanıp sâlih ameller yapanlarla
kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz! (Kıyamet)
saat(i) mutlaka gelecektir. Bunda asla şüphe yoktur. Fakat insanların
çoğu inanmazlar.”39; “Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü?
(Allah) onu yaptı. Kalınlığını (tavanını) yükseltti, onu düzenledi.”40; “De
ki: ‘Allah sizi yaşatıyor, sonra sizi öldürüyor, sonra sizi kendisinde şüphe
olmayan günde toplayacaktır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 41
Öldükten sonra dirilme; bir de insanın yaratılış felsefesi ile
ilgilidir. Peygamberimiz: “insanın dünyada bir yolcu, dünyanın da
ağaç altında bir solukluk dinlenme yeri” olduğunu söylemiştir. Yani
başı O’ndan gelen ve sonu yine O’na ulaşacak olan bir yolculuk.
(İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.). Bu yolculukta insan başıboş
38] 38/Sâd, 27-28
39] 40/Mü’min, 57-59
40] 79/Nâziât, 27-28
41] 45/Câsiye, 26
AHİRET
- 23 -
bırakılmamıştır. “İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?”42; “Bizim sizi
boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp
getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”43 Allah, insanı boş yere yaratmadığına
göre, helakını da boş yere yapmayacaktır. Bu dünyada
kendisine bu kadar nimet ve hasletler verilen, mahlûkatın en şereflisi
kılınan ve tüm bunların karşılığında sadece Allah’a kulluk
etmesi istenen insanın, tüm bu imkân ve lütufları boş yere harcaması,
ya da sırat-ı müstakim doğrultusunda kullanması karşılıksız
kalmayacaktır.
“...(O müttakîler) âhirete yakîn olarak iman ederler. İşte onlar, Rablerinden
bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de onlardır.”44 Âyette
geçen yakînen iman önemlidir. İslâm’ın temel özelliklerinden birisi,
insanları, gaybe imana davet etmesidir. Bu gaybın varlığı, bizim
duyularımızla müşahede edilmez; aklî çıkarsamalar ya da mantıksal
önermelerle de bilinmez. Aksine gaybe imanın en sağlam
teminatı, sâdık habere duyulan güvendir. Kur’an gibi sâdık bir
haberde herhangi bir yanlışlık ya da tezatlık olmayacağına göre,
gaybin varlığı da kesindir. Âhiret gaybî olduğuna göre, ona yakînî
iman da ancak Allah’a olan imanla mümkündür. Çünkü gerçek
yakîn, bizatihi müşahede iledir. Oysa âhiret konusunda böyle bir
imkân yoktur. Dolayısıyla konu, Allah’ın sözüne iman ile alakalıdır.
Âhiret Anlayışı Bizi Dirilişe
Ulaştırır/Ulaştırmalıdır
Bugün yaşadığımız toplumda âhiret inancı, bir mit ve
hurâfeler yığını olarak yaşamaktadır. İnsanlar bu inancın getirdiği
her tür dinamizm, coşkunluk ve aşktan fersah fersah uzaktadırlar.
Bu avamî anlayış, tevhid bilincine sahip mücadeleci müslümanlar
için geçerli değildir. Avamdan, ya da ehl-i dünyadan birisi yaşadığı
hayat ve sahip olduğu hayat felsefesince âhirete inanmaktadır ve
büyük bir ihtimalle de kendini cennette görmektedir.
Gerçek müslümanlar için durum çok farklıdır. Çünkü müslümanlar
‘dünyadadırlar’, ama ‘dünyadan ve dünyevî’ değildirler.
Dünyada, bütün ömürleri boyunca bir yolcu ya da garip gibidirler.
Yani onlar, niçin yaratıldıklarını, nasıl yaşayacaklarını ve buna
bağlı olarak sonlarının nereye ulaşacağını bilen insanlardır. İnsan,
şu anda yaşadığına göre, öncelikle bilmesi gereken; nasıl yaşayacağı
ve sonunun ne olacağıdır. Aslında son dediğimiz şeye, fazla
uzak gözüyle bakılmamalıdır. Çünkü “Dünya” kelimesi, denâ’dan
42] 75/Kıyâme(t), 36
43] 23/Mü’minûn, 115
44] 2/Bakara, 1-5
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 24 -
gelir ve ‘yakınlaştırılmış şey’ demektir. Demek ki dünya, insanın
akıl ve idrâk tecrübesine ve bilincine yakınlaştırılmış bir şeydir. Yakına
getirilen şeyin (dünyanın) tabir câizse bizi kuşatması ve etkilemesi
gerçeği, bilincimizi, son varış yerimizden (âhiretten) başka
yöne çevirir. Bu son gidilecek yer, ‘daha sonra’ geldiğinden; bize
‘uzak’ gibi gelir. Hâlbuki bu, ‘yakın’ olan (dünya)nın sebep olduğu
yanılsama ve şaşırtmacadan dolayı böyledir. Yani, son, âhiret
bize o kadar uzak değildir. Uzak sanmamız, duyularımızın bizi yanıltması
nedeniyledir. Öyleyse yaşadığımız ile ulaşacağımız sonu
düşünmek ve her anımıza bir muhâsebe yapmak durumundayız.
Müslüman birey, kendi bilinç ve dimağını devamlı diri tutmak
zorundadır. Bir taraftan cahilî yaşamın, diğer taraftan nefsin/
şeytanın öne sürdüğü zaaf ve oyalanmalar arasında kalan birey,
cihadın her şeyden önce bunlara karşı verilmesi gereken bir mücadele
olduğunu bilmelidir. Bunun sağlanabilmesi ise ancak yaşanılan
dünyadan ve hayattan daha yüksek, yüce ilkelere, hedeflere
bağlanmakla mümkündür. Bu ilke ya da hedef, günlük yaşamaktan
ve denîlikten uzak ve yüce olduğu ölçüde bu hayatı anlamlı
kılabilecektir. Hangi düzeyde olursa olsun, müslüman birey için
mücadele zorunlu olduğundan, mücadeleye liyakat için fertlerin
dimağlarını her zaman diri tutacak donanımlara, eskimeyen kaynaklara
ihtiyacı vardır. İşte bu kaynakların başında âhiret inancı
gelir. Kişi, dünyanın geçici zevklerinden, korku ve umutsuzluktan,
hedef sapmalarından ve hilâfet görevini unutmaktan, ancak bu
inanç ile uzaklaşabilir. İnsanoğlu nisyâna (unutmaya) meyillidir ve
nisyan arttıkça isyan ve sapma da artar. Dahası, insanın gönlünde
iki ayrı (üstelik zıt) ilkenin, idealin ya da duygunun bulunması
mümkün değildir. Bir yandan hilafet görevini yerine getirmeye
çalışmak, özgürlük ve adâlet için mücadele etmek, bir yandan da
dünyanın ve şeytanın geçici oyunları, hileleri karşısında aldanmak,
korkmak ve zavallı yaşam biçimlerine istek duymak, bir müslümanın
şahsında birleşemez. “Dünya hayatını âhiret hayatı karşılığında
satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür
ya da galip gelirse, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.”45
Allah’ın yolunda mücadele, -alanı ve biçimi ne olursa olsun- ancak
dünya hayatının satılmasından sonradır. Sağlam bir irade ve
direnme duygusuna sahip olmayan insanların, düşmanın güç ve
oyunları karşısında kısa zamanda umutsuzluk ve korkuya düşmesi
mümkündür. Hâlbuki sorgulama, tahkir edilme, işkence görme ve
nihâyet şehidlik ile kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını; aksine cennetlere
ve bunun ötesinde temiz ve özgür bir ruha sahip olacağını
45] 4/Nisâ, 74
AHİRET
- 25 -
ve Rabbinin huzuruna bu tertemiz haliyle çıkacağını bilen bir insan
için, korku son derece arızî bir şeydir.
Gündüz Yaşıyor, Gece Ölüyor, Sabah Diriliyoruz
“Niçin varsın?” şeklindeki soruya “yok olmak için” şeklinde cevap
vermek, var olan ve yaşanılan her şeyi bir anda anlamsız kılmak
demektir. Öyle ya, siz bir şey icad eder, bir şey var edersiniz;
ardından size sorarlar: “Bunu niçin var ettin?” Cevap verirsiniz:
“Var etmiş olmak için var ettim!” Neticede her iki cevap da oldukça
anlamsız olup, kişinin kendisini, hayatı ve varlığı tanımadığını,
olup bitenlerden gaflet içinde yaşadığını gösterir. “Onlar, ayakta,
oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin
yaratılışı üzerinde düşünürler. Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın (derler).
Sen yücesin, bizi ateş azâbından koru.” 46
Her şeyin bir anlamı vardır. Hayatın, ölümün, ağaçların, dağların,
insanların, hayvanların... Ölümü anlamlandırdığımız zaman,
her şey bir anlam kazanacaktır. Ölüm, bir yok olma değil; yeni bir
hayatın başlangıcıdır. Ölümlü, fani sıkıntılarla dolu bir diyardan,
ölümün olmadığı, ebedî, mükâfatlarla dolu zahmet ve sıkıntının
bulunmadığı, sevdiğimiz her şeyin bulunduğu bir diyara yolculuktur.
Onun için müslüman ölümden korkmaz; sadece ona hazır
olur. Hatta yeri geldiğinde seve seve canını verir, âhiret karşılığında
dünyayı satar. “Ölüm yok olmak değil; bir diriliştir, yeni bir
hayata geçiştir” cümlesinden hareketle, yaşadığımız hayatı ve
varlıkları seyredelim:
Her gece bir ölüm, her sabah bir diriliştir. Gece olur uyuruz.
Uyku, ölümün kardeşidir, ölmenin provasıdır. Bir müddet sonra
uyanırız. Yani ölümden dirilişe geçeriz. Bunu her gün tekrarlarız.
Gündüz yaşar, gece ölür, sabah diriliriz.
Her Kış Bir Ölüm, Her Bahar Bir Diriliştir
Güneşin her batışı bir ölüm, her doğuşu bir diriliştir. Her gün
tekrarlanan bu batış ve doğuş gösterileri, bize şu gerçeği fısıldar:
Ey insan! Tıpkı benim gibi sen de bir gün böyle batıp sonra tekrar
doğacaksın, yani öleceksin ve dirileceksin. Bu gerçeği unutturmamak
için Rabbimiz hergün bu manzarayı bize seyrettiriyor.
Bakmasını bilenler, baktıklarında görenler için güneşin doğuş ve
batışı da âhirete imanı içeren bir âyettir.
Mevsimler de bize ölüm ve ardından dirilişi anlatır. Her kış
bir ölüm, her bahar bir diriliştir. Kış geldiğinde toprağı ve hayatı
46] 3/Âl-i İmran; 191
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 26 -
ölü görürüz. O yeşil yeşil canlı bitkiler ve toprağın üstünde kaynaşan,
devinen, gezinen böcekler, hayvanlar yoktur artık. Ama
baharın gelip yağmurların inmesiyle birlikte toprağın dirilişe geçtiğini
görürüz. Kışın, nice sineklerin kaybolması bir ölüm, baharla
ortaya çıkması bir diriliştir. Kışın odun haline gelen ağaç için bu
bir ölüm, baharla çiçek açıp meyve vermesi bir diriliştir. Tabiat,
kendi diliyle haykırır: “Ey insan! Bir gün sen de böyle ölecek ve
dirileceksin!” Rabbimiz, kış ve bahar mevsimlerini yaşatırken aynı
zamanda ölümleri ve dirilişleri de aylarca seyrettirir. Tohumların
toprağa atılışı bir ölüm, günler sonra topraktan çıkışı bir diriliştir.
Tohumun toprağın içinde yok olduğunu zannederiz; hâlbuki
yokluk yoktur. O, toprağın altında diriliş sürecini yaşamaktadır.
Nihâyet bir müddet sonra, bahar rüzgârı borusunu öttürecek,
tohum, kıyâmeti yaşayarak kıyam edecek, yeşillikler içinde yeni
bir hayata kalkacaktır. İnsan da böyle bir tohum gibidir. Yaşarken
bir gün toprağın altına düştüğünü görürüz. İnsanın düştüğü yer,
onun kabridir. Tohum gibi o da bir gün düştüğü yerden kalkacaktır.
Kıyâmet günü, zaten kalkış günü demektir. “Gökten bereketli
bir su indirdik. Kullara rızık olmak üzere onunla bahçeler, biçilecek taneli
ekinler, küme küme tomurcukları olan hurma ağaçları yetiştirdik. O su
ile ölü yeri dirilttik. İşte insanların diriltilmesi de böyledir.”47; “O (Allah),
ölüden diri, diriden ölü çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra o canlandırır.
Ey insanlar! İşte siz de böyle diriltileceksiniz.! 48
Doğum da bir diriliştir. Doğum, ölü gibi olan bebeklerin ana
rahminde dirilişe geçip dünyaya adım atmasıdır. Bakmasını ve
görmesini bilenler için bir damla suyun (atılan birkaç damla suyun
milyonlarca parçasından birinin) dirilişe geçmesidir. “Allah’ı nasıl
inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz; O sizi diriltti. Yine öldürecek, yine diriltecek,
sonra O’na döndürüleceksiniz.”49; “İnsan görmez mi ki, biz onu
meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi
yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: ‘şu çürümüş
kemikleri kim diriltecek?’ diyor. De ki: ‘Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek.
Çünkü O, her türlü yaratmayı gâyet iyi bilir.” 50
İçinde yaşadığımız hayatın kuruluş düzeni de ölümden sonra
dirilişin ve hesaba çekilmenin gerçekleşeceğine başlı başına bir
delildir. Çünkü yaşadığımız hayatta güçlü ve zâlim insanlar var.
Çoğu kez bunlar, “ben istediğimi yaparım ve kimseye hesap vermem!”
havası içinde yaşıyorlar. Diğer taraftan zavallı, güçsüz, her
47] 50/Kaf, 9-11
48] 30/Rûm, 19
49] 2/Bakara, 28
50] 36/Yâsin, 77- 79
AHİRET
- 27 -
türlü haksızlığa maruz kalıp hakkını alamayanlar var. Günün birinde,
zâlim cezasını, mazlum da hakkını alamadan ölüp gidebiliyor.
Hayat, bu kadar dengesiz ve anlamsız, zâlimlerin yaptıklarının
yanına kâr kalacağı kadar adâletsiz olamaz. Hemen insanın
aklına şu geliyor: “Ölümden önce haklıya hakkı, suçluya cezası
tümüyle verilmediğine göre, demek ki ölümden sonraya bırakılıyor.”
İşte ancak bu değerlendirmeden sonra hayat anlam kazanıyor.
İnsan, dirilişin sancılarını çekmektedir. Vicdan azâbının da
temelinde “öldükten sonra bir gün dirilme ve yaşanılan hayatın
hesabını vermenin getirdiği endişeler” vardır.
Sadece bu dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü
yaşarsınız. Ama öleceğinizi düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız.
Çevremizdeki insanlar hep dirilişin etkisiyle, âhiret şuuruyla yaşasalar!..
Seyredin o zaman hayatın güzelliğini. İkinci asr-ı saadet
olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada
iken yaşamaya başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya
yönlendirerek yaşadığımız hayatı ve yeri sahte cennet haline
getirmeye koyulunca cenneti de unuttuk. Özlemez olduk. Nasıl
özleyebiliriz ki; lüks, israf demeden yaşadığımız hayatı, materyalistlerin
uydurma cenneti gibi yapmak için bir ömür boyu gece
gündüz koşturunca. Sahabe, cenneti öyle bir özlüyordu ki! Enes
bin Nadr, Uhud savaşında “cennetin kokusunu Uhud’un arkasından
duyar gibi oluyorum” diyordu. Bilirsiniz, insan çok acıkınca
yemeğin kokusunu çok uzaktan duyar. Sahabe de cennete öyle
acıkıyordu ki, daha dünyada iken kokuları geliyordu cennetin.
Gazali diyor ki: “Mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden
dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor.” Ölüm öncesindeki
kavgaların ölümden sonra pişmanlık getireceğini hissederek
yaşayan insan, hiç pişman olacağı şeyin kavgasını verir mi? Hırsla
hayatın ve eşyaların, burada kalacak şeylerin ardına bir ömür
boyu düşer mi? “Onlar, geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler, çeşmeler,
ekinler, güzel makamlar ve zevk ü sefa sürecekleri nice nimetler. İşte
böyle oldu ve biz onları başka topluma miras verdik.”51; “Ey iman edenler,
size ne oldu ki: ‘Allah yolunda topluca savaşa çıkın’ denildiği zaman
yere çakılıp kaldınız? Âhirettense dünya hayatına mı râzı oldunuz? Ama
dünya hayatının geçimi (zevki), âhiret yanında pek azdır.” 52
Gerçek özgürlük, Allah’a koşmakta ve Allah’a yakın olmaktadır.
İnsan, Allah’a ne kadar yakın olur, O’na ne kadar bağlanırsa
o kadar özgür sayılır. Allah’tan uzak yaşayan insanlar köle
51] 44/Duhân, 25-28
52] 9/Tevbe, 38
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 28 -
insanlardır. Meselâ; mobilyalarının ve arabalarının çizilmesine hiç
dayanamazlar. Çünkü o çizilen şeylerin kölesi durumundadırlar.
Efendilerinin zarar görmesinden rahatsız olurlar. Ama her gün
dinleri, imanları, şerefleri, namusları çizilir, hiç rahatsız olmazlar.
Başörtüsüne uzanan ellere kızmaz; yeter ki o el, kendi putlarına,
efendilerine zarar vermesin. Menfaatine dokunulduğunda etrafı
velveleye boğanlar, dinlerine ve âhiretlerine yapılan hücumdan
hiç rahatsızlık duymamaktalar. Böyle insanların özgürlükten bahsetmeleri,
kölelerin özgürlük dersi vermesine benzer.
Peygamberimiz’in tavsiyesi şöyle idi: “Bu dünyada, sanki gurbete
gitmiş, birgün yuvasına tekrar dönecek biri gibi ol veya gelip geçici bir
yolcu gibi yaşa.”53 Hayatın geçiciliğini kalbine ve kafasına oturtmuş
bir müslüman geçici şeylere sevgi beslemez ve kendini bağlamaz.
Zaten şu bir gerçektir ki; Allah’ın dışındaki şeylere olan ilgi ile
Allah’a olan ilgi arasında ters orantı vardır. Bir kimsenin Allah’ın
dışındaki varlıklara, eşyaya ilgisi ne kadar fazla ise, Allah’a olan
ilgisi o kadar azdır. Böyle bir durumda ilgi duyulan şeyler Allah ile
kul arasında engel teşkil ederler. Bu yüzden İslâm, insanın duygularını
âhirete yönetmek için Kur’an’da çok sık şekilde ölüm, âhiret,
kıyâmet, hayatın geçiciliği üzerinde durur. Mekkî sûrelerin aşağı
yukarı tamamında, diğer sûrelerin de genelinde bu havanın verilmeye
çalışıldığını görürsünüz. “Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence,
süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır. (Bu)
tıpkı bir yağmura benzer ki, bitirdiği ot ekincilerin hoşuna gider, sonra
kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Âhirette ise çetin bir
azab; Allah’tan mağfiret ve rızâ vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten
başka bir şey değildir.” 54
Kur’an’a baktığımız zaman âdeta tüm azgınlık, isyan ve başkaldırıların
sebeplerinin tek sebebe bağlandığını görürüz. O da
âhireti hesaba katmadan ve âhiretten korkmadan yaşamak. “Hayır,
doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar.”55 Kur’an, terbiye etmeye
çalıştığı insanda ilk etapta âhiret endişesi oluşturmaya çalışır. Bu
endişe belli bir boyuta ulaştığı zaman insanların hayatlarında inkılabların
gerçekleştiğine şâhit oluruz. Meselâ; içki Medine döneminde
ve yaklaşık Uhud savaşı yıllarına kadar yasaklanmamıştır.
Fakat o tarihlerde içkiyi kesin olarak yasaklayan âyet inince evdeki
şarap küplerinin kırılarak içkili hayata son verildiğini görürüz.
Peki, bu neden kaynaklanıyor? Tabii ki âhiret ve Allah korkusundan.
O insanlar o güne kadar öyle eğitilmiş ki, yaptıkları
53] Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, hadis no: 2334
54] 57/Hadîd, 20
55] 74/Müddessir, 53
AHİRET
- 29 -
işin âhirette kendilerine çok pahalıya malolacağı söylendiği anda
hemen o işten vazgeçiyorlar.
Âhirete imanı, âhiret endişelerini, cennet ve cehennem mefhumlarını
ortadan kaldırdığınızda insanları gerçek anlamda motive
edemezsiniz. Yani iyi şeyleri kendiliklerinden yaptırıp, kötülüklerden
de kendiliklerinden vazgeçiremezsiniz. Âhirete iman; en
büyük ve gerçek anlamda tek otokontrol mekanizmasıdır. Âhiret
ve Allah korkusu olmadan insanları neye göre ahlâklı ve dürüst
olmaya sevkedeceksiniz? Eğer bir insan, yaptığı bir kötülüğün cezasını
görmeyeceğini bilse, niye o kötülükten vazgeçsin veya yapacağı
bir iyiliğin karşılığında mükâfat yoksa niçin o iyiliği yapsın?
Denilebilir ki; insanlık için. Ben ölür ölmez bu insanlar çok kısa bir
süre içinde beni unutacaklar. Unutmasalar bile, öldükten sonra
bana ne faydaları dokunabilecek ki?
Ama düşünün ki “bir varlık” var ve “bir gün” gelecek. O varlık,
o günde yaptığınız tüm iyiliklerin karşılıklarını kat kat fazlasıyla
verecek ve yaptığınız kötülüklerin de cezasını verecek. O varlık
ki, hiçbir iyiliği unutmaz, adâletli, kimseye zerre kadar zulmetmez,
hiçbir şeye ihtiyacı yok. Her şeyin yaratıcısı ve sahibi, çok
merhametli, çok affedici. İnsan, böyle bir varlığa iman edip sadece
O’nun rızâsını kazanmak idealiyle yaşadığı zaman artık siz
bu kişiyi “Allah’ın rızâsını kazanma” amacıyla iyi şeylere kolayca
yönlendirebilir ve kötü şeylerden de kolayca sakındırabilirsiniz.
Aksi takdirde bütün çabalarınız sonuçsuz kalır. Âhiret korkusu olmadan
insanlar, fırsat bulduklarında kötülük yapabilecekleri için
kimsenin kimseye güveni olmaz.
İnsanın ve insanlığın kemali, âhirete iman olmadan mümkün
olamazdı. Toplumsal huzurun ve ferdin saadetinin âhiret inancına
bağlı olduğunu bize saadet asrının örnek toplumu öğretti. Hiçbir
ahlâkî kural tanımayan, fuhşun alenen işlenip suç sayılmadığı,
birçok insanın babasının tombala usulü belirlendiği, kokuşmuş
gelenek dışında kanun ve nizamın bulunmadığı, hak ve hukukun
değil; gücün egemen olduğu, güçlünün hep haklı olduğu, kız çocuklarının
diri diri toprağa gömüldüğü, faizin ve her türlü haksız
kazancın normal sayıldığı, ezmeyene ezilmekten başka bir seçenek
tanınmadığı cahiliyye toplumundan dünya tarihinin ender
şâhid olduğu faziletli bir toplum çıkarılmasında, âhiret inancının
payı sanıldığından da daha büyüktür.
Kur’an ve Sünnette Allah’a iman ile âhirete iman birlikte zikredilir.
Zaten ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Ayırdığımız
zaman bir anlamı kalmaz. Örneğin, laiklerin inandığı gibi
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 30 -
bir Allah’a inanıyorsunuz. Yani Allah’ın, kendi varlığınızı ve her
şeyi yarattığını kabul ediyorsunuz. Fakat Allah’ı hayatınıza karıştırmıyorsunuz.
Kötülük yaptığınızda ceza vermiyor; iyi ve dürüst
davrananlara da ödül vermiyor. Allah için bana söyler misiniz böyle
bir Allah’a inanmakla inanmamak arasında ne fark var? Hiçbir
fark yok. Ama Allah’ın iyileri mükâfatlandıran, suçluları cezalandıran
bir varlık olduğuna iman eden, ayrıca zâlimin cezasını dünyada
görmediğine, mazlumun da hakkını şu hayatta alamadığına
şahit olan bir insan, elbette ölümden sonra bu işlerin tamamlandığı
bir günün olduğuna zorunlu olarak iman eder. Zaten âhiret
gününün bir başka adı da “din günü”dür. Din’in sözlük anlamlarından
birisi de mükâfat ve ceza olduğuna göre din günü; yapılan
işlerin karşılıklarının verileceği gün mânâsına gelir.
İki insan düşününüz. Birincisi hep onun bunun hakkını gasbetmiş,
başkalarının alın teri ve emeği üzerinde keyif çatmış, ikincisi,
başkalarının hukukuna tecavüz etmediği gibi bir ekmeğini
ikiye bölerek tasadduk etmiş. Birincisi zulmetmiş, ezmiş, sömürmüş
ve semirmiş. İkincisi yardım etmiş, gönül yapmış, onarmış ve
mazlumu kollamış. Birincisi cana, mala, ırza tecavüz etmiş; ikincisi
canı, malı, ırzı aziz ve muhterem bilmiş ve korumuş. Birincisi her
türlü ahlâkî kurallardan ve insanî faziletlerden uzak, arzularının
ve tutkularının esiri olarak yaşamış; ikincisi Allah’ın kendisi için
çizdiği sınırları yine O’nun sevgisi ve korkusuyla çiğnememiş ve
hep ahlâkî, insanî değer ve faziletleri koruyarak kuralları yaşamış.
Evet, şimdi bu iki kişinin de öldükten sonra aynı sonuçla karşılaşıp
yaptıklarının yanlarına kalacağını düşünmek hangi akla,
hangi vicdana ve hangi adâlete sığar? 56
Dünyanın; ekolojik anlamda tabii dengenin bozulması sınırından;
ahlâkî, kültürel, siyasi, ekonomik vb. anlamlarda da toplumsal
dengenin deformasyonu sınırına kadar, İlâhî olan her tür dengenin,
tabiiliğin, sünnetullahın sınırlarını zorlayıcı bir sona doğru
hızla yaklaştığını gördüğümüz bu dünyanın her şeye rağmen “halifesi”
olarak seçilmişleri olan insanlarının, bu İlâhî misyonlarını
yerine getirebilmeleri için hâlâ bir fırsatları, bir şansları var.
Batı uygarlığının; insanı ve tabiatı tahrip eden, baş döndürücü
bir ilerleme-kalkınma yarışı ile büyüleyici çağdaşlık, modernlik
sendromu ile ifsad edici iletişim-medya hegemonyası, iğfal edici
gayri ahlâkî yaşam tarzı ile artık âşina olduğumuz bu şeytanî
uygarlığın sağına, soluna, ortasına bakmaksızın bütün yorumları,
uzantıları ve sonuçları ile dünyayı ve insanlığı tehdit etmesine son
56] Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Y., s. 287-288
AHİRET
- 31 -
verebilmek için hâlâ insanlığın en erdemlilerinin yapacakları bir
şeyler var.
Bu erdemlilerin ve daha doğrusu insana üflenen İlâhî ruhun
bütün erdemlerini temsil eden İslâm inancının insanlığa sunacağı
İlâhî hikmetin bir ayağını tevhid; diğer ayağını âhiret bilinci oluşturuyor.
Batının şeytanî hegemonyasına alarak İlâhî olana yüz
çevirttiği, hikmeti ve İlâhî bilgiyi unutturduğu, insanî olan, tabii
olan, hak olan her şeye sırtını döndürdüğü insanlık, içine düştüğü
şeytanî bataktan ancak tevhid ve âhiret ayaklarına basarak doğrulabilir.
Bu gerçek, yeryüzünün her yöresinde her gün her saat
her an kendini gösteren trajik akıbetin farkına varan, farkında
olan müslümanlar için üstlenilmesi gereken ağır sorumluluklar
mânâsına geliyor.
Dünya ve içindekilerin gelip geçici olduğunu, bir sınama ve
imtihan aracı olduğunu bilen ve böyle inanan İslâm insanı, bu bilgisini
ve bu imanını, kuru ve şematik, içi boş ve vicdanî inanç kofluğundan
çıkartıp, olması gereken yere, âlemlerin rabbi olanın,
dünya ve âhiretin sahibi olanın istediği yere, hayatın tam ortasına
oturtmak zorundadır.
Âhiret inancını hayatın tam ortasına oturtmak ne demektir?
Ve bu, nasıl olabilir? Bu sorulara müslümanın, her müslüman
topluluğun âhiret inancını gözden geçirmesi, içi boş bir inanç olmaktan
çıkartıp, hayatına yön veren bir şuur/bilinç düzeyinde ele
alması ve müslüman insanın dünyevî yaşantısının bu bilinçle nasıl
şekilleneceğini ortaya koyması ile cevap verilebilir. Bu da, elbette
ki dünyaya değer vermeyerek, bir oyun ve eğlence gözüyle görerek
dünyevî olana itibar etmeyerek, gelip geçici değerlerden
yüz çevirip, o büyük gün için, Rabbimiz’in karşısına tek tek çıkacağımız,
titreyerek ya da açık alınla çıkacağımız hesap günü için
yaşamakla mümkündür. Bu mümkünü, hayatın tam ortasına oturmuş
bir gerçekliğe dönüştürebilmek, yani gerçekten hesap günü
için, hesap gününe ayarlanmış bir biçimde yaşayabilmek için de
âhiretin bilincine varmış olmak gerekiyor.
Ufukları ölümle sınırlı, ölüme kadar uzanabilen bir yaşam
felsefesine inanan, ölüm öncesini de Allah’sız, âhiretsiz, ed-Din’siz
beşerî ideolojilerin yaşam projeleriyle tasarlayan şeytanın kemalist
ve batıcı dostlarının egemen olduğu bir toplumda hem bu bilince
ulaşabilmek, hem de bu bilincin gerektirdiği tarzda yaşayabilmek
-işin doğrusu- o kadar da kolay değil. Çünkü iki yüz yıldır
ümmetin başına bela olan batı işbirlikçisi egemen güçlerin, ezerek,
zulmederek, hile, dolap ve desiseler kurarak, batı batağına
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 32 -
sürüklemeye çalıştığı ümmetin ve bir parçası olan yaşadığımız
toprakların insanlarını, inkârın, şirkin, sapmanın, yüz çevirmenin,
yalanlamanın, küçümsemenin, hor görmenin anaforundan
baktığı İlâhî değerlere, ed-din gerçeğine, felah (kurtuluş) yoluna
yeniden, bıkmaksızın, usanmaksızın çağırmak ve bununla birlikte
işbirlikçilerin, satılmışların, sömürücülerin, insanlık düşmanlarının,
Allah düşmanlarının düzenlerine karşı bitmez tükenmez bir kin
pınarından beslenerek savaşmak, bir ve en büyük olan Allah’a,
âhiret gününe yakînen iman edenlerin mesleğidir. Âhiret bilincinin
gerektirdiği tarzda yaşayabilmek bu mesleği icra etmektir ve
onun için kolay değildir.
Yaşadığımız toplumda bir asra yakın ifsad ve inkâr kaynaklı
zulüm düzeninin, pozitivist ve modernist paradigmalar temelinde
ürettiği kemalist, sağcı, solcu, milliyetçi, kapitalist vb. ideolojilerin
kıskacında bulunan insanların arasından çıkan müslümanların,
bu kıskacın etkilerini tamamen silebildiğini söyleyebilmek çok
zordur. Şu veya bu şekilde tevhid bilincine erişmiş insanların aynı
oranda ve önemde âhiret bilincine de ulaşabildiklerini ne yazık
ki iddia edemiyoruz. Eğer tevhid bilinci insanlara beyinlerdeki ve
kalplerdeki putları, tâğutları yıktırıyorsa; âhiret bilinci de hayattaki
putları ve tâğutları yıkma mücâdelesine sevkeder. Dünyayı
değiştirmenin, toplumu değiştirmenin, insanı değiştirmenin en
doğal, en sıradan faturası ve bedeli olan ölümü göze almanın,
ölüme atılabilmenin, ölümden korkmamanın insanı davası uğruna
mücâdeleye sevkeden en güçlü sâik olduğunu görürüz.
Eğer insanlar tevhid bilinciyle yorumlayabildikleri dünyayı değiştirebilmek
için kıllarını dahi kıpırdatmıyorlarsa, ya da sadece
kıllarını, ya da dillerini kıpırdatıyorlarsa, işte o zaman insanların iç
dünyalarına inip oradaki tortuyu, toplumun kültüründen kalmış
gizli kalıntıları, yani o çıplak ölüm korkusunu, o açık dünya sevgisini
bulup çıkarmak gerekir; zira insanları, tevhide ulaştığı halde
yerinde tutacak olan, hâlâ yaşamaya, yalnızca yaşamaya sevkedecek
olan tek sebep, bütün teorik, ilmî, fikrî izahların, yorumların,
anlayışların aldatıcı perdesi arkasına gizlenen tek sebep; dünya
sevgisi ve ölüm korkusudur. İslâmî bilincine rağmen bu içgüdüsel
tortuyu barındıran insanların ölüm korkusu diğer insanlardan
daha fazla, dünya sevgisi diğer insanlarınkinden daha yoğun ve
kalıcı olur. Çünkü, bir içgüdü olarak, bilinçaltında sürekli beyin,
kalp ve dildeki gerçeklerin perdesiyle örtülüp, bir biçimde bu
gerçeklere inanıyor olmanın rahatlatıcı, yeterli gördürücü, tatmin
edici işleviyle oyalanıyor olarak dünyayı sevmek daha meşrû,
ölümden korkmak daha doğal hale gelir ve bu insanlar âhiretin
AHİRET
- 33 -
bilincine daha uzak bir noktaya düşerler. Çünkü bu bilinci de taşıdıklarını
var saymakta ve kendilerini de başkalarını da buna inandırabilmektedirler.
Oysa âhiret bilincini sıradan bir insana kavratabilmek
daha kolay; bu tür insanların yeniden kavrayabilmeleri
daha zordur.
“Lâ ilâhe illâllah”ın bütün bir tarihi, bütün bir dünyayı, bütün
bir toplumu izah eden esprisini kavrayıp da, yeryüzünde
işlenen bunca zulme, bunca haksızlığa, bunca iğrençliğe şâhid
olup da, içinde yaşadığı toplumda ne yapmasını ve ne yapmamasını
açık ve net bir şekilde kavrayıp da, hiçbir şey yokmuş
gibi yaşamanın, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmanın, hiç
bir sorumluluğa sahip değilmiş gibi ömür tüketmenin başka bir
izahı yoktur. Mücâdelesiz, kavgasız, çilesiz, hapissiz, işkencesiz,
kansız, şehidsiz geçen günlerin; daha fazla küfür, daha fazla
zulüm, daha fazla tuğyan, daha fazla zillet demek olduğunu
bilen insanların, bilmesi ve gereken insanların hâlâ yerlerinde
durabilmeleri, hâlâ mücâdeleye atılmamaları, hâlâ kavgayı
yarınlara erteleyici çözümlere sarılmaları, hâlâ kolay ve rahat
yolları bayraklaştırabilmeleri, başka bir şeyle izah edilemez.
Mücâdelenin, kanın, şehidin olmadığı yerde âhiret bilinci de
gereği kadar yoktur demektir. Âhiret bilincinin gereği kadar
olduğu bir yerde insanlar günlerini meydanlarda, sokaklarda,
karakollarda, mahkemelerde, cezaevlerinde, mezarlarda ya da
mezar başlarındaki şehâdet andlarında doldururlar.
Oysa düşmanın açık seçik belli olduğu, kavganın bütün yakıcılığıyla
kendini dayattığı, inancın kan, ter ve gözyaşı ile ispat
istediği bir zamanda, insanlar hâlâ kaybetmekten korkacakları
şeyleri biriktirmekle meşgullerse, hâlâ sıradan bir vatandaş olarak
yaşamak için çaba gösteriyorlarsa, hâlâ hayatın yutucu gerçekleri
hesap gününün ürpertici gerçeğinin önüne geçebiliyorsa,
hâlâ şerefsizce yaşamanın sermayesi olan dünyalık şeyler peşinde
koşmak, âhiret kazanma çabasına girmemenin mazereti olabiliyorsa,
o zaman Allah’ın ipine tutunarak ayağa kalkabilmenin
bir ayağı yani âhiret bilinci eksik demektir. Zaten yüce Rabbimiz
de Kur’ân-ı Kerim’de sık sık “Allah’a ve âhiret gününe iman edenler”
diyerek, iki ayağın kopmaz birliğini vurgulamıyor mu?
Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında
özellikle ölümü, dirilişi, kıyâmeti, mahşeri, cenneti, cehennemi,
günahlarımızı, Allah’ın nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı
derin derin düşünelim. Bunu kendimize görev edinelim. Bu dünyadaki
rahatımızdan fedakârlık yapalım. Hem burada tam bir rahat
etme, hem de orada rahat etme gibi imkânsız ve gülünç olan
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 34 -
sevdadan vazgeçelim. Sahâbeler, Hz. Peygamber’e, biraz rahatına
bakması, kendini fazla yormaması yolunda birtakım şeyler söyleyince,
Önder ve Örneğimiz’den şu cevabı alırlar: “Nasıl refah ve
nimetin tadını bulurum ki, boynuz sahibi (İsrâfil) boynuz (sur)u ağzına
koymuş, alnını eğdirmiş ve kulağını vermiş, ne zaman üfleyeceğine dair
emir bekliyor.” 57
Kabirlere, hele gece karanlığında gidip, oralarda ölümle kolkola
yaşayacağımız günleri düşünelim. Ölüm ve şehâdet râbıtası
yapalım. Allah’ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak
müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım.
Mezarlarda ve hayalinde düşünerek canlandırdığın kabir hayatında
düşün ki, bir-iki metrelik çukur, içinde birkaç kemik parçası ve
mezar taşında da senin adın, evet senin adın, benim adım yazılı.
Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük kıyâmetin kopmasını bekliyordun
veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin kıyâmetin
koptu. İşte bu kıyâmete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını?
Sakındın mı yapmaman gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-
harçların, ümitlerin, beklentilerin, yatırımların... neresi için?
Ölüm... Ne zaman? Evet, ey insan! Tohumun toprağın üstüne yeni
bir hayatla çıktığı gibi bir gün kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin
huzuruna gidip yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını vereceğini
düşün ve hayatını ona göre düzenle: Çünkü ölüm bir yok oluş
değil; diriliştir. Ölüm uzakta değil; çok yakınımızdadır.
Âhirete iman etmiş olmak, âhiret bilincine erişmiş olmak,
yalnızca kafalarda âhiretle ilgili bilgileri arttırmakla, kalplerde
âhirete olan inancı tazelemekle gerçekleşmez. Çünkü âhiret bilinci
kafa ve kalpte başlayıp biten işlevsiz bir olgu değil; insan hayatının
bütün boyutlarını ve ömrünün bütün anlarını belirleyen
canlı ve dinamik bir olgudur. O yüzden Bakara sûresi 4. âyette
Kur’an’ın doğru yola kılavuzluk edeceği muttakîlerin vasıfları
sayılırken “âhirete inanırlar” değil; “âhirete yakînen (şuurlu/bilinçli
olarak) iman ederler.” denilir. O yüzden âhiret bilincinin varlığını ve
derecesini ölçebilmenin bir yolu sürekli olarak kafa ve kalbi gözden
geçirmekse, bir diğer yolu da bizatihi yaşanan hayatı gözden
geçirmek ve hesap günündeki İlâhî sorguya uyup uymadığının
muhâsebesini yapmaktır. Bu muhâsebe de, dünya ve içindekilere
bağlılık, dünyevî zevk ve değerlere iltifat, ölüm duygusu ve gerçeğinden
uzaklaşmak olumsuz; âhirete ve hesap gününe ayarlı bir
hayat yaşamaya çalışmak, dünyadan, içindekilerden, geçici zevk
ve değerlerden -Allah’ın istediği vasatın dışında- uzaklaşabilmek
ve hayatı, enerjiyi, yetenekleri, bilgiyi, gücü, bedeni, kafayı
57] Tirmizî
AHİRET
- 35 -
Allah’ın dâvâsı için harcamak olumlu olarak değerlendirilmelidir.
Birey olarak muhâsebesinde olumsuz hanesi ağır basanlar istedikleri
kadar tevhid bilincine ulaştıklarını iddia etsinler, yaşadıkları
hayatın yüzlerine çarpılacağını unutmamak zorundadırlar.
Muhâsebesinde olumlu hanesi ağır basanlar ise, zaten içiçe
yaşadıkları ölümle gerçek hayata geçtikleri andan itibaren Rablerine
kavuşmanın mutluluğunu tadarlar. Ne mutlu onlara! Ne mutlu,
ölümden korkmayan, ölümü sevebilen, ölümü arzulayabilen,
ölümle dostluk kurabilen, ölümün koynunda ömür tüketebilen
Allah erlerine! “Rabbinizin mağfiretine (bağışına) ve takvâ sahipleri için
hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!”58
Âhiret bilinci; ölümü sevmek, ölümle bir yaşamak ve nasıl gelirse
gelsin, ama müslümanca yaşayış üzerine gelsin, müslümana yakışır
şekilde ölüme, yani cennete koşabilmektir.59
Ölüm; Gurbetten Vuslata Hicret
Ölümü tefekkür ederek yaşamak, hayatta “gidici” olarak yaşama
sonucunu doğurur. Böyle yaşayan insan da hesabını ve yatırımını
gideceği yere göre yapar. Hesaba çekilme günü gelmeden
önce kendini hesaba çeker. Aksi halde, insan gideceği saata kadar
kalacakmış gibi yaşar ve tercihini ona göre yapar. “Ama siz, dünya
hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”60
Aşağı yukarı her insan, bir eşya satın alırken, önüne konan iki
maldan “iyisi olsun, pahalı olsun” diyerek daha kalıcısını tercih
ettiği halde, Allah’ın önüne koyduğu iki hayattan geçicisini tercih
ediyor; kalıcısını bırakıyor. “Hayır, siz acele geçiveren şu dünyayı çok
seviyorsunuz da âhireti bırakıyorsunuz!”61 Hayır, siz yaptığınız işlerin
karşılıklarının acele, peşin verildiği şu dünyayı çok sevdiğiniz için
karşılıkların veresiye olduğu öteki dünyayı bırakıyorsunuz, sevmiyorsunuz.
“Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan,
ürünlerden biraz eksiltmekle imtihan eder, deneriz. Sabredenleri
müjdele.”62; “Yoksa içinizden Allah, cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden
cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?” 63
Görüldüğü gibi, dünyadaki acıların ve zevklerin altında imtihana
çekilme esprisi yatmaktadır. O halde böyle durumlarda
58] 3/Âl-i İmran, 133
59] Bu konunun son bölümü, Hüseyin Özhazar (Bengisu Y.) ve Hasan Eker’in
(Denge Y.) Âhiret Bilinci adlı eserlerinden kısmen yararlanılıp birkaç sayfası
yer yer özetlenerek oluşturulmuştur.
60] 87/A’lâ, 16-17
61] 75/Kıyâme(t), 20-21
62] 2/Bakara, 155
63] 3/Âl-i İmran, 142
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 36 -
alınması gereken ilaç sabırdır. Çünkü bu zevkler ve acılar geçicidir.
Geçici olması da sabrı kolaylaştırıyor. Sabretmediğimizde ne olur?
Geçici zevklere sabretmeyip dalarsak, âhiretteki ebedî ve hakiki
zevklerden mahrum kalırız. Şu hayatın geçici elemlerine sabretmezsek,
bu defa hem ebedî, hem de daha ağır âhiret azâbına
maruz kalırız ve âhirette bize şöyle denilir: “İnkâr edenler, ateşe
sunuldukları gün, onlara: ‘Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan
her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz; ama bugün, yeryüzünde
haksız yere büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı
bir azab göreceksiniz’ denilir.” 64
64] 46/Ahkaf, 20
AHİRET
- 37 -
Âhiretle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Âhiret Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 115 Yerde): 2/Bakara,
4, 86, 94, 102, 114, 130, 200, 201, 217, 220; 3/Âl-i İmrân, 22, 45, 56, 77, 85, 145,
148, 152, 176; 4/Nisâ, 74, 77, 134; 5/Mâide, 5, 33, 41; 6/En’âm, 32, 92, 113, 150;
7/A’râf, 45, 147, 156, 169; 8/Enfâl, 67; 9/Tevbe, 38, 38, 69, 74; 10/Yûnus, 64; 11/
Hûd, 16, 19, 22, 103; 12/Yûsuf, 37, 57, 101, 109; 13/Ra’d, 26, 34; 14/İbr3ahim, 3,
27; 16/Nahl, 22, 30, 41, 60, 107, 109, 122; 17/isrâ, 7, 10, 19, 21, 45, 72, 104; 20/
Tâhâ, 127; 22/Hacc, 11, 15; 23/Mü’minûn, 33, 74; 24/Nûr, 14, 19, 23; 27/Neml,
3, 4, 5, 66; 28/Kasas, 70, 77, 83; 29/Ankebût, 20, 27, 64; 30/Rûm, 7, 16; 31/Lokman,
4; 33/Ahzâb, 29, 57; 34/Sebe’, 1, 8, 21; 38/Sâd, 7; 39/Zümer, 9, 26, 45; 40/
Mü’min, 39, 43; 41/Fussılet, 7, 16, 31; 42/Şûrâ, 20, 20; 43/Zuhruf, 35; 53/Necm,
25, 27; 57/Hadîd, 20; 59/Haşr, 3; 60/Mümtehıne, 13; 68/Kalem, 33; 74/Müddessir,
53; 75/Kıyâmet, 21; 79/Nâziât, 25; 87/A’lâ, 17; 92/Leyl, 13; 93/Duhâ, 4.
B- Âhiret Günü Anlamındaki “El-Yevmü’l-Âhır” Terkibinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 26 Yerde:) 2/Bakara, 8, 62, 126, 177, 228, 232, 264; 3/Âl-i İmrân,
114; 4/Nisâ, 38, 39, 59, 136, 162; 5/Mâide, 69; 9/Tevbe, 18, 19, 29, 44, 45, 99;
24/Nûr, 2; 29/Ankebût, 36; 33/Ahz3ab, 21; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehıne, 6;
65/Talâk, 2.
C- Âhiret Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Âhirete İman: Bakara, 4, 46, 62, 123, 177; Al-i İmran, 9, 25; Nisa, 38-39, 59,
162; En’am, 113; A’raf, 147; Tevbe, 18-19, 44; Yunus, 45; Nahl, 22; Kehf, 110;
Neml, 3; Lokman, 4; Şura, 7; Mearic, 2, 26.
b- Âhireti İnkâr: Nisa, 136; Yunus, 7-8; Neml, 4-5; Sebe’, 3, 7-9; Mutaffifin,
10-12; Tin, 7.
c- Âhiretin Varlık Hikmeti: Sebe’, 4-5
d- Âhiret İçin Gönderilen Ameller: Bakara, 110; Hacc, 77; Yasin, 12; Haşr, 18;
Kıyame, 13; İnfitar, 5.
e- Âhiret Nasibi İçin Çalışmak: Bakara, 200-201; Al-i İmran, 145; Nisa, 77; Kasas,
77.
f- Âhiret Hayırlıdır: En’am, 32; A’raf, 169-170, Kasas, 60; Şura, 36; A’la, 16-17;
Duha, 4.
g- Âhireti İsteyenler: İsra, 19; Şura, 20.
h- Âhiret Nimetleri İle Dünya Nimetlerinin Karşılaştırılması: Kasas, 60;
Ankebût, 64.
i- Âhiret Nimeti (Cennet), Zulümden ve Fesattan Sakınanlar İçindir: Kasas, 83;
Ankebût, 36; Şura, 36-39.
j- Âhiret Hayatı, Geleceği Gerçek Bir Hayattır: Ankebût, 20; Sebe’, 3.
k- Âhiret Hayatı Asıl Hayattır: Ankebût, 64.
l- Kâfirler, Dünyayı Âhiretten Üstün Tutarlar: İbrahim, 3; Kehf, 32-36; Rum, 7;
Kıyame, 20-21; İnsan, 27; A’la, 16.
m- Âhiret de Dünya da Allah’ındır: Necm, 25; Leyl, 13.
n- Dünya, Âhiretin Tarlasıdır: Şura, 20.
o- Hem Dünya, Hem Âhiret Nasibi İstemek: Bakara, 201; Nisa, 145; Kasas, 77;
Cum’a, 10.
p- Âhirete Önden Hayır Yollamak: Bakara, 110; Hacc, 77; Yasin, 12; Haşr, 18;
Kıyame, 13; İnfitar, 5.
r- Âhiret İçin Zararlı Kadınlar: Teğabün, 14.
Âhiretle İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhari, Bed’ül Halk 8, Salat, 48, Cihad 33, Rikak 39, 41
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 38 -
Müslim, İman 312, Zikr 14, 16-18, Fiten 133-135
İbni Mace, Zühd 32
Tirmizi, Zühd 5
Âhiret Daha Çok Düşünülmeli: Kütüb-i Sitte, 17/ 565
Âhiret Hayatında Ölüm Olmayacaktır: Kütüb-i Sitte, 14/ 417-418
Âhiret İşleri Dünyadakilere Sadece İsmen Benzer, Hakikatleri Ayrıdır: Kütüb-i
Sitte, 14/ 383
Âhirette Dünyanın Alacağı Hal: Kütüb-i Sitte, 4/ 38-39
Dünyadaki Azab ve Nimet Âhirette Sona Erer: Kütüb-i Sitte, 14/ 416
Âhirette Herkes Otuz Yaşında Olacak: Kütüb-i Sitte, 14/ 450
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s.
184-188
2. Tefsir-i Kebir (Mefatihu’l Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1, s. 467
3. Hadislerle Kur’ân-ı KerimTefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 173-178
4. Fi Zılalil Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 82-83
5. Tefhimu’l-Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 51
6. Kur’ân-ı KerimŞifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 87-89
7. Min Vahyi’l Kur’an, Tefsir Dersleri, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. s.
49-50
8. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. s. 40-41
9. Bakara Sûresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. s. 65-71
10. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 94-99
11. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 285-298
12. Arınma Yolu, c. 2, s. 75-130
13. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 1s. 401 , C. 4 s. 133-134
14. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 1, s. 543-548
15. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 197-204
16. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y. s. 26-28
17. Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 127-133; 232-233; 258
18. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 221-226
19. Haşir Risalesi, Said Nursi, Med-Zehra Y.
20. İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 22-25
21. İslâm ve Sosyal Değişim, 36-39, 82
22. İslâm -Temel İlkeler- Ali Ünal, Beyan Y. s. 121-136
23. İnanç ve Amelde Kur’ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s.
191-199
24. Kur’ani Araştırmalar, Murteza Mutahhari, Tuba Y. s. 115-118
25. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 144-148
26. İtikat Üzerine, İhsan Eliaçık, Şafak Y. s. 115-119
27. İlahi Kanunların Hikmetleri, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 331-342
28. İslâm Nizamı, Ali Rızâ Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 314-344
29. Yakin: Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 423-425
30. Kur’an Penceresinden Bakış, Mevlüt Güngör, Kur’an Kitaplığı, s. 77-113
31. İslâm Nizamı, Ali Rızâ Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 314-344
AHİRET
- 39 -
32. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 152-173
33. Âhiret Bilinci, Hüseyin Özhazar, Bengisu Y.
34. Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
35. Âhiret Hazırlığı, Sâdık Dana, Erkam Y.
36. Âhirete İnanıyorum, M. Yaşar Kandemir, Damla Y.
37. Âhirete Giden Yol, Ali Rızâ Altay, Sönmez Neşriyat
38. Âhirete Açılan Kapı Kabir, Yusuf Şensoy, Furkan Dergisi Y.
39. Âhiret Perdesini Aralarken, Haris el-Muhasibi, Nesil Basım Yayın
40. Dünya-Âhiret, Ömer Öngüt, Hakikat Y.
41. Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında Ölüm, Cenaze, Kabir, İsmail Mutlu,
Mutlu Y.
42. Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında Ölümden Sonra Diriliş, İsmail Mutlu,
Mutlu Y.
43. Bediüzzaman’ın Yorumları Işığında Kıyamet Alametleri, İsmail Mutlu,
Mutlu Y.
44. Kıyamet Alametleri, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
45. Gençlik ve Ölüm, Burhan Bozgeyik, Türdav A.Ş.
46. Gerçek Hayat, M. Necati polat, Kaynak Y.
47. Haşir Risalesi, Said Nursi, Sözler/Envar Y.
48. İman Nurları, Âhiret Sırları, Ali Küçüker, Bahar Y.
49. Kur’ân-ı Kerim’de Kıyamet ve Âhiret, İmam Gazali, Salah Bilici Kitabevi Y.
50. Kıyamet Yaklaşıyor, Vehbi Karakaş, Cihan Y.
51. Ölüm, Kabir, Kıyamet, M. Necati Bursalı, Erhan Y.
52. Ölüm, Kıyamet, Âhiret ve Ahir Zaman Alametleri, Şarani, Bedir Y.
53. Ölüm, Kıyamet ve Diriliş, Şarani, Pamuk Y.
54. Ölüm Ötesi Hayat, Abdülhay Nasih, Nil A.Ş.
55. Ölüm ve Âhiret, İmam Gazali, Arslan Y.
56. Ölüm ve Sonrası, İmam Gazali, Vural Y.
57. Ölüm ve Ötesi, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
58. Ölümden Sonra Diriliş, Subhi Salih, Kayıhan Y.
59. Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman Toprak, Esra Y.
60. Ölüm, Kıyamet ve Âhiret, Sıddık Naci Eren, Demir Kitabevi
61. Ölüm, Mehmed Zahit Kotku, Seha Neşriyat
62. Ölüm ve Diriliş, Safvet Senih, Nil A.Ş.
63. Ölüm ve Ölümden Sonraki Hayat, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi
64. Ölüm ve Ötesi, Heyet, Sağlam Y.
65. Ölüm Yokluk mudur? Hekimoğlu İsmail, Timaş Y.
66. Ölüm Son Değildir, Selim Gündüzalp, Zafer Y.
67. Kur’an’da ve Kitab-ı Mukaddes’te Âhiret İnancı, Mehmet Paçacı, Nun Y.
68. Dünya Ötesi Yolculuk, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
69. Dünya ve Âhiret Hayatı, Muhammed İhsan Oğuz, Oğuz Y.
70. Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken, Hayreddin Karaman, T. Diyanet Vakfı Y.
71. Kıyamet ve Âhiret, İmam Gazali, Hakikat Y.
72. Kıyamet ve Âhiret, Naim Erdoğan, Huzur Y.
73. Kur’an’da Kıyamet Sahneleri, Seyyid Kutub, Çizgi Y.
74. Onbirinci Saat, Martin Lings, İnsan Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 40 -
75. Âyetlerle Ölüm ve Diriliş, Said Köşk, Anahtar Y.
76. Âhiret Hazırlığı, Sâdık Dana, Erkam Y.
77. Gözle Görülen Kıyamet, Muhammed Mahmud Savvaf, Çelik Y.
78. Hüvel Baki, Mustafa Özdamar, Kırk Kandil Y.
79. Mezar Notları, Muammer Özkan, İnsan Dergisi Y.
80. Kabir Alemi, Celaleddin Suyuti, Kahraman Y.
81. Kırık Tayflar, Şemseddin Nuri, T.Ö.V. Y.
82. Kıyamet ve Âhiret, Ahmet Faiz, Uysal Kitabevi
83. Ecel, Kıyamet, Âhiret, Ali Eren, Çile Y./ Merve Yayın Pazarlama
84. Ruh Aleminde Bir Seyahat, Kemal Osmanbay, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.
85. Haşir Risalesi, Said Nursi, Med-Zehra Y.
86. Reenkarnasyon Var mı? Sevim Asımgil, Gonca Y.
87. Ölümden Sonra Dirilmek ve Reenkarnasyon, Naim Erdoğan, Enes
Kitabevi Y.
88. Türk Edebiyatında Ölüm Şiirleri Antolojisi, Ahmet Sezgin - Cengiz Yalçın,
Ünlem Y.
- 43 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -7-
DİN GÜNÜ
Din günü yakında gelecek;
Hesaba çekilmezden önce
Kendini hesaba çek!
•
Din Günü; Anlam ve Mâhiyeti
•
Ümit - Korku Dengesi:
•
Allah, Sadece Rahmet Sahibi Değil; Aynı Zamanda Âdildir de
•
Din Gününün Tek Sahibi Allah’tır
•
Kur’an’da Din Günü
•
Kıyâmetin Diğer İsimleri
•
Din Günü Şuuru, Kıyâmetin ve Ölümün Düşündürdükleri
Mâlik-i Yevmi’d-Dîn: “(Allah), Din gününün mâliki (cezâ günününgerçek sahibi)dir.” 65
Din Gününün Sahibi
“Mâlik-i yevmi’d-dîn” tamlaması, hesap gününde adâlet dağıtan anlamını taşır. Kur’an, din kelimesini genelde hesap karşılığı olarak kullanır. Kıyâmet gününe hesap günü denmesinin sebebi budur.
“(Allah), Din gününün mâliki (gerçek sahibi)dir.”66 meâlindeki âyet, Allah’ın ezelî ve ebedî olan “Hak mâlikliğini ve melikliğini” vurgulamaktadır. “Bunlar benim!” diyerek büyüklenip mülküne güvenerek, kimseye vermezken küçük bir şeye bile sahip olamaz hale düşenlere ilâhî bir ihtardır. Ayrıca âyet, insanların sahip bulundukları her türlü mal ve üstünlüklerin bir gün yok olacağını, nihâyet asıl sahibine döneceğini de ifade etmektedir. Çünkü o gün, başka idareci, başka memleket ve hükümet bulunmayacaktır. Bu gün
65] 1/Fâtiha, 4
66] 1/Fâtiha, 4
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 44 -
din gününü inkâr ederek yokluğa güvenenler, o gün bundan da
mahrum olacaklardır. Nitekim bu durumu Kur’an çok canlı olarak
bildirmektedir. “Tek bir çığlık. Birden bire gözleri açılıverecektir. ‘Eyvah
bize!’ derler; işte bu, ceza ve hesap günüdür. Onlara, ‘İşte bu, yalanladığınız
hüküm günüdür’ denilir.” 67
Din gününü yalanlayanların, böyle hayret ve şaşkınlık içinde
kalacakları, önceden bir türlü inanamadıkları bu günü pişmanlıkla
karşılayacakları belirtiliyor.
Mâlik-i yevmi’d-dîn ifâdesindeki mülk ve mülkiyet; bir şey üzerinde
tek başına söz sahibi olma gücü; tasarrufa konu olan şey
üzerinde sırf sahibine ait olmak üzere tasarruf, yetki ve iktidar anlamında
bir terimdir. Arapça “milk” mastarından bir isimdir. Yevm:
Süresi değişik olan vakit bölümlerine ıtlak edilebilen bir zaman birimidir.
Güneşin doğuşuyla batışı arasındaki vakte de “yevm” denir.
Burada, birinci mânâ tercih olunmalıdır. Din: Arapçada yerine
göre bir işin karşılığı, muhâsebe, hüküm, siyaset, sultan (otorite),
âdet, hal, şeriat, kahr gibi anlamlara gelir. Allah’ın din gününün
sahibi vasfı, “cezâ gününün mâliki” şeklinde açıklanır. Bu vasıf,
herkesin yaptığının karşılığını alacağı günde, Allah’ın her şey ve
herkes üzerinde tam bir hâkimiyet ve sahipliğini ifâde eder. Bu
isim, yalnız bir âyette geçer.68 Fakat aynı mânâ, başka tarzda da
ifâde olunmuştur. 69
Allah Mâliktir
Görünen, görünmeyen, dünyadaki ve âhiretteki, bildiğimiz ve
bilmediğimiz bütün varlıkların Yüce Sahibi ve Hükümdarıdır. O,
hiçbir şeye muhtaç değildir her şey ve herkes O’na muhtaçtır. Biz,
sadece emanetçiyiz. Sahip olduğumuzu zanettiğimiz şeylerin gerçek
sahibi değiliz. Her şey emanet. Melik ve Mâlik olan Rabbimiz,
işte o var olan her şeyin gerçek sahibidir.
Her şeyin tek hükümdarı ve sahibinin Allah olduğunu bilen
bir kişi, hiçbir yaratılmışa boyun eğmez. Alçak gönüllü davranır,
adâletten ve merhametten ayrılmaz. Sahip olduğu nimetleri başka
insanlara karşı gösteriş aracı olarak kullanmaz. Mala-mülke
fazla değer vermez. Malın esiri olmaz.
O Mâlikü’l-mülktür. Allah Teâlâ mülkün hem sâhibi, hem
hükümdârıdır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Hiçbir kimsenin
O’nun bu tasarrufuna itiraz ve tenkide hakkı yoktur...
67] 37/Saffât, 19-21
68] 1/Fâtiha, 4
69] 82/İnfitâr, 19; 6/En’âm, 73; 40/Mü’min, 16 vb.
DİN GÜNÜ
- 45 -
Dilediğine verir, dilediğinden alır. Mülkünde hiçbir ortağa ve
yardımcıya ihtiyacı yoktur.
Allah, hem Mâliktir, hem Meliktir
Allah el-Melik’tir; yani “Mülkün, kâinatın sahibi, mülk ve
saltanatı devamlı olan”dır. Yüce Allah Melik’tir. Yani mülk sahibi,
bütün eşyanın ve yaratılanların tek mâlikidir. Bütün varlıklar
üzerinde emretme, istediği gibi tasarruf etme, hiçbir şarta bağlı
olmaksızın sahip olma O’na mahsustur. Yarattıklarına emretme,
sakındırma, cezalandırma, istediğini zelil, dilediğini de aziz etme
kudretine sahip olan yalnız yüce Allah’tır. O, yarattığı mülkünde
ve orada olanların hepsinde yegâne hükümdardır. Sonsuz kudretiyle
onları idaresi altında tutan tek varlık Allah’tır.
Melik ve Mâlik kelimesi, me-le-ke fiilinden gelir. Me-le-ke,
Mâlik ve sahip olmak demektir. Kelime, hem bir şeye sahip olmayı,
hem de kuvvetli olmayı çağrıştırır. Sahip ve Mâlik anlamında ‚melik,
Mâlik, melîk‘ kelimeleri kullanılır. Masdarı olan mülk veya milk,
üzerinde sahip ve tasarrufta bulunulan şeyi ifade ettiği gibi, tasarrufta
bulunmayı da ifade eder. Bu tasarruf, hem insanlar, öncelikle
insanlar, hem de mallar üzerinde tasarruftur. Nitekim, Allah
Teâlâ için insanların meliki denirken, O‘nun insanlar üzerinde
mutlak tasarruf sahibi olduğu anlatılmak istenir. Fakat, yukarıda
belirttiğimiz gibi, şirk koşan insanlar, Allah‘ın melikliğini, yeryüzünde
ve dolayısıyla insanlar üzerinde tasarruf sahibi olmak ve
yeryüzündeki servetleri, yani mülkü diledikleri gibi kullanmak için
gasbetmeğe çalıştılar. İblis de, Âdem‘i önce bu noktada kandırdı:
„Dedi: Ey Âdem! Seni sonsuzluk ağacına ve tükenmez bir mülke götüreyim
mi?“ 70
Demek ki, insan Allah‘ın hâkimiyeti altında değil, arzuları
doğrultusunda sınırsızca yeryüzünün meliki ve mâliki olmak
isteğindedir. Nitekim, tüm diğer Firavunlar gibi, Hz. Mûsâ‘nın
Allah‘ı tek Rab, ilâh ve melik olarak kabul etmeye çağırdığı Mısır
Firavun‘u da Mısır mülkünün kendisine ait olduğu iddiası içindeydi.
71 Melik ya da mâlik olma, mâlik olunan şey üzerinde istenildiği
biçimde tasarrufta bulunmayı gerektirir. Bu anlamda, mutlak melik
ancak ve ancak Allah‘tır; çünkü, Kur‘an‘da mülkün yalnızca
Allah‘a ait olduğu defalarca tekrarlanmaktadır. Bütün kâinat
Allah‘ın mülküdür ve Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf sahibidir.
Allah âdil, hak ve tek İlâh olduğu için kâinatta dengesizlik ve
70] 20/Tâhâ, 120
71] 43/Zuhruf, 51
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 46 -
haksızlık olmaz.
İnsan yeryüzünde halife (adayı) olduğu, yani Allah’ın hükmünü
yeryüzünde hâkim kılması için gayret edeceği için, kendisine
yeryüzü mülkü üzerinde izafî bir meliklik ve mâliklik yetkisi
tanınmıştır. Bu yetki, hiçbir zaman mutlak anlamda olmadığı ve
insanın keyfine bırakılmadığı gibi, Allah‘ın yeryüzündeki hayatının
gereği olarak çeşitli biçimlerde, renklerde, yeteneklerde ve mesleklere
sahip olacak şekilde yarattığı insanlar da, önce bütün olarak
bu meliklik ve mâliklik yetkisine sahiptirler. Dolayısıyla, herkesin
belli bir tasarruf sahası vardır. Fakat bu tasarruf, hiçbir zaman
mutlak değil, sınırlı ve Allah‘ın tanıdığı alanda sadece bir emanettir.
Öte yandan, tek tek insanların nasıl mülk sahibi olacaklarını ve
mülklerinde nasıl tasarruf edeceklerini belirten kuralları da Allah
insanlar arasından seçtiği elçiler aracılığıyla bildirmiştir: „Göklerin
ve yerin ve ikisi arasındakilerin mülkü Allah içindir.”72; “De ki: Allah’ım,
mülkün sahibi; mülkü dilediğine verir, mülkü dilediğinden alırsın.” 73
Allah, gerek meliklik, gerekse mâliklik olarak mülkü dilediğine
verir, dilediğinden alır. O, yeryüzünde insanlar üzerindeki tasarrufu,
yani meliklik, yöneticilik olarak mülkü, öncelikle, elçilerine
vermiştir. Aynı zamanda, mülk ile ilim ve hikmet bir arada bulunmak
durumundadır. Bunlar da en fazla Allah’ın elçilerinde mevcuttur;
öyleyse ilim ve hikmet, melikliğin şartlarındandır. „(Yusuf
dedi:) Rabbim, bana gerçekten mülkten verdin ve bana olayların te‘vilini
(yorumunu) öğrettin.” 74; „Allah ona (Dâvud‘a) mülk ve hikmet verdi ve
ona dilediğini öğretti.” 75
Allah, bazen elçilerini hem peygamber, hem melik/devlet
başkanı kılar; Hz. Dâvud‘un ve Hz. Muhammed‘in durumlarında
olduğu gibi... Bazen de, peygamberin yanısıra, başka melikler de
var eder. Nitekim, İsrailoğulları için aynı anda birden fazla ve birbiri
peşi sıra nebîler geldiği gibi, bu nebîlerin yanısıra, onların emrinde
melikler de bulunabiliyordu: „Mûsâ kavmine demişti ki: Ey kavmim!
Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; O içinizde nebîler varetti,
sizi melikler yaptı.”76 Bu âyette, İsrâiloğulları‘nın hizmetçi, binek ve
kadın sahibi olmakla „melik“ diye adlandırıldıkları belirtilmişse
de, İsrâiloğulları içinde nebîlerin yanısıra, meliklerin bulunduğu
da açıktır. „Nebîlerine, ‘bize bir melik gönder’ dediler... Nebîleri onlara,
‘Allah, Tâlût’u size melik gönderdi’ dedi. ‘O bizim üzerimizde nasıl melik
72] 5/Mâide, 18
73] 3/Âl-i İmrân, 26
74] 12/Yusuf, 101
75] 2/Bakara, 251
76] 5/Mâide, 20
DİN GÜNÜ
- 47 -
olabilir? Biz melikliğe ondan daha lâyığız, ona geniş mal da verilmemiştir’
dediler: (Nebîleri de), ‘Allah onu sizin üzerinize seçti, onun bilgisini ve
gücünü artırdı.’ dedi.” 77
Mâlik-i Yevmi’d-Dîn: Din gününün sahibi. “Din gününün
mâlikidir.” 78 İnsanların öldükten sonra dirilecekleri, biraraya gelerek
hesaplarını verip, âkıbetlerini görecekleri gün, din günüdür.
O gün insanın başkalarıyla, hatta kendi anesi, babası, eşi ve çocuklarıyla
bile ilgilenmeye ne hali, ne fırsatı vardır. Din gününün
şiddeti ve olağanüstü korkusu, herkesi kendi derdine düşürür. Allah
o diriliş gününü diğer adıyla din gününü Kur’an’da şöyle tarif
etmektedir: “Din gününü sana bildiren şey nedir? Ve yine din gününü
sana bildiren şey nedir? Hiçbir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeyle
güç yetiremeyeceği gündür; o gün emir yalnızca Allah’ındır.” 79
O gün dünya hayatında kişinin en çok değer verdiği ilişkiler
Allah’ın azâbı karşısında paramparça olur. Artık insanlar arasındaki
dünyevî yakınlıkların, soy bağlarının hiçbir anlamı kalmamıştır.
Tek değer, kişinin imanıdır. Hiç kimse, kimseye yardım edemez.
Ancak öyle bir irâde yardım edebilir ki Cennetin sonsuz nimetlerine
de, cehenemin çılgın yanan ateşine de, görevli meleklere
de hâkim olsun... Bu, insanın Allah dışında yardım beklediği tüm
kapılarının kapanmış olması demektir. İçinde bulunduğu bu zor
durumdan onu ancak Allah kurtarabilir. O da yine Allah’ın dilemesine
bağlıdır.
Kişi din gününün tek sahibi olan Allah’ın huzurunda ilk yaratıldığında
olduğu gibi yalnızdır. Dünyadaki yaşamı süresince her
yaptığı, her düşündüğü Allah tarafından gözler önüne serilir. En
ufak bir ayrıntı dahi unutulmaz. Allah azamet ve şânına yaraşır
bir ortam yaratır ve yarattığı kullarından hesap sorar. Ancak, kimi
dilerse rahmetiyle kurtarır. İnkârcıların kahredici bir pişmanlığa
sürüklendiği bu günde mü’minler, sevinçli ve coşkuludurlar. “...
O gün Allah, peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir...”
80 Çünkü Allah, “elçilerine ve iman edenlere, hem
dünya hayatında hem de şâhitlerin (şâhitlik için) duracakları gün yardım
edeceğini”81 vaad etmiştir. İşte o günün sahibi, yalnız Allah’tır ve
emir O’nundur.
İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri
77] 2/Bakara, 246-247
78] 1/Fâtiha, 4
79] 82/İnfitâr, 17-19
80] 66/Tahrîm, 8
81] 40/Mü’min, 51
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 48 -
(diriltilmiş olarak) bakıp duruyorlar. Derler ki: „Eyvahlar bize; bu,
din günüdür. Bu, sizin yalanladığınız (mü‘mini kâfirden, haklıyı haksızdan)
ayırma günüdür.“ 82; “O gün, yalanlayanların vay haline. Ki onlar,
din gününü yalanlıyorlar. Oysa onu, ‘sınır tanımaz, saldırgan’, günahkâr
olandan başkası yalanlamaz.” 83
Bu vasıf, Allah’ın hâkimiyet ve sahibiyetinin âhirete tahsis edildiği
intibaını vermektedir. Kur’ân-ı Kerim’in başka birkaç âyeti de,
bu kabildendir: “Sûra üfleneceği gün, hükümranlık O’nundur.”84; “O
gün emir yalnız Allah’ındır.”85 gibi. Müfessirler âyette geçen Allah’ın
âhirete ait hükümranlığını şu şekilde açıklamışlardır:
1) Maksat, o günün ehemmiyetini bildirmek, o günü ta’zim
etmektir.
2) Dünya hayatında zâhiren, hem mülk hem de milk Allah’tan
başkaları için de doğrudur. Ama o gün, bunlar zâhirî bakımdan
da zâil olacaklardır. Onun mâlikiyet ve melikiyeti tam bir zuhurla
açığa çıkacaktır.
3) İlk ferdinden son ferdine varıncaya kadar, bütün insanlar o
gün bir araya toplanacaktır. İnsanların İlâhî hükümranlık hakkında
tek bildikleri husus vardır. Fakat o gün; bu hükümranlık, başka
zamanlarda anlaşıldığından son derece fazla olarak, topyekün insanlar
tarafından bir anda müşâhede olunacaktır.
4) Allah Teâlâ’nın hikmeti, bu dünyada sebepleri koymayı dilemiş,
insanı da bu nizama uymakla yükümlü kılmıştır. Hikmet;
izzet ve kudrete gâliptir. Dolayısıyla sebepler dairesi, itikad dairesine
gâliptir. Bu iki zıt kavramdan ortaya çıkan âhenk sâyesinde
mü’min, bir taraftan Allah’ın izzetini unutmaktan kurtulurken,
öbür taraftan yaşayış planında sebepler düzenini ihmal etmekten
kurtulmaktadır. Din gününde, Allah’ın izzetini perdeleyen bu nizam
kaldırılıp her şeyin mâhiyeti, içyüzüyle ortaya çıkacaktır. İtikad
dairesi, sebepler dairesine gâlip geleceği, bütün hüküm ve
mülkün Allah’a âit olduğu tam bir şekilde ortaya çıkacağı içindir
ki, böyle bir tahsis vârid olmuştur. 86
Din Günü
“Din günü” kavramı, “gün” anlamına gelen “yevm” kelimesiyle;
“itaat, hesap, ceza (yapılan işin tam karşılığının verilmesi)” gibi
82] 37/Sâffât, 19-21
83] 83/Mutaffifîn, 10-12
84] 6/En’âm, 73
85] 82/İnfitâr, 19
86] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 127-128
DİN GÜNÜ
- 49 -
anlamlara gelen “ed-dîn” kelimesinden oluşur. Din günü: Yapılan
işlerin tam karşılığının verilip görüleceği hesap günü anlamına
gelir. Bu tanımda geçen “gün” kelimesi, bir gün ve gecenin toplamı
olan yirmi dört saat anlamında olmayıp, zaman bölümlerinden
herhangi birini ifade etmektedir. Buradaki “gün”; ay, yıl, asır, çağ
gibi bildiğimiz veya bilmediğimiz herhangi bir zaman birimi olabilir.
“Bugün dünya, yarın âhiret” sözünde olduğu gibi. Kur’an’da
geçen ifadelerden yola çıkılarak âhiretteki bir günün bin veya elli
bin sene olduğu anlaşılmaktadır. “Din” kelimesi ise burada, hesap,
ceza, karşılık anlamlarına gelir.
“Din günü” kavramının ifade ettiği başlıca anlamlar şunlardır:
Hayrın hayır, şerrin de şer olarak görüleceği “Kıyâmet günü”,
Yapılan işlerin karşılığının tam olarak verileceği “Ceza günü”,
İnsanların yaptıkları işlerin, Allah tarafından takdir edilip hesabının
görüleceği “Hesap günü”.
Din gününden kastedilen, âhirettir, hesap günüdür. Kur’an’ı,
Kur’anî kavramları, öncelikle Kur’an’la tefsir etmek en doğru
yoldur. Din gününün ne olduğunu başka âyetler açıklamaktadır:
“Sonra din gününün ne olduğunu nereden bileceksin? O gün, kimsenin
hiç kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün emir yalnız
Allah’a aittir.”87 Din günü: “Bütün iyi ve kötü işlerin Hak ölçüsünden
geçerek son tahakkukunu bulacağı ve birbirinden tamamen ayrılacağı
son zamandır.” Gelecekte, yapılan işlerin tam karşılığının
verileceği son gün demektir. Görüldüğü gibi, Din günü, Kıyâmet
gününü ifade etmektedir. Kıyâmet gününün, öldükten sonra dirilme,
durup bekleme, sual, hesap, mîzan, sırat ve ceza gibi durum
ve mertebeleri vardır. Şu halde Din günü, dinin mâlum olan
mühim günü demektir ki, bundan da âhiret ve kıyâmet günü anlaşılmaktadır.
Bu günde herkes, dünyada yaptıklarının karşılığını
mutlaka görecektir.
Ümit - Korku Dengesi
Allah, Sadece Rahmet Sahibi Değil; Aynı Zamanda Âdildir de:
Fâtiha sûresinde, Allah’ın Rahmân ve Rahîm oluşunun ardından,
hemen O’nun “din gününün sahibi” olduğu bildiriliyor. Böylece
Rahmân ve Rahîm sıfatları, herkesin yaptıklarının hesabını vereceği
günün unutulmasına yol açmayacaktır. Her insan kesin olarak
bilmelidir ki, Allah, sadece Rahmân ve Rahîm değil; aynı zamanda
âdildir de. Allah, Rahmân ve Rahîm isimleriyle bizi önce
87] 82/İnfitâr, 17-18
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 50 -
ümitlendiriyor. “Mâlik-i yevmi’d-dîn” ile de korkutuyor. Cennete
gitme ümidi ile ceheneme düşme korkusu arasında işlerimizi ve
niyetlerimizi düzeltmemiz hatırlatılmış oluyor. Allah’ın her şey
üzerinde mutlak kudrete sahip bulunması dolayısıyla, dilediğini
cezalandırmak O’nun kudretinde ve irâdesindedir. Şu halde, din
günü, âkıbetimizin hüsran veya saâdet içinde olmasının Allah’ın
kudreti dâhilinde bulunduğuna inanmamızı ifade etmektedir. Bütün
bunlardan anlaşılacağı gibi, din günü, umumi ceza ve Rabbânî
adâletin günü olacaktır. O günde bizim adımıza iş görenler olmayacak.
Parayla kapılar açılmayacak. Rüşvetler, mallar, çocuklar fayda
etmeyecek. Dünyevî bir şey zaten yanımızda bulunmayacak. 88
Dünyevî mahkemelerden bile korkan insanlara büyük mahkeme
ve büyük sorgu hatırlatılmakta ve insan uyarılmaktadır. O
büyük mahkemenin tek hâkimi vardır. O günün tek mâliki ve melikinin
Allah olduğu vurgulanmaktadır.
Fâtiha’nın ilk iki âyeti Allah, Rab, Rahmân ve Rahîm isimlerini
tanıtıyor. Yediklerimizi, giydiklerimizi, sevdiklerimizi, beden ve
ruhumuzu yaratan, yaşatan ve yöneteni bize bildiriyor.
Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, Allah’a hamd etmemizi
istedikten sonra, ceza gününün sahibi olduğunu hatırlatıyor.
Kur’an’ın temel üslûbudur bu: Ümit ve korku; Cennet ve cehenem;
rahmet ve gazab... İki gerçekle karşı karşıya bırakır irâde
sahibi insanı. İnsan bunlardan birini tercih eder yaşayışıyla. Allah,
bu zıtların birbirini dengelemesini ister. Ümit-korku dengesi hayatımıza
yön vermelidir. Bu, aynı zamanda bize tebliğin metodunu
da öğretiyor. Önce inanan - inanmayan herkese sevindirici,
müjdeleyici olacağız. Sonra mü’minleri ayırıp, iman kardeşliği
sebebiyle dost ve öncelikli kabul edecek; fakat herkese devamlı
açıklayıcı, anlatıcı, kurtuluşa dâvet edip felâketi gösterip uyarıcı
olacağız. Bunlardan anlamayanlar için korkutucu, sakındırıcı ifadeler
kullanacağız.
Kur’an, üç boyutlu, üç zamanlıdır. İfade ve mesajı bu üç zaman
dilimini kuşatır. Kur’an, coğrafyalar üstü, yani evrensel olduğu
gibi, aynı zamanda çağlar üstüdür, tüm zamanların kitabıdır.
Kur’an, hali ve halimizi anlatırken mâzîyi (geçmişi) hatırlatır.
Aynı zamanda insanı geleceğe hazırlar. İstikbâli göz önüne serer.
İstikbâl denilince çoğu kimsenin aklına gençlikten sonra yaşanan
dünyevî dönem gelmektedir. Bu, ileriyi görememektir, uzun vâdeli
değil; küçük düşünmek ve küçülmektir. İstikbâl göklerde değil;
köklerdedir; yani fıtratta ve kaynak Kitap’ta. İnsan, Kur’an’ın
88] Bk. 26/Şuarâ, 88
DİN GÜNÜ
- 51 -
mesajından beslenerek bu üç zamanı yaşarsa zamâne insanı olmaktan
çıkar; diri diri yaşar ve her yaptığı ibâdet değeri kazandığından
canlı Kur’an olur. Bu şuurdaki insan, din günü bilinciyle
hesaplı yaşar, büyük mahkemede hesaba çekilmeden kendi nefsini
hesaba çeker.
Bir ömür boyu sürecek maaş karşılığında birkaç saat çalışma
zahmetine kim katlanmaz? Aynen bunun gibi, âhiret hayatıyla
karşılaştırıldığında çok kısa olan şu fâni dünyada, milyar dolarlara
değişilmeyecek şerefli kulluk görevini terketmek akıllılık mıdır?
İnsan, çok aceleci ve unutkan. Allah da çok merhametli ve
bizi uyarıyor ve bize din gününü hatırlatıyor. İstikbâl için yatırım
yapmalıyız. Orada lâzım olacak azığı buradan hazırlayıp göndermeliyiz.
Din günü şuuru bize bunları kazandırır.
İlk ferdinden son ferdine varıncaya kadar, bütün insanlar o
gün bir araya toplanacaktır. İnsanların İlâhî hükümranlık hakkında
tek bildikleri husus vardır. Fakat o gün; bu hükümranlık, başka
zamanlarda anlaşıldığından son derece fazla olarak, topyekün insanlar
tarafından bir anda müşâhede olunacaktır.
Allah Teâlâ’nın hikmeti, bu dünyada sebepleri koymayı dilemiş,
insanı da bu nizama uymakla yükümlü kılmıştır. Hikmet; izzet
ve kudrete gâliptir. Dolayısıyla sebepler dairesi, itikad dairesine
gâliptir. Bu iki zıt kavramdan ortaya çıkan âhenk sâyesinde
mü’min, bir taraftan Allah’ın izzetini unutmaktan kurtulurken,
öbür taraftan yaşayış planında sebepler düzenini ihmal etmekten
kurtulmaktadır. Din gününde, Allah’ın izzetini perdeleyen bu nizam
kaldırılıp her şeyin mâhiyeti, içyüzüyle ortaya çıkacaktır. İtikad
dairesi, sebepler dairesine gâlip geleceği, bütün hüküm ve
mülkün Allah’a âit olduğu tam bir şekilde ortaya çıkacağı içindir
ki, böyle bir tahsis vârid olmuştur. 89
İnsanların öldükten sonra dirilecekleri, bir araya gelerek hesaplarını
verip, âkıbetlerini görecekleri gün, din günüdür. O gün
insanın başkalarıyla, hatta kendi anesi, babası, eşi ve çocuklarıyla
bile ilgilenmeye ne hali, ne fırsatı vardır. Din gününün şiddeti ve
olağanüstü korkusu, herkesi kendi derdine düşürür. Allah o diriliş
gününü diğer adıyla din gününü Kuran’da şöyle tarif etmektedir:
“Din gününü sana bildiren şey nedir? Ve yine din gününü sana bildiren
şey nedir? Hiçbir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeyle güç yetiremeyeceği
gündür; o gün emir yalnızca Allah’ındır.” 90
89] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 127-128
90] 82/İnfitâr, 17-19
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 52 -
O gün dünya hayatında kişinin en çok değer verdiği ilişkiler
Allah’ın azâbı karşısında paramparça olur. Artık insanlar arasındaki
dünyevî yakınlıkların, soy bağlarının hiçbir anlamı kalmamıştır.
Tek değer, kişinin imanıdır. Hiç kimse, kimseye yardım edemez.
Ancak öyle bir irâde yardım edebilir ki Cennetin sonsuz nimetlerine
de, cehenemin çılgın yanan ateşine de, görevli meleklere
de hâkim olsun... Bu, insanın Allah dışında yardım beklediği tüm
kapılarının kapanmış olması demektir. İçinde bulunduğu bu zor
durumdan onu ancak Allah kurtarabilir. O da yine Allah’ın dilemesine
bağlıdır.
Kişi din gününün tek sahibi olan Allah’ın huzurunda ilk yaratıldığında
olduğu gibi yalnızdır. Dünyadaki yaşamı süresince
her yaptığı, her düşündüğü Allah tarafından gözler önüne serilir.
En ufak bir ayrıntı dahi unutulmaz. Allah azamet ve şânına
yaraşır bir ortam yaratır ve yarattığı kullarından hesap sorar. Ancak,
kimi dilerse rahmetiyle kurtarır. İnkârcıların kahredici bir pişmanlığa
sürüklendiği bu günde mü’minler, sevinçli ve coşkuludurlar.
“...O gün Allah, peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük
düşürmeyecektir...”91 Çünkü Allah, “elçilerine ve iman edenlere, hem
dünya hayatında hem de şâhitlerin (şâhitlik için) duracakları gün yardım
edeceğini” vaad etmiştir. İşte o günün sahibi, yalnız Allah’tır ve
emir O’nundur.
İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibârettir; artık kendileri (diriltilmiş
olarak) bakıp duruyorlar. Derler ki: “Eyvahlar bize; bu, din
günüdür. Bu, sizin yalanladığınız (mü’mini kâfirden, haklıyı haksızdan)
ayırma günüdür.”92 “O gün, yalanlayanların vay haline. Ki onlar, din gününü
yalanlıyorlar. Oysa onu, ‘sınır tanımaz, saldırgan’, günahkâr olandan
başkası yalanlamaz.” 93
Din Gününün Tek Sahibi Allah’tır
Âhirete, din günü denilmesinin bir sebebi de, âhiretin dinin
temel esaslarından olmasıdır. Allah ve âhiret inancı, tevhidin
tüm esaslarını içermektedir. Allah, âhiretin sahibi olduğu gibi;
dünyanın da sahibi, mâliki ve meliki (yöneticisi)dir. Ama burada
“Din, ceza gününün mâliki” denmiştir. Bunun sebebi: Bu dünyada
bir kısım insanların mâliklik ve meliklik iddiasında bulunmalarına
Allah’ın fırsat vermiş olmasındandır. O’nun dünyanın sahibi ve yöneticisi
olduğuna karşı gelen bazı çatlak sesler olabilir. Ama O’nun
âhiret gününün sahibi oluşuna orada itiraz eden kâfir, müşrik
91] 66/Tahrîm, 8
92] 37/Sâffât, 19-21
93] 83/Mutaffifîn, 10-12
DİN GÜNÜ
- 53 -
hiçbir kimse olamayacaktır. Âhirette mülk ve milk, sahiplik ve otorite
yalnız ve yalnız O’na aittir. “Kimindir o gün hükümranlık? Elbette
kahhâr olan tek Allah’ındır.”94; “O gün iş tamamıyla Allah’ındır.”95 Elbette
âhiretin de dünyanın da sahibi sadece Allah’tır. Yoksa, âhiretin
sahibi ve yöneticisi ile dünyanın sahibi ayrı ayrı güçler değildir.
Ne var ki, O’nun dünyanın sahibi oluşu, bazı küfür çevrelerince
tartışılsa bile, âhiret mâlikliği tartışmasız ve itirazsızdır. Gerçek
mü’min ise, O’nun dünya mâlikliği karşısındaki tartışma ve itirazları
ortadan kaldırmakla görevlidir.
Yüce Allah’ın her şeyin tek yaratıcısı ve sahibi olduğunu bildiren
pek çok gerçek vardır. Örneğin, kâinatın yapı taşı olarak
bilinen atom ve hayat binasının ana maddesi olarak kabul edilen
hücre. Atom, bunca küçüklüğüne rağmen büyük bir mûcize;
Hücre, bunca görülmezliğine rağmen bir başka mûcize. Şüphesiz
bu kâinat, her dilden okunan, her vesile ile anlaşılan apaçık bir
gerçekler kitabıdır. Evrenin herhangi bir noktasına dikkatlice bakmak,
Allah’a ve din gününe, yani âhirete inanmak için yeterlidir.
Allah’ın okunan kitabı olan Kur’an’da din günü anlatılırken, görünen
kâinat kitabından da bazı sayfalar gözler önüne serilmiştir.
Böylece öldükten sonra dirilme işi, kıyâmet günü ve âhiret hayatı,
en gerçekçi ve doğru bir şekilde anlatılmıştır. Şimdi, konuyla ilgili
Kur’an âyetlerini ve kıyâmet gününün Kur’an’da geçen diğer isimlerini
görelim.
Kur’an’da Din Günü
Din Günü anlamında “yevmu’d-dîn ifâdesi, Kur’ân-ı Kerim’de
toplam olarak 13 yerde geçer. 96 Din günü kavramının dışında da
Kur’an’da kıyâmete ve âhirete ait pek çok isim zikredilmiştir. 97
94] 40/Mü'min, 16
95] 82/İnfitâr, 19
96] Din Günü Anlamındaki Yevmu’d-Dîn İfâdesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 13 Yerde:) 1/Fâtiha, 4; 15/Hıcr, 35; 26/Şuarâ, 82; 37/Sâffât, 20; 38/
Sâd, 78; 51/Zâriyât, 12; 56/Vâkıa, 56; 70/Meâric, 26; 74/Müddessir, 46; 82/
İnfitâr, 15, 17, 18; 83/Mutaffifîn, 11.
97] Din günü gibi, kıyâmet günü anlamına gelen ve Kur'an'da geçen diğer
önemli ismler şunlardır: Es-Sâatü: Allah tarafından bilinen ve kararlaştırılmış
olan zaman demektir (30/Rûm, 12, 14, 55). El-Yevmü'l Hakk: Hak
günü, doğruluk günü demektir (78/Nebe', 39). Yevmü'l Ma'lûm: Geleceği
kararlaştırılmış belirli ve muayyen gün demektir (56/Vâkıa, 50). El- Vaktü'l
Ma'lûm: Geleceği belli olan, Allah katında kararlaştırılmış bulunan vakit
demektir (38/Sâd, 80-81). El-Yevmü'l Mev'ûd: Vadedilmiş, yani olacağına
söz verilmiş gün anlamındadır (85/Burûc, 2). El-Yevmü'l Âhir: Son gün,
dünya hayatından sonra gelecek olan hayat demektir (58/Mücâdele, 22).
Yevmü'l Âzife: Yakında gelecek olan musibetler ve felâketler günü anlamına
gelir (40/Mü'min, 18). Yevmü'n Asîr: Zor ve müşkül bir gün demektir
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 54 -
Din günü ile ilgili Bazı Âyetler: “Allah, din gününün (mükâfat
ve ceza gününün) sahibidir.”98 Bu âyet, Allah’ın ceza ve öldükten
sonra dirilme gününün tek sahibi olduğunu, itaatkâr olanlarla,
günahkâr olanların ortaya çıkarılıp yaptıklarının karşılığını göreceklerini
belirtiyor. Allah dünyada zulüm yapanlara hemen cezalarını
vermiyor. Ancak, zâlimlerin zulmüne râzı olmadığını beyan
etmiş, bu emre uymayanlardan mutlaka intikam alacağını açıkça
bildirmiştir. İşte, “din gününün mâliki” âyetinden kastedilen
mânâ budur. Yani zerre miktarı iyilik yapan mükâfatını, yine en
küçük kötülük yapan da cezasını görecektir.
“(Şeytana) tâ ceza gününe kadar lânetim üzerinedir.”99 Yani ceza
günü gelince, o da lâyık olduğu ebedî azâba kavuşmuş olacaktır.
Âyetler, “din günü”nün, yapılan işlerin karşılığının görüleceği
“ceza günü” anlamına geldiğine işaret ediyor. Kıyâmet gününe kadar
lânete uğramış kişiler, ebedî azâbı hak etmiş olanlardır. Bunun
için, şeytan da âhiret âleminde, lânetin üzerinde azâba uğrayacak,
Allah’ın emrini uygun görmemenin ebedî cezasını çekecektir. Ayrıca
âyetler, dünya hayatında, Allah’ın hükümlerini beğenmeyip
uygun bulmayanlara, yani şeytanlaşanlara ilâhî bir ikaz niteliği
taşımaktadır.
“(İbrahim a.s.), ceza günü hatamı bağışlayacağını umduğum da
(54/Kamer, 8; 74/Müddessir, 8-9). Yevmü'n Azîm: Büyük bir gün anlamındadır
(6/En'âm, 15). Yevmü'l Ba's: Ölümden sonra yeniden dirilme günü
anlamına gelir (26/Şuarâ, 87). Yevmü't-Teğâbün: Aldanmadan duyulan
üzüntü ve esef günü anlamına gelir (64/Teğâbün, 9). Yevmü't-Talâk: Buluşma
ve kavuşma günü demektir (40/Mü'min, 15). Yevmü't-Tenâd: İnsanların
korku ve dehşetten bağrışıp çağrışacakları gün (40/Mü'min, 32).
Yevmü'l Cem': Toplanma günü, yaratılmışların toplanacağı gün demektir
(42/Şûrâ, 7). Yevmü'l-Hısâb: Hesap günü demektir (38/Sâd, 16, 26).
Yevmü'l Hasr: Hasret günü, yapılan işlerden dolayı pişmanlık duyup hasret
çekme günü anlamlarına gelir (19/Meryem, 39). Yevmü'l Hurûc: Dirilip
kabirden çıkma günü anlamındadır (50/Kaf, 41-42). Yevmü'l Fasl: Hak ve
bâtılın ayırt edileceği hüküm günü demektir (44/Duhân, 40; 77/Mürselât,
14, 38). El-Kaari'a: Çarpıcı belâ, âlemin tahribi zamanında varlıkların
birbirlerine şiddetle çarpmalarından dolayı, insanların akıllarını alacak
ve ödlerini patlatacak olan büyük hâdise demektir (101/Kaaria, 1-5). ElĞâşiye:
Perde günü, her şeyi sarıp kaplayan gün anlamındadır (88/Ğâşiye,
1). Et-Tâmmetü'l-Kübrâ: Büyük musibet ve felâket günü demektir (79/
Nâziât, 34-35). En-Nebeü'l-Azîm: Büyük haber günü demektir (78/Nebe',
1-2). El-Hākka: Zaruri olarak gelip gerçekleşecek olan sâbit saat ve zaman
demektir (69/Hākka, 1-3). El-Va'ad: Vâde günü demektir (70/Meâric, 42-
44). El-Vâkıa: Vuku bulacak gün, yani olacağı muhakkak olan gün demektir
(56/Vâkıa, 1-2). Emrullah: Allah'ın emri, hükmünün geçerliliği anlamına
gelir (40/Mü'min, 78; 82/İnfitâr, 19). Yevmü'l Kıyâmeh: Kıyâmet günü,
ölülerin dirilip kalkacağı gün demektir (75/Kıyâme(t), 1-40).
98] 1/Fâtiha, 4
99] 38/Sâd, 78
DİN GÜNÜ
- 55 -
O’dur.”100 Âyet, Allah’ın her şeye kadir bir ma’bud olduğunu ifade
ediyor. Hz. İbrahim, bir peygamber olduğu için, günahtan
mâsumdur. Fakat bu âyette, insanlığa bir fazilet dersi verilmek
isteniyor. Din gününe gerçekten inanmanın, günahlardan korunup,
Allah’ın rahmetine ilticâ etmekle mümkün olacağı, insanlara
böylece öğretilmiş oluyor.
“Vah bize, bu ceza günüdür!’ dediler. Bu, (daha önce) yalanlamakta
olduğunuz hüküm günüdür.” 101 Bu âyetler, din gününü yalanlayarak
ona inanmayanların, o günde nasıl üzüntüler içinde kalacaklarını
haber veriyor. Dünyada iken âhiret hayatını inkâr edenler, o
âleme sevkedildiklerinde, bunun bir gerçek olduğunu görüp anlamış
olurlar. Kur’an, kendine özgü üslûbuyla, bu hâdisenin mutlaka
olacağını ifade etmiştir. İşte o gün, yaratıklar arasında Allah’ın
hükmünün tecellî edeceği gün olacaktır.
“Ceza günü ne zaman?’ diye sorarlar. O gün onlar ateşte yakılacaklardır.
(Kendilerine:) ‘Fitnenizi (fesatçılığınızın cezasını) tadın! Acele isteyip
durduğunuz şey budur işte!’ (denilecek).”102 Âyetler, koyu bir cehâlet
içinde kalıp, apaçık örnekleri kavrayamamış kimselerin âhiret
inançlarını açıklıyor. Onların “ceza günü ne zaman?” sözlerindeki
maksatlarını bildiriyor. Bilmek ve öğrenmek için değil, alay etmek
için sorduklarını belirtirken, onların bu sorularına gereken cevabı
da veriyor. Din gününü yalanlayanların, kıyâmet gününde ateşe
atıldıkları anki durumları anlatılıyor.
“Ve diyorlardı ki: ‘Biz öldükten, toprak ve kemik yığını olduktan sonra,
biz mi bir daha diriltileceğiz? Önceki atalarımız da mı?’ De ki, öncekiler
ve sonrakiler. Belli bir günün buluşma vakti için mutlaka toplanacaklardır.
Sonra siz ey sapık yalancılar, elbette bir ağaçtan, bir zakkum ağacından
yiyeceksiniz. Onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Üzerine de kaynar su
içeceksiniz. Susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz.
İşte ceza gününde onların ağırlanışı bu şekilde olacaktır.” 103
“Onlar ki, namazlarına devam ederler. Mallarında belli bir hisse vardır.
İsteyene ve mahruma. Ceza gününü tasdik ederler.”104 Bu âyetler,
Allah’a ve âhiret gününe iman etmenin, insan hayatındaki önemini
belirtiyor. Şu âyet de âhireti yalanlayanların bazı temel özelliklerini
açıklıyor: “(Onlar da) dediler ki: ‘Biz namaz kılanlardan olmadık.
Yoksula da yedirmezdik. Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık. Ceza
100] 42/Şûrâ, 82
101] 37/Saffât, 20-21
102] 51/Zâriyât, 12-14
103] 56/Vâkıa, 47-56
104] 70/Meâric, 22-26
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 56 -
gününü yalanlardık.” 105
“Ceza günü oraya (ateşe) girerler. Onlar ondan (hiçbir yere kaçıp) kaybolacak
değillerdir. Ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin!
Ve yine ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin! (O gün,)
kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. O gün emir yalnız
Allah’a aittir.” 106
“Onlar ceza gününü yalanlamaktadırlar. Onu ancak saldırgan ve günaha
düşkün kimse yalanlar.” 107
Kur’an’da din günü anlamında “âhiret” ve “kıyâmet” kelimeleri
de kullanılır.
Din Günü Şuuru, Kıyâmetin ve
Ölümün Düşündürdükleri
İnsan, teklifsiz, başıboş ve kendi keyfine bırakılmamıştır. Onun
yapacağı işler ve yapmaması gerekenler, İlâhî hükümlerle bildirilmiştir.
Dünyada irâdesiyle Allah’a kulluk etmesi için ona her türlü
imkân sağlanmıştır. Allah’ın kendisine verdiği, maddî mânevî tüm
imkânları O’nun istediği gibi kullanan kimse, dünyada ebedî hayatı
kazanmış olur. Aksini yapan kişi de bu ebedî hayatın mutlu
sonucunu elde edemez. Bunun içindir ki, her insanın âhiret hayatı,
dünyadaki ömrüne göre değil; dünya hayatında yaptığı işlerine
göre olacaktır.
Ebû Hureyre’den (r.a.), Rasûlüllah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu
rivâyet edilmiştir: “Yedi kimseyi Allah, kendi zıllinden (gölgesinden)
başka bir gölge olmayan kıyâmet gününde kendi gölgesi altında barındıracaktır.
Bunlar; 1- İmâm-ı âdil (adâletli müslüman devlet başkanı,
idareci), 2- Rabbine itaat ve ibâdet eden genç, 3- Gönlü mescidlere bağlı
olan kimse, 4- Birbirlerini Allah için seven ve yine Allah için buğz eden iki
kimseden her biri, 5- Makam ve güzellik sahibi bir kadının isteğine rağmen
“ben Allah’tan korkarım” diyerek haram işlemeyen erkek, 6- (Gönül
hoşnutluğu ile) infak ettiğinden sol elinin haberdar olmayacağı kadar
gizli olarak sadaka veren kimse, 7- Tenhada (lisanen veya kalben) Allah’ı
zikredip de gözü yaşla dolup taşan kişi.” 108
Kıyâmet günü evlât ve malın fayda vermediği, ancak doğruların
doğruluğunun fayda verdiği bir gündür. Geleceğinde hiç
şüphe olmayan bu günde, insanlar kabirlerinden çıkarak Allah’ın
105] 74/Müddessir, 43-46
106] 82/İnfitâr, 15-19
107] 83/Mutaffifin, 11-12
108] Buhârî, Bed'ul Ezân, 384, Tecrîd-i Sarih Ter. c. 2, s. 617
DİN GÜNÜ
- 57 -
huzurunda toplanacak ve hiçbir kimse -Allah’ın izin verdikleri
müstesnâ- bir diğerine fayda veremeyecektir. İnsanların kendi organları
yaptıklarına şâhitlik edecektir.109 Kısacası bu günün, çok
korkunç anları ve özellikleri vardır. Kıyâmet gününde insanın kendi
yaptıklarından başka her şeyden, kesin olarak ümidini keseceği
anlaşılıyor.
Kur’an âyetlerinde ve hadis-i şeriflerde, kıyâmet tasvir edilirken,
yer ve gök nizamının bozulmasından ve bunların mahvolup
toz haline gelmesinden bahsedilmiştir. “O gün arz (yer) başka bir arz
olup değişecek; gökler de değişecek...”110 Bu âyetten de anlaşıldığına
göre kıyâmet, âlemin nizamının bozulmasının ve dünyadaki mevcut
hayatın mahvolmasının ismidir. Ondan sonra yeni bir hayat
başlayacak, bu yeni hayatın nizamı kurulacaktır. Kıyâmet inancı,
dinin iman esaslarındandır. İnsanların davranışlarına yön vermede
büyük etkisi olduğu içindir ki, İslâm, bu inancı kendi mensuplarının
gönüllerine tam ve kâmil bir şekilde yerleştirmek istemiştir.
Kur’an’ın ve hadis-i şeriflerin belirttiği din gününe ve kıyâmet
gününün bildirilen çeşitli durumlarına, ne yazık ki insanların pek
çoğu, gerektiği şekilde samimi olarak inanmamaktadır. Dilleri ile
“kıyâmet günü haktır” derken, kalpleri o günden gâfil bulunanlar,
dilleriyle inanmış, ancak davranışlarıyla o günü yalanlamış olanlardır.
Şu da unutulmamalıdır ki, kıyâmeti davranışlarla yalanlamak,
yani sanki bu gün hiç gelmeyecekmiş gibi her türlü günah
ve kötülükler işlemek, dil ile yalanlamak gibidir. Kıyâmetin vuku
bulacağı şüphesizdir. Çünkü bunu Allah haber vermiştir. Kıyâmeti
inkâr etmek küfürdür. Kıyâmetin ne zaman meydana geleceğini
Allah, kullarına bildirmemiştir. O er geç vuku bulacaktır. Şu kadar
ki, onun olacağı zamanı kimse tayin edemez. İnsana düşen görev,
böyle bir günün geleceğini bilmek, ona inanmak ve o gün için
hazırlanmaktır. Zaten bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, insan
ölünce kendi Kıyâmeti kopmuş demektir.
Din gününe iman etmek, öldükten sonra tekrar dirilmeye
inanmak, hesap ve ceza meselelerini kabullenmek, İslâm dininin
inanç esaslarının bir bölümüdür. Allah’ın tek bir ilâh olduğunu
kabul etmenin hemen ardından bunlara inanmak gereklidir.
İslâm’da ulûhiyet gerçeği ile âhiret hayatının hakikati birleştirilip
tek temel üzerine oturtulmuş, böylece itikadî, amelî, ve ahlâkî değerler
birleştirilerek bir bütün haline getirilmiştir.
İslâm tasavvurunda hayatın mânası, insan ömrünün teşkil
109] 41/Fussılet, 20-21
110] 14/İbrâhim, 48
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 58 -
ettiği şu kısa zaman değildir. Hatta bu hayatın anlamını, ne bir
kavmin ve toplumun yüz yıllar süren ömrü, ne de bütün insanların
süregelen hayatı ifade edebilir. İslâm tasavvurundaki hayat,
şu görünen dünya hayatını içine aldığı gibi, Allah’tan başka kimsenin
bilmediği âhiret hayatını da içine almaktadır. Mekân itibarıyla
da, üzerinde insanların yaşamakta olduğu şu yeryüzünü içine
aldığı gibi; âhiret yurdunu da ihtiva etmektedir. Yine âlemleri
kucaklarcasına şu görünen kâinata şâmil olduğu gibi, her türlü
gerçeklerini Allah’tan başka kimsenin bilmediği “gayb” âlemini
de kapsamaktadır. O gayb âlemi, ölüm ânı ile başlayıp âhiret hayatıyla
son bulur. Mâhiyet itibarıyla hayat, dünya hayatındaki şu
bilinen yaşayışı kapsadığı gibi, ikinci hayat dediğimiz âhiret yaşayışını
da içine almaktadır.
İşte din gününe iman etmek, böylesine zamanın sonsuz mesafesini,
mekânın Hûdutsuz ufuklarını, hayat ve âlemlerin bitmeyen
derinliklerini ve yüceliklerini ifade etmektedir. Bu inanç, kesinlikle
kişinin dünya görüşünü değiştiren ve davranışlarını etkileyen
bir inançtır. Her asırda olduğu gibi günümüzde de en önemli hususlardan
biri, din gününe iman etmek konusudur. Bunun içindir
ki, Kur’an, tevhid inancıyla beraber bu inanç üzerinde ısrarla
durmuş, Hz. Peygamber de pek çok sözleriyle bu inancın önemini
belirtmiştir. Her konuda hakkı bildiren Allah, hak olan âhiret konusunda
da önemle duruyor. Eğer insan yaptıklarından sorumlu
olmasaydı, o zaman iyilik ve kötülüğün farkı ortadan kalkmış olur,
insan yaşayışı tamamen maksatsız ve gayesiz hale gelir, her iş neticesiz
kalırdı. Oysa insan, maksatsız ve gayesiz olarak yaratılmamıştır.
Her insan, kendi irâdesiyle yaptıklarının karşılığını görmeyecek
olsaydı, o zaman iyilik ve kötülük aynı şey olur, günah ve sevâbın
anlamı kalmazdı.
İnsanlar, bu dünya hayatında da az çok yaptıklarının karşılığını
görürler. Bununla beraber şunu da unutmamalıdır ki, pek çok
zâlim günahkârlar, kötülük yapan insanlar, bu dünyada rahat yaşarlar
da, birçok iyi insan musibetlere mâruz kalır. Çünkü bu dünya,
yapılan işlerin asıl karşılığının görüleceği yer değildir. İşte tüm
işlerin karşılığının verileceği ve rabbânî adâletin tecellî edeceği an
din günüdür. 111
Allah’ın kâinat için koyduğu bazı kanunlar vardır. Adına Sünetullah
dediğimiz bu tabiat kanunlarından biri “ceza;karşılık
kanunu”dur. Yapılan hiçbir hareket karşılıksız değildir. Ateş yakar,
ekilen tohum biter, olgunlaşan meyve yere düşer... Yani kâinatta
111] Y. Çiçek, F. Yıldız, Din Günü İbâdet, Bir Y., s. 61
DİN GÜNÜ
- 59 -
neyi düşünsek, nereye göz atsak, Allah’ın koymuş olduğu bu “karşılık
kanunu”nu görürüz. Atasözlerinde de “eden bulur”, “eşen
düşer”, “her koyun kendi bacağından asılır”, “ne ekersen onu biçersin”
gibi ifadeler, karşılık kanunu için örneklerdir.
Karşılık kanunu, en büyük adâlettir. Çünkü insan, daha önceden
bildiği esaslara uyup uymamanın neye mal olduğunu bilmekte,
seçimini hür irâdesiyle ona göre yapma imkânına sahip olmaktadır.
Bu ilâhî kanuna göre, herkes amellerinin karşılığını görecek,
hiç kimse başkasının günahını çekmeyecektir.112 Bununla birlikte,
ister hayır, ister şer olsun, yapılan en küçük iş karşılıksız kalmayacaktır.
113 Bu da insanın, bahane bulma duygusunu yok edecek;
“kendim ettim, kendim buldum” şeklinde bir neticeye varmasına
yol açacaktır. Kâinatta her şeyin bir karşılığı olduğu gibi, yapılan
hiçbir kötülük, kimsenin yanına kâr kalmayacaktır. Hal böyle
iken, bütün karşılıkların görülebilmesi için, dünya hayatı elbette
kâfi değildir. O zaman şöyle bir durumla karşı karşıya kalırız: Bir
tarafta karşılık kanunu, diğer tarafta dünya hayatının buna kâfi
gelmeyişi. Burada, “imtihan edilme” söz konusudur. Bu açıdan
bakıldığında “karşılık kanunu”, âhirete inanmanın zarûretini de
ortaya koyar. Yani her şeyin bir karşılığı olacağına göre, dünya
hayatının da bu karşılıklar için kâfi gelmediğine göre, mutlaka bir
karşılık zamanı olmalıdır. İşte Fâtiha’da Allah bu “karşılık günü ;
din günü”nün tek sahibi olduğunu belirtmektedir. Burada “din”,
yapılan bir işin, kendi cinsinden karşılığı mânâsını ifade eder. Bu
karşılık kanunu sebebiyle, dünyada da hesaba çeken Allah’tır;
âhirette de hesaba çeken Allah’tır. Allah, karşılıkları imhal eder,
ama ihmal etmez. (Karşılığını erteleyebilir, istediği vakitte verir;
ama ihmal etmez.) Allah’ın bu “karşılık kanunu”, bütün ilmî disiplinlerce
kabul edilmektedir. Burada problem, işin ilâhî boyutunun
gözardı edilmesidir. 114
Nübüvvet, yani peygamberlik, Allah’ın insanlık tarihine yönelik
bir müdâhalesidir. O, bu müdâhaleyi kullarına olan rahmet ve
şefkatinden dolayı Rahmân ve Rahîm isminin bir tecellîsi olarak
yapıyordu. Din günü demek olan âhiret ise, Rabbimiz tarafından
insanlığın geleceğine bir müdâhaledir. O, bu müdâhaleyi İlâhî
adâletini gerçekleştirmek için yapar. Fâtiha’da Rahmân ve Rahîm
isimlerini bildiren âyetten hemen sonra gelen “din gününün
mâliki” âyeti, insanın tarihiyle istikbâlinin bağlantısıdır. Mâziyi
unutmadan istikbâle hazır olması için, içinde yaşadığı anda ne
112] 6/En'âm, 164; 17/İsrâ, 15; 53/Necm, 38
113] 99/Zilzâl, 7-8
114] A. Özbek, Kur'an'da Tevhid Eğitimi, Esra Y., s. 26
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 60 -
yapması gerektiği de, bundan sonraki âyette hatırlatılmaktadır:
“Ancak Sana ibâdet ederiz. Ve ancak Senden yardım isteriz.” 115
Dünya, âhiretin habercisi, âhiret dünyanın izdüşümüdür. İnsan
adlı bu ölümsüz yolcu, birinden diğerine intikal ederek sürdürür
sonsuz yolculuğunu. Çünkü ölüm, bir başka hayatın besmelesidir.
Nübüvvet, insanlığın geçmişinin; âhiret ise geleceğinin tarihidir.
Kur’an da, bu tarihin akacağı yatağın İlâhî projesi. İnsan, bu projeye
bakarak tarihi değiştiriyor ve tarihi tarihe bu projeyle taşıyor.
Âhiret olmasaydı, insan insan olamazdı. İnsana irâde verildiği
gün âhiret de verildi. Eğer seçiminin ödül ve cezasını görmeyecekse
yaratıklar arasındaki bunca ayrıcalığın gerekçesi ne ola ki?
İşte bu nedenle âhiret, seçme hürriyetinin, irâde ve şuurun doğal
sonucudur. İnsanın seçiminin Allah tarafından kaale alındığının,
değerlendirildiğinin bir delilidir. İnsanı yaratan, onu yeryüzüne
halife seçip irâde veren ve kendi ruhundan ruh üfleyen Allah’ın,
en güzel kıvamda yarattığı kulunun istikbâliyle ilgilenmediğini
düşünmek abes olacaktır. Boşuna mı yaratıldı şu muazzam makine
ve yaratılanların en muhteşemi olan insan? Boş yere, abes bir
iş olarak mı yaratıldı evren ve içindekiler? Cennet niçin yaratıldı?
Cehenem lüzumsuz mu?
Âhiret, Allah’ın “vaad” ve “vaîd”inin, yani ödül ve cezasının
bir gereğidir. Suyu getirenle testiyi kıranı mahlûk bile bir tutmazken
Hâlık’ın bir tutması O’nun mutlak adâletine nasıl sığar? Eğer
“şunu yaparsan ödüllendirilir, bunu yaparsan cezalandırılırsın” deniliyorsa
elbette sonuçta “iyi” olanla “kötü” olanın ayrılıp, yapana
ödülü, yapmayana cezası verilecektir. Bu nedenle âhiret, adâlet-i
İlâhînin kaçınılmaz sonucudur. Âhirete inanmamak adâlete inanmamak,
adâleti istememek demektir.
Âhirete iman, ölüm korkusunun insanda bir kâbusa ve kronik
bir illete dönüşmesini engeller. Ölümden sonra bir hayatın olduğuna
inanan, kendisini koyvermez. Onun için, ölüm bir bitiş değil;
bir intikaldir. Bu nedenle âhirete iman eden kâmil bir mü’min, hayatta
bir kez ölür. Âhirete inanmayan kâfirse her ölümü hatırlayışta
ölür. Bu nedenle âhireti inkâr edenler, mümkün olduğunca ölümü
hatırlamak istemezler. Kendilerine ölümün hatırlatılmasından
rahatsız olurlar ve beklenenden daha fazla tepki gösterirler. Bir
de müslümanların ölümü güler yüzle karşıladıklarını, onunla sık
sık selâmlaştıklarını düşünelim. İslâm medeniyetinde mezarlar şehirlerin
ortasına yapılırdı. İslâm, insanların ölümü sık hatırlamaları
115] 1/Fâtiha, 5
DİN GÜNÜ
- 61 -
için mezar ziyaretini Nebî’nin diliyle özendirmişti. 116
“Ölümse, Gel dese; Tak tak tak, Mu-hak-kak.”
“Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanmadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o Mûsâlla taşında.”
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Bîçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son mâtemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nâfile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri sanki memnun yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.” 117
Kur’an, her sayfasında, insanı hem ruhun tarihine, hem
istikbâline (âhirete) götürerek insana önünü ve sonunu hatırlatır.
Bu nedenle mü’min, her ânında üç zamanı birden yaşayan insandır.
Bu, ona süreklilik ve sorumluluk duygusu verir. Kur’an’daki
kıyâmet, Cennet, cehenem, mahşer, mîzan ve sorgu sahneleri,
mü’minde sorumluluk hissini ve fazileti güçlendirmek için
istikbâline açılan birer penceredir.
“Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibârettir.”118 Oyuncaktan hoşlanan
çocuklar mıyız, yoksa rüştümüzü isbat eden adamlar mı?
Dünya oyuncağına verdiğimiz değerde saklı bunun cevabı. Oyuna
dalıp çokça eğlenenler, çocuklar ve o seviyedeki çocuk akıllılardır.
116] M. İslamoğlu, İman Risalesi, 285
117] Sırasıyla: Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Yahya Kemal
118] 6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36; 57/Hadîd, 20
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 62 -
Din günü şuûru, bize ölümü sık sık düşündürür ve bizi oraya
hazırlar. Bu bilinçle ölüm râbıtası, bir adım daha ileri giderek
şehâdet râbıtası yapmalıyız. Bu bilinç ve râbıtalar, bize sadece
âhiret azığı değil; dünyada kaybettiğimiz izzeti, insanlık onurumuzu
da kazandıracak ve ölüm korkusunu yenen, ölümle sevdalanan
bir seviyeye çıkaracaktır. Ancak bu sâyede haklarımızı söke
söke almak için dileniş değil direniş gerektiğini öğrenir ve canlı şehid
olarak şerefli bir hayat süreriz. Bugün Yahûdi, teknik imkâna
sahip milyarı aşan kimlik müslümanlarından değil; intifâda coşkusunu
sürdüren çocuk yaştaki genç yiğitlerden korkmaktadır.
Ölümden korkan gayr-ı müslim, en çok ölümden korkmayanlardan
korkar. Müslümanın müslümanca yaşayamadığı her ortamda
müslümanca ölme imkânı her an vardır.
Her asırda olduğu gibi, günümüzde de bir kısım insanın,
kıyâmet gününe iman etmeyişlerinin sebebi, öldükten sonra dirilmeyi
uzak bir ihtimal görmeleridir. İnanmayanların görüşüne
göre hayat, sebepsiz, hedefsiz ve gayesiz bir hareketten ibârettir.
Oysa her şeyde bir sır, o sırrın gerisinde bir hedef ve hedefin gerisinde
de bir hikmet vardır. İnsan bir ölçü dâhilinde bu dünyaya
getirilir, yine aynı şekilde takdir edilmiş olan âkıbete, ceza ve hesap
gününe döndürülmüş olur. Dünya hayatı da, her insan için bir
imtihandır. İnsanların bütün bu gerçekleri bilip bunların gerisinde
kudret ve hikmet sahibi Yüce Yaratıcı’yı düşünmesi gerekir. İşte bu
bilgi ve düşünce insanı âhiret inancına götürür.
İnsanların çokça hatırlaması gereken ölüm, her canlının kendisine
erişeceği bir hâdisedir. Ölüm, kendi yolunda sapmadan ve
durmaksızın ilerler. Ne geride bıraktıklarına, ne de ıstırap çekenlerin
feryadına bakar. Korkanların korkusu, sevenlerin de sevgisi
bunu önleyemez. Hayatı sadece dünya hayatından ibâret görmek,
çok ilkel bir düşüncedir. Kur’an, düşüncesi gelişmemiş bu tür kişilerin
sözlerini ve durumlarını şöyle dile getirir: “Onlar derler ki: ‘Bu
dünya hayatımızdan başka bir hayat yok! Tekrar dirilecek değiliz.” 119
İslâm’da dünya, âhiretin tarlasıdır. Dünya hayatını ıslah etmek,
ondan her tür kötülüğü ve bozgunculuğu kaldırmak, bütün insanlar
için iyilik ve adâleti gerçekleştirmek gibi işlerde sarf edilen
emek ve uğraşıların hepsi, âhiret sermâyesidir. Böyle bir inançla
çalışan ve Allah’ın rızâsını dileyerek gönülden bu güne inananların
yeryüzünü ihmal etmeleri, azgınlıklara ve bozgunculuklara
göz yumarak dünyayı terk etmeleri mümkün olabilir mi?
Bazı insanlar, -âhirete iman ettiklerini iddia etmekle
119] 6/En'âm, 29
DİN GÜNÜ
- 63 -
beraber- kendilerini, câhilliğin ve azgınlığın akıntısına kaptırmışlarsa;
bu, Allah’a ve âhiret gününe inandıkları için değil; âhirete
imanlarının zayıf oluşundandır. Her asırda, âhireti inkâr edenler
veya bu güne, inanılması gerektiği şekilde inanmamış olanlar, devamlı
günah işlemeyi arzu edip buna karşı bir engelin çıkmasından
korkanlar ve her şeye kadir Yaratıcının huzurunda hesap vermek
istemeyenlerdir. İşte bunun için de öldükten sonra dirilmeyi
ve âhireti hayal zanederler.
Din gününe inanmak ve bu inancın gereğini yapmak, kötülüğe
koşan her nefis için bir gem, günahı seven her insan için de bir
engeldir. Bütün insanlığa hitap eden Kur’an, bu günün olmasını
imkânsız görenlere en kesin ve doğru cevabı verir: “İnsan, kendini
bir nutfeden nasıl yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım
kesildi.”120 İnsanın yaratılışındaki hayret verici durumlar, organlarının
yapısındaki çeşitli özellikler, onun tekrar diriltilmesinden çok
daha önemli ve dikkat çekicidir. Allah’ın sanat ve kudretindeki
bu incelikleri, mükemmellikleri bilip görenler, öldükten sonra dirilmeyi
artık nasıl inkâr edebilirler? Ne yazık ki ünsiyet etmediği
her şeyi inkâr, insanoğlunun tabiatındadır. Eğer o yılanı yüzüstü
ve hem de sür’atle yürür görmese, ayaklardan başka şey üzerinde
yürümeyi kabul etmezdi. Hatta insan, dünyayı görmeden, dünyadaki
acayip haller ona anlatılsa, onları bile çoktan inkâra kalkardı.
Şu halde, din gününü yakînen tasdik etmemek, bu kavramı anlamaktaki
noksanlıktan ileri gelmektedir. Görünmediğinden dolayı,
din gününe inanmayanlar, ilim adına cehâlet gösterenlerdir.
“Âhiret yurdu, sakınan muttakîler için daha hayırlıdır, siz hiç düşünmüyor
musunuz?” 121
Dünya, ne seçim ne de geçim dünyasıdır müslüman için; dünya
kulluk/ibâdet dünyasıdır, imtihan dünyasıdır. Sınav esnâsında
oyuna dalan, gülüp eğlenen kimsenin imtihanda başarı şansı ne
kadar olabilir? Gençler, üniversite imtihanına verdikleri önemi,
esas sınava, büyük imtihana verseler, din günü bilinci nasıl hayata
yansırmış, görürdük. Orta yaşlılar, yakın gelecekleri için hazırlayıp
biriktirdiklerini, esas istikbâl için yatırıma dönüştürseler, örnek
müslümanların sayısı nasıl artardı! “Ey iman edenler! Allah’tan
korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun.
Çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”122 Mücâdelenin, cihadın,
şehâdetin olmadığı yerde din günü bilinci yeterince yok demektir.
Ana vatanımız, baba diyarımız Cennet olduğuna göre, biz
120] 36/Yâsin, 77
121] 6/En'am, 32; Y. Çiçek, F. Yıldız, a.g.e. s. 65
122] 59/Haşr, 18
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 64 -
memleketimizde gerekli ihtiyacımızı karşılamak için bu diyarda
gurbete çıkmış durumdayız. Orada lâzım olan azığı unutup, buradaki
görevimizi ihmal etmek ve buralarda oyuncaklarla oyalanmak
ne kadar mantıklılıktır?
Din günü yakında gelecek;
Hesaba çekilmezden önce
Kendini hesaba çek!
Ne mutlu, din günü bilincine sahip, ölüme ve ölüm ötesi hesaba
hazır olan ve ölümden korkmayan, ölümle dostluk kurabilen
canlı şehidlere!
DİN GÜNÜ
- 65 -
Din Günüyle İlgili Âyet-i Kerimeler
Din Günü Anlamındaki Yevmu’d-Dîn İfâdesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam
13 Yerde:) 1/Fâtiha, 4; 15/Hıcr, 35; 26/Şuarâ, 82; 37/Sâffât, 20; 38/Sâd, 78;
51/Zâriyât, 12; 56/Vâkıa, 56; 70/Meâric, 26; 74/Müddessir, 46; 82/İnfitâr, 15, 17,
18; 83/Mutaffifîn, 11.
Din Günü Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Âhirete İman: Bakara, 4, 46, 62, 123, 177; Âl-i İmran, 9, 25; En’am, 113;
A’raf,147; Tevbe, 18-19, 44; Yunus, 45; Nahl, 22; Kehf, 110; Neml, 3; Lokman,
4; Şura, 7; Mearic, 2, 26.
Dünya, Âhiretin Tarlasıdır: Şura, 20
Kıyâmet Alametleri: Neml, 82; Sebe’, 14; Duhan, 9-14; Kıyame, 7-9; Kehf, 92-
97; Enbiya, 96-97; Zuhruf, 61; Muhammed, 18.
Kıyâmetin Kopma Zamanı Bilinemez: A’raf, 187-188, Hud, 104; Nahl, 77; Enbiya, 1
Kıyâmetin Kopması ve Tekrar Dirilmenin Dehşeti: İsra, 58; Kehf, 47; Ta-Ha,
105-108; Enbiya, 104; Hacc, 1-2; Nur, 37; Neml, 88; Tur, 9-10; Mürselat, 8-10...
İlk Defa Yaratan Kudret, Tekrar Diriltecektir: İsra, 49-52; Meryem, 66-67; Hacc,
5; Mü’minun, 84-85; Rum, 19; Vakıa, 57, 62; Kıyame, 37-40; İnsan, 28; Naziat, 27...
Dirilmeyi İnkâr: En’am, 2, 29-31; Yunus, 7-8; Hud, 7; Ra’d, 5; Nahl, 38; İsra, 49-
52; Meryem, 66-67; Mü’minun, 81-83; Yasin, 78-79; Saffat, 16-18; Vakıa, 47-50,
57, 60-62, 83-87; Teğabün, 7; Kıyame, 3-6; İnsan, 27-28; Naziat, 10-14...
Kıyâmet Gününün Tek Hâkimi Allah’tır: Fâtiha, 4; En’am, 73; Ta-ha, 111; Hacc,
56; Furkan, 26; Zümer, 67; Mü’min, 16; Nebe’, 37; İnfitar, 19.
Din Günüyle İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhari, Cihad 94, 95, 96, Menakıb, 7, 25, Fiten 23, 24, İstiabe 8, Rikak, 35, 39,
İlm 2
Müslim, fiten 9, 17, 18, 34, 42, 62, 78, 79, İman 234, 248,
Ebu Dâvud, Melahim 9, 12, 16
Tirmizi, Fiten 19, 35, 39, 40, 42, 43, 56,
Nesai, Cihad 42
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Akçağ Y. C. 2, s. 90-93
2. Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, c.1, s. 329-337
3. Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Eser Y. c. 1, s. 81-95
4. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 68-69
5. Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 40-42
6. Din Günü İbadet, Yakup Çiçek, Fahreddin Yıldız, Bir Y. s. 9-65
7. İman Risalesi, Mustafa İslamoğlu, Denge Y. 285-297
8. Kur’ani Araştırmalar, Murteza Mutahhari, Tuba Y. s. 115-118
9. Fâtiha Tefsiri, Azad, Bir Y. s. 161-170
10. İslam Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 1s. 401 , C. 4 s. 133-134
11. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 197-204
12. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y. s. 26-28
13. Kur’an’da Uluhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 127-133; 232-233; 258
14. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 151-155
15. Haşir Risalesi, Said Nursi, Med-Zehra Y.
16. Sorularla Fâtiha Sûresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. S. 121-132
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 66 -
17. Fâtiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. S. 160-170
18. Esmaü’l-Hüsna, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s. 212-214
19. İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 22-25
20. İslam ve Sosyal Değişim, 36-39, 82
21. İslam -Temel İlkeler- Ali Ünal, Beyan Y. s. 121-136
22. Âhiret Bilinci, Hüseyin Özhazar, Bengisu Y.
23. Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
24. İnanç ve Amelde Kur’ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s.
191-199
25. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 144-148
26. Fâtiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 47-50
27. Esmaü’l-Hüsna, Afifüddin Süleyman Tilmsani, İnsan Y. s. 8-18
28. İtikat Üzerine, İhsan Eliaçık, Şafak Y. s. 115-119
29. Kıyâmet Günü, Hârun Yahya, Vural Y.
30. Ölüm, Kıyâmet, Cehennem, Hârun Yahya, Vural Y.
- 69 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -7-
CENNET
•
Cennet Kelimesi; Anlam ve Mâhiyeti
•
Cennetin İsimleri ve Tabakaları
•
Cennetin Tasviri
•
En Büyük Zevk: Cennette Allah’ın Görülmesi
•
Cennet Hayatı
•
Cennet Nimetleri
•
Cennette Cinsî Zevkler
•
Amaç, Cismanî Zevkler Sağlayan Cennet Nimetleri Değil; Allah’ın Rızasıdır
•
Cennetlikler
•
Cehennem Korkusu - Cennet Ümidi (Allah ile İlişkilerimizde Denge)
•
Cennet Ucuz Değil!
“İman edip sâlih amel işleyenler için, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildiği vakit, ‘bu, bundan önce dünyada bize verilenlerdendir’ derler. Ve bu rızık onlara bazı yönlerden dünyadakine benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler vardır. Ve onlar orada ebedî kalacaklar.” 123
Cennet Kelimesi; Anlam ve Mâhiyeti
Cennet, “örtmek, gizlemek” anlamındaki “cenn” kökünden isim olup “bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe, yeşillikleri bol, sık dal ve yaprakları ile yeri gölgelendiren bağlık, bahçe” manasına gelir. Peygamberlerin davetine uyarak iman edip dünya ve âhirete ait işleri, kulluk vazifelerini elden geldiği kadar güzel bir şekilde yapan temiz ve müttakî kişiler için hazırlanmış bir huzur ve mutluluk beldesidir. Âhiret hayatında mü’minlerin ebedî saâdet ve nimetler yurdu olan yerin bu şekilde adlandırılmasının sebebi, genel görünümüyle dünya bahçelerine benzemesi veya eşsiz nimetlerini insan idrâkinden gizlemiş olması şeklinde açıklanmıştır. Çoğulu cinân ve cennât’tır.
123] 2/Bakara, 25
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 70 -
Cennetin İsimleri ve Tabakaları
Cennet kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 147 defa geçmektedir.
İslâm literatüründe cenneti ifade etmek üzere kullanılan isimleri
ve cennet tabakalarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
1- Cennet: Ebedî saâdet yurdunu ifade etmek üzere Kur’an’da,
çeşitli hadislerde ve diğer İslâmî eserlerde yer alan isimler içinde
en çok kullanılan, içindeki bütün mekân ve imkânları kapsayacak
şekilde muhtevası geniş olan bir terimdir. Yukarıda belirtildiği
gibi Kur’an’da 147 yerde geçmektedir. İslâm literatüründe ebedî
saâdetle ilgili vaadler, özendirici anlatım ve tasvirler genellikle
cennet ismi etrafında yoğunlaşmıştır. Diğer isimler tekil olarak
kullanıldığı halde, cennetin çok sayıdaki âyette çoğul şekliyle de
(cennât) yer alması, saâdet yurdunun belli bir bölgesinin değil;
tamamının adı olduğunu gösterir.
2- Cennetü’n-Naîm: 13 âyette geçmektedir.124 Arapça’da “refah,
huzur, mutlu hayat” anlamına gelen nimet kelimesinden
daha kapsamlı bir muhtevaya sahip olan naîm, insana mutluluk
veren maddî ve manevî bütün güzellikleri ifade etmektedir. Buna
göre cennâtü’n-naîm; mutluluklarla dolu cennetler manasına gelir.
“Beni cennetü’n-naîmin vârislerinden kıl.” 125
3- Adn cenneti: En belirgin anlamı ile ikamet etme, ikamet
edilen yer demek olan adn, 11 âyette kullanılmıştır.126 Adn’in, cennetin
belli bir bölümünün adı olduğu veya çoğul şeklinde kullanılışına
bakarak onun tamamını ifade eden bir isim olduğu anlaşılır.
“Şüphesiz ki, iman edenler ve güzel amel işleyenler yok mu, işte onlar
mahlûkatın en hayırlısıdır. Onların Rableri katındaki mükâfatı, zemininden
ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir.
Allah onlardan râzı olmuş, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. Bu, Rabbinden
korkan O’na saygı gösterenler içindir.” 127
4- Firdevs: Özellikle, içinde üzüm bulunan bağ bahçe anlamına
124] Mutluluklarla Dolu Cennet(ler) Anlamına Gelen “Cennetu’n-Neıym” Kavramının
Geçtiği Âyetler (Toplam 13 Yerde): 10/Yûnus, 9; 22/Hacc, 56; 26/
Şuarâ, 85; 31/Lokman, 8; 37/Sâffât, 43; 52/Tûr, 17; 56/Vâkıa, 12,89; 68/Kalem,
34; 70/Meâric, 38; 82/İnfitâr, 13; 83/Mutaffifîn, 22.
125] 26/Şuarâ, 85
126] İkamet Edilen (Güzel) Yer Anlamındaki “Adn Cenneti” Kavramının Geçtiği
Âyetler (Toplam 11 Yerde): 9/Tevbe, 72; 13/Ra’d, 23; 16/Nahl, 31; 18/Kehf,
31; 19/Meryem, 61; 20/Tâhâ, 76; 35/Fâtır, 33; 38/Sâd, 50; 40/Mü’min, 8; 61/
Saff, 12; 98/Beyyine, 8.
127] 98/Beyyine, 7-8
CENNET
- 71 -
gelir. İki âyette geçer.128 Firdevs, cennetin tamamını ifade eden bir
isim olabileceği gibi, onun ortası, en yüksek ve en değerli bölgesinin
özel adı da olabilir. “Şüphesiz, iman edip güzel amel işleyenler için
barınak olarak Firdevs cennetleri vardır.” 129
5- Hüsnâ: İyilik yapanlara Allah tarafından daha büyük bir iyilikle
karşılık verileceğini, ayrıca buna bir de ilâve (ziyade) yapılacağını
ifade eden Yunus 26. âyetindeki hüsnâ (daha güzel, daha
iyi, en güzel, en iyi) kelimesinin cennet anlamına geldiği müfessirlerin
büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir. Bu duruma
göre cennet anlamına gelen “Hüsnâ” kelimesi bir âyette geçer.
Âyetteki “ziyade”den maksat da, cennette Allah’ı görme şerefine
nail olmaktır. “Güzel davrananlara hüsnâ (daha güzel karşılık), bir de
ziyade/fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne
de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî
kalacaklardır.” 130
6- Dârüs’s-Selâm: Maddî ve manevî âfetlerden, hoşa gitmeyen
şeylerden korunmuş olma manasındaki selâm ile dâr/yurt kelimesinden
oluşan bu terkip, iki âyette cennetin adı veya tabakası
olarak zikredilmiştir. İki âyette zikredilir.131 Cennetin esenlik yurdu
olduğu şüphesizdir. Gerçek esenliğin ancak cennette bulunabileceği,
sonsuz hayatın, ihtiyaç bırakmayan zenginliğin, zillete yer
vermeyen şeref ve üstünlüğün, eksiksiz bir sıhhatin sadece orada
mevcut olduğu anlaşılır. “Hâlbuki Allah, Dârü’s-Selâm’a çağırıyor ve O,
dilediği kimseleri dosdoğru bir yola hidâyet buyurur.” 132
7- Dârü’l-Mukame: Asıl durulacak yer, ebedî ikamet edilecek
yurt manasındaki bu terkip de cennete girenlerin Allah’a hamd
ve şükür sırasında bulundukları mekân için kullanacakları bir tabir
olmalıdır. Bir âyette geçer: “O (Rab) ki lütfuyla bizi Dârü’l-Mukameye
/ asıl oturulacak yurda (cennete) yerleştirdi. Artık orada bize ne bir yorgunluk
dokunacak, ne de orada bize bir usanç gelecektir.” 133
8- Cennetü’l-Me’vâ: Cennetu’l-Me’vâ da bir âyette geçer.
“İman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar için Me’vâ cennetleri
vardır.” 134
128] Üzüm ve Benzeri Nimetler Bulunan Bağ-Bahçe Anlamına Gelen “Firdevs” Cennetinin
Geçtiği Âyetler (Toplam 2 Yerde): 18/Kehf, 107; 23/Mü’minûn, 11.
129] 18/Kehf, 107
130] 10/Yûnus, 26
131] Cennetin Adı veya Tabakası Olarak Zikredilen ve Esenlik Yurdu Anlamına
Gelen “Dâru’s-Selâm” İfâdesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 2 Yerde): 6/
En’âm, 127; 10/Yûnus, 25.
132] 10/Yûnus, 25
133] 35/Fâtır, 35
134] 32/Secde, 19
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 72 -
Bu isimlerin dışında, “ev, konak, şehir, ülke” anlamlarına gelen
“dâr” kelimesi, Kur’an’da dâru’l-huld (ebediyet / sonsuzluk yurdu),
dâru’l-âhire (âhiret yurdu), âkıbetü’d-dâr, ukbe’d-dâr (dünya yurdunun
sonu) terkipleriyle cennet anlamında kullanılmıştır.
Kur’an’da zikredilen bu isimler, cennetin tabakaları olarak
da kabul edilmektedir. Bu tabakalardan her birinde, mü’minlerin
yaptıkları iyi işler karşılığında girecekleri veya yükselecekleri
derece veya mertebeler vardır. Nitekim Müslim’in Ebû Said el-
Hudri’den rivâyet ettiği hadiste, Allah yolunda cihad edenlerin,
cihadları sebebiyle cennette yüz derece yükselecekleri, her derecenin
arasının ise, yer ile gök arasındaki mesafe kadar olduğu,
Hz. Peygamber tarafından haber verilmektedir.135 Hadiste sözü
edilen dereceler konusunda ise şu ihtimaller öne sürülmüştür. Bu
dereceleri zahiriyle anlamak mümkündür. Gerçekten söz konusu
derecelerin, zahirinden anlaşıldığı üzere, birbirinden daha yüksek
menziller (tabakalar) olması muhtemeldir. Buna karşılık, yükseklikten
kastın, cennetteki nimetlerin çokluğu, insanın veya bir başka
yaratığın hiç aklına bile gelmemiş, gönlünden dahi geçmemiş
iyiliklerin büyüklüğü veya çokluğu anlamında olması muhtemeldir.
Zira Allah Teâlâ’nın mücahide lutfettiği iyilik veya cömertlik
türleri birbirinden çok farklıdır, birbirinden üstündür. Buna göre,
nimetlerin fazilet (üstünlük) konusundaki farklılıkları uzaklık açısından
yer ile gök arasındaki mesafe gibidir.
Buhârî’nin bir rivâyetinde Hz. Peygamber, Allah yolunda savaşan
mücâhidler için cennette yüz derece (tabaka) hazırlandığını
ve iki derecenin arasının yerle gök arası gibi olduğunu haber vermekte
ve sözlerine devamla şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan istediğiniz
zaman Firdevs’i isteyin. Çünkü Firdevs, cennetin ortası ve cennetin
en yükseğidir. Firdevs’ten cennet nehirleri doğar.” 136
Bütün bu âyet ve hadislerden cennetin birçok tabakası olduğu
anlaşılmaktadır. Bu tabakalardan bazılarının daha yüce ve nimetlerinin
daha güzel veya daha efdal olması sebebiyle isimleri bize
bildirilmiştir. Firdevs cenneti, mertebece en yüksek olan cennet
tabakasıdır.
Cennetin Tasviri
Dinler tarihine dair araştırmalar, hemen her din ve inanç sisteminde
ölüm sonrası hesaplaşmanın, ceza veya mükâfatın varlığının
kabul edildiğini göstermiştir. Genel olarak İslâm âlimlerinin
135] Müslim, İmâre 116
136] Buhâri, Cihad 4
CENNET
- 73 -
cennet tasviri hakkında benimsedikleri görüş, onun mahiyetinin
bilinemeyeceği şeklindedir. Çünkü mü’min kullar için âhiret
hayatında hazırlanmış mutluluk vesilelerinin hiç kimse tarafından
tahayyül edilemeyeceğini ifade eden âyetten137 başka, Allah
Teâlâ’dan naklen bir hadis rivâyeti olarak meşhur metin de
bu hususu açıkça belirtmektedir: “Ben, sâlih kullarım için, hiçbir
gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer zihninin
tasavvur edemeyeceği mutluluklar hazırladım.”138 Dünya hayatında
beş duyu ve akıl alanlarındaki idrâkler, tabiat şartlarıyla kayıtlı
olduğuna göre nasslarda geçen tasvirleri aynı şartlar çerçevesinde
veya hayal gücüyle değiştirerek algılamak gerekir. Nitekim
bazı âyetlerde, cennet ve nimetleriyle ilgili dünya ve âhiret
idrâkleri arasında benzerliklerin bulunduğu ifade edilmiştir.139
İbn Abbas’tan yaygın olarak rivâyet edilen “Cennette isimlerden
başka dünyayı andıran hiçbir şey yoktur.” 140 ifadesi, ikisi arasındaki
mahiyet farklılığını belirten bir söz olsa gerektir.
Cennetin sekiz kapısının olduğu ilk dönemlerden beri kabul
edile gelmiştir. Ancak, cehenneme ait yedi kapının mevcûdiyeti
Kur’ân-ı Kerim’de açıkça zikredildiği halde141 cennetin sadece
kapılarının (ebvâb) bulunduğu ifade edilmiş ve sayıları hakkında
herhangi bir işarette bulunulmamıştır. Ancak, bazı hadis-i şeriflerde
cennetin sekiz kapısı olduğu belirtilmektedir. Bu hadis
rivâyetlerinin kapıların genişliği için verdikleri çok uzun mesafelere
bakılırsa, cennet kapıları, aynı zamanda onun bölümlerini de
ifade etmiş olmalıdır. Nitekim bazı eserler, sekiz cennet kapısının
adlarını kaydederken bazı küçük farklarla cennetin isimlerini
zikretmişlerdir. Sahih hadislerin belirttiğine göre, bu mekânlara
belli amel sahipleri girebilecektir. Mesela, namazlarını dosdoğru
kılanlar namaz kapısından, cihada katılanlar cihad kapısından, Allah
yolunda infak yapanlar sadaka kapısından, oruç tutanlar da
“reyyân” (suya kandıran) kapısından gireceklerdir. Cennet kapılarının
cehenneminkinden daha fazla ve cennetin tasavvur edilemeyecek
kadar geniş olması, cennet ehlinin cehennemliklerden
çok olacağını gösterir. Nitekim bir hadiste, cennete gireceklerin
yerlerini aldıktan sonra orada yine boş yer kalacağı, bunun için
Cenâb-ı Hakk’ın yeniden bazı nesiller yaratıp cenneti dolduracağı
ifade edilmiştir. 142
137] 32/Secde, 17
138] Buhâri, Tefsir 1; Müslim, Cennet 2-5
139] 2/Bakara, 25; 47/Muhammed, 6
140] Makdisî 1/194
141] 15/Hıcr, 44
142] Buhâri, Tefsir 1; Müslim, Cennet 34
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 74 -
Cennet, sadece bağ ve bahçelerden ibaret olmayıp bunların
yanında kendilerine has maddelerden oluşan nesneleri ve
tesisleri de mevcuttur. İman ve sâlih amel sahibi kimselerin ebediyet
âleminde ravzâtü’l-cennâtta (cennetlerin has bahçelerinde)
yaşayacaklarını ifade eden âyette143 yer alan ve sözlük anlamları
bakımından her ikisi de bahçe anlamına gelen ravzât ile cennât
kelimelerinden ikincisine “tesis” manasını vermek gerekir. Birçok
âyette sâlih mü’minlere vaad edilen cennetin çoğul şekliyle
kullanıldığına bakılırsa, birden fazla tesisin bulunduğu ve her
mü’mine bir mesken hazırlandığı anlaşılır. Cennetin, göklerin ve
yerin “arz”ı/genişliği kadar olduğunu ifade eden âyetlerin144 tefsiri
için şu farklı görüşler ileri sürülmüştür: 1- Cennetin tasavvur
edilemeyecek kadar geniş olduğunu ifade eden bir benzetmedir.
Buna göre arz; en, yani genişlik demektir. Bir alanın dar cephesini
genellikle onun genişliği oluşturduğuna göre cennetin uzunluğu
bu teşbih çerçevesinde çok daha fazla olacaktır. 2- Cennet, dünya
hayatında insanoğlu tarafından kavranabilen kâinat kadar değerlidir.
3- Madde âleminin insan idrâkine sunuluşu gibi cennet de
onun bilgi ve idrâkine sunulmuştur. Bu yorumlar içinde en çok
tercih edilen, birinci görüştür.
Kur’ân-ı Kerim’de cennet için “güzel meskenler”,145 “üst üste
kurulmuş konaklar” 146 ve “ev” 147 kavramları kullanılmak sûretiyle
onun maddî manada eleman ve tesislerden oluştuğu belirtilmiştir.
Cennet hayatıyla ilgili bazı tasvirler de bu gerçeği vurgulamaktadır.
Naslardan anlaşıldığına göre cennet ehli için çadırlar da kurulacaktır.
148 Onlar, Cuma günleri güzel kokular saçan rüzgârların
estiği bir çarşıyı dolaşacaklar, bu şekilde zarafetlerine zarafet katacaklardır.
149
Rahmân sûresinde, “Rabbinin huzuruna suçlu olarak çıkmaktan
korkan kimseler için iki cennet (cennetân) vardır.”150 denildikten sonra,
bu cennetlerin imkânlarından bahsedilmekte, ardından, o iki cennetten
başka (veya onların altında) iki cennet daha bulunduğu151
belirtilerek bunların da benzer imkânları tasvir edilmektedir. Müfessirler,
bu iki (veya dört) cennet hakkında cin ve insan türlerine
143] 42/Şûrâ, 22
144] 3/Âl-i İmran, 133; 57/Hadîd, 21
145] 9/Tevbe, 72; 61/Saff, 12
146] 39/Zümer, 20
147] 66/Tahrim, 11
148] 55/Rahmân, 72; Müslim, Cennet 23-25
149] Müslim, Cennet 13
150] 55/Rahmân, 46
151] 55/Rahmân, 62
CENNET
- 75 -
verilecek cennetler, iyiliklerin yapılması ve kötülüklerin terk edilmesine
karşılık verilecek iki cennet, iman ve sâlih amel için verilecek
cennet ile lutf-ı ilahi olarak fazladan ikram edilecek cennet
gibi bazı yorumlar yapmışlardır. Hz. Peygamberimiz bir hadisinde,
âhiretteki iki cennetten birinin kap kacak ve madenî eşyasının altından;
diğerinin de gümüşten olacağını ifade etmiştir.152 Sonuç
olarak bir mü’mine birden fazla cennetin veriliş hikmeti tam açık
bir şekilde anlaşılmadığı gibi, bunların kaç tane olacağı da bilinmemektedir.
Dünya hayatında mü’minlerin Allah’a itaat ve bağlılıklarının
aynı derecede olmadığı bilinmektedir; bunun sonucu olarak ceza
ve mükâfat derecelerinin de aynı olmayacağı haber verilmektedir.
153 Bununla ilgili bir hadiste, Allah yolunda cihad edenlere hazırlanan
cennetin “yüz derece” olduğu ve her derecenin gökle
yer arasındaki mesafe kadar birbirinden uzak bulunduğu haber
verilmiştir.154 Sahip oldukları nimetler açısından farklı mekânlar
olduğu anlaşılan bu derecelerin imanın hasletleri (şubeleri) kadar
yetmiş küsür olacağı, bu hasletleri kendisinde toplayanların bütün
dereceleri elde edeceği de söylenmiştir.
Cennet tasviriyle ilgili hadislerin içinde Firdevs ile Adn’in özel
durumları olduğu görülür. Rahmân sûresinde ayrı ayrı tasvir edilen
iki çift cennete bir açıdan açıklık getiren bir hadise göre Firdevs
cennetleri dört âdet olup, ikisinin bütün süsleri ve eşyaları
altından, ikisinin de gümüştendir; mü’minlerin cemâl-i İâhî’yi müşahede
edecekleri yer ise Adn’dir. Cennetteki dört nehrin fışkıracağı
yerin Firdevs olduğu zikredilir. 155
Kur’ân-ı Kerim’de yer alan cennet tasvirleri içinde, kelimenin
çoğul olarak kullanıldığı âyetlerin ekserisinde altlarından nehirlerin
aktığı ifade edilmiştir. İbn Kayyim’in de belirttiği gibi bu
âyetlerde geçen “taht” (alt) zarfı, cennet toprağının görünmeyen
alt tabakası demek olmayıp ağaçların, binaların ve benzeri tesislerin
zemini ve eteği anlamına gelir. Hadis olarak da nakledilen
bazı rivâyetlerden faydalanan âlimler, cennetteki nehirlerin nehir
yataklarında değil; yüzeyde aktıkları kanaatine varmışlardır. Cennet
nehirlerinin mevcudiyetini belirten âyetler, onların mahiyetleri
hakkında bilgi vermezken, Muhammed sûresi, 15. âyeti farklı bir
tasvir yapar. Buna göre cennette içimi bozulmayan su ırmakları,
tadı değişmeyen süt ırmakları ve süzülmüş baldan ırmaklar vardır.
152] Buhâri, Tevhid 34, Tefsir 1-2; Müslim, İman 296
153] 4/Nisâ, 96; 8/Enfâl, 4
154] Buhâri, Cihad 4; Müslim, İmâre 116
155] Buhâri, Tevhid 22; Tirmizî, Sıfatü’l-Cennet 4
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 76 -
Buhârî ile Tirmizî’nin birbirini tamamlar mâhiyette naklettikleri
bir hadis-i şerifte Hz. Peygamberimiz, Firdevs’in cennetin ortasını
ve üst kısmını teşkil ettiğini, dört nehrin de oradan çıktığını
haber vermektedir.156 Burada sözü edilen dört nehir, Muhammed
sûresinde anlatılan nehirler olmalıdır. Öyle anlaşılıyor ki, bu özel
nehirler diğer birçok âyette tekrarlanan genel nehirlerden ayrıdır.
Kur’ân-ı Kerim’in 108. sûresine adını veren ve “çok şey” anlamına
gelen Kevser’den ne kastedildiği müfessirler arasında tartışmalı
olmakla birlikte, Kevser’in cennetteki bir nehrin adı olduğu öne
çıkar. Muhtelif rivâyetlerle nakledilen hadislerde Hz. Peygamber,
cennette Kevser isminde bir nehrin kendisine verileceğini, bu nehrin
iki kenarında inciden yapılmış kubbelerin bulunacağını, akan
suyunun da hâlis misk gibi koku salacağını beyan etmiştir.157 Cenneti
tasvir eden bazı âyetler, orada su pınarlarının da bulunduğunu
haber verir: “Kötülüklerden korunanlar bahçelerde, gölgelerde ve
pınarların başında bulunacaklardır.”158 Rahmân ve Ğâşiye sûrelerinde,
akan pınarlardan söz edilmekte, diğer bazı âyetlerde de cennet
ehlinin bu pınarlardan su içeceği haber verilmektedir. 159
Sözlük anlamı “bağ, bahçe” olan cennette ağaçların bulunması
doğaldır. Çeşitli âyetlerde gölgelerden, dallardan, sarmaş dolaş
olmuş koyu yeşilliklerden, meyveleri kolayca toplanabilen ağaçlardan
bahsedildiği gibi, özel olarak hurma, nar, reyhan, kiraz,
muz gibi ağaç ve bitkilerden de söz edilir.160 Buhârî ile Müslim’in
rivâyet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber cennette, idmanlı ve
hızlı bir binicisinin, gölgesinde yüz yıl koştuğu halde sonuna ulaşamayacağı
kadar büyük bir ağacın bulunduğunu ifade etmiştir.
161 Hadisin çeşitli rivâyetlerini nakleden ibn Kesir’in Ahmed b.
Hanbel’den aktardığı bir rivâyette söz konusu ağaç, şeceretü’l-huld
olarak adlandırılmıştır. Hadiste zikredilen ağacı, bir ağaç türü olarak
anlamak, “yüzyıl”ı da çokluktan kinaye saymak mümkündür.
Daha çok halka hitap eden dinî edebî eserlerde söz konusu edilen
“tûbâ ağacı”nın mevcudiyeti ise kesin değildir. İman ve güzel amel
sahipleri için iyi bir ebediyet hayatının hazırlandığını ifade eden
âyet-i kerimedeki “tûbâ” kelimesi162 sözlükte “iyilik ve güzellik, iyi
ve güzel karşılanan her şey” anlamına gelir. Müfessirlerin bu kelimeye
verdikleri yedi sekiz kadar manadan biri de tûbâ ağacıdır.
156] Buhâri, Tevhid 22; Tirmizî, Sıfatü’l-Cennet 4
157] İbn Kesir II/400-407
158] 15/Hıcr, 45; 77/Mürselât, 41
159] Bk. 55/Rahmân, 50, 66;88/ Ğaşiye, 12; 76/İnsan, 6, 18; 83/Mutaffifin, 28
160] 55/Rahmân, 12, 68; 56/Vâkıa, 28-29
161] Buhârî, Bed’ü’l-halk 8; Müslim, Cennet 6-8
162] 13/Ra'd, 29
CENNET
- 77 -
Fahreddin Râzi’nin de belirttiği gibi kelimeyi sözlük anlamından
çıkarıp dar bir alana tahsis etmek doğru değildir. Bunun yerine
“ebedî saâdete vesile olan her güzel şey” manası verildiği takdirde
bağ, bahçe ve ağaçlar da dâhil olmak üzere her imkân kelimenin
kapsamına alınmış olur.
Bir hadislerinde Rasûlullah (s.a.s.) cennetin gümüş ve altın
kerpiçten yapıldığını, harcının misk, taşlarının inci ve yakut olduğunu,
oraya girenlerin bolluk ve refah içinde, üzüntüsüz ve
kedersiz yaşayacağını, ebedî kalacaklarını, ölmeyeceklerini, elbiselerinin
eskimeyeceğini ve gençliklerinin yok olmayacağını
ifade eder. 163
“Cennet, takvâ sahiplerine, uzak olmayarak yaklaştırılmıştır. İşte size
va’d olunan, gördüğünüz şu cennettir ki, o, Allah’a yönelen, emirlerine
riâyet eden, görmediği halde Rahmân’dan korkan ve Allah’ı tâatine yönelmiş
bir kalple gelen kimselere aittir.” 164
“Tevbe edenler, iyi amel ve harekette bulunanlar öyle değil. Çünkü
bunlar hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayarak cennete, çok merhametli
Allah’ın, kullarına gıyaben vaad buyurduğu Adn cennetlerine gireceklerdir.
O’nun vaadi şüphesiz yerini bulacaktır. Orada boş söz değil;
sadece selam duyarlar. Orada sabah akşam rızıkları da ayaklarına gelecektir.
O, öyle cennettir ki biz ona kullarımızdan gerçekten müttakî
olanları vâris kılacağız.” 165
“Adn cennetleri vardır ki altlarından ırmaklar akar. Onlar orada ebedî
kalıcıdırlar. İşte günahlardan temizlenenlerin mükâfatı.” 166
“Canların isteyeceği ve gözlerin hoşlanacağı ne varsa, hepsi
oradadır. Siz de orada devamlı olarak kalacaksınız. İşte bu, sizin çalıştığınız
ameller sebebiyle mirasçı kılındığınız cennettir. Sizin için orada çok
meyveler vardır, onlardan yiyeceksiniz.” 167
“İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger. (Yüzlerine)
parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir. Sabretmelerine karşılık onlara cenneti
ve oradaki ipekleri lutfeder. Orada koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar.
Ne yakıcı sıcak görürler orada, ne de dondurucu soğuk. Ağaçlarının gölgeleri
üzerine sarkar; kolayca koparılabilen meyveleri istifadelerine sunulur.
Yanlarında gümüş kaplar ve billur kâselerle, gümüşî beyazlıkta (billur
gibi) şeffaf kupalarla dolaşılır ki (cennet sakinleri bunlara dolduracakları
163] et-Tâc, c. 5, s. 402
164] 50/Kaf, 31-33
165] 19/Meryem, 60-63
166] 20/Tâhâ, 76
167] 43/Zuhruf, 71-73
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 78 -
cennet şarabını cennetteki insanların iştahları) ölçüsünde tayin ve takdir
ederler. Onlara orada bir kâseden içirilir ki karışımında zencefil vardır. (Bu
şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebil denir. Cennettekilerin etrafında
öyle ölümsüz genç hizmetçiler dolaşır ki, onları gördüğünde kendilerini
etrafa saçılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak, (yığınla) nimet
ve ulu bir saltanat görürsün. Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan
elbiseler vardır. Rableri onlara tertemiz içecekler içirir. Onlara: ‘İşte bu, sizin
işlediklerinizin karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer’ denir.” 168
En Büyük Zevk: Cennette Allah’ın Görülmesi
Mü’minler, cennette Allah’ı göreceklerdir; bu, onlar için en büyük
nimet olacaktır. Buna “rü’yetullah” denir. Bu hususta Kur’ân-ı
Kerim’de şöyle buyrulur: “O gün Rablerine bakan ışık saçan yüzler
vardır.”169 Rasûlullah da bir hadislerinde şöyle buyurur: “Siz gerçekten
tıpkı şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi gözle (açıkça) göreceksiniz.
O’nu görmekte haksızlığa uğramayacak, izdihama düşmeyeceksiniz.”170
Süheyb (r.a.)’in rivâyetine göre peygamberimiz (s.a.s.): “İyi iş ve güzel
amel işleyenlere daha güzel karşılık ve bir de ziyade (Allah’ı görmek)
vardır.”171 âyetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: “Cennetlikler
cennete girdiği zaman Allah şöyle buyuracak: ‘Size daha da vermemi
istediğiniz bir şey var mı?’ Cennetlikler de şöyle derler: ‘Yüzlerimizi ak
çıkarmadın mı, bizi cennete koymadın mı, bizi cehennemden kurtarmadın
mı? (Bunlar yeter)’ Rasûlullah sözlerine devam ederek: ‘Cenâb-ı Hak
perdeyi kaldırır, cennetliklere artık Rablerine bakmaktan daha sevimli
gelecek hiçbir şey verilmiş olmaz.” 172
Mü’minlerin Allah Teâlâ’yı cennette görmeleri, herhangi bir
yön, yer ve şekilden uzak olarak vuku bulacaktır. Bunun keyfiyeti
bizce meçhuldür. “Allah bilir” deriz. Kur’an ve sünnette bildirildiği
için rü’yetullah’a inanırız.
Cennet Hayatı
İnsanın Allah’a imana sarılıp O’na bağlanmasında, en büyük
kaygı ve korkusu olan yok olmaktan kurtulma ve Allah’ın kendisine
tükenmeyecek bir hayat bahşetmesi ümidinin büyük etkisi vardır.
Nitekim insanların kendi kendilerine yetmediklerini ve Allah’a
muhtaç olduklarını, Allah’ın dilerse onları yok edip yerlerine başka
varlıklar yaratabileceğini ifade eden âyetlerde173 bu hususa da
168] 76/İnsan, 11-22
169] 75/Kıyâme, 22-23
170] Buhârî, Mevâkît 16, 26
171] 10/Yûnus, 26
172] Müslim'in rivâyeti, et-Tâc, c. 5, s. 423
173] 35/Fâtır, 15-16
CENNET
- 79 -
işaret vardır. Ebedî mutluluğun simgesi olan cennete kavuşma
ümidi, bütün müslümanlar için hayatın birçok güçlüğüne göğüs
germeyi, fedakârlık göstermeyi göze aldıran bir faktör olmuştur.
İlk İslâm şehidleri Sümeyye - Yâsir ailesinin bu uğurda çektikleri
çilelerden günümüz İslâm dünyasındaki mücadelelere kadar
müslümanların davranışlarında cennet idealinin en önemli etken
olduğu şüphesizdir.
İslâm dini Allah’ın seçkin kullarına nasıl bir cennet hayatı vaad
etmektedir? Bu hayatın konu ile ilgili nasların birleştiği ve önemle
vurguladığı iki özelliği vardır: Arzulanan her şey ve ebediyet.
Bir âyet-i kerimede şöyle denilmektedir: “Gönüllerin özleyeceği,
gözlerin hoşlanacağı her şey orada vardır. Ve siz orada ebediyen
kalacaksınız.”174 Dünya hayatında duyu organlarıyla algılanamayan
meleklerin insanlara hizmet ettiği, onları koruduğu, Allah
yolunda yürüyenler için esenlik dilediği Kur’an’ın çeşitli beyanlarından
anlaşılmaktadır. Âhiret âleminde melekler inançlı ve dürüst
insanlara görünmeye başlayacaklar ve yeni hayata intibakları
sırasında korku ve üzüntüye düşmemelerini telkin ederek onlara
şöyle diyeceklerdir: “Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız.
Canlarınız ne isterse, gönlünüz ne dilerse burada sizin için hazırdır.
Bütün bunlar, merhamet eden ve bağışlayan Allah’ın bir ikramıdır.” 175
Hz. Peygamber, çeşitli münasebetlerle cennetteki sınırsız
imkân ve mutluluklardan söz ettiğinde yanında bulunanlar zaman
zaman cennette at, deve vb. şeylerin de bulunup bulunmadığını
sormuşlar, o da, “Allah sizi cennete koyarsa orada canınızın arzuladığı
ve gözünüzün hoşlandığı her şeyi bulursunuz.” şeklinde cevap
vermiştir.176 Hz. Peygamber, cennet hayatının imkân ve nimetlerinin
genel anlamda fevkalâde olduğunu belirtmekle birlikte ayrıntılı
tasvirlere girmemiştir. Cennet halkının arzu ettiği her şeyin
gerçekleşeceği ilkesine karşı, “başkalarına zarar verici, erdemsiz,
çelişkili oluşu sebebiyle imkânsız şeyler talep edilirse durum ne
olacak?” şeklinde teorik olarak bir itiraz ileri sürülebilirse de, cennete
girecek insanlar fizyolojik ve psikolojik kusurlardan arınmış
olacaklarından pratikte böyle bir talebin vuku bulmayacağı açıktır.
Cennet Nimetleri
Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadislerde mevcut beyanlara dayanarak
cennet nimetlerinin ana özelliklerini şu şekilde tespit etmek
mümkündür:
174] 43/Zuhruf, 71
175] 41/Fussılet, 30-32
176] Tirmizî, Sıfatü’l-cennet 11
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 80 -
1- Sonsuz lüks ve konfor,
2- Sürekli barış ve huzur,
3- Cennet ehlinin hem bedenî, hem ruhî bakımdan son derece
güçlü ve yetenekli olmaları,
4- Mânevî tatmin (rızâ),
5- Allah’ı görmek, O’nunla konuşmak,
6- Bütün bunları saran bir ebediyet.
İnsanın irade ve tercihini kullanarak tekâmülünü sürdürebileceği
yer dünya hayatıdır ve buradaki manevî tekâmül, iman
ve sâlih amel ölçüsüne bağlanmıştır. Bir bekleyiş merhalesi olan
Berzah döneminden sonra başlayacak âhiret hayatında, dünya
tekâmüllerini sekteye uğratmayanlar, öyle anlaşılıyor ki, fizyolojik
ve psikolojik yönlerden son bir operasyon ve arındırmaya tâbi
tutulduktan sonra cennete alınacaklardır. Müslim’in rivâyet ettiği
bir hadiste Hz. Peygamberimiz, kıyamet günü cennet kapısını ilkin
kendisinin çalacağını ve ondan önce bu kapının kimseye açılmayacağını
söylemiştir.177 Cennete giriş sırasında bütün mü’minler
görevli melekler tarafından karşılanacak ve melekler: “Selam olsun
sizlere! Saâdetler içinde olun, bir daha çıkmamak üzere cennete
buyurun!”178 diyeceklerdir.
Buhârî, Müslim ve Tirmizî’nin çeşitli rivâyet kanallarından
aktardıkları hadislere göre179 mü’minler dolunay veya parlak yıldızlar
gibi ışıklar saçarak cennete girecekler, orada diledikleri
gibi yiyip içtikleri halde abdest bozma ihtiyacı hissetmeyecekler,
sümkürüp tükürmeyeceklerdir. Aldıkları gıdaların sindirimi hoş
kokulu geğirti ve terden başka bir külfet getirmeyecektir. Cennet
halkına yorgunluk ve usanç gelmeyeceği için180 uykuya da
ihtiyaç duymayacaklardır.
Cennet ehlinin imkânlarını dile getiren bir hadiste onlara
şöyle nida edileceği kaydedilir: “Daima sağlıklı olacak, asla
hastalanmayacaksınız; sonsuza kadar yaşayacak, hiç ölmeyeceksiniz;
her an gençliğinizi koruyacak ve hiçbir zaman ihtiyarlamayacaksınız;
sürekli nimetler içinde olacak ve asla güçlükle
karşılaşmayacaksınız.”181 Konu ile ilgili hadislerin bazı
177] Müslim, İman 333
178] 39/Zümer, 73
179] Buhârî, Bed’ü’l-halk 8; Müslim, Cennet 14-22; Tirmizî, Sıfatü’l-cennet 7
180] 35/Fâtır, 35
181] Müslim, Cennet 22
CENNET
- 81 -
rivâyetlerinde cennete girecek erkeklerin ataları Âdem’inki gibi
bir bünyeye sahip olacakları, hatta 60 arşın boyunda bulunacakları
anlatılır. Ayrıca bu erkeklerin daima 33 yaşında olmakla birlikte
bıyıkları yeni terlemiş sakalsız gençler görünümü arz edeceklerinden
de söz edilir. Kadınların ise çok güzel tenli ve çok değerli elbiselere
bürünmüş halde bulunacakları ifade edilir.
Cennet ehlinin ruhî portreleri konusunda en çok vurgulanan
özellik, onların gönüllerinde kin ve nefretin bulunmayacağı hususudur.
“Gönüllerindeki kini söküp atacağız”182 şeklindeki ifadeler,
cennete gireceklerin mânevî bir arındırma operasyonuna tâbi tutulacağının
delilidir. Yine ilgili âyet ve hadislerin beyanına göre
cennette kusursuz bir ahlakî hayat yaşanacak, cennetlikler arasında
anlamsız ve gereksiz konuşmalar, suçlamalar olmayacak,
tam bir dostluk ve kardeşlik hayatı hüküm sürecektir. 183
Kötülüklerden korunmayı başaranlar meleklerden gelen iltifatlarla
cennete girecekleri sırada şöyle diyeceklerdir: “Bize karşı
vaadini gerçekleştirip dilediğimiz yerinde yerleşebileceğimiz cennete
bizleri vâris kılan Allah’a hamdolsun!”184 Âyetin ifade tarzından,
mü’minlerin yerleşim açısından serbestlik içinde olacakları anlaşılmaktadır.
Rahmân sûresinde sözü edilen iki veya dört cennetin
bir anlamı da bu olmalıdır.
Cennet meskenlerindeki yaygı, sergi vb. ev eşyasının son derece
lüks olması yanında yiyecek ve içeceklerin, ayrıca giysilerin
de olağanüstü zevk verici özelliklere, temizlik ve zarafete sahip
olacağı muhtelif âyetlerde yer yer ayrıntılı olarak tasvir edilir.
Hadislerde belirtildiğine göre cennet ehline ilk verilecek yemek,
havyar ziyafetidir.185 Cennette ekmek, et, meyve, tatlı, ayrıca su,
süt ve şarap gibi yiyecek ve içecekler mevcut olmakla birlikte,
bunların dünyadaki benzerleriyle isimden başka bir münasebetinin
bulunmayacağı âlimlerce belirtilir. Nitekim fevkalâde zevk
veren cennet şarabı kadehler dolusu içileceği halde sarhoşluk ve
rahatsızlık vermeyecektir.186 Cennet halkının beslenme rejiminde
meyvelerin önemli bir yer tuttuğu çeşitli âyetlerin beyanlarından
anlaşılmaktadır.
Cennet hayatının nimetlerini dile getiren nassların ayrıntılı anlatımları
ve bunların hayal ettirdiği cismanî zevkler, bazı yabancı
182] 7/A’râf, 43
183] 15/Hıcr, 47; 56/Vâkıa, 25; Müslim, Cennet 16-17
184] 39/Zümer, 74
185] Buhârî, Enbiyâ 1; Müslim, Münâfikıyn 30
186] 37/Saffat, 45-47; 47/Muhammed, 15
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 82 -
araştırmacıların eleştirilerine konu olmuştur. Hâlbuki cennet hayatının
nimetleri bu cismanî zevklerden ibaret değildir. Cennet
halkı, asıl mutluluğu manevî tatminde bulacak, onlar nefes alıp
vermek kadar tabii bir şekilde Allah ile irtibat kuracak, cemalini
müşahede ederek O’nunla konuşacaklardır. Aradaki derin
mâhiyet farkına rağmen uhrevî hayat, dünya hayatına benzer şekilde
devam edeceğine göre oradaki konfor da buradaki konforla
bir bakıma bağlantılı olacaktır.
Deney dünyasından aldığı izlenimler sayesinde idrâk gücüne
sahip olan insana bu idrâkin sınırlarını aşan kavramlarla herhangi
bir konuda fikir vermek mümkün değildir. Dünya hayatındaki
cismanî zevklerin ruhun yücelişine engel teşkil ettiği genellikle kabul
ediliyorsa da bunun uhrevî hayatta da aynı mahiyette olacağı
söylenemez. Çok değişik zamanlardaki çok değişik kitlelere hitap
eden dinin bu dünya ile paralellik arz eden bu üslûbun özendirici
ve etkileyici özellikler taşıdığı da bilinen bir gerçektir.
Cennette Cinsî Zevkler
“Gerçekten cennetlik olanlar, o gün eğlenceyle meşguldürler.” 187
“O cennetlerde gözlerini kocalarından başkasına çevirmeyen hanımlar
vardır ki, bu kocalarından önce kendilerine ne bir insan dokunmuştur,
ne de bir cin.” 188
“Onlar yakut ve mercan gibidirler.” 189
“Doğrusu Allah’a karşı gelmekten sakınanlara kurtuluş, bahçeler,
bağlar, göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar ve dolu kadehler vardır.
Orada boş ve yalan söz işitmezler. Bunlar Rabbinin katından hesapları
karşılığı verilenlerdir.” 190
“Cennette onlar için işlediklerine karşılık olarak sedefteki inciler gibi
hûriler/ceylan gözlüler vardır.” 191
“Biz hûrileri/ceylan gözlüleri (cennetlikler için) yeniden yaratmışızdır.
Onları, bâkire, şuh, eşlerine düşkün ve yaşıtları kılmışızdır.” 192
“Ebedî gençliğe erdirilmiş genç hizmetçiler, baş ağrısı ve dönmesi
vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kâseler, ibrikler ve
187] 36/Yâsin, 55
188] 55/Rahmân, 56
189] 55/Rahmân, 58
190] 78/Nebe', 31-36
191] 56/Vâkıa, 22-23
192] 56/Vâkıa, 35-37
CENNET
- 83 -
kadehlerle (cennetliklerin) etrafında dolaşırlar.”193
Cinsiyetin insan hayatında önemli bir yer tuttuğu şüphesizdir.
Kur’an’da vurgulandığı üzere194 karşı cinsler hayatlarını birleştirmekle
bedenî ve ruhî tatmin bulmaktadırlar. Aynı tatminin
uhrevî hayatta da devam etmesi tabiidir. Cennet tasviriyle ilgili
çeşitli âyet ve hadislere göre cennette hem dünya kadınları hem
hûriler bulunacaktır. Âyetlerde geçen “tertemiz zevceler” ifadesi195
hûrilerle birlikte dünya kadınlarını da kapsamına almaktadır.
Cennete giriş öncesinde mü’minlere uygulanacak bedenî ve
ruhî arındırma operasyonu sonunda, kadınların cinsî hayatlarına
olumsuz etki yapan, mutluluklarını bölen fizyolojik ârızâların ve
ruhî depresyonların tamamen giderileceği anlaşılmaktadır. Çeşitli
âyet ve hadislerde cennet kadınlarının güzelliği, zarafeti ve çekiciliği
konusunda canlı tasvirler mevcuttur. Bir rivâyette huriler,
kendi ayrıcalıklarından söz edecekleri bir sırada cennetteki dünya
kadınları, dünya hayatında işledikleri güzel ameller sebebiyle onlardan
üstün olduklarını ifade edecekler ve onları susturacaklardır.
Bir erkeğin kaç eşe, özellikle kaç dünya kadınına sahip olacağı
hususunda farklı görüşler ileri sürülmesine rağmen, bu konuda
sahih rivâyet Buhârî ile Müslim’de yer alan hadistir. Buna göre
cennetteki her erkeğe “zarif ve şeffaf tenli” iki kadın verilecek ve
orada evlenmemiş kimse kalmayacaktır.196 Kadınların ikisi de hûri
veya dünya kadını olabileceği gibi birinin hûri, birinin de dünyalı
olması muhtemeldir.
“İri gözlerinin beyazı saf, siyahı koyu, gümüş berraklığında
beyaz tenli kızlar” anlamına gelen hûrilerin cennet erkekleri için
farklı bir yapıya sahip kılınarak yaratıldığı ve “erkeklerine düşkün,
başkalarında gözü olmayan, kimse tarafından dokunulmayan, inci tenli,
yakut yanaklı, yaştaş genç kızlar” gibi özelliklerle vasıflandırıldıkları
çeşitli âyetlerde görülür. Hûrilerin sayısı hakkında değişik ve doğrulukları
sabit olmayan rivâyetler mevcuttur. Genel eğilim, her
erkeğe dünya hanımlarından iki, hûrilerden ise birkaç tane verileceği
yolundadır.
Cennetteki cinsî hayatla ilgili tasvirlerde güzellik, çekicilik vb.
faktörler kadınlara nisbet edildiği halde bu tür tasvirlerin sağladığı
özendirici sonuç ve avantajların genellikle erkekler için söz konusu
edildiği ve kadının âdeta erkeğin zevklerini tatmin eden bir
193] 56/Vâkıa, 17-19
194] 30/Rûm, 21
195] 2/Bakara, 25; 3/Âl-i İmran, 15
196] Buhârî, Bed'ü'l-halk 8; Müslim, Cennet 14
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 84 -
vasıta olarak gösterildiği şeklinde bir itirâzın ileri sürülmesi mümkündür.
Arap dilinde kadınlı erkekli bir topluluğa hitap edilirken
veya onlara yönelik açıklamalar yapılırken müzekker/eril sigaların
kullanıldığı bilinmektedir. Ayrıca hemen bütün toplumların sanat
ve edebiyatlarında kadın zarâfet ve câzibenin odak noktası olarak
kabul edilmiş, aşk şiirleri ve diğer sanat alanlarının ana teması
kadın olmuş, büyük bir çoğunlukla kadın talep eden değil; talep
edilen konumunda bulunmuştur.
Aynı üslûp ve yaklaşımın cennetteki cinsî hayatın tasvirinde
de hâkim olduğu anlaşılmaktadır. Kimsenin bekâr kalmayacağı
cennet hayatında erkeğe -biri dünya kadını, biri de hûri olmak
üzere- en az iki eş verileceği halde kadının birden fazla kocaya
sahip bulunmaması da aynı temaya bağlı olmalıdır. Gerçekten
dünya hayatında kadın psikolojisi üzerinde sürdürülen çalışmalar,
yapılan anket ve araştırmalardan onun monogam olduğu, gönül
ve hayal âleminde sadece bir erkeğe yer verdiği anlaşılmıştır. Bu,
aynı zamanda insan türünün devamını sağlayan ana rahminin korunması,
dolayısıyla nesebin tayini ve neslin bekası için de gereklidir.
İslâmiyet’te dini kabullenme ve İlâhî buyrukları yerine getirme
hususundaki sorumluluk ferdî/kişiseldir, kimse diğerinin dinî
yükümlülüğünü taşımadığı gibi bunun olumlu veya olumsuz sonuçlarına
da muhatap olmaz.197 Ancak iman ve ameliyle cennete
girmeye hak kazanmış aile fertleri arasında Allah katında değeri
en üstün olanın diğerlerini yanına alabileceği kabul edilmektedir.
Dünyada birden fazla erkekle evlenmiş kadının cennette bunlardan
hangisinin eşi olacağı meselesi ashabdan itibaren düşünülmüştür.
Bâkire olarak ilk evlendiği erkekle veya son kocasıyla
bulunacağı şeklinde iki ayrı kanaat yanında, hadis olduğu ileri sürülen
iki farklı rivâyete dayanılarak huyu daha güzel olanla veya
tercih edeceği bir kocasıyla beraber bulunacağı söylenmiştir.198
Dünya hayatında meşru evlenmelerle kurulan ailelerin cennette
aynen devam etmesi nazarî/teorik olarak mümkün görülmekle
birlikte cennete girmeye hak kazanamayanların, birden fazla evliliklerin
durumu farklılıklar meydana getirecektir. Bu bakımdan
cennetteki aile hayatını dünyadakinin devamı gibi telakki etmek
isabetli görünmemektedir. Cennette bulunacak dünyalı kadın ve
erkek kesimi arasında evlenme açısından kendiliğinden bir denkliğin
oluşması muhtemeldir. Bir hadiste belirtildiğine göre Allah
197] 35/Fâtır, 18
198] İbn Kesir, c. 2, s. 548
CENNET
- 85 -
cennet için yeniden bazı nesiller (kadın ve erkekler) yaratacaktır.
Kadınlı erkekli eşlerin sayısını tamamlamak ve dengeyi sağlamak
için bu yeni nesillerden faydalanılması mümkündür.
Amaç, Cismanî Zevkler Sağlayan Cennet Nimetleri Değil;
Allah’ın Rızâsıdır
Bedenî ihtiyaçları gideren ve cismanî zevkler sağlayan cennet
nimetleri aslında cennet sakinleri için amaç değildir. Ulaşılmak istenen
asıl hedef Allah rızâsıdır. İnsan için bu rızâya nail olmak,
Allah’ın kendi katından bedene bahşettiği ruhu199 yine O’na yöneltmek,
O’nu müşahede etmek, O’nunla konuşmaktır. Müslümanlar
arasında minnet ve şükran duygularını dile getirmeye vesile
olan en samimi ve en yaygın dua ifadesi, “Allah râzı olsun!”
cümlesidir. Allah’ın dostları O’na en yakın olan, O’nun rızâ ve
muhabbetini kazanan, O’nu gönülden sevip rızâ ve teslimiyetle
en büyük mutluluğa erenlerdir. Cennet ve Allah rızâsı münasebetini
dile getiren bir âyette, “Allah mü’min erkeklerle mü’min
kadınlara içlerinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan
cennetler, Adn bahçelerinde güzel meskenler vaad etti. Allah’ın
rızâsı ise hepsinden daha üstündür. İşte en büyük saâdet budur.”200
denilerek uhrevî saâdetin bu manevî unsurunun, maddî içerikli
kavramlarla anlatılan diğer bütün nimetlerden daha değerli olduğu
açıkça ifade edilmiştir. “Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan
râzı/hoşnut, O da senden râzı/hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin)
kullarım arasına katıl ve cennetime gir!”201 Sahih hadislerde belirtildiği
gibi bütün mü’minler cennetteki yerlerini aldıktan sonra
Cenâb-ı Hak kendilerine hitap ederek hallerinden memnun olup
olmadıklarını soracak, onlar da son derece memnun olduklarını
ifade edeceklerdir. Bunun üzerine Allah, “Size bundan daha değerli
bir şey veriyorum: Size rızâmı saçıyorum, artık size gazabım
bir daha dokunmayacak” diyecektir.202
Cennet, (dolayısıyla cehennem ve âhiret hayatı) sadece ruhlar
âleminde değil; ruh ve bedenden oluşan, ayrıca bağı bahçesi,
nehri, yapısı vb. bulunan bir maddeler ve realiteler dünyasında
başlayıp devam edecektir. Sadece Kur’an âyetleri çerçevesinde
bile mevcut nassların içerdiği maddî unsurları, manevî ve ruhî
anlatımlar veya sembollerle te’vil etmek mümkün değildir. İmam
Gazali, cennet zevklerinin hissî, hayalî ve aklî olmak üzere üçe ayrıldığını
ve herkesin kendi kabiliyetine göre bunların tamamından
199] 15/Hıcr, 29
200] 9/Tevbe, 72
201] 89/Fecr, 27-30
202] Müslim, Cennet 9
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 86 -
veya bir kısmından faydalanacağını kabul etmiştir. Dünya hayatında
özellikle hayalî ve aklî zevklerin kusuru olan kesintiler âhirette
bertaraf edilip bu zevkler süreklilik kazandığında son derece
câzip olurlar. 203
Cennetlikler
Kur’an ve sünnette ifade buyrulduğuna göre, peygamberlerin
davetine uyup iman eden ve amel-i sâlih işleyen kimseler
cennete gireceklerdir. Bu kimseler cennetliktir. Esasen Allah’a ve
insanlara karşı görevlerini yerine getirmekle insan daha dünyada
iken manevî bir huzura kavuşur, maddî refah sağlanır ama tam
manasıyla huzur ve kardeşlik cennette gerçekleşir: “Takvâ sahipleri,
elbette cennetlerde ve pınarlardadır. Girin oraya selametle, emin olarak.
Biz, o cennetliklerin kalplerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler
olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar. Orada kendilerine hiçbir
zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılacak da değiller.” 204
Kur’ân-ı Kerim namazını eksiksiz kılanların, malından bir
kısmını yoksullara ayıranların, ceza-hüküm gününe inananların,
Allah’ın gazabından korkanların, ırzlarına sahip olanların, sözlerine
ve emanete sadık kalanların, doğru şahitlikte bulunanların
cennete gireceklerini bildirmektedir.205 Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın
rızâsını dileyerek sabredenlere206, şükredenlere207, yürekten tevbe
edenlere208, Allah yolunda canını fedâ eden şehidlere209 ve
Allah’a yönelmiş bir kalple idealize olmuş müslümanlara “Allahın
ölçüsünde Allah’a yönelenlere”210 içinde ebedî kalınacak cennete
girecekleri yüce Rabbimiz tarafından müjdelenmiştir.
Cennetliklerin hallerini dile getiren Kur’an âyetlerinden bazılarında
şöyle buyrulur:
“İman edip sâlih amel işleyen kimseleri, Rableri, imanları sebebiyle,
ağaçları altından ırmaklar akan, nimeti bol cennetlere hidâyet buyurur.
Bunların, cennette duaları: ‘Allah’ım, seni tesbih ve tenzih ederiz,’ sözüdür
ve aralarındaki dilekleri de hep selamdır. Dualarının sonu ise; ‘bütün
hamd, âlemlerin Rabbine mahsustur’ gerçeğidir.” 211
203] Hasan Eker, A.g.e. s. 90
204] 15/Hıcr, 45-48
205] 70/Meâric, 23-29, 33
206] 13/Ra'd, 20-23
207] 46/Ahkaf, 15-16
208] 66/Tahrim, 8
209] 2/Bakara, 154
210] 50/Kaf, 31-34
211] 10/Yûnus, 9-10
CENNET
- 87 -
“Kim de O’na bir mü’min olarak sâlih amel işlemiş olduğu halde varırsa,
işte onlara en yüksek dereceler var. Adn cennetleri vardır ki, (ağaçları)
altından nehirler akar, orada ebedî kalacaklar. İşte böyle cennetlerde
ebedî kalış, küfür ve isyandan temizlenenlerin mükâfatıdır.” 212
Kur’ân-ı Kerim’de, cennet hayatı ve cennetlikler hakkında çok
sayıda âyet vardır.
İmran b. Husayn’dan (r.a.) rivâyete göre Hz. Peygamber (s.a.s.)
cennet ehlinin çoğunun fakirler olduğunu ifade buyurmuşlardır.213
Hadis yorumcuları bunu şöyle açıklarlar: Birçok kötülüğü insana
para işletir. Çoğu insan para ve mal yüzünden azar. Onun için
veya maldan mahrum fakirler çoğunluğu oluşturduğundan, bunların
cennet ehlinin çoğunluğunu teşkil etmesi de olağandır.
Cennete ilk giren bir cemaatin yüzleri ayın on dördüncü gecesindeki
gibi berraktır. Onlardan sonra girenler de en keskin ışık
yayan yıldızlar gibidir. Hz. Muhammed ümmetinden yetmiş bin
kişi hesap ve azap görmeksizin ilk olarak cennete girecektir. 214
Hadislerden öğrendiğimize göre cennete en son girecek kimseye,
bu dünyanın iki misli (diğer rivâyette on misli) kadar cennet
verilecektir.215 Çeşitli rivâyetlerle sâbittir ki, son sözü kelime-i
tevhid olan kimsenin mükâfatı cennettir.216 Bu durumu hadisçiler
şöyle yorumlarlar: Sadece “Lâ ilâhe illâllah” demekle, birinin müslümanlığına
hükmedilmez; “Muhammedün Rasûlullah” sözünü
de eklemesi gerekir. Hatta İslâm dininden başka bütün dinlerden
uzak olması icap eder. Bu inançta olan kimse, ehl-i kebâir (büyük
günah işleyen) de olsa, günahı kadar cehennemde ceza gördükten
sonra cennete girecektir. Nitekim Muaz b. Cebel’in (r.a.) Hz.
Peygamber’den rivâyet ettiği şu hadis meseleyi açıklığa kavuşturur:
“Hiçbir kimse yoktur ki, kalben tasdik ederek Allah’tan başka ilâh
olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)’in, Allah’ın kulu ve rasûlü olduğuna
şehâdet etsin de, Allah ona cehennemi haram etmiş olmasın.” 217
Cennet hayatı ve cennet nimetleriyle ilgili çok sayıda hadis-i
şerif vardır.
“Lâ ilâhe illâllah Muhammeddün Rasûlullah” diyen ve bunun
gereğince iman edip sâlih amel işleyen her insan Allah’ın izniyle
mutlaka cennete girecektir. Cennetlikler, hastalık, sakatlık,
212] 20/Tâhâ, 75-76
213] S. Buhârî, Tecrid-i Sarih Tercümesi, c. 9, s. 40
214] S. Buhârî, Tecrid, c. 4, s. 41-43
215] S. Buhârî, Tecrid, c. 2, s. 845
216] S. Buhârî, Tecrid, c. 4,s. 264-275
217] S. Buhârî, Tecrid, c. 4, s. 271
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 88 -
ihtiyarlık, huysuzluk vs. hallerden uzak olarak yaşayacaklardır.
Modern hayatın içinde bunalmış, özlediği hayatı sadece düşünüp,
hayallerinde yaşayabilen bir insanlık var. Modern hayat huzur
ve mutluluk vaad etmişti. Ama vermediği gibi huzursuzluğu
arttırdı. Bugün insanlık acılar içinde kıvranmaktadır. Beton binalar
arasında sıkışmış, gürültülü şehir yaşamının ve hayatın yoğunluğunun
ortaya çıkardığı stresin, kirli havayı teneffüs etmenin getirdiği
birtakım biyolojik rahatsızlıklar, Allah korkusundan uzak
yaşayan insanların sahtekârlıkları, çevirdikleri entrikalar ve işledikleri
zulümler hayatı cehenneme çevirdi. Tabiattan ve tabiatından
bu kadar uzaklaşan insan sanal/yapay şeylerle kendisini avutuyor.
Evindeki akvaryumuyla, birkaç saksısıyla, kafesteki kuşuyla ve vazolara
koyduğu birkaç plastik veya gerçek çiçekleriyle kendine yapay
bir tabiat oluşturmaya çalışıyor. Sinema ve film dünyası yeterli
gelmedi; bilgisayar oyunları ve stimülasyonlarla her şey sanallaştı,
oyunlaştı. Fakat bütün bunlar, insanın streslerini atmaya, huzurlu
olmasına yetmiyor. Artık hafta sonları bir su başında, birkaç ağacın
dibinde geçirilen piknik saatleri de tatmin etmemeye başladı.
Tabii ardından geriye özlem, yani nostaljik duygular kendini gösterip
insanı avutma ve oyalama görevini üstlendi.
Günümüz insanı, bilim-teknoloji derken, bunları putlaştırdı.
Ancak Allah’ın huzurunda elde edilebilen “huzur”u teknolojinin
sağlayacağı ümidiyle yıllarca koştu. Yolun sonlarına doğru
gelmesine rağmen baktı ki ortalarda cennet olmadığı gibi yaşam
eskisinden de kötü oldu. İşte bu insanlardan bazıları “acaba cennet
geçtiğimiz yollarda idi de biz mi göremedik? Dönüp bir daha
bakalım!” dediler. Kısacası nostalji; cenneti dünyada aramanın
şaşkınlığıdır. Fakat insanlar kusura bakmasınlar, cenneti dünyada
asla bulamayacaklar. Çünkü dünyada cennet yok; Cennet, ölüm
ötesi dünyaya ait bir yerdir.
Cennetle ilgili birçok âyetlerde “altından ırmaklar akan cennetler”
ifadeleri geçer. Bugün özellikle zengin insanların yaptırdıkları
veya satın aldıkları villaların denize nâzır olanlarının ne kadar pahalı
ve değerli olduğunu biliyoruz. Niye değerli? Çünkü balkonuna
çıkıp oturduğunuz zaman karşınız deniz. Bakanlara serinlik ve
ferahlık veriyor. “Defterleri sağdan verilenler, ne mutlu o sağ ehline!
Yüklü dalları bükülmüş kiraz (ağaçları), üst üste dizili meyveleri sarkmış
muz ağaçları, yayılıp uzanmış gölgeler, çağlayarak akan su kenarlarında,
bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasındadırlar.”218
Ne kadar güzel bir tatil yeri! Tatil yapanların oradan hiç ayrılmak
218] 56/Vâkıa, 27-33
CENNET
- 89 -
istemeyecekleri bir yer. Dünyadaki hemen tüm tatil köyleri ve dinlenme
kampları genellikle bir su kenarında ve yeşil bir ortamda
tesis edilmişlerdir. Allah da buralara uygun ifadelerle cenneti tasvir
etmiş. Fakat oradaki tatil yerleri hem ebedî, hem hakiki, hem
de insanların akıllarına bile getiremedikleri nimetlerle dolu.
Cehennem Korkusu - Cennet Ümidi
(Allah ile İlişkilerimizde Denge)
Kur’an insanlara öğüt verirken onların duygularını dengede
tutmaya çalışır. O mü’minlerle kâfirleri, cennetle cehennemi,
iyi davranışlarla kötü davranışları, amel defterlerini/karnelerini
sağdan alanlarla soldan alanları peş peşe anlatır. Ne aşırı şekilde
tek taraflı ümitlenmek, ne de tek taraflı korkmak, ikisi de hoş
olmayan sonuçlara götürür. İnsan, aşırı şekilde sadece ümitlenirse
lâubali, şımarık olur. Ve bu hal Allah’la ilişkilerinde de görülür.
Kulluğu hafife alır, ciddiyetini kaybeder. Bu durum şeytanın insanı
Allah ile aldatmasına yol açar. Kur’an’da şeytanın insanı Allah ile
aldatmasına dair birçok âyet vardır. Bunlardan biri şudur: “Allah’ın
affına güvendirerek şeytan sizi aldatmasın.”219 İnsan bazen günah
dolu bir hayat içerisinde yaşarken biri kendisini Allah’tan korkmaya
davet edip günahlardan alıkoymaya çalıştığında, hemen
Allah’ın çok merhametli ve affedici olduğunu söyleyerek o günahı
işlemeye devam eder. Bu, Allah’ı yanlış tanımadır.
Şüphesiz Allah’ın affedici ve çok merhametli olması, hiçbir zaman
insanın O’na isyan etmesini, günah işlemesini gerektirmez.
İnsanın aşırı şekilde, tek taraflı korkuya kapılması, bu defa insanı
ümitsizliğe sevk eder. Ümitsiz yaşamak insanda karamsarlık ve hayata
karşı duyarsızlık oluşturur.220 “Onlar Rablerine, azabından korkarak
ve rahmetinden ümitvar olarak dua ederler.”221 “Gerçekten onlar
hayır işlere koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi ve bize derin
saygı gösterirlerdi.” 222 “O’na korkarak ve umarak dua ediniz.” 223
Yalnız dünya için çalışanlar, çalıştıklarının karşılığını bu
dünyada alırlar. Âhiret yurduna hazırlık yapanlar ise hem bu
dünyada hem de âhirette karşılığını en güzel şekilde alırlar.
Kâfire âhirette yakıtı insan ve taş olan cehennem gösterilirken,
mü’mine ise köşklerin, suların, çiçeklerin en güzel ve tertemiz
eşlerin olduğu cennet vaad ediliyor.
219] 35/Fâtır, 5
220] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, Akçağ Y., c. 5, s. 72
221] 32/Secde, 16
222] 21/Enbiyâ, 90
223] 7/A'râf, 56
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 90 -
Bu dünyada insanlardan bir kısmı bir villaya, arabaya ve güzel
bir kadına sahip olmak için kendilerini her türlü tehlikenin
içine atabiliyor. Hâlbuki bu dünyanın çiçekleri soluyor, sevgililer
önce soluyor, sonra ölüyor. Tüm doğanlar ölüyor, yapılanlar yıkılıyor.
Gençliğini harcayarak birçok şeye sahip oluyor; tam yaşayacağım
dediği anda doktoru ona tuzu-yağı-tatlıyı yasaklıyor ve
eşine karşı da iktidarsızlık dönemi başlıyor. Mü’minler kendilerini
âhirete göre ayarlarlar. Allah, onlara bu dünyayı da verir. Ama
geçici olan bu dünya nimetleri cennette solmadan devam eder.
Geldiğimiz yere dönüyoruz. Yemyeşil bir ülkeden geldik. Yeşillikler
üzerindeki fıskiyelerin etrafında yeşil yastıklar, nefis işlemeli
döşekler üzerine yaslanmış, sevgililerinden başkasına bakmayan,
kendilerine insan ve cin eli değmeyen sevgililerin bulunduğu
ülkeden geldik. Bir tanesinin kokusu yeryüzünü dolduracak, parlaklığı
güneş ve ayın ışığını solduracak derecede güzel, yakut ve
mercan gibi, her an bekâreti yeniden verilen, altın bilezik, yeşil
ipekli elbise ve incilerle süslenmiş tomurcuk memeli sevgililerle
bezenmiş bir ülkeden geldik. Altından sular akan kat kat köşkler,
binası altın ve gümüşten, harcı miskten meydana gelen güzel meskenler,
gümüş kaplar, billur kupalar, altın tepsiler ve kadehlerde
canların çektiği gözlerin hoşlandığı herşeyin bulunduğu, istenilen
et ve meyvelerin bol olduğu, ölümün uğramadığı, gençlik ve güzelliğin
solmadığı, sonu misk kokan, mühürlü hâlis şarabın içildiği,
yandıran güneş, donduran soğuğun bilinmediği bir ülkeden indik.
Kin ve yalanın bilinmediği, hiç bir günahın işlenmediği, cinsî
iktidarsızlığın ve yorulmanın olmadığı, yenen ve içilenlerin ter halinde
çıktığı ve güzel kokular saçtığı bir ülkeden Hz. Adem’le - Hz.
Havva vâlidemizle bu imtihan dünyasına indik, eski ve ebedî yurdumuza,
ana vatanımıza, baba ocağımıza tekrar dönmek üzere.
Cenneti yaratan ve bizi sınav için bu dünyaya indiren Rabbimiz
“Rabbinizden olan rahmet ve cennete doğru koşunuz.”224 “İyi şeyler için
yarışanlar bunun için yarışsınlar.” 225 emriyle kıyamete kadar gelecek
insanları uzun bir yarışa başlattı ki, varış noktası dünyada devlet,
âhirette cennet. Ödül ise cennet nimetleri ve cemâlullah.
Dışını halk, içini Hak için süsleyen muttaki insanlara hazırlanan
bu güzellikler yurduna ancak temiz insanlar layık olduğundan
bu dünyadan kalbimizi ve kalıbımızı kirlendirmemeye,
kirlenen yerlerimizi de temizlemeye çalışmak bizim görevlerimiz
arasındadır. Bu dış ve iç temizlik, bazen gözyaşı, bazen alın teri,
224] 3/Âl-i İmran, 133
225] 83/Mutaffifin, 26
CENNET
- 91 -
bazen mürekkep, bazen kanla yapılır. Cennete doğru koşan, bu
dünyada terleyecek, tökezleyip günah bataklığına düşerse tekrar
kalkıp koşacak, kirlerini gözyaşıyla yıkayıp pişmanlık ateşiyle
yakacak. Dünyada pişmanlık ve tevbe ateşiyle günahlarından
temizlenmeyen mü’minleri Allah lutfedip affetmezse cehennem
ateşiyle temizleyecektir. “Gelin bugün yanalım, yarın yanmamak
için!” 226
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: Allah’ın Rasûlü (s.a.s.) ile beraberdim.
Ensar’dan bir sahabi geldi ve Rasûlullah’a selâm verdi. Sonra da
sordu: “Yâ Rasûlallah! Mü’minlerin en üstünü hangisidir?” “Onların
ahlâkı en güzel olanıdır.” “Yâ Rasûlallah! Mü’minlerin en zekisi
hangisidir?” “Onların ölümü en çok hatırlayanı, ölümden sonrası
için en güzel bir şekilde âhiret hazırlığı yapanıdır. İşte onlar, en zeki
mü’minlerdir.” 227
Cennet Ucuz Değil!
Cennet insanın hayallerine dahi sığmayacak güzellikte yaratılmış.
Fakat nefse ağır gelen, nefsini terbiye edememiş, ona esir
olmuş insanlara çok zor gelen işlerle kuşatılmıştır. Her nimetin
bir külfeti vardır. Külfet nimetin önemine göre değişir. Cennetin
etrafını kuşatmış bu zor ve sıkıntılı engelleri aşmak için her şeyden
önce kuvvetli bir iman ve bununla birlikte ileri derecede bir
sabır gücü olması lâzım.
Cehennemse nefse hoş gelen, insanı cezbeden işlerle kuşatılmıştır.
Bütün bu işlere bir ömür boyu direnmek, karşı koymak da
çok güçlü bir maneviyatı gerekli kılıyor. Öyle ya insanlar haramhelal,
iyi-kötü demeden her türlü lezzeti yaşamaya koyulacaklar,
siz de bunları göreceksiniz ve yapmayacaksınız! “Ben sabredersem
Rabbim bana cennette daha güzellerini, hem de ebedî olarak
verecek” diyeceksiniz. Bu, cennete ne kadar iman ettiğine ve
dünya hayatına ne kadar değer verdiğine bağlı bir şey. Hayata
damgasını vurmuş büyük insanlara bakın. Hiç birisinin dünyaya
gerektiğinden fazla değer verdiklerini göremeyeceksiniz.
Ama bunun yanında bir de hayatı son derece maddîleşmiş,
ölmeyecekmiş gibi yaşayan, eğlenmek, yemek, içmek, giyinmekten
başka bir derdi olmayan, ne dünün eyvahını, ne de yarının
kaygısını çekmeyen insanlara bakalım; insana ait tüm yüce değerlerden
yoksun iki ayaklı hayvanlar gibi (hatta daha da aşağı)
bir vaziyette ömür tüketiyorlar. Bunlar zevkleri için yaşamaya
226] Seyyid Kutub, Fi Zılali'l-Kur'an, Hikmet Y., c. 1, s. 452
227] İbn Mâce Hadis no: 4259
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 92 -
çalışıyorlar. Basit, geçici, bir müddet sonra insana bıkkınlık veren
zevkleri, âhiret zevklerine değişiyorlar. Tabii bunlara âhiretten
söylenecek şey şu olabilir: “İnkâr edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara:
‘Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi (bütün zevklerinizi)
harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Ama bugün, yeryüzünde haksız
yere büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı
bir azap göreceksiniz’ denir.” 228
Dünya hayatında basit bir eve talip oluyorsunuz. Birkaç yıl
“taksitlerini ödeyeceğim” diye boğazınıza kadar her şeyinizden
kısıyorsunuz. Yine aynı şekilde evlenmek için bir kıza talip olduğunuzda
bir sürü masraf ve sıkıntıya giriyorsunuz. Dünyada bir
eve ve bir kıza talip olmak bir sürü maddî ve manevî sıkıntılara
girmeyi gerektiriyor da bir cennet köşkü ile hurilere talip olmak
niye bazı sıkıntılara girmeyi gerektirmesin? Üniversite mezunu
nice insanın branşlarıyla ilgili bir meslek bulamadıkları ve pek de
işe yaramayan fakülte diploması için bunca zahmet boşuna imiş
dedikleri bir ortamda, yine de bir yüksek okula girebilmek için her
yıl milyonu geçen sayıda insanın nasıl sınavlara hazırlandığını biliyoruz.
En azından bu kadar olsun çalışmaların, dökülen terlerin ve
çekilen sıkıntıların cennet için de olması gerekmez mi?
“Yoksa siz, sizden öncekilerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete
gireceğinizi mi zannettiniz? Onlara öyle darlık, zorluk, sıkıntı geldi ve
sarsıntıya uğradılar ki Peygamber ve onunla beraber mü’minler: ‘Allah’ın
yardımı ne zaman?’ diyordu. Gözünüzü açın! Allah’ın yardımı şüphesiz
pek yakındır.”229 Rivâyete göre bu âyet, Uhud veya Hendek savaşı
esnasında nâzil olmuştu. Mü’minler öyle daralmışlardı ki, âdeta
ölüp ölüp diriliyorlardı. Sahâbelerden bazıları oldukça tedirgin,
“Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” demeye başlamışlardı. İşte
Cenâb-ı Hak yukarıdaki âyeti vahyederek âdeta “siz yoksa cenneti
ucuz mu zannetmiştiniz?” buyuruyor. Allah’ın en sâlih kulları en
çok musibetlere uğratılanlar olduğuna göre, bize ne oluyor da
cenneti ucuza kapatmaya çalışıyoruz? 230
Yukarıdaki âyetin takdiri şudur: “Ey mü’minler, sizler Allah’ın
sizi kullukla mükellef tuttuğu her şey ile ibâdet etmediğiniz, sizi
imtihan ettiği şeylere sabretmediğiniz, kâfirlerin eziyetine, fakirlik
ve yoksulluğa, geçim sıkıntısı ve darlıklarına katlanmadığınız,
düşmanla savaşın dehşet ve korkunç hallerine göğüs germediğiniz
müddetçe, sırf bana iman edip, peygamberimi tasdik etmek
228] 46/Ahkaf, 20
229] 2/Bakara, 214
230] Hasan Eker, A.g.e. s. 90
CENNET
- 93 -
sûretiyle cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Bütün bunlar,
sizden önceki mü’minlerin başına gelmiştir.” 231
Âyet, cennete girmeye hazırlanmak için, ezelden beri gelen
Allah’ın kanununa yöneltiyor. Cennet ehli olmak için inanç sahiplerinin,
inançlarını müdâfaa etmeleri; o yolda zorluğa, eziyete,
şiddete ve ıstıraba katlanmaları; zafer ve mağlubiyet arasında gidip
gelerek itikadları üzerine sabit kalmaları; hiçbir şiddetin onları
dağıtmaması; hiçbir kuvvetin onları korkutmaması; mihnet ve
fitne balyozları altında gevşememeleri ve zafere hak kazanmaları
için Allah onlara yön veriyor. Zira o günde, Allah’ın dininin muhafızı
onlardır. Kendilerine emanet edilen şeyleri beklemektedirler.
O, emaneti korumaya ve müdâfaaya hazırdırlar. Bu yüzden
de emanete müstahak olmuşlardır. Çünkü onların ruhları korkudan
kurtulmuştur. Dünya hayatının hırsından, yükünden, boşluğundan
kurtulmuştur... O anda ruhları, olduğu âlemden cennete
daha yakındır... Çamurlar âleminden çok yücelerdedirler...
İşte mü’minler, cihad ve imtihandan, sabır ve sebattan, sadece
Allah’a sığınıp O’nu düşündükten, Allah’tan başka her şeyi ve
herkesi ikinci plana attıktan sonra cenneti hak ederler. Yol budur:
İman ve cihad; mihnet ve bela; sabır ve sebat; sadece Allah’a
yöneliş... Yardım bundan sonra geliyor. Cennet nimetleri de bundan
sonra geliyor... 232
“Sizden önceki ümmetler, çeşitli belâlarla azap olunmuşlardı. Ama
bu, onları dinlerinden çevirmemişti. Öyle ki adamın başının ortasından
testereyle kesilir, böylece iki parçaya ayrılır; yine adamın etleri ve sinirleri
demir taraklarla kemiklerinden ayrılır, ama bu onu dininden çeviremezdi.
Allah’a yemin ederim ki, bu iş, mutlaka kemale erecektir. Öyle ki, kervancı
Sana ile Hadramut arasında seyahat ederken ancak Allah’tan ve koyunlarına
karşı kurttan korkacaktır; başka hiç kimseden korkmayacaktır.
Ne var ki sizler, acele ediyorsunuz.” 233
Ebu Hureyre (r.a.) rivâyet ediyor. Rasûlüllah (s.a.s.): “İmtinâ
edip kaçınanlar hâriç, bütün ümmetim cennete girecektir.” ‘Kim cennete
girmekten kaçınıp ayak diretir?’ dediler. “Kim bana itaat ederse
cennete girer, kim âsi olup itaat etmezse o kaçınmış olur demektir!” buyurdular.
234
231] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, Akçağ Y., c. 5, s. 72
232] Seyyid Kutub, Fi Zılali'l-Kur'an, Hikmet Y., c. 1, s. 452
233] Buhârî, İkrah 1
234] Buhârî, İ'tisam 2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 94 -
“Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği
gökler ve yer kadar olan cennete koşun (onun için yarışın!)” 235
“Yaptıklarına karşılık olarak onlar için nice sevindirici ve göz aydınlatıcı
nimetler saklandığını hiç kimse bilemez.” 236
“Ey mutmain ruh! Rabbini râzı etmiş ve râzı edilmiş/hoşnut olmuş
olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına kavuş ve gir cennetime!” 237
235] 3/Âl-i İmran, 133
236] 32/Secde, 17
237]] 90/Beled, 27-30
CENNET
- 95 -
Cennet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Cennet Kelimesi ve Çoğulunun Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 147 Yerde):
2/Bakara, 25, 35, 82, 111, 214, 221, 265, 266; 3/Âl-i İmrân, 15, 133, 136, 142,
185, 195, 198; 4/Nisâ, 13, 57, 122, 124; 5/Mâide, 12, 65, 72, 85, 119; 6/En’âm, 99,
141; 7/A’râf, 19, 22, 27, 40, 42, 43, 44, 46, 49, 50; 9/Tevbe, 21, 72, 72, 89, 100,
111; 10/Yûnus, 9, 26; 11/Hûd, 23, 108; 13/Ra’d, 4, 23, 35; 14/İbrâhim, 23; 15/Hıcr,
45; 16/Nahl, 31, 32; 17/İsrâ, 91; 18/Kehf, 31, 32, 33, 35, 39, 40, 107; 19/Meryem,
60, 61, 63; 20/Tâhâ, 76, 117, 121; 22/Hacc, 14, 23, 56; 23/Mü’minûn, 19; 25/Furkan,
8, 10, 15, 24; 26/Şuarâ, 57, 85, 90, 134, 147; 29/Ankebût, 58; 31/Lokman,
8; 32/Secde, 19; 34/Sebe’, 15, 16, 16; 35/Fâtır, 33; 36/Yâsin, 26, 34, 55; 37/Sâffât,
43; 38/Sâd, 50; 39/Zümer, 73, 74; 40/Mü’min, 8, 40; 41/Fussılet, 30; 42/Şûrâ, 7,
22, 72; 44/Duhân, 25, 52; 46/Ahkaf, 14, 16; 47/Muhammed, 6, 12, 15; 48/Fetih,
5, 17; 50/Kaf, 9, 31; 51/Zâriyât, 15; 52/Tûr, 17; 53/Necm, 15; 54/Kamer, 54; 55/
Rahmân, 46, 54, 62; 56/Vâkıa, 12, 89; 57/Hadîd, 12, 21; 58/Mücâdele, 22; 59/
Haşr, 20, 20; 61/Saff, 12, 12; 64/Teğâbün, 9; 65/Talâk, 11; 66/Tahrîm, 8, 11; 68/
Kalem, 17, 34; 69/Haakka, 22; 70/Meâric, 35, 38; 71/Nûh, 12; 74/Müddessir, 40;
76/İnsan, 12; 78/Nebe’, 16; 79/Nâziât, 41; 81/Tekvîr, 13; 85/Bürûc, 11; 88/Ğâşiye,
10; 89/Fecr, 30; 98/Beyyine, 8.
Mutluluklarla Dolu Cennet(ler) Anlamına Gelen “Cennetu’n-Neıym” Kavramının
Geçtiği Âyetler (Toplam 13 Yerde): 10/Yûnus, 9; 22/Hacc, 56; 26/Şuarâ,
85; 31/Lokman, 8; 37/Sâffât, 43; 52/Tûr, 17; 56/Vâkıa, 12,89; 68/Kalem, 34; 70/
Meâric, 38; 82/İnfitâr, 13; 83/Mutaffifîn, 22.
İkamet Edilen (Güzel) Yer Anlamındaki “Adn Cenneti” Kavramının Geçtiği
Âyetler (Toplam 11 Yerde): 9/Tevbe, 72; 13/Ra’d, 23; 16/Nahl, 31; 18/Kehf, 31;
19/Meryem, 61; 20/Tâhâ, 76; 35/Fâtır, 33; 38/Sâd, 50; 40/Mü’min, 8; 61/Saff, 12;
98/Beyyine, 8.
Üzüm ve Benzeri Nimetler Bulunan Bağ-Bahçe Anlamına Gelen “Firdevs”
Cennetinin Geçtiği Âyetler (Toplam 2 Yerde): 18/Kehf, 107; 23/Mü’minûn, 11.
“Cennetü’l-Me’vâ” İfâdesinin Geçtiği Âyet (1 Yerde): 32/Secde, 19.
İyilik/Güzellik Cenneti Anlamında “Hünsâ” Kelimesinin Geçtiği Âyet (1 Yerde):
10/Yûnus, 26.
Cennetin Adı veya Tabakası Olarak Zikredilen ve Esenlik Yurdu Anlamına Gelen
“Dâru’s-Selâm” İfâdesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 2 Yerde): 6/En’âm, 127;
10/Yûnus, 25.
Asıl Durulacak Yer, Ebedî İkamet Edilecek Yurt Mânâsına Gelen “Dârul’l-
Mukame” Terkibinin Geçtiği Âyet (1 Yerde): 35/Fâtır, 35.
Cennet ve Cennetlikler Konusundaki Âyet-i Kerimeler: Bakara, 25, 82; 214,
221; Âl-i İmran, 15, 133, 136, 185; 195, 198; Nisa, 13, 57, 122, 124; Maide, 12,
72, 119; A’raf, 40, 42, 44, 46-47; Tevbe, 21-22, 72, 89, 100; Yunus, 9, 10, 26;
Hud, 23, 108; Ra’d, 23-24, 35; İbrahim, 23; Hıcr, 45, 48; Nahl, 31-32; Kehf, 31,
107-108, Meryem, 60, 63; Tâhâ, 76; Enbiya, 102-103; Hacc, 14, 23; Mü’minun,
11; Furkan, 16, 75-76; Şuara, 90; Kasas, 61; Ankebut, 58; Lokman, 8-9; Secde,
19; Sebe’, 1; Fâtır, 33, 35; Yasin, 55, 58; Saffat, 41, 49, 61; Sad, 50, 54; Zümer,
21, 74-75; Mü’min, 40; Zuhruf, 70, 73; Duhan, 52, 57; Ahkaf, 14; Muhammed,
6, 12, 15; Feth, 5; Kaf, 31, 34-35; Zariyat, 15; Tur, 17, 20, 22, 28; Rahman, 46,
48, 50, 52, 54, 56, 58, 62, 64, 66, 68, 70, 72, 74; Vakıa, 15, 23, 25, 26, 40, 88, 91,
95; Hadid, 10, 12; Mücadele, 22; Teğabün, 9; Talak, 11; Tahrim, 8; Kalem, 34;
Hakka, 22, 24; Mearic, 25; Müddessir, 39-40; İnsan, 5-6, 12, 22; Mürselat, 41,
44; Nebe’, 32, 35; Tekvir, 13; Büruc, 11; Ğaşiye, 10, 16; Beyyine, 8.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 96 -
Cennetlikler Hakkındaki Âyet-i Kerimeler
1. Cennet, Takvâ Sahipleri İçin Hazırlanmıştır: Âl-i İmran, 133; Ra’d, 35;
Nahl, 31; Meryem, 63; Kaf, 32-35; Rahman, 46.
2. Cennet, İman Eden ve Güzel Amel İşleyenler İçindir: Nisa, 57; Yunus, 9;
Vakıa, 24; Hadid, 21.
3. Cennette Mü’minlerin Sözleri: Yunus, 10; İbrahim, 23; Hacc, 24; Fâtır, 34-
35; Saffat, 50-54; Zümer, 74; Tur, 25-28.
4. Cennetliklerin Cehennemliklerle Konuşmaları: A’raf, 44, 50-51; Saffat,
50-59; Müddessir, 39-48.
5. Cennette Mü’minle Akrabasıyla Beraber Bulunurlar: Ra’d, 23-24.
6. Mü’minler Cennette Boş Laf ve Kötü Söz İşitmezler: Vakıa, 25-26; Nebe’,
35; Ğaşiye, 11.
7. Cennette Mü’minlerin Yaşı: Vakıa, 35-37.
8. Cennetlik Mü’minlerin Özellikleri: İnsan, 5-12.
9. Dünyada Kâfirler, Mü’minlerle Alay Ederlerdi; Mü’minler de Cennette
Kâfirlere Gülecekler: Mutaffifin, 29-36.
10. Cenneti Kazanmak İçin Kulluk ve Dua: Tevbe, 111, Şuara, 85.
11. Cennetler ve Cennetin Özellikleri Hakkındaki Âyet-i Kerimeler
12. Altlarından Irmaklar Akan Cennetler: Bakara, 25; Âl-i İmran, 15, 136;
Nisa, 57; Tevbe, 71; İbrahim, 23; Nahl, 31; Kehf, 31; Tâhâ, 76; Hacc, 23;
Hadid, 12; Mücadele, 22; Saf, 12; Teğabün, 9; Talak, 11; Tahrim, 8; Büruc,
11; Beyyine, 8.
13. Adn Cennetleri: Tevbe, 72; Ra’d, 23; Nahl, 31; Kehf, 31; Meryem, 62;
Tâhâ, 76; Fatır, 33; Sad, 50; Mü’min, 8; Saf, 12; Beyyine, 8.
14. Firdevs Cennetleri: Kehf, 107; Mü’minun, 11.
15. Me’vâ Cennetleri: Secde, 19; Necm, 13-15.
16. Naıym Cennetleri: Saffat, 40-44; Vakıa, 12; İnfitar, 13.
17. Tevrat ve İncilde Cennet: Tevbe, 111.
18. Cennetin Genişliği: Hadid, 21.
19. Cennetin Özellikleri: Ra’d, 35; Rahman, 62, 64.
20. Cennetle Cehennem Karşılaştırması: Furkan, 15-16; Fâtır, 21.
Cennetteki Nimetler Hakkındaki Âyet-i Kerimeler
1. Cennet Nimetleri: Bakara, 25; Yunus, 9; Kehf, 31; Meryem, 61-62; Hacc,
23; Fâtır, 33; Yasin, 55-58; Saffat, 40-49, 60-62; Sad, 51-55; Zuhruf, 70-73;
Duhan, 51-57; Muhammed, 15; Tur, 21-24; Rahman, 46-78; Vakıa, 15-
40; Hakka, 23; İnsan, 5-6, 12-22; Nebe’, 32-36; Mutaffifin, 22-28; Ğaşiye,
12-16.
2. Cennetin Nimetleri, Dünya Nimetlerinden Hayırlıdır: Âl-i İmran, 14-15;
Nahl, 30.
3. Cennet Süsü: Kehf, 31; Hacc, 23; İnsan, 15-16, 21.
4. Cennet Zevceleri ve Huriler: Bakara, 25; Âl-i İmran, 15; Nisa, 57; Saffat,
48-49; Duhan, 54; Tur, 20; Rahman, 56-57, 70,72, 74, 76; Vakıa, 22-23,
35-38; Nebe’, 33.
5. Cennette Allah’ın Rızası: Âl-i İmran, 15; Tevbe, 72.
6. Cennet Şarabı: Saffat, 45-47; Tur, 23; Vakıa, 18-19; İnsan, 5-6, 15-18;
Nebe’, 34; Mutaffifin, 25-28; Ğaşiye, 14.
7. Tesnim ve Selsebil Kaynağı: Rahman, 50; İnsan, 18; Mutaffifin, 27-28.
CENNET
- 97 -
8. Maıyn Kaynağı: Vakıa, 18.
9. Kevser Irmağı: Kevser, 1.
10. Cennette Dört Irmak: Tevbe, 15.
11. Ru’yetullah (Allah’ın Görülmesi) Hakkındaki Âyet-i Kerimeler
12. Dünyada Gözler Allah’ı Göremez: En’am, 103.
13. Mü’minler, Allah’ı Cennette Göreceklerdir: Yunus, 26; Kıyame, 22-23;
Mutaffifin, 15.
Cennet Konusuyla İlgili Kütüb-i Sitte Hadis Kaynakları
1. Cennetlikler ve Cehennemlikler: 14/ 446, 465.
2. Cennet ve cehennem ehlinin ayrılması yakındır 17/ 591.
3. Cennet ve Cehennem Konuşabilir mi? 14/ 466-467.
4. Cennet ve Cehennemin Sıfatları: 14/ 442-443.
5. Rasûlüllah’ın cennet tasviri: 17/ 611.
6. Cennet ağaçlarının gölgelerinin altından olması: 14/ 442-443.
7. Cennete asla giremeyecek kimse: 17/ 345.
8. Cennet ehlinin durumu: 14/ 429-430.
9. Cennet ehlinin efendileri: 17/ 558.
10. Cennete giremeyen üç sınıf insan: 16/ 348-349.
11. Cennete girenlerin çoğunluğu fakirlerdir: 7/ 449.
12. Cennete girmekten kaçınanlar: 13/ 76-77.
13. Cennet ehlinin vasıfları: 14/ 450-452.
14. Cennet ehlinin çoğunluğunun Hz. Muhammed Ümmetinden Olacağı:
13/ 74-75.
15. Cennet ehlinin yemeği: 17/ 417.
16. Cennete girecek insanların azlığı: 13/ 72.
17. Cennet halen mahluk ve mevcuttur: 12/ 546.
18. Cennet hangi maddeden inşa edildi? 14/ 421-423.
19. Cennet hazinelerinden bir hazine: 17/ 499.
20. Cennetin çarşısı: 14/ 434.
21. Cennetin eşi yoktur: 17/ 611.
22. Cennetin evsafı: 14/ 419; 17/ 610.
23. Cennetin Genişliği: 14/ 426-427.
24. Cennetin iştiyak duyduğu üç kişi: 12/ 553.
25. Cennetin kapısı ilk olarak Peygamberimiz’e açılacaktır: 12/ 396.
26. Cennetin kapısı üzerinde yazılı olan şey: 17/ 292.
27. Cennetin kokusunu alamayan kadın: 17/ 228.
28. Cennetin kokusunu duyamayanlar: 17/325.
29. Cennetin kokusunun duyulma mesafesi: 17/ 228.
30. Cennet kılıçların gölgesi altındadır: 5/ 73.
31. Cennetin tasviri: 7/ 120-121.
32. Cennetin yiyecekleri dünyadakilere sadece ismen benzerler: 15/ 466.
33. Cennetlik erkeğin şehevi gücü daimidir: 17/ 612.
34. Cennetlikler: 14/ 446.
35. Cennetliklerin ibadeti bir vecibe değildir: 14/ 449.
36. Cennetliklerin vasıfları: 14/ 448-449.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 98 -
37. Cennetlikler üç kısımdır: 16/ 406.
38. Cennette akşam ve sabah: 14/ 449.
39. Cennette bir karışlık yer: 17/610.
40. Cennette canın her çektiği, gözün her hoşlandığı verilecektir: 14/ 431-432
41. Cennette doğum yoktur: 14/ 451.
42. Cennette en az zevce sayısı: 17/ 612.
43. Cennette kaza-yı hacet: 14/ 449.
44. Cennette mertebesi en düşük olan kişinin nimetleri: 14/ 454.
45. Cennette mü’minin çok zevcesi olacaktır: 14/ 425-426.
46. Cennete müslümanların Allah’ı görmesi: 14/ 423-425.
47. Hesaba çekilmeden cennete girecek yetmiş bin kişi kimlerdir? 11/ 350.
48. Cennette Peygamber’e komşu olmanın yolu: 17/ 475.
49. Cennette Peygamber’le beraber olmanın şartı: 8/ 224.
50. Mertebece farklı olan dostlar, cennette nasıl beraber olurlar? 10/ 144-145.
51. Cennette sâlih kullar için hazırlanan nimetler: 14/ 419-421.
52. Cennette yüce mertebeler kazanmaya teşvik: 14/ 454-457.
53. Cennetteki dereceler: 14/ 427-428.
54. Cennetteki gurfelilerin durumu: 14/ 446-447.
55. Cennette mertebelerin mesafesi: 4/ 287-288.
56. Cennetteki yasak ağaç ne idi? 14/ 226.
57. Cennetten olan şeyler: 17/ 443.
58. Firdevs cennetleri: 14/ 422-423.
59. İnsanları en çok cennete ulaştıran iki haslet: 16/ 329.
60. Kimse hakkında cennetliktir veya cehennemliktir diye kesin hüküm
vermekten kaçınmak: 11/ 539- 540.
61. Rasûlullah (s.a.v.)’in cenneti müjdelemesi: 12/ 253.
62. Ümmet-i Muhammed’den yetmiş bin kişinin cennete hesapsız
konulacağı: 13/ 73.
63. Yeryüzünde insanların zevk aldıkları toplantılar cennette de vardır: 14/
433-434.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Cennet ve Cennetlikler, Veysel Özcan, Mirfak Y.
2. Cennet Yolları, Mehmet Zahit Kotku, Seha Neşriyat
3. Cennet Yolu, Sâlih Suruç, Nesil Basım Yayın
4. Cennet Nerede? Vehbi Karakaş, Cihan Y.
5. Cennet Nimetleri, Abdullatif Ahmet Aşur, Uysal Kitabevi
6. Cennete Çağrı, Sevim Asımgil, Timaş Y.
7. Cennetin Tasviri, İbn Kayyim el-Cevziyye, Uysal Kitabevi
8. Cennet, Hârun Yahya, Vural Y.
9. Cennet ve Cehennem’in Sonsuzluğu, Ahmet Çelik, Ekev Y.
10. Cennet Hurileri, İbn Kayyım el-Cevziyye, Davetu’lHak Y.
11. Kur’an’da Metafizik Bir Âlem Cennet, Ömer Kara, Rağbet Y.
12. İlâhî Dinlerde Cennet İnancı, Mukayeseli Bir Araştırma, Osman Cilacı,
Beyan Y.
13. Ölüm Sonrası Cennet ve Cehennem, Selim Al, Furkan Dergisi Y.
CENNET
- 99 -
14. Âyetlerle Ölüm ve Diriliş, Said Köşk, Anahtar Y.
15. Ölüm ve Ölümden Sonraki Hayat, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
16. Ölüm ve Ötesi, Heyet, Sağlam Y.
17. Ölüm Ötesi Hayat, Abdülhay Nasih, Nil A.Ş. Y.
18. Ölüm ve Ötesi, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
19. Ölüm ve Sonrası, İmam Gazali, Vural Y.
20. Ölümden Sonra Diriliş, Subhi Sâlih, Kayıhan Y.
21. Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman Toprak, Esra Y.
22. Dünya Ötesi Yolculuk, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
23. Dünya ve Âhiret Hayatı, Muhammed İhsan Oğuz, Oğuz Y.
24. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c1, s. 239-242
25. Mefatihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s.163-164,
167-172, c. 5, s.70- 77
26. Hadislerle Kur’ân-ıKerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2 s. 228-231
27. Fi Zılali’l Kur’an, Seyyid Kutub, HikmetY. c. 1, s. 99-100
28. Kur’ân-ıKerim ŞifaTefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 109-111
29. Bakara Sûresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 158-160
30. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 300-302
31. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 7, s. 374-386
32. İslâmi Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 78-80
33. Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 151-159
34. İnanç ve Amelde Kur’ani Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s.
197-199
35. Kur’ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 41-42
36. İlmihal 1, İman ve İbadetler, İsam Y. s. 131-132
37. İlmin Işığında İslâmiyet, Afif A. Tabbara, Kalem Y. s. 143-151
38. İslâm’da İnanç Esasları, B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, İFAV Y. 313-317
39. Âhiret Bilinci, Hüseyin Özhazar, Bengisu Y. s. 116-120
40. Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y. s. 75-93
41. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlurrahman, Fecr Y. s. 232-248
42. Kur’an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 317-318, 327-341
43. İslâm, Üçüncü Kitap, Said Havva, Petek Y. s. 279-296, 334-352
44. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. cilt 2, s. 339-344
- 101 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -7-
CEHENNEM / NÂR
•
Nâr ve Cehennem Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti
•
Kur’an’da Cehennem Tasviri
•
Cehennemin 7 Kapısı ve Cehennem Tabakaları
•
Psikolojik Cezalar
•
Cehennem Ehli
•
Kur’an’da Cehennem Tabloları
•
Cehennemle İlgili Bazı Hadis-i Şerifler
•
Konuyla İlgili Birkaç Uyarı
•
Ve Cehennemin Düşündürdükleri
“Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır.” 238
Nâr ve Cehennem Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti
Nâr, ateş demektir. Gözle algılanan alevli ateş anlamına gelir. Kur’an’da 145 yerde geçer. Ateş, insan bedenine çok büyük acı ve ıstırap verdiği için âhirette kâfir, münâfık ve âsilerin cezası ateşle verilecektir. Cehennem, âhirette suçlulara ceza olarak tutuşturulan ateşin ismidir. Cehennemin en açık vasfı ateş olduğu için, bazen cehennem yerine ateş anlamına gelen “nâr” kullanılır.
Cehennem, azap yurdu olan ateşin özel ismidir. Arapça “cehmân” kelimesinden alınmış olup, bu da “cehm” den türetilmiştir. Cehm, sert ve çirkin olmak; cehmân, dibi görünmez derin kuyu demektir. “Kehennam” kelimesinden Arapçalaştırılmış, yabancı bir kelime olduğu da söylenmiştir.239 Kur’ân-ı Kerim’de cehennem kelimesi 77 yerde zikredilmekle birlikte; aynı anlamda kullanılan başka kelimeler de bulunmaktadır. Cehennem için Kur’an’da en çok “nâr (ateş) ismi kullanılır. Cehennemin diğer isimleri ise şunlardır: Harîk (yangın), hutame (ezip yok eden), saıyr (alevler), hâviye (uçurum, çukur), lezâ (hâlis ateş, bedenin iç
238] 2/Bakara, 24
239] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 2, s. 64
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 102 -
organlarını söküp koparan), sekar (insanın derisini kavuran ateş),
cahıym (yakıcı ateş), hamîm (kaynar su), semûm (sıcak rüzgâr),
siccîn (hapishane, derin çukur), veyl (Vay haline!), ğayy (azıp sapmak).
İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, kâfir, münafık ve müşrikler
cehennemde ebedî kalırlar. Tevbe etmeden günahkâr olarak
ölen ve Allah’ın kendilerini affetmediği mü’minler ise, cehennemde
ebedî kalmazlar. Kendilerine günahları kadar azâb edilir. Sonra
oradan kurtulup Cennet’e girerler ve orada ebedî kalırlar.
Kur’an’da Cehennem Tasviri
Cehennem ve oradaki hayat, Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde tasvir
edilir: Suçlular cehenneme vardıklarında, cehennem onlara büyük
kıvılcımlar saçar,240 uzaktan gözüktüğünde onun kaynaması
ve uğultusu işitilir.241 İnkârcılar için bir zindan olan cehennem,242
ateşten örtü ve yataklarıyla,243 cehennemlikleri her taraftan
kuşatan,244 yüzleri dağlayan ve yakan,245 deriyi soyup kavuran,246
yüreklere çöken,247 kızgın ateş dolu bir çukurdur.248 Yakıtı insanlarla
taşlar olan cehennem,249 kendisine atılanlardan bıkmayacaktır.
250 İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serin ve
hoş olmayan bir kara dumanın gölgesinde bulunacak cehennemliklerin251
derileri, her yanışında, azabı tatmaları için başka derilerle
değiştirilecektir.252 Onların yiyeceği zakkum ağacı,253 içecekleri
kaynar su ve irindir.254 Orada serinlik bulamadıkları gibi, içecek
güzel bir şey de bulamayacaklardır.255
Allah’ı görmekten mahrum kalacak inkârcı kâfirlere256 Allah
bağışlayıp rahmet etmeyecek,257 cehennem azâbı onları
240] 77/Mürselât, 32-33
241]] 25/Furkan, 12
242] 17/İsrâ, 8
243] 7/A'râf, 40-41
244] 18/Kehf, 29
245] 14/İbrahim, 50; 23/Mü'minun, 104
246] 70/Meâric, 16
247] 104/Hümeze, 7
248] 101/Karia, 9-11
249] 66/Tahrim, 6; 2/Bakara, 24
250] 50/Kaf, 33
251] 56/Vâkıa, 42-44
252] 4/Nisâ, 56
253] 37/Saffat, 64-66
254] 56/Vâkıa, 53-55; 78/Nebe', 25
255] 78/Nebe', 24
256] 83/Mutaffifin, 15
257] 4/Nisâ, 137, 168
CEHENNEM
- 103 -
kuşatacaktır. Günahkâr mü’minler, cehennemde ebedî kalmayacaklar,
Peygamberimiz’in hadislerinde de bildirildiği gibi, cezalarını
çektikten sonra cennete konulacaklardır.258
Cehennemin Yedi Kapısı ve Cehennem Tabakaları
Kur’an’ı Kerim’de cehennem’in yedi kapısının olduğu belirtilmektedir.
“Cehennemin yedi kapısı vardır. Onlardan her kapı için birer
grup ayrılmıştır.” (15/Hıcr, 44) Bu âyet, iki şekilde tefsir edilmiştir:
a- Cehenneme girecekler çok olduğu için yedi kapısı vardır. b-
Cezalandırma, azgınlığın çeşit ve derecelerine göre olacağı için
cehennem’in yedi tabakası vardır. Bu tabakalar şunlardır:
Cehennem: “Derin kuyu” demektir. Cehennem tabakalarına
ait yedili tasnif sisteminde azabı en hafif olan en üst tabakadır.
Sünnî âlimlere göre burası günahkâr mü’minlerin azap yeri olacak,
bunların azabı sona erdikten sonra boş kalacaktır. Bu durumda
cehennem, genel olarak âhiretteki azap yerinin bütününün; özel
olarak da en üst tabakasının adı olmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de 77
âyette geçmektedir.
Cahıym: “Kat kat yanan, alevi ve ısı derecesi yüksek ateş” anlamında
olup 26 âyette ve bazı hadislerde geçer. Kur’an’da daha
çok cehennem yerine, birkaç âyette de “tutuşturulan yakıcı ateş”
anlamında kullanılmıştır.
Hâviye: “Yukarıdan aşağıya düşmek” anlamındaki hüviy kökünden
isim olan hâviye, “uçurum, derin çukur” mânâsına gelir.
Kur’an’da sadece bir yerde259 zikredilmiş ve âyetin devamında harareti
yüksek ateş diye izah edilmiştir.
Hutame: “Kırmak, ufalayıp tahrip etmek” anlamındaki hatm
kökünden olup, “Allah’ın yüreklere kadar tırmanan tutuşturulmuş
ateşi” diye açıklanmıştır.260
Lezâ: “Hâlis ateş” anlamına gelen kelime Kur’an’da bir yerde
geçmekte ve “bedenin iç organlarını söküp koparan” diye nitelendirilmektedir.
261
Saıyr: “Tutuşturmak, alevlendirmek” anlamındaki sa’r kökünden
sıfat olup, Kur’an’da 17 âyette yer alır. Kur’an’da çoğunlukla
cehennemin bir adı olarak, bazen de “tutuşturulmuş, alevli ateş”
mânâsında kullanılmıştır.
258] Buhâri, Rikak 51, Tevhid 19; Tirmizi, Birr 61; İbn Mâce, Mukaddime 9
259] 101/Karia, 9
260] 104/Hümeze, 4-7
261] 70/Meâric, 15-16
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 104 -
Sakar: “Şiddetli bir ısı ile yakıp kavurmak” anlamındaki sakr
kökünden isimdir. Dört âyette cehennem kelimesi yerine kullanılmış,
bunlardan bir âyette262 “yaktığı şeyi tüketircesine tahrip etmekle
birlikte sönmeyip yakmaya devam eden ve insanın derisini
kavuran” şeklinde nitelendirilmiştir.
Kur’an’da cehennem için kullanılan başka kelime ve terkipler
de mevcuttur. Beş âyette “azâbü’l-harîk” (yakıcı, ateş, yangın azabı)
cehennem için kullanılır. 12 Âyette geçen “hamîm” (kaynar su)
cehennemdeki azap türlerinden biri olmak üzere, bunun, cehennemliklere
içirileceği ve başlarından aşağı döküleceği beyan edilir.
“Semûm”: Temas ettiği şeyi zehir gibi etkileyip dokularına işleyen
sıcak rüzgâr anlamındadır. Cehennem azabının türlerinden olmak
üzere iki âyette geçer. Hapishane, derin çukur anlamındaki “Siccîn”
kelimesinin cehennemin veya oradaki vadilerden birinin adı olduğu
kabul edilir. Azıp sapmak anlamındaki “ğayy” kelimesi ile,
yazıklar olsun, vay haline! anlamındaki “veyl” kelimesinin cehennemdeki
bir kuyu, dağ veya vadinin adı olduğu da belirtilir.
İslâm âlimleri, cehennemin yedi kapılı (yedi tabaka) oluşu üzerinde
durmuşlardır. Ebussuud’a göre kapıların daha az veya daha
çok değil de yedi oluşu, oraya girmeye sebep olan vasıtaların, yani
beş duyu organıyla, şehvet ve gazap temayüllerinin toplam aynı
sayıda olmasıyla ilgilidir. Elmalılı ise şöyle bir yorum yapmaktadır:
İnsanın mükellefiyet organları beş duyu ile birlikte kalp ve tenasül
uzvudur. Manevî anlamdaki kalp kapısı açık olursa kişi doğru
yoldan yürüyerek cennete girer, aksi takdirde yedi organ, mükellefi
yedi çeşit azaba sürükler. Nitekim cennet ehlinden söz eden
âyetlerde onların kalplerinde kin ve kötülüğün bulunmadığı ifade
edilir. 263
Hâviye, uçurum, derin çukur demektir. Hâviye adlı cehennemin
derinliğini düşün! Dünyadaki şehvetlerin, nefsânî isteklerin
derinliklerinin bir sonu olmadığı gibi, Hâviye’nin de derinliğinin
sonu yoktur.
Nasslarda hâkim olan temaya göre insanla Allah arasındaki
aslî münasebet, sevgi ve rahmete dayanır. Esmâ-i Hüsnâ içinde
kâinata ve özellikle insana yönelik olanlardan sadece iki veya üçü
kahır ve gazap ifade etmekte, diğerleri karşılıklı rıza ve muhabbet
anlamını içermektedir. İslâm’da asıl olan kulun itaat etmesi,
Allah’ın dünya ve âhirette mükâfatlandırmasıdır. Ceza, aslî unsur
olmayıp kötülüklerin önlenmesi için bir tedbirdir. İnsandaki
262] 74/Müddessir 28-29. âyetlerde
263] Elmalılı, a.g.e. Eser Y. c 5, s. 3066
CEHENNEM
- 105 -
adalet duygusu ve müeyyide/yaptırım anlayışı, âhiret hayatındaki
ceza ve mükâfatın varlığını gerekli kılar.
Allah ile kul arasındaki bağın ulûhiyet açısından rahmete,
kulluk açısından tâzime dönüşen bir muhabbete dayanması esas
alınmış olmakla birlikte eğitilmesi çok zor olan insanlar için azap,
diğer dinlerde olduğu gibi İslâm’da da bir müeyyide olarak kullanılmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de cehennem azabı çeşitli etkileriyle yakıcı
olan ateşle tasvir edilmiştir. Azap âyetlerinin incelenmesinden
anlaşılacağı üzere ateş, maddî bir ateş olup yakıtı insanlar ve yanma
özelliği bulunan taşlardan (yahut putlardan) ibârettir. Bu ateş;
alevlenen, sönmeye yüz tuttukça tekrar tutuşturulan, vücudu saran,
tahripkâr yakıcılığı ile bedeni pişirip parçalayan ve iç organlara
kadar nüfuz eden bir ateştir. 77/Mürselât sûresi, 32-33. âyete
göre cehennem ateşinin develer ve saraylar kadar kıvılcım saçtığı
belirtilir. Bir hadiste, dünya ateşinin kemmiyet ve keyfiyet açısından
cehennem ateşinin yetmişte biri olduğu ifade edilmiştir.264
Bir âyetin dolaylı,265 bir hadisin de açık ifadesine göre266 cehennemin
yakıcı ateşi gibi dondurucu soğuğu da bir azap türüdür. Çeşitli
âyetlerde cehenneme gireceklerin simalarından tanınacakları,
perçemlerinden ve ayaklarından yakalanarak yüzleri üstü
ateşe atılacakları, cehennemin kaynamaktan doğan uğultusunu
duyacakları, hiddetli ve dehşetli görüntüsünü müşahede edecekleri
anlatılır. Yine Kur’an’ın beyanlarına göre cehennemlikler
kaynar sular, ateşten prangalar ve zincirler, ateşten elbiselerle
cezalandırılacaktır. Kur’an’daki en açık ve etkili azap tasviri ise
şöyledir: Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar
için bu altın ve gümüşler cehennem ateşinde kızdırılacak,
sahiplerinin alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacaktır.267
Cehennem ehli açlık ve susuzluk hissedecek, fakat yemek olarak
kendilerine, karınlarında erimiş madenler gibi kaynayacak zakkum
ağacı, darî’ denilen zehirli nebat, içecek olarak da bağırsakları
parçalayan kaynar su, kanla karışmış irin verilecektir.
Cehennem ehli, açlık ve susuzluklarını hiçbir şeyle
gideremeyecek,268 cennet ehlinden su talepleri geri çevrilecektir.269
Yiyecek olarak hayvanların dahi yiyemediği bir nebat darî’270 ve
264] Müslim, Cennet 30; Tirmizi, Cehennem 8
265] 76/İnsan, 13
266] Buhâri, Bed'ü'l-halk 10; Tirmizî, Cehennem 9
267] 9/Tevbe, 34-35
268] 78/Nebe', 24; 87/A'lâ, 5
269] 7/A'râf, 50
270] 88/Ğaşiye, 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 106 -
zakkum ağacı271 takdim edilecektir. Bu kâfir ve âsilerin kalacakları
yer, bir hapishanedir,272 bu hapishanenin, her biri muayyen bir
gruba ayrılmış olmak üzere, yedi kapısı vardır,273 bu hapishanenin
bekçileri, çok sert olan meleklerdir,274 fakat bu yer altı hapishanesi
de, bazısı diğerlerinden daha aşağıda olan birçok odalara
bölünmüştür,275 üzerlerine ise, kapıları kilitlenmiş ateş276 salıverilecektir.
Bu, kızgın ve yakıcı bir ateştir;277 Uzaktan bakıldığında homurtusu
ve uğuldaması duyulan,278 doymaz bir ateştir bu.279 Lâvlar
fışkırtan volkan gibi de kıvılcımlar saçmaktadır.280 Günahkârlar ise
kâh kıskıvrak281 olarak, kâh boyunlarında bukağılar olduğu halde282
alınlarından ve ayaklarından tutulup283 uzun zincirlere vurularak284
yüz üstü sürüklenirler285 ve yüz üstü286 ateşe, hem de
sıkışık bir yere287 atılırlar; yakıcı bir ateşle288 tutuşturulurlar. Artık
cehennem için yakıt ve odun olmuşlardır.289
Sıkıntı ve acıdan kendilerinden geçmiş olan suçlular, kaçmak
istedikleri her seferde demirden kamçılarla290 dövülerek ateşin ta
ortasına itilirler. Ateşten bir döşeğe yatırılacak, yine ateşten örtülere
bürünecekler291 ve ateş tarafından tamamen kuşatılacaklardır.
292 Bu öylesine bir alev ki, hep yüzlerini yalayacak,293 derilerini
veya parmaklarını söküp alacak, istisnasız her yeri yakacak,294
kasıp kavuracak,295 kömüre çevirecektir.296 Onun nüfuzu bu
271] 37/Saffat, 62-66
272] 17/İsrâ, 8
273] 15/Hıcr, 44
274] 66/Tahrim, 6; 74/Müddessir, 30-31
275] 4/Nisâ, 145
276] 90/Beled, 20; 94/İnşirâh, 8
277] 101/Karia, 1, 11
278] 25/Furkan, 12
279] 50/Kaf, 30
280] 77/Mürselât, 32
281] 25/Furkan, 13; 89/Fecr, 26
282] 13/Ra'd, 5; 24/Nur, 33
283] 55/Rahmân, 41
284] 40/Mü'min, 71; 69/Haakka, 32
285] 17/İsrâ, 97; 25/Furkan, 34
286] 27/Neml, 90
287] 25/Furkan, 13
288] 8/Enfâl, 50; 22/Hacc, 9
289] 2/Bakara, 24; 72/Cin, 15
290] 22/Hacc, 21-22; 32/Secde, 20
291] 7/A'râf, 41
292] 18/Kehf, 29; 29/Ankebut, 54-55; 39/Zümer, 16
293] 14/İbrahim, 50; 23/Mü'minun, 104
294] 70/Meâric, 16
295] 74/Müddessir, 28
296] 74/Müddessir, 29
CEHENNEM
- 107 -
kadarla da kalmayacak, ruhları ve gönülleri saracaktır.297 Cezanın
hafifletilmesi298 veya bu işin artık bitirilmesi dileğiyle feryad
edecekler,299 fakat bu boşuna olacak, bitmeyen bir azab içinde derileri
yenilenecek,300 tekrar feci inilti ve solumalarla baş başa kalacaklardır.
Derken kaynar suya sürülecekler,301 kaynar su dökülecek
tepelerinden.302 Derilerindeki gözeneklere nüfuz edecek yakıcı bir
rüzgâr (semûm) ve sonsuz derecede kaynar bir su (hamîm) içindedirler.
Üstlerinde ise bütün ümitleri çökertecek bir tarzda kesat
olan303 karanın karası dumandan bir gölge…304
Psikolojik Cezalar
Kur’an’daki cehennem tasvirlerinden anlaşıldığına göre yukarıda
özellikleri belirtilen fizyolojik cezalardan başka, bir de
psikolojik nitelikli azap vardır. Bu tür azap, ruhlara en şiddetli
ıstırabı verecek; bu azaba müstahak olanların Allah’ı görmekten
ve O’nunla konuşmaktan mahrum bırakılarak ilahî lanete
uğratılmaları şeklinde vuku bulacaktır.305 Bütün amellerinin
boşa gitmesi,306 Allah’a ortak kılınan putların kendisine bağlananları
terk etmesi,307 âhirette nasiblerinin olmaması,308 âhirette
unutulmaları,309 yardımsız bırakılmaları,310 kovulmaları,311 dostsuz
ve yardımsız kalmaları,312 göğün kapılarının onlara açılmaması,313
özür beyan edemeyecek olmaları314 ziyanda olmaları315 gibi psikolojik
azaplarla da cezalandırılırlar.
Yine bunların yanında, ba’s zamanında suçlular başları eğik
olduğu halde Allah’ın huzurunda dururlar,316 yüzleri kara317 ve
297] 104/Hümeze, 7
298] 23/Mü'minun, 107; Fâtır, 36
299] 35/Fâtır, 37
300] 4/Nisâ, 56
301] 40/Mü'min, 71-72; 55/Rahmân, 48
302] 22/Hacc, 19-20; 44/Duhan, 48
303] 56/Vâkıa, 44
304] 56/Vâkıa, 43
305] 2/Bakara, 161-162; 3/Âl-i İmran, 77
306] 2/Bakara, 217, 264, 266, 276
307] 6/En'âm, 94; 11/Hûd, 21
308] 2/Bakara, 102; 3/Âl-i İmran, 77, 176
309] 7/A'râf, 51; 45/Câsiye, 34
310] 17/İsrâ, 22
311] 17/İsrâ, 18, 39
312] 42/Şûrâ, 8
313] A'râf, 40
314] 77/Mürselât, 35-36
315] 2/Bakara, 27, 121; 3/Âl-i İmran, 85, 149
316] 32/Secde, 12
317] 3/Âl-i İmran, 106
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 108 -
somurtkan olacaktır.318 Amel defterleri büyük küçük her şeyi kaydetmiştir.
319 Kendi organları, kendi aleyhine şâhitlik ederler,320
günahlarını sırtlarına yüklenmişlerdir.321 İnfakında cimrilik gösterdikleri
malları boyunlarına dolanacaktır,322 zemmedilmiş,323 kınanmış324
ve Allah’ın buğzuna uğramışlardır,325 hor ve hakirdirler,326
üzüntüler içinde parmaklarını ısıracaklardır.327
İslâm âlimleri, en büyük saâdet olan cemâl-i İlâhîyi müşâhede
etmekten mahrum bulunmayı en ıstıraplı azap olarak telakki etmişlerdir.
“Acıklı, büyük, şiddetli, aşağılayıcı, sürekli, uzun süreli” gibi nitelikler
taşıyan cehennem azabının kâfirler için “ahkab” adı verilen
uzun devirler süreceği, bunun kâinatın ömrü kadar sürekli olacağı,
fakat ilahî irâdeye bağlı olarak sürenin uzatılıp kısaltılabileceği,328
Kur’an’da verilen bilgiler arasında yer alır.
Cehennem Ehli
Dünyada işlenen günahlara karşılık âhirette uygulanacak cezanın
yeri anlamındaki cehenneme sadece lâyık olanlar girer. Rahmeti
gazabını aşmış bulunan Allah, dilediğini hak ettiğinden fazla
mükâfatlandırdığı halde,329 kimseye hak ettiğinden fazla azap vermez.
Cehenneme lâyık olanlar kimlerdir? Yaratıkların en şereflisi
kılınan insan, Allah’ı tanımak gibi üstün bir yetenekle donatıldığına
göre330 kâinatın yaratıcı ve yöneticisini tanıyıp O’nu tâzime dönüşen
bir sevgi ile sevmedikçe, yani selim yaratılış istikametinden
ayrılıp inkâra yöneldiği sürece cehennem ehlinden sayılmaya lâyık
olur. Uhrevî cezadan, yani cehennemden kurtulmanın yegâne
çaresi olan imanı Allah ile kul arasında oluşan bir sevgi telakki
eden Kur’an, Allah’tan kula yönelik sevginin gerçekleşebilmesi
için bütün semavî kitapları kucaklayan son ilahî mesajın tebliğcisi,
geçmiş nebîlerin tasdikçisi, son peygamber Muhammed’e (s.a.s.)
uymayı şart koşmuştur.331
318] 77/Mürselât, 24
319] 18/Kehf, 49
320] 24/Nur, 24, 36
321] 6/En'âm, 31
322] 3/Âl-i İmran, 180
323] 17/İsrâ, 18, 22
324] 17/İsrâ, 39
325] 40/Mü'min, 40
326] 6/En'âm, 124
327] 25/Furkan, 27-29
328] 6/En'âm, 128; 11/Hûd, 107; 78/Nebe', 23
329] 2/Bakara, 105
330] 51/Zâriyat, 56
331] 3/Âl-i İmran, 31
CEHENNEM
- 109 -
Önceki peygamberlerin ümmetleri de dönemlerinde
nebîlerine samimiyetle uymuşlarsa ebedî cezadan kurtulmuşlardır.
Allah Teâlâ, kendilerinden ahid aldığı İsrailoğulları’na şöyle
demiştir: “Ben sizinle beraberim. Eğer namaz kılar, zekât verir, peygamberlerime
inanır, onları desteklerseniz ve ihtiyacı olanlara faizsiz borç verirseniz
günahlarınızı örter, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlerime
koyarım. Bundan sonra inkâr yolunu tutanınız iyi bilsin ki doğru yoldan
sapmıştır.”332 Ne var ki bunu takip eden âyetlerde anlatıldığı üzere
İsrailoğulları da, kendilerinden benzer ahid alınan hıristiyanlar da
ahidlerini bozmuşlar, Allah’tan “bir nur ve apaçık bir kitap” getiren
son peygambere uymamışlar ve böylece Allah’ın rızasından uzaklaşmışlardır.
333
Allah, kullarından dilediğine azap etmeye muktedir olmakla
birlikte334 O, azabının inkâra ve isyana karşılık olduğunu bildirmiştir.
335 İman edip ilahî emirlere itaat edenlerin dışında kalan insanlarla
cinler, inkârlarının derecesi ve günahlarının büyüklüğüne
bağlı olarak cehennemde azap göreceklerdir.336 Peygamber gönderilmeyen
(ve kendilerine ilahî mesaj hiç ulaşmamış olan) topluluklara
azap edilmeyecektir.337 Buna karşılık Allah’ın huzuruna
çıkacaklarına inanmayıp âyetleri inkâr eden kâfirler, Kur’an’a sırt
çeviren yahûdiler, hıristiyanlar, münafıklar, müşrikler, peygamberlerin
bir kısmına inanıp diğerlerini inkâr edenler şiddetli azaba
uğratılacaktır.338 Kur’an’da belirtilen sınırları (hudûdullah) aşıp
peygamberlerin bildirdiklerine aykırı davranan büyük günah sahibi
mü’minler de azaptan kurtulamayacaklardır.339 Sözü edilen
bu zümreler, kısaca kâfirler ve âsi mü’minler, azaplarını Allah’ın
dilediği sürece kalacakları cehennemde çekeceklerdir.340
İman ile davranışlar arasında sıkı bir münasebet vardır. Gerçekten
iman eden kimse, amellerini de imanı paralelinde yerine
getirir. Kur’an, bütün kurtuluş vesilelerini iman-amel mutabakatına
bağlar. İslâm tarihinin ilk dönemlerinden itibaren,
mü’minlerde göze çarpacak davranış bozukluklarının yani günahların
ebedî saadet açısından doğuracağı sakıncalar üzerinde
332] 5/Mâide, 12
333] 5/Mâide, 13-16
334] 5/Mâide, 40; 29/Ankebut, 21
335] 7/A'râf, 96; 9/Tevbe, 95
336] 4/Nisâ, 145; 16/Nahl, 88
337] 17/İsrâ, 15
338] 18/Kehf, 105-106; 4/Nisâ, 139, 145, 161, 172; 5/Mâide, 72-73; 3/Âl-i İmran,
151; 33/Ahzâb, 73
339] 4/Nisâ, 10, 14, 93, 97; 5/Mâide, 94-95; 24/Nur, 23, 63
340] 11/Hûd, 106-107; 78/Nebe', 23
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 110 -
durulmuştur. Hâricîler ve mu’tezile âlimleri, samimi bir tevbe ile
telafi edilmeyen büyük günahları işleyenlerin, inkârcılar zümresine
gireceğini ve ebedî olarak cehennemde kalacağını söylemişlerdir.
İslâm tarihinde daima büyük çoğunluğu oluşturan ehl-i sünnet
âlimleri ise, irade zaafı ve benzeri faktörlerle işlenecek günahların
kalpteki imanı yok etmeyeceğine kani olmuşlar ve açık inkâr dışında
kalan günahları işleyenlerin, bir süre cehennemde cezalandırılsalar
bile eninde sonunda oradan çıkıp cennete gireceklerini
kabul etmişlerdir.
Meryem sûresinde cehennemden ve onun ehlinden bahsedildikten
sonra, “İçinizden oraya gitmeyecek hiçbir kimse yoktur.”341 denilmektedir.
Buradaki gidişin (vürûd) yorumu hakkında çeşitli görüşler
ileri sürülmüştür. Söz konusu âyetlerden edinilen ilk kanaat,
mü’minler de dâhil olmak üzere herkesin cehenneme uğrayacağı
ve onu göreceği şeklindedir. Fakat bu ziyaret, doğrudan cennete
gireceklere bir zarar vermeyecektir. Cennet ile cehennem halkı
arasında vuku bulacağı haber verilen karşılıklı konuşmalardan, cehennemliklerin
cennetteki nimetlerden haberdar olacakları anlaşılmaktadır.
342
Cehennem azabı ile cezalandırılacak kişiler, ilgili âyetlerin
ışığında tasnife tâbi tutulacak olursa, hukukullah/Allah hakkı ile
hukuku’l-ibâd/kul hakkına tecavüz edenler şeklinde bir gruplandırma
yapmak mümkündür. Hukukullaha tecâvüz, iman yolunu
terk edip inkâra sapmak şeklinde özetlenebilir. Bu tecavüz türü
küfür, şirk, nifak, Allah’ın âyetlerini ve peygamberlerini tekzip
gibi kavramlarla birçok âyette dile getirilerek eleştirilmiş ve mücrimler
diye nitelendirilen bu mütecavizler için “Allah’ın düşmanı”
tabiri kullanılmıştır. Yanılmak, kulun âdeta bir özelliği ise, bağışlamak
da Allah’ın en çok vurgulanan bir sıfatıdır. Ancak, kul, hatalarında
ısrar eder ve “suçu kendisini çepeçevre kuşatırsa” muhakkak ki
ebediyyen cehennemde kalır.343 Şu âyetler de cehennemlik insan
tipini etkileyici bir şekilde tasvir etmektedir: “Alabildiğine inat eden,
hayra (veya Allah yolunda harcamaya) var gücüyle engel olan, Allah’a
ortak koşan, şüpheci, nankör.”344
Kul hakkına tecavüz eden tiplerle ilgili birçok âyet ve hadis
mevcuttur. Âyetlerde bu kişiler hakkında zâlim, katil, kibirli,
mü’minlere işkence yapan, yetim malı yiyen gibi vasıflar sıralanmakta,
duyu organları sağlam ve zihnî muhakemeleri yerinde
341] 19/Meryem, 71
342] bk. 7/A'râf, 50
343] 2/Bakara, 81
344] 50/Kaf, 24-26
CEHENNEM
- 111 -
olduğu halde gerçeği görüp idrâk etmeyen bu kişiler için “dört
ayaklı hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkın”345 ifadesi kullanılmaktadır.
Bir âyetin tasviri de şöyledir: “Alabildiğine yemin eden, izzet-i
nefsi bulunmayan, ötekini berikini ayıplayan, laf getirip götüren, cimri,
aşırı zâlim, günaha dadanmış, kaba, haşin, şerefsiz ve soysuz.”346 Hadis
kitaplarında yer alan çeşitli rivâyetler de bu tür tasvirleri dile getirmektedir.
Bir hadiste, kişileri cehenneme en çok sürükleyen iki
şeyin ağız ile tenasül organı olduğu ifade edilmiştir.347 Kadınların
cehennem halkının çoğunluğunu teşkil ettiğini belirten rivâyet,348
eğer hadis kritiği açısından sahih ise, genelde kadın nüfusun erkek
nüfustan fazla olduğunu göstermiş olabilir. Çeşitli hadislerde,
mü’min oldukları anlaşılan, fakat günahları sebebiyle cehenneme
giren kimselerin secde halindeyken yere temas eden organlarına,
iman mahalli olan kalplerine, Allah korkusundan yaşaran ve
Allah yolunda uykusuz kalan gözlerine cehennem ateşinin nüfuz
etmeyeceği belirtilmiştir.
“Doğrusu Allah, iman edip sâlih amel işleyenleri, altlarından ırmaklar
akan cennetlere koyar. Nankörlük edenler ise zevklenirler ve hayvanlar
gibi yerler. Onların yerleri ateştir.”349 Bu âyet, kâfirin dünyada maddî
hayattan faydalanma ve nefsinin istediğini yeme yönündeki çabasının,
mü’minin öngördüğü çabadan daha fazla olduğunu belirtmektedir.
Üstelik kâfir, maddî şeylerden yararlanırken tıpkı hayvan
gibi kendisini kontrol etmeyi bilmemekte, helâl ve harama,
başkasının varlığına saygı göstermemektedir.
Cehennem ehli, devamlı tartışacak ve çekişecektir. Dünyadayken
şerli önderlerinin sözünü dinleyenler, onları kendilerini saptırmakla
suçlayacak, önderleri ise kendilerini bütün suçlamalardan
temize çıkarmaya çalışacaktır.350
Hadislerde belirtildiğine göre cehenneme girenlere farklı derecelerde
azap edilecektir. Peygamberleri öldürenler, sapıklığa
önderlik yapıp topluma bu şekilde yön verenler ve zâlim devlet
başkanları en şiddetli azâba mâruz bırakılacaklardır.351 Müslüman
olmamakla birlikte Hz. Peygamber’i himaye eden ve dolayısıyla
İslâmiyet’in yayılışını destekleyen Ebû Tâlib’e ise hafif bir azap
345] 7/A'râf. 179
346] 68/Kalem, 10-13
347] Müsned-i Ahmed, II, 291, 392, 442
348] Buhârî, Rikak 16; Müslim, İman 132
349] 47/Muhammed, 12
350] 34/Sebe', 31-33; 38/Sâd, 64; 50/Kaf, 27-28
351] Müsned-i Ahmed, I/375, 407; II/55
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 112 -
uygulanacaktır.352 Cehennemdekilerin kimi ayak bileklerine, kimi
dizlerine, kimi de beline ve göğsüne kadar ateşe gömülecek,353
kâfirlerin bedenleri büyültülerek farklı şekillere sokulacaktır.354
Beşerî adalet mekanizmaları, özellikle İslâm’ın hüküm sürmediği
beldelerde mutlak adaleti sağlayamamaktadır. Hâkimlerin
hâkimi olan Allah, âhiret hayatında mücrimlerin mutlaka ayrı
bir statüye tâbi tutulacağını birçok âyette açıklamıştır. Bu bakımdan
iyi ile kötünün farklı şartlarda, farklı sonuçlarla karşılaşacağı
şüphesizdir. İman edenle etmeyenin, Allah’a itaat edenle
O’na isyan edenin eşit tutulmaması, ilahî adâlet ve hikmetin
gereğidir. Kur’an’ın çeşitli âyetlerinde, Allah’ın lütuf ve keremine
güvenerek inkâr ve isyana düşülmemesi konusunda bütün
insanlar uyarılmaktadır.355 İyilerle kötülerin hem dünya hayatında
hem de âhirette farklı muamelelere tâbi tutulacakları ısrarla
belirtilmektedir. Unutmamalıdır ki, Allah’ın, bağışlayıcı olması
yanında, azabı da şiddetlidir.356 İnkârcı ve isyankâr kullara azap
etmek, hem bir adalet hem de rahmet olarak düşünülebilir. Nitekim
günahkârlardan ilahî azabın geri çevrilmeyeceği anlatılırken
Allah’ın geniş bir rahmet sahibi oluşuna temas edilmesinde de357
böyle bir hikmet aramak mümkündür. Kur’an ile birlikte bütün
semavî kitaplarda yer alan bu temel hükmü yok farzedecek bir
yorum, tümüyle isabetsiz ve geçersizdir. Ancak, suçluya uygulanacak
cezanın sonsuza kadar ateş ve cehennem olup olmaması tartışmalı
konudur.358 Cehennemde görülecek azabın miktar, şiddet
ve şekillerini ancak Allah ve Rasûlü’nün bizlere bildirmesiyle ve
bildirdikleri kadarıyla bilebiliriz.
Âhiret hayatının her devresinde olduğu gibi cehennem azabını
ruh, beden ile birlikte çekecektir. Ancak cehennem hayatında
sözü edilen acı, ıstırap, azap, ateş vb. şeyler, bu dünyadakilerine
tam benzetilemez. Bunların iç yüzünü insanların bilmesi mümkün
değildir; ancak Allah bilir.
“O gün cehenneme: ‘Doldun mu?’ deriz, o: ‘Daha var mı?’ der.”359
Duyguları körelmemiş, hislerini kaybetmemiş hiçbir insan, bu ifadeleri
okuduğu veya işittiği zaman, sakin olamaz. Ruhunda bir
352] Müsned-i Ahmed I/290
353] Müsned-i Ahmed bin Hanbel, III/ 13; Müslim, Cennet 33
354] Müslim, Cennet 44, 45; Tirmizi, Sıfatü Cehennem 3
355] 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5; 57/Hadid, 14
356] 15/Hıcr, 50
357] 6/En'âm, 147
358] İslâm Ansiklopedisi, T.D. V. c. 7, s. 225 ve devamı
359] 50/Kaf, 30
CEHENNEM
- 113 -
şeylerin uyandığını, kabardığını hisseder. Cehennem öyle anlatılmış
ki, sanki insan azmanı. Gözünü dört açmış, etrafında, yakınında
gördüğü her şeyi içine çeken ve yok eden bir canavar gibi.
Görevi, insan yemek! İnsan bu ifadeleri okuyup, ruh dünyasında
canlandırdığı zaman hiç o müthiş tuzağa doğru gider mi? Yakınından
bile geçmez.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Benim halim ateş yakan
bir adamın misali gibidir. Ateş, etrafını aydınlatınca, pervaneler ve şu
küçük hayvanlar, başlar içine düşmeye. O adam onlara mani olmaya çalışır.
Onlar adama galebe çalarlar da, düşünmeden kendilerini ateşin içine
atarlar. İşte benimle sizin örneğiniz budur. Ben, sizi eteğinizden tutup
ateşten çekiyor (alıkoymaya çalışıyorum). Ateşten uzak durun! Ateşten
uzak durun! diye çağırıyorum. Sizler beni yeniyor ve düşünmeden kendinizi
ateşin içerisine atıyorsunuz.” 360
Ya Rasûlallah, ne kadar merhametlisin! Sanki cehenneme
karşı bize kalkan vazifesi görüyorsun. Çünkü sen cehennemin
vehâmetini, dehşetini biliyordun. Onu her an görüyor gibi ona
iman etmiştin. Böyle olduğu içindir ki “Benim bildiğimi bilseydiniz,
çok ağlar; az gülerdiniz.” demiştin. Doğru, biz senin gibi ve senin kadar
bilmediğimiz için ateşe doğru uçan kelebekler gibiyiz. Orada
sanki bir şey var zannıyla koşuyoruz. Sen ise orada durmuş, gelenlere
“gidin buradan, burada bir şey yok, değilse helâk olacaksınız”
diyerek uzaklaştırıyorsun. Selâm olsun sana, ey Rasûl...
Kur’an’da Cehennem Tabloları
Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’de cehennem ve cennet hayatını
idrâklerimize yaklaştırarak bütün ayrıntılarıyla bildirmektedir.
Bu açıklamalar o derece canlıdır ki, bazen de ruhun etkileneceği
şekilde tablolaştırılır ve seslendirilir. İslâm nizamına inanmayan ve
bu Hak düzeni yaşamayanların atılacakları cehennemin azabını
ve bu azabın kalplere korku salan dehşetini âyetlerden izleyelim:
“Cehennem o azgınların hepsinin buluşma yeridir. Onun yedi kapısı
vardır. Her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır.”361 Dünya
hayatında da o azgınlar hep aynı yerlerde buluşurlardı. Şeytanın
süslü gösterdiği batakhanelerde, eğlence yerlerinde. Orada
da aynı yerde buluşurlar. O cehennemin yedi kapısından her biri,
başka bir koğuşa açılır. Her kapıya o azgınlardan bir miktar, nasıl
olduklarına ve ne yaptıklarına göre, bölünüp ayrılmışlardır. Herkes
konulduğu koğuşta cefa çeker. “Zaten onlar kıyamet saatini de
360] Sahih-i Müslim
361] 15/Hıcr, 43-44
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 114 -
yalanladılar. O saatin geleceğini yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırlamışızdır.
Bu ateş onlara uzak bir yerden gözükünce, onun kaynamasını
ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlanarak, dar bir yerden
atıldıkları zaman, orada yok olup gitmeyi isterler. ‘Bir kere yok olmayı
değil; birçok defa yok olmayı isteyin’ denir. De ki ‘Bu mu iyidir, yoksa
ebedî cennet mi daha iyidir?”362 Cehennemin homurtusu ve uğultusu;
kızdırılmış ve sinirlenmiş bir canavarın sağa sola saldırmaya hazırlanışını
andırıyor. Haydi, yaklaşın bakalım! Böylesi bir canavarın
önüne atılan avın halini bir düşünelim! Aynı şekilde cehenneme
atılanların, cehennemin uğultusuna karışan, bitmek tükenmek
bilmeyen feryatları... Sonsuza dek...
“O (cehennem) ne geri bırakır, ne de azaptan vazgeçer, insanın derisini
kavurur.” 363 Adiy bin Hatem (r.a.)’den Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu
rivâyet edilmiştir: “Ateşten korununuz!” Râvi: “Rasûlullah
sanki ateşe bakıyor gibi cehennemden çekindi” dedi. Sonra böyle
buyurdu. Sonra üç defa sakınıp yüzünü çevirdi. Hatta biz, cehenneme
bakıyor zannettik. Sonra: “Yarım hurma ile de olsa ateşten
korununuz: Onu da bulamayan güzel bir söz (söylemek)le (korunsun)”
buyurdu.364
Bir defasında Peygamberimiz, gülen bir topluluğa uğradı da:
“Aranızda cennet ve cehennem anılırken gülüyorsunuz ha?!” buyurdu.
Artık bu kimselerden hiç biri ölünceye kadar gülerken görülmedi.
“Âyetlerimizi inkâr edenleri ateşe sokacağız, derilerinin her yanışında
azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Allah güçlüdür,
hakîmdir.” 365
“İşte Rableri hakkında tartışmaya giren iki taraf: O’nu inkâr edenlere,
ateşten elbiseler kesilmiştir. Başlarına da kaynar su dökülür de bununla
karınlarındakiler ve derileri eritilir. Demir topuzlar da onlar içindir. Orada,
uğradıkları gamdan ne zaman çıkmak isteseler her defasında oraya geri
çevrilirler. ‘Yakıcı azabı tadın’ denir.” 366
“Allah, şüphesiz kâfirlere lânet etmiş ve onlara içinde sonsuz olarak
temelli kalacakları çılgın alevli cehennemi hazırlamıştır. Onlar bir dost
ve yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateşte çevrildiği gün: ‘Keşke Allah’a itaat
etseydik, keşke Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Rabbimiz! Biz
yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik. Fakat onlar bizi yoldan
saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lânete
362] 25/Furkan, 11-15
363] 74/Müddessir, 28-29
364] Buhâri; Müslim
365] 4/Nisâ, 56
366] 22/Hac, 19-22
CEHENNEM
- 115 -
uğrat’ derler.”367 Çılgın alevli bir ateş, “imdat” diyerek yardım isteyecekleri
hiçbir dost ve yardımcı yok. Böyle bir pozisyonda birileri
ateşte evire çevire pişiriliyor. Tıpkı şişlere takılmış etlerin ateşte
çevrilerek pişirilmesi gibi. “Yüzleri ateşte çevrildikleri gün...” Ve ardından
faydası olmayan pişmanlık feryatları. “Rabbimiz biz Sana
ve Rasûlüne itaat edeceğimize, yönetici ve büyükleri-mize itaat
etmiştik, onları râzı etmeye çalışmıştık...” Kendilerinin bu duruma
düşmesine sebep olan yönetici ve büyüklere öyle öfkelenmişler ki,
Rablerinden onlara iki kat azap talebinde bulunuyorlar, onlara
lânet edilmesinin, yüreklerine su serpeceğine inanıyorlar.
“Tâğîlere/azgınlara kötü bir gelecek vardır. Onlar için cehennemde bir
döşek vardır, orası ne kötü döşektir.”368
“Kitapları soldan verilenler; ne yazık o sol ashabına! İnsanın içine işleyen
bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir
dumanın gölgesinde bulunurlar. Çünkü onlar, bundan önce dünyada nimet
içinde bulunurlar iken, büyük günah işlemekte direnir dururlardı.”369
Hava kavurucu sıcaktır. İnsanın derilerinin gözeneklerine işler
ve vücutları kavurur. Su ise, son derece sıcaktır, ne serinletir ne
de susuzluğu giderir. Orada bir gölge vardır. Kara dumandan bir
gölge. Görünce çok sevinirler. Serinlemek için oraya doğru koşarlar.
Fakat yakıcı, yalayıcı ve boğucu bir gölge olduğunu görünce
müthiş bir hayal kırıklığı. Psikolojik azap. Azap içinde azap. Şüphe
yok ki bu, alay ve eğlence mânâsıyla gölgedir. Bir gölge ki ne
serinletir ve ne fayda verir. Şımarıklara bu sıkıntı ne acıdır. “Onlar
için cehennemden bir yatak ve üstlerine de örtüler vardır. Zâlimleri böyle
cezalandırırız.”370 Cehennem bir yatakhane gibi hazırlanmış. Konuklarının
altına ateşten bir döşek, üstlerine ateşten bir yorgan
ve başlarının altına ateşten bir yastık. Yatakhane, döşek, yorgan
denilince insanın aklına istirahat, uyumak ve tatlı rüyalar gibi güzel
şeyler gelir. Fakat böyle güzel şeyler düşman başına. Tabii yine
aşağılayıcı alay sahnesi.
“Yakıcı ateşe yaslanırlar, kızgın bir kaynaktan içirilirler. Beslemeyen,
açlığı gidermeyen kötü kokulu bir dikenden başka yiyecekleri yoktur.”371
Cehennem konuklarının altına minderleri, yatakları serilmişti.
Tabii hava çok sıcak olunca hemen içecek bir şeyler ikram edilir.
Meşrubatlar gelir, fakat o da ne, fokur fokur kaynıyor. Ardından
367] 33/Ahzâb, 64-68
368] 38/Sâd, 55-56
369] 56/Vâkıa, 41-45
370] 7/A'râf, 41
371] 88/Ğâşiye, 4-7
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 116 -
konuklara yemek ikram edilir. Öyle bir yemek ki insanın boğazında
durunca ne ileri gider ne geri çıkar. İnsana boğulma anını
sürekli yaşatır. Dikenli olduğu için boğazı da parçalamış ve oraya
takılmış duruyor. Yiyenlerin açlığını da gidermiyor. Ne ağırlama!
Sonra siz ey sapıklar, yalanlayanlar! Doğrusu zakkum ağacından yiyeceksiniz,
karınlarınızı onunla dolduracaksınız.”372
Peygamberimiz: “Ey iman edenler, Allah’tan hakkıyla korkun ve
ancak müslümanlar olarak can verin.”373 âyetini okudu ve şöyle buyurdu:
“Zakkumdan bir damla dünya yurduna damlatılsa, dünyadakilerin
yiyeceklerini acıtırdı. Öyle ise yiyeceği zakkum olan kimsenin hali
nasıl olur?”374
“Cehennem halkı, cennet halkına: ‘Bize biraz su veya Allah’ın size
verdiği rızıktan gönderin’ diye seslenir, onlar da; ‘Doğrusu Allah dinlerini
oyun ve eğlenceye alan, dünya hayatına aldanan inkârcılara ikisini de haram
etmiştir’ derler. Bu günle karşılaşacaklarını unuttukları, âyetlerimizi
bile bile inkâr ettikleri gibi biz de onları unutuyoruz.”375 Öteki dünyada
unutulmamak için burada Allah’ı unutmamak ve sonu ateş olan
işlerden kaçınmak gerekiyor. Şu dünyanın yaz sıcaklarında güneş
altında durmaktan kaçınan insanın, cehennem sıcağına nasıl dayanacağının
muhasebesini yapması gerekir.376
“Allah’ın Rasûlü’ne muhalefet etmek için (cihaddan) geri kalanlar,
(sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda
cihad etmeyi çirkin gördüler; ‘bu sıcakta sefere çıkmayın’ dediler.
De ki: ‘Cehennem ateşi daha sıcaktır!’ Keşke anlasalardı! Artık kazanmakta
olduklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar!” 377
“Kitabı solundan verilmiş olana gelince; o, ‘keşke, der, bana kitabım
verilmeseydi de, Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke onunla
(ölümümle) her iş olup bitseydi! Malım bana fayda sağlamadı. Saltanatım
(gücüm ve belgelerim) da benden ayrılarak yok olup gitti. (Böyle kimse
hakkında, görevli cehennem bekçilerine şu İlâhî buyrukla hitap edilir:)
Onu yakalayın da (ellerini boynuna) bağlayın; Sonra alevli ateşe atın onu!
Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire sarın! Çünkü o, ulu
Allah’a iman etmezdi. Yoksulu doyurmaya (kendi yanaşmadığı gibi, başkalarını
da) teşvik etmezdi. Bu sebeple, bugün burada onun herhangi
bir candan dostu yoktur. Ancak günahkârların yediği kanlı irinden başka
372] 56/Vâkıa, 51-53
373] 3/Âl-i İmran, 102
374] Tirmizi, Nesai, İbn Mâce
375] 7/A'râf, 50-51
376] Hasan Eker, Âhiret Bilinci, Denge Y., s. 67 ve devamı
377] 9/Tevbe, 81-82
CEHENNEM
- 117 -
yiyeceği de yoktur.” 378
Amel defterlerini sollarından alanlar okurla kitaplarını. Okudukça
renkleri gider. İçlerini bir haşyet ve pişmanlık ateşi kaplar.
Bir taraftan kapkara bir geçmişi okur, bir taraftan hatırlar yaptıklarını;
sevap hanesinde bir şeyin olmadığını, öbür tarafta ise isyan,
fücur ve tuğyanla dolu amellerini görür. Mücrimler o zaman
bolluğun ve darlığın bir imtihan, gerçek hayatın ise âhiret hayatı
olduğunu anlarlar. Dünya hayatını gerektirdiği gibi kullanamadıklarını,
emanetlere ihanet ettiklerini hatırlarlar. Ama ne yazık
ki, vakit çok geçmiştir. Bu ceza gününde hatırlamanın ve pişmanlık
duymanın bir faydası yoktur. Sadece; dünya hayatında, amel
yurdunda, fırsatların geçmesine yanmaktan başka bir şey gelmez
ellerinden.
“O gün, gerçek hükümdarlık Rahman’ındır. İnkârcılar için yaman bir
gündür o. O gün, zâlim kimse iki elini ısırarak; ‘ne olurdu ben de Peygamberlerle
beraber bir yol tutsaydım’ diyecektir. ‘Vay başıma gelene!
Keşke falancayı veli (dost ve lider) edinmeseydim. Andolsun ki bana gelen
Kur’an’dan o saptırdı beni. Şeytan insanı yapayalnız ve yardımcısız
bırakıyor. Nebî de: ‘Yâ Rabbim, kavmim, bu Kur’an’ı mehcur/terkedilmiş
bıraktılar (buna iltifat etmediler, inananları da buna gelmekten alıkoydular)
demiştir.” 379
Kendilerine gelen Rasûle ve Kur’an’a bîgâne kalanların karşılaştıkları
pişmanlık, kendilerini yiyip bitirir. Kur’an’ı terkeden, ona
Rahman’ın tüm insanlığın hayat nizamı ve düsturları, esenliğe götüren
hidâyet rehberi olarak değil; sıradan yazılan bir kitapmış
gibi bakanların, ona yabancı kalanların, onu bırakıp beşerî ideoloji
ve kanunlara sarılanların içerisine düştükleri pişmanlık ve hasret
böyle tasvir ediliyor. Sonlarının korkunçluğunu gören, hassasiyet
ve duyarlılıktan yoksun olarak yaşamış insanlar farkında olmadan
iki ellerini birden ısırırlar. Akılları başlarına gelmiş, dehşet etraflarını
sarmıştır. Ama bugün yapılacak bir şey yoktur artık.
“Onların, ateşin başında durdurulmuş iken: ‘Ahh ne olurdu keşke
biz (dünyaya) geri çevrilseydik de Rabbimiz’in âyetlerini yalanlamasaydık,
iman edenlerden olsaydık’ dediklerini bir görsen!”380 Ellerine geçirmiş
oldukları güçle, haksız yere mal toplayıp biriktiren, insanlara zulmeden
mütekebbirler, Karunların, tağutların ve onlara yardakçılık
yapıp, onları yaşatanların, tuğyanın bizatihi Allah’ın dinine
karşı galebesi için müslümanlara savaş açan pis sürüngenlerin acı
378] 69/Hakka, 25-37
379] 25/Furkan, 26-30
380] 6/En'âm, 27
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 118 -
sonu böyle ifade ediliyor. Ellerine geçirdikleri saltanatın biteviye
devam edeceğini zannediyorlardı. Bugün ümitsizlik, hasret ve
zillet içerisinde, yaptıkları zulmün, katliamın ve haksızlığın, şerri
ayakta tutmanın karşılığını göreceklerdir. Allah dâvâsının erlerini
mağlup etmek için zâlimlerin yanında yer aldıklarına, onlara itaat
ettiklerine pişman olacaklardır. Kendilerini yüceltip, takdis ettikleri
erkânın da aynı akıbette, güçsüz, hakir, aşağılanmış halini görünce
pişmanlıkları daha da artacaktır. Mala ve mülke, saltanat ve
dünyaya olan sevgisini ve zâfiyetini aşamayıp kullara kul olanlar
hasretler içerisine yanmaya mahkûm olacaklardır.381
“İtaat edilenler (kendilerine) itaat edenlerden uzak durdular; azabı
gördüler, aralarında-ki bağlar kesildi. İtaat edenler, şöyle dediler: ‘Ah
keşke bir daha dünyaya dönmemiz mümkün olsaydı da şimdi onların
bizden uzak durdukları gibi biz de onlardan uzak dursaydık.’ Böylece
Allah, onlara işledikleri bütün fiilleri hasretler (pişmanlık ve üzüntüler
kaynağı olarak) gösterecektir.”382; “Elleri boyunlarına bağlı olarak dar
bir yerden atıldıkları zaman orada yok olup gitmeyi isterler.”383; O gün
yok olup gitmek de aranıp ele geçmeyen bir arzudur. Bu tâkat
götürmez sıkıntıdan kurtulmanın biricik yolu yok olup gitmektir.
Ama, işte onların isteklerine karşı verilen cevap: “Bir kere değil,
birçok kereler yok olmayı isteyin.”384; “Yüzleri ateşte (pişirilip) çevrildiği
gün derler ki; ‘eyvah bize keşke Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etseydik”385;
“Bir zaman gelir ki, inkâr edenler, ‘keşke müslüman olsaydık’ diye arzu
ederler.”386; “Ateşe sürüldükleri zaman; ‘keşke dünyaya bir daha döndürülsek
de, Rabbimizin âyetlerini inkâr etmeyip iman edenlerden olsak’
dediklerini bir görsen. Hayır, evvelce gizleyip durdukları işleri karşılarına
çıktı da ondan böyle söylüyorlar. Eğer geri dönderilseler yine kendilerine
yasak edilen şeylere dönerler. Çünkü onlar şüphesiz yalancıdırlar.”387; “O
gün kişi, ellerinin (yapıp) öne sürdüğü işlere bakar ve kâfir: ‘Keşke ben
toprak olsaydım’ der.” 388
“Cehennem, (kendisine atılacaklara) uzak bir yerden gözükünce, onlar,
onun kaynamasını ve uğultusunu işitirler.”389 İşitirler de tam bir
nedâmet ve hüsran içerisinde şöyle vah ederler: “... Keşke ölüm kati
olaydı (da bir daha dirilmeyeydim) Malım bana fayda vermedi, gücüm
381] Hüseyin Özhazar, Âhiret Bilinci, 121 ve devamı
382] 2/Bakara, 166-167
383] 25/Furkan, 13
384] 25/Furkan, 14
385] 33/Ahzâb, 66
386] 33/Ahzâb, 66
387] 6/En'âm, 27-28
388] 78/Nebe', 40
389] 25/Furkan, 16
CEHENNEM
- 119 -
de kalmadı.” Allah da ilgili meleklere şöyle buyurur: “Onu tutun,
bağlayın. Sonra da cehenneme yaslayın.” 390
İnkârcı ve isyancı kullar cehenneme atıldığında; azap onları kuşatacak:
“... Azap, onları tepelerinden ve ayakları altından saracak.” 391
“İşte siz, ey sapıklar, yalanlayanlar! Doğrusu bu zakkum ağacından
yiyeceksiniz, karınlarınızı onunla dolduracaksınız. Onun üzerine (erimiş
maden tortusu gibi) kaynar su içeceksiniz. Hem de susamış develerin
suya saldırışı gibi içeceksiniz.” 392
“Bu içki, ne fena bir içki ve bu ateş de ne kötü konaklama yeridir.” 393
Tabiidir ki, azap görenler, bu korkunç acıdan kurtulmak, ıstırabı
ölümden daha ağır olan cehennemden çıkmak isterler; ama
nafile: “Oradan her çıkmak istedikçe, yine o ateş içine döndürülürler ve
onlara: ‘tadın bakalım yalanlayıp durduğunuz o ateşin azabını’ denilir.”
394 Çaresizlik içinde bunalırlar da ilgili meleklere iltica ederler:
“Ateşte olanlar, cehennem bekçilerine: ‘Rabbinize yalvarın da hiç değilse
bir gün azabımızı hafifletsin’ derler. Cehennem bekçileri de şöyle
söyler: ‘Size peygamberleriniz belgelerle gelmemiş miydi?’ ‘Evet, gelmişti.’
‘O halde kendiniz yalvarın. Ancak inkârcıların yalvarışı boşunadır.”395
Cehennem azabını çekenler, hiçbir dostun ve hiçbir yardımcının
olmadığını anlarlar da Allah’a yönelirler ve şöyle yalvarırlar:
“Rabbimiz! Bizi, azgınlığımız yenmişti; sapık bir toplum olmuştuk.
Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer (Seni inkâra ve Senin düzenine isyana)
dönersek, artık şüphesiz biz zulmetmiş oluruz.’ (Allah da) buyurur ki: Alçaldıkça
alçalın, sinin orada! Bana karşı konuşup mazeret beyan etmeyin.
Zira kullarımdan bir zümre: ‘Rabbimiz! Biz iman ettik; öyle ise bizi affet;
bize acı! Sen merhametlilerin en iyisisin, demişlerdi. İşte siz onları alaya
aldınız; sonunda onlar (ile alay etmeniz) size beni hatırlatmayı unutturdu,
siz onlara gülüyordunuz.” 396
“İnkâr edenlere cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler, cehennem
azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez. İşte biz, küfürde ileri
giden her nankörü böyle cezalandırırız. Onlar orada: Rabbimiz! Bizi çıkar,
(önce) yaptığımızın yerine sâlih amel yapalım, diye feryad ederler. Size
düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size
390] 69/Haakka, 27-31
391] 29/Ankebut, 55
392] 56/Vâkıa, 51-56
393] 18/Kehf, 29
394] 32/Secde, 20
395] 40/Mü'min, 49-50
396] 23/Mü'minun, 106-110
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 120 -
uyarıcı (peygamber) de gelmişti. Artık tadın (azabı)! Zâlimlerin yardımcısı
olmaz.” 397
“O (cehennem), insanlık için sizden ileri gitmek ya da geri kalmak isteyen
kimseler için, gerçekten çok büyük bir uyarıcıdır. Her nefis, kazandığına
(yaptığına) karşılık bir rehindir; ancak (hesap defteri/karnesi) sağ yanından
verilenler başka; Onlar, cennetler içindedir. Günahkârlara), ‘Sizi
şu Sakar’a/yakıcı ateşe sokan nedir?’ diye uzaktan uzağa sorarlar.
Onlar şöyle cevap verirler: ‘Biz namazımızı kılmıyorduk, yoksulu
doyurmuyorduk, (bâtıla) dalanlarla birlikte dalıyorduk. Din/ceza
gününü de yalan sayıyorduk. Nihâyet (bu haldeyken) bize ölüm
gelip çattı. Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez. Böyle
iken bunlara ne oluyor ki, âdetâ aslandan ürküp kaçan yaban
eşekleri gibi (hâlâ) öğütten yüz çeviriyorlar? Güya onlardan her
biri, kendisine (önünde) açılmış sayfalar (İlâhî vahiy) verilmesini istiyor.
Elbette olacak şey değil! Aslında onlar, âhiretten korkmuyorlar. Ama bu,
gerçekten bir ikazdır! Dileyen onu (düşünür) öğüt alır. Bununla beraber,
Allah dilemeksizin onlar öğüt almazlar. Kendisinden sakınılması gereken
O’dur; kendisine bağışlamak yaraşan da.” 398
“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelirse, bilsin ki ona (kendisi gibilerle
birlikte) içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır.” 399
“Kitabı sol tarafından verilene gelince; o, ‘keşke, der, bana kitabım
verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke onunla
(ölümümle) her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı. Saltanatım
(gücüm ve belgelerim) da benden (koptu,) yok olup gitti. (Böyle
kimse hakkında görevli cehennem bekçilerine şu ilahî buyrukla hitap
edilir:) Onu yakalayın; (ellerini boynuna) bağlayın; sonra alevli ateşe atın
onu! Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire sarın! Çünkü
o, ulu Allah’a iman etmezdi. Yoksulu doyurmaya (kendi yanaşmadığı
gibi, başkalarını da) teşvik etmezdi. Bu sebeple, bugün burada onun herhangi
bir candan dostu yoktur. Ancak günahkârların yediği kanlı irinden
başka yiyeceği de yoktur.” 400
Cehennemle İlgili Bazı Hadis-i Şerifler
“Şüphesiz ki kıyamet gününde cehennemliklerin azap itibariyle en hafif
olanı, ayaklarının altına iki kor parçası konulan ve onların sıcağından
beyni kaynayan kimsedir. O zanneder ki kendisinden daha şiddetli azap
gören hiç kimse yoktur. Hâlbuki o, onlar içinde azabı en hafif olanıdır.” 401
397] 35/Fâtır, 36-37
398] 74/Müddessir, 35-56
399] 72/Cin, 23
400] 69/Haakka, 25-37
401] Buhârî, Rikak 51; Müslim, İman 363, 364; Tirmizî, Cehennem 12
CEHENNEM
- 121 -
“Yüce Allah, azabı en hafif olan kimseye ‘dünyada olan her şey senin
olsaydı (kendini kurtarmak için) onu fidye olarak verir miydin?’ diye
soracak. O: ‘Evet’ diye cevap verecektir. Bunun üzerine Allah Teâlâ: ‘Ben
senden, sen henüz Âdem’in sulbünde iken bundan çok daha kolayını istemiştim.
O da, Bana şirk koşmamandı. Fakat sen şirkten başkasını kabul
etmedin.’ buyuracaktır.” 402
“Âdemoğlunun yaktığı ateş, cehennem ateşinin yetmiş cüzünden bir
parçadır.” 403
“Sizin (şu dünya) ateşiniz, cehennem ateşinin yetmiş cüz’ünden bir
parçadır.” Ashâb: “Yâ Rasûlallah, Dünya ateşi (kâfirleri, fâcirleri
azap için) herhalde kâfidir” dediler. Rasûlullah: “Cehennem ateşi
(miktar ve sayıca) dünya ateşleri(nin tümü) üzerine altmış dokuz derece
fazla kılındı. Bunlardan her birinin harareti, bütün dünya ateşinin harareti
gibidir.” 404
“Kıyamet gününde bir kişi getirilip cehenneme atılır da cehennemde
onun bağırsakları derhal karnından dışarı çıkar. Sonra o kişi (bağırsakları
etrafında) değirmen merkebinin değirmende döndüğü gibi döner. Bunun
üzerine cehennem halkı o kişinin başına toplanıp da: ‘Ey filan! Halin
nedir? Sen bize (dünyada) iyilikle emredip bizi kötülükten nehyeden (bir
öğütçü) değil miydin?’ derler. O da: ‘(Evet ben öyleydim, fakat) ben sizi
ma’ruf ile emrederdim; hâlbuki kendim yapmazdım. Yine ben sizi münkerden
nehyederdim de kendim işlerdim!’ diye cevap verir.” 405
“Cehennem irininden bir kova dünyaya dökülmüş olsa, dünyadakilerin
hepsi kokardı.” 406
“Cehennem, şehvetlerin perdeleriyle örtülmüştür. Oraya şehvetler
(irtikâbı) ile (girilir). Cennet de nefsin hoşlanmadığı ibâdetlerle korunmuştur.
(Buraya da ibâdet meşakkatleriyle girilir)” 407
“(Ashâbım!) Cennet, sizin her birinize nalınının tasmasından (ayakkabısının
bağından) daha yakındır. Cehennem de bunun gibi (yakın)dır
(Tâat cennete; ma’siyet de cehenneme yaklaştırır).” 408
“Ateşle azâb vermek, sadece ateşin sâhibine (Allah’a) âittir.”409
402] Buhârî, Rikak 49; Müslim, Müsafirûn 51, 52
403] Muvatta, Cehennem 1; Müsned-i Ahmed 2/ 467
404] Buhârî, Tecrid-i Sarih c. 9, s. 50
405] Buhârî, Tecrid-i Sarih, c. 9, s. 51
406] Tirmizî, Cehennem 4; Müsned-i Ahmed, 3/ 28, 83
407] Buhârî, Tecrid-i Sarih, c. 12, s. 195
408] Buhârî, Tecrid-i Sarih, c. 12, s. 195
409] Ebû Dâvud, Cihad 122, h. no: 2675, Edeb 176, h. no: 5268
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 122 -
Konuyla İlgili Birkaç Uyarı
Çocuklara, mükellef yaşlarında olmadıkları halde “Allah yakar!”
diyerek, onu güya terbiye etmek, Allah’ın yakıcılığını ve
cezasını önceliklemek en azından üç büyük yanlış içerir. Allah’a
iftira atılmış olur; Allah, çocukları çok sever, onların yaptığı hiçbir
şeyden dolayı yakmaz. Allah, azabıyla korkulan vasfından önce,
sevilmesi gereken merhametli Rabbimizdir. Terbiye yönüyle de
sevgi esasına dayanmayan, ceza ve korkutmaya dayanan terbiye
çocuk üzerinde olumsuz etkileri olan bir yaklaşımdır, bu yönüyle
de yanlıştır.
Cennet ve cehennem konusunda bazı vâizlerin ve halk kitaplarının
mübalağalı tasvirleri sözkonusudur. Bunlar terğib ve terhib
amaçlı ifadelerdir. Ama unutmamalıyız ki, cehennem gaybla ilgili
bir konudur. Dinle ve özellikle de gaybla ilgili konularda delilsiz
beyanlar çok yanlıştır.
Cehennem ve cennetle ilgili fıkralar anlatmak, anlatılan fıkralara
tasvip ederek veya gülerek katılmak, dini, cennet ve cehennemi
alaya almak ve küçümsemek demek olduğundan çok tehlikelidir.
Bu tür Bektaşi fıkralarına veya güncel yakıştırmalara iltifat
edilmemesi gerekir.
Ve Cehennemin Düşündürdükleri
Dünya hayatındaki inanç ve eylemlerin soncu olarak cennet
ve cehennem iki önemli neticedir. Her ikisi de Cenâb-ı Hakk’ın
esmâ ve sıfatlarının gereğidir. Mü’min için hem cennet hem de
cehennem rahmettir. Kur’an, cehennem azabının dehşetini belirttikten
hemen sonra, cin ve inse “Rabbiniz’in hangi nimetlerini
yalanlarsınız?”410 diye hitap ediyor. Burada kast edilen nimet: Cehennemin,
bütün dehşetiyle insanın içinde bir ürperti meydana
getirerek, mü’minin hayatını tanzim hususunda fikir ve ibret vermesidir.
Cennet, yüce duygulu insanlar için, onları yüksek zirvelere
sevketmekte sebep olduğu gibi, cehennem de, seviyesi olgunluğa
ermemiş insanların ondan korkmaları sebebiyle hayatlarını
ciddi bir kontrol altına almalarına sebeptir. Cehennem, tehlikeli
bir yolda yakılmış bir ateş gibidir. O yola düşmekten insanı korur.
Cennet ise, müstakim/dosdoğru yola kurulmuş bir sofradır; insanı
o yola davet eder. Böylece her ikisi de neticeyi düşünebilen insanlar
için ayrı ayrı birer nimet olmuş olur.
“Dünya hayatını ve güzelliklerini arzulayanlara, orada işlediklerinin
410] 55/Rahmân, 35-36
CEHENNEM
- 123 -
karşılığını eksiksiz veririz. Ancak, âhirette onlara ateşten başka bir şey
yoktur.”411 Hayatımız, sağ ve sol omuzlarımızdaki kameramanlarca
filme alınmaktadır. “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür.
Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.”412 Akıllı yatırım, âhirete
yapılan yatırımdır. Kazançlı ticaret, Allah’la yapılan ticarettir; gerçek
anlamda iman edip mal ve canla Allah yolunda cihad ederek
cenneti satın almak, cehennemden kurtulmaktır. Kur’an’da anlatılan
canlı cehennem tasvirleri, haram zevkleri insanın boğazına
dizecek cinstedir. Haram-helâl demeden yiyip içmek, gezip tozmak,
gülüp oynamak, nefsin her istediğini yapmak, dünyadan
kâm almak belki önemli olurdu: Eğer cehennem olmasaydı. Ama
unutmayalım ki cehennem var. Ve bize çok uzak da sayılmaz. İyi ki
cehennem var; yoksa insanoğlunu hiçbir şey zaptedemezdi. Dünya
lezzetleri, eğlence ve ziyafetleri, yatlar, katlar... için ibâdeti, yaratılış
gayesini unutarak bütün gücünü sarfetmeye gelmediğimiz
belli olacak, sınavın çileli zevki ortaya çıkacak. İyi ki cehennem
var; yoksa insan azdıkça azar, ezdikçe ezerdi. “Zâlimler için yaşasın
cehennem!”
Yanma acısı, belki acıların en dayanılmazıdır. Kibrit ateşine, bir
kibrit sönünceye kadar dayanamıyor parmağımız. Küçük bir yanık
günlerce nasıl acı vermektedir, hemen hepimiz biliriz. Günahlarla,
haramlarla iç içe yaşayan insan, gözleri kapalı uçuruma koşan,
elindeki benzin bidonuyla ateşle oynayan insandan daha feci bir
durumdadır aslında. Hz. Yusuf, Rabbinin burhanını gördüğü, haramların
iç yüzüne şahit olduğu için davet edildiği günahı dünya
hapsine tercih etmişti. 413
Şeytan, haramlara sahte güzellik makyajı yapmakta, insan
nefsinde bir çeşit hallüsinasyonlar oluşturup göz boyamaya çalışırken;
müslüman, Allah’ın yasaklarında güzellik olmadığı bilinciyle
oyuna gelmemeli, şeytanın taktığı maskenin altındaki çirkinliği
görebilmelidir. Her haram, cehenneme düşme, ateşe atılma olarak
gelmeli müslüman gözünde. Âhirete, cennet ve cehenneme
yakînen iman etmek, gözle görür gibi iman etmektir. Mikroskopla
dıştan temiz gibi görünen suya bakan insanın mikropları gördüğü
gibi derin bakış, feraset ve hikmetle görüş hâkim olmalı.
Cehenneme çok uzak sayılmayız. Dünyamız, ateş topunun
üzerinde duruyor. 50 km.lik ince bir yer kabuğunun altı cehenneme
benzer ateş yığınından ibaret. Volkanik dağlardan çıkan lavlar
411] 11/Hûd, 15-16
412] 99/Zilzâl, 7-8
413] 12/Yûsuf, 24
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 124 -
insana altımızdaki ateşi ve cehennemi hatırlatması açısından ne
dehşet verici görüntüler sahneliyor! Bu yüzden cehennemin bulunduğu
yerin yer altı olduğunu söyler bazı âlimler.
Şeytan, bazı mü’mine şöyle yaklaşabiliyor: “Nasıl olsa cehennem
mü’mine ebedî değil; günahlarını zaten Allah affeder, affetmese
bile kısa bir müddet yanıp cennete gidersin, çok önemli değil!”
Dünyada 10-15 senelik hapis cezası ile bile karşılaştırıverelim
durumu. Hangi akıllı biraz zevkleneyim diye bu kadar hapsi göze
alır? Dünyadaki işkencelerle zebanilerin işkencelerini karşılaştırabiliriz.
Dünya ateşinden 70 misli büyük ve güçlü ateşi, insanların
cezası ile şedîdü’l-ıkab olan Allah’ın azabının büyüklüğünü mukayese
edebilirsiniz.
Cehennem ehlinin pişmanlıkları, vicdanlarını kanatan ıstırapları
hep ruhîdir; ancak, alev alev ateşin içine girmeleri, yanan derilerinin
yerine azabın yenilenmesi için derhal yeni deri giydirilmesi
ve organlarının kendi aleyhinde şahitlikte bulunması gibi hususlar
ise tamamen cesede mahsus azap çeşitleridir. O yüzden cehennem
azabı, hem cesede, hem ruha beraber etki edecektir.
Bizim için cennet garanti olmadığına, cehennemden kurtuluşumuzun
kesinleşmediğine, ölümün de her an gelebileceğine,
cennet ve cehennemin inanç ve yaşayışımıza bağlı olduğuna
göre, her ânımızı müslümanca geçirmeli, az sonra ölecekmişiz gibi
âhirete hazır olmalıyız.
Mü’minin Allah’a itaat etmek sûretiyle cehennem ateşinden
kaçınması gerekir. Cehennemin Kur’an’da tasvir olunan dehşeti,
insana gerçek anlamda iman ve sâlih amele sarılıp bu feci akıbetten
korunması için bir öğüt olarak algılanmalıdır. İnsanın eğitimi
ve iyi davranışlara yönlendirilmesi açısından cennet ve cehennem
inancının dünya hayatına etkileri açıktır. Kişi, gizli ve açık yaptığı
her şeyin karşılığını bulacağını ve cehennemdeki cezanın dehşetini
hatırladığında, elbette hareketlerine çeki düzen verme ihtiyacını
duyacaktır.
“Ey Rabbimiz! Bize dünyada da hasene (güzellik ve iyilik) ver, âhirette
de hasene ver. Bizi cehennem azâbından koru!”414; “Ey Rabbimiz! İman
ettik; bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azâbından koru!” 415
414] 2/Bakara, 201
415] 3/Âl-i İmran, 16
CEHENNEM
- 125 -
Nâr ve Cehennemle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Ateş (Azâbı) Anlamındaki “Nâr” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam
145 Yerde): 2/Bakara, 17, 24, 39, 80, 81, 126, 167, 174, 175, 201, 217, 221,
257, 266, 275; 3/Âl-i İmrân, 10, 16, 24, 103, 116, 131, 151, 183, 185, 191, 192;
4/Nisâ, 10, 14, 30, 56, 145; 5/Mâide, 29, 37, 64, 72; 6/En’âm, 27, 128; 7/A’râf, 12,
36, 38, 38, 44, 47, 50; 8/Enfâl, 14; 9/Tevbe, 17, 35, 63, 68, 81, 109; 10/Yûnus, 8,
27; 11/Hûd, 16, 17, 98, 106, 113; 13/Ra’d, 5, 17, 35; 14/İbrâhim, 30, 50; 15/Hıcr,
27; 16/Nahl, 62; 18/Kehf, 29, 53, 96; 20/Tâhâ, 10, 10, 10; 21/Enbiyâ, 39, 69; 22/
Hacc, 19, 72; 23/Mü’minûn, 104; 24/Nûr, 35, 57; 27/Neml, 7, 8, 90; 28/Kasas, 29,
29, 29, 41; 29/Ankebût, 24, 25; 32/Secde, 20, 20; 33/Ahzâb, 66; 34/Sebe’, 42;
35/Fâtır, 36; 36/Yâsin, 80; 38/Sâd, 27, 59, 61, 64, 76; 39/Zümer, 8, 16, 19; 40/
Mü’min, 6, 41, 43, 46, 47, 47, 49, 72; 41/Fussılet, 19, 24, 28, 40; 45/Câsiye, 34;
46/Ahkaf, 20, 34; 47/Muhammed, 12, 15; 51/Zâriyât, 13; 52/Tûr, 13, 14; 54/Kamer,
48; 55/Rahmân, 15, 35; 56/Vâkıa, 71, 57/Hadîd, 15; 58/Mücâdele, 17; 59/
Haşr, 3, 17, 20; 64/Teğâbün, 10; 66/Tahrîm, 6, 10; 71/Nûh, 25; 72/Cinn, 23; 74/
Müddessir, 31; 85/Bürûc, 5; 87/A’lâ, 12; 88/Ğâşiye, 4; 90/Beled, 20; 92/Leyl, 14;
98/Beyine, 6; 101/Karia, 11; 104/Hümeze, 6; 111/Mesed, 3.
B- “Cehennem” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 77 Yerde): 2/
Bakara, 206; 3/Âl-i İmrân,12, 162, 197; 4/nisâ, 55, 93, 97, 115, 121, 140, 169;
7/A’râf, 18, 41, 179; 8/Enfâl, 16, 36, 37; 9/Tevbe, 35, 49, 63, 68, 73, 81, 95, 109;
11/Hûd, 119; 13/Ra’d, 18; 14/İbrâhim, 16, 29; 15/Hıcr, 43; 16/Nahl, 29; 17/İsrâ,
8, 18, 39, 63, 97; 18/Kehf, 100, 102, 106; 19/Meryem, 68, 86; 20/Tâhâ, 74; 21/
Enbiyâ, 29, 98; 23/Mü’minûn, 103; 25/Furkan, 34, 65; 29/Ankebût, 54, 68; 32/
Secde, 13; 35/Fâtır, 36; 36/Yâsin, 63; 38/Sâd, 56, 85; 39/Zümer, 32, 60, 71, 72;
40/Mü’min, 45, 60, 76; 43/Zuhruf, 74; 45/Câsiye, 10; 48/Fetih, 6; 50/Kaf, 24, 30;
52/Tûr, 13; 55/Rahm3an, 43; 58/Mücâdele, 8; 66/Tahrîm, 9; 67/Mülk, 6, 72/Cinn,
15, 23; 78/Nebe’, 21; 85/Bürûc, 10; 89/Fecr, 23; 98/Beyyine, 6.
C- Isı Derecesi Çok Yüksek Ateş Anlamına Gelen ve Cehennemin Bir Adı Olarak
kullanılan “Cehıym” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 26 Yerde):
2/Bakara, 119; 5/Mâide, 10, 86; 9/Tevbe, 113; 22/Hacc, 51; 26/Şuarâ, 91; 37/
Sâffât, 23, 55, 64, 68, 97, 163; 40Mü’min, 7; 44/Duhân, 47, 56; 52/Tûr, 18; 56/
Vâkıa, 94; 57/Hadîd, 19; 69/Haakka, 31; 73/Müzzemmil, 12; 79/Nâziât, 36, 39;
81/Tekvîr, 12; 82/İnfitâr, 14; 83/Mutaffifîn, 16; 102/Tekâsür, 6.
D- Cehennemin Bir Adı Olarak Kullanılan ve tutuşturulmuş, Alevli Ateş Anlamına
Gelen “Seıyr” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 17 Yerde):
4/Nisâ, 10, 55; 17/İsrâ, 97; 22/Hacc, 4; 25/Furkan, 11; 31/Fussılet, 21; 33/Ahzâb,
64; 34/Sebe’, 12; 35/Fâtır, 6; 42/Şûrâ, 7; 48/Fetih, 13; 54/Kamer, 24, 47; 67/Mülk,
5, 10, 11; 76/İnsan, 4; 81/Tekvîr, 12; 84/İnşikak, 12.
E- Cehennem Yerine Kullanılan ve Yakıp Kavuran Anlamına Gelen “Sekar”
Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 4 Yerde): 54/Kamer, 48; 74/Müddessir,
26, 27, 42.
F- Uçurum, derin Çukur Anlamına Gelen ve Harâreti Yüksek Ateş Olarak
Kur’an’da İzah Edilen “Hâviye” Kelimesinin Geçtiği Âyet (1 Yerde): 101/Karia, 9.
G- Yüreklere Kadar Tırmanan Tutuşturulmuş, Tahrip Edici Ateş Anlamına Gelen
“Hutame” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (2 Yerde): 104/Hümeze, 4, 5.
H- Hâlis Ateş Anlamına Gelen Bedenin İç Organlarını Söküp Koparan Diye
Nitelendirilen “Lezâ” Kelimesinin Geçtiği Âyet (1 Yerde): 70/Meâric, 15.
İ- Azap ve İşkence Anlamındaki “Azâb” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i
Kerimeler (Toplam 371 Yerde -Azâb 312 Yerde-): 2/Bakara, 7, 10, 49, 85, 86, 90,
96, 104, 114, 126, 162, 165, 165, 166, 174, 175, 178, 201, 284; 3/Âl-i İmrân, 4,
16, 21, 56, 56, 77, 88, 91, 105, 106, 128, 129, 176, 177, 178, 181, 188, 188, 191;
4/Nisâ, 14, 18, 25, 37, 56, 93, 102, 138, 147, 151, 161, 173, 173; 5/Mâide, 18, 18,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 126 -
33, 36, 36, 37, 40, 41, 73, 80, 94, 115, 115, 115, 118; 6/En’âm, 15, 30, 40, 47, 49,
65, 70, 93, 124, 157; 7/A’râf, 38, 39, 59, 73, 141, 156, 164, 164, 165, 167; 8/Enfâl,
14, 32, 33, 33, 34, 35, 50, 68; 9/Tevbe, 3, 14, 26, 34, 39, 39, 52, 55, 61, 66, 68, 74,
74, 79, 85, 90, 101, 101, 106; 10/Yûnus, 4, 15, 50, 52, 54, 70, 88, 97, 98; 11/Hûd,
3, 8, 20, 26, 39, 39, 48, 58, 64, 76, 84, 93, 103; 12/Yûsuf, 25, 107; 13/Ra’d, 34,
34; 14/İbrâhim, 2, 6, 7, 17, 21, 22, 44; 15/Hıcr, 50, 50; 16/Nahl, 26, 45, 63, 85, 88,
88, 94, 104, 106, 113, 117; 17/İsrâ, 10, 15, 54, 57, 57, 58, 58; 18/Kehf, 55, 58, 86,
87, 87, 87; 19/Meryem, 45, 75, 79; 20/Tâhâ, 47, 48, 61, 71, 127, 134; 21/Enbiyâ,
46; 22/Hacc, 2, 4, 9, 18, 22, 25, 47, 55, 57; 23/Mü’minûn, 64, 76, 77; 24/Nûr, 2,
8, 11, 14, 19, 23, 63; 25/Furkan, 19, 27, 42, 65, 65, 69; 26/Şuarâ, 135, 138, 156,
158, 189, 189, 201, 204, 213; 27/Neml, 5, 21, 21; 28/Kasas, 64; 29/Ankebût, 10,
21, 23, 29, 53, 53; 54, 55; 30/Rûm, 16; 31/Lokman, 6, 7, 21, 24; 32/Secde, 14, 20,
21, 21; 33/Ahzâb, 8, 24, 30, 57, 68, 73; 34/Sebe’, 5, 8, 12, 14, 33, 35, 38, 42, 46;
35/Fâtır, 7, 10, 36; 36/Yâsin, 18; 37/Sâffât, 9, 33, 38, 59, 176; 38/Sâd, 8, 26, 41,
61; 39/Zümer, 13, 19, 24, 25, 26, 40, 40, 47, 54, 55, 58, 71; 40/Mü’min, 7, 45, 46,
49; 41/Fussılet, 16, 16, 17, 27, 50; 42/Şûrâ, 16, 21, 26, 42, 44, 45; 43/Zuhruf, 39,
48, 50, 65, 74; 44/Duhân, 11, 12, 15, 30, 48, 56; 45/Câsiye, 8, 9, 10, 11; 46/Ahkaf,
20, 21, 24, 31, 34; 48/Fetih, 6, 16, 16, 17, 17, 25, 25; 50/Kaf, 26; 51/Zâriyât, 37;
52/Tûr, 7, 18, 27, 47; 54/Kamer, 16, 18, 21, 30, 37, 38, 39; 57/Hadîd, 13, 20; 58/
Mücâdele, 4, 5, 8, 15, 16; 59/Haşr, 3, 3, 15; 61/Saff, 10; 64/Teğâbün, 5; 65/Talâk,
8, 8, 10; 67/Mülk, 5, 6,28; 68/Kalem, 33, 33; 70/Meâric, 1, 11, 27, 28; 71/Nûh, 1;
72/Cinn, 17; 73/Müzzemmil, 13; 76/İnsan, 31; 78/Nebe’, 30, 40; 84/İnşikak, 24;
85/Bürûc, 10, 10; 88/Ğâşiye, 24, 24; 89/Fecr, 13, 25, 25.
Nâr (Ateş) Konusundaki Âyetler:
Bakara, 17, 266; Âl-i İmran, 183; Nisa, 10; Maide, 64; A’raf, 12; Tevbe, 81, 109;
Hud, 113; Ra’d, 17; Hıcr, 27; Taha, 10; Enbiya, 69; Nur, 35; Neml, 7; Kasas, 29;
Yasin, 8; Sad, 76; Mü’min, 41; Rahman, 15; Vakıa, 71; Hadid, 13; Büruc, 5;
Karia, 9.
K- Cehennem ve Cehennemlikler Hakkındaki Âyetler
Bakara, 24, 80-81, 126, 167, 206; Âl-i İmran, 10, 131, 185; Nisa, 14, 56, 169;
Maide, 10, 72; En’am, 27, 70, 128; A’raf, 38, 41, 50, 179; Enfal, 37; Tevbe, 17,
35, 63, 68, 73, 109; Yunus, 4-8; Hud, 106-107, 119; Ra’d, 5, 18; Hıcr, 43-44; İsra,
8, 18, 97; Kehf, 29, 100; Meryem, 86; Enbiya, 98, 100; Hacc, 19, 22, 51, 72;
Mü’minun, 104, 107-108, 112, 114; Furkan, 11, 14, 34, 65-66; Şuara, 91, 103;
Ankebut, 54-55, 68; Secde, 13-14, 20-21; Ahzab, 64-65; Fatır, 36-37; Yasin, 59,
67; Saffat, 161, 163; Sad, 55, 61; Zümer, 15, 17, 61, 72; Mü’min, 6, 46, 60, 71-72,
76; Fussılet, 19; Şura, 45; Zuhruf, 74-75; Duhan, 43, 50; Muhammed, 15; Kaf,
23, 29-30; Tur, 13-14, 16; Rahman, 35, 43-44; Vakıa, 41, 56, 92, 95; Hadid, 15,
19; Mücadele, 8; Haşr, 17; Tahrim, 6; Mülk, 6, 11; Hakka, 31, 32, 35, 37; Mearic,
15, 18; Müddessir, 26, 31, 35, 37, 48; Mürselat, 29, 34; Nebe’, 21, 28, 30; Naziat,
39; Tekvir, 12; Beyyine, 6; Karia, 10-11; Hümeze, 4, 9.
L- Cehennemlikler Hakkındaki Âyetler
Cehennem, Kâfirler İçin Hazırlanmıştır: Âl-i İmran, 13; Kehf, 29; Fatır, 36; Sad,
55-56; Nebe’, 21-23.
Cehennemde Kâfirlerin Sözleri: Fatır, 37, Mü’min, 47-52; Fussılet, 29; Zuhruf,
77-78; Mülk, 8-10.
Cehennemliklerin Cennetliklerle Konuşmaları: A’raf, 44, 50, 51; Saffat, 50-59;
Müddessir, 39-48.
Cehennemliklerin Özellikleri: Leyl, 15-16; Karia, 9-11; Hümeze, 4-9.
Cehennem, İnsanlar ve Cinlerle Dolacaktır: Hud, 119; Secde, 13.
Cehennemde Kâfirlerin Durumu: İbrahim, 16-17; Kehf, 29; Mülk, 6-11.
CEHENNEM
- 127 -
Cehennemde Ölmek ve Dirilmek Yoktur: Taha, 74; A’la, 12-13.
M- Cehennem Azâbı ve Cehennemin Özellikleri Konusundaki Âyetler
Cehennem Azabı Çetindir: Furkan, 66; Mülk, 7-8; Müddessir, 27-29, 32-37;
Mürselat, 31-34; Karia, 9-11; Hümeze, 4-9.
Cehennemde Zakkum Ağacı: İsra, 60; Saffat, 62-67; Duhan, 43-46; Vakıa, 51-
54.
Cehennem Şarabı: Saffat, 67-68; Sad, 57-58; Vakıa, 42, 54-55; Nebe’, 24-25;
Ğaşiye. 5.
Cehennem Ziyafeti: Vakıa, 51-56; Hakka, 36-37; Nebe’, 24-25; Ğaşiye, 6-7.
Cehennem Zebanileri: Zümer, 71, 73; Duhan, 47-50; Tahrim, 6; Mülk, 8; Müddessir,
30-31; Alak, 18.
Cehennem, Kâfirleri Alacak Kadar Geniştir: Kaf, 30.
Cehennemin Yedi Kapısı Vardı: Hıcr, 44.
Cehennemin Yakıtı: Bakara, 24, Tahrim, 6.
Cehennemle Cennet Karşılaştırması: Furkan, 15-16; Fatır, 21.
Allah’ın Cehennem Azabından Koruması İçin Dua: Bakara, 201; Âl-i İmran, 16,
191-192; Furkan, 65.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 64
2. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 7, s. 225-233; c. 4, s. 302-309
3. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 280-282; 183-184
4. İslâmi Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 74-75
5. Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 159-164
6. İnanç ve Amelde Kur’ani Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s.
193-197
7. Kur’ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 40
8. İman Nurları ve Âhiret Sırları, Ali Küçüker, Bahar Y. s. 359-371
9. İlmihal 1, İman ve İbadetler, İsam Y. s. 130
10. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 362-367
11. İlmin Işığında İslâmiyet, Afif A. Tabbara, Kalem Y. s. 152-154
12. İslâm’da İnanç Esasları, B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, İFAV Y. 308-312
13. Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y. s. 67-74
14. Âhiret Bilinci, Hüseyin Özhazar, Bengisu Y. s. 121-126
15. Cehennem ve Cehennemlikler, Veysel Özcan, Mirfak Y.
16. Âyetlerle Ölüm ve Diriliş, Said Köşk, Anahtar Y.
17. Ölüm Sonrası Cennet ve Cehennem, Selim Al, Furkan Dergisi Y.
18. Ölüm ve Ölümden Sonraki Hayat, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
19. Ölüm ve Ötesi, Heyet, Sağlam Y.
20. Ölüm Ötesi Hayat, Abdülhay Nasih, Nil A.Ş. Y.
21. Ölüm ve Ötesi, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
22. Ölüm ve Sonrası, İmam Gazali, Vural Y.
23. Ölümden Sonra Diriliş, Subhi Salih, Kayıhan Y.
24. Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman Toprak, Esra Y.
25. Ölüm, Kıyamet, Cehennem, Hârun Yahya, Vural Y.
26. Dünya Ötesi Yolculuk, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
27. Dünya ve Âhiret Hayatı, Muhammed İhsan Oğuz, Oğuz Y.
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…
Peygamber, İman,ve Halife
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
DAVUD EMRE YAYINEVİ
Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -6-
PEYGAMBER, İMAM
VE HALİFE
Yazarı:
Ahmed KALKAN
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2011
Baskı:
?????
Dâvud Emre Yayınevi
Telefon: (0 216) 632 29 58
www.davudemreyayinevi.com
PEYGAMBER, İMAM
VE HALİFE
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-6-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, El-hamdu lillâh, ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ rasûlillâh.
Peygamberler… İnsanları küfürden, şirkten kurtarmaya çalışan önderler. Onlardır diğer insanları vahiyle buluşturan, onlardır yaratılış gayesini hatırlatan, onlardır örnek bir şahsiyet, model bir kahraman, onlardır kâmil insan, mürşid-i kâmil. Topluma yön veren, toplumun önüne düşen, bedelin en ağırını kendilerinin ödediği Allah’ın seçtiği güzel insanlar…
Son peygamber Hz. Muhammed’den (s.a.s.) başka bir peygamber gelmeyecek, ama onların yolunu takip eden imamlar, halifeler olacaktır.
“Gerçek şu ki sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse Bana ibâdet/kulluk edin.” (21/Enbiyâ, 92). Mü’minler olarak hepimiz Allah’ın huzurunda tek ümmet inancını ve şuurunu koruyup korumadığımız hususunda hesap vereceğiz. İslâm ümmeti, tektir, birdir; küfür ümmeti ise sayısız denecek kadar çok olabilir. Tek ümmet inancının saptırılmadan devam etmesi, tek imamın varlığına bağlıdır. Esasen imâmet, bir ümmet sorunudur. Ümmet olmadan imâmet de olmaz. İmâmetin ihyâsı, ümmetin varlığına bağlanmıştır. Çünkü İslâm’da tek ümmet ve tek imam esastır (Mustafa Çelik, İslâmî Hareket Fıkhı, c. 4, s. 42).
İmâmet; “din ve dünya işlerinde Rasûlullah’a niyâbeten (vekil olarak) başkanlık, devlet reisliği” diye tanımlanmıştır. “Dinin uygulanması, dinin sınırlarının korunması konusunda, ümmetin tümünün kendisine uyması vâcip olmak üzere Râsûlullah’ın halîfeliğini yapmak” diye de ifade edilmiştir (Abdülkadir Udeh, İslâm ve Siyasî Durumumuz, s. 121-122). Mâverdî de şöyle diyor: “İmâmet; dinin bekçiliği ve dünya siyaseti konularında peygamberliğe halef olarak konulmuş ve kabul edilmiş bir müessesedir.” (İmam Mâverdi, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye)
İmamsız ümmet, başsız beden gibidir. Organizmanın canlılığı, ruhu ne ise; ümmet için imam da odur. İmamsız toplum, bir cesetten farksızdır. Ümmetin başına gelenler, imâmetin başına gelenlerle doğru orantılıdır. Kur’an’da ümmet ile imâmet kavramları birbiriyle yakın irtibat halindedir. Allah İbrâhim’i (a.s.) insanlara imam yapmıştır (5/Mâide, 45). O imamların başıdır. Aynı zamanda o, imamların kendisinden geldiği bir ümmettir (16/Nahl, 120). Dolayısıyla Hz. İbrâhim’in şahsında imâmet ve ümmet kavramları birlikte gündeme gelmişlerdir. O yüzden rahatlıkla şu
hükme varılabilir: Ümmet; tek bir imama bey’at ederek bağlı olan mü’minler topluluğudur. İmama bağlı olmadan ümmet teşekkül edemez. Ümmetsiz imam, imamsız ümmet olmaz.
Ümmet ve imam kavramlarını hayata geçirmek için haydi, önce gerçek Müslüman olup, sonra cemaat olmaya. Cemaatten ümmete, ümmetten başında imam olan devlete…
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Temmuz 2011, Ümraniye
- 9 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -6-
PEYGAMBERLİK VE PEYGAMBERLER
•
Nebî ve Rasül; Anlam ve Mâhiyeti
•
Kur’ân-ı Kerim’de Nebî ve Rasül Kavramı
•
Peygamberlerin Özellikleri
•
İnsanların Peygamberlere İhtiyacı
•
Peygamberlerin Gönderiliş Gâyeleri
•
Peygamberlerin Dâvetlerinin Özellikleri
•
Peygamberlerin Peygamberliği Nasıl Anlaşılır?
•
Son Peygamber
•
Mütenebbî/Sahte Peygamber
•
Peygamberlerin Sıfatları
•
Kur’ân-ı Kerim’de İsmi Geçen Peygamberler
•
Peygamberlere İman
•
Peygamberlere İman, Onları Örnek ve Önder Kabul Edip Onlara İtaat Etmek İçindir
•
Peygamberlere Vâris Olabilmek
•
Nebî ve Rasûl Kelimeleri Arasında Fark Var mıdır?
“Hatırlayın (ey İsrâil oğulları!) Verilen nimetlere karşılık, ‘Ey Mûsâ! Bir tek yemekle dayanamayız, bizim için Rabbine duâ et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın’ dediniz. Mûsâ ise (onlara): ‘Daha iyiyi daha kötü ile değiştiriyor musunuz?! O halde mısıra (şehre) inin. Herhalde istedikleriniz sizin için orada vardır.’ dedi. İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allah’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak nebîleri/peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları ve düşmanlıkları sebebiyledir.” 1
Nebî ve Rasül; Anlam ve Mâhiyeti
“Nebî” sözlükte haber getiren, haberci demektir. Nebe’ fiilinin fâil ismidir. “Nebe’”, kendisiyle ilim meydana gelen, çok faydalı ve
1] 2/Bakara, 61
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 10 -
önemli haber demektir. “Nebî”, önemli ve faydalı, aynı zamanda
sağlam bir haber getiren elçi demektir. Bazılarına göre nebî kelimesi,
yükseklik anlamına gelen “nübüvvet” kelimesinden türemiştir.
Buna göre “nebî”, her bakımdan yüksek bir makam sahibi,
insanlara doğru ve önemli haber getiren kimse demektir.
“Rasûl” kavramı “risl” kökünden türemiştir. “Risl” sözlükte; yerine
getirmek üzere gitmek, yumuşaklık ve kolaylık üzere göndermek
demektir. “Rasûl”, hem gönderilen mesaj, hem de mesaj yüklenip
götüren anlamında kullanılmıştır. Kur’an’da daha çok ikinci
anlamda geçmektedir. Allah (c.c.) insanlar arasından bazılarını seçer
ve onları özel bir görevle gönderir. Bu gönderme işine “irsâl”,
gönderilen elçiye “rasûl”, rasûllerin görevlerine de “risâlet” denir.
İslâm literatüründe “nebî” ile “rasûl” aynı anlamı ifade ederler.
Kur’an her iki kelimeyi de aynı anlamda kullanmaktadır.
Türkçe’de ise, Farsçadan gelen “peygamber” kelimesi daha
yaygın olarak kullanılmaktadır. Her üç kelime de “Allah’ın elçisi”
anlamına gelir. Nebî’nin çoğulu “enbiyâ” ve “nebiyyûn”dur.
Kur’an’da, nebîlerden/peygamberlerden çokça bahseden 21.
sûrenin adı: “Enbiyâ” sûresidir. “Rasûl” veya “mürsel”, haber ve
mesaj götüren anlamında elçi demektir. “Rasûl”ün çoğulu; rusül,
mürsel’in çoğulu ise; mürselîn’dir.
Rasûller tıpkı nebîler gibi Allah’ın seçtiği elçilerdir. Ancak
nebîler, haber getiren anlamında yalnızca insanlardan seçilirken;
rasûller hem insanlar arasından, hem de insan dışındaki varlıklardan
seçilebilir. Rasûle aynı zamanda mürsel de denilmektedir.
“Rasûl”, risâlet görevini Allah ile insan arasında yürüten kimsedir.
Rabbimizin mesajlarını bir plana bağlı olarak, yumuşaklıkla, ürküntüye
yer vermeden yerine ulaştıran elçidir.
Rasûller haberci anlamında elçi oldukları için bazen şuursuz
varlıklar arasından da seçilmiş olabilirler. Şuursuz elçilere yağmur
ve rüzgâr, şuurlu rasûllere melekler ve nebîler örnek olarak verilebilir.
“Allah, meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah,
işitendir, görendir.”2 Kur’an, rüzgârın aşılayıcı elçi olarak gönderildiğini
ifade etmektedir.3 Elçi, bir işle görevlendirilen ve görevi konusunda
yetkisi olan kimsedir. O, kendisini gönderen makama karşı
sorumludur. Hangi iş için gönderilmişse, o işi yapmaya memurdur.
Nitekim rüzgârın veya yağmurun elçi olarak gönderilmesi, onların
belli bir işlevi yerine getirmeleri ile sınırlıdır. Rüzgâr aşılayıcı,
yağmur yeryüzünü diriltici bir fonksiyon gösterir; onların elçilikleri
bunlarla sınırlıdır.
2] 22/Hacc, 75
3] 15/Hicr, 22
PEYGAMBER
- 11 -
Nebî, Allah’ın kendisine vahyettiği şeyleri insanlara aktaran,
onları bu vahye inanmaya ve itaat etmeye davet eden kişidir. Onlar
insanları, vahiyle terbiye eden terbiyecidirler. Onlar, Allah tarafından
seçildikleri için, en temiz insanlardır. İnsanlık için örnek
kişilerdir. Onlar, Allah’ın kendilerine vahyettiği şeyi canlı olarak
yaşıyorlardı. Peygamberler, aldıkları vahyin canlı örnekleridir. Her
nebî, kendi döneminin insanları için, Allah tarafından seçilmiş
örnek (numûne) idi. Nebîler, Allah’a hakkıyla kulluk yaparlar ve
ubûdiyyetin (kulluğun) nasıl yapılması gerektiğini gösterirler.
Allah’ın insanlar arasından seçtiği elçiler de belli bir mesajı insanlara
ulaştırmak, bazı şeyleri haber vermek ve aldıkları vahiyle
insanlara örnek olmak üzere görevlidirler. Risâlet, bir anlamda
nübüvvettir ve Allah’ın insanlara haber ulaştırma yoludur. İnsanları
hidâyete götürmenin, onları dünya hayatında yaşantılarını
düzenlemenin, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmanın, onları
âhiret hayatına hazırlamanın bir yoludur.
Risâlet, insanları Allah’ın vahyi ile terbiye etmenin sistemidir.
İnsanlık bu kurum sayesinde Allah’a kulluğu ve fıtratındaki güzelliği
keşfedebilir. Rasûller, aldıkları vahiy ve yüklendikleri görevle;
insan fıtratının derinliklerindeki güzellikleri, iyilikleri ve Hakk’a
bağlılığı pratik hayata geçirirler; insan hayatından çirkinlik ve kötülükleri
uzaklaştırmaya çalışırlar.
Kur’ân-ı Kerim’de Nebî ve Rasül Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “nebî” kelimesi, tekil ve çoğul olarak 75
defa, “nübüvvet” 5 defa geçer. Bu sayı, aynı kökten fiillerle toplam
160’a çıkar. “Rasül” ve “mürsel” kelimeleri ise Kur’an’da toplam
383 yerde kullanılır. Buna aynı kökten fiiller de eklenince bu
sayı 513’e yükselir. Nebîlerin soyları, ahlâkları, hayatları ve yürekleri
pak ve aydınlıktır. Onlar selâm üzerine doğar, selâm ile ölürler.4
Yani, onlar her türlü kirden ve pislikten, isyandan ve sapıklıktan
korunmuşlardır. Emniyet ve güven, itimat ve barış onların karakteridir.
Çevrelerine selâm (güven ve barış) ortamı sunarlar. “Ve
selâmün ale’l mürselîn = Gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun!”5
Peygamberler, insanları cennet ve Allah’ın nimetleriyle müjdelemek,
cehennem ve Allah’ın azabıyla korkutmak için gönderilmişlerdir.
6 En güzel biçimde yaratılan insan,7 irâde sahibidir. Tüm
4] 19/Meryem, 15, 33
5] 37/Saffât, 181
6] 5/Mâide, 19; 7/A’râf, 184, 188; 11/Hûd, 2, 12; 4/Nisâ, 165
7] 95/Tîn, 4
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 12 -
davranışlarından mes’uldür. Allah’ın verdiği nimetlere karşı şükretmek
ve O’na ibâdet etmekle yükümlüdür. İnsan, tek başına, nasıl
şükredileceğini, nasıl kulluk yapılması gerektiğini bilemez; bu
görevlerini yerine getirme noktasında birçok engelle ve zorluklarla
karşılaşır. O yüzden insanın bir mürşide, rehber ve kılavuza
ihtiyacı vardır. İşte bu mürşid ve rehber, peygamberdir. 8
İnsanlar arasından seçilmiş rasûllerin görevleri, diğer elçilerden
farklıdır. Şu âyet onların işlevini en güzel bir şekilde açıklamaktadır:
“Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye
eden (temizleyen), size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi
öğreten rasûller gönderdik.”9 Rasûller, açık deliller ile gelirler. Yanlarında
ilâhî adâletin ölçüsü vardır. Kitab’ı ve onunla gelen gerçekleri
mü’minlere öğretirler. Gücün, kuvvetin ve malın nasıl kullanılacağını
bildirirler. Allah (c.c.), bu anlamda insanlardan kimin
peygambere yardım edeceğini, kimin onun dâvetine uyup uymayacağını
imtihan etmektedir. 10
Allah (c.c.) bazı peygamberlere, nasıl yaşayacaklarını, hangi
prensiplere göre hareket edeceklerini ve ibâdetlerini nasıl yerine
getireceklerini bildiren şeriatler göndermiştir.11 Ama bütün peygamberler,
insanlara yalnızca Allah’ın dini olan İslâm’ı anlatmakla
görevli idiler. Allah’ın rasûlleri arasında da bir ayrım yoktur; Hepsi
de seçilmiş, şerefli elçilerdir.12 Mü’minler, peygamberlerin tümüne
iman ederler. Peygamberlere itaat etmek Allah’a itaat etmektir.13
Peygamberler bir şeye hüküm verdikleri zaman mü’minler “işittik
ve itaat ettik” derler. Son Peygamber’e iman eden mü’minler,
O’nun herhangi bir konuda verdiği hükme itirazda bulunmazlar
ve O’nun verdiği hükme teslimiyetle rızâ gösterirler. 14
Mü’minler, Allah’ı sevdikleri için son Peygamber’e uyarlar, onu
tâkip ederler.15 Peygamberler, insanlar için seçilmiş en güzel örneklerdir.
16 Mü’minler, Peygamber’in getirdiği her şeyi almak, yasakladığı
her şeyden de kaçmak zorundadırlar.17 Son peygamber
olan Hz. Muhammed (s.a.s.), mü’minleri sever, onların üzerine
8] 5/Mâide, 16
9] 2/Bakara, 151
10] 57/Hadid, 25
11] 42/Şûrâ, 13
12] 2/Bakara, 285
13] 4/Nisâ, 59, 64
14] 24/Nûr, 51; 33/Ahzâb, 36
15] 3/Âl-i İmrân, 31
16] 33/Ahzâb, 21
17] 59/Haşr, 7
PEYGAMBER
- 13 -
titrer, sıkıntıya düşmelerinden dolayı üzülür.18 Bütün peygamberler
rahmet; Son Peygamber de âlemlere rahmettir. 19
“Kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab’ı
ve hikmeti getirip size bilmediklerinizi öğreten bir Rasül gönderdik.” 20
“İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah,
müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında
anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber
hak yolu gösteren kitapları indirdi.” 21
“Gönderilen peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman
etti, mü’minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah’a, O’nun meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) Allah’ın
peygamberlerinden hiç birini ayırmayız (hepsine inanırız). Onlar ‘işittik,
itaat ettik; ey Rabbimiz mağfiretini niyaz ederiz, dönüş yalnızca sanadır’
dediler.” 22
“Hiç bir beşerin, Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden
sonra (kalkıp) insanlara: ‘Allah’ı bırakıp bana kul olun’ demesi
mümkün değildir. Bil’akis (şöyle demesi gerekir ve der:) Okumakta ve
öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz.” 23
“İçlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve
inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir
peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur.”
24
“Biz her peygamberi, ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesi
için gönderdik.” 25
“Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda
seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın
(onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” 26
“Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların,
peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah
azizdir, hakîmdir.” 27
18] 9/Tevbe, 128
19] 21/Enbiyâ, 107
20] 2/Bakara, 151
21] 2/Bakara, 213
22] 2/Bakara, 285
23] 3/Âl-i İmrân, 79
24] 3/Âl-i İmrân, 164
25] 4/Nisâ, 64
26] 4/Nisâ, 65
27] (4/Nisâ, 165)
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 14 -
“Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan
O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.
Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez.” 28
“İşte o peygamberler, Allah’ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de
onların yoluna uy.” 29”Şüphesiz her ümmete bir peygamber gelmiştir.
Peygamberleri geldiğinde, aralarında adâletle hükmolunur. Onlara
asla zulmedilmez.” 30
“Andolsun Biz, ‘Allah’a kulluk edin, tâğuttan sakının’ diye (emretmeleri
için) her kavme bir peygamber gönderdik.” 31
“Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona; ‘Benden başka
ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” 32
“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasülü’ne dâvet edildiklerinde,
‘işittik ve itaat ettik’ demek, sadece mü’minlerin söyleyeceği sözdür.
İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim Allah’a ve Rasülü’ne itaat
eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bedbahtlıktan kurtulanlar
onlardır.” 33
“O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle
birlikte bir yol tutsaydım! Ne yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim.’
Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan
saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip, sonra) yapayalnız ve yardımcısız
bırakmakta.” 34
“Andolsun, size, Allah’ı ve âhiret gününü umanlara ve Allah’ı çokça
zikredenlere Allah’ın rasûlü’nde güzel bir örnek vardır.” 35
“O peygamberler ki Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ ederler,
Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar.” 36
“Muhakkak ki Biz, peygamberlerimizi açık delillerle/mûcizelerle gönderdik.
İnsanlar, aralarında adâleti hâkim kılsınlar diye, o peygamberlere
kitap ve ölçü/nizam indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet
ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah’ın dinine ve peygamberlerine
görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir,
daima üstündür. “ 37
28] 5/Mâide, 67
29] 6/En'âm, 90
30] 10/Yûnus, 47
31] 16/Nahl, 36
32] 21/Enbiyâ, 25
33] 24/Nûr, 51-52
34] 25/Furkan, 27-29
35] 33/Ahzâb, 21
36] 33/Ahzâb, 39
37] 57/Hadîd, 25
PEYGAMBER
- 15 -
Peygamberlerin Özellikleri
Peygamberler, “nübüvvet/peygamberlik” kurumunu hayata
geçiren elçilerdir. Onlar, Allah’tan aldıkları dini, insanlara öğretirler.
Her türlü zorluğa katlanarak insanları tevhîde, kurtuluşa
dâvet ederler. Bu dâvetleri için insanlardan hiç bir karşılık beklemezler.
Kendilerini dinlemeyen inkârcıların ve haddi aşanların kınama
ve eziyetlerine aldırmazlar. Peygamberleri, insanı ve insanla
ilgili her şeyi bilen Allah seçer. İnsanlar kendi istekleriyle peygamber
olamazlar. Peygamberleri insanlar kendi aralarından seçselerdi,
şüphesiz en uygununu değil; belki en kuvvetlisini, kendilerine
hoş geleni veya makam sahiplerini, üstünlük taslayan zorbaları
seçerlerdi.
İnsanlara önderlik etmeye kalkışan nice bilginler, filozoflar,
nice sultanlar, onları bölmüşler, onları lâyık olmadıkları halde
kendilerine itaate çağırmışlar, hatta zorlamışlardır. Üstünlük ölçüsü
olarak renkleri, zenginliği, sosyal statüleri temel almışlardır.
Peygamberler ise insanları yalnızca Allah’a ve takvâya çağırmışlardır.
Allah (c.c.) bütün insanlara peygamberler göndermiştir. Bütün
peygamberler de, insanlara tevhid dinini anlatmıştır. Hiç bir peygamber
diğer nebîleri yalanlamamış; bir sonra gelen bir öncekini
doğrulamıştır.
Peygamberler insanları en doğru yola, ahlâka, şerefe, insanlığa,
dünya ve âhiret mutluluğuna dâvet etmişlerdir. Kendileri en
yüce ahlâka sahip oldukları gibi, insanları da o üstünlüğe çağırmışlardır.
Onlar, insanların hayatına güzellikleri, adâleti, yardımlaşmayı
hâkim kılmaya çalışmışlardır. Zulmü, haksızlığı, sömürüyü,
cehaleti, düşmanlığı, ahlaksızlığı kaldırmaya gayret etmişlerdir.
Onlar, peygamber olarak gönderildikleri toplumun öncüsü idiler.
Kavimlerine hem vahyi öğretiyor, hem de din ve dünya işlerine
ait sorunlarını çözüyorlardı. Peygamberler birer beşer/İnsandırlar.
Hepsi de Allah’ın kullarıydı. Ancak onların peygamber olmalarına
sebep olacak üstün özellikleri vardı. Bu özellikleri (sıfatları) sebebiyle,
diğer insanlardan farklılaşıyorlar ve risâlet (peygamberlik)
görevini yükleniyorlardı.
Nübüvvet kurumu Allah’a aittir. Rabbimiz, yarattığı insanın
tüm ihtiyaçlarını ve zayıf taraflarını bildiğinden dolayı, onun için
gerekli ilâhî bilgileri, şeriatleri ve prensipleri nübüvvet yoluyla
göndermiştir. Bu kurum, Rab ile O’nun kulları arasında haberleşmenin
yoludur. Bu haberleşme Allah’tan insana doğru “vahy” ile;
insandan Allah’a doğru “duâ ve ibâdet” ile olmaktadır.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 16 -
İnsanların Peygamberlere İhtiyacı
Nübüvvet, insanın yeryüzündeki konumunu, görevlerini, geliş
yerini ve varacağı yeri, gücünü ve kapasitesini gösterir, öğretir. Bu
durum, insanlık için bir okul gibidir. Hayatın nasıl yaşanacağını
insan bu okulda öğrenir. Nübüvvet, insanlar için bir “örneklik” kurumudur.
İnsanın Allah karşısındaki konumunu bu kurum tanıtır.
İnsanın nasıl olması gerektiğini bu kurum canlı örnekler halinde
ortaya koyar. Vahy, insanları hayal olan bir hayata değil, önlerinde
canlı olarak kendi cinslerinden (beşer) peygamberlerin gösterdiği
somut örneğe dâvet eder.
İnsan, fıtrattan/yaratılıştan getirdiği birtakım duygulara sahiptir.
İrâdesiyle bu duygularını istediği gibi yönlendirir. Kendisine
verilen nefis, iyi şeyleri de isteyebilir; kötü şeyleri de. Toplu
olarak yaşayan insanlar belli kurallara bağlı olmazsa; huzur olmaz,
haklar yerini bulmaz. İnsan, tutkularının esiri olarak haddi aşabilir,
mal ve dünyalığa haksız yere sahip olmak isteyebilir, diğer insanlara
hükmetmek, onları sömürmek isteyebilir. Bu aşırı davranışlar
ise insanlar arasında düşmanlığa ve huzursuzluğa sebep olur. Bu
karışıklığın çaresi topluma adâletin yerleştirilmesidir. Peki bu nasıl
olacaktır ve bunu kim gerçekleştirecektir?
Adâletin sağlanması için birtakım ölçülere, kurallara ve prensiplere
ihtiyaç vardır. Bu ölçüleri koyan, insan mı olmalı, yoksa insandan
daha farklı bir üstün güç mü? Bu ölçüleri insan kendisi koyarsa,
şu ihtimaller akla gelebilir: Bu ölçüleri koyan, diğer insanlar
üzerinde haksız, bazen de sınırsız otorite kurar. Ölçüyü koyanlara,
kendi koydukları ölçü genellikle uygulanmaz. Konulan ölçülere
uymak zorunda olanlar arasından daha güçlü birisi çıkar, o ölçüleri
tanımaz ve kendisi yeni ölçüler koymak ister. İnsanlar hiç bir
zaman mutlak adâlet ölçülerini bulamazlar. Çünkü insanın zayıf
tarafları ve kapasitesinin yetersizliği söz konusudur.
İnsanlar için ölçü koyan öyle birisi olmalı ki, bütün bu sorunlar
olmasın. O, insanı tamamen bilen ve insandan güçlü biri olsun.
Ölçüye uyanlara mükâfat, uymayanlara ceza verebilsin. Gücü ve
kudreti tartışılmaz ve hükmünde asla yanılmasın. Hiçbir noksanı
bulunmasın, mutlak ve gerçek adâlet sahibi olsun. Böyle birisi elbette
insanlar arasından çıkmaz. Bu sıfatları ancak âlemlerin rabbi
Allah taşımaktadır. O Allah, insanın dünya ve âhiret mutluluğunu
sağlayacak ilâhî prensipleri, yeryüzünün halifesi olarak yarattığı
insanlar arasından seçtiği peygamberleri aracılığıyla bildirmektedir.
PEYGAMBER
- 17 -
Peygamberlik kurumu olmasaydı, şüphesiz insanlar doğru
yolu bulamazlardı. İnsan, beşer olması dolayısıyla kendi aklı ve
irâdesiyle nasıl hareket edeceğini, nasıl kulluk yapacağını bilemez.
Üstelik zayıf tarafları vardır, hırs ve aşırı isteklere sahiptir. Bu şekilde
yaratılan insanın sürekli “irşâd” edilmesi gerekir. Kendisine
doğru yol gösterilmeli, iyi ve kötü şeyler anlatılmalı, fenalıklardan
sakındırılmalı, hayırlı olan şeylere ve kulluğa teşvik edilmeli. İnsana,
hiç şaşırmayacağı, mutlak doğru olan prensipler verilmeli. Peygamberler
bu anlamda insanları irşâd eden mürşidlerdir. Öyleyse
nübüvvet, ilâhî irşâd kurumudur.
Risâlet veya nübüvvet, Allah’ın insana olan rahmetinin bir
tecellisidir. Başıboş bırakılan insan tek başına, ne hidâyeti ne de
güzel davranışları bulabilir. İnsan, kendi kendine ilâhî güzelliklere
ulaşamaz. Yaratılışı gereği bir rehbere, üstün nitelikli bir imama/
öndere muhtaçtır. Peygamberler, bu manada insanların önderleridir.
Peygamberler, yeryüzünde canlı vahiylerdir. Allah’ın kullarından
istediği insan tipinin somut örnekleridir. Risâlet/peygamberlik
görevi çalışılarak, okuyarak elde edilebilecek bir makam değildir.
Allah (c.c.) kulları içerisinden üstün niteliklere sahip kimseleri elçi
olarak seçer ve onlar vasıtasıyla insanlara mesajını gönderir. Elçilerinin
diğer insanları vahiyle terbiye etmesini ister.
Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren
postacı benzeri, yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren
kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için
çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular. Daha doğrusu vahyin
hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı
nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini
öğrenirler. Rasûl, Allah’ın mesajını insanlara ulaştırırken her
türlü eziyet ve sıkıntıya göğüs gerer. Gerekirse vahyin düşmanları
ile mücadele de eder.
Peygamberler, insanlar arasında en emin/güvenilen insanlardır.
Ahlâk ve davranış bakımından üstün özellikleri vardır. Onlarda
herhangi bir ahlâk düşüklüğü, çirkin bir davranış, veya günah işlemek
yoktur. Onlar Allah’ın vereceği mükâfâtın müjdecisi, azgınlara
vereceği cezanın da korkutucusudurlar (beşîr ve nezîrdirler)38.
İnsanların sorunları ancak onların getirdiği ölçülerle çözülebilir.
İnsanlık ancak onların getirdiği mesaj ile gerçek huzura, insanlığa
ve kurtuluşa ulaşabilir.
38] 6/En’âm, 48
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 18 -
Dünya hayatını nasıl yaşayacağımız konusundaki prensipler
Allah tarafından, peygamberleri ile bize bildirilmeseydi, insanların
hepsi bugünkü İslâm dışı görüşlere sahip olanlar gibi; kendi
kafalarına, yani kendi hevâlarına uyacaklar ve sayısız uydurma
dinlerin peşinden gitmek zorunda kalacaklardı. 39
Peygamberlerin Gönderiliş Gâyeleri
1- Allah’a Dâvet: İnsanoğlunun dünyaya gönderilmesindeki
asıl gâye, Kur’an’ın da bize bildirdiği gibi, Yaratıcı’sını tanıyıp
O’na hakkıyla kulluk etmektir. “Ben cinleri ve insanları ancak Bana
kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım.”40 İşte peygamberlerin gönderiliş
sebeplerinin başında, bu kulluğun nasıl yapılacağı, en açık bir
şekilde insanlara öğretmek gelmektedir. Aslında Allah’a inanmak,
her doğan insanın fıtratında var olan bir gerçektir.41 Her insan,
fıtratında, kendinden yüce, güçlü ve kuvvetli birine inanmayı
ihtiyaç olarak hisseder. Bazıları bu yüce varlığı, “tabiat güçleri”
olarak algılarken, diğer bazıları, kendi elleriyle yapıp taptıkları
“put” olarak telakki eder. Gönderilen her peygamber, kendi
kavmini bu yüce gerçeğe dâvet etmiş, onlara, inanılması gerekli
olan Zât’ı bildirmiştir. “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki,
ona; ‘Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin’ diye vahyetmiş
olmayalım.”42; “Andolsun Biz, ‘Allah’a kulluk edin, tâğuttan sakının’ diye
(emretmeleri için) her kavme bir peygamber gönderdik.” 43
Tarih de açıkça ortaya koymuştur ki, insan, tek başına doğru
bir şekilde Yaratıcı’sını tanıyamamakta, O’na kulluk yollarını bilememektedir.
Gönderilen peygamberler arasındaki devrede bile
insan, pek çok bâtıl ve hurâfelere tapmış, herhangi bir fayda ve
zararı olmayan putlara, cansız varlıklara, yıldızlara vs. İbâdet etmiştir.
Gönderilen her peygamber, ümmetini Allah’a dâvet etmiş,
bu konuda büyük gayretler sarfetmiş, onlara gerçek Mâbud’u
anlatmıştır. Bütün peygamberler, hayatları boyunca bunun mücadelesini
vermiştir. Hz. Nûh’un 950 sene gece-gündüz, gizli-açık
bir şekilde, bütün yolları deneyerek kavmini hidâyete çağırdığını,
ancak toplumun buna yanaşmadıklarını44 örnek verebiliriz.
2- Allah’ın Emirlerini Tebliğ: Peygamberlerin gönderiliş amaçlarından
bir diğeri, dini tebliğdir. Eğer onlar gelmeseydi biz,
39] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 487-489; 506-508
40] 51/Zâriyât, 56
41] Buhâri, Cenâiz 92; Ebû Dâvud, Sünnet 17; Tirmizî, Kader 5
42] 21/Enbiyâ, 25
43] 16/Nahl, 36
44] 29/Ankebût, 14; 71/Nûh, 9, 21
PEYGAMBER
- 19 -
ibâdete ait meseleleri bilemez, Allah’ın emir ve yasaklarını hiçbir
zaman alamaz ve mükellefiyetlerimizi kavrayamazdık. Namaz,
oruç, zekât, hac gibi görevlerimizi; içki, kumar, zina, ihtikâr/karaborsa
ve faiz gibi haramları bilemezdik. Bütün bunları ve bunlara
benzer birçok meseleleri peygamberler vasıtasıyla öğrenmiş
bulunuyoruz.
Hayat ve medeniyetle beraber insan düşüncesinin de ilerlediği
öne sürülür. Asırlar içerisinde ve nesiller boyunca insanda meydana
gelen değişikliğe rağmen, ilk insanla bugünkü insan, insan
olma bakımından müşterek, hatta aynı mâhiyete sahiptir. İlk insanlarla
günümüz insanının ortak ihtiyaçları ve ortak kaderleri
vardır. İnsanda değişmeyen bu ihtiyaçların çözümü için, insanlığın
ebedî kurallara bağlanması ve öyle tanzim edilmesi bir zarûrettir.
Bu ihtiyacın, durmadan değişen ve olgunlaştığı kabul edilen akıl
ve ilim yoluyla değil; mutlak ve ebedî esaslara sahip olan din yoluyla
tanzim edilmesi gerekmektedir.
İlâhî emir ve yasakları insanlara ulaştıracak bir insana ihtiyacın
varlığı inkâr edilemez. Ve aynı zamanda bu elçinin bir insan
olması da gereklidir. Allah da bu elçileri insanlardan seçmiştir. Seçilen
bu peygamberler, bu yüce görevi tamamen yerine getirmiş,
hiçbiri insanları Allah’a dâvetten geri kalmamışlardır. “O peygamberler
ki Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ ederler, Allah’tan korkarlar ve
O’ndan başka kimseden korkmazlar.”45; “Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni
tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.
Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu
hidâyete erdirmez.” 46
3- İnsanları Doğru Yola Dâvet: İnsan, kendisinde bulunan birtakım
özelliklerden dolayı, zaman zaman “sırât-ı müstakim” dediğimiz,
doğru yoldan sapabilir. Ancak ona, bu sapmasını haber
vererek, onun yeniden fıtratına dönmesine, iyilikleri yakalayıp
onları işlemesine yardımcı olacak birtakım uyarıcılar gelmiştir. İşte
bunlar, Allah’ın kendilerini seçip görevlendirdiği peygamberlerdir.
Evet, gelen her peygamber, etrafındaki insanları uyarmış, yanlış
yolların kötülüğünü izah etmiş, onları sırât-ı müstakime yönlendirmeye
çalışmıştır. “Elif Lâm Râ. (Bu Kur’an,) Rablerinin izniyle insanları
karanlıklardan nûra/aydınlığa, yani her şeye gâlip (ve) övgüye lâyık olan
Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” 47
45] 33/Ahzâb, 39
46] 5/Mâide, 67
47] 14/İbrahim, 1
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 20 -
4- İnsanlara Örnek Olmak: Peygamberlerin gönderiliş
gâyelerinden birisi de, her konuda insanlara örnek olmalarıdır.
Nebîlerin fıtratları temiz, rûhî yönden pek yüksek, irâdeleri ise,
çok güçlüdür. Kur’an da Rasulullah’a, diğer peygamberlerin yolunu
takip etmesini emretmekle, aynı zamanda diğer insanları
da bu konuda uyarmıştır. “İşte o peygamberler, Allah’ın hidâyet ettiği
kimselerdir. Sen de onların yoluna uy!”48 Buradan da, her konuda
peygamberlere uymanın ve onları örnek almanın, insanlar için bir
emir olduğunu anlıyoruz.
Her şeyden önce, peygamberlerin kendi hayatları, hakikaten
çok büyük bir ahlâkî temizlik ve dürüstlük örneğidir. Bunlar, insanlara
dinî ve ahlâkî hakikatleri bildirmekten, onlara her bakımdan
faydalı olmak ve hizmet etmekten başka bir şey düşünmemişler,
hiçbir menfaat hırsı gütmemişlerdir. Onların hayatlarını ve
davranışlarını düşünürken, insan gerçekten heyecan duymaktadır.
Sonra onların din ve ahlâk namına getirdikleri ölmez prensiplerin
doğruluğu, asırlar sonra dahi meydandadır. Kur’an, “onların hepsi
de sâlih kimselerdendi.” 49 demekle, peygamberlerin bütünü hakkında
değer hükmünü bildirmiştir.
Allah, olgunluk ve fazilette, onları birer örnek ve numûne
kılmıştır. Çünkü onlar, akıl yönüyle mükemmel, hedef ve yöneliş
yönüyle tertemiz, şeref ve rütbe yönüyle de bütün insanlardan üstündürler.
“Andolsun, size, Allah’ı ve âhiret gününü umanlara ve Allah’ı
çokça zikredenlere Allah’ın rasûlü’nde güzel bir örnek vardır.”50 Peygamberler,
bütün insanlık için, en güzel birer önder, en güzel birer
örnektirler. Herkes, onlara uymak ve onların metodlarını tâkip
etmekle yükümlüdür.
5- İnsanları Bâki Âleme Yönlendirme: İnsanoğlu, yaratılışı
gereği dünyaya karşı aşırı bir şekilde sevgi beslemektedir. Hz.
Peygamber’den rivâyet edilen şu hadiste de, onun bu yönüne dikkat
çekilmiştir: “Şâyet insanoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, yine o,
iki vâdi dolusu olmasını arzu eder. İnsanoğlunun ağzını (aç gözlülüğünü)
topraktan başkası doyurmaz.”51 Ahiret hayatı, peygamberler olmaksızın
aklın hakikatini anlayamayacağı, gaybe âit işlerdendir. İşte
peygamberler, devamlı olarak dünyaya meyilli olan insanları, bu
âleme doğru yönlendirmeye çalışmışlardır.
Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyetinde, dünya hayatının bir
48] 6/En’âm, 90
49] 6/En'âm, 85
50] 33/Ahzâb, 21
51] Buhârî, Rikak 10; Tirmizî, Menâkıb 32, 64
PEYGAMBER
- 21 -
aldanma metâı olduğu,52 insanlar için çok süslü gösterildiği,53 oyun
ve oyalanmadan ibaret olduğu,54 dünyadaki nimetlerin geçici olup
asıl bitmeyen ve tükenmeyenlerin âhiret yurdunda olacağı 55 üzerinde
durulmuştur.
Günümüzde şu gerçeğin görülmemesi mümkün değildir:
Âhiret inancının olmadığı toplumlarda, huzur ve mutluluktan söz
etmek hiç de kolay değildir. Zira insanoğlunun hemen yarısını teşkil
eden çocuklar, yalnız cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı
görünen ölümlere karşı dayanabilirler ve bu ümitle sevinçli bir
şekilde yaşayabilirler. İnsanlığın azımsanamayacak bir bölümünü
teşkil eden ihtiyarlar, uhrevî hayatla yakınlarında bulunan kabre
karşı tahammül gösterebilirler. Toplumun önemli bir kesimini
oluşturan gençler, delikanlılar aşırı bir şiddette olan duygularını,
nefislerini, hevâ ve isteklerini; tecavüzlerden, zulüm ve haksızlıklardan,
ancak cennet düşüncesi ve cehennem korkusuyla dizginleyebilirler.
Böyle mutlu bir toplumu da ancak, getirmiş oldukları
prensiplerle insanları istikamete götüren peygamberler kurabilmişlerdir.
6- Dünya-Âhiret Dengesini Sağlama: Peygamberler, dünya
ve ukbâ dengesini kurmak için gelmişlerdir. Onların getirdiği
muvâzene/denge ile insanoğlu, ifrat ve tefritten kurtulacak ve istikameti
bulacaktır. Ne papazlar ve ruhbanlar gibi bütün dünyayı
terkedip manastırlara çekilme, ne de her şeyiyle dünyaya dalıp
ona kul-köle olma değil; sürekli orta yolu bulma ve yaşama ki, bu
da ancak vahyin aydınlık dünyasında elde edilebilecek bir nasiptir.
Yoksa akıl ve vicdanla böyle bir denge kurulamaz.
İslâm’da insanın dünyadan tamamen çekilmesi ve kendini
sadece namaza oruca vermesi istenmediği gibi; aynı zamanda
kendini tamamen maddeye kaptırıp onun arkasından devamlı
koşması da tavsiye edilmemiştir. Bilakis, dünya-ukbâ uygunluğu,
dünyanın âhirete bir tarla kılınması tavsiyesinde bulunulmuştur.
Mü’minin dünya ve âhiret mutluluğunu beraber istemesi,56 Karun
gibi sadece dünyaya takılıp kalınmaması,57 ama bununla birlikte,
çeşitli nimetlerden istifade edilebilmesi58 de, yine İslâm’ın, dolayısıyla
bütün peygamberlerin prensipleri arasındadır.
52] 3/Âl-i İmrân, 185; 13/Ra'd, 26; 31/Lokman, 33
53] 2/Bakara, 212; 3/Âl-i İmrân, 14; 57/Hadîd, 20
54] 6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36
55] 4/Nisâ, 77; 16/Nahl, 96; 35/Fâtır, 5
56] 2/Bakara, 200-201
57] 28/Kasas, 81
58] 7/A'râf, 31-32, 15
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 22 -
7- İtiraz Kapısını Kapatma: Peygamberlerin gönderiliş sebeplerinden
biri de, insanların âhirette Allah’a karşı herhangi bir
itirazlarının olmasını önlemektir. “Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak
peygamberler (gönderdik) ki, insanların, peygamberlerden sonra Allah’a
karşı bir bahaneleri olmasın. Allah azizdir, hakimdir.”59 Yani iman ve
itaat edenlere, âhirette ecir ve sevap ile müjde vermek; küfür ve
isyan edenlere, cehennem azâbını haber verip çekindirmek üzere
elçiler gönderilmiştir ki, azâbı gördükleri zaman mâzeretleri
kalmasın: “Eğer Biz, bundan önce onları helâk etseydik, muhakkak ki
şöyle diyeceklerdi: ‘Ey Rabbim! Bize bir peygamber gönderseydin de, şu
aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce âyetlerine uysaydık!”60 Peygamber
gönderilmemiş olsaydı, demek ki insanlar, bunu bahane edeceklerdi:
“Vaktiyle bize bunları bildirseydin, hükümlerini, şeriatını,
kanunlarını bildiren bir peygamber gönderseydin de, bilmediklerimizi
öğrenip onlara tâbi olsaydık ve felâketler başımıza gelmeseydi
ne olurdu; bize bir elçi gönderseydin de böyle alçak ve rezil
olmadan önce, senin âyetlerine uysaydık” diyebileceklerdi. İşte bu
mâzeret kapısını Allah, peygamber göndermekle kapatmıştır.
Kıyâmet gününde Allah, bütün insanları toplayacak, her
peygamberi de aynı zamanda kendi ümmetine tebliğde bulunduğuna
dair şâhit olarak getirecektir: “Kıyâmet gününde, her ümmete
bir şâhit getirdiğimizde halleri ne olacaktır? O gün, inkâr edip peygambere
isyan edenler, yerle bir olmayı isterler. Allah’tan hiç bir sözü
gizleyemezler.”61 Yine onlar, kıyâmet gününde, cehenneme atılmadan
önce, o korkunç âkıbete götürülürken, kendilerine işlemiş oldukları
suçlardan sorulur da, onlar, bunu itiraf ederler: “Cehennem,
öfkeden parçalanacak bir hale gelir. Cehenneme her topluluk atıldığında,
zebâniler onlara: ‘Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?’ diye soracaklardır.
Onlar da: ‘Evet, uyarıcı gelmiş, fakat biz yalanlamıştık ve Allah hiçbir şey
indirmedi; siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ demiştik diye cevap
verirler. ‘Eğer dinlesek veya düşünseydik, alev alev yanan cehennemin
ehlinden olmazdık’ derler. İşte böylece günahlarını itiraf ederler. Kahrolsun
alev alev yanan o cehennem ehli!” 62
Her peygamber, insanları inandırmak ve inanmayanların da
bahanelerine meydan vermemek için bazı mûcizelerle gelmiştir.
Artık bundan böyle kimsenin itiraza hakkı yoktur. Allah, inanmamızı
istediği hakikatleri, peygamberleriyle gayet açık bir şekilde
gözler önüne sermiştir. Zaten bu da, onların gönderiliş
59] 4/Nisâ, 165
60] 20/Tâhâ, 134
61] 4/Nisâ, 41-42; 16/Nahl, 89
62] 67/Mülk, 8-11
PEYGAMBER
- 23 -
gayelerinden biridir. Ayrıca önemli bir nokta da, Allah, “Biz, peygamber
göndermedikçe azab edici değiliz.”63 buyurmaktadır. Demek
ki, peygamberler gönderildiği için mizan ve terazi kurulacak ve
kimsenin mâzeretine (daha doğrusu bahanesine) bakılmadan
herkesin hesabı sorulacaktır.
8- İnsan Fıtratına Uygun Olan Gerçek Din Duygusunu Öğretme:
İlk insanla beraber ortaya çıkan din, çağlar boyunca inanların
rûhunu tatmin etmiş, meraklarını gidermiştir. Dinin bu vasfı,
kaynağının sağlamlığındandır. Günümüz dünyasında da, bütün
eski dönemlerde olduğu gibi, insanların büyük çoğunluğu Allah’a
inanmakta ve tüm varlıkları O’nun eseri olarak kabul etmektedir.
Din, insanlığın en önemli gereksinimlerindendir.
İnsanlar, ilâhî ve uhrevî hakikatleri, kendi akıllarıyla idrâk edemezler.
Zira aklın kapasitesi sınırlıdır. Akıl, insanları çeşitli yollara
götürebilir. Büyük hakikatlere dair söz söylemek iddiasındaki filozofların,
insanlığa ne kadar değişik, hatta birbirini yalanlayan, zıt
yollar çizdikleri bilinir ve bilinmesi gerekir. Allah, lütfu ile zaman
zaman yeryüzünün çeşitli bölgelerinde, ilâhî tebliği alıp kavimlerine
ulaştıracak insanlar seçmiştir. Zira, hayatın, yaşayış tarzının,
ilâhî tâlimata göre tanzim edilmesi gerekmektedir. İnsan fıtratı
da, bu evreni var eden bir yaratıcıya ibâdet etmekle donatılmış
gibidir ki, bunu, Kur’ân-ı Kerim, şu âyetiyle kullara ifade etmektedir:
“Sen, yeryüzünü, hanîf (tevhid eri, Allah’ı birleyici) olarak dine, yani
Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise o fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında
değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu
bilmezler.”64 insanlar, fıtraten sağlam, fikir ve düşünce yönüyle
düzgün oldukları müddetçe, dine yönelmeleri devam edecektir.
Çünkü insanın duygu ve düşüncelerinin yöneldiği en kıymetli şey,
dindir. Aynı zamanda onu, diğer yaratıklardan ayıran en belirgin
öğe de din ve onu yaşamadır. İşte peygamberler de, insanların
muhtaç oldukları gerçek dini getirerek, onların bu ihtiyaçlarını en
güzel bir şekilde karşılamışlardır.
9- İnsanlara, Doğru Kuralları Gösterme: Nübüvvet görevlerinden
birisi de, Allah’tan almış oldukları dosdoğru kurallar vasıtasıyla,
hem bu, hem de öbür dünyada insanları saâdete götürecek,
faziletli davranışlara yönlendirmektir. İnsanların tek başlarına,
iyi şeylerin tamamını kavrayıp onların gerektirdiği doğrultuda
hareket etmeleri söz konusu değildir. Zira insanların arzu, istek
ve menfaatleri farklı farklıdır. Buna en büyük delil, bugünkü
63] 17/İsrâ, 15
64] 30/Rûm, 30
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 24 -
dünyanın içinde bulunduğu durumdur. Pek çok zulüm işlenmesine,
haksızlıklar yapılamasına, insan hakları çiğnenmesine rağmen
birçokları, medeniyetin zirvesinde olduğunu pek rahat bir şekilde
söyleyebiliyorlar. İşte bundan dolayıdır ki, peygamberlerin risâleti,
toplumu düzeltip insanları Allah’a kul olma noktasına getirecek
kuralları açıklamak ve yine toplumu felâkete sürükleyip Allah’ın
gazabını gerektirecek, kötü hareketlere dikkat çekmektir.
Kur’ân-ı Kerim’i incelediğimizde, her peygamberin, kendi dönemindeki
insanları doğruya sevk edip, kötü şeylerden sakındırdığını
görürüz. Hz. Nûh, insanları putlara tapmaktan sakındırmış,
tutmaları gereken yolu göstermiş,65 Hz. İbrahim, kavmiyle büyük
mücadeleler vermiş, akıl yönünden değişik metodlar kullanarak
doğruları göstermeye çalışmış66, Hz. Sâlih, kavmini kötü şeylerden
ve kötü kimselere uymaktan sakındırmış67, Hz. Lût, kavmi arasında
yaygın olan livâtadan (homoseksüellikten) vazgeçirmeye çalışmış
ve bu uğurda çetin mücadeleler vermiş,68 Hz. Şuayb, ölçü
ve tartıda eksiklik yapan kavmini bu davranışlarından caydırmaya
uğraşmıştır.69 Netice itibariyle her peygamber, kavmiyle buna
benzer nice mücadelelerde bulunmuştur. “Şüphesiz her ümmete
bir peygamber gelmiştir. Peygamberleri geldiğinde, aralarında adâletle
hümolunur. Onlara asla zulmedilmez.” 70; “Muhakkak ki Biz, peygamberlerimizi
açık delillerle/mûcizelerle gönderdik. İnsanlar, aralarında adâleti
hâkim kılsınlar diye, o peygamberlere kitap ve ölçü/nizam indirdik.” 71
10- Ahlâk Eğitimini Gerçekleştirme: İnsan için hem iyilik, hem
de kötülük yolu açıktır. “Biz, ona her iki yolu da (hayır ve şerri) göstermedik
mi?”72;“Gerçekten de nefis, kötülüğü emreder.”73 Ancak insan,
arzu ve isteklerini yönlendirme, sınırlama ve frenleme gücüne
sahiptir. “Rabbinin azametinden korkup kendini şehevî arzulardan koruyana
gelince, onun da varıp kalacağı yer mutlaka cennettir.”74 Fakat
her insan, nefsine hâkim olamayabilir. Demek ki insanda, bir şeyi
emreden veya yasaklayan gizli bir güç vardır. Kötülüklere karşı insanı
dizginleyen en önemli faktör, Allah’a inanma ve yaptıklarının
hesabını verme düşüncesidir. Ahlâk eğitimi de diyebileceğimiz bu
65] 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73...
66] 6/En’âm, 76-79, 80-83; 21/Enbiyâ, 58-67...
67] 7/A’râf, 73-79; 11/Hûd, 61-68...
68] 7/A’râf, 80-82; 11/Hûd, 77-80...
69] 7/A’râf, 85-86; 11/Hûd, 84-85...
70] 10/Yûnus, 47
71] 57/Hadîd, 25
72] 90/Beled, 10
73] 12/Yûsuf, 53
74] 79/Nâziât, 40-41
PEYGAMBER
- 25 -
davranışları en iyi, peygamberler vermiştir. Onlar, getirdikleri kanunlarla,
insanlar arası münasebetleri en iyi bir şekilde ayarlamaya
çalışmışlar, onları güzel ahlâka yönlendirmişler ve bu konuda
en güzel birer örnek olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerim de, peygamberimizin
bu yönüne dikkatleri çekmiş, O’nun yüce bir ahlâkla yaratıldığını
vurgulamıştır.75 Ayrıca peygamberimiz de, kendisinin,
“güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini”76 ifade etmiştir. 77
Peygamberlerin Dâvetlerinin Özellikleri
1- Rabbânîlik: Kur’an’da peygamberlik, Allah’ın kulları arasından
seçtiği şahıslara verdiği bir lütuf ve rahmet olarak takdim
edilir. İnsanların kendi istek ve çabalarıyla bu unvânı elde etmeleri
mümkün değildir. Peygamberlerin, Allah tarafından bu görev
için tercih edildiğini,78 onların seçkin79 kişiler olduğunu belirten
âyetlerin yanında; Allah’ın, peygamberliği dilediği kimselere vereceğini
ifade eden âyetler de vardır.
Hiçbir peygamber, düşünüp taşınıp kendi aklına göre, “şöyle
bir sistem ortaya koyayım” diyerek işe başlamamıştır ve başlamaz.
Doğrudan doğruya Allah, insanlar içinden bir kimseyi peygamber
yapmayı diler. Vakti gelince, tamamen peygamberlik için yaratılmış
bu seçkin insana, peygamberlik vazifesini duyurur, o da peygamberliğini
ilân eder. Nübüvvet, Allah’ın istediğine verdiği bir
görevdir. O, ne akıl, ne çalışma, ne çok ibâdet ve ne de verâset
yoluyla ulaşılacak bir şey değildir. Onların getirmiş olduğu her şey,
vahiyden ibarettir. Onlardan her biri, şöyle der: “Ben yalnızca bana
vahy olunana uyuyorum.” 80
Bulundukları çevre şartları, ekonomik ve sosyal hâdiseler, onların
konumlarını asla değiştiremez. Onlar, bildikleri yolda hedeflerine
varmaya çalışırlar. Vazifelerini yaparlarken de, muhâtaplarının
kabul veya reddi onları pek bağlamaz. Onların vazifesi, sadece
tebliğ edip anlatmak ve ilâhî emirleri tatbik etmekten ibarettir.
Muhâliflerin dedikleri, söyledikleri veya yaptıkları, onların tavırlarını
değiştirmez. Mesajlarını, çarpıtmadan, eğip bükmeden net
bir şekilde toplumlarına iletirler. Dâvâları adına tâviz vermeleri,
kat’iyyen düşünülemez. “Ayı bir eline, güneşi diğer eline koysalar,
peygamberler, bu dâvâlarından kesinlikle vazgeçmezler.”
75] 68/Kalem, 4
76] Ahmed bin Hanbel, II/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 8
77] Muhittin Akgül, Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber, s. 28-36
78] 3/Âl- İmrân, 33; 7/A’râf, 144...
79] 27/Neml, 59; 38/Sâd, 47
80] 6/En’âm, 50; 7/A’râf, 203...
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 26 -
2- Tevhide Çağrı: Bütün peygamberlerin tebliğ ettiği din olan
İslâm’da temel nokta, tevhid bayrağı altından toplanmaktır. Bunun
da esası, kelime-i tevhiddir. “...Yalnız Allah’a kulluk edelim ve
O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayalım...”81 Bütün peygamberlere baktığımızda,
hepsinin temel gayelerinin, insanları Allah’ın varlığına
ve birliğine çağırdıklarını görürüz. Her peygamber, çevresindekilere
şunları söylemiştir: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için
O’ndan başka ilâh yoktur.” 82
Bütün peygamberlerin dâvetlerindeki esas tema, temel vurgu,
insanları sadece Allah’a kulluğa ve O’na inanıp teslim olmaya
yöneliktir. “Andolsun Biz, her ümmet/millet içinde; ‘Allah’a kulluk edin;
tâğuttan (ona itaatten) kaçının’ diyen bir rasül gönderdik.”83 Bunlardaki
söz birliği ve hepsinin tevhid hakikatiyle gelmesi de, yine peygamberlik
kurumuna ait bir özelliktir. Onun içindir ki, Allah Rasülü:
“Ben ve benden evvel gelen bütün peygamberlerin söylediği en faziletli
söz: ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke lehû”(Bir tek olan ve hiç ortağı
bulunmayan Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur) sözü veya bu anlama gelen
sözdür.”84 buyurmuştur.
3- Ücret İstememe: Peygamberlerin, yaptıkları hizmetler karşılığında
insanlardan hiçbir beklentileri yoktur. Diğer insanların
böyle bir şeyi arzulamaları mümkün olabilir. Ancak Kur’an, peygamberlerin
böyle bir istekte bulunmadıklarını söylemektedir.
Onlardan her birinin, bu konudaki yegâne sözü: “Ben sizden hiçbir
ücret/karşılık istemiyorum. Benim ücretim/mükâfatım ancak Allah’a
aittir.”85 cümlesi olmuştur. Onlar, bunun karşılığını Allah’tan beklerler.
Nasihatleri ve irşadları karşılığında, insanlardan bir övgü de
beklemezler. Yegâne istekleri, Allah rızâsı ve âhiret sevabıdır.
4- Kavimlerinin Diliyle Gelme: Allah, insanlara olan merhametinden
dolayı, gönderdiği her peygamberi, insanlar ondan, anlaşılması
gerekli olan şeyleri kolaylıkla kavrayabilsinler ve anlasınlar
diye, kendi kavminin diliyle göndermiştir. Allah’ın âdeti, sünneti
böyledir. Öteden beri, her peygamber, gönderildiği ümmetin ve
özellikle içlerinde oturduğu topluluğun dili ile gönderilmiştir. Tâ
ki, tebliğine emredilmiş olduğu şeyleri kavmine anlatsın, anlattırsın.
Çünkü bir peygamberin peygamberliği, gerek kavmine ait olsun
ve gerek daha başkalarını da kapsasın, mutlaka o peygamber,
öncelikle kavmini dâvet edecek ve ilk işi onlara peygamberliğini
81] 3/Âl-i İmrân, 64
82] 5/Mâide, 72, 117; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85...
83] 16/Nahl, 36
84] Muvattâ, Kur’an 32, Hacc 246
85] 10/Yûnus, 72; 11/Hûd, 29, 51...
PEYGAMBER
- 27 -
anlatmak olacaktır. Bu ise, onların en iyi, en kolay anlayabilecekleri
kendi dilleriyle açıklamaya bağlıdır. Şayet Kur’an, başka bir
dille indirilseydi, peygamberin de içlerinde bulunduğu ve ilk önce
hitap edeceği kavmi anlamayacaktı. Kur’an, bu durumu şöyle dile
getirir: “Eğer Biz bu Kur’ân’ı, yabancı bir dille indirseydik, iman etmeyenler,
mutlaka diyeceklerdi ki, ‘âyetleri uzun uzadıya açıklamalı değil miydi?
Arap bir peygambere yabancı dil, öyle mi?”86 Peygamberler, içinden
çıktıkları toplumlarının diliyle gönderilmeseydi, diğer kavimlere
tebliğ etmek ve mesajı umûmileştirmek için, ilk neşredenler yetişmeyecek
ve bundan dolayı, hiçbir topluluk hakkında Allah’ın kesin
delili gerçekleşmeyecekti. “Allah, her peygamberi kendi kavminin
diliyle göndermiştir.” 87
5- Hedef ve Gâyenin Açıklığı: Bütün peygamberler, insanların
fıtratlarına uygun bir şekilde hareket eder, onlara akıllarının
alabileceği sadelikte hitap ederlerdi. Çünkü dâvetçinin, konuşmalarında,
sohbetlerinde sözünün muhâtapları tarafından anlaşılır
netlikte ve sadelikte olması gerekir. Aksi takdirde dediği anlaşılmaz,
sözleri hedefini bulamaz. “(Ey peygamber!) Sen, insanları Rabbinin
yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde
mücadele et.” 88
İnsanlar, çoğu hususta birbirinden farklıdır. Zekâ ve ilimleri
farklı olduğu gibi, karakter ve duyguları da farklıdır. Ayrıca düşünce
ve tasavvurlarında farklı oldukları gibi, eğilim ve yönelişlerinde
de farklılık gösterirler. Bütün bu farklılıklar, dâvet ve dâvetçilerin,
onları etkileyecek ve karakterlerine münasip düşecek bir şekilde
giriş yapmalarını mecburi kılmaktadır. Bu noktayı çok iyi bir şekilde
bilen peygamberler, gayet açık ve net bir şekilde, aktaracakları
şeyleri aktarmış, insanların anlamakta güçlük çekecekleri bir metottan
uzak durmuşlardır. Tekellüfe/zorluğa girilmemiş,89 en kolay
ve açık deliller ileri sürülmüş,90 anlatılacak şeylerde bir kapalılık
bırakılmamıştır. 91
6- İhlâs ve Samimiyet: İhlâsı, “yapılan bir şeyi Allah için yapma
ve bunu Allah’tan başkasının görmesini istememe” şeklinde tanımlayabileceğimiz
gibi, “yapılan bir harekette, diğer insanların
değerlendirmelerini gözardı etme ve onların düşüncelerinden kaçınma”
diye de tarif edebiliriz. İşte peygamberler, bütün işlerinde
86] 41/Fussılet, 44
87] Ahmed bin Hanbel, V/158
88] 16/Nahl, 125
89] 38/Sâd, 86
90] 2/Bakara, 258
91] 12/Yûsuf, 108
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 28 -
ihlâsa erdirilen şahsiyetlerdir. İhlâs ve samimiyetin zirvesini onlar
tutmuştur. Kur’an, onların bu yönlerini bazı peygamberlerin
şahsında şöyle anlatmaktadır: “Kitab’da Mûsâ’yı da an! Gerçekten o,
ihlâsa erdirilmiş bir rasûl, nebî idi.”92 Hz. Yusuf için: “Şüphesiz o, ihlâsa
erdirilmiş kullarımızdandır.”93 Ve Hz. Peygamber’e ise: “Şüphesiz ki
Kitab’ı sana hak olarak indirdik. (O halde sen de) dini O’na has kılarak,
ihlâs ile Allah’a kulluk et!”94; “De ki: ‘Ben dinimde ihlâs ile (dini O’na has
kılarak) ancak Allah’a ibâdet ederim.” 95
Peygamberlerin Peygamberliği Nasıl Anlaşılır?
Bir peygamberin peygamberliği, onun gösterdiği mûcizelerden
anlaşılır. Bütün peygamberlerin bir mûcizesi vardır. Peygamberlerin
peygamberliklerini ispat etmeleri için Allah’ın izni ile göstermiş
oldukları hârikulâde (olağanüstü) olaylara mûcize denir.
Peygamberlerde görülen mûcizelerin benzeri, başkaları tarafından
gösterilemez. Mûcize, Allah’ın bir fiili olup, peygamberlere
nisbet edilmesi mecazîdir. Peygamberler, kendiliklerinden ve istedikleri
mûcizeyi gösteremezler. Peygamberin, bi’setinden (peygamber
olarak gönderilmesinden) kısa bir süre önce zuhur eden
hârikulâde hallere irhasat; daha evvel zuhur eden olağanüstü hallere
de keramet denir.
Son Peygamber
Allah son peygamber olarak Hz. Muhammed’i (s.a.s.) göndermiştir.
Ondan sonra artık peygamberlik kapısı kapanmıştır. Yani,
bir daha peygamber gelmeyecektir. Peygamberlerin en üstünü
ve en faziletlisi Hz. Muhammed’dir. “Biz Seni âlemlere rahmet olarak
gönderdik.”96;“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’i
överler/salât getirirler). Ey iman edenler! Siz de O’nu övün, O’na salât ve
selâm getirin.” 97
Müslümanların örnek alması gereken kişi, tek önderimiz Hz.
Muhammed’dir. Müslümanlar yaşayış tarzını, en ufağından en büyüğüne
bütün hal ve hareketlerini O’nu örnek alarak düzenlerler.
Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Ey inananlar! And olsun ki, sizin
için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler
için Resulullah en güzel örnektir.” 98
92] 19/Meryem, 51
93] 12/Yûsuf, 24
94] 39/Zümer, 2
95] 39/Zümer, 14; M. Akgül, a.g.e. s.37-40
96] 21/Enbiyâ, 31
97] 33/Ahzâb, 56
98] 33/Ahzâb, 21
PEYGAMBER
- 29 -
Peygamber’e itaat Allah’a itaattir. Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor:
“(Ey Muhammed) de ki, Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah
da sizi ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder. De ki
Allah’a ve Peygamber’e itaat edin. Yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah, inkâr
edenleri sevmez.” 99
Mütenebbî/Sahte Peygamber
Mütenebbî: Son peygamber olarak Hz. Muhammed’in (s.a.s.)
gelmesi ve O’ndan sonra başka peygamberin gelmeyecek olmasına
rağmen, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den sonra peygamberlik iddiasında
olan kimselere verilen isimdir. Bunlara yalancı peygamber
de denir. Bu kişiler; ya deli, ya şöhret düşkünü veya basit çıkar
peşinde koşan insanlardır.
İlk mütenebbi, Peygamberimiz zamanında ortaya çıkan
Müseylimetü’l-Kezzab’tır. Bu yalancı peygamber, Hz. Ebu Bekir’in
halifeliği zamanında yapılan savaşta öldürülmüştür. Son zamanların
sahte peygamberlerinden Hindistan’da Sör Seyyit Ahmet
nice fitnelere sebep olmuş bir İngiliz ajanıdır. Yine 20. asrın
mütenebbîlerinden Reşad Halife de, Amerika’daki bir mescidde
meçhul birisi tarafından öldürülmüştür. Ankara’daki İskender Evrenesoğlu
(İskender el-ekber), içinde Demirel’den, bazı bakanlardan
isim isim bahseden Allah’tan “kitap” getirdiğini iddia eden
meczup insanlar da cahil halkı kandırarak bu tür komik iddialarda
bulunabilmektedir.
Peygamberlerin Sıfatları
1-) Sıdk; Doğruluk demektir. Peygamberler, hem sözlerinde
hem de işlerinde doğru sözlüdürler. Asla yalan söylemezler. “Kitapta
İbrahim’i de an. O, dosdoğru (sıddîk) bir nebî idi.”100 Yine bütün peygamberlerin
doğru olduklarını, örneklendiren benzer âyetlerde,
Hz. İsmâil,101 Hz. İdris,102 Hz. Yusuf103 için sıdk sıfatı verilir; diğer
peygamberlerin de sâdık oldukları başka ifadelerle anlatılır.
2-) Emanet; Güvenilir olmak demektir. Peygamberler güvenilir
insanlardır. Peygam-berler asla emanete hıyanet etmezler. “Bir
peygamber için, emanete hiyanet etmek olur şey değildir.”104 Mekke
müşrikleri Peygamberimize “Muhammed’ül-emin” diyorlardı.
99] 3/Âl-i İmrân, 31-32
100] 19/Meryem, 41
101] 19/Meryem, 54
102] 19/Meryem, 57
103] 12/Yusuf, 46
104] 3/Âl-i İmrân, 161
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 30 -
Peygamberimizin en azılı düşmanı olan bu müşrikler, en değerli
eşyalarını Peygamberimize emanet ediyorlardı.
3-) Fetanet; Peygamberler, insanların en zekileri ve en akıllılarıdır.
4-) İsmet; Günah işlememek demektir. Peygamberler büyük
günah işlemezler. Ancak, insan olduklarından dolayı “zelle” denilen
çok küçük hatalar yaparlar. Kur’an bu hataları bazen zelle kelimesi
ile bazen zulüm kelimesiyle, bazen de zenb/günah kelimesi
ile ifade eder. Bu hatalar derhal Allah tarafından düzeltilir.
5-) Tebliğ; Bildirmek demektir. Peygamberler Allah’tan almış
oldukları emirleri mutlaka insanlara bildirmişlerdir. Hiçbir şeyi
gizlememişler; hiçbir şey ilave etmemişlerdir. “O peygamberler ki
Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ ederler, Allah’tan korkarlar ve O’ndan
başka kimseden korkmazlar.” 105
Bütün peygamberler, tebliğ görevini yapmak için büyük meşakkat
ve çilelere göğüs germişlerdir. Hatta bazıları bu uğurda
canlarını feda etmişlerdir. Peygamberler, gördükleri tüm kötülükleri
mutlaka elleriyle veya dilleriyle düzeltmeye çalışmışlardır.
Peygamberler âdil kimselerdir. Adalete ters hiçbir iş yapmazlar.
Peygamberler, görevlerinden azl olunmazlar. Peygamberlik çalışmakla
elde edilmez. Allah, onu dilediğine vermiştir. Peygamberler
seçilmiş, seçkin insanlardır; soyları temizdir. Güzel ahlak sahibidirler.
Yaratılışları ve suretleri de güzeldir. Allah’tan başkasından
korkmazlar. Bütün bunlarla birlikte, peygamberler, beşerdir, yani
bizim gibi insandırlar. İnsanlar için tabii olan yeme-içme, evlenme,
uyuma, yanılma, unutma, hastalanma... gibi hususlar peygamberler
için de mümkündür. Fizikî bünye ve ihtiyaçları itibariyle diğer
insanlardan farksızdırlar. 106
Kur’an’da İsmi Geçen Peygamberler
Peygamberlik makamı Hazreti Âdem ile başlayıp Hazreti Muhammed
Mustafa ile son bulmuştur. Bu iki peygamber arasında ne
kadar peygamber gelip geçtiğini Allah’tan başka hiç kimse bilemez.
Bütün peygamberler Kur’an-ı Kerim’de açıklanmamıştır. “Bir
kısım peygamberleri sana anlattık, bir kısmını ise anlatmadık.”107 Fakat
her ümmete (topluma) peygamber gönderildiği ifade edilmektedir.
Kur’an’da ismi geçen 25 peygamber vardır. Bu peygamberler
105] 33/Ahzâb, 39
106] bk. 25/Furkan, 20; 13/Ra’d, 38
107] 4/Nisâ, 164
PEYGAMBER
- 31 -
şunlardır:
Adem, İdris, Nuh, Hud, Salih, Lut, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub,
Yusuf, Şuayb, Harun, Mûsâ, Davud, Süleyman, Eyyub, Zülkifl,
Yunus, İlyas, Elyasa, Zekeriyya, Yahya, İsa, Muhammed Mustafa
(s.a.s.).
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de ismi geçtiği halde peygamber olup
olmadıkları hakkında bilgi bulunmayanlar vardır. Bunlar: Uzeyir,
Lokman ve Zülkarneyn’dir.
Peygamberlere İman
Bilindiği gibi, peygamberlere inanmak imanın esaslarından biridir.
Peygamberlerin birini bile inkâr eden kişi dinden çıkar. Yüce
Allah, her topluma İslâm’ı tebliğ için peygamberler göndermiştir
ki, Allah’ı bilsinler ve O’ndan başkasına kulluk etmesinler. Allah,
kendilerine peygamber göndermediği bir topluma azab etmez.
“Biz bir peygamber göndermedikçe azab etmeyiz.”108 Peygamberlere
imanla alakalı olarak Kur’an-ı Kerim’de birçok âyet vardır. “Allah’a
ve peygamberlerine iman eden ve peygamberlerden hiç birisi arasında
(kendisine iman etme bakımından) fark gözetmeyen kimselere gelince,
işte onların mükâfatını Allah kıyamette verecektir. Allah çok bağışlayıcı
ve merhametlidir.” 109
“O kimseler ki, Allah’ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olurlar.
Allah ile peygamberlerinin arasını açmak isterler. Ve ‘peygamberlerden
bir kısmına inanırız, bir kısmını inkâr ederiz!’ derler. Böylece iman ile küfür
arasında bir yer tutmak isterler.” 110Kendilerine peygamber gönderilen
toplumların çoğu, peygamberlerini yalanlamış ve onlara
uymamışlardır. Bugün olduğu gibi, geçmişte de peygamberlerine
tâbi olan insanlar çok az olmuştur. Mesela Hz. İsa’ya on iki kişilik
“havâriler” dediğimiz kimseler inanıp tâbi olmuştur. Diğer insanlar,
tâbi olmadığı gibi onu öldürmek istemişlerdir.
Bütün peygamberlerin getirdiği dinin adı İslâmiyet idi. Ne
Hz. İsa’nın dini hıristiyanlık; ne de Hz. Mûsâ’nın dini yahudilikti.
Hz. İsa’nın da Hz. Mûsâ’nın da, bütün peygamberlerin de dini
ancak İslâm idi ve bütün peygamberler müslüman idiler. Bu gerçek,
Kur’an’ın dilinden şöyle ifade edilir: “İbrahim ne bir yahudi, ne
de bir hıristiyandı. Fakat Allah’ı bir tanıyan gerçek bir müslümandı. Ve
108] 17/İsrâ, 15
109] 4/Nisâ, 152
110] 4/Nisâ, 150; Peygamberlere imanla ilgili diğer âyetler için, bkz. 2/Bakara,
4-5; 4/Nisâ, 14-15, 59, 80; 7/A’râf, 35. Peygamberlere itaat etmeyelere
azab ile ilgili bkz. 6/En’âm, 11; 13/Ra’d, 32; 5/Mâide, 33; 3/Âl-i İmrân, 32
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 32 -
müşriklerden de değildi.”111; “Mûsâ da kavmine şöyle dedi: Ey kavmim,
siz gerçekten Allah’a iman ettiyseniz O’nun birliğine teslim olmuş müslümansınız.
Artık Allah’a tevekkül edin.”112; “Hani havarilere (Hz. İsa’ya
bağlı olanlara): ‘Bana ve peygamberlerime iman edin’ diye ilham etmiştim
de onlar, ‘iman ettik, bizim hakiki müslümanlar olduğumuza şahid ol’
demişlerdi.” 113
Görüldüğü gibi, Allah tarafından gönderilen bütün dinlerin
adı İslâm, peygamberlerinin ve onlara tâbi olanların da adı müslüman
idi. Fakat sonradan, bu saf ve temiz olan isim (İslâm), çeşitli
isimler adı altında değiştirilmiştir. İslâm, her asır ve her peygamberin
dinidir. Fakat çoğu peygamberin şeriatı ayrıdır. Buna göre din
(İslâm) geniş, şümullü bir kavram; şeriat ise, bu dinin içerisinde her
bir peygamberin tâkip ettiği yoldur.
Bu ümmet ile geçmiş ümmetlerin şeriatları ayrı olabilir; fakat
bizim ile onlar arasında müsavi (aynı) olan bir kelime vardır ki o
özdür, temeldir, hiç bir zaman ve hiç bir şarta göre değişmez. Bu
gerçeği Yüce Allah şöyle beyan ediyor: “De ki, ey ehl-i kitap, hepiniz
bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin; şöyle diyerek:
Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim; O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım.
Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler tanımayalım.” 114; “Senden
önce gönderdiğimiz her peygambere: ‘Benden başka ilah yoktur, Bana
kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”115; “Andolsun ki her ümmete; ‘Allah’a
ibâdet edin ve tâğutlardan kaçının’ diye peygamberler gönderdik.” 116
İşte, Hz. Adem’den kıyamete kadar her insanın ve her cinnin,
hatta bütün kâinatın uyması gereken kural ve gerçek budur.
Mü’min bilir ve inanır ki, geçmişte ne kadar nebi ve rasül varsa,
onlara uyanlarla beraber müslüman idiler. Onlar Allah’tan başkasına
kulluk etmiyorlardı.
Tevhid dininin (İslâm’ın) son halkasını Hz. Muhammed (s.a.s.)
teşkil etmektedir. Artık Rasülullah gönderildiğinden itibaren,
Rasülullah’sız bir din, Rasülullah’sız bir akide ve inanç olamaz. Öyleyse,
yeryüzünde Allah’a bağlanmak isteyenlerin ve müslüman
olarak kalmak isteyenlerin rehberi, kılavuzu Rasülullah’tan başkası
olamaz. Zira Rasül’e itaat Allah’a itaattır. Bu konuda Yüce
Allah şöyle buyuruyor: “Kim Rasül’e itaat ederse, muhakkak ki Allah’a
itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, bu seni üzmesin. Zira seni onlara
111] 3/Âl-i İmrân, 67
112] 10/Yunus, 84
113] 5/Mâide, 112
114] 3/Âl-i İmrân, 64
115] 21/Enbiyâ, 25
116] 16/Nahl, 36
PEYGAMBER
- 33 -
koruyucu ve gözetici olarak göndermedik (ancak tebliğci olarak gönderdik).”
117
Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede Rasülüne itaat edenin Allah’a
itaat etmiş olduğunu, Rasül’e isyan edenin de Allah’a isyan etmiş
olduğunu haber veriyor. Bunun sebebi, Rasülullah’ın (s.a.s.) kendi
hevâ ve hevesinden konuşmaması ve Allah’ın dinini tebliğ etmesidir.
118 Rasülulah, hiç bir zaman Allah adına kendi kafasından bir
şey konuşmaz; kendisine vahyedileni bildirir. Onun için Allah ile
Rasülü’nün hükümleri arasında ayrılık, zıtlık, farklılık olamaz.
İslâm akidesi açısından peygamberlik kurumu gerçekten büyük
değer taşır. Bu müessese, akidenin ikinci yarısıdır. Peygambere
iman, tevhid kelimesinin ikinci kısmıdır. Peygamberlik inancının
tezahürleri pratik hayatta mutlaka görülmelidir. Normalde her
insan, peygamberlere inandığını söyleyebilir. Fakat bu akide gerçeklere
dayandırılırsa görülür ki, mü’min olduklarını iddia eden
pek çok insan bu bağdan kopmuştur. Rasüllere iman olsun, diğer
iman esaslarına iman olsun, her zaman kulluk ve itaat gerektirir.
İtaat ve kullukla beslenmeyen bir iman, iman olarak kalamaz.
Günün birinde tamamen söner veya yön değiştirir. Bunun içindir
ki, itaat imana bağlı kılınmıştır. Böylece, Allah’a inanan kimse,
Rasül’e bağlanmak zorundadır. Rasül’e bağlanmayanlar, Allah’a
da bağlanmamışlardır.
Kur’an-ı Kerim, peygamberler ve itaat konusunu şöyle açıklıyor:
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve
sizden olan ulu’l-emre (emir sahiplerine) de. Eğer bir hususta çekişirseniz,
onu Allah’a ve Rasülüne götürünüz. Eğer Allah’a ve ahiret gününe
inanmışsanız; bu hem hayırlı ve hem de netice itibariyle en güzeldir.”
119“Hayır, Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem
tayin edip, sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir
sıkıntı duymadan (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olamazlar.”
120“Biz peygamberleri ancak itaat olunsunlar diye gönderdik.”
121“Allah’a ve O’nun rasülüne itaat edin ve onların emirlerine ve yasaklarına
aykırı hareket etmekten sakının. Eğer itaat etmekten yüz çevirirseniz,
bilin ki, Peygamberimiz’e düşen sadece açık bir tebliğdir.” 122
Bu âyetlerde mü’minlerin, Allah ile beraber Rasülü’ne
de itaat etmeleri şart koşuluyor. Rasül’e itaat etmeden İslâm
117] 4/Nisâ, 80
118] Bk. 53/Necm, 3-4
119] 4/Nisâ, 59
120] 4/Nisâ, 65
121] 4/Nisâ, 64
122] 5/Mâide, 92; Ve yine bk. 3/Âl-i İmrân, 132; 47/Muhammed, 33
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 34 -
yaşanamaz. Zira, “Rasüller sadece kendilerine itaat edilsin diye izn-i ilahi
ile gönderilmişlerdir.”123 İtaat, imanın ve İslâm’ın şartı ve hudududur.
İman edip de Allah’a ve Rasül’e itaat etmemek boş bir iddiadan
başka bir şey değildir. Bu yalan, tâğutla hükmetmek isteyen her
yalancının iddiasıdır. Çünkü, münâfıkların alâmeti, devamlı surette
itaatten kaçınmaktır. Zira Yüce Allah münâfıklar hakkında şöyle
buyurur:“Onlara Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin denildiği
zaman, senden büsbütün kaçtıklarını görürsün.”124 İtaat, bir akide meselesidir.
Mü’min, akidesini sağlam temeller üzerine oturtmalıdır.
İslâm’ın ve imanın hududunu çok iyi bilmelidir. 125
Peygamberlere İman, Onları Örnek ve Önder
Kabul Edip Onlara İtaat Etmek İçindir
Peygamberlerin en büyük ve en önemli görevleri, insanların,
hakkında ihtilâfa düşerek kendi imkânlarıyla hakkı bulamayacakları
alanlarda ihtilâflarını çözümleyici hükümler getirmeleridir:
“İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah,
müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında
anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber
hak yolu gösteren kitapları indirdi.” 126 İşte bunun için Yüce Allah,
her bir kavim için bir nezîr/uyarıcı göndermiştir.127 Peygamberlere
iman, onların çağrısını kabul etmek, onların izinden gitmek, “olsa
da olur, olmasa da” kabilinden insanların tercihine bırakılmış bir
tutum değildir. İnsanlar, peygamberlere iman etmekle, onların
izinden gitmekle yükümlüdürler. Aksini yaptıkları takdirde her
peygamberden ümmeti hakkında şâhitlik etmesi de istenecek ve
bu şehâdet, onların kesinleşmiş ceza ve azaplarını daha bir pekiştirici
anlam taşıyacaktır. “Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti.
Dinde size güçlük vermedi. Babanız İbrahim’in milletine/dinine (uyun).
Sizi daha önceden ve bunda (Kur’an’da) ‘müslümanlar’ diye adlandırdı
ki Peygamber size şâhit olsun; siz de insanlar üzerine şâhitlik edesiniz.
O halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah’a güvenin. O’dur
sizin Mevlânız. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.”128 Böylece
peygamberler, ümmetlerine karşı, peygamberlere iman edenler
de diğer insanlara karşı şâhitlik edecek ve hakkında şehâdet ettikleri
kimselerin peygamberlerin gösterdikleri yoldan gidip gitmedikleri
hususunda beyanda bulunacaklar; ya da bulunmaları
123] 4/Nisâ, 64
124] 4/Nisâ, 61
125] Ahmed Kalkan, Akaid Ders Notları, 80-83
126] 2/Bakara, 213
127] 35/Fâtır, 24
128] 22/Hacc, 78
PEYGAMBER
- 35 -
istenecektir.
Peygamberlere uymakla yükümlü olmanın yanında, insanın
başka sorumlulukları da vardır: Peygamberlerin mesajını yaymak,
bu mesajı insanlar arasında uygulanan yegâne din ve şeriat haline
getirmek yolunda, peygamberî metod istikametinde cihad etmek,
gereken gayreti gösterip hakkıyla mücadele vermek.
Peygamberlerin gösterdiği yoldan başka yolda gitmenin, dünya
hayatında sayılamayacak kadar çok olumsuz sonucu ve cezasından
ayrı olarak, âhirette de büyük bir cezası vardır. Bu ceza o
kadar büyük olacaktır ki, kâfirler dünyada iken peygamberlerin
izinden gitmediklerinden, kendilerinden farklı hiçbir meziyetleri
olmayan, haktan uzak sapık önderlere uyduklarından dolayı,
-faydasını göremeyecekleri bir zamanda- pişman olacaklar ve pişmanlıklarını
dile getireceklerdir. Bu durumu Yüce Rabbimiz şöyle
tablolaştırmaktadır: “...O gün kâfirlere çok zordur. O günde zâlim, ellerini
ısırıp: ‘Keşke peygamberle birlikte yol almış olsaydım!’ der. ‘Eyvah
bana, keşke filanı dost edinmeseydim. Andolsun ki o, bana geldikten
sonra beni haktan saptırdı.’ Şeytan insanı yardımsız ve zelil bırakandır.”129
İşte bu dünyada şeytanın ardından giderek peygamberlerin yolunu
terk edenler, âhirette bu dünyada iken uydukları kimselerden
uzaklaşmak isteyecekler; böylelikle azaptan kurtulmayı deneyeceklerdir.
Ancak bunun da kendilerine bir faydası olmayacaktır. 130
Allah, insanlara insan olarak, kendi aralarından peygamberler
göndermiş ve onların yolundan gitmelerini, peygamberlerine
her hususta itaat etmelerini emretmiştir. Peygamberlerin izinden
gitmeyenlere uymak, ya da onların izinden gidilmeyen hallerde
baştakilere, ileri gelenlere itaat, Allah’ın yolundan sapmak için
gösterilecek geçerli bir mâzeret değildir. Yüce Rabbimiz, peygamberlerin
yolundan sapmak için gösterilecek hiçbir mâzereti kabul
etmeyecektir. Peygamberlerin getirdikleri yola aykırı yol izleyenlere
itaat, -kim olursa olsunlar- meşrû bir itaat değil; “Yaratan’a
isyanı gerektiren hususlarda yaratılmışa itaat yoktur” şeklindeki nebevî
düstur ile ve “mârufu emredip münkeri nehyetmek” ilkesi gereğince
böylelerini hizaya getirmek gerekir; Onların sapıklıklarının
peşinden gitmek değil. Peygamberlerin dışında, uyulan kimsenin
büyük yanılgılara düştüğü önemli bir husustur. Uyulan kimselerin
peygamberlerin yolundan gitmemeleri halinde kimlikleri, sıfatları,
nitelikleri, makamları, yakınlıkları ne olursa olsun, uyanlara
âhirette hiçbir fayda sağlayamayacakları, ebedî azaptan
129] 25/Furkan, 26-29
130] Bk. 2/Bakara, 165-167
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 36 -
kurtaramayacakları herkes tarafından gayet açık ve net bir şekilde
bilinmelidir. “Yüzleri ateşte (bir taraftan bir tarafa) çevrileceği o
günde diyeceklerdir ki: ‘Ne olaydı, biz Allah’a ve Rasûl’e itaat etseydik!’
Ve diyecekler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz başkanlarımıza, efendilerimize
itaat ettik de, onlar da bizi saptırdılar. Rabbimiz, onlara azaptan iki kat ver
ve onları en büyük lânet ile lânetle!” 131
İşte âhirette durum böyle olacaktır; peygamberlerden başkalarının
yolunu izleyenler için. Peygamberler ise, kendilerine itaat
eden ümmetlerine hatalarının affedilmesi için şefaatçi olacaklardır.
Dünyada her iki tür önderliğin ve bu önderliğe tâbi olmanın
farklı sonuçları olduğu gibi; âhirette de aynı farklılık sözkonusu
olacaktır; hatta daha da geniş boyutlarda...
Gerçekten akıl sahibi olanlar, peygamberlerden başkalarının
yolundan gitmeyi düşünmek, akıllarının en ücra köşesinden geçirmek
şöyle dursun; bu hayırlı ve biricik doğru yoldan gitmeyenleri
gafletlerinden uyandırmak için peygamberlerin açtıkları yolda,
gösterdikleri istikamette ve onların metoduyla mücadele eder, cihad
ederler...
Peygamberlerin ve –günümüz için söyleyecek olursak- son
peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirmiş olduğu şeriate aykırı
bir hüküm ya da hükümleri, düzen ya da düzenleri, kurum ya
da kurumları, değer ya da değerleri alternatif olarak göstermek,
kabul etmek, onlara çağırmak; bunlar insanlara hükmetmekte
iseler, bunları kabul edip rızâ göstermek, izâleleri için çalışmamak,
onlara gereken tepkiyi göstermemek; bütün bunlar peygamberin
getirdiği şeriatı reddetmek anlamına geleceğinden, iman ile
bağdaşamaz. Yani, böyle bir tutum, anlayış ve davranış küfürdür.
Çünkü İslâm’ın ve Kur’an’ın üzerinde hassasiyetle durduğu “peygamberlere
iman” ilkesine ve kelime-i şehâdetin ikinci bölümü
olan “Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın Rasûlü” olduğunu kabul ve
ikrar etmeye aykırıdır.
Peygamberlere iman, onlara karşı belli bir edeple edeplenmeyi
de gerektirir. Onların dâvetlerini kabul etmek, onların izinden
gitmek, uymakla yükümlü olduğumuz bütün hususlarda, yani
peygamberlik makamları gereği, kendilerine has olan hususlar dışında
kalan bütün alanlarda onlara uymak, bu edebin en önemli
yanıdır.
Peygamber Efendimiz’e karşı –hayatta iken- ümmet fertleri
131] 33/Ahzâb, 66-68 ve yine bk. 7/A’râf, 38
PEYGAMBER
- 37 -
seslerini yükseltmemekle132 yükümlü oldukları gibi, vefatından
sonra da kayıtsız şartsız ona uyarak, hükmüne teslim olarak, önüne
geçmemekle yükümlüdürler.133 Hiçbir zaman kendilerini ona
tercih edemezler. O kendilerine öz canlarından daha yakındır.
Onun zevceleri, mü’minlerin anneleridir.134 Bu bakımdan onun hanımları,
mü’minler için bir kadının saygı ve ihtiram noktasının en
zirvesindedirler. Mü’min bir kimsenin onlara annelik nazarından
başka türlü bakması mümkün değildir. 135
Mü’minin Allah’ın peygamberlerine ve özellikle de son peygamber
Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.s.)’ya karşı konumu şudur:
Katıksız, şeksiz, şüphesiz tam bir tasdikin yanında; ona tam anlamıyla
uymanın mutlak bir farz olduğunu kabul etmeli; hükümlerini
tam bir tasdik ve teslimiyetle karşılayarak dünyada hidâyet
üzere olmanın, âhirette de vaad olunan cennete girmenin onun
sünnet-i seniyyesine tâbi olmakla mümkün olacağına tam bir
yakîn ile inanmalı ve bunu amelî hayatında da ortaya koymalıdır.
Onun dışında hiçbir yol gösterici ve önder aramamalı; kendisini,
kendisine emir verenleri ve emri ve sorumluluğu altındakileri hep
onun gösterdiği yol ile getirdiği şeriat ile uyguladığı ve söylediği
sünnet ile ölçüp değerlendirmelidir. Kendisinde ve çevresinde bu
ölçülere aykırı gördüklerini ilk fırsatta ve en güzel yolla düzeltme
yoluna gitmelidir. 136
Peygamberlere Vâris Olabilmek
İnsanları ıslahın bedeli ağır, fiyatı çok yüksektir. Bu yüksek fiyatı
ödeyecek bir varlık vardır ki o da Yüce Allah’tır (c.c.). Rabbi
ile irtibatı zayıflamış veya kopma noktasına gelmiş, yahut da tamamen
kopmuş olan insanları tebliğ ve dâvetleriyle irşad eden
bu güzel insanlar, ücretsiz gönül erleridir. Ücretleri tamamen
Rabbimiz’e aittir.
İlk peygamber Hz. Âdem’den, son peygamber Hz.
Muhammed’e (s.a.s.) kadar gelmiş olan peygamberler bugün yine
tüm tazelikleriyle insanları irşad etmekte, onları Yüce Allah’ ımızla
barıştırmanın mücadelesini vermektedirler. Gerek hayatları ve
gerekse temiz sicilleri bizzat Rabbimiz tarafından açıklanmış olan
bu gönül erleri kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de sık sık anlatılır ve tüm
insanlığa numune olarak gösterilir.
132] 49/Hucurât, 2
133] 49/Hucurât, 1
134] 33/Ahzâb, 6
135] 33/Ahzâb, 53
136] M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 59-91
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 38 -
Her biri Allah’ın yolu dediğimiz sırât-ı müstakimin kenarlarında
bir nevi nöbet tutmakta ve bu mübarek yoldan çıkmak ve
sapmak isteyenlere güzel usulleriyle, temiz tavırlarıyla engel olmaktadırlar.
Gün olmuş insanlar kendi içlerinden bazı büyükleri rab edinmişler,
bu sapıtmış kimselere Hz. Nuh gönderilmiş... Gün olmuş
insanlar dünyaya meyletmiş, köşk ve saraylarda, yüzme havuzları
olan villalarda zevk ve sefaya dalmışlar, Rabbimiz Hz. Sâlih’i
görevlendirmiş. Yine gün olmuş insanlar cinsî sapıklığa düşmüş,
nikâh yoluyla meşrû olan kadın ve kızları dışlayarak hemcinsleriyle
düşüp kalkmaya başlamışlar, derhal Hz. Lut görevlendirilmiş.
Saltanat ve müstekbir yaşayışlarıyla yoldan çıkmış olanlara Hz. Süleyman;
Allah’a göklerin hâkimiyetini verip yeryüzü egemenliğini
vermeyen Firavun’a Hz. Mûsâ; ölçü, tartı ve adâlet mekanizmasını
tahrip eden bir topluma Hz. Şuayp; köleliğin, insanı sömürmenin
ve sınıfsal bir toplumun yapısını ortaya koymanın zirvesini yaşayan
bir topluma Hz. Yusuf; akla ve hayale gelebilecek tüm kötülükleri
hayatlarına geçirmiş olan bir başka topluluğa ve hak yol
arayışında olan tüm insanlığa ise Hz. Muhammed (s.a.s.) gönderilmiştir.
Gönderilmiş olan tüm peygamberler, sırât-ı müstakimde yürüyen
yolcuları, Allah adına kollamak ve sapmalara karşı ikaz ve
irşad görevlerini noksansız olarak ifa etmişlerdir. Allah’ın selâmı
hepsinin üzerine olsun.
Batının kendi toplumsal problemlerini çözmek için geliştirdiği
formül ve çözüm yollarını olduğu gibi aynen müslüman bir ümmete
uygulamak için baskıcı ve dayatmacı zihniyete karşı çıkmak,
bir iman borcudur. Bu borcu ödemek durumunda olan her İslâm
tebliğcisi ve dâvetçisi bir peygamber vârisidir/olmalıdır.
Sözgelimi, fâize yenik düşmüş bir toplumu, kapitalist sisteme
karşı reaksiyoncu bir seviyeye getirmeye çalışan, İslâm’ın bölünmez
bir bütün olduğunu söyleyerek bunu icabında hayatıyla ödeyen
bir müslüman, peygamber vârisidir.
“Alimler peygamberlerin vârisleridir.” buyuran Rasûlullah
Efendimiz’e tam manası ile vâris olmak meselesine gelince;
Kur’ân’ı öğrenip öğreten, insanları İslâmî yaşayış esasları üzerinde
eğiten, nefisleri şirkten ve diğer hastalıklardan temizlemek
mücadelesini sürdüren, bütün bunları gerçekleştirmek için ilim,
amel, kesin tavır ve numûne olmayı ihmal etmeyen, tefsir, hadis,
fıkıh halkaları kurarak, insanları sohbet ve dersleriyle yetiştiren
PEYGAMBER
- 39 -
insanlar, peygamberin vârisleridir. 137
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin
hayatından bazı enstantaneler, kesitler sunar. Bundaki temel
amaç, o örnekleri müslümanlar güncelleştirsin, benzer konumdaki
örnekleri yaşayışlarına geçirsinler; böylece peygamberlerin bıraktığı
mirası bölüşsünler. O miras, öyle büyük bir hazinedir ki, o
birikimle hem dünyanın hem âhiretin tüm güzel kapıları açılacak,
her hastalığa nebevî reçeteler şifa verecek, her probleme nebevî
çözümler çare olacaktır. Nu mutlu peygamber vârislerine!
Nebi İle Rasül Arasında Fark Var mıdır?
(Geleneğin Yanlışından Modern Küfre/Sahte
Peygamberliğe)
Nebi ve Rasul kavramları müteradif, yani eşanlamlı ifadelerdir.
Kur’an’da “nebî” ve “rasûl” kelimeleri peygamberler için
kullanılmıştır. Ancak klâsik anlayışa göre, ikisi arasında şöyle bir
fark olduğu belirtilir: Rasul, kendisine kitap ve şeriat gönderilen
peygambere denir. Nebi ise, kendisine kitap ve şeriat gönderilmeyip,
kendisinden önceki rasulün kitap ve şeriatını insanlara tebliğ
eden peygambere denir. O halde her rasûl aynı zamanda nebîdir,
ama her nebî rasûl değildir. Çağımızda bazı yalancı peygamberler
ve onları savunanlar da bu farkları tersine çevirirler.
Modern mütenebbiler, sahte peygamberliklerinin dine ters
düşmediğini güya kanıtlamak için, nebî ile rasül kavramı arasında
olduğunu kabul ettikleri farktan yola çıkarlar. Nebî, kitap verilenlere;
rasül ise, bu mesajı taşıyanlara verilen ad olduğunu ileri sürerler.
Hindistan’da Sör Seyyit Ahmet’in başını çektiği modernist
akım, bunu iddia eder. Bunlara göre, her nebî aynı zamanda rasüldür;
fakat her rasül nebî değildir. Nebî, hem kendinden önceki kitapları
doğrulayıcı, hem de aldığı yeni kitabı insanlara ulaştırıcıdır.
Her kitap verilen nebî bir elçidir/rasüldür; fakat her elçiye/rasüle
kitap verilmemiştir. Kur’an’dan uydurma deliller bulmaya çalışan
bu sahtekârlar, Peygamberimiz’in (s.a.s.) “hâtemu’l enbiyâ/nebîlerin
sonuncusu” 138 olduğunu kesin biçimde ifade edildiğini görüp bir
teville bunu çürütemedikleri için, sahte peygamberlerini, nebî değil
de rasül olarak isimlendirirler. Nebî ve rasülle ilgili geleneksel
yanlışı tersinden başka bir yanlışla sürdüren bu kimseler, yalancı
peygamberlik kurumunu yeniden işletmeye çalışırlar. Hâlbuki
Kur’an, nebî ile rasül arasında bir fark gözetmiyor.
137] Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, 79-80
138] 33/Ahzâb, 40
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 40 -
Kur’an’a Göre Nebî ile Rasül Arasında Fark Yoktur. Nebî, peygamberlerin
haber alma, vahiy alma vasıflarına, rasül ise, alınan
mesajın elçiliğini yapma, aktarma vasıflarına işaret etmektedir.
Tıpkı adâletli davranmayı ve takvâlı olmayı şahsında birleştiren
mü’min gibi. Yani nasıl bir mü’minin aynı anda âdil ve muttakî olması,
çelişki arzetmiyorsa, bir peygamberin de aynı anda nebî ve
rasül olması da tenâkuz teşkil etmez. Nebî ile rasül arasındaki fark,
sadece kelime anlamları itibarıyladır. Yoksa şeriat alıp almaması,
kitap alıp almaması açısından aralarında anlam farkı yoktur. Geleneksel
bazı iddialara göre, Hz. İsmail gibi peygamberler sadece
nebîdir; kendilerinden önceki rasülü tekrar ederler. Oysa Kur’an,
Hz. İsmail için, hem rasül, hem de nebî sıfatlarını kullanmaktadır:
“Kitap’ta İsmail’e dair anlattıklarımızı da an. Çünkü o sözünde duran rasül
nebî idi.”139 Hz. Hârun için de Kur’an, Hz. Mûsâ ile beraber her ikisine
rasül demektedir: “Fir’avn’a giderek (ona) deyin ki: ‘Biz âlemlerin
Rabbinin rasûlüyüz.” 140
Geleneksel görüşün nebî’yi önceki kitabın ve rasülün mukallidi
durumuna indirgemesi çok yanlıştır. Çünkü birçok âyette nebî
kavramına kitap nispet edilmiştir. “Allah, nebîlerden şöyle söz almıştı:
‘Bakın, size kitap ve hikmet verdim, şimdi yanınızda bulunanı doğrulayıcı
bir rasûl geldiğinde, ona mutlaka yardım edeceksiniz; bunu kabul
ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?’ demişti. Kabul
ettik dediler. O halde şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım
dedi.”141 Bu âyetten kesin olarak anlaşılmaktadır ki, nebî,
kitap ve şeriat olmayan biri değildir. Yine Kur’an’da kendilerine
kitap verildiği muhkem olarak Kur’an’da anlatılan peygamberleri
nebî olarak vasfetmektedir. “Nebîlerden söz almıştık. Senden,
Nuh’tan, İbrâhim’den, Mûsâ’dan, Meryem oğlu İsâ’dan sağlam bir söz
(misak) almışızdır.”142 Dolayısıyla Kur’an, nebî ile rasül arasında kitap
alıp almamak açısından bir ayrım yapmamaktadır. Kur’an, bazı
nebîlere kitap verildiğini belirttiği gibi, rasüllere de kitap verildiğini
açıklar: “Andolsun Biz rasüllerimizi açık delillerle gönderdik. Ve
onlarla beraber Kitab’ı, mizan’ı/nizâmı indirdik ki, insanlar adâleti yerine
getirsinler.”143 Görüldüğü gibi âyet-i kerimede rasül kavramına
kitap nispet edilmiştir. Bu da gösteriyor ki, Kur’an, nebî ile rasül
arasında kavramsal fark gözetmemektedir. Fakat peygamberlerin
genel Kur’anî tanımı nebîdir; rasül, gönderilmekle (irsâl) ve tebliğle,
görevin icrâsıyla ilgili bir kavramdır.
139] 19/Meryem, 54
140] 26/Şuarâ, 16
141] 3/Âl-i İmrân, 81
142] 33/Ahzâb, 7
143] 57/Hadîd, 25
PEYGAMBER
- 41 -
Kur’an, Hz. İsmail, Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed’e (s.a.s.) aynı
âyetlerde hem nebî, hem rasül demektedir.144 Hâtemiyetin (son
nebî olmanın) sadece nebîlik için söz konusu olduğunu, rasüllük
için söz konusu olmadığını iddia etmek, hastalıklı kalplere sahip
olanların bir tahrif çabasından ibarettir. Kur’an nebî ile rasül arasında
bir ayrım gözetmediği gibi, şu peygamberler nebî; şunlar
da rasüldür diye Kur’an’ın bir beyanı da yoktur. Nebî, genellikle
peygamberlerin haber alma, vahiy alma yönünü, rasül ise genellikle,
alınan vahyin elçiliğini yapma yönünü ifade eden kavramlardır.
Her peygamber vahiy almıştır (nebî); ve aldığı vahyi tebliğ
etmiştir (rasül). Bu iki vasfı bünyesinde bulundurmayan birine
de peygamber denemez. Yani kalbine indirilen vahyin elçiliğini
(rasüllüğünü), insanlara iletimini üstlenmeyen birine nebî denemeyeceği
gibi, vahiy almayan (nebî olmayan) birine de rasül
denemez. Hz. Muhammed’den (s.a.s.) sonra bir insan, kavramsal
anlamda ister rasül olduğunu, isterse nebî olduğunu iddia etsin,
yalancı peygamberdir, müseylimetü’l kezzâbtır. Çünkü nebî de rasül
de ıstılâhî açıdan peygamberliğe delâlet etmektedir. Her nebî
rasüldür; her rasül de nebîdir. 145
144] 19/Meryem, 54, 51; 7/A'râf, 157; 33/Ahzâb, 40
145] F. Zülaloğlu, Nebî İle Rasül Arasındaki Fark, Haksöz 66
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 42 -
Peygamber ve Peygamberlikle İlgili Âyet-i Kerimeler
Peygamber Anlamındaki Nebî ve çoğulu Enbiyâ ve Nebiyyûn/Nebiyyîn Kelimelerinin
Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 75 Yerde:) 2/Bakara, 61, 91, 136,
177, 213, 246, 247, 248; 3/Âl-i İmrân, 21, 39, 68, 80, 81, 84, 112, 146, 161, 181;
4/Nisâ, 69, 155, 163; 5/Mâide, 20, 44, 81; 6/En’âm, 112; 7/A’râf, 94, 157, 158; 8/
Enfâl, 64, 65, 67, 70; 9/Tevbe, 61, 73, 113, 117; 17/isrâ, 55; 19/Meryem, 30, 41,
49, 51, 53, 54, 56, 58; 22/Hacc, 52; 25/Furkan, 31; 33/Ahzâb, 1, 6, 7, 13, 28, 30,
32, 38, 40, 45, 50, 50, 50, 53, 53, 56, 59; 37/Sâffât, 112; 39/Zümer, 69; 43/Zuhruf,
6, 7; 49/Hucurât, 2; 60/Mümtehıne, 12; 65/Talâk, 1; 66/Tahrîm, 1, 3, 8, 9. Peygamberlik
Anlamındaki Nübüvvet Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam
5 Yerde:) 3/Âl-i İmrân, 79; 6/En’âm, 89; 29/Ankebût, 27; 45/Câsiye, 16; 57/
Hadîd, 26.Elçi/Peygamber Anlamına Gelen Rasûl ve Çoğulu Rusul Kelimelerinin
Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 332 Yerde:) 2/Bakara, 87, 87, 98, 101,
108, 129, 143, 143, 151, 214, 253, 279, 285, 285, 285; 3/Âl-i İmrân, 32, 49, 53,
81, 86, 101, 132, 144, 144, 153, 164; 172, 179, 179, 183, 183, 184, 194; 4/Nisâ,
13, 14, 42, 59, 59, 61, 64, 64, 69, 79, 80, 83, 100, 115, 136, 136, 136, 150, 150,
152, 157, 164, 164, 165, 165, 170, 171, 171; 5/Mâide, 12, 15, 19, 19, 32, 33, 41,
55, 56, 67, 70, 70, 75, 75, 83, 92, 92, 9, 104, 109, 111; 6/En’âm, 10, 34, 61,
124,130; 7/A’râf, 35, 37, 43, 53, 61, 67, 101, 104, 157, 158, 158; 8/Enfâl, 1, 1, 13,
13, 20, 24, 27, 41, 46; 9/Tevbe, 1, 3, 3, 7, 13, 16, 24, 26, 29, 33, 54, 59, 59, 61, 62,
63, 65, 70, 71, 74, 80, 81, 84, 86, 88, 90, 91, 94, 97, 99, 105, 107, 120, 128; 10/
Yûnus, 13, 21, 47, 50, 74, 103; 11/Hûd, 59, 69, 77, 81, 120; 12/Yûsuf, 110; 13/
Ra’d, 32, 38, 38; 14/İbrâhim, 4, 9, 10, 11, 13, 44, 47; 15/Hıcr, 11; 16/Nahl, 35, 36,
113; 17/İsrâ, 15, 77, 93, 94, 95; 18/Kehf, 106; 19/Meryem, 19, 51, 54; 20/Tâhâ,
47, 96, 134; 21/Enbiyâ, 25, 41; 22/Hacc, 52, 75, 78; 23/Mü’minûn, 32, 44, 44, 51,
69; 24/Nûr, 47, 48, 50, 52, 52, 54, 54, 56, 62, 62, 63; 25/Furkan, 7, 27, 30, 37, 41;
26/Şuarâ, 16, 27, 107, 125, 142, 162, 178; 28/Kasas, 47, 59; 29/Ankebût, 18, 31,
33; 30/Rûm, 9, 47; 33/Ahzâb, 12, 21, 22, 22, 29, 31, 33, 36, 36, 40, 53, 57, 66, 71;
34/Sebe’, 45; 35/Fâtır, 1, 4, 25; 36/Yâsin, 30; 38/Sâd, 14; 39/Zümer, 71; 40/
Mü’min, 5, 22, 34, 50, 51, 70, 78, 78, 83; 41/Fussılet, 14, 43; 42/Şûrâ, 51; 43/
Zuhruf, 29, 45, 46, 80; 44/Duhân, 13, 17, 18; 46/Ahkaf, 9, 35; 47/Muhammed,
32, 33; 48/Fetih, 9, 12, 13, 17, 26, 27, 28, 29; 49/Hucurât, 1, 3, 7, 14, 15; 50/Kaf,
14; 51/Zâriyât, 52; 57/Hadîd, 7, 8, 19, 21, 25, 25, 27, 28; 58/Mücâdele, 4, 5, 8, 9,
12, 13, 20, 21, 22; 59/Haşr, 4, 6, 6, 7, 7, 7, 8; 60/Mümtehıne, 1; 61/Saff, 5, 6, 6, 9,
11; 62/Cum’a, 2; 63/Münâfıkun, 1, 1, 5, 7, 8; 64/Teğâbün, 6, 8, 12, 12; 65/Talâk,
8, 11; 69/Haakka, 10, 40; 72/Cinn, 23, 27; 73/Müzzemmil, 15, 15, 16; 77/
Mürselât, 11; 81/Tekvîr, 19; 91/Şems, 13; 98/Beyine, 2. Gönderilmiş Rasûl/Peygamber
Anlamına Gelen Mürsel ve Çoğulu Mürselûn/Mürselîn Kelimelerinin
Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 35 Yerde:) 2/Bakara, 252; 6/En’âm, 34, 48;
7/A’râf, 6, 75, 77; 13/Ra’d, 43; 15/Hıcr, 57, 61, 80; 18/Kehf, 56; 25/Furkan, 20;
26/şuarâ, 21, 105, 123, 141, 160, 176; 27/Neml, 10, 35; 28/Kasas, 7, 65; 36/Yâsin,
3, 13, 14, 16, 20, 52; 37/Sâffât, 37, 123, 133, 139, 171, 181; 51/Zâriyât, 31. Elçilik/
Peygamberlik Anlamına Gelen Risâlet ve Çoğulu Risâlât Kelimelerinin Geçtiği
Âyet-i Kerimeler (Toplam 10 Yerde:) 5/Mâide, 67; 6/En’âm, 124; 7/A’râf, 62,
68, 79, 93, 144; 33/Ahzâb, 39; 72/Cinn, 23, 28.Peygamberlere İman ve Peygamberlik
Konularındaki ÂyetlerPeygamberlere İman Etmek: 2/Bakara, 98, 136-
137, 177, 253, 285; 3/Âl-i İmran, 84; 4/Nisâ, 64, 136, 150, 152, 171; 5/Mâide, 12,
32, 99, 109, 111; 6/En’âm, 34, 86-87, 89, 130; 7/A’râf, 53; 10/Yûnus, 103; 17/İsrâ,
15, 55; 18/Kehf, 106; 21/Enbiyâ, 6-9; 42/Şûrâ, 13; 44/Duhân, 5.Mü’minler, Peygamberler
Arasında Ayrım Yapmazlar: 2/Bakara, 135-137, 285; 3/Âl-i İmran,
84; 4/Nisâ, 150-152.Peygamberlerin Bazılarına Üstün Özellikler Verilmiştir: 2/
Bakara, 253; 17/İsrâ, 55.Allah, Peygamberliği Dilediği Kimseye Verir: 3/Âl-i
İmrân, 74; 6/En’âm, 88; 14/İbrahim, 11; 16/Nahl, 2; 17/İsrâ, 55; 28/Kasas, 68; 40/
Mü’min, 15; 62/Cum’a, 4.Peygamberleri Yalanlayanlar: 3/Âl-i İmrân, 137; 6/
PEYGAMBER
- 43 -
En’âm, 11, 42-45; 7/A’râf, 94-96, 101; 10/Yûnus, 13, 47; 12/Yûsuf, 13, 47; 12/
Yusuf, 110; 13/Ra’d, 42; 14/İbrahim, 9, 46; 16/Nahl, 26, 36; 17/İsrâ, 76-77; 19/
Meryem, 42-45; 23/Mü’minûn, 44; 25/Furkan, 39; 30/Rûm, 47; 35/Fâtır, 26; 37/
Saffât, 72-74; 38 Sâd, 1-4, 11-14; 39/Zümer, 25-26; 40/Mü’min, 5-6, 22, 83; 43/
Zuhruf, 6-8, 24-25; 50/Kaf, 12-14; 58/Mücâdele, 5-6; 64/Teğâbün, 5-6; 69/Hakka,
9-10.Peygamberlere Düşmanlık Edenler: 2/Bakara, 98; 13/Ra’d, 42.Peygamberlerin
Şeriatlerinin Çeşitli Olmasının Hikmetleri: 5/Mâide, 48. Peygamberlere
Mûcize ve Kitap Verilmiştir: 16/Nahl, 44; 57/Hadîd, 25.Peygamberler,
Kıyamet Gününde Ümmetleri Üzerine Şahit Olarak Bulunacaklardır: 16/Nahl,
84, 89; 17/İsrâ, 71; 28/Kasas, 75.Peygamberleri İnkâr: 4/Nisâ, 136, 150-151; 6/
En’âm, 89, 148; 10/Yûnus, 74; 16/Nahl, 63; 17/İsrâ, 94-96; 43/Zuhruf, 6-7; 51/
Zâriyât, 52-53.Bütün Peygamberlere Selâm: 37/Saffât, 181.Her Ümmete Peygamber
Gönderilmiştir: 4/Nisâ, 41; 10/Yûnus, 47; 15/Hıcr, 10; 16/Nahl, 36; 26/
Şuarâ, 208-209; 28/Kasas, 47; 30/Rûm, 47; 35/Fâtır, 24; 37/Saffât, 72-74; 43/
Zuhruf, 6.Peygamberlere İtaat: 4/Nisâ, 64, 70; 7/A’râf, 35.Kıssaları/Hikâyeleri
Anlatılan ve Anlatılmayan Peygamberler: 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/
Enbiyâ, 48-91; 40/Mü’min, 78. G- Peygamberlerin Görevleri ve ÖzellikleriPeygamberler,
Beşîr ve Nezîrdir (Rahmet Müjdecileri ve Azap Habercileridir): 2/
Bakara, 213; 4/Nisâ, 165; 6/En’âm, 48; 18/Kehf, 56; 34/Sebe’, 34; 53/Necm,
56.Peygamberler, Kendilerine Kesinlikle Kulluk İstemezler: 3/Âl-i İmrân, 79-
80; 21/Enbiyâ, 90; 27/Neml, 45; 33/Ahzâb, 7-8.Peygamberler, Kendiliklerinden
Hiçbir Şey Getirmezler: 40/Mü’min, 78.Peygamberler, Eziyetlere Sabrederler:
6/En’âm, 34; 14/İbrahim, 12; 33/Ahzâb, 69; 35/Fâtır, 4; 46/Ahkaf, 35.Peygamberler,
Allah’ın Hidâyet Ettiği Kimselerdir: 6/En’âm, 90; 19/Meryem, 58.Yalancı
Peygamberler: 6/Enâm, 93.Peygamberlerin Gönderilmesi, Allah’ın Zulüm İle
Yok Edici Olmadığındandır: 6/En’âm, 131; 7/A’râf, 6; 26/Şuarâ, 208-209; 28/
Kasas, 47; 34/Sebe’, 34.Peygamberler de, Sorguya Çekilecektir: 7/A’râf, 6-7;
33/Ahzâb, 7-8.Bütün Peygamberlerle Alay Edilmiştir: 13/Ra’d, 32; 15/Hıcr, 11-
12; 21/Enbiyâ, 41.Peygamberler, Allah’ın İzni Olmadan Mûcize Gösteremezler:
13/Ra’d, 38.Peygamberler, Kendi Kavimlerinin Dilleriyle Gelirler: 14/İbrahim, 4.
Peygamberlerin Görevleri Tebliğdir: 16/Nahl, 35; 29/Ankebût, 18; 33/Ahzâb,
7-8, 39.Peygamberler, Beşerdir/İnsandır: 17/İsrâ, 94-95; 21/Enbiyâ, 8; 22/Hacc,
75; 25/Furkan, 20.Şeytan, Peygamberler Üzerinde Etkili Olamaz: 22/Hacc, 52-
53.Peygamberler, Güzel Amel ile Emredilmişlerdir: 23/Mü’minûn, 51.Bütün
Peygamberlerin Getirdiği Ortak Prensipler: 6/En’âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/
Mü’minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 45; 87/A’lâ, 14-15, 18-19.Peygamberler
Mâsumdurlar: 38/Sâd, 48-49.Peygamberler, Emaneti Korurlar: 3/Âl-i
İmrân, 161. Peygamberler, Allah’a ibâdete Dâvet Ederler: 3/Âl-i İmrân, 79-80;
21/Enbiyâ, 90; 27/Neml, 45; 33/Ahzâb, 7-8.Peygamberleri Yalanlamak ve Onlara
İsyan:Peygambere İsyân: 4/Nisâ, 14, 42, 80, 115; 5/Mâide, 56; 8/Enfâl, 27;
9/Tevbe, 61, 63; 22/Hacc, 78; 33/Ahzâb, 36; 72/Cin, 23.Peygamberleri Yalanlayanların
Kötü Sonları: 3/Âl-i İmrân, 137; 6/En’âm, 11, 42-45; 7/A’râf, 94-96,
101; 10/Yûnus, 13, 47; 12/Yusuf, 110; 13/Ra’d, 42; 14/İbrahim, 9, 46; 16/Nahl, 26,
36; 17/İsrâ, 76-77; 19/Meryem, 59; 22/Hacc, 42-45; 23/Mü’minûn, 44; 25/Furkan,
39; 30/Rûm, 47; 35/Fâtır, 26; 37/Saffât, 72-74; 38/Sâd, 1-4, 11-14; 39/Zümer,
25-26; 40/Mü’min, 5-6, 22, 83; 43/Zuhruf, 6-8, 24-25; 50/Kaf, 12-14; 58/
Mücâdele, 5-6; 64/Teğâbün, 5-6; 69/Hakka, 9-10. Peygambere Karşı Gelmek
ve Çok Soru Sormak, Yok Oluş Sebebidir: 5/Mâide, 101-102.Peygamber Gönderilmeyen
Toplumlara Azap Edilmez: 17/İsrâ, 15; 26/Şuarâ, 208-209; 28/Kasas,
59. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.):Peygambere Biat Etmek: 48/Feth,
10, 18.Peygambere İtaat Etmek: 3/Âl-i İmrân, 31-32, 132; 4/Nisâ, 13, 59, 64, 69-
70, 80; 5/Mâide, 92; 7/A’râf, 157-158; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 24/Nûr,
51-52, 54, 56; 33/Ahzâb, 36, 71; 47/Muhammed, 33; 48/Feth, 17; 58/Mücâdele,
13; 59/Haşr, 7; 64/Teğâbün, 12. Peygamberin ve Mü’minlerin Yolundan AyrıKUR’AN
KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 44 -
lanlar: 4/Nisâ, 115; 28/Kasas, 85.Peygamber Güzel Ahlak Örnekleri Vardır: 33/
Ahzâb, 21; 68/Kalem, 4Peygamberimiz’e Salevat Getirmek: 33/Ahzâb, 56.Peygamberimiz
Rahmettir: 9/Tevbe, 61, 128; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/
Duhân, 6.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1- İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 245-284
2- İtikad Üzerine, İhsan Eliaçık, Şafak Y. s. 93-102
3- Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 89-93
4- Allah’a İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. s. 93-103
5- İslâm’da İnanç Esasları, Heyet, İFAV Y. s. 161-210
6- İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 254-271
7- İslâm’ın İnanç İlkeleri, Mevlüt Uyanık, Esin Y. 133-155
8- İslâm’da İnanç Konuları ve İtikadi M. Süleyman Uludağ, Marifet Y. s. 185-208
9- İnancımız, Ömer Küçükağa, Buruc Y. s. 103-144
10- İlmihal, İslâm Araştırmaları Merkezi Y. c. 1, s. 106-117
11- Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 96-99
12- İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. 59-91
13- İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. c. 1, s. 31-47; 59-70
14- İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 113-116
15- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 4, s. S.
16- Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 243-330
17- Merak Ettiklerimiz, Adem Tatlı, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 143-162
18- İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y. s. 11-150
19- İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. s. 72-77
20- Psikoloji Açısından Hz. Peygamber’in İbadet Hayatı, Habil Şentürk, Bahar
Y. s. 12-25
21- Kur’an’da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 132-137
22- Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 89-100
23- Mekke Rasüllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y. s. 41-59; 64-74
24- Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 505-514
25- Kuram ve Eylem , M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. II, s. 107-221
26- Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 177-223
27- Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. 93-126
28- Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 253-266
29- İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 140-151
30- İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 487-489; 506-508;
525-528
31- Müslümana Mesajlar, Abdullah Büyük, Suffe Y. s. 79-83
32- Peygamberler, Seyyid Kutub, Ravza Y.
33- Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
34- Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
35- Peygamberler Tarihi I-II, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
36- Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
37- Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayın
38- Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
PEYGAMBER
- 45 -
39- Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
40- Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
41- Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
42- Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
43- Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
44- Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.
45- Peygamberlerin Hayatı, Ebu’l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
46- Peygamberlerin Kıssaları, Ebu’l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
47- Peygamberlerin Mucizeleri, H. İbrahim Acıpayamlı, Tuğra Y.
48- Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın
Birliği Y.
49- Peygamberler Tarihi, İsmail Yiğit, Kayıhan Y.
50. Dâvet Öyküleriyle Peygamberlerimiz, Münire Daniş, Timaş Y.
51- Nebîler Silsilesi I-IV, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y.
52- Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygam. ve Tevhid Mücadelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz,
İ. L. Çakan, Nesil/Ensar
53- Kur’an’da Peygamber, Muhittin Akgün, Işık Y.
54- Kur’an’da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara,
Gonca Y.
55- Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
56- Kur’an’ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
57- Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, Mevdudi,
Pınar Y.
58- Kitab-ı Mukaddes ve Kur’ân-ı Kerim’de Nübüvvet, Basılmamış Doktora Tezi
59- Müşriklerin Vahye ve Rasullere Karşı Aldığı Tavırlar, Cengiz Duman, Haksöz
46-47 (Ocak 95)
60- Nebi ile Rasül Arasındaki Fark, F. Zülaloğlu, Haksöz 66 (Eylül 96), s. 29-33
- 47 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -6-
İMAM
•
İmam; Anlam ve Mâhiyeti
•
Kur’ân-ı Kerim’de İmam Kavramı
•
Hadis-i Şeriflerde İmam Kavramı
•
İmâmet-i Kübrâ
•
İmâmet Sisteminin Temel Özellikleri
•
İmâmetin Önemi
•
İzinden Gidilen Önderler; Takvâ İmamları ve Küfür İmamları
•
Zâlim ve Fâsığın İmameti
•
Zâlim ve Fâsık İmama Karşı Kıyam Hakkı
•
Cemaat/Teşkilât İmamlığı
•
Namaz İmamlığı
“Bir zamanlar Rabbi İbrâhim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; ‘Ben seni insanlara imam/önder yapacağım’ demişti. ‘Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)’ dedi. Allah: ‘Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)’ buyurdu.” 1
İmam; Anlam ve Mâhiyeti
“İmam” kelimesinin sözlük anlamı; önde olan, kendisine uyulan, önder, lider demektir. “İmam” kelimesi, anne demek olan “el-ümm” kelimesinden türemiştir. “Ümmet” kavramı da aynı köke dayalı olarak; bir köke, bir öze, bir anne gibi asıla bağlı olan mânâsına gelir.
“İmam”, bir anlamda “ümmet”in önderidir. “İmam”, kendisine uyulan bir liderdir. Bir kök durumundadır ve arkasında bir cemaat vardır. Bu cemaat de bir imamın/önderin peşinde olduğu için “ümmet” adını almaktadır. Ümmetsiz imam, imamsız ümmet olmaz.
İslâm hukukunda “imâmet”, dünyayı din ile idâre etmekte peygamberliğe vekâlet etmektir. Müslümanların işlerini yönetmek için Rasûlullah’a vekil olana da imam denir. “İmam”,
1] 2/Bakara, 124
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 48 -
müslümanların özel bir seçim sistemi olan “biat”ı ile seçilen, ümmetin
(müslüman toplumun) din ve dünya siyasetini idare etmek
üzere seçilmiş müslüman önderlere denir. Bu mânâda ‘imam’,
İslâm’la yönetilen bir ülkenin müslüman başkanıdır. Bu imama
“ulu’l-emr”, “halîfe”, “emîru’l-mü’minîn” de denilir. Mü’minler,
kendi zamanlarında müslümanların serbest biatıyla (özel seçimiyle)
iş başına gelen imama tâbi olmak durumundadırlar. Böyle bir
imama biat etmeden ölen müslümanlar hata etmiş olurlar.
Namaz kıldırmak için önde olanlara da, “namaz imamı, namazda
önder” denmiştir. Çünkü o da namazda önde bulunmaktadır
ve arkasında bir cemaat (bir ümmet) namaz için toplanmaktadır.
Namazda ümmet durumunda olan cemaat, ümm (ana, kök,
asıl, önder) durumundaki imama yani cemaatin liderine uymaktadırlar.
İnsanların kendilerine uyup ilimlerinden ve ictihadlarından
faydalandıkları büyük âlimlere de “imam” denilmiştir. Çünkü insanlar,
herhangi bir meselede onların fikirlerinin etrafında toplanmakta
ve onların ictihadının rehberliğinde sorunlarına çözüm
bulmaktadır. Mezhep imamları bu mânâdadır. İmam A’zam, İmam
Şâfii, İmam Ahmed bin Hanbel gibi.
Ayrıca hadis ilminde otorite olan, en bilgili, hadis ilminde
peşinden gidilen büyük âlimlere de hadiste “imam” denilmiştir.
İmam Buhârî, İmam Müslim gibi.
Peygamberimiz’in kızı Hz. Fâtıma (r. anhâ) ile Hz. Ali’nin (r.a.)
soyundan gelen önderlere de “imam” adı verilmektedir. Bu temiz
soydan silsile yoluyla gelen önderlere ‘Ehl-i Beyt imamları’ denilmektedir
ki sayıları on iki tanedir.2 İmam Ali, İmam Câfer-i Sâdık,
İmam Zeynelâbidin gibi.
Kur’an-ı Kerim’i güzel okuma ilmi olan kıraat ilminde üstün
bir yeri olan âlimlere de “kıraat imamları” denilmiştir.
Dikkat edilirse, bunların tümünde bir önderlik ve peşinde olan
bir cemaat olgusu (ümmet) sözkonusudur. “İmam”, özet olarak,
bir topluluğa önder olan demektir. Günümüz Türkiye’sinde, imam
kavramının diğer bütün anlamları kaybolmuş ve yalnızca namaz/
câmi imamlığı mânâsı kalmıştır. O da, çoğunluğun kafasında basit
karşılığı olan bir kavramdır.
Görünen o ki, bugün paramparça olan İslâm ümmetini ilimde,
siyasette ve toplumsal hayatta bir araya toplayacak müslüman
2] Bk. Buhârî, Ahkâm; Müslim, İmâre 9, hadis no: 1821
İMAM
- 49 -
imamlara -önderlere, rehberlere- ihtiyaç vardır. Müslümanların biatıyla
(özel ve serbest tercih ve onaylamasıyla seçilmiş) halifelere
de ‘imam’ denildiğini tekrar hatırlayalım. Müslümanlar, bu şekilde
seçilmiş bir imamın önderliğinde her tür işlerini ve ibâdetlerini
daha iyi yerine getirirler, yaşadıkları coğrafyayı daha iyi ıslah ve
tanzim ederler.
Müslümanlar, her devirde bol miktarda meydanda olan “küfür
ve şirk” imamlarını çok iyi tanımalı, onların peşinden gitmemelidir.
Onların kurduğu düzenlere, ortaya koydukları dünya görüşlerine
ve hayat anlayışlarına karşı dikkatli olmalıdır. 3
Kur’ân-ı Kerim’de İmam Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’in adlarından biri de ‘Ümmü’l Kitab’dır. Yani
kitapların anası, kaynağı, kökü.4 Kur’ân-ı Kerim, aynı zamanda
‘İmâmü’l Mübîn’dir. Yani apaçık önder, yol gösterici, birleştirici,
önde olandır. ‘İmam’, Yâsin Sûresinde, kaderin yazıldığı yer,
Levh-i Mahfuz anlamında kullanılmıştır.5 Kur’an’da; takvâ sahiplerine
önder olma isteği ve bu konudaki duâ övülmüştür.6 Demek
ki imam (lider, önder) olmak bir nimet ve bir şereftir.
Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrâhim’e (a.s.), ‘insanların imamı’ sıfatını
vermektedir. İbrâhim (a.s.), büyük peygamberlerdendir ve Tevhidin
babası sayılmaktadır. O bu mânâda bütün insanların önderidir.
Yahûdiler ve hıristiyanlar günümüzde bile İbrâhim’i (a.s.) severler.7
İbrâhim (a.s.) soyundan gelen peygamberler de insanlığa birer
imamdır. 8
‘İmam’, etrafında bir topluluk (ümmet) toplayan, onları peşinden
götüren, onlara yol gösteren insandır. İmam makamında
olan önderler, insanları hidâyete ve kurtuluşa götürdükleri gibi,
peşine takılanları ateşe sürükleyenler de vardır.9 Bunlar, “eimme-i
küfr”dür, küfrün imamları, kâfirlerin önderleridir. Fazîletli insanlara,
mü’minlere, takvâ sahiplerine imam olmak ne kadar şerefli
bir rütbe ise, inkârcılara ve günahkârlara imam olmak da o kadar
şerefsiz ve aşağılık bir iştir. Kıyâmet günü bütün insanlar, kendilerine
yol gösteren veya peşinden gittikleri, izini takip ettikleri
imamlarıyla (önderleriyle) beraber diriltilecek ve o şekilde hesaba
3] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 302
4] 43/Zuhruf,1-4
5] 36/Yâsin, 12
6] 25/Furkan, 74
7] 2/Bakara, 124
8] 21/Enbiyâ, 73
9] 9/Tevbe, 12; 28/Kasas, 41
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 50 -
çekileceklerdir. 10
“İmam” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de tekil olarak 7, çoğul olarak
da 5 olmak üzere toplam 12 yerde geçmektedir. İmam kelimesi,
bu âyetlerde şu anlamlarda kullanılmıştır:
a- İyilik önderleri: Kur’an’da “imam” kavramı, daha çok önder,
iyilik önderleri anlamında kullanılır. Bazı peygamberler imam
olarak vasıflandırılır,11 bazı iman edip takvâ sahibi kimselerin
muttakîlere imam olmak için duâ ettikleri vurgulanır.12 Tüm bu
âyetlerdeki kullanım, iyilik önderleri anlamındadır.
b- Kötülük önderleri: Kur’an, küfrün imamlarıyla savaşılmasını
emreder.13 Yine, bazı yöneticiler, insanları ateşe çağıran imamlardır.
14 İnsanlara önderlik edenlerin bir kısmı, onlara kötülük yaparak
dünyada huzursuz eden ve âhirette cehenneme sürükleyen
kimseler olabilir. Meselâ, Firavun, kötülük timsali önder olarak
gösterilir.15 Bu âyetlerdeki imam kavramı, kötülük önderi anlamındadır.
Görüldüğü gibi imam kavramı, genel olarak hak önderleri
anlamında kullanıldığı halde, küfrün lider ve önderleri için de
kullanılır. “İmam” lafzı mutlak (genel) anlamda kullanıldığı zaman,
bâtıl imamlara kullanılmaz. Kur’an’da küfür imamlarının
anlatılması, hep kayıtlı olarak (“küfür imamları” şeklinde) gelmiş,
mutlak bir ifade ile (sadece “imam” şeklinde) kullanılmamıştır.
Kâfirler imam/önder olamayacaklarından, kâfirlerin önderlerine
mutlak olarak “imam” ismi verilemez; ancak “kâfirlerin imamları”
şeklinde kullanılır.
c- Kitap ve peygamber: Kur’an’da “imam” kavramına, önder
anlamının yanında, kitap ve peygamber mânâsı da verilir. 16
d- Levh-i Mahfuz: İmam kelimesinin Kur’an’da diğer bir anlamı,
Levh-i Mahfuz’dur.17 Levh-i Mahfuz; Allah tarafından takdir
olunmuş şeylerin yazılı olduğu mânevî levha, kitap demektir.
e- Yol: İmam kelimesi, bir âyette de yol anlamına kullanılmıştır.
18 Yola imam denilmesi, yolun uyulup izlenmesiyle ilgilidir.
10] 17/İsrâ, 71-72
11] 2/Bakara, 214
12] 25/Furkan, 74
13] 9/Tevbe, 12
14] 28/Kasas, 41
15] 28/Kasas, 39-41
16] 17/İsrâ, 71
17] 36/Yâsin, 12
18] 15/Hıcr, 79
İMAM
- 51 -
“Bir zamanlar Rabbi İbrâhim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam
olarak yerine getirince; ‘Ben seni insanlara imam/önder yapacağım’ demişti.
‘Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)’ dedi. Allah: ‘Ahdim
zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)’ buyurdu.” 19
“Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa,
küfrün imamlarına/önderlerine karşı savaşın. Çünkü onların yemin
(diye bir şeyleri) yoktur. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son
verirler.” 20
“Rabbin tarafından gelmiş açık bir delile dayanan ve kendisini Rabbinden
bir şâhidin izlediği, ayrıca kendisinden önce, bir imam/önder ve bir
rahmet olarak Mûsâ’nın Kitab’ı (elinde) bulunan kimse, (inkârcılar gibi)
midir? Çünkü bunlar, ona (Kur’an’a) inanırlar...” 21
“Eyke halkı da gerçekten zâlim idiler. Fakat Biz, onlardan da intikam
aldık. Bu yerlerin ikisi de (Eyke ve Hicr) açık bir imam/yol üzerindedir.” 22
“Her insan topluluğunu, imamları/önderleri ile birlikte çağıracağımız
günde kimlerin amel defterleri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa
uğramamış olarak amel defterlerini okurlar.” 23
“Ona (İbrâhim’e), İshak’ı ve fazladan bir bağış olmak üzere Ya’kub’u
lütfettik; her birini sâlih insanlar yaptık. Onları, emrimiz uyarınca doğru
yolu gösteren imamlar/önderler yaptık ve kendilerine, hayırlı işler yapmayı,
namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar, Bize ibâdet eden
kimselerdi.” 24
“Ve onlar (iman edip tevbe edenler), ‘Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak
eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine imam/önder
kıl!’ derler.” 25
“Biz istiyoruz ki, o yeryüzünde müstaz’aflara (güçsüz düşürülenlere)
lütufta bulunalım, onları imamlar/önderler yapalım, onları vârisler kılalım
(ötekilerin yerini aldıralım).” 26
“Onları (Firavun ve askerlerini) (insanları) ateşe çağıran imamlar/öncüler
kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” 27
“Sabrettikleri ve âyetlerimize yakînî olarak (kesin bir şekilde) iman
19] 2/Bakara, 124
20] 9/Tevbe, 12
21] 11/Hûd, 17
22] 15/Hıcr, 78-79
23] 17/İsrâ, 71
24] 21/Enbiyâ, 72-73
25] 25/Furkan, 74
26] 28/Kasas, 5
27] 28/Kasas, 41
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 52 -
ettikleri zaman, onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar/rehberler
yaptık.” 28
“Şüphesiz ölüleri ancak Biz diriltiriz. Önden gönderdikleri işleri ve bıraktıkları
eserleri yazarız. Zâten Biz, her şeyi apaçık bir imam/kitap (olan
Levh-i Mahfûz’da) sayıp yazmışızdır.” 29
“Ondan önce de bir rahmet ve imam/rehber olarak Mûsâ’nın kitabı
vardır. Bu (Kur’an) da, zulmedenleri uyarmak ve muhsinlere/iyilik yapanlara
müjde olmak üzere Arap lisânıyla indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır.” 30
Hadis-i Şeriflerde İmam Kavramı
“İnsanlar üzerinde olan büyük imam, çoban (gibi)dır. (Çobanın sürüden
sorumlu olduğu gibi) O da halkından sorumludur.” 31
“Kim imama bey’at etmeden ölürse, câhiliyye ölümü (gibi bir ölüm)
ile ölür.” 32
“Üç kişi sefere çıktıkları zaman içlerinden birini emir tâyin etsinler.”
“Üç kişi, yeryüzünde bir çölde oldukları vakit, içlerinden birisini emir
tâyin etmemeleri onlara helâl olmaz.” 33
“Kim Bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur; kim Bana isyan ederse
Allah’a isyan etmiş olur. Kim Benim emîrime itaat ederse Bana itaat etmiş;
kim de Benim emîrime isyan ederse Bana isyan etmiş olur.” 34
“Dinleyin ve itaat edin! Üzerinize tâyin olunan vâli/yönetici, başı siyah
kuru üzüm gibi Habeş’li bir köle olsa bile, sizin aranızda Allah’ın kitabını
uyguladığı müddetçe dinleyin ve itaat edin.” 35
“Müslüman bir kimseye, kendisine ma’siyet (Allah’a isyan, günah hususlar)
emredilmediği müddetçe, hoşlandığı ve hoşlanmadığı (her) hususta
(İslâm devleti yöneticisini) dinleyip ona itaat etmesi gerekir. Eğer
ma’siyet emredilirse, ne dinlemek vardır, ne de itaat!” 36
“Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.” 37
28] 32/Secde, 24
29] 36/Yâsin, 12
30] 46/Ahkaf, 12
31] Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre, hadis no: 1705; Ebû Dâvud, İmâre 1;
Tirmizî, Cihad 7, hadis no: 1705; Ahmed bin Hanbel, 2/54
32] Müslim, İmâre 58, hadis no: 1851
33] Ebû Dâvud, Cihad 87; Ahmed bin Hanbel, 2/177
34] Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 33; Nesâî, Bey’at 26
35] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 37; Nesâî, Bey’at 27
36] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839; Tirmizî, Cihad 29, hadis
no: 707; Ebû Dâvud, Cihad 96; Nesâî, Bey’at 34; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no:
2864; Ahmed bin Hanbel, 6/111
37] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839
İMAM
- 53 -
“Üç kişi vardır ki, kıyâmet gününde Allah onlarla konuşmaz, onlara
bakmaz, onları tezkiye etmez/temize çıkarmaz. Hem onlara elîm bir azap
vardır. Bunlar: 1- Kırda fazla suyu olup da onu yolcuya vermeyen, 2- İkindiden
sonra bir kimseye bir mal satan ve o malı ‘(kendim) şu kadara aldım’
diye Allah’a yemin ederek, gerçek bunun aksine olduğu halde müşteriyi
kendisine inandıran, 3- Bir imama, yalnız dünyalık için bey’at eden, dünyalık
verirse sözünde duran, vermezse durmayan kimselerdir.” 38
“Bir kimse imama bey’at eder de ona şaklayan elini ve kalbinin semeresini
verirse, elinden geldiği takdirde hemen ona itaat etsin! Başka biri
gelir de onunla çekişirse sonradan çıkana itaat etmeyin!” 39
“Benden sonra sizin (yönetim) işinizi birtakım insanlar üzerine alacaklar,
sünneti söndürecekler, bid’atı ihdâs edecekler (uyduracaklar), namazı vakitlerinden
geciktirecekler.” Bunun üzerine İbn Mes’ud Rasûlullah’a
sordu: “Ben onlara yetişirsem ne yapmalıyım?” Rasûlullah şöyle
buyurdu: “Ey Ümmü Abd’in oğlu! Allah’a isyan edene itaat olmaz!” 40
“Sizden kim yaşarsa çok ihtilâf görecektir. Size vâcip (gerekli) olan
Benim sünnetim ve hidâyette olan râşid halîfelerimin sünnetine uymanızdır.
Bu sünnetlere tutunun ve azı dişlerinizle ısırırcasına bunlara sıkı
sıkı sarılın. Dinde sonradan uydurulan işlerden (bid’atlerden) sakının. (Din
ve ibâdet olarak) Sonradan çıkarılan şey bid’attir. Ve her bid’at dalâlettir/
sapıklıktır.” 41
“Nübüvet hilâfeti otuz senedir. Sonra krallık olur.” 42
“Sizin aranızda Allah’ın, olmasını dilediği kadar nübüvvet olacak, sonra
peygamberliği kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra nübüvvet
metodu üzerine hilâfet olacak; o da Allah’ın olmasını istediği kadar olacak.
Sonra hilâfeti, kalkmasını dileyince kaldıracak. Sonra ısırıcı krallık olacak.
O da Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak. Sonra ısırıcı melikliği,
kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra zorba/zâlim krallık olacak. O
da Allah’ın, olmasını dilediği kadar olacak. Onu da kalkmasını dilediği
zaman kaldıracak. Sonra nübüvvet metodu üzere hilâfet olacak.” 43
“Benî İsrâili peygamberler yönetirdi. Bir peygamber vefat ettiği zaman
38] Buhârî, Ahkâm 48; Müslim, İman 173; Tirmizî, Siyer 35, hadis no: 1595; İbn
Mâce, Ticâret 30, hadis no: 2207
39] Müslim, İmâre 46; Ebû Dâvud, Bey’at 25; İbn Mâce, Fiten 9; Nesâî, Bey’at 25;
Ahmed bin Hanbel, 2/161
40] Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no:
2865
41] Tirmizî, İlim 16, hadis no: 2676; Ebû Dâvud, Sünnet 5; İbn Mâce, Mukaddime
6, hadis no: 42; Dârimî, Mukaddime 6
42] Ebû Dâvud, Sünnet 8; Tirmizî, Fiten 48, hadis no: 2226
43] Ahmed bin Hanbel, 4/273
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 54 -
yerine (başka) bir peygamber geçerdi. Şu muhakkaktır ki, Benden sonra
peygamber yoktur. Ama halîfeler gelecek, hem de çok olacaklardır.”
Ashâb: “O durumda bize ne emredersin?” diye sordular. “Birinciye
ve ondan sonra gelene yaptığınız bey’atı tutun! Onlara haklarını verin.
Çünkü Allah halka, gözetmelerini istediği şeyden soracaktır.” 44
Câbir bin Semûre’nin (r.a.) rivâyetine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
“On iki halîfe olacak.” Râvi Câbir diyor ki; Sonra, bir kelime
dedi ki, ben onu işitemedim. Babama: “Ne söyledi?” diye sordum.
O da; “Hepsi Kureyş’den” dedi.” 45
“Müslüman bir halka, Allah’ın görüp gözetmek üzere idâreci kıldığı
hiçbir kul yoktur ki, onları aldatıp (zulmetmiş) olduğu halde ölürse muhakkak
Allah ona cenneti haram etmiş olmasın.” 46
“Müslümanların idare işini üzerine alıp da onlar için çalışmayan ve
hayır istemeyen hiçbir âmir yoktur ki, onlarla (müslümanlarla) birlikte cennete
girebilsin.” 47
“İslâm’ın tutunulması gereken kulpları (yapılması gereken emirleri) tek
tek çözülecek; her bir kulp koptukça insanlar önlerindekilere benzeyecekler.
O kulpların ilki hüküm (hâkimiyetin Allah’ın olması, Kur’an’la hükmedilmesi),
sonuncusu da namazdır.” 48
Hz. Peygamber’e “cihadın hangisi efdaldir?” diye sorulunca:
“Zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.” 49
Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) Ahmes’li bir kadın şöyle bir soru sormuştur:
“Câhiliyyeden sonra Allah’ın getirdiği bu iyi ve uygun işin
(İslâm’ın) bekası ne kadar sürer?” Hz. Ebû Bekir (r.a.): “İmamlarınız
sizi (İslâmî) istikamet üzere doğru tuttuğu müddetçe” diye
cevap vermiştir. 50
Hz. Ömer bin Hattab (r.a.) şöyle diyor: “İmamları (yöneticileri)
ve rehberleri istikamet üzere oldukları müddetçe, insanlar istikamet
üzere olmaya devam edecektir.” 51
Selman’dan (r.a.) rivâyet edilmiştir ki, Halîfe Ömer İbn Hattab
44] Buhârî, Enbiyâ 5; Müslim, İmâre 44, hadis no: 1842; İbn Mâce, Cihad 42, hadis
no: 2871; Ahmed bin Hanbel, 2/97
45] Buhârî, Ahkâm; Müslim, İmâre 9, hadis no: 1821
46] Buhârî, Ahkâm 8
47] Müslim, İman 229, hadis no: 142
48] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Hibban, Sahih, hadis no: 257; Hâkim, el-
Müstedrek, 4/92
49] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten 20, hadis no: 4011-4012; Tirmizî,
Fiten 13, hadis no: 2175; Ebû Dâvud, Melâhim 17
50] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 25; Dârimî, Mukaddime 23
51] et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/292; Beyhakî, Sünen
İMAM
- 55 -
(r.a.), Selman’a (r.a.), “halîfe ile melik/kral arasındaki farktan sorduğunda
Selman (r.a.) şu cevabı vermiştir: “Müslümanların arazisinden
bir dirhem veya daha az veya daha çok toplarsan, sonra da
onu lâyık olmayan yere koyarsan (sarf edersen) işte sen bu halinle
kralsın demektir. Halîfe ise, halka adâletle davranandır, aralarında
adâletli ve düzgün bir şekilde taksimat yapandır, erkeğin ev
halkına ve ananın çocuğuna olan şefkati gibi halkına şefkat ve
merhamet eden ve Allah’ın kitabıyla hükmedendir”. Kâ’b, bu cevap
üzerine şöyle dedi: “Bu mecliste halîfe ile melikin arasını ayırt
edecek kimseyi zannetmiyordum. Fakat Allah Selman’a cevabı ilham
etti.” 52
İmâmet-i Kübrâ
İslâmî topluluğun dinî ve siyasî liderliğine imâmet-i kübrâ
denilir. Bu anlamda “hilâfet” kavramı kullanıldığı gibi, başlangıçtan
itibaren ve özellikle şiî müslümanların bu kavram yerine
“imâmet”i kullanmasından sonra “imâmet” kelimesi de kullanılmaya
başlanmıştır. Aynı zamanda bu makama, namaz kıldırma
vazifesi demek olan imamlıktan (imâmet-i suğrâ/küçük imâmet)
ayırt etmek için “İmâmet-i kübrâ” da denilmiştir.
Şiî müslümanların dışında ve özellikle ehl-i sünnete göre
imâmet-i kübrâ, itikadı ilgilendiren bir konu değildir. Sadece kulların
fiillerine ait muâmelâtla ilgili meselelerdendir. Rasûlullah’ın
vefatını müteâkip ashâbın imam/halîfe seçtikleri ve İslâm ümmetinin
imamsız bir zamanının geçmesine rızâ göstermedikleri
tevâtüren sâbittir. Nitekim Hz. Ebûbekir, meşhur ilk hutbesinde
buna işaret ederek diyordu ki; “Haberiniz olsun ki, Muhammed
(s.a.s.) vefat etmiştir ve bu dini ayakta tutacak bir reise (imâmet-i
kübrâya) mutlaka ihtiyaç vardır.” Muhtemel bir zararın defedilmesi
ve ümmetin çeşitli maslahatı bakımından da imam/halîfe seçilmesinin
vâcip olduğunda icmâ edilmiştir. Bu nedenle herkes Hz.
Ebûbekir’in sözünü yürekten kabul etmiştir. 53
Taftazânî, şunları da söylemektedir: “İmâmet-i kübrâ meselesi,
itikadî esaslardan olmayıp fıkhı ilgilendiren bir meseledir. Fıkıh
kitaplarımızda zikredilmiştir ki; millet için, dini yaşatacak, sünneti
ayakta tutacak, mazlumları koruyacak ve haklıyı haksızdan ayıracak
bir başkana/imama mutlaka ihtiyaç vardır.54 İmamın seçimi
ise; “ehl-i hall ve’l-akd”in seçmesi ile olur. Diğer bir görüşe göre;
daha evvelki imam tarafından bir tavsiye ile beraber halkın ileri
52] et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/306; Târihu’l-Hulefâ, es-Süyûtî, s. 140
53] Taftazânî, Şerhu'l-Makasıd II/271
54] Taftazânî, a.g.e. II/27
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 56 -
gelenlerinin bey’atından ibârettir. Bu iki görüş arasında gerçekte
büyük bir ayrılık yoktur. Bu ihtilâf, ilk halîfelerin tesbit tarzından
ileri gelmektedir.
İmamda Aranan Şartlar: İmamın mükellef, müslüman, hür ve
erkek olmasından başka şu şartları da taşıması gerekir:
1- İlim: İmâmete aday gösterilecek kimse, Allah’ın insanlara
bildirdiği kanunlarını tam mânâsıyla bilip derinliğine nüfuz edecek
kadar âlim olmalıdır.
2- Adâlet: İmamlığa aday olacak kimsenin âdil olması gerekir.
Bu makam, adâletle iş görmesi gereken bütün diğer makamları
idare ve kontrol eden bir makamdır. O halde imamın her şeyden
evvel âdil olması gerekir. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin,
zâlilmlerin ta kendisi olduklarından55 imamların, Allah’ın
hükmünü gereken titizlikle uygulamaları şarttır. Yine adâlet, fıskın
(fâsıklığın) zıddı olduğundan, âdil olması gereken imamın,
günahlarda ısrar eden veya büyük günah işleyen birisi olmaması
gerekmektedir.
3- İktidar ve ehliyet: Dinin korunması, düşmanla savaş, Allah’ın
hükmüne uygun çeşitli kanunların çıkarılması, İslâm’a uygun hükümlerin
konulması ve şer’î cezaların (hadlerin) tatbik edilmesi
gibi birçok hususta imamın, zamanında karar vermesi ve bu kararı
yerinde tatbik edebilecek ehliyete ve fevkalâde bir siyâsî basîrete
sahip olması gerekir. Bazı eserlerde ayrı birer sıfat olarak zikredilen
cesaret, ictihad ve rey sahibi olması da iktidar ve ehliyetin
içinde değerlendirilebilir. 56
4- Bünyesinin sağlam ve ârızasız olması: İmâmet makamına
gelecek kimsenin delilik, körlük, sağırlık, dilsizlik, iki el ve ayağının
yokluğu gibi noksanlıklardan berî ve duyularının sağlam olması
lâzımdır. Çünkü bu noksanlıklar, imamın üzerine aldığı işleri
başaramamasının sebeplerindendir. Bu bakımdan eğer bu eksiklikler,
şahsın sadece görünüşünü ilgilendiren cinsten ise, o zaman
bu şart, bir kemal şartı olur.57 Meselâ körlük, sağırlık, dilsizlik sebebiyle
imam azledilir; fakat ağır işitmek ve kekemelik sebebiyle
azledilemez.
İmâmet makamına gelecek kimsenin Kureyş’li olmasına gelince;
“İmamlar Kureyştendir” hadis-i şerifi ile ileri sürülen bu şartı,
bazı âlimler, meselâ Ebûbekir Bâkıllâni gibi ilim adamları
55] 5/Mâide, 45
56] Taftazânî, a.g.e. II/271
57] İbn Haldun, Mukaddime I/342-343
İMAM
- 57 -
kabul etmemişlerdir.58 Bu hususta İbn Haldun’un görüşü şudur:
“Halîfenin/imamın Kureyş’ten olmasının şart koşulmasının asıl sebebi,
Kureyş’in devleti idare ve koruma kudretine sahip olduğu
ve çekişmeleri ortadan kaldırabildiği içindir. Şâri’, hüküm ve kaideleri
yalnız bir kavim, bir asır ve sadece bir toplum için ortaya
koymamıştır. Müslümanların idaresi başında bulunacak kavmin,
devleti idare ve koruma kuvvetine sahip ve kendi zamanında diğer
kavimlerden üstün olması şarttır. Şâri’in maksadı herhalde işte
budur. Bu açıklamalardan halîfeliğin, her asırda Kureyş’e mahsus
olacağı değil; her ülkenin o zamanda devleti idare etme kudretine
sahip olan kavmin elinde olacağı anlaşılır ve o kavim devletin
başına geçer.” 59
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden
olan ulu’l-emre (emir sahiplerine) itaat edin.”60 Bu âyet-i kerimeye göre,
imama/halîfeye itaat farzdır. Yalnız, bu itaat imamın Allah’ın emrine
uyması ile kayıtlanmıştır. “Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara
itaat edilmez.” 61; “Ma’siyet emredilirse, ne dinlemek vardır, ne de itaat!”
62
Eğer halîfe Allah’ın emrine uymazsa, kendisi ikaz edilir; dinlemezse
azledilir. Nitekim Hz. Ebûbekir (siyasetin düsturu sayılan)
meşhur ilk hutbesinde bu hususu şöyle açıklar: “Ben, sizin en hayırlınız
olmadığım halde başınıza geçmiş bulunuyorum. Eğer doğru
yolda yürürsem bana yardım ediniz; doğrudan saparsam bana
gerçek yolu gösteriniz. Doğruluk emânet; yalan ise hıyânettir.
İçinizde zayıf bir kimse, hakkını kendisine vererek rahatlatıncaya
kadar nazarımda kuvvetlidir. Kuvvetli de, başkasının hakkını ben
kendisinden alıncaya kadar yanımda zayıftır. Hiç biriniz Allah yolunda
cihadı terketmesin; çünkü cihadı terkeden kavmi Cenâb-ı
Allah zillete düşürür. Bir kavimde de kötülükler yayıldımı, Allah
onları genel belâlarla terbiye eder. Ben Allah ve Rasûlüne itaat
ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Eğer Allah ve Peygamberine
itaat etmezsem sizin de bana itaatiniz gerekmez!”63 Taberînin bu
naklinden de anlaşıldığı gibi, imâmet makamında olan kimseye
Allah ve Rasûlüne bağlı olduğu müddetçe itaat edilir. Allah’a karşı
isyan eden bir kimseye itaat etmeme, İslâm’da çok meşhur ve bilinen
bir prensiptir. 64
58] Bk. İbn Haldun, Mukaddime, 345
59] İbn Haldun, Mukaddime, I/345-347
60] 4/Nisâ, 59
61] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839
62] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839
63] et-Taberî, Târihu'r-Rusül ve mülûk, IV/1829
64] Geniş bilgi için bkz. El-Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, terc. Ali Şafak, s.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 58 -
İmâmet Sisteminin Temel Özellikleri
Kur’an’da imâm ve imâmetle ilgili âyetler, ahkâmla ve Allah’ın
indirdiğiyle hüküm konusunu içeren âyetlerle birlikte değerlendirildiğinde,
bu konudaki hadis-i şerifler ve İslâm âlimlerinin görüşleri
ışığında şu gerçekler ortaya çıkar:
1- İslâm, yönetim sahasında mükemmel bir sistem getirmiştir.
Bu, İslâm’ın her zamana ve her yere uygun olduğunu, evrensellik
ve kapsamlılığını bize gösterir. Bu düzen ebedîdir ve kıyâmete kadar
da tatbiki mümkündür. Bu ümmetin sonra gelenlerine yaraşacak
sistem, önce gelenlerine yaraşan ve “asr-ı saâdet” örneğinde
ortaya çıkan sistemden başkası değildir.
2- İmâmetin vâcip oluşu, Kitap, sünnet, icmâ ve şer’î kurallarla
sâbittir. Bu ümmetin temsilcileri olmaları, bu önemli konuda ümmetin
vekili olmaları bakımından “ehl-i hal ve’l-akd”e yöneltilen
bir farz-ı kifâyedir. Ehl-i hal ve akd bu işte zayıflık gösterirse, bu
vâcibin yerine getirilmesi için gücü yeten her müslüman gayret
göstermedikçe kendilerini vebalden kurtaramaz ve gücü yetip de
bu faâliyeti göstermeyen herkes günahkâr olur.
3- “İslâm, hüküm alanında bir düzen getirmemiştir. ‘İslâm devleti’
diye bir şey olmaz. Müslümanlara câhiliyye düzenlerinden
farklı bir İslâm devletini kurmak farz kılınmamıştır” diyenlerin
iddiâsı kesinlikle bâtıldır, geçersizdir.
4- İmâmet vesiledir; gâye değildir. Gâye, Allah’a ibâdet/kulluk
yaparak O’nun rızâsını kazanmaktır. İmâmet ümmetin hayır ve
adâlet üzere kalmasını, hakkın hak, bâtılın da bâtıl olarak kabul
edilip bunun geçerli kılınmasını sağlamaya bir vesiledir. O ümmet
ki, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah’a inanır; O’nun
indirdikleriyle hükmetmek için Kur’an’a uygun düzenin oluşması
için gayret eder. Kendisinin ve toplumunun, İslâmî değişim ve
dönüşümü için tüm gayretlerini seferber eder; bu gayretlerini de,
beşerî metotlara göre değil; Allah’ın çizdiği hudûda ve Rabbânî
usûle göre ortaya koyar.
5- İmâmetin hedeflerinin en önemlisi, dini korumak, dünyayı
da din ile yönetmektir. Bu ise, imamın boynuna takılan görevlerin
en önemlisidir. Zira din ile siyaseti/yönetimi ayıran ve dünyayı
bu dinin dışında yöneten mü’min olamaz.65 Dini siyasetten ayırıp
“din başka, devlet başka” deyince; devlet dinsiz, din de devletsiz/
güçsüz kalacaktır.
5-25; Ahmet Yaşar, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 143-144
65] 5/Mâide, 44
İMAM
- 59 -
6- İzzet, şeref ve İslâm ümmetinin ayakta kalışı, ancak Allah’ın
kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinin hükmüne dönmekle mümkündür.
Dini koruyup müslümanlara izzet ve şereflerini iâde etmek, İslâmî
hilâfeti/imâmeti oluşturup onun uygulanmasına çalışmakla gerçekleşebilir.
7- İmâmete geliş usûlü, Kur’an ve sünnet ilkeleri çiğnenmemek
şartıyla ümmete bırakılmıştır. Râşid halîfelerin iş başına geliş
şekilleri ve bey’atın yapılış tarzı örnek alınmalı ve bu örnekler
çağa uyarlanabilmelidir.
8- İmâmete dayalı sistemde 3 ana esas dikkate alınmalıdır.
Bunlar; “bey’at” denilen İslâm’a has özel seçim sistemi, “adâlet”
denilen Allah’ın indirdiğiyle hükmetme66 ve zerre kadar haksızlık
yapmama gayreti, “istişâre” denilen emin ve ehil kimselerle,
işinin uzmanı ve dinini yaşayan takvâ sahibi güvenilir kişilerle danışarak
onların öneri, eleştiri ve tavsiyelerini dikkate alma şeklindeki
uygulamadır.
9- İmamı seçme yetkisine sahip olanlar, “ehl-i hal ve’l-akd”
diye isimlendirilen ümmetin en âlim ve seçkinleridir. Demokrasilerde
olduğu gibi seçime bütün insanlar direkt olarak katılamaz.
Şûrâ’ya da bundan dolayı, en uygun ve en akıllı olanlar seçilir.
Çağdaş demokrasilerde olduğu gibi milletvekili olabilmek için insanları
iknâ etmeye (kandırmaya) ve bu uğurda boş yere ve çokça
para harcamaya ve propaganda yapmaya gerek de yoktur.
10- İmâmet, verâset yoluyla (babadan oğula) intikal etmez.
İslâm, bir ırka, bir soy ve kabileye ayrıcalık verme anlayışını kabul
etmez. Krallıkla imâmetin bir farkı da; birinde soy, diğerinde ehliyet/
yetenek ve en uygun olanı belirlemenin öne çıkmasıdır.
11- Bey’at, imâmete lâyık bir imamın bulunduğu vakit müslümanın
boynuna borçtur. Aksine bir tavır, kişinin câhiliyye ölümü
ile ölmesini sonuçlandırabilir. Keyfî ve indî gerekçelerle bey’atı
bozmak da, meşrû imamın meşrû her emrine en küçük bir itaatsizlik
de haramdır.
14- Devrim yoluyla ve zorla imâmete geçmek, şer’î bir yol değildir.
İmâmet, ümmetin bey’atı olmaksızın gerçekleşmez.
15- İmam adayının o makama ehil olabilmesi için imâmete ait
şartları taşıması gerekir.
16- İmamın, mevcut insanların en faziletlisi olması şart değildir.
Zaten bunu tesbit de mümkün olmayabilir. Evlâ olan,
66] 5/Mâide, 45
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 60 -
faziletlilerden biri olması, müslümanlara en faydalı ve en uygun
olanının seçilmeye çalışılmasıdır.
17- Ümmetin maslahatıyla ilgili olarak imamın üzerinde birçok
görev vardır. Bunları imamın yerine getirme zorunluluğu ve
sorumluluğu vardır. Fakat bu görevleri yerine getirebilmesi için
kendisine yardım edilmesi, kendisinin ümmet üzerindeki haklarındandır.
18- Âdil imama karşı çıkmak ve fitneyi uyandırmak haramdır,
büyük günahlardandır. Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmettiği
ve ma’siyeti emretmediği müddetçe imama itaat vâciptir. Şeriata
ters düşen yerde, Allah’a isyan kabul edilecek durumlarda
itaat ise haramdır. İmamların otoritesi, Kitap ve sünnete uygun
davranmasına bağlıdır. Allah’a itaat ettiği müddetçe kendilerine
itaat edilir. Allah’a karşı geldiklerinde de kendilerine karşı gelinir.
Yaratıcı’ya isyanda mahlûka itaat yoktur. Kim isyanda onlara itaat
ederse, günah hem emredene ve hem de emri uygulayanadır.
19- Şûrâ, meşrû ve gereklidir. İmamın seçilmesi ânında şûrânın
olması vâcip olduğu gibi, halkın işlerinin düzenlenmesinde de
şûrâ gereklidir. Bu, halkın direkt veya dolaylı seçimiyle oluşabilecek
“Danışma Meclisi” şeklinde seçilecek milletvekillerinden veya
İslâm’a ters düşmeyen çağın anlayış ve ihtiyaçlarına uygun farklı
şekillerde istişâre meclisinden oluşabilir.
20- İslâm hukuk sistemi ve yönetim tarzı, geçmişte ve bugün
uygulanan beşerî sistemlerin tümünden farklı özelliklere sahiptir.
Güttüğü amaç, gâyeye götüren araçlar, vesileler, hedefler,
dayandığı kaynak/referans, ulaşmak istediği hedef... yönünden
sayılamayacak farkı vardır. O, beşerî düzenlerden çok ayrı bir
sistemdir. Onunla beşerî hüküm, rejim ve kanunları kıyaslamak
mümkün değildir. 67
İmâmetin Önemi
İmamsız ümmet, başsız beden gibidir. Organizmanın canlılığı,
ruhu ne ise; ümmet için imam da odur. İmamsız toplum, bir cesetten
farksızdır. Ümmetin başına gelenler, imâmetin başına gelenlerle
doğru orantılıdır. Kur’an’da ümmet ile imâmet kavramları
birbiriyle yakın irtibat halindedir. Allah İbrâhim’i (a.s.) insanlara
imam yapmıştır.68 O imamların başıdır. Aynı zamanda o, imamların
67] Süleyman ed-Demirci, El-İmâmetu’l-Uzmâ, İslâm’da Devlet Başkanlığı, s.
491-493
68] 5/Mâide, 45
İMAM
- 61 -
kendisinden geldiği bir ümmettir.69 Dolayısıyla Hz. İbrâhim’in şahsında
imâmet ve ümmet kavramları birlikte gündeme gelmişlerdir.
O yüzden rahatlıkla şu hükme varılabilir: Ümmet; tek bir imama
bey’at ederek bağlı olan mü’minler topluluğudur. İmama bağlı
olmadan ümmet teşekkül edemez. Ümmetsiz imam, imamsız ümmet
olmaz.
“Gerçek şu ki sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim.
Öyleyse Bana ibâdet/kulluk edin.”70 Mü’minler olarak hepimiz
Allah’ın huzurunda tek ümmet inancını ve şuurunu koruyup korumadığımız
hususunda hesap vereceğiz. İslâm ümmeti, tektir, birdir;
küfür ümmeti ise sayısız denecek kadar çok olabilir. Tek ümmet
inancının saptırılmadan devam etmesi, tek imamın varlığına
bağlıdır. Esasen imâmet, bir ümmet sorunudur. Ümmet olmadan
imâmet de olmaz. İmâmetin ihyâsı, ümmetin varlığına bağlanmıştır.
Çünkü İslâm’da tek ümmet ve tek imam esastır. 71
İmâmet; “din ve dünya işlerinde Rasûlullah’a niyâbeten (vekil
olarak) başkanlık, devlet reisliği” diye tanımlanmıştır. “Dinin uygulanması,
dinin sınırlarının korunması konusunda, ümmetin tümünün
kendisine uyması vâcip olmak üzere Râsûlullah’ın halîfeliğini
yapmak” diye de ifade edilmiştir.72 Mâverdî de şöyle diyor:
“İmâmet; dinin bekçiliği ve dünya siyaseti konularında peygamberliğe
halef olarak konulmuş ve kabul edilmiş bir müessesedir.”73
İbn Hümam; “Mü’minlerin, kendi içlerinden imam seçmelerinin
sebebi, İslâm’ın hükümlerini hakkı ile edâ etmek içindir.”74 diyerek
önemli bir noktaya işaret ediyor. İmam Ebû Muin en-Nesefî
de bu konuda şöyle der: “Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan
imamı görmeden bir günün geçmesi câiz değildir. İmam, devlet
başkanı olan halîfedir. İmâmetin hak olduğunu kabul etmeyen
kimse kâfir olur. Çünkü dinî hükümlerden bir kısmının farz olması,
ancak imamın varlığına bağlıdır. Cuma namazı, bayram namazı
ve yetimleri evlendirmek... gibi. İmamı inkâr eden kimse, farzları
inkâr etmiş olur. Farzları inkâr eden de kâfir olur.” 75
Siyerle ilgili kaynaklarda Rasûl-i Ekrem’in vefatından sonra
sahâbenin, daha Rasûlullah’ı defnetmeden önce imam/halife seçme
hususunda titiz davrandığı kaydedilir. İbn Âbidin, bu konuyla
69] 16/Nahl, 120
70] 21/Enbiyâ, 92
71] Mustafa Çelik, İslâmî Hareket Fıkhı, c. 4, s. 42
72] Abdülkadir Udeh, İslâm ve Siyasî Durumumuz, s. 121-122
73] İmam Mâverdi, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, s.
74] Kemâleddin İbn Hümam, Kitabü’l-Müsâyera, s. 265
75] İmam Ebû Muîn en-Nesefî, Bahrü’l Kelâm fî Akaidi’l-ehli’l-İslâm
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 62 -
ilgili şunları zikreder: “Rasûlullah (s.a.s.) pazartesi günü vefat etmiş,
çarşamba günü defnedilmiştir. Bu arada ashâb-ı kiram, her
şeyden evvel müslümanların başına bir halife seçmekle meşgul olmuşlardır.
Bu sünnet, bugüne kadar devam edegelmiştir. Bir imam
vefat ettimi, onun yerine başkası seçilmedikçe defnedilmez. İmamın,
müslüman ve hür/özgür olması şarttır. Zira kâfir, müslüman
üzerine velî olamaz. Köleden de halife olmaz. Çünkü onun kendine
velî olmaya bile gücü yokken, nasıl başkasına velî olabilir? Sabî
ve köle de deli gibidir. İmam, muktedir, yani hükümleri yürütebilir,
mazlumun hakkını zâlimden almağa, sınırları ve memleketi korumağa,
asker sevkine vs. gücü yeter olmalıdır.” 76
Kâfirlerin (tâğutî güçlerin); Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil/
alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere koydukları
hükümleri reddetmek farzdır. Onların, mü’minler üzerinde velâyet
hakkının bulunmayacağı hususu kesindir.77 Dolayısıyla mü’minler;
kâfirlerin veya mürtedlerin istilâsına/işgâline uğrarlarsa, zor gücüyle
başlarına geçen bu yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı
cihadın farz-ı ayın olduğunu bilirler. Nitekim İmam Serahsî; “Cihaddan
maksat; müslümanların emniyet içerisinde bulunmaları,
din ve dünya işlerini yürütme imkânına kavuşmalarıdır”78 diyerek,
hassas bir noktaya işaret eder. İşgal altında iken dahi; mü’minlerin
(müstevlîlerin liderine itaat etmeyip) kendi içlerinden bir imam
seçmeleri vâciptir. Nitekim İbn Âbidin bu konuyu şu şekilde izah
etmektedir: “Eğer görev verecek sultan yoksa veya kendisinden
görev alacak bir yetkili bulunmazsa (ki bazı müslümanların yaşadığı
bölgelerde olduğu gibi) o bölgelerde gayr-ı müslimler hâkim
olmuşlar, müslümanlar bir bakıma azınlıkta kalmışlar veya müslümanlar
mahkûm durumda, gayr-ı müslimler ise hâkim durumdadırlar.
Kurtuba’da (İspanya’da) bugün (yazarın yaşadığı tarihlerde)
olduğu gibi. Bu durumda ne yapılmalıdır? Gerekli (vâcip) olan,
müslümanların kendi aralarından birine bu görevi (imâmeti) vermeleridir.
Onda ittifak etmeleri vâciptir. Onu kendilerine imam/
idareci olarak seçerler, o da kadı tâyin eder. Böylece kendi aralarında
vuku bulan hâdiselerin yargı organlarına (mahkemeye)
aktarılması sağlanmış olur. Yine buralarda kendilerine Cuma namazı
kıldıracak bir imam nasbederler. İnsanın mutmain olduğu,
kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş istikametinde
amel edilmelidir.79 Kâfir oldukları; kendi ikrarları ve beyyine
ile sâbit olan işgalcilerin tâyin ettiği kadı kabul edilemez. Çünkü
76] İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar al’d-Dürri’l-Muhtar, c. 2, s. 384
77] 4/Nisâ, 141
78] İmam Serahsî, el-Mebsût, c. 10, s. 3
79] İbn Âbidin, a.g.e. c. 12, s. 145
İMAM
- 63 -
velâyet hakkı, kat’i nasslarla sâbittir. 80
“İçinizden hayra çağıran ve ma’rûfu emredip münkerden nehyeden
bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte bunlardır.”81 Bu âyeti tefsir
ederken Elmalılı Hamdi Yazır şunları söyler: “Ümmet, öne düşen,
çeşitli insan gruplarını toplayan, kendilerine uyulan bir topluluk
demektir ki, hepsinin önünde “imam” bulunur. Cemaat ile namazlar,
bu muntazam ve hayırlı sosyal tertibin görüntüsünü ifade
eden gözle görülür şeklidir. Bu şekilde hayra dâvet ve emr-i bi’lma’ruf,
nehy-i ani’l-münker yapacak bir ümmet ve imâmet teşkili,
müslümanların imandan sonra ilk dinî farîzalarıdır. (Farîza; İslâm
açısından yapılması mecburî olan, farz, Allah’ın emri demektir.)
Bu farîzayı yerine getirebilen müslümanlar âyetin açık hükmü gereğince
kâmil (tam) kurtuluşa ererler.” 82
Devletsiz toplum, toplumsuz birey olmaz. Fert olarak insanın
yaratılış maksadı “Allah’a kulluk”tur. Bu gâyenin gerçekleşebilmesi
için ferdin canı, malı, dini, aklı, nesli ve şerefi korunmalıdır.
Korunma ancak düzen içinde olur; düzen ise devlettir, kanun
hâkimiyetidir. Yönetimsiz devlet, başkansız yönetim olmayacağına
göre, devlete bir başkan gereklidir. İslâm’da bu başkana, halîfe
ve emîru’l-mü’minîn sıfatlarının yanı sıra, imam denilmiştir. Birçok
hadis-i şerif, müslümanlara, İslâm devletinin müslüman ve
ehil başkanını tanımalarını, ona bey’at ve itaat etmelerini; bey’at
“şartlı” itaat sözü ve vekâlet mâhiyetinde olduğu için, imam, şartlara
riâyet etmediği veya liyâkat vasfını kaybettiği takdirde ona
itaat etmemelerini (değiştirip yerine lâyık olanı getirmelerini) emretmektedir.
Her sosyal hareket gibi, İslâmî hareketin de rehberlere ve
baş rehbere (imam/önder) ihtiyacı vardır. Hareket, İslâmî olunca,
İslâm’ın hayata hâkim kılınması gibi bir hedefe yönelince rehberlerin
de İslâm âlimi, İslâm’ı iyi bildiği kadar iyi yaşayan kimseler olması
zarûret haline gelmektedir. Tesbihin başlangıç ve bitiş yerini
belirleyen, tesbihi boncuk dizisinden ayırıp “tesbih” yapan şeyin
adına “imâme” denir. Tesbih bile imâmesiz olmadığına göre, ümmetin
imamsız olması elbette mümkün değildir.
“İpi kopan tesbihim,
Dağılmış tane tane;
Acı ama tesbihim
80] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 182-183
81] 3/Âl-i İmrân, 104
82] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. c. 2, s. 407
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 64 -
Hani nerde imâme?”
İzinden Gidilen Önderler; Takvâ
İmamları ve Küfür İmamları
Allah, Kur’an’da imam kelimesini genelde peygamberler ve
kitap için kullanmakla birlikte; Kitabı ve peygamberleri kendisine
örnek edinerek dâvânın yaşanması ve yaşanılır kılınması için öncülük
eden muttakî önderlere karşı cephe oluşturarak, insanların
hidâyeti anlamasını ve hidâyete tâbi olmasını engelleyebilmek için
mücâdele edenleri de Allah küfür imamları/önderleri diye belirlemiştir.
İmam ve Ümmet Münâsebeti: Kur’an’da “imam” kavramının
“ümmet” kelimesi ile yakın ilişkisini görmekteyiz. Biri anlaşılmadan
ve gerçekleşmeden, diğerinin de anlaşılması ve gerçekleşebilmesi
mümkün değildir. Zira ümmetin oluşumunda onlara belli
bir düşünme, davranış ve yapı kazandıran imamdır/önderdir. İşte
bu sebeple, Allah her topluma, bir imam ve rehber olan peygamber
göndermiştir ki, toplumu karanlıklardan aydınlığa çıkarsın.83
Onlara, Kitapla yol göstersin, ışık tutsun, o toplum içerisinde kendisine
iman edenlerin karşılaştıkları problemleri çözümlesin. Tek
kelimeyle hakka, hidâyete yöneltsin; onların dünyalarını mâmur
ettiği gibi, âhirette de kurtuluşlarına sebebiyet verecek aydınlık
ve nurlu yolu (sırât-ı müstakîmi) göstersin. Allah, bozulmaya
yüz tutmuş, kokuşmuş câhilî toplumlara peygamberler gönderir.
Ellerinde kılavuz ve rehber (imam) olarak Kitab vardır. Rasüller,
toplumlarını o Kitaba iman etmeye ve onunla amel etmeye çağırırlar.
İman edenlere, Kitabı ve onun hikmetini öğretirler. Onları
birtakım kötü davranış ve düşüncelerden, nefsin kötü arzularından
arındırarak onlara rehberlik ederler. Dâvet etmiş oldukları
doğrularla insanları fiilî olarak eğitirler; bu bilince dayalı sahih
davranışlarda bulunan sâlih bir toplumu, müslüman bir ümmeti
oluştururlar.
Artık o toplumun önünde imam olan peygamber ve ellerinde
Allah’tan gelen Furkan vardır. O Furkan olan Allah’ın kitabıyla/
hükmüyle hakkı bâtıldan ayırmaya çalışırlar. Zâlim, fâsık, müşrik
ve kâfirleri cehennemle korkutarak, geçmiş toplumların başına
gelen belâ ve musîbetlerin kendi başlarına da gelebileceğini
hatırlatarak, kendilerine yüklenilen dâvet görevini yerine getirmeye
çalışırlar. İman edenleri, ihsanda/güzel davranışlarda bulunmaya
ve sorumluluk bilinciyle hareket etmeye çağırır; hakka,
83] 2/Bakara, 257
İMAM
- 65 -
hayra yönelen ve başkalarının da hakka yönelebilmesi için Allah’a
dâvet eden, iyilikleri emredip kötülükleri yasaklayanları cennetle
müjdelerler. Bu görevlerini yerine getirirken, dâveti reddeden bir
toplum oluşur ki; bunların da öncüleri, imamları/önderleri vardır.
Bu önderleri, halkı hakka ve hayra karşı örgütlerler. Bunların bir
ideolojileri, ellerinde ise arzularından kaynaklanan bir kitapları,
prensipleri ve ilkeleri vardır. Onunla düşünce ve davranışlarını
ayarlamaya çalışır, örgütlü bir toplum oluşturmaya çalışırlar. Bu
toplumun adı ise “câhiliyye” veya “küfür toplumu”dur.
Günümüzde Kur’an’ı yaşam biçimi olarak kabullenmeyip
başka sistemleri (komünizm, faşizm, kapitalizm, demokrasi, Kemalizm
vs.) onun yerine ikameye çalışanlar ile bazı meselelerde
Kur’ân’ı kabullenip hatta bazı ibâdetleri de şeklen (namaz, oruç,
hac gibi) yerine getirmelerine rağmen, toplumsal yapıyı düzenlemede
Kur’an dışı sistemlerden birini kabullenen toplumlar işte
bu câhiliyye toplumu kategorisine girerler. Örgütlü câhiliyye toplumu,
İslâm’a ve müslümanlara, kademeli olarak savaş başlatır ki;
hem kendi sistemini ayakta tutabilsin, hem de kendisini yok etmeye
yönelik tüm düşünce, oluşum ve örgütlenmeleri yok edebilsin.
Ancak, bu mücâdelesinde hassas davranması gerekir. Eğer o
toplumda din, geleneksel anlamda kabul görüyor ve kısmen yaşanıyorsa,
orada ruhban, Bel’am ve Sâmirîleri kullanarak davranışlarını
dine dayandırıyor intibâı vererek topluma dindar gözükmesi
gerekir ki, otoritesini meşrûlaştırabilsin. Âyetleri ruhban, Bel’am
ve Sâmirîlerine te’vil ve tahrif ettirerek, gerçekleri saptırarak,
mücâdeleci müslümanları bozguncu ve bölücü olarak, terörist
olarak gösterebilsin. Bunu sağladıktan sonra, oradaki müslümanlara
uygulayacağı işkence, mahkûmiyet veya yargısız infazlarla
mücâdelenin önünü kesebilsin. Kendisinin müsaade ettiği din
anlayışını ise te’vil ve tahrif mantığı ile bu psikolojik ve bedensel
işkencenin de verdiği korku ile toplumda kabul görüp taraftar
bulmasını sağlayabilsin.
İşte böyle bir ortamda; âhiret bilinci kalplerine yerleşmiş olan
müslüman dâvâ erleri sabrı kuşanarak, küfür toplumu içerisinde
yeniden bir ümmet oluşturabilmek için sorumluluk bilinci ile bir
araya gelmek zorunluluğu hissederler. Ancak bu şekilde, Allah
Teâlâ’nın rahmeti ortaya çıkmış olur. “Sabrettikleri ve âyetlerimize
yakînî olarak (kesin bir şekilde) iman ettikleri zaman, onların içinden, emrimizle
doğru yola ileten imamlar/rehberler yaptık.” 84
Evet, bir yanda câhiliyye toplumu içerisinde insanları hidâyete,
84] 32/Secde, 24
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 66 -
doğru yola dâvet edip yönelten bir imam veya peygamber; diğer
yanda ise peygambere veya muttakî imamlarlarla beraber Kur’an’a
tâbi olanları engellemeye çalışan ateş önderleri, ateşe dâvet eden
imamlar. “Onları (Firavun ve askerlerini) (insanları) ateşe çağıran imamlar/
öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.”85 Onlar
kıyâmet günü yardım görmeyeceklerdir. Çünkü onlar insanların
hidâyeti anlamalarına engel olmuşlardır. Onlar kitabı te’vil ve tahrife
yönelerek, insanların vahyi anlamalarını engellemiş ve sapmalarına
sebebiyet vermişlerdir. Peki ya onları destekleyerek yanlarında
yer alanlar, onların zulüm ve işkencesinden korkarak uymak
mecburiyetinde oldukları anlayışıyla hareket edenler, kendilerini
sorumluluktan kurtarabilecek mi?
“Rabbim, bizi saptıranlar bunlardı, bunlar bizim hakkı anlamamıza
ve hakkı yaşamamıza engel olmuşlardı, bizi bunlardan ayır,
bunlardan ayrı değerlendir. Biz, güçsüzlüğümüz sebebiyle onlarla
birlikte olmuş, İslâm’a ve müslümanlara karşı yapılan savaşta
bu sebeple onların yanında yer almıştık” diyerek davranışlarının
doğru olduğunu savunabilecekler mi? Hayır! Bu bahanelerin hiçbir
faydası olmayacak. Çünkü onlar zâlimlerle birlik olup hakka
birlikte karşı çıkmışlar, âhireti bir kenara bırakarak dünya nimetlerini
tercih etmişlerdir. Yardımcı oldukları, yolunda yürüdükleri
imamları/önderleri olan o zâlim müstekbirlerle birlikte ateşe gireceklerdir.
Âhirette insan toplulukları imamları/önderleriyle birlikte
çağrılacaktır.
“Her insan topluluğunu, imamları/önderleri ile birlikte çağıracağımız
günde kimlerin amel defterleri sağından verilirse, onlar, en küçük bir
haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okurlar.”86 Evet, o gün insanlar
ellerine tutuşturulan kitabı okuyacaklar. “Eyvah, bu kitaba
ne olmuş, büyük küçük her şeyi en ince ayrıntısına kadar saymış,
dökmüş. Yazıklar olsun bize!” diyecekler,87 ama artık faydası yok;
orada haksızlığa uğratılmadan bizzat kazandıkları şeyler sebebiyle
ateşe atılacaklardır.
Kur’an’da imam kelimesi ile kastedilen şeyin sadece peygamberlerin
değil, rasûllerle birlikte kitabın da imam olduğunu,88 insanlara
önder ve rehber olduğunu, onların yollarını aydınlatıp
hayatlarını belli bir plan çerçevesinde programladığını görürüz.
Peygamberler görevlerini yerine getirip ümmetini/toplumunu
oluşturduktan sonra onlar toplum içerisinde tâyin edilmiş bir
85] 28/Kasas, 4128/Kasas, 41
86] 17/İsrâ, 71
87] 18/Kehf, 49
88] 11/Hûd, 17
İMAM
- 67 -
vakte kadar kalırlar, sonra Allah onları toplumlarından çekip alınca,
artık orada önder ve rehber (imam) olarak kitap vardır. İnsanlar
artık o kitaba sarılırlar, onunla problem ve ihtilâflarını halleder,
onunla toplumsal yaşamlarını düzenlerler. Belli bir süre böyle devam
eder, zamanla nefislerini ön plana çıkaranlar olur, aralarında
ihtilâflar baş gösterir. Kimileri bağy edip Allah’ın hidâyetinden,
aydınlık yolundan saparlar. İhtiraslar çoğalır, dünyaya meyleder,
âhireti unuturlar. Bu sebeple ayrılık ve fitne zuhur eder, dinden
sapmalar çoğalır. Onlar artık din, kitap tanımazlar. Onların ahit ve
antlaşmaları da olmaz. Orada can, mal, akıl, nesil ve din emniyetleri
de kalmaz. Orada her şey onların hevâlarına/arzularına göre
ayarlanır.
Eğer güçlü iseler, birtakım değerleri ayaklar altına alırlar, ezmeye,
sömürmeye ve yok etmeye çalışırlar. Artık öylesi ortamlarda;
peygamberi kendisine örnek edinen, Kitabı rehber (imam)
edinen mü’minler için ağır sorumluluk başlar, o sorumluluklarını
yerine getirmeye çalışmaları gerekir: “Eğer antlaşmalarından sonra
yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün imamlarına/önderlerine
karşı savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şeyleri) yoktur. (Onlara
karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” 89
Peygamberin çizgisini tâkip eden tevhidî topluluk, içinde yaşadıkları
câhilî toplumun önderlerine karşı uyanık ve dikkatli olmak
zorundadır. Zira, onlar gücü ellerine geçirdikleri zaman, ekini
ve nesli ifsad ederler.90 Bunu gerçekleştirirken ne söz/ahit, ne de
antlaşma tanırlar. Artık orada insanların hürriyetleri ellerinden
alınır ve insanlar tâğûtî otoritenin kulu haline getirilirler. Orada
zulüm ve haksızlık yaygınlaşır. Küfrün imamları/önderleri, otoritelerini
süreklileştirebilmek için, insanların bilinçsizleştirilmeleri
ve sorumluluk duygularını kaybetmeleri gerekir. Bu tâğutlar, fikir
ve düşünce hürriyetini kendi ölçülerine göre belirler, birtakım tabular
oluştururlar. Bilinçsizleştirdikleri yığınların kaybolan değer
yargılarının yerine, küfrün imamları/önderleri, kendi değer yargılarını
enjekte ederler ve bunları toplumun sahiplenmesini isterler.
Böyle bir toplumda, bilinçli kimselere haksızlık karşısında
susmayan inançlı insanlara çok büyük görevler düşer. Zira Allah,
insanları bilinçlenmeye ve akletmeye çağırır. Allah, kullarını, kullara
kul olmaktan kurtarıp sadece kendisine kulluk yapmalarını
sağlayarak gerçek hürriyetlerine kavuşmalarını ister. İşte bu sebeple,
küfrün önderleri olan müstekbirler, fırsatını buldukları an
89] 9/Tevbe, 12
90] 2/Bakara, 205
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 68 -
müslüman dâvâ erlerini ve onların imamlarını yok etmeye çalışırlar.
Rabbimiz ise, müslümanların Kur’an’ı kendilerine imam (rehber)
edinmelerini istemektedir.
Kur’an bize rehberlik ederek küfrün önderlerine karşı sürekli
bir mücâdele içerisinde olmamızı öğütler; onlarla savaşmamızı
emreder.91 İşte bu savaş, yani cihad, organize olmuş imamlı bir cemaatle
olur. Toplum, müttakî bir topluluktur. İmamları ise takvâ
sahiplerinin önderidir. Onlara takvâda öncülük eder. Bu toplumda
bütün hesaplar âhiret üzerine yapılır, âhireti kazanmanın
mücâdelesi verilir. “Ve onlar (iman edip tevbe edenler), ‘Rabbimiz! Bize
gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine
imam/önder kıl!’ derler.” 92
İmam, bir rehber ve önderdir; insanlara öncülük eder. İmâmet
ise bir makamdır, rehberlik ve önderlik makamı. İmâmet, Âdem’le
başlamış ve Rasûlullah’a kadar kesintisiz olarak vahiyle birlikte
devam etmiştir. Rasûlullah’tan sonra ise bu makam, O’nun getirdiği
Kitab (Kur’an)’a vâris olan, Kitabı yaşayıp toplumda yaşanılır
kılabilmek için mücâdele veren imamlar tarafından sürdürülecektir.
İşte bu imamlar, Rasûl’ün getirdiği şeriatı uygulamada ve dini
insanlara tebliğ etmede O’nun halefidirler. Bu makama getirilen
insanın Kur’an’ı kendisine rehber, Rasûlullah’ı ise örnek edinerek
muttakî olması gerekir. Peygamber’in soyundan da gelse zâlim
olanlar bu makama gelemezler. 93
Firavunî sistemlerin temeli, zora ve zulme dayanır. Orada insanlar
gruplara, partilere ayrılarak güçsüzleştirilerek birlikleri yok
edilir. Bu sistemlerin zulüm ve sömürülerinden kendilerini korumaya
çalışanlar, Firavunların/küfür önderlerinin kendilerine müsaade
etmiş oldukları yasalar çerçevesinde hareket ederler. Bu sebeple
orada güç ve inisiyatif Firavunların elindedir, onu diledikleri
gibi kullanırlar. Tüm mücâdeleci hareketleri kontrolleri altında
tutarlar.
Allah ise zayıf bırakılmış, ezilen ve sömürülen müstaz’af halka
seslenerek onları birlik olmaya, yeniden imâmeti diriltmeye ve
müstekbirlere karşı mücâdeleye dâvet ediyor, kendilerine lütufta
bulunarak onları yeniden önderler yapacağını, ezilmiş ve sömürülmüşlükten
kurtaracağını ve ne yapmaları gerektiğini anlatarak
uyarıyor. “Biz istiyoruz ki, o yeryüzünde müstaz’aflara (güçsüz düşürülenlere)
lütufta bulunalım, onları imamlar/önderler yapalım, onları vârisler
91] 9/Tevbe, 12
92] 25/Furkan, 74
93] 2/Bakara, 124
İMAM
- 69 -
kılalım (ötekilerin yerini aldıralım).” 94
“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman
Allah’a ve Rasûlüne icâbet edin. Ve bilin ki, muhakkak Allah, kişi ile kalbi
arasına girer ve siz O’na götürülüp toplanacaksınız.” 95
İman edenler, imanlarının gereği olarak Allah’ın ve Rasûlünün
çağrısına dikkat etmeliler. Bu çağrının gösterdiği hedefin gerçekleşebilmesi
için gerekli güç ve çalışmayı ortaya koymalılar. Zira bu
çağrı iman edenlere hayat bahşedecek bir dâvettir. İmâmet kurumunun
yeniden gerçekleşebilmesi için imamlı cemaatlerini oluşturmaları
gerekir. Zira Allah’ın huzuruna götürüldükleri âhiret
gününde bu ağır sorumluluk gerektiren görevlerini yerine getirmemenin
ne anlama geldiğini bilirler.
Her imam, kendi cemaatini oluştururken, İslâm’ın karşısında
insanlar da oluşacaktır. Bu insanlar da küfrün imamlarıdır. İnsanları
kendi küfür yollarına dâvet ederken, kendi küfrî toplumlarını
oluştururlar. Artık orada iki ayrı topluluk oluşmuştur. Bir yanda insanları
Allah ve O’nun dinine çağıran imam ve beraberinde oluşan
“İslâm toplumu”, diğer yanda, insanları ateşe (cehenneme) çağıran
küfür imamları ve beraberinde oluşan “câhiliyye toplumu”.
Bu iki toplumun da inandıkları bir rabbi, bir dini vardır. Bu
topluluklar, âhirete imamlarıyla birlikte giderler. Peygamber’i,
O’nun getirdiği Kur’an’ı ve Kitap’la insanlar arasında hükmeden
Peygamber’in halefi olan imamları kendisine rehber edinenler
âhirette O’nunla beraber cennete girerler. Allah, Kur’an ve
Peygamber’i tanımayan veya bunları tanıdığını iddia etmesine
rağmen, Kur’an’ı yaşam biçimi olarak kabullenmeyip kendi yanlarından
sistem belirleyerek insanları onunla idare edenleri önder
ve rehber edinenler de âhirette o imamlarıyla birlikte ateşe girecekler,
cehenneme atılacaklardır.
Her ümmetin peygamberi Allah huzurunda şâhidlik edecek96
ve “Yâ Rabbi, Senin dinini, Senin mesajını insanlara ulaştırdım, onlara
Kitap’ta belirlediğin hayat şeklini ve bana öğrettiğin doğru
düşünme ve uygulama biçimini öğrettim” diyecektir. Rasûlullah’ın
ümmeti, sadece kendi bulunduğu dönemde yaşayıp da dâvetini
kabullenerek onun gereklerini yerine getiren insanlarla sınırlı
değildir. Bu ümmet, O’nun risâlet döneminde başlayıp kıyâmet
gününe kadar getirmiş olduğu dine girerek ona uygun amellerle
94] 28/Kasas, 5
95] 8/Enfâl, 24
96] 4/Nisâ, 41
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 70 -
imanını doğrulayarak onun göstermiş olduğu yolda yürüyen ve
o dinin sürekli yaşanılabilmesi için dâvet ve cihad görevini yerine
getiren insanların tamamından oluşmaktadır.
Biz de, bizim için çizilmiş olan bu yolda imamlarımızı hangi
ölçüye göre tesbit etmiş olduğumuza, kimleri imam olarak tanıdığımıza
dikkat edelim. Dikkat edelim ki, âhiretimizi kurtarmaya
çalışmış, görevimizi yapmış olabilelim; âhirete imamımızla birlikte
gideceğimizi unutmayalım. Onlar bizim hakkımızda orada
şâhidlik edeceklerdir.
Kur’an’da belirlenen imamlı cemaatimizi oluşturarak, âhirette
kurtuluşumuzu sağlayacak davranış içerisinde olalım. Bu ümmetin
kıyâmete kadar devam edebilmesi için bizden sonra gelen nesillere
bu kurumu sapasağlam, tertemiz bir vaziyette bırakalım ki,
kurtuluşa erenlerden olabilelim. “İçinizden hayra çağıran ve ma’rûfu
emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler,
işte bunlardır.”97; “Muhakkak ümmetiniz tek bir ümmettir ve Ben de sizin
Rabbinizim; o halde Bana ibâdet edin.” 98
İşte Allah’ın tarif ettiği ideal toplum. İslâm’ı kendine din olarak
seçmiş, Allah’a iman ederek yalnız O’nu Rab edinmiş, kulluğunu
sadece O’na yaparak başka hiçbir şeyi ortak tanımayan, sahte
rableri reddederek onların yaşam biçimlerini ve ideolojilerini kabul
etmeden, kıble edinilen çeşitli şeylere yönelmeyip sadece Rabbimizin
belirlediği kıbleye yönelen, Kur’an’da tarif edilen, özellikleri
belirtilen şahsı kendisine imam edinerek, başkalarını önder ve
rehber edinmeyen muttakî toplum; işte kurtulacak olan cemaat
de budur. 99
Zâlim ve Fâsığın İmâmeti
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim’i (a.s.) ateşten koruduğu
gibi, evlâtlarını da korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün
mevki ve mertebe de vermiştir. Kur’ân-ı Kerim Hz. İbrâhim’in
önderliğinden ve evlâtlarından şöyle bahsediyor: “Bir zamanlar
Rabbi İbrâhim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine
getirince; ‘Ben seni insanlara imam/önder yapacağım’ demişti. ‘Soyumdan
da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)’ dedi. Allah: ‘Ahdim zâlimlere
ermez (onlar için söz vermem)’ buyurdu.”100 Allah Teâlâ, sevdiği kulu
İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan
97] 3/Âl-i İmrân, 104
98] 21/Enbiyâ, 92
99] C. Tayyar Soykök, Kur'an'da İmam ve İmamet, Haksöz, sayı 62, 64
100] 2/Bakara, 124
İMAM
- 71 -
ediyor. Çünkü İbrâhim (a.s.), Yüce Allah’ın sınavlarını tümüyle ve
en güzel şekilde kazanmıştı.
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim’i (a.s.) ateşten koruduğu
gibi, evlâtlarını da şirk ve haramlardan korumuş ve onlara peygamberler
arasında üstün mevkî ve mertebe de vermiştir. Yüce
Allah, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder
yaptığını beyan ediyor.101 Çünkü İbrâhim (a.s.), Allah’ın sınavlarını
kazanmıştı. Allah’ın kendisini insanlara imam kılacağını beyan
edince, İbrâhim (a.s.) kendi soyundan da imamlar isteyince, Allah
“zâlimler imamlık/önderlik hakkına sahip olamazlar” karşılığını
vermiştir. Hiçbir zâlim, imam olamaz, kendisine uyulan önder
olamaz, buna hakkı yoktur. Allah’ın imâmet ahdine hiç bir zâlim
eremez.
Bu konuda Fahreddin Râzi şöyle der: “Onlar (zâlimler), Allah’ın
emirlerinin kendilerine emanet edildiği kişiler olamaz. Kendilerine
uyulamaz. Dolayısıyla imam (önder, lider) olamaz. Böylece
fâsığın imâmetinin bâtıl olduğu bu âyetin delâleti ile sâbit olmuştur.
Efendimiz buyuruyor ki: “Yaratana isyan konusunda hiçbir
mahlûka itaat yoktur.”102 Ve yine bu âyet-i kerime gösteriyor ki, fâsık
hâkim olamaz. Hüküm mevkiine geçtiği zaman, onun verdiği hükümler
uygulanamaz. Şehâdeti kabul edilmez ve Rasûlullah’tan
naklettiği hadis benimsenemez. Fetvâ verirse fetvâsına itibar edilmez.
Namaz için öne geçirilemez.” 103
Görüldüğü üzere imamlık veya diğer bir adıyla önderlik, sıradan
basit bir görev değildir. Babadan oğula geçen veya soy sop takip
eden bir verâset malı olmadığı gibi, zâlim, fâcir, fâsık, münâfık
ve müşrik gibi kimselerin de gelip oturduğu bir makam değildir.
İmamlık; iman, amel, şuur ve yaptırıcı güce sahip olanların hakkıdır.
Bu üstün meziyetlere sahip olmayanlar babası ve atası ne
olursa olsun, o yüce makama getirilemez. İslâm, bir saltanat ve
hükümdarlık dini değildir. İslâm, hak ve adâlet dinidir. Kim o mertebeye
ulaşırsa onun hakkıdır.
İmamlığı sadece bir devlet başkanı olarak düşünmek doğru değildir.
İmamlık; risâlet imamlığı, hilâfet imamlığı, devlet imamlığı,
cemaat imamlığı ve namaz imamlığı şeklinde geniş bir muhtevâya
sahiptir. Hangi şekliyle olursa olsun, o makamlara geçecek şahsın
zâlimlik, fâsıklık ve benzeri sıfatlardan uzak kalarak tam bir
adâlet sıfatına sahip olması şarttır. Allah Teâlâ’nın İbrâhim’e (a.s.)
101] 2/Bakara, 124
102] Müslim, İmâre, 38, hadis no: 1839
103] İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, c. 2, s. 536
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 72 -
söylediği “zâli1m. ler.e imamlık ahdim erişmez” ifadesi, sadece İbrâhim
nesline münhasır değildir. Her dönemde geçerli bir kuraldır.
Zâlimlik ve fâsıklık yaparak Allah’ın dinini hafife alan herkes için
geçerli bir ölçüdür bu. Dün de, bugün de, yarın da olsa zâlimler,
bu yüce makama getirilemez. Şirk, en büyük zulüm104 olduğu için,
müşrik bir kimse büyük bir zâlimdir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen
zâlimlerin ta kendisi105 olduğundan Allah’ın indirdiği dışında,
O’na ters yasa veya hükümle hükmetmek, insanları yönetmek
zulüm olduğu gibi bu yönetici de zâlimin ta kendisidir.106 Zulmün
zıddı, adâlettir. Allah adâletle davranmayı emretmektedir.107 Bütün
bunlarla birlikte nefsine uyduğundan, câhillik ve başka sebepler
yüzünden adâletten ayrılan kimse de zâlimdir. Ve zâlimlerin
imam/önder/lider olma hakkı yoktur. 108
İslâm siyâset tarihinde hiçbir fakîh, kâfirin imâmetini/yöneticiliğini
tartışmamıştır. Çünkü Kur’an’la sâbittir ki, kâfirlerin
mü’minler üzerinde velâyet hakkı yoktur: “Allah kâfirlere mü’minler
üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.”109 Tartışılan konu, fâsık ve
zâlimin imâmeti ve yöneticiliğidir.
Bu konuda Hâricîler’i bir kenara bırakırsak, birbirine zıt iki görüş
vardır orta yerde. 1- Mürcie’nin görüşü: Bunlar, “olan” olması
gerekendir, deyip statükoyu savunanlardır. Bunlara göre, eğer birileri
herhangi bir yolla yönetimi ele geçirmişse bunun ele geçiriliş
tarzına bakılmaz. O yönetici zâlim ve fâsık olsa da meşrû addedilir.
2- Mu’tezile: Bu kesim de fıskı ve zulmü görülen bir yöneticinin
yönetimi gayr-ı meşrûdur. O meşrû olmadığı gibi, o yönetimde
görev yapan hâkimlerin -isterse Allah’ın indirdiğiyle hükmetsinlerhükümleri
meşrû değildir.
Bu noktada İmam Âzam, daha dengeli bir tavrı benimsemiştir.
Zâlim ve fâsığın yöneticiliğini kabul etmemekle birlikte, sosyal
faâliyetlerin yürütülmesi gerektiğini kabul ederek, eğer kendisi
âdilse zâlim imamın/halîfenin kadısının (hâkiminin) hükmünü
kabul etmiş, sorumluluğu ferdin kendisinden başlatmıştır. İmam
Âzam, zâlim ve fâsık bir yönetimde görev alma konusuna bireysel
açıdan yaklaşıyordu. Eğer fâsık bir rejimde fert, bulunduğu makamda
İslâm’ın ahkâmını icrâda bir engelle karşılaşmıyorsa onun
o makamda bulunmasına cevaz veriyordu. Ancak, ferdin fâsık ve
104] 31/Lokman, 13
105] 5/Mâide, 45
106] 5/Mâide, 45
107] 16/Nahl, 90
108] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 46-49
109] 4/Nisâ, 141
İMAM
- 73 -
zâlim olması durumunda bunu meşrû saymıyordu. Tekrar başa dönerek,
sorumuzu soralım: İmam Âzam’ın zâlim ve fâsığın imamlığı/
yöneticiliği konusundaki net görüşü ne idi? Bu sorumuza Mekkî
ve Kerderî’nin ortaklaşa aldıkları İmam Âzam’ın bir ictihadında
cevap buluyoruz:
“Fey’i (İslâm devletinin gayr-ı müslimlerden aldığı vergiyi)
meşrû olmayan yollarda harcayan, ya da zulümle hükmeden ve
Allah’ın emirlerini terkedip yasaklarını irtikâp eden kimsenin
imamlığı/yöneticiliği bâtıldır. Onun vereceği emirler ve hükümler
geçersizdir.” Bazıları, İmam Âzam’ın “fâsık imamın ardında namaz
kılınabilir ve eğer âdil ve sâlih ise yönetici zâlim de olsa o
yönetimin Kur’an ile hükmeden kadısının hükmü geçerlidir” görüşleriyle;
“zâlim ve fâsık’ın yöneticiliği gayr-ı meşrûdur; onun hükümleri
geçersiz, ona yapılan biat bâtıldır” ictihadı arasında bir
çelişki olduğu zehâbına kapılmıştır.
İmam Âzam’ın namaz için fâsığın imâmetine, zâlim bir yönetimde
kadılık yapan âdil birinin meşrû hükmünü tenfîze cevaz
verişinden yola çıkanlar “yanlıştan yanlış gelir” mantığıyla onun
fâsık ve zâlimin imâmetini/yöneticiliğini de kabul ettiğini sanmışlardır.
Yani, “zâlim imamın/yöneticinin hükmü ne ise, onun tâyin
ettiğinin hükmü de aynıdır” demişlerdir. Bazıları bu zanlarından
dolayı Ebû Hanife’yi tâviz vermekle suçlarken, bazıları da yine bu
yanlış anlayışı kendi bâtıl görüşleri olan zulümle uzlaşma çarpıklığına
dayanak göstermişlerdir. İkisi de yanlış.
Hanefî mezhebinin ünlü imamlarından Ebûbekir Cessas’tan
dinleyelim: “İnsanlardan bazıları Ebû Hanife’nin fâsığın
imâmetine ve hilâfetine “olur” verdiğini ve halîfeyle hâkimin arasını
ayırarak onun hükmünü câiz görmediğini zannederler. Bunu
kelâmcılardan Zürkan adında biri söylemiştir. Kuşkusuz bu lakırdı
asılsızdır. Ebû Hanife’ye göre halife ile onun atadığı hâkim arasında
(yönetme hakkı ve meşrûiyet açısından) bir fark yoktur. Yönetime
gelişleri ve getirilişleri (hâkimin kendisi âdil ve sâlih de olsa)
gayr-ı meşrûdur. Çünkü her ikisinin meşrûiyetinin şartı da âdil olmaktır.
Fâsığın hilâfeti ve hâkimliği meşrû olmadığı gibi, şâhitliği
de kabul edilmez. Eğer Peygamber’den rivâyet ettiği hadis varsa
o da alınmaz.” 110
Ebû Hanife şöyle der: “Ümmetin malını meşrû olmayan yollarda
harcayan, ya da zulümle hükmeden ve Allah’ın emirlerini terkedip
yasaklarını irtikâp eden kimsenin yöneticiliği bâtıldır. Onun
110] Cessas, Ahkâmu’l-Kur’an, I/86 Cessas, Ahkâmu’l-Kur’an, I/86 Cessas,
Ahkâmu’l-Kur’an, I/86
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 74 -
vereceği emirler ve hükümler geçersizdir.”
Cessâs, “Zâlimler ahdime nâil olamazlar.”111 âyetinden hüküm çıkarırken
şunları söyler: “Bu âyetin delâletiyle fâsığın imamlığının/
yöneticiliğinin bâtıl olduğu anlaşıldı. Fâsık ve zâlim biri halife olamaz.
Hatta bu karakterde olanlar, herhangi bir biçimde yönetim
makamına gelseler, fıskları yüzünden halkın kendilerine uymaları
gerekmez. Bu konuda Rasûlullah şöyle buyuruyor: “Allah’a isyanda
kula itaat yoktur.” Bu hadis de delâlet eder ki; fâsık biri hâkim olamaz;
hükmettiği zaman verdiği hüküm yerine getirilmez, şâhitliği
kabul edilmez, Peygamber’den rivâyet ettiği hadis alınmaz, müftü
olup fetvâ verdiğinde fetvâsına uyulmaz.” 112
İbn Abbas, bu konuda şöyle der: “Zâlime verilen söze (biat)
vefâ gerekmez. Eğer ona verdiğin sözü yapmayınca zulme uğrayacaksan,
o zaman sözünü yerine getir.” Hasan Basrî ise şu açıklamayı
yapar: “Zâlimlere verilmiş ahid yerine getirilmez. Allah
âhirette onu yerine getirmeyen kişiyi sorumlu tutmayacağı gibi,
ecrini de artırır.” 113
İmam Âzam’ın zâlim ve fâsığın (kâfirin değil) yöneticiliği konusunda
hem böylesine pratik, hem de ideal bir yaklaşımı benimsemesi,
üzerinde durulması gereken bir konu. İmam bu yaklaşımıyla
olayı ferdin kendisinde başlatmış, kişiyi kendi yaptığı
eylemlerle karşı karşıya bırakmıştır. Böyle yapmakla “olan” ile
“olması gereken” arasındaki tercihte bocalayan birçok insana çıkış
yolu göstermiştir. Bu yol, anarşiye meydan vermeden zulme karşı
çıkmanın yoludur. Bu yol, toplum için ferdin önceliklerini, fert
için toplumun önceliklerini ihlâl etmeden yaşayabilmenin adıdır.
Bu yol, zâlim ve fâsık yöneticileri aklamak için kendilerince meşrû
birtakım mâzeretler uyduranların mâzeretlerini iptal eden yoldur.
Ümmetin tepesine musallat olan zorbaların elinden ümmeti
kurtarmak için bulunmuş dengeli bir mücâdele metodudur. İmam
Âzam, insanlara, zâlim ya da mazlum olmaktan başka seçenek
bırakılmayan ortamlarda, dengeli bir çözüm, meşrû ve pratik bir
çıkış yolu göstermiştir. 114
Zâlim ve Fâsık İmama Karşı Kıyam Hakkı
İmam Âzam, zâlim ve fâsık yönetime karşı müslümanların
silâhlı başkaldırısını emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker
111] 2/Bakara, 124
112] Cessâs, a.g.e., I/86
113] Cessâs, a.g.e., I/85
114] Mustafa İslâmoğlu, İmamlar ve Sultanlar, s. 239-242
İMAM
- 75 -
farîzasının bir parçası olarak görmüştür. Bu konuda İmam Ebu
Hanife ilk değildir. Emevîler, hilâfeti ellerine geçirdiğinden beri
silâhlı kıyamı savunan sahâbe ve ulemâ eksik olmamıştır.
Sahâbeden Hicr bin Adiyy ve arkadaşları bu görüşteydiler ve
yönetim tarafından katledildiler. Hz. Âişe ve Abdullah bin Mes’ud
gibi ünlü isimler de bu çıkışları desteklediler. Hz. Hüseyin, zâlim
ve fâsık yönetime karşı kıyâmın (hurûç ale’s-sultan) farziyyetine
inanıyor ve bu uğurda şehâdeti göğüslüyordu. Hz. Ebûbekir’in
torunu Abdullah bin Zübeyr de aynı inanç uğrunda mücâdele vermiş
ve şehid edilmişti. İbn Eş’as ayaklandığında tâbiînin en ünlü
âlimleri onun bu çıkışının şer’î olduğunu ilân ederek halkı yönetime
karşı onu desteklemeye çağırıyorlardı. Bu cümleden olarak İbn
Ebî Leylâ, eş-Şa’bî, Ebu’l-Bahterî ve Said bin Cübeyr’i sayabiliriz.
Zamanlarının en ünlü fakîhleri olan bu zatlar İbn Eş’as kıyâmının
içinde yer almışlar, bizatihî yardımcı olmuşlardır.
Hasan Basrî de kıyamları meşrû görmekle birlikte, başarılı olmasını
şart koşmuş, başarılamaması durumunda çok kan dökülür
gerekçesiyle kıyamların içinde bizzat yer almamıştır. Ancak,
yönetimin verdiği maaşı reddetmiş, işledikleri zulümleri bir bir
saymış, bunun gıybet olacağını söyleyen bazılarına “zâlimin zulmünü
dile getirmek gıybet değildir” demiştir. Bu dönemde, her
tarafta zâlimler tarafından oluk oluk müslüman kanı akıtılırken
âlimlerden bazılarının “ilim” adı altında fer’î meselelerle halkı
oylamasına içerleyen Hasan Basrî hayretini şöyle dile getirecektir:
“Ne garip! Müslümanların kanlarının köpek kanı gibi akıtılmasına
aldırmayanlar, pire kanının hükmünü soruyorlar.”
İmam Zeyd ile İmam Muhammed ve İbrahim’in kıyamlarında
İmam Âzam’ın sergilediği tavır oldukça nettir. Kıyâmını Bedir
Zaferi’ne benzettiği İmam Zeyd’e elinden gelen her türlü yardımı
yapması, onu çağının diğer fakîhlerinden ayıran en önemli
boyutudur. Bu olaylarda verdiği fetvâ ve sergilediği tavırlardan
anlaşılan o ki İmam Âzam, İmam Zeyd ile İmam Muhammed ve
İbrahim’e biat etmişti. İmam, İbrahim bin Hasan’ın kıyâmında
“boynumuza ipler takılsa yine de sözünden dönenlerden olmayacağız”
diyordu. Basra’lı tâbîsi Ebû İshak’a: “İbrahim’in safında
cihad eden kardeşinin aldığı sevap, senin kâfirlerle giriştiğin savaşta
aldığın sevaptan üstündür” diyordu.
İmam Âzam’ın zâlim ve fâsık yönetimler karşısında gösterdiği
bu tavır konusunda çağdaşlarından fakîh Evzaî şöyle der: “Ebû
Hanife’nin tüm ictihadlarına tahammül ettik. Ne ki, bu kez zâlim
ve fâsık yöneticiye karşı silâhlı kıyâmı kabullenerek, üzerimize
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 76 -
kılıçla geldi. Emr bi’l-ma’ruf nehy ani’l-münker’in vücûbuna inanıyordu.
Kendisine bu konuda hüküm soranlara Rasûlullah’ın şu
hadisini naklediyordu: “Şehidlerin en erdemlisi Hamza bin Abdulmuttalib
ve zâlim yöneticiye iyiyi emredip kötüden sakındırdığı için öldürülen
kimsedir.” 115
İmam Âzam, bu ictihadının altını kanıyla imzalamış, Allah da
onun adını yüceltmiş ve ebedîleştirmiştir. İmam Âzam’ın bu konudaki
ictihadlarını ve tavrını çok net bir biçimde özetleyen Hanefî
mezhebinin ünlü imamı Ebûbekir el-Cessâs, yöneticilerin zulmüne
ve fıskına karşı hassâsiyetini yitiren kimi tâvizkâr âlimleri eleştirerek
şunları söyler: “Geçmişte ve günümüzde câhil ve lüzumsuz
bazı hadisçiler hâriç İslâm ümmetinin âlimlerinden hiçbiri böyle
bir durumda silâhlı kıyâma karşı çıkmadı. Bu câhil ve lüzumsuzlar,
bağî olan topluluğun öldürülmesini, emr bi’l-ma’ruf nehy
ani’l-münker’in silâhla yapılmasını hoş görmeyip ona karşı çıktılar.
Allah’ın şu âyetini işittikleri halde silâhla emr bi’l-ma’ruf nehy
ani’l-münker’i fitne sayıp azgın zorbaların öldürülmesini kerih
gördüler: “Saldırganlık yapanlarla Allah’ın hükmüne boyun eğinceye kadar
savaşın.”116 Âyetin lafzı, savaş işinin kılıç, ya da başka silâhlarla
olmasını gerekli kılıyor.
Bazıları, sultanın zulmüne, fıskına, Allah’ın öldürülmesini haram
kıldığı canlara kıymasına, karşı konulamayacağını, ancak sultanın
dışındaki yöneticilere de silâhsız olarak sözle, ya da başka
bir biçimde karşı konulabileceğini söylemekle ümmete düşmanlardan
daha beter kötülük ettiler. Çünkü onların bu gibi fetvâları
insanları zorbaları öldürmekten, zâlim ve günahkâr yöneticiye
karşı koymaktan alıkoydu. İnsanlar ne zaman zâlim yöneticilere
ma’rufu emredip -velev ki silâhla olsun- münkerden nehyetmediler,
işte o zaman tüm İslâm topraklarını kesif bir zulüm bulutu
kuşattı. Din de gitti, dünya da gitti elden ve birçok zındıka akım
türedi.” 117
Cemaat/Teşkilât İmamlığı
Resmî veya gayr-ı resmî cemaatler, sivil toplum kuruluşları
olduğu için, toplumu İslâmî anlamda değiştirme ve dönüştürme
çabaları yönünden kaçınılmaz birlikteliklerdir. Dâvâyı benimsemiş
müslümanlardan oluşan bir cemaatin veya bunların oluşturduğu
teşkilâtın imamı/lideri, insanları Allah rızâsı idealine, müslümanca
faâliyet ve özellikle dâvetçi/tebliğci kimliği kazandırmaya yönelik
115] Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, I/87
116] 49/Hucurât, 9
117] Cessâs, a.g.e. II/320-321; M. İslâmoğlu, a.g.e., s. 246-249
İMAM
- 77 -
çalışmaları organize eden kimsedir. Cemaat imamının liderliğinin
kabulü ve ona itaat, dinin bu konudaki tavsiyesi doğrultusunda
gönüllü bir tercihe dayanmaktadır. Bu imamlıkta, insanları belli
ideallere inandırarak ve gönüllerini kazanarak sevk ve idare etme
kural ve yeteneği geçerlidir.
Cemaat liderliği, “belirli grupları veya toplulukları mecburî
olmayan yöntemlerle, planlanan hedeflere doğru yönlendirme
tekniği”dir. Çünkü liderlik; hem kendini yetiştirme ve yenileme,
hem de başkalarını etkileme ve sürükleme becerisidir. Gerçek ve
başarılı imam/lider, bir yandan kendisini ve cemaatini iyiye doğru
değiştiren, bir yandan yeni ve yeterli stratejiler geliştiren, bir yandan
da farklı karakter ve yetenekteki insanları aynı hedefe doğru
sevk ve idare eden kimsedir. Özellikle İslâmî cemaat ve hareketlere
imamlık/liderlik yapacak şahsiyetler, bu “başkanlık”, “ağabeylik”,
“hocalık” makamını, bir nimet ve ganimet değil; ilâhî bir emânet
ve büyük bir mes’ûliyet kabul ederler/etmelidirler. Bu çeşit yapılanmaların
başında imam konumundaki kişilerde şu özelliklerin
bulunması gereklidir:
1- Sağlam Bir İman ve İstikamet: Müslümanlara başkanlık
yapacak kimselerin bâtıl düşüncelerden uzak, kâmil/sağlam bir
imana ve en azından haramları terkettirip farzları yaptıran bir
takvâya sahip olması gerekir. Dinî konularda ve İslâmî yaşayışta
titiz ve dürüst olmayan kişiler, ahlâkî zaafları terkedip kendini
düzeltemeyen şahsiyetler, cemaatleri üzerinde itimat ve itibar/
saygınlık telkin edemezler. “(Nefsin kötü arzularına ve İslâmî hayatın
zorluklarına) Sabrettikleri ve âyetlerimize yakînî olarak (kesin bir şekilde)
iman ettikleri zaman, onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar/
rehberler yaptık.”118 Bu âyet, anlatılan gerçeğe dikkatimizi çekmektedir.
“Ve onlar (iman edip tevbe edenler), ‘Rabbimiz! Bizi takvâ
sahiplerine imam/önder kıl!’ derler.”119 Takvâ sahiplerine önder olmak,
takvâda da önder olan bir yaşayış gerektirecektir.
2- Zihnî Yetenek ve Kültür: İmamlık yapacak kimselerin süper
zekâya sahip olmaları şart değildir. Ancak, İslâm’ı, çağı ve çevreyi
yorumlamada ve uygulamada, hatta gerektiğinde özel yöntemler
ve orijinal fikirler ortaya koyabilme hususunda yeterli ve yetenekli
olmalıdır. İslâm’ı ve hareketi hazmedip özümsemiş, düşünen, değerlendiren,
mukayese ve muhâkeme eden, fikir üreten bir kafa
yapısına sahip bulunmalıdır.
3- Sosyal Kabiliyet: İnsanlara ve özellikle muhâtabı olduğu
118] 32/Secde, 24
119] 25/Furkan, 74
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 78 -
cemaat ve teşkilat mensuplarına, onların ilgi ve bilgi seviyelerinden
yaklaşamayan, onları kendi ayarlarında ve kendi diyarlarında
idare etmesini ve bununla beraber dâvâ istikametinde sürüklemesini
başaramayan kimseler imam olamazlar, başkanlık ve
ağabeylik yapamazlar. Çünkü imamlık/liderlik, başkaları yoluyla
iş başarmaktır. Çok çalışmak ve her işi yapmaktan ziyade; iyi bir
organizatör olmak, uygun işe uygun adam seçip o işi severek yaptırmaktır.
Her işe kendisi koşan, her şeyi bizzat kendisi yapmaya
çalışan lider başarılı olamaz. Lider; otoritesini kullanarak organize
yapan, uygun görev bölümü hazırlayan, arkasından takip ve
değerlendirmeyi unutmayan ve sonunda eksikleri tamamlayan ve
boşlukları dolduran ve ikinci bir girişimde aynı hataları tekrarla(t)
mayan kişidir.
4- İstişâre ve Adâlet: Her çeşit imamlık/yöneticilik için Kur’an’ın
temel prensiplerinden ikisidir istişâre ve adâlet. “İş (yönetim) hakkında
onlarla istişâre et, onlara danış, Kararını verdiğin zaman da artık
Allah’a tevekkül et, O’na dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp
güvenenleri sever.”120; “Onların işleri, aralarında şûrâ/danışma iledir.” 121;
“Allah size, emânetleri mutlaka ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında
hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder.”122; “Muhakkak ki
Allah, adâleti, ihsânı/iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder.”123 İstişâre
edilecek insanlarda bulunması gereken vasıfların başında iki husus,
vazgeçilmez şarttır: O konuda ehil/uzman olmak ve emîn/güvenilir
olmak.
5- Kararlılık, Cesâret ve Metânet: İmamlık yapacak kişiler, gereken
her hususta o konunun uzmanlarıyla, kendi yardımcıları ve
çevresindeki yakınlarıyla istişâre yapmalı, ortaya atılan fikir ve
önerileri dikkate almalı ve sonunda kendisinde hâsıl olan vicdanî
kanaatine göre verdiği kararı uygulamada cesaret ve ciddiyet
sahibi olmalıdır. “Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a tevekkül et,
O’na dayınıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”124
Karar vermede tereddüt gösteren ve kararı geciktiren veya sık sık
karar değiştiren tipler, başarılı olamaz. İmam, kendisinin bir otorite
olduğunu/olması gerektiğini unutmamalı, cesaretle bazı kararlar
alıp uygulamaya koymak zorunda olduğunu unutmamalıdır.
Kararsız, korkak ve özgüveni olmayan liderler, beklentiye cevap
veremez, çevresinden gereken saygıyı duyamazlar.
120] 3/Âl-i İmrân, 159
121] 42/Şûrâ, 38
122] 4/Nisâ, 58
123] 16/Nahl, 90
124] 3/Âl-i İmrân, 159
İMAM
- 79 -
6- Problem Çözmede Mârifet: Liderler, ânî ve yeni problemleri
çözmede, zorlukları ve olumsuzlukları yenmede girişimci ve
becerikli olmalıdır. Problemleri, tehdit ve tehlike derecesine göre
sıraya koymada, problem çözümünde orijinal ve yeni metodlar
uygulamada keşfedici bir karaktere sahip bulunmalıdır. Sıkıntı ve
saldırılar karşısında yılgınlığa ve şaşkınlığa kapılmamalıdır. En zor
anlarda bile çevresine ümit ve gayret aşılamalı, onların hırs ve heyecanını
diri tutmalıdır. Sık sık paniğe kapılan, pısırıklık psikolojisinden
kurtulamayan tipler, imamlık/liderlik yapamazlar. Altından
kalkamayacağı sorunları, varsa bir üst makama iletmeli, kendinden
daha tecrübeli insanlardan yardım istemelidir. “Onlara (İslâmî
cemaat ve hareketle ilgili) güven veya korkuya dair haber gelince hemen
onu yayarlar (Bu tür haberlerin psikolojik veya stratejik yarar veya zararını
hesaba katmazlar). Hâlbuki o haberi Rasûl’e veya aralarında emir ve yetki
sahibi kimselere götürselerdi, onların arasında olayın içyüzünü anlayanlar
o haberin ne anlama geldiğini (ve yayılıp yayılmaması gerektiğini) bilirlerdi.
Allah’ın size lütuf ve merhameti olmasaydı, (böyle rastgele haber ve
yorum yaymaktan dolayı) pek azınız hâriç şeytana uyup giderdiniz.” 125
7- İletişim ve Hitâbet: İnsanları etkilemede, onları kudsî hedeflere
yönlendirmede hitâbetin büyük önemi vardır. İnsanları
yönetme ve çalışmaları organize etmede iletişim, temel unsurlardan
biridir. Bunun için de konuşma düzgünlüğü, çekiciliği, güzelliği
ile ifade tarzı/üslûp, hayatî öneme sahiptir. Konuşmaların
“dinle beni”si, yazıların “oku beni”si olmalı, sıkıcı değil; çekici ve
câzip olup, uyuyanı uyandırmalıdır. Konuşma konuları önceden
planlanmalı, toplumun/cemaatin karşısına hazırlıksız çıkılmamalıdır.
İletişim araçlarından yararlanmasını bilmelidir. Hz. Mûsâ’nın
konuşma kabiliyetini ve ifade yeteneğini artırması için Allah’a şu
duâsı, mesajın gerekli etkisi açısından hitâbetin önemini vurgulamaktadır:
“Rabbim! Ruhuma/gönlüme genişlik ver. Kolaylaştır işimi. Çöz
düğümü dilimden; ki anlasınlar sözümü.” 126
8- İktisat, Kanaat: İmamlar, her türlü israfı önleyici tedbirleri
almak zorundadır. Malî kaynakların ve maddî imkânların çarçur
edilmesinin önüne geçtiği gibi; eleman ve ekip israfına da, zaman
ve imkân israfına da izin vermemelidir. Üç kişinin başarabileceği
işe beş kişi görevlendirmek, ekip israfı; hatiplik ve ağabeylik yapacak
kapasitedeki insana afiş astırmak da eleman israfıdır. Güncelliğini
yitirmiş konuları konuşmak ve yazmak, zaman israfıdır. Cemaatin/
ümmetin parası, emânet bilinciyle değerlendirilmeli, kaliteli
işler ve ürünler ucuz maliyete getirilmeye çalışılmalıdır. İhtiyaçla
125] 4/Nisâ, 83
126] 20/Tâhâ, 25-28
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 80 -
lüks karıştırılmamalıdır. Reklâm ve vitrine ayrılacak bütçe, çalışma
ve eylemlerin önüne geçmemelidir. Ayrıca, töhmet ve zan altında
kalmamak için, her şeyin kuruşu kuruşuna hesabı tutulmalı, bu
konuda şeffaf olmalıdır. “Allah, israf edenleri sevmez.”127 İsraf, aşırılık
demektir; bu tavır da tepkiyi doğurduğundan itaat ve emre uymayı
imkânsız hale getirir: “İsraf edenlere itaat etmeyin!”128; “Gereksiz
yere saçıp savurma. Böylesine israf edip saçıp savuranlar, şeytanların
kardeşleri/dostlarıdır.”129 Plansız, programsız, hazırlıksız, ekipsiz, takipsiz
işler başarısız ve bereketsiz olacağından sonuçta zaman ve
imkân israf edilmiş sayılacak ve tabii, hizmetin neticesi hezimet ve
iflâsla noktalanacaktır.
9- Hürmet ve Muhabbet: İmamlık yapacak kişiler, hem olgun
ve ağırbaşlı, hem de herkese kibar ve saygılı olmalıdır. Başkalarını
sevmeyen, kendisi de sevilmeyen kişilerde hayır yoktur.
Hürmet etmeyen, kendisine hürmeti hak edemez. Sevmeyen
sevilmez. Tabii, lâkayt, laçka ve lâubali tipler, gırgır, geveze ve
hafif meşrep kimseler de saygıya ve itaate lâyık olamaz. İmamın,
ciddî, ama asık suratlı değil; sempatik ve güleryüzlü ama sırıtkanlıktan
uzak bir portresi olmalı. Herkesle ve her kesimle rahat
diyalog kurabilen, her gruptan müslümanla iyi ilişkiler geliştirebilen,
başkalarıyla asgarî müştereklerde uzlaşabilen, ama kendi
doğrularından ve değerlerinden tâviz vermeyen bir kabiliyet ve
karakter taşımalıdır. 130
Namaz İmamlığı
Halîfeye imam adının verilmesi, ittîbâ ve iktidâr bakımından
namaz kıldıran imama benzetilmesinden dolayıdır. Rasûl-i Ekrem
ve dört râşid halîfe, namaz kıldırma işini mecbur kalmadıkça
başka bir kimseye bırakmamışlar, kendileri namazda da imam olmuşlardır.
Hatta iki imam/halîfe, namaz imamlığı esnâsında şehid
edilmişlerdir. Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin imamlık yaparken öldürülmeleri,
Muâviye bin Ebû Süfyan’ın önlem almasına sebep olmuş
ve namaz kıldırırken başında silâhlı nöbetçiler bekletmeye başlamıştır.
Bazen de, belki bu gerekçeyle imamlığı başkasına yaptırmış
ve zaman zaman namazlarını câmideki parmaklıkla çevrilmiş
korumalı kısımda (maksûrede) kılmıştır. Abbâsiler döneminde halifeler
vakit namazlarında imamlık yapmayı tamamen terketmiş
ve bu işe resmî görevliler tâyin etmişler, Cuma namazı kıldırma
127] 6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31
128] 26/Şuarâ, 151
129] 17/İsrâ, 26-27
130] Ahmet Akgül, Dâvâ Erlerine Mesaj ve Metod, s. 25-31
İMAM
- 81 -
ile yetinmişler; çok geçmeden o görevi de kadılara bırakmışlardır.
Fıkıhta imam; cemaatin önüne geçip onlara namaz kıldıran
kimseye denir. İmamın yapmış olduğu göreve de imâmet denir.
İmamlık faziletli bir görevdir. Peygamber Efendimiz ve kendisinden
sonra gelen râşid halîfeler bu görevi büyük bir özenle yapmışlardır.
Gelişi güzel herkes bu görevi yapamaz. İmam olabilmek için
birtakım şartlar vardır. Bunlar:
1- Müslüman olmak. Müslüman olmayanlar imam olamaz.
Fâsık ve bid’at sahibi kimselerin imam olması ise tahrimen mekruhtur.
2- Erkek olmak. Kadının imam olması câiz değildir. Ancak, kadının
kadınlara imam olması, kerâhetle câizdir. Bu durumda imam
olan kadın öne geçmez, cemaat olan kadınların sağında bulunur.
3- Akıllı olmak. Akıl hastasının imamlığı câiz değildir.
4- Ergenlik çağına ermiş olmak. Büluğ/ergenlik çağına ermemiş
olan çocuğun büyüklere imam olması câiz değildir. Ancak,
kendisi gibi çocuklara imam olabilir.
5- Özürlü olmamak. İdrarı tutamamak, devamlı olarak burundan
veya yaradan kan gelmesi gibi durumlar birer özürdür. Bu
gibi özürleri olan kimseler imam olamazlar. Ancak, aynı cins özre
sahip olanlara imam olabilirler. Özürleri farklı ise imam olması
câiz değildir.
6- Namaz sahih olacak kadar ezbere düzgün Kur’an okumasını
bilmek. Okuma yazma bilmeyenlere “ümmî” denir. Ümmî kendisi
gibi olanlara imam olabilir. Ümmînin ümmîye imamlığı câizdir.
Kur’an’ı iyi okuyamayanların, iyi okuyanlara imam olması sahih
değildir.
İmamlığa geçmede fazilet sırası: Evde ev sahibinin namazı kıldırması,
daha uygundur. Cemaatle namaz kılacaklar arasında ev
sahibi, görevli bir imam veya İslâm devletinde yetkili âmir yoksa,
sırasıyla şunlar imam olur:
1- Namazın hükümlerini, yani İslâm fıkhını en iyi bilen,
2- Kur’ân-ı Kerim’i en güzel, tecvid kurallarına ve mahreçlerine
uygun şekilde okuyan,
3- En fazla günahlardan sakınan, takvâda en ileri olduğu kabul
edilen,
4- En yaşlı olan,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 82 -
5- Ahlâkı en güzel olan,
6- Yüzü daha çok nurlu olan,
7- Sesi en güzel olan,
8- Elbisesi daha temiz olan.
Bütün bu hususlarda eşit olurlarsa aralarında kur’a çekilir, ya
da cemaat onlardan birisini imamlığa seçer. 131
İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan
câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı
devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına
engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline
gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru. İşgal edilen bu
mekânlar, mü’minler için zararlı mıdır, tartışılmalı, ama devlet
için öylesine faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde
olmak şartıyla sayılarının artmasından memnun bile
oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı
mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla toplanmaya
çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz.
Bu konuda Abdurrahman Dilipak’a kulak verelim: “Şimdi modern
din adamı adına, Kemalist imam görüntüsü altında İslâm’a
ve müslümanlara karşı bir tehdit odağı oluşturulmak isteniyor.
İslâm’da din adamı, ruhban sınıfı yok, ama bu düzen içinde bunlar
var. Bu tip insanlar, sadece Cuma namazında imama ihtiyaç
duyuyor olsa gerekir. Ömürleri boyunca İslâm’a ve müslümanlara
saldırdıktan sonra, bir maaş karşılığı susturulmuş imamların öncülüğünde,
ne olur ne olmaz, yarın âhirette belki lâzım olur diye,
biraz da Allah’ı kandırmak istercesine müslümanların kendileri
hakkında iyi şahitlik yapmasını isterler. Müslüman mezarlığına
gömülmek, garip bir tutkudur onlar için. Bu iş için, fazla baş ağrıtmayan,
ölülerin arkasından kırkıncı günlerinde şen şakrak mevlitler
okuyacak bir aydın imama ihtiyaçları vardır.
Câmilerimizin sosyal mimarisini kaybettik. Câmi, eski hali ile
hayatı kuşatan bir mekândı. İbâdet, bizim dinimizde kapsamlı
bir kavramdır. Günümüzdeki şekliyle câmiler, dinin hapsedildiği,
ya da hapsedilmek istendiği hapishaneler gibidir... İmamlar da
bu hapishanelerin gardiyanları. Kimileri, buraya gelen insanları
avlayarak onları din adına uyuşturarak kendi çıkarları yönünde
kullanmak istemektedirler. Ucuz bir oy deposu, ucuz bir fedâiler
mangası!
131] Abdullah Yücel, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 142
İMAM
- 83 -
Câmiler, şimdi sadece beş vakit namazın cemaatle kılındığı
mescidlerdir. Câmi günlük hayattaki ekonomik, sosyal, kültürel
fonksiyonunu büyük ölçüde yitirdi. Câmiler birbirinin dertleri ile
dertlenmeyen, hatta birbirini tanımayan yaşlı insanların gelip
gittikleri bir yer haline getirilmek istenmektedir. Cemaat imamın,
imam cemaatin jurnalcisi olacaktır! Ne müthiş bir komplo. Namaz
dışında câmilerin kapısına artık kilit vuruluyor. Câmi, müslümanların
meşveret yeri olmaktan çıktı. Hutbeler ve vaazlar sivil karakterli,
dinin özünden alınan ilhamlarla günün problemlerine
çözüm getiren şeyler değil. Çoğu câmide okunan hutbe ve vaazları
bir başka şekli ile bir kilise papazının ya da budist bir râhibin
vaazlarında duyabilirsiniz. On emir”den ibaret ya da hıristiyanlaştırılmış,
sadece kişisel ahlâka indirgenmiş bir din.
Câmi, ilk zamanlarda siyasî, sosyal, kültürel bir merkezdi. Giderek
İslâmî yapı içinde mimarî bir üslûp kazanarak kurumlaştı.
Şifâhâneleri, aş evleri, medresesi, öğrencilerin ve gariplerin barınacağı
bir yer, buluşma ve müşâvere yeri, kütüphanesi ve vakfiyeleri
ile hayatın en can alıcı noktalarında yer alırdı. Câmi her
şeydi. Bugün ise, bütün bu boyutlarından yalıtılmış, tek boyutlu
soluk bir renktir sadece. Şükürler olsun ki, bu durum giderek pozitif
yönde değişmekte, câmi yeniden aslî yapısına doğru bir evrim
süreci içinde bulunmaktadır.
Câminin siyasî merkezlerin güdümünde rûhâniyetini yitirmesiyle,
müslümanlar câmi dışında bizzat hayatın içinde örgütlenmeye,
câminin fonksiyonunu kendi evlerine, işlerine, sosyal hayatlarına,
kültür dünyalarına taşıma gayretine girmişlerdir. Şunda kuşku
yok ki, câmilerin biraz daha dejenere edilmesi ile bu dejenerasyona
teslim olan mekânlar ve kişiler İslâm toplumundan tecrit edilecek
ve dırar mescidi kavramı yeniden uyanacaktır.
İmamlara bunca maaşı niye veriyorlar dersiniz? Çok sevdikleri
için, dine imana hizmet olsun diye mi? Yoo, onlara maaş verenler,
onların ellerine kendi bildirilerini tutuşturup okutmak için... Bunda
da çok başarılı değiller. Ama yine de güçlü bir oto sansür, oto
kontrol mekanizması var.
İmamlık bir meslektir artık. İmam-Hatip okulları Meslek liseleri
değil mi? Bir İmam-Hatip öğretmenine soruyorsunuz: “Hangi
derse giriyorsunuz?” Cevap veriyor: “Meslek dersleri öğretmeniyim.”
Sormak gerek: “Müslümanlık ne zamandan beri meslek
oldu, ya da din?! O kardeşimize kızmamak gerek. Bu işin raconu
böyle. Resmî yazışmalarda İmam-Hatip Lisesi bir meslek okulu;
ama sıra maaş ödemeye gelince, normal lise statüsünde ödüyorlar.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 84 -
Ne kurtarsak kâr hesabı. Tam ikiyüzlü bir politika. İmam-Hatip Liselerinde
kız öğrencilerin başlarını örtmeleri resmen yasak. Tabii,
Heybeliada papaz okulu talebelerine güçleri yetmez, hınçlarını
bizimkilerden alıyorlar. Niye örgütlediler İmam-Hatip okullarını?
Aydın din adamı yetiştirmek için. Ölülerini yıkayıp Allah önünde
kendileri hakkında yalancı şahitlik yapsınlar diye. ama olmadı...
Tutmadı. 132
Din ıstılahında imam “devlet başkanı” demektir. Din ve dünyayı
ayrı düşünen inanç sonucu devletin başındakilere değil de sadece
câmide namaz kıldıranlara bu isim münhasır olmuştur. Hâlbuki
imam “otorite” demektir. Devletin başı, hem idarî işlerde, hem de
dinin diğer sahalarında en üst makamdaki zat demektir. Cumâ’yı
o, ya da onun vekili kıldırır. Onun adına hutbe okunur. Böyle iken
bugün imam, beşinci sınıf devlet memuru sayılmaktadır.
İmam ve müezzine “din görevlisi” demek çok sakıncalıdır. Dinimizin
bu şekilde görevlendirdiği birileri yoktur. İslâm’da kim
daha ehil ise, o kişi müslümanların önüne geçer, imam olur ve
namaz kıldırır. Namaz dışında da bu kimseler, cemaatin her türlü
işinde istişâre edeceği, sözünü dinleyeceği selâhiyetli kimselerdir.
İmam, devletin memuru statüsünde değil; halkın ve cemaatin içerisinde
ilmiyle, ahlâkıyla, irfânıyla sivrilmiş örnek alınacak şahıs
demektir. Aynı zamanda o Peygamber’in vekilidir/olmalıdır. Mihrap,
Peygamberin hakkıdır. Hz. Peygamber’den sonra ise O’nun
vekillerine emânet edilmiştir. İmam olan şahısların bu sorumluluğu
takdir edebilecek ve taşıyabilecek kabiliyet ve kapasitede
olmaları gerektiği gibi, cemaatin de imamı, Peygamber’in vekili
mevkiinde görüp ona itaat ve saygıyı elden bırakmaması gerekmektedir.
İmamı, sadece namaz için görevlendirilmiş bir “namaz
kıldırma memuru” gibi görmek din ile devlet, din ile dünya işlerini
birbirinden ayrı gören laik bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayış
ile namazın gerçek mânâsına erebilmek, hiç de mümkün olmayacaktır.
Mihrâbın ve bu mevkînin hakkını verebilecek gerçek imamlar
yetiştirmek, bu ümmetin boynuna borçtur. Ümmetin kurtuluşu,
ancak, ehil âlimler ve imamların yetiştirilmesiyle gerçekleşecektir.
Cenâze ve mevlit peşinden koşmayan, nikâh ve hatim paralarına
tenezzül etmeyen ehl-i Kur’an, hamele-i Kur’an imam ve müezzinler
tasavvur ettiğimiz takdirde ve bunun tedbirlerini aldığımız
zaman din ve dindara bakış da bugünkü halinden çok farklı olacaktır.
132] Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, s. 36-37
İMAM
- 85 -
Namaz kılanların imamlığa geçecek kişiyi seçmeleri haklarıdır.
Mescit ehli, devamlı namaz kıldıracak kişiyi kendileri seçer. Eğer
ihtilâf ederlerse, çoğunluğun seçtiği namazı kıldırır. Kişinin, cemaat
istemediği takdirde imamlığa yeltenmesi doğru değildir. “Üç
kişinin namazları kabul olmaz. Bunlardan birisi, cemaat istemediği halde
imamlık yapmak iseteyen kişidir...”133; “Üç kişi vardır ki, namazları kulaklarını
aşmaz: Kerih gördükleri halde bir cemaate imamlık yapan kişi...” 134
İmamlık, cemaatle namazda bir esastır. İmam olacak kişi, namaz
kılanların rızâsı esasına göre seçilir. Namaz imamlığı, “din
adamları” denilen bir gruba tahsis edilen dinî bir makam değildir.
Herhangi bir müslüman bu vazifeyi üstlenebilir. Ancak, kişinin
ehliyetli olup olmadığı esas alınarak ona en lâyık olan tesbit
edilmelidir.
Bu imamlık anlayışı, bütün işlerinde bir idârecinin bulunmasının
gerekliliğini ilham eder. Bu kişiler tavsiye ve nasihatlerle onu
korurlar. Yine onlar, tâbi olanlarına Allah’a itaat konusunda insanlara
uydukları güzel bir örnek olurlar. Müslümanlar, siyasî, sosyal
ve cihadla ilgili işlerinde imamlığı/yöneticiliği ihmal ettiği takdirde
bütün işlerinde aksamalar ortaya çıkacaktır. Çünkü zulmü
önlemek, adâleti yaymak, dinî vecîbeleri yerine getirmek, Allah
yolunda cihad gibi bütün faâliyetler (ahkâm ve muâmelât) durur.
Dinde sadece fertle ilgili farzlar kalır. Namaz için imam seçimindeki
prensip neyse, imam/yönetici seçimindeki prensip de odur.
Sahâbe de konuyu böyle değerlendirmiş, son zamanki hastalığında
Hz. Ebûbekir’i namaz imamlığına geçiren Peygamberimiz’in
bu uygulamasından yola çıkarak, yönetici anlamındaki imamlık
konusunda da Peygamber’in onu işaret ettiği sonucu çıkarmış
ve o şekilde uygulamıştır. Yönetici anlamındaki imam da, namaz
imamlığında olduğu gibi, cemaatin/toplumun rızâsı (bey’ati) ve
onlarla müşâvere ile seçilir. İnsanlar bu konuda ihtilâfa düşerlerse
hak sahibi, müslüman cumhurun/çoğunluğun seçtiği/bey’at ettiği
kişidir.
Bir müslüman seçildiği zaman, artık ona, namaz imamına
uyulduğu gibi uyulur. Namaz imamı yanılınca, imamın arkasındakiler,
nasıl ve hangi usûlle imamı düzeltiyorlarsa, aynı şekilde
imam/halîfe yanıldığı, yanlış davranışlarda bulunduğu zaman düzeltilmesi
gerekir. Meselâ imam, namazın rekâtlarını ziyâde ederse
ona uyulmaz; tesbih ve tekbir gibi bir usûlle hatırlatılır, doğru
olana sevkedilir. Hz. Ömer de devlet başkanı iken Cuma namazı
133] Ebû Dâvud
134] Tirmizî
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 86 -
kıldırdığında hutbede cemaate soruyordu: “Ben Haktan ayrılırsam
ne yaparsınız?” Cemaatten ses yükseliyordu: “Kılıçlarımızla
düzeltiriz.” Hz. Ömer: “Bana bu şuurda cemaaat verdiği için
Allah’a hamd u senâlar olsun!” diye şükrediyordu.
Cemaatle namaz, yöneticiler için de bir eğitim ve genel yönetim
sahasında sâlih gâyeler için bir enerjidir. Cemaatle/toplumla
istişâre etmek, onların hesap sormalarına karşı hesap vermek, onlara
nasihat etmek, onların tercih ve eleştirilerine kulak vermek
için halife anlamındaki imamın, namaz imamlığını da yapması gerekli
görülmüştür. Zaten namaz, mü’minin hayatında prototiptir.
Mü’minlerin her işi, her şeyi namaza benzemeli, namazdaki gibi
ibâdet bilinciyle yerine getirilmelidir.
İmam, namaz için tâyin edilen vakitten geç kaldığı zaman
beklenmez. Cemaat, onun yerine namaz kıldıracak başka bir kişiyi
öne geçirir. Hz. Peygamber, namaza çıkmakta gecikince sahâbe
böyle yapardı.135 Cemaatin imam üzerindeki haklarından biri de,
imamın cemaatten daha yüksekte durmamasıdır. “Kişi, bir cemaate
imamlık yaptığı zaman, onlardan yüksek bir yerde durmasın.”136 Cemaatin
haklarından bir diğeri de, imamın duâsında sadece kendisine
duâ etmemesi, cemaatini de duâsına katmasıdır. “Üç şeyi yapmak,
hiç kimseye helâl değildir. Bunlardan birisi de, kişinin bir cemaate imamlık
yapıp duâsında sadece kendisine duâ etmesidir. Eğer böyle yaparsa onlara
hıyânet etmiş olur.” 137
Yine başka bir hak, cemaati sıkıntıya sokarak namazı fazla
uzatmamasıdır. Bu, uyulması gereken bir prensiptir. “Bir adam Hz.
Peygamber’e (s.a.s.) gelerek şöyle dedi: ‘Ben, falan kimse namazı
uzattığından dolayı sabah namazlarından geri kalıyorum’ Râvi der
ki: ‘Ben Peygamber’in o gün kızdığı kadar hiçbir nasihatinde kızdığını
görmedim.’ Hz. Peygamber bunun üzerine şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! İçinizde nefret ettirenler var. Sizden biriniz namaz kıldırdığı
zaman uzun kıldırmasın. Arkasında zayıf veya ihtiyaç sahipleri olabilir.” 138
Cemaat imama uyar, onun arkasında saf bağlayarak namazı
kılar ve bütün hareketlerinde ona tâbi olur. Hiç bir durumda
imamdan önce hareket etmez, onu takip eder. “Ey insanlar! Muhakkak
ki Ben sizin imamınızım. Rükû, secde, kıyâm ve selâmda Beni
geçmeyin.” 139
135] Ebû Dâvud
136] Tirmizî ve Ebû Dâvud
137] Müslim
138] Müslim
139] Müslim
İMAM
- 87 -
Müslümanın gördüğü her cemaatte, kendisine diğer sosyal ilişkilerde
ve özellikle İslâmî devletin yöneticisiyle (imamla) ilişkileri
açısından bir eğitim ve bütünlük vardır. Meselâ, namazda, imamın
hemen arkasında ehliyetli (muttakî ve ilim sahibi) kişiler vardır/
olmalıdır. İmam hata yaptığı zaman ona hatırlatır, âyetleri karıştırdığı
zaman onu düzeltirler. İmamlık makamı boş kaldığı zaman,
imam bir özürden dolayı devam edemeyeceğinde onlar bu görevi
üstlenirler. “Benim arkamda sizden, akıllı ve yanlışları düzeltme gücüne
sahip olanlar dursun.”140 Bu durum, büyük imamlık için de geçerlidir.
Namaz, müslümanlara, yöneticilerinin etrafını sâlih, ilim sahibi ve
ehil kimselerle çevirmeyi öğretir. Onlar danışma meclisini, istişâre
heyetini oluştururlar. İmamlarını nasihatleriyle yönlendirir, genel
işlerde onu vekil kılarlar, yanıldıklarında onu hemen düzeltirler.
Neredeyse imâmet-i suğrâ (namaz imamlığı) ile imâmet-i
kübrâ (devlet başkanlığı)nın hükümleri aynıdır. Bu durum, dinin
tekâmülüne ve hayatın bütün safhalarındaki hükümlerinin muntazamlığına
ve her işin ibâdet olmasına delildir. Bu, onun tek kaynağı
olmasındandır; dünya ile âhiretin, din ile hayatın bir bütün
kabul edilip ayrılmaması ile ilgilidir. Din, müslümanın hayatının
bütününe hitap eder. Onda hayatın özel ve genel değerleriyle
ibâdet ve hükümleri arasında ayrılık yoktur. Dinin eğitim anlayışı,
insanı her yönüyle kuşatır, kendisini, ortağı olmayan tek bir
Allah’a teslim etmek, namazın ve diğer ibâdetlerin, hayatın ve
ölümün; âlemlerin Rabbı olan Allah’a âit olması için tek metodda
şekillenir. 141
İmam denilince, sözlük anlamına da uygun olarak, çevresine
önderlik ve öncülük eden kimse anlaşılır. Bunun için imamın,
hem namaz ibâdetinin, hem de her türlü hayırlı hizmetin yerine
getirilmesinde toplumuna önderlik etmesi, ilim ve ahlâkıyla, söz
ve davranışlarıyla insanların takdirini kazanması beklenir. Tabii,
her şeyden önce, imâmet-i kübrâ için olduğu gibi, namaz imamının
da müslüman olması gerekir. Bazılarının, “bu da mevzû mu
edilir, tabii ki imamların hepsi müslümandır” diyecekleri büyük
ihtimaldir. Ama günümüzde imamlarda aranacak ilk şart, onların
her çeşit şirkten arınmış, sadece Allah’tan korkan muvahhid birer
müslüman olmalarıdır. İmamlar ve cemaatler, gereği gibi muvahhid
mü’min olsalar, nihâi tercihlerini Allah’tan ve âhiretten
yana yapsalar, her şey bir başka olacaktır.
Mü’minlerin imamı/lideri, ancak mü’minlerden olur. Herhangi
140] Müslim
141] Hasan Turâbi, Namaz, s. 141-148
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 88 -
bir kâfirin mü’minlere yönetici olma hakkı yoktur. “Allah kâfirlere
mü’minler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.”142 Ümmetin ekserisi,
müslüman olduğu halde fâsık veya zâlim olan birisinin de imam
ve yönetici olma hakkına sahip olmadığı görüşündedir. Bu anlayış,
Kur’an’da “imam” ve “itaat” kavramıyla ilgili âyetler değerlendirildiğinde
tercih etmek zorunda olduğumuz bir tavırdır. Kur’an’da
kâfirlerin, ancak kâfirlere imam olduğu, kendisine uyanları ateşe/
cehenneme ulaştıracağı ifade edilir. Fâsık ve zâlimlerin de, ancak
kendileri gibi imamları olacaktır. Çünkü insanlar nasıl iseler, öyle
idarecilere/imamlara müstahak olacak ve o şekilde yönetileceklerdir.
Mü’min imamlar ise, imamların imamı Hz. İbrâhim örnekliğinde
ortaya konulur. O, put ve putçulara karşı tek başına bir ümmettir.
Ve aynı zamanda ümmetin imamıdır. O’nun İshak, İsmail gibi
oğulları, Ya’kub, Dâvud, Mûsâ, İsa, Muhammed (salevâtullahi
aleyhim ecmaîn) gibi torunları imamdır. Kur’an, apaçık bir imam/
rehber olduğu gibi, yol (hidâyet yolu, sırât-ı müstakîm) da imamdır.
İmam hakkındaki Kur’an’ın bu tanımlarından yola çıkarak
diyebiliriz ki; iyilik imamı, peygamberlerin izinden ayrılmayan,
Kur’an’ın ahkâmını inanarak uygulayan ve İslâm hidâyeti üzere,
sırât-ı müstakîm yolunda önder kişidir. Bu özellikleri taşımayan
kimse, mü’minlerin imamı olamaz; olsa olsa, küfür imamı/önderi
olabilir.
İslâm’ın toplumsal hükümlerini yaşayabilmek, bulunduğumuz
yere İslâm’ı hâkim kılabilmek için imamın mevcûdiyeti, başta
gelen esaslardandır. “Cemaat mi, arasından imamı çıkarır, yoksa
imam mı kendi cemaatini yetiştirir, oluşturur?” sorusuna, her iki
açıdan cevap vermek mümkündür.
Günümüzde İslâmî ve ideal anlamda cemaat bile olamayan
müslümanların, aralarından imam çıkarmaları ve imamsız devlete
tâlip olmaları gerçekleşmeyecek bir düşten ibârettir. Rüyanın gerçek
olması için önce cemaat ve ümmet bilincine sahip olmalı ve
içimizden bizi çekip çevirecek bir imam çıkarması için dil ve fiil ile
duâ etmeliyiz: “Ve onlar (iman edip tevbe edenler), ‘Rabbimiz! Bize gözümüzü
aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine
imam/önder kıl!’ derler.” 143
Selâm olsun hidâyet imamlarına ve hidâyete tâbi olan
muttakîlere! Yazıklar olsun toplumu hidâyetten engellemeye çalışan
önderlere ve onların izindekilere!
142] 4/Nisâ, 141
143] 25/Furkan, 74
İMAM
- 89 -
Selâm olsun, imamların unutulduğu ortamlarda ortaya çıkarak
cemaatlerini oluşturmaya ve imâmet müessesesini gerçekleştirmeye
çalışanlara!
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 90 -
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur’ân-ı Kerim’de “İmam” ve Çoğulu “Eimme” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i
Kerimeler (12 âyet): 2/Bakara, 124; 9/Tevbe, 12; 11/Hûd, 17; 15/Hıcr, 79; 17/
İsrâ, 71; 21/Enbiyâ, 73; 25/Furkan, 74; 28/Kasas, 5, 41; 32/Secde, 24; 36/Yâsin,
12; 46/Ahkaf, 12.
B- İmam Kelimesinin Farklı Anlamları:
a- Önder, Rehber, Lider: 2/Bakara, 124; 11/Hûd, 17; 25/Furkan, 74; 46/Ahkaf, 12.
b- Kitab, Levh-i Mahfûz: 36/Yâsin, 12
c- Yol: 15/Hıcr, 79
d- Liderler: 9/Tevbe, 12; 21/Enbiyâ, 73; , 17/71; 28/Kasas, 5, 41; 32/Secde, 24.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
1. Buhârî, Salât 5-7, 60; Ezan 51, 54; Meğâzî 53, 82, Hudûd, 86, Edeb 74;
Ahkâm 1, 4, 8, 48; Enbiyâ 5; Menâkıbu’l-Ensâr 25.
2. Müslim, Mesâcid 289-290; Salât 178; İmâre, 9, 33, 37, 38, 44, 46, 58; İman,
173, 229.
3. Tirmizî, Fiten 13, 48, 75; Menâkıb 19, 33; Salât 174; Mevâkît 39, 149;
Cihad 7, 29; Siyer 35; İlim 16.
4. Nesâî, İmâmet 3-4, 39, 41; Bey’at 25, 26, 27, 34.
5. İbn Mâce, Fiten 8, 9, 20; Mukaddime 6, 11, Ezan 3; İkamet 46-48, 78;
Ticâret 8, 30; Cihad 40, 42.
6. Ebû Dâvud, Salât 32, 40, 60-62, 63, 134; Büyû’ 37; İmâre 1; Cihad 87, 96;
Bey’at 25; Sünnet 5, 8; Melâhim 17.
7. Müsned-i Ahmed, I/21, 23, 55, 84, 118, 119, 152, 209, 333, 375; II/54, 97,
161, 177, 232, 336; III/129, 183, 428, 457, 475; IV/21-22, 118, 148, 203-204,
273, 405, 461; V/29-30, 71, 251, 301; VI/111, 405.
8. Dârimî, Mukaddime 6, 23.
9. İbn Hibban, Sahih, hadis no: 257.
10. Hâkim, el-Müstedrek, 4/92.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 233-253
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s. 109-122
3. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 403-429 ; Eser
Y. c. 1, 490-520
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 246-276
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 528-584
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1,
s. 220-241
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 408-520
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c.
1, s. 379-444
9. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 304-367
10. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 231-248
11. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 125-136
12. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 34-38
13. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 168-
182
14. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s.9-43
15. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 256-283
İMAM
- 91 -
16. El-İmâmetü’l-Uzmâ, İslâm’da Devlet Başkanlığı, Süleyman ed-Demirci,
terc. İbrahim Cücük, Ravza Y.
17. Tek Başına Bir Ümmet, Necmettin Şahiner, Beyan Y.
18. İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
19. İmamet ve Rehberiyyet Reçetesi, Murtaza Mutahhari, çev. Ünal
Çetinkaya, Endişe Y.
20. İmamet ve Rehberiyet Felsefesi, Muhammed Beyşehri, çev. Ünal
Çetinkaya, Endişe Y.
21. İmam En Büyük Önder, Ensari Kirmani, çev. İrfan Keser, Endişe Y.
22. İmamiye Şiasında On İkinci İmam ve Mehdi İnancı, Mustafa Öz, Marm.
Ün. İl. Fak. Vakfı Y.
23. İslâmî Siyaset Teorisi ve Sorunlar, Heyet, Ekin Y.
24. Ümmet Bilinci, Atasoy Müftüoğlu, Denge Y.
25. Ulemâ ve Dinî Otorite, Derleme, İnsan Y.
26. Mehdilik ve İmamiye, İbrahim Süleymanoğlu, Nil A.Ş. Y.
27. Resmî İdeolojinin Ücretli Köleleri, Mustafa Çelik, Misak Y.
28. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, (M. Sabri Küçükaşçı) T.D.V. Y. c. 22, s. 178-190,
201-207
29. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, (Abdullah Yücel) Şâmil Y. c. 3, s. 142-144
30. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, (Nureddin Yıldız) Risale Y. c. 2, s. 236-240
31. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Ölçü/Yenda, c. 4, s. 37-47
32. İlmî ve Siyasî Tahliller, Molla Mansur Güzelsoy, Fıtrat Y. s. 15-35
33. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 180-183
34. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 534-537
35. Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s.127-135
36. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 301-302
37. Tartışılan Sorular, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y. s. 69-79, 127-130
38. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu,
İhtar Y. s. 55-69
39. İbâdet mi Âyin mi? Mustafa Karataş, Dersaadet Y. s. 95-103
40. İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y. s. 86-105
41. İslâmî Hareket, İlkeler ve Sorunlar 2, Muhammed Fadlullah, Ekin Y. s.
197-207, 271-284, 93-103
42. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.
43. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 193-244
44. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. s. 50, 60-64
45. Teşkilat ve Teşkilatçılık, H. Mustafa Genç, Akabe-Biat Y. s. 123-148
46. Dâvâ Erlerine Mesaj ve Metod, Teşkilatçılık, Ahmet Akgül, Doğuş Y. s. 23-33
47. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 193-218
48. İslâm ve Siyasî Durumumuz, Abdülkadir Udeh, terc. M. Beşir Eryarsoy,
Pınar Y.
49. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
50. Ahkâmu’s-Sultâniyye, İmam Mâverdi, Bedir Y.
51. Namaz, Hasan Turâbi, Risale Y.
52. Ümmet ve İmâmet Soruşturması, Tevhid Dergisi, sayı 18, 19, 20, Haz,
Tem, Ağustos 1991
53. Kur’an’da İmam ve İmamet, Cafer Tayyar Soykök, Haksöz, sayı 62, 64
(Mayıs, Temmuz, 1996)
- 93 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -6-
HİLÂFET - HALİFELİK
•
Halife Kelimesinin Anlamı ve Mâhiyeti
•
Kur’an’da Halife Kavramı
•
Halife’nin Anlam Sahası
•
“Yeryüzü” Halifeliği
•
“Allah’ın Halifesi” Olur mu?
•
Genel Hilâfet/Umumî İstihlâf
•
Özel Hilâfet/Hususî İstihlâf
•
Devlet ve Toplulukların İstihlâfı/Halife Kılınması
•
Bireylerin İstihlâfı/Halife Kılınması
•
Halifelik Makamı ve Halifenin Yükümlülükleri
•
“Halife”liğin Siyasi Boyutu; İslâm Devlet Başkanı Olarak Halife
•
Halifenin Görevleri
•
Râşid Halifeler
•
Halifeliğin Kaldırılması
•
Ardından Ağıt Yakmak İçin Değil; Muhteşem Dönüşünü Hızlandırmak İçin HİLÂFET
“Hatırla ki Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım,’ dedi. Onlar ‘Biz hamdinle Seni tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim’ dedi.” 1
Halife Kelimesinin Anlamı ve Mâhiyeti
Halife kelimesi, h-l-f (halefe) kökünden türemiştir. Halefe, geride kaldı, sonradan geldi anlamındadır. Halife, selefin yerini alan, sonradan gelen (nesil), istihlâf edilen, birinin yerine bırakılan demektir. Aynı zamanda bu kelimenin kapsamı içinde vekâlet ve yöneticilik de vardır. Hilâfet, halife olmak, halifelik, reislik, başkanlık, birinin yerine geçmek, onun adına iş yapmak ve onu temsil etmek anlamına gelir. Istılahta ise; “Hz. Peygamber (s.a.s.)’den sonra, Ona halef olarak mü’minlere emîr olmak” şeklinde tarif edilmiştir. Bey’at sonucu mü’minler adına tasarruf yetkisine sahip olan ve
1] 2/Bakara, 30
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 94 -
ahkâmın tatbikini sağlayan kimseye halife denir. 2
Halife’nin çoğulu halâif ve hulefâ’dır. İstihlâf ise, birini halife
(temsilci/ardçı) kılmak anlamındadır. H-l-f (halefe) kökünden türeyen
kelimeler Kur’an’da çokça (127 yerde) geçer. Ama konumuzla
direkt ilgili olarak halife kelimesi Kur’an’da 2 yerde,3 halife’nin çoğulu
halâif 4 yerde,4 Hulefâ kelimesi de 3 yerde5 geçer. İstihlâf kelimesi
ise Kur’an’da 4 âyette6 zikredilir. Yine konuyla dolaylı ilgili
half kelimesinin de 2 âyette7 geçtiği görülmektedir.
Kur’an’da Halife Kavramı
“Hatırla ki Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’
dedi. Onlar: ‘Biz hamdinle Seni tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde
fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’
dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim’ dedi.” 8
“Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği (nimetler) hususunda sizi
deneyip sınamak için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.
Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayan, merhamet
edendir.” 9
“İnsanları yeryüzünde halîfe (hâkim) kılan O’dur. İnkâr edenin inkârı
kendi aleyhinedir. İnkârcıların inkârı, Rableri katında yalnızca kendilerine
gazabı arttırır. İnkârcıların inkârı, hüsrandan başkasını artırmaz.” 10
“Darda kalanın duasına, kendisine yakardığı zaman karşılık veren, başındaki
sıkıntıyı gideren ve insanları yeryüzünün halifeleri yapan Allah,
kendisine eş koşulan bütün varlıklardan üstün ve yücedir.” 11
“Onu (Nuh’u) yalancı saydılar. Ama biz, onu ve gemide beraberinde
bulunanları kurtardık. Onları halifeler kıldık / ötekilerinin yerine geçirdik.
Âyetlerimizi yalanlayanları suda boğduk. Uyarıları dinlemeyenlerin sonlarının
nasıl olduğuna bir bak!” 12
“Andolsun ki sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği
halde (yalanlayıp) zulmettiklerinden dolayı nice toplumları helâk
2] Râgıp el-İsfehânî, el-Müfredât, s. 105-106
3] 2/Bakara, 30 ve 38/Sâd, 26
4] 6/En'âm, 165; 10/Yûnus, 14, 73; 35/Fâtır, 39
5] 7/A'râf, 69, 74; 27/Neml, 62
6] 6/En'âm, 133; 7/A'râf, 129; 11/Hûd, 57; 24/Nûr, 55
7] 7/A'râf, 169; 19/Meryem, 59
8] 2/Bakara, 30
9] 6/En'âm, 165
10] 35/Fâtır, 39
11] 27/Neml, 62
12] 10/Yûnus, 73
HALİFE
- 95 -
ettik; zaten onlar iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle
cezalandırırız. Sonra da, nasıl davranacağınızı görmeniz için onların ardından
sizi yeryüzünde halifeler kıldık (onların yerine sizi getirdik).” 13
“(Hûd, kavmine dedi ki:) ‘Size Rabbimin sözlerini bildiriyorum. Ben sizin
için güvenilir bir elçiyim. Sizi uyarmak üzere aranızdan bir adam aracılığıyla
Rabbinizden size bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz? Allah’ın sizi
halifeler kılıp Nuh kavmi yerine getirdiğini ve yaratılışça onlardan daha
üstün kıldığını hatırlayın. Başarıya erişebilmeniz için Allah’ın nimetlerini
anın.” 14
“(Hz. Hûd, kavmine şu uyarıda bulundu:) ‘Ben, ancak benim de sizin
de Rabbimiz olan Allah’a güvenirim. Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el
koymamış bulunsun. Rabbim, elbette doğru yoldadır. Eğer yüz çevirirseniz,
şüphesiz ben size bana emanet edilen mesajı bildirdim. Rabbim
sizden başka bir kavmi istihlâf eder, yerinize getirir. Ona hiçbir şey de
yapamazsınız. Doğrusu Rabbim her şeyi koruyandır.” 15
Âd kavminden sonra gelen Hz. Salih, Semûd kavmine Allah’ı
tanıma ve O’na kulluk etme çağrısını yaptıktan sonra, şunları söyledi:
“Allah’ın sizi Âd kavmine halifeler yaptığını, onların yerine getirdiğini,
ovalarında köşkler kurup dağlarında kayadan evler yonttuğunuz yeryüzünde
yerleştirdiğini hatırlayın. Allah’ın nimetlerini anın. Yeryüzünde bozgunculuk
yaparak karışıklık çıkarmayın.” 16
“Firavun kavminin ileri gelenleri, “Mûsâ’yı ve kavmini yeryüzünde
bozgunculuk yapsınlar, seni tanrılarınla başbaşa bıraksınlar diye mi koyveriyorsun,
dediler. Firavun, onlara şu cevabı verdi: ‘Onların oğullarını
öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz, onları ezecek üstünlükteyiz.’
Hz. Mûsâ ise kavmine şöyle seslendi: ‘Allah’tan yardım isteyin ve
sabredin. Yeryüzü, şüphesiz Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı
kılar. Sonuç, Yüce Allah’tan korkup günahtan sakınanlarındır.’ Kavmi ona
şu karşılığı verdi: ‘Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyet
çektik.’ Hz. Mûsâ şunları söyledi: ‘Rabbinizin düşmanlarınızı yok etmesi
ve yeryüzünde sizi istihlâf etmesi, onların yerine geçirmesi umulur. O zaman
nasıl davranacağınıza da bakar.”17 Yüce Allah, Firavun ve yandaşlarına
sıkıntılar verdi; onları sınadı, sonunda yok etti. “Hor görülen
o kavmi (yahudileri), bereketli kıldığı yerin doğularına ve batılarına mirasçı
kıldı. Allah’ın İsrailoğullarına verdiği güzel söz, sabırlarına karşılık böylece
yerine geldi. Firavun ve kavminin yaptığı ve yükselttikleri yıkıldı.” 18
13] 10/Yûnus, 13-14
14] 7/A'râf, 68-69
15] 11/Hûd, 56-57
16] 7/A'râf, 74
17] 7/A'râf, 127-129
18] 7/A'râf, 130-137
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 96 -
“Onların peşinden öyle bir half (nesil) geldi ki, bunlar namazı bıraktılar;
nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını
çekecekler.” 19
“Onların ardından (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını
alıp, ‘nasıl olsa bağışlanacağız’ diyerek Kitab’a vâris olan birtakım kötü
half (nesil) geldi. Onlara,ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar.
Peki, Kitap’ta Allah hakkında haktan/gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine
dair onlardan söz alınmamış mıydı ve onlar Kitap’takini okumamışlar
mıydı? Ahiret yurdu Allah’tan korkup günahtan sakınanlar için
daha hayırlıdır. Hâlâ aklınız ermiyor mu?” 20
“Rabbin zengindir, rahmet sahibidir. Dilerse, sizi başka bir kavmin soyundan
getirdiği gibi, sizleri yok eder, dilediğini istihlâf eder, sizin yerinize
getirir. Size vadedilen, mutlaka yerine gelecektir. Siz O’nu âciz bırakamazsınız.
De ki: Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Doğrusu ben de yapacağım.
Sonucun kimin için hayırlı olduğunu göreceksiniz. Zulmedenler iflâh
olmaz, kurtulamazlar.” 21
“Allah, içinizden iman edip salih amel işleyenlere, onlardan öncekileri
halef (güç ve iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzünde istihlâf edeceğine
(halifeler yapacağına), onlar için râzı olup beğendiği dini temelli
yerleştireceğine ve korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir.
Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan
sonra inkâr eden kimseler fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir. Namaz kılın,
zekât veren, Peygamber’e itaat edin ki, size merhamet edilsin. İnkâr
edenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayın. Varacakları yer
ateştir. Ne kötü dönüş yeridir.” 22
“Ey Dâvud! Şüphesiz seni, yeryüzünde halife (hükümran, iktidar sahibi)
kıldık. Öyleyse, insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese
uyma. Yoksa seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu, Allah’ın yolundan
sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin azap vardır.” 23
Halife’nin Anlam Sahası
Allah, yeryüzünü îmar etmek, insanları Allah’ın kanunlarına
göre yönetmek üzere yarattığı Âdem ve neslini halife olarak yaratacağını
belirtiyor. “Yeryüzünde bir halife yaratacağım”24 ifadesinden
Hz. Âdem yaratılmadan önce yeryüzünün yaratıldığını
19] 19/Meryem, 59
20] 7/A'râf, 169
21] 6/En'âm, 133-134
22] 24/Nur, 55-57
23] 38/Sâd, 26
24] 2/Bakara, 30
HALİFE
- 97 -
öğreniyoruz. Hz. Âdem yeryüzünde halife olarak yaratıldı. Papazların
dediği “Hz. Âdem cennette yasak meyveyi yemeseydi şimdi
biz cennetteydik” sözünün yanlış olduğunu haber veriyor.
Allah meleklere yeryüzünde halife var edeceğini bildirmekle,
insanı yeryüzünün hâkimi ve yaratıkları arasında hükmedecek biri
yapacağını belirtmiştir. Âyetteki “halife” kelimesinde hâkimiyet
anlamı vardır. Yeryüzünde halife olmak, yeryüzünün hâkimi ve
yöneticisi olmak demektir. “Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halife
yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adaletle hükmet.”25 Âyetten
de anlaşıldığı gibi burada “halife”, hüküm veren; yöneten anlamında
kullanılmıştır. Bu nedenle insanlar arasında hak ve adaletle
hükmetmesi Hz. Dâvud’dan istenmektedir. “Yani ey Dâvud, seni
hükümdar yaptık ki iyiliği emredesin ve kötülükten sakındırasın.
Böylece senden önceki peygamber ve sâlih önderlere halef olasın”
“Sonra da, sizin nasıl davranacağınızı görmek için onların ardından sizi
yeryüzünde halifeler kıldık.”26 “Yani onların yerine artık siz hükmedeceksiniz.”
Halife kelimesiyle, nesil nesil birbirini takip edecek
ve nesillerden her birinin diğerine halef olacağı bir canlı türü kastedilmiştir.
Yine Hz. Nuh ve kavmi için de şöyle buyrulur: “Onları
(yeryüzünde) halifeler kıldık; âyetlerimizi yalanlayanları da (denizde) boğduk.”
27
Bu âyetlerde “halife” kelimesi, sözlük anlamı olan; başkasının
yürüttüğü bir işi, ondan sonra yüklenip yürüten anlamındadır. Ancak
devralınan iş, hâkimiyetle ilgili bir iştir. Nitekim Hz. Âdem için
“halife” kelimesinin kullanıldığı âyetten hemen önceki âyette:
“Allah, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.”28 buyurulmaktadır.
Demek ki Hz. Âdem’in halife kılındığı şey, yeryüzünün hâkimiyet
ve yönetimiyle ilgili bir iştir. 29
“Yeryüzü” Halifeliği
Kur’an’da ya yalın veya “arzda halife” terkibi halinde geçen
halife kelimesini bu bütünlükte değerlendirdiğimizde, insanlar
yeryüzünde ömür süren, orayı imar ve ıslah eden, orada iskân
eden yeryüzü halifeleri anlamında kullanıldığı anlaşılır; onlar birbiri
ardından gelen nesillerdir.30 Bu anlamda, beşeriyetin yeryüzündeki
kaderini ve Allah’a vereceği hesabı anlatan Bakara sûresi
25] 38/Sâd, 26
26] 10/Yûnus, 14
27] 10/Yûnus, 73
28] 2/Bakara, 29
29] İbn Teymiyye, Mecmuatu Fetâvâ, 35/42-46
30] 43/Zuhruf, 60; 19/Meryem, 59
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 98 -
30. âyetteki halife insan, yeryüzünün halifesi olacak, orada iskân
edecek, kan dökecek, ama Rabbinden isimler öğrenecek ve yaptıklarının
hesabını verecek bir nesildir. 31
Arz üzerindeki bütün güçler, bütün tabiat yasaları insana boyun
eğmiş ve insan, bunları kendi yararına kullanmak kabiliyetinde
yaratılmıştır. Yeryüzündeki diğer yaratıklar insana boyun
eğdirilmiştir. İnsan, dünya üzerindeki canlıların hiçbirinin yapamayacağı
işleri yapmaktadır; bu özellikleri, insanın halife olarak
yaratılmasından dolayıdır.
“O ki, sizi yeryüzünün halifeleri kıldı.”32; “Onların ardından sizi yeryüzünde
halifeler kıldık, nasıl davranacağınıza bakalım diye.”33 Âyetlerde
“yeryüzünün halifeleri” ve “yeryüzünde halifeler” ifadeleri geçmekte
ve insanın halife kılınarak bir imtihana tâbi tutulduğu belirtilmektedir.
İmtihansa elbette irâde sahibi olmayı gerektirmektedir.
İrade, seçme özgürlüğü demek olduğundan insanın istediği
şekilde hareket edebileceği ortaya çıkar. İrade sahibi bir varlığın
iyilik yapabileceği gibi, kötülük de yapabileceği kolayca anlaşılır.
Şu halde, irade sahibi olma “halife” kelimesinin kapsamı içindedir
ve melekler insanın fesat çıkarıp kan dökeceğini buradan anlamış
olabilirler. Öte yandan, halife’nin irade sahibi olması, belli bir
hâkimiyet gücünü elinde bulundurması demektir.
“Allah’ın Halifesi” Olur mu?
Allah’ın bir halifesi olamaz. Nitekim Hz. Ebu Bekir’e “Ey
Allah’ın halifesi!” denildiğinde, “Ben Allah’ın halifesi değilim;
ben ancak Rasûlullah (s.a.s)’ın halifesiyim ve bu bana yeter”34 demiştir.
İbn Teymiyye’ye göre, tanım gereği; ölen, orada hazır bulunmayan,
ya da işinde âciz olan biri için halife söz konusudur.
Allah hakkında ise bu tür durumlar mümkün değildir. Allah’ın ne
bir benzeri, ne de dengi mümkündür. Âlemlerden müstağni olan
Allah’ın halifeye/vekile ihtiyacı yoktur. İbn Teymiyye, vahdet-i vücutçuların
insanı ulûhiyet makamına yükseltmek istediklerini, bu
yüzden İbn Arabi’nin “insanın Allah’ın halifesi” olduğunu iddia
ettiğini söyler. Vahdet-i vücutçular, insanın birtakım mertebelerle
Allah’la bütünleşebileceğini iddia ederken, “Allah’ın halifesi” gibi
görünüşte Kur’anî bir dayanak ileri sürerler. 35
Aynı şekilde hilâfet makamına geçtiğinde Hz. Ömer’e de,
31] Bk. 27/Neml, 62; 35/Fâtır, 39; 6/En’âm, 135
32] 6/En’âm, 165
33] 10/Yûnus, 14
34] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/10-11
35] M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, s. 168-169
HALİFE
- 99 -
“Allah’ın halifesi” şeklinde hitap edilmesi kendisine teklif edilmiş,
kendisi bunu reddetmiştir. “Allah’ın halifesi” şeklinde bir ifadeye
ne bir âyet ve ne de sahih herhangi bir hadiste rastlıyoruz.
Âyetteki “halife” kelimesiyle nesil nesil birbirini takip edecek ve
nesillerden her birinin diğerine halef olacağı bir canlı türü kastedilmiştir.
Bu görüş, aynı zamanda İbn Kesir (H. 99), Taberi (H. 200),
Maturidi gibi nice âlimlerin kabul ettiği bir yorumdur. Bu görüş,
“halife” kelimesinin kelime anlamına da aykırı değildir. Çünkü
“halife” kelimesi, hem ism-i fâil ve hem de ism-i mef’ûl olarak alınabilir.
İsm-i fâil olarak alındığında, başkasının yerine geçen; ism-i
mef’ûl olarak alındığında da başkası ona halef olan anlamındadır.
Halife’nin, hâkim olan ve yöneten şeklindeki tefsirine gelince, yukarıdaki
bütün anlamlarla birlikte zikredilmesi gereken bir görüştür.
Hz. Âdem’in devraldığı iş, yönetme işidir. 36
Oysa Allah’ın temsil edilebilir bir varlık olarak algılanması,
Hz. İsa’yı enkarne olmuş (et giymiş -Allah’ın oğlu-) biçimi olarak
gören Hıristiyanlara ait bir düşünce idi. İslâm’ı istismar ederek,
İslâm’ın öngörmediği usullerle işbaşına geçen zâlim yöneticiler,
İslâm’ı kullanarak dini siyasete âlet etmek için “Allah’ın halifesi”,
“Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” vasıflarını kendileri için uygun
bir ünvan olarak gördüler. Kötülük ve adâletsizliklerini örtbas etmek
için kendilerine tanrısal bir statü vermeleri, müstekbirlerin
geleneksel tavrı olsa gerek. Bunlar, ilâhî tayinle iktidar oldukları
iddiasını sürekli tekrarlamışlardır. Firavunlar, zaman zaman kendilerini
tanrının oğlu (Ra tanrısının, güneşin oğlu), hatta zaman
zaman da tanrının kendisi olarak sunarlar. Japon imparatorlarına
yirminci asra kadar hâlâ “güneşin oğlu” deniliyordu. İnsan, tarih
boyunca, ilâhî adalete aykırı olarak, hak etmediği vasıflara sahip
çıkmaktadır. Bu olumsuz tavrı gösterenler arasında, vahye muhatap
olmuş ama onun kadrini kıymetini bilememiş ve tahrif etmiş
yahudi ve hıristiyanlar, ümmî Kureyşliler de vardı.
Yahudi ve hıristiyanlar: “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz.”37
sözü ile Allah tarafından seçilmiş ırk görüşünü savunurlar. Fil
olayının sonucunu kendi üstünlüklerine yoran Kureyşliler de,
kendilerinin Mescid-i Haram’a daha lâyık olduklarını ileri sürerek38
hak etmedikleri bir imtiyazla39 bütün kabilelerin Kureyş’e
ta’zimini sağlamaya çalışmışlardır. Görüldüğü gibi zulüm iktidarları
kendi meşruiyetlerini garanti altına almak için insan fıtratında
36] M. Sait Şimşek, a. g. e., s. 177
37] 5/Mâide, 18
38] 8/Enfâl, 34
39] 9/Tevbe, 19
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 100 -
vazgeçilmez bir olgu olarak yer alan Allah’a inanma eğilimini kullanarak
Allah adına hareket ettikleri iddiasıyla, mazlumları etki ve
yetki altına almaya çalışmışlardır. Câhilî zihniyet, kendi iddialarına
göre risâletten önce Allah’ın yakınlarıdır.40 Risâletten sonra Emeviler
döneminde ise Allah’ın halifesidir. İslâm düşüncesinin değişime
uğradığı tarihin daha geç dönemlerinde ise “zıllullah”tır;
yani Allah’ın gölgesi. Artık sultanın yaptığı zulümden vazgeçmesi
isteniyorsa o zaman yapılacak tek şey vardır: Oturup dua etmek!
Çünkü her haliyle yeryüzünde Allah’ın gölgesi olan sultana isyan
en büyük günahtır(!)
Hz. Ebu Bekir ve Ömer’in kabul etmediği Allah’ın halifeliği
sıfatına zulümlerine meşrûluk vermek için zâlim yöneticiler can
simidi gibi sarılıyorlar. Rasûlullah için Kur’an ısrarla “kul” vasfını
verdiği, Allah’ın halifesi gibi ifadeler O’nun için bile söylenmediği
halde, Emevilerden itibaren sözde halifeler için, Rasûlullah’ın halifesi,
mü’minlerin emîri, müslümanların halifesi gibi sıfatlar yeterli
gelmiyor, cılız kabul ediliyordu. Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri
ilan edilen bu müstağni liderler, Allah’ın kulluğuna değil; vekilliğine
soyunuyor. Ortaya koydukları siyasete/pratiğe göre de dini
yorumlayıp zulümlerine kılıf geçiriyorlar. Böylece dokunulmazlıkları
olan küçük yeryüzü ilahlıkları, rahatlıkla sömürü düzenlerini
devam ettirecek; ama asla eleştirilemeyeceklerdir. Çünkü sultaları
Allah’ın takdiridir(!) Cebr ve İrcâ akidesi imdatlarına yetişir. 41
İlk dönem İslâm tarihinde halife’nin kavramsal olarak yerleşmediğini
ve öncü sahabenin bu kelimenin Allah’a nisbet edilmesine
kesinlikle karşı çıktığını görüyoruz. İlk dönem İslâm öncüleri,
Rasül’ün ve Kur’an’ın yönetim için kavramlaştırdığı “emr” kelimesini
kullanmışlar, kendilerini “emîr” olarak görmüşlerdir. Kur’an,
yöneticilere “Ülü’l-Emr” ve “Veliyyü’l-Emr”42 terkibini tercih eder.
Kur’an, halife kelimesini açık bir şekilde arza izafeten kullanıyor;
Allah’a izâfeten hiçbir yerde kullanmıyor. Bakara sûresi 30.
âyetten sonraki âyetlerdeki, meleklerin yorumlarında ve reel hayatta
gördüğümüz gibi, (yaratıcısını överek tesbih edeceğine) yeryüzünde
fesat/kargaşa çıkaran, kan döken biri Allah’ın temsilcisi
olabilir mi? Bir temsilci, temsil ettiğinin dışına çıktığı zaman temsilci
olmaktan çıkacağına göre, belli bir irâdî alanda istemlerini
gerçekleştirme, tercihte bulunma yeteneğine sahip insan gerçeği,
“Halifetullah” ile nasıl uzlaştırılacaktır? 43
40] 8/Enfâl, 34; 9/Tevbe, 19
41] Fevzi Zülaloğlu, Allah’ın Halifeleri miyiz? Haksöz, Aralık 92, s. 16-17
42] 4/Nisâ, 83
43] Bak. 10/Yûnus, 14
HALİFE
- 101 -
Adı sanı anılmadan nice çağlar gelip geçtikten sonra yeryüzü
için yaratılan ve yeryüzünün hâkim ve yöneticisi konumuna getirilen
insan, nasıl hareket edeceği konusunda denenmektedir. Oysa
Allah’ın temsilcisi olarak görülen birinin özgür bir iradesi olmasından
bahsedemeyiz. Böyle bir statüye sahip birinin yapıp ettiklerinden
dolayı sorgulanması da söz konusu olamaz. Çünkü yapıp
ettikleri Allah adına, Allah’ı temsilendir. Hâlbuki insan için izzet
ve üstün bir şeref aranıyorsa, bu, Allah’a kulluk ve takvâdır. 44
“Halifetü’l-Arz” (Yeryüzünün efendisi, yöneticisi) insanın kendisi
için Allah’ın takdir ettiği bir konumu, bu ifadeyle anlatılıyor.
Yasak meyveyi yiyen insan, kendi farkına varmış, böylece içgüdüye
bağlı istekten; itaat ve isyana kabiliyetli, irâde/istem hürriyetine
kavuşmuştur. Böylece “yeryüzünün halifesi” payesini almaya
hak kazanmıştır.
Bazı âyetlerde halife kelimesi, başkasının yürüttüğü bir işi
ondan sonra yüklenip yürüten anlamındadır. Ancak, devralınan
hâkimiyetle/egemenlikle ilgili bir iştir. “Allah, yerde ne varsa hepsini
sizin için yarattı.”45 Demek ki insanın halife kılındığı şey, yeryüzünün
hâkimiyet ve yönetimiyle ilgili bir iştir. “Ey Dâvud! Biz
seni yeryüzünde (senden öncekilerin yerine) hükümdar yaptık. İnsanlar
arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevesine /keyfe uyma; sonra seni
Allah’ın yolundan saptırır.”46 Yani ey Dâvud, seni hükümran kıldık
ki adaleti yerine getirerek, iyiliği emredip kötülükten sakındırarak,
senden önceki peygamber ve sâlih önderlere halef olasın. Bu
hilâfet, siyasi erkle kayıtlı değildir; eşyanın tümünün âdil kullanımını
öngörür. “Sonra onların ardından sizi yeryüzünde halifeler yaptık
ki nasıl davranacağınızı görelim.” 47
İnsana, kâinatta Allah’ın biçtiği konum yerine; hak edilmeyen
bir statüye kaydırarak yer aramak, eşyada var olan dengeyi tersine
çevirmek demektir. İnsan, ancak insana temsilci/halife olur.
Ontolojik denge açısından eşitliğe sahip olmayan insanla Allah
arasında müşterek bir vekâlet sistemi yoktur. O halde Allah’ın vekil/
halife edinmesinden söz etmek mümkün değildir. 48
Genel Hilâfet/Umumî İstihlâf
Kur’an’da halife ve istihlâf kelimeleri, biri genel, diğeri özel
olmak üzere iki anlamda kullanılır. Bütün insanların yeryüzünün
44] Bak. 3/Âl-i İmran, 79
45] 2/Bakara 29
46] 38/Sâd, 26
47] 10/Yûnus, 14
48] Fevzi Zülaloğlu, a.g. y., s. 20-21
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 102 -
halifesi olması, yeryüzündeki her şeyin emir ve istifadelerine sunulması,
mülkiyetin kendisine emanet edilmiş olması, yeryüzünü
yönetip ıslah ederek ona sahip çıkması demektir.
Bakara sûresi 30. âyetteki “yeryüzünde var edilen halife”nin, kimin
halefi/ardçısı, ve kimin temsilcisi olduğu konusu çok tartışılmıştır.
Bu konuda meleklerin, cinlerin veya Allah’ın temsilcisi olduğu
iddia edilmiştir. Ayrıca insan nesillerinin birbirinin yerine geçtiği,
insanın yeryüzünde hâkim ve yöneten olduğu görüşleri ileri sürülmüştür.
Hiçbir âyette, halife kelimesi Allah’a izafe edilmemiştir;
yani “Allah’ın halifesi” tabiri Kur’an’da geçmez. Yalın halde veya
“arz” kelimesiyle tamlama yapılarak kullanılmıştır. Konumuzla ilgili
âyetin49 hemen öncesindeki âyette Allah, yeryüzünde olanların
hepsini insan için yarattığını belirtir.50 Şu halde insanın istihlâfı, yeryüzüne
hâkimiyet ve orasını yönetmekle ilgilidir. Böylece insana,
sınırsız değil ama geniş bir egemenlik alanı verilmiştir.
Özel Hilâfet/Hususî İstihlâf
a- Devlet ve Toplulukların İstihlâfı/Halife Kılınması:
Bu istihlâf, Allah’ın bir ümmete, başkalarından sonra hâkimiyet
ve istiklâl vermesi, birçok toplumları onun idaresi altında birleştirmesidir.
Devlet ve toplulukların istihlâfı bağlamında, Hz. Nuh’un
ve kavminin durumu şöyle belirtilir: “Onu yalancı saydılar. Ama biz,
onu ve gemide beraberinde bulunanları kurtardık. Onları halifeler kıldık/
ötekilerinin yerine geçirdik. Âyetlerimizi yalanlayanları suda boğduk. Uyarıları
dinlemeyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak!” 51
Hz. Hûd, peygamber olarak gönderildiği Âd kavmini şöyle
uyarıyordu: “Size Rabbimin sözlerini bildiriyorum. Ben sizin için güvenilir
bir elçiyim. Sizi uyarmak üzere aranızdan bir adam aracılığıyla Rabbinizden
size bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz? Allah’ın sizi halifeler kılıp
Nuh kavmi yerine getirdiğini ve yaratılışça onlardan daha üstün kıldığını
hatırlayın. Başarıya erişebilmeniz için Allah’ın nimetlerini anın.”52 Hz.
Hûd, ayrıca onlara şu uyarıda bulundu: “Ben, ancak benim de sizin
de Rabbimiz olan Allah’a güvenirim. Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el
koymamış bulunsun. Rabbim, elbette doğru yoldadır. Eğer yüz çevirirseniz,
şüphesiz ben size bana emanet edilen mesajı bildirdim. Rabbim
sizden başka bir kavmi istihlâf eder, yerinize getirebilir. Ona hiçbir şey de
yapamazsınız. Doğrusu Rabbim her şeyi koruyandır.” 53
49] 2/Bakara, 30. ayet
50] Bak. 2/Bakara, 29
51] 10/Yûnus, 73; ayrıca bak. 7/A'râf, 59-64
52] 7/A'râf, 69; ayrıca bak. 7/A'râf, 65-72
53] 11/Hûd, 56-57; ayrıca bak. 11/Hûd, 58-61
HALİFE
- 103 -
Âd kavminden sonra gelen Semûd kavmine Hz. Salih, Allah’ı
tanıma ve O’na kulluk etme çağrısını yaptıktan sonra, şunları söyledi:
“Allah’ın sizi Âd kavmine halifeler yaptığını, onların yerine getirdiğini,
ovalarında köşkler kurup dağlarında kayadan evler yonttuğunuz yeryüzünde
yerleştirdiğini hatırlayın. Allah’ın nimetlerini anın. Yeryüzünde
bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.”54 Ama onlar, bu uyarıları
dinlemedikleri için feci sonları geldi çattı.55
Sihirbazlar Hz. Mûsâ’nın mucizesini görüp Allah’a inandıktan
sonra, “Firavun kavminin ileri gelenleri, “Mûsâ’yı ve kavmini yeryüzünde
bozgunculuk yapsınlar, seni tanrılarınla başbaşa bıraksınlar diye mi koyuveriyorsun,
dediler. Firavun, onlara şu cevabı verdi: ‘Onların oğullarını
öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz, onları ezecek üstünlükteyiz.’
Hz. Mûsâ ise kavmine şöyle seslendi: ‘Allah’tan yardım isteyin ve
sabredin. Yeryüzü, şüphesiz Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı
kılar. Sonuç, Allah’tan korkup günahtan sakınanlarındır.’ Kavmi ona şu
karşılığı verdi: ‘Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyet
çektik.’ Hz. Mûsâ şunları söyledi: ‘Rabbinizin düşmanlarınızı yok etmesi
ve yeryüzünde sizi istihlâf etmesi, onların yerine geçirmesi umulur. O zaman
nasıl davranacağınıza da bakar.” 56 Yüce Allah, Firavun ve yandaşlarına
sıkıntılar verdi; onları sınadı, sonunda yok etti. “Hor görülen
o kavmi (yahudileri), bereketli kıldığı yerin doğularına ve batılarına mirasçı
kıldı. Allah’ın İsrailoğullarına verdiği güzel söz, sabırlarına karşılık böylece
yerine geldi. Firavun ve kavminin yaptığı ve yükselttikleri yıkıldı.” 57
Hz. Peygamber’e ve kavmine de, Allah’ın uyarılarını dinlemeleri
konusunda, benzer hatırlatmalar yapılır: “Rabbin müstağnî ve
rahmet sahibidir. Dilerse, sizi başka bir kavmin soyundan getirdiği gibi,
sizleri yok eder, dilediğini istihlâf eder, sizin yerinize getirir. Size vadedilen,
mutlaka yerine gelecektir. Siz O’nu âciz bırakamazsınız. De ki: Ey kavmim!
Elinizden geleni yapın! Doğrusu ben de yapacağım. Sonucun kimin için
hayırlı olduğunu göreceksiniz. Zulmedenler iflâh olmaz, kurtulamazlar.” 58
Allah’a ve peygamberine itaat çağrısı ve peygamberin yalnızca
tebliğ/bildirim görevi olduğu, herkesin kendine yüklenenden
sorumlu olacağı anlatıldıktan sonra, şunlar belirtilir: “Allah, içinizden
iman edip salih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef (güç ve
iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için
râzı olup beğendiği dini temelli yerleştireceğine ve korkularını güvene
çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi
54] 7/A'râf, 74
55] 7/A'râf, 75-79
56] 7/A'râf, 127-129
57] 7/A'râf, 130-137
58] 6/En'âm, 133-134
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 104 -
Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler fâsık (yoldan
çıkmış) kimselerdir. Namaz kılın, zekât veren, Peygamber’e itaat edin ki,
size merhamet edilsin. İnkâr edenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını
sanmayın. Varacakları yer ateştir. Ne kötü dönüş yeridir.” 59
Bu âyetler, iktidar değişiminin, iktidarın işleyişinin ve amacının
temel değişkenlerini açıkça belirtir: İman, sâlih amel, yalnız
Allah’a ibâdet ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmama; dinin yerleşmesi,
korkuların güvene dönüşmesi; namaz ve zekâtın yerine getirilmesi,
Peygamber’e itaat; inkârcıların yoldan çıkışları, cehenneme
varışları.
b- Bireylerin İstihlâfı/Halife Kılınması:
Bu tür istihlâf, devlet başkanları için söz konusudur. Bireylerin
istihlâfı bağlamında Hz. Dâvud örnek verilir: “Ey Dâvud! Şüphesiz
seni, yeryüzünde halife (hükümran, iktidar sahibi) kıldık. Öyleyse, insanlar
arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma. Yoksa seni Allah
yolundan saptırır. Doğrusu, Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü
unutmalarına karşılık çetin azap vardır.”60 Bu âyet, iktidar sahiplerinin
kendi arzu ve heveslerine, istek ve tutkularına göre değil; adalet
esaslarına göre yönetmelerini açıkça vurguluyor. Bilindiği üzere
Hz. Dâvud, dinî ve siyasî otoriteleri birleştiren, hem bir peygamber,
hem de İbranilerin başında bir hükümdardı. 61
Bireylerin istihlâfı için, ayrıca imam62 ve melik63 kelimeleri de
kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de halife kavramı, yalnızca Hz. Dâvud
için siyasi bir içerikle kullanılmıştır. Devlet ve toplulukların istihlâfı
ise, ancak siyasi iktidar ve nesil değişikliği çevresinde siyasi-sosyal
bir anlam kazanır. İslâm siyasi tarih ve edebiyatında halife kelimesi,
bu kavramlarla bağlantılı olarak terimleşmiştir. 64
Halifelik Makamı ve Halifenin Yükümlülükleri
Bakara, 30. âyette belirtilen meleklerin, halifenin yaratılış
hikmetini öğrenmek amacıyla sordukları soru “halife” kelimesini
biraz açmaktadır. Onların sorusundan halifenin üç önemli özelliği
belli olmuştu. Bunlardan birisi, meleklerin merak sorusunun
yorumuyla anlaşılabilecek bir özelliktir. Onlar, “Halifenin yaratılmasından
maksat kulluksa, biz en güzel şekilde yapıyoruz; öyleyse
59] 24/Nur, 55-57
60] 38/Sâd, 26
61] Bak. 2/Bakara, 246-250
62] 2/Bakara, 124
63] 5/Mâide, 20
64] Kur'an'da Siyasi Kavramlar, V. Akyüz, s. 130 ve devamı
HALİFE
- 105 -
başka bir halifenin yaratılmasının hikmeti nedir? Öyle anlaşılıyor
ki, yaratılacak halife de tıpkı melekler gibi Allah’ı tesbih edecek,
yani O’na ibâdette bulunacak ve yönetim hakkı olacak. İkinci
özelliği yeryüzünde yaşayacak olması. Bunu âyetin başında bizzat
Rabbimiz söylüyor. Üçüncü özelliği ise, yer için yaratılacak halifenin
orada fesat çıkaracak ve kan dökecek olmasıdır.
Melekler, halifenin yaratılış hikmetini anlamak için, “yeryüzünde
fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?”65 diye sorarlar.
Allah, halife insanı bu olumsuz özelliklerle nitelemelerinden
dolayı onları yalanlamadı. “Hayır, siz yanılıyorsunuz, benim
halifem böyle bir şey yapmayacak” demedi. Buna karşı “Ben sizin
bilmediklerinizi bilirim” dedi.
Bütün bunlar, yeryüzü halifesinin Hz. Âdem ve onun soyundan
gelecek bütün insanlar olduğunu gösterir. Şurası kesindir ki
Hz. Âdem yeryüzüne indikten sonra ne fesat çıkardı ve ne de kan
döktü. Bu kötü fiilleri ilk olarak kendi oğullarından birisi yaptı.
Onun soyundan gelen niceleri tarih boyunca sayısız fesat çıkardılar,
haksız yere başkalarının kanını akıttılar. Öyleyse kast edilen
Hz. Âdem ve onun soyundan gelenlerdir. Kur’an’ın ifadesinden
anlaşıldığına göre Allah, bütün Âdemoğullarını yeryüzüne halife
olarak gönderdi. Şu âyet, bu açıdan oldukça dikkat çekicidir:
“Sonra, nasıl yapıp davranacaksınız diye sizleri gözlemek için, onların ardından
sizi yeryüzünde halifeler yaptık.”66 Kendilerine verilen nimetin
değerini bilmeyen ve nimet verene şükretmeyen, elçilere karşı
çıkan nice topluluklar cezalandırıldı, helâk edildi. Onların yerine
Rablerini tanıyan, şükretmesini bilen yeni kuşaklar halife olarak
gönderildiler. Onlar, Allah’ın hükmüyle hükmederler, yüklendikleri
emaneti hakkıyla taşırlar.
Hz. Âdem’in şahsında halife olarak yaratılıp dünyaya gönderilen
insan, bu özelliğini ancak halifeliğin gereğini yaparsa
koruyabilir. Halifeliğin gereği de şüphesiz ki dağların, yerin ve
göklerin taşımaktan korktuğu “emânet”i taşımaktır. Halifeliğin
değeri bununla ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda başta bütün
peygamberler halifedir. Onlar en kutsal yük olan emaneti taşıma,
Allah’ın hükümlerini uygulama ve ümmetlerine anlatma yönüyle
kendilerinden önceki peygamberlerin halefleridirler. Peygamberleri
dinleyen, ilâhî davete kulak verip, Allah’ın koyduğu ölçülere
göre yaşayan bütün sâlih insanlar da, bu mübarek yükü taşımada
kuşaktan kuşağa birbirlerinin yerine halife olmuşlardır. Yine
65] 2/Bakara, 30
66] 10/Yûnus, 14
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 106 -
Allah’ın adıyla yaşayan, Allah’ın indirdikleriyle hükmeden, gücünü
ve otoritesini Allah’ın adı yüce olsun diye kullanan bütün otorite
sahipleri de bu halifelik sıfatına lâyıktır.
Allah, başta Hz. Âdem olmak üzere bütün insanları kendi
hükümlerinin uygulayıcıları olsunlar diye yarattı. Bütün insanlar
doğuştan birer halife adayıdır. Kim bu emaneti hakkıyla taşımış
veya taşıyorsa, onun halifelik sıfatı devam ediyor demektir.
Allah’ın hükmüne uymayıp, O’nun dininden yüz çevirenler, yani
ilâhî emaneti taşımayanlar ise o kutsal ve üstün halifelik sıfatını
koruyamayanlardır. 67
İnsan, yeryüzünün hâkimi, yöneticisidir; ama bu farazî ve sembolik
bir liderlik ve hâkimiyettir; Allah’a itaat etse de, karşı çıksa
da böyledir. Çünkü Allah’ın meşîetinin/ dilemesinin dışına çıkamaz.
Ama itaat ederse kendisi ve kendi saadeti için itaat etmiş
olur; irâde ve kaynaklandığı ‘benlik’ emanetini yerinde kullanmış
olur. İşte bu emaneti yerinde kullandığında fesat çıkaran değil;
selâmeti, sulhü gerçekleştiren bir halife olur. Şu halde, insan yeryüzünün
halifesidir ve bu halifelik yeryüzünde hükmetmektir. Bu
şekilde, insan toplulukları, nesiller birbirlerinin yerini alırlar, yani
birbirlerine halef olurlar; bir topluluk emanete ihanet ettiğinde
Allah onun yerine başka birini getirir, yani ona başka bir topluluğu
halef kılar ve onları yeryüzünün halifeleri yapar. Şu halde, halifeyi
yalnızca birinin yerine geçen anlamında kullanmak, kavramın
muhtevasını büyük ölçüde daraltmak olur. 68
Kur’ân-ı Kerim’de konu ile ilgili âyetlerden anladığımıza göre
Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri
olarak yaratmıştır. Yeryüzündeki bütün yaratıklar, insanoğlu
için yaratılmış, onun hizmetine sunulmuştur; insan yeryüzünün
efendisi ve halifesidir. Bu halifelik gereği bütün insanlar ilk
plânda Allah’a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak O’nun
hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır. İnsanın yeryüzü
halifeliği, onun yönetim ve davranışlarda Allah’ın hükmünü
uygulaması demektir. Bu uygulamalarda Allah’ın kanunları mutlak
ölçüdür. İnsan, yeryüzünde halifeliğini ifa ederken bu ölçünün
dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez. Çünkü
Allah, yeryüzünde halife olarak görevlendirdiği insana mutlak bir
serbestlik vermiş değildir. İnsan için birtakım kurallar ve sınırlar
çizmiş ve bunları aşmamasını istemiştir.
Zürriyetlerini temsilen halife kılınan ilk insan Hz. Âdem ve eşi
67] H. K. Ece, Hz. Adem, Denge Y., s. 49-50
68] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 522
HALİFE
- 107 -
için bile birtakım sınırlamalar söz konusudur.69 Bu hududa uymak,
insanın yeryüzü halifeliğinde, bu yüce makamda kalabilmesinin
temel şartıdır.70 Bu ölçülerin dışına taşanlar ise, ateş azabına düşmekle
tehdit edilir. Diğer bir deyişle; insanlardan istenen, halifelik
gereklerini yerine getirmeleridir. Bu ise, Allah’ın belirlemiş olduğu
sınırlar içerisinde kalmakla mümkün olur. Bu anlamda bütün
insanlar, Allah’ın yeryüzünde halife tayin ettiği kimselerdir. Tüm
insanların bu şekilde görevlendirilmiş olmalarına “umûmî hilâfet”
diyoruz. Hz. Âdem’in soyundan gelen herkes bunun kapsamı içerisindedir.
İnsan, halifeliğinin sonucu olarak yüklenmiş olduğu
“emanet”in gereklerini yerine getirmekle yükümlüdür.
Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını
istihlâf etmekle, başkalarını halife yapmakla tehdit ediyor.
Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği
yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor. Yalnız bu kişilerin
bu makamda kalabilmelerine de “husûsi hilâfet” adını veriyoruz.
Tarih boyunca bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş
ve halifelik onlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Allah’ın halife
yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz
verdiği kimseler, 71 O’nun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları
tağutların tasallutundan kurtarma savaşını sürdürenlerdir.
İster genel, isterse özel anlamda olsun hilâfet, “Allah’ın dinini
hâkim kılmak” özünü taşır. Bu öz, hilâfetin sosyal alanda
da hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve teşkilâtlanmasıyla siyasî
bir görünüm kazanır. Allah, Hz. Dâvud’a kendisini yeryüzünde
halife kıldığını bildirmekle birlikte ona; insanlar arasında hak ile
(Allah’ın hükümleri ile) hükmetmeyi72 emretmiştir. Hz. İbrahim
de kendisinin insanlara imam (halife) kılındığı haberini Allah’tan
alınca, soyundan geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini
istemiş, Allah ise bu ahdinin zâlimler hakkında sözkonusu olmayacağını73
bildirmiştir. Anlaşılmaktadır ki halifelik, Allah’ın
hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması demektir.
Bütün insanlar bununla görevlidir. Böyle bir makama yükselmek
isteyen, daha doğrusu bu makamdan düşmek istemeyen
toplum da ona göre davranmak zorundadır. Bu tür toplumun en
yüksek temsilcisi ise, yeryüzündeki halifelerin kendi hür iradeleriyle
seçtikleri “halife”dir. Halife, bu emaneti yüklenebilecek
69] Bak. 2/Bakara, 35
70] Bak. 2/Bakara 38
71] 24/Nur, 55
72] 38/Sâd, 260
73] 2/Bakara, 214
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 108 -
nitelikte olmalıdır. Çünkü emanetlerin ehil kimselere verilmesi,
Kur’an’ın emirleri arasındadır. 74
“Halife”liğin Siyasi Boyutu; İslâm Devlet Başkanı
Olarak Halife
Siyasi anlamda “halife”: Bey’at sonucu mü’minler adına tasarruf
(yönetme) yetkisine sahip olan ve Allah’ın indirdiği ahkâmın
adalet ve istişare ile tatbikini sağlayan kimse demektir.
Hilâfetin akdî temeli, ümmetin halifeyi seçme hakkı bulunduğu
esasına dayanır. Halife, özel bir seçim olan bey’atla seçilir.
Ehl-i Hal’ ve’l-Akd denilen ümmetin seçkin temsilcileri tarafından
bey’atla seçilerek görev alır. Bu kurumun; halife küfre meyleder,
açıkça fısk olan işleri yapar, yönetimi hakkıyla icra edemeyecek
duruma düşerse halifeyi azletme (hal’ etme) yetkisi vardır. Halife,
şeriatı, bu seçkin temsilcilerden oluşan organla istişare ederek icra
eder. Bu organ, aynı zamanda şûrâ organıdır.
Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek şekilde, dini
ve müslümanları, tüm insanî özellikleri korumak, sosyal hayatı
idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir.
İslâmî devlet yönetiminde olmazsa olmaz olan temel esaslar:
Bey’atla başa geçen halifelik/imamlık, adalet (Allah’ın indirdikleriyle
hükmetmek) ve şûra prensipleridir.
Halifenin Görevleri
Allah’ın hükümlerini tatbik etmek,
Namazları, özellikle Cuma ve Bayram namazlarını kıldırmak,
Zekât ve diğer vergileri toplamak,
Kadıları (hâkimleri) ve valileri tayin etmek,
İslâm devletinde yaşayan fertlerin malını, canını, dinini,
ahlâkını, neslini korumak,
İslâm devletinin sınırların korumak, cihadı tanzim etmek,
Orduları hazırlamak, seferberlik emri vermek, komutan tayin
etmek ve gerekirse
komutanlık yapmak,
İslâm devleti içinde zulme uğrayanlara veya ihtiyaç sahibi
olanlara yardım etmek,
74] Bak. 4/Nisâ, 58; Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 2, s. 424
HALİFE
- 109 -
İslâm devletinde yaşayan fertler arasındaki ihtilafları çözmek
ve fitneleri engellemek.
Hz. Peygamber, hayatta olduğu sürece peygamberlik görevinin
yanı sıra devlet başkanlığını da şahsında toplamıştı. Bu nedenle
Hz. Peygamber hayatta iken, kurulan ilk İslâm devletinin
başkanını belirlemek gibi bir problemle karşılaşılmış değildi. Diğer
taraftan Peygamberimiz, kendisinden sonraki halifeyi belirleyen
herhangi bir söz de söylememişti. Durumun böyle olması nedeniyle
Hz. Ebu Bekir (r.a.) halife seçilene kadar bazı farklı görüşlerin
ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu durumlar geçici ve oldukça
kısa bir süre için sözkonusu olmuş; bir müddet sonra unutulup
gitmiştir. Yani bu görüş ayrılıkları Hz. Peygamber’in vefatından
sonra Hz. Ebu Bekir halife seçilinceye kadar devam etmiş ve onun
seçilmesiyle son bulmuştur. Hz. Ebu Bekir, halife seçildikten sonra
yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“İnsanlar! Sizin en iyiniz olmadığım halde başınıza getirildim.
İyi davranırsam bana yardımcı olun; saparsam düzeltin beni.
Doğruluk emanet, yalan ihânettir. İçinizdeki güçsüz, hakkını alıncaya
kadar benim yanımda güçlüdür. İçinizdeki güçlü de, Allah’ın
izniyle hakkı ondan alınıncaya kadar benim yanımda zayıftır. Sizden
kimse cihadı terk etmesin; çünkü onu terk eden bir kavmi,
muhakkak Allah zillete düşürmüştür. Allah’a ve Rasûlüne itaat
ettiğim sürece bana itaat edin. Allah’a âsi olursam, bana itaatiniz
gerekmez!”
Hilâfet kurumunda bu ilk mesaj, bir yandan onun kişiliğini ve
görev anlayışını dile getirirken; bir yandan da, “hilâfet”in hangi
temellere dayandığını ve varlık gayesini açıklamaktadır.
Râşid Halifeler
Rasül-i Ekrem’den sonra, müslümanların devlet ve hükümet
reisine “Rasûlullah’a halef olan” anlamında “halife” denmiştir.
Bu halifelerin ilk dördü hemen her yönüyle örnek halifelerdir.
Bunlara hulefâ-i râşidîn/râşid halifeler denir.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’den sonra gelen ilk dört halifenin
hilâfet süreleri, Saâdet Asrının ikinci dönemini teşkil eder. İslâm
hukukçularının büyük bir çoğunluğu, bu dönemdeki uygulamalara,
alınan kararlara büyük bir önem verir ve bunları İslâm hukukunun
kaynakları arasında görürler. Çünkü onların uygulamaları Hz.
Peygamber’e zaman itibariyle en yakın olmak, O’nun eğitiminden
geçmiş olmak, vahyin nüzulüne tanık olmak, sünneti yakından
tanımak gibi ayırıcı özellikler nedeniyle önem taşır, başkalarının
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 110 -
fikir ve düşüncelerine göre üstünlük arz ederler. Hakkında nass
bulunmayan konularda Râşid Halifelerin uygulamaları oldukça
değerlidir. Bunun nedeni ise, onların hem veliyyü’l-emr olarak
mü’minlerin kendilerine itaat etmekle yükümlü olmaları; hem
de İslâm’ın özünü en iyi kavramış bulunmalarıdır. Bununla ilgili
verilecek örnekler pek çoktur. Meselâ, Hz. Ebu Bekir’in zekât
vermeyenlerle ilgili olarak aldığı kararlar, Hz. Ömer (r.a.)’in Irak
topraklarıyla ilgili görüşleri ve bunları etrafındakilere de delilleriyle
birlikte açıklayıp kabul ettirmesi, Hz. Ali’nin (r.a.) Hâricilerle
savaşmak ile ilgili tutumları kendi konumlarında olduğu gibi, sonra
bunlardan çıkarılan sonuç ve hükümlerle ilgileri bakımından
oldukça önemlidir.
Çünkü bütün bunlarla ilk defa karşılaşılıyordu ve bunların
İslâmî bir çözüme bağlanmaları gerekli idi. Yine Hz. Peygamber’in
(s.a.s.) vefatından hemen sonra onun yerine geçecek devlet başkanını
belirlemek konusu ortaya çıktı. Hz. Ebu Bekir’den sonra
gelen diğer üç halife de farklı şekillerde belirlendi. Onlar ile ilgili
durumlar İslâm hukukunda devlet başkanının başa geçiş yollarının
farklı olabileceği görüşünü belirledi. Bu konuda kesin ve açık
bir hükmün bulunmayışı, bu tabii sonucu doğurmuştur. Bu ise
İslâm’ın, her çağda her toplum için uygulanabilir olmasının kanıtları
arasındadır. Hulefâ-i Râşidîn’den sonra Muaviye’nin hilâfete
geçmesiyle birlikte, hilâfetin tarihinde saltanatın egemenliği de
başlamış olur. Artık, 4 halifeden sonra kâmil anlamda halifelik değil;
eksik halifelik veya ismi halifelik olan saltanat başlamış oldu.
Emevîlerden toplam 14 halife/sultan işbaşına geçti. Emevilerden
sonra Abbasilerin uzun saltanat dönemleri başlar. Abbasilerden
de toplam 37 halife/sultan hüküm sürmüştür. Abbasilerden sonra,
1924’teki ilgâsına kadar hilâfet Osmanlılarda kaldı. 29 halife/padişahın
idaresindeki Osmanlılardaki hilâfet de ondan öncekilerden
pek farklı değildi. Hilâfet kurumu, 23 Mart 1924’de T.B.M.M.’nin
431 nolu kanunuyla tam 1293 yıl devam ettikten sonra şimdilik
tarihe terkedilmiştir.
Hilâfetin akdî temeli, ümmetin halifeyi seçme hakkı bulunduğu
esasına dayanır. Halife, özel bir seçim olan bey’atla seçilir.
Ehl-i Hal’ ve’l-Akd denilen ümmetin seçkin temsilcileri tarafından
bey’atla seçilerek görev alır; bu kurumun halife küfre meyleder,
açıkça fısk olan işleri yapar, yönetimi hakkıyla icra edemeyecek
duruma düşerse halifeyi azletme (hal’ etme) yetkisi vardır. Halife,
şeriatı, bu seçkin temsilcilerden oluşan organla istişare ederek icra
eder. Bu organ, aynı zamanda şûrâ organıdır.
Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek şekilde, dini
HALİFE
- 111 -
ve müslümanları, tüm insanî özellikleri korumak, sosyal hayatı
idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir.
İslâmî devlet yönetiminde olmazsa olmazlardan biri bey’atla başa
geçen halifelik/imamlık, adalet (Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek)
ve şûra prensipleridir.
Kur’ân-ı Kerim’de: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e
itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan (müslüman) emir sahiplerine (ülü’lemre)
de itaat edin. Eğer bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, onu (ihtilaf
konusunu Allah’a ve Rasûlüne havâle edin. Eğer Allah’a ve âhiret gününe
inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem hayırlı, hem netice bakımından daha
güzeldir. Sana indirilene de Senden evvel indirilmiş olan (kitap)lara da
iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı ki; onu inkâr
etmeleriyle emrolundukları halde, yine tâğutun huzurunda muhakeme
edilmelerini arzu ediyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapkınlıkla büsbütün
saptırmak ister.”75 Mü’minlerin kime, hangi şartlarda ve nasıl
itaat edecekleri, neyi kesinlikle reddedecekleri burada açıkça izah
olunmuştur. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.), “Kim ülü’l-emre itaatten bir el
kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah’a, fiili (ameli) hususunda lehinde
hiçbir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Kim de boynunda (ülü’l-emre)
beyatı olmayarak ölürse, câhiliyye ölümü ile ölür.”76 buyurduğu rivâyet
edilmiştir. İslâmî eserlerde “halife”, “imam”, “ülü’l-emr” kavramları
hep aynı mâhiyeti beyan için kullanılmıştır.
Hanefi fıkıh bilginlerinden İbn Hümam, mü’minlerin kendi
içlerinden halife/imam seçmelerinin sebebi, İslâm’ın hükümlerini
edâ etmek içindir demektedir.77 İmam Nesefî de bu konuda şunları
söyler: “Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan halifeyi/imamı seçilmiş
görmeden bir günün geçmesi câiz değildir. İmam, devlet başkanı
olan halifedir. İmametin/hilâfetin hak olduğunu kabul etmeyen
kimse dinden çıkar. Çünkü dinî hükümlerden bir kısmının farz
olması, imamın varlığına bağlıdır. Cuma namazı, bayram namazı
ve yetimleri evlendirmek gibi... İmamı inkâr eden kimse, farzları
inkâr etmiş olur.78 Tarihî kaynaklarda, Rasül-i Ekrem’in (s.a.s.) vefatından
sonra sahabenin Rasülüllah’ı defnetmeden önce halife
seçme hususunda titiz davrandığı kayıtlıdır.
Kâfirlerin, tâğutî güçlerin; Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil
olmak ve onların yerine geçmek üzere koydukları hükümleri
reddetmek farzdır. Onların, mü’minler üzerinde velâyet hakkının
bulunmayacağı hususu kat’idir. Dolayısıyla mü’minler; kâfirlerin
75] 4/Nisâ, 59-60
76] Müslim, 2/1478, hadis no: 1851; ayrıca Buhârî, Ahkâm, 8/105
77] İbn Hümam, Kitabü'l-Müsâyere, s. 265
78] Nesefî, Bahrü'l-Kelâm fi Akaidi'l-Ehli'l-İslâm
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 112 -
veya mürtedlerin istilasına uğrarlarsa, kuvvetle başlarına geçen
bu yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı cihadın farz-ı ayn olduğunu
bilirler. Nitekim İmam Serahsi; “Cihaddan maksat; müslümanların
emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini
yürütme imkânına kavuşmalıdır” der. İstilâ altında iken dahi
mü’minlerin müstevlilerin liderine itaat etmeyip kendi içlerinden
bir halife/imam seçmeleri vâciptir. 79
Halifeliğin Kaldırılması
İslâm; insanlara tevhid esaslı bir dünya görüşü sunduğu gibi,
tevhid esasına dayanan bir yaşam ve yönetim biçimi de sunar.
İslâm’da yönetim biçimi, devlet düzeninde hâkimiyetin kayıtsız
şartsız Allah’a ait olması ve İlâhî hükümlerin esas alınmasına dayanır.
İslâm devletinin başında, Müslüman ahalinin bey’at ettiği âlim
ve âdil bir halife bulunur. Halife; İslâm devletinin ve Müslümanların
birliğinin sembolü ve imamıdır. (Bu gün dünyanın bütün
devletlerinde devlet başkanı ya da cumhurbaşkanı bulunmaktadır).
Ancak, İslâm devleti, halifeden ve hilâfet makamından ibaret
değildir. Halifenin, İslâm hukukunda belirlenmiş yetki ve görevleri
vardır. İslâm ahkâmının devlet eliyle tatbikinden ve tatbikinin takibinden
sorumludur. Kanunların üstünde bir yetkisi olmadığı gibi,
kendisi de İslâmî kanunlara bağlıdır ve İslâm’ın kendisine verdiği
yetkinin dışına çıkamaz. Bütün bunlar İslâm hukukunda belirlenmiş
ve bilinen hususlardır. Nitekim halifenin İslam literatüründeki
anlamı; Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını tatbik etmekle mükellef
olmak, bu işle vazifeli olmak demektir. Dolayısıyla İslâm hukukçuları
bu kavramı, genellikle Rasûlullah’ın (s.a.s.) devlet başkanlığı
makamına geçme ve toplumu İslâmî kurallara göre sevk ve idare
etmede O’na halef olma anlamında kullanmışlardır.
Müslümanların, devletsiz ve başsız olamayacağı hakikatinden
dolayı, Rasulullah (s.a.s.) daha defnedilmeden Hz. Ebubekir (r.a.)
halife seçilmiş ve Müslümanların bey’atını aldıktan sonra vazifeye
başlamıştır. Hz. Ali’ye (r.a.) kadar ehliyet ve bey’at üzere devam
eden hilâfet, Muaviye tarafından hile ve zor karışımı taktiklerle
ele geçirildi ve saltanata dönüştürüldü. Kılıç zoruyla kabileler ve
kavimler arasında el değiştirdi, onu elinde bulunduran hanedan
içinde babadan oğula intikal etti. Yavuz Sultan Selim, 16. yüzyılın
başında Mısır seferinden sonra Halifeliği Osmanlılara taşıdı ve o
tarihten 1924 yılına kadar da Osmanlılarda kaldı.
79] Kelimeler Kavramlar, s. 181-182
HALİFE
- 113 -
Hilâfetin iki temel özelliği vardır; ehliyet ve bey’at. Halife
olacak kişide bu iki temel özellik aranır, halifeliğe ehil olmalı ve
Müslüman teba tarafından bey’at verilmelidir. Ancak Muaviye ile
birlikte bu iki temel özellik ortadan kaldırıldı, zor kullanımıyla
birlikte saltanat ve hanedanlığa dönüştürüldü. Osmanlılarda halifeliğin
aynı hanedan içinde babadan oğula geçmesi, deli olanların
bile halife olması ve kardeşin kardeşi öldürüp halifeliğini ilan
etmesi, hilâfetin aslından ne kadar uzaklaştığını, daha doğrusu
saptırıldığını göstermektedir.
Mustafa Kemal; hilâfeti tümden lağvedip batı standartlı laik
cumhuriyet rejimini oluşturmak istiyordu. Hilâfetin gelmiş olduğu
nokta ve halifelik makamında oturanların yanlış icraatlarından
değil, aksine İslâm’a, İslâmî yönetime ve müesseselerine karşı olduğundan
ve batıya aşırı derecede hayranlık duyduğundan dolayı
bu düşünceye sahipti.
Bunu doğrulayan belgeler çoktur. Örneğin; 1907 yılında daha
26 yaşında bir subay iken Bulgar asıllı Türkolog Manolov’a; “Bir
gün gelecek hayal sandığınız bütün bu devrimleri başaracağım”
demiş ve konuşmasında saltanat ve halifeliğin kaldırılacağını, kıyafetten
yazı harflerine kadar siyasi ve sosyal alanda değişikliklerin
yapılıp tamamen Batıya yöneleceklerini ifade etmiştir.
Aynı şekilde, 1919 yılında Erzurum’da iken yakın arkadaşları
arasındaki konuşmasında; Türkiye’nin yönetim şeklinin Cumhuriyet
olacağını söylemişti.
Mustafa Kemal bir yandan bu düşüncelere sahipken, öte yandan
ortamın buna hazır olmadığının hesabını yapıp Müslüman
halkın İslâmî duyarlılığını dikkate alarak son derece sinsi ve kurnazca
hareket ediyor, her vesileyle halifeye bağlılık ve sadakatini
ilan ediyor, gittiği yerlerde minberlere çıkıp bir vâizden daha ateşli
bir şekilde İslâmî nutuklar atıyordu. O yıllardaki bütün gezilerine
katılan ve o zaman Vakit gazetesinde muhabir-yazar olarak
çalışan Naşit Hakkı Uluğ, Mustafa Kemal’in bu tutumu hakkında
şu tespitlerde bulunuyor: “Mustafa Kemal, Saltanatın kaldırılmasından
sonra dahi, Cumhuriyet kurma kararını ve Halifeliğin
kaldırılması konusu üzerinde fikirlerini tekrarlamayı sakıncalı
buluyor ve devlet şeklini, ağzına “Cumhuriyet” sözünü almaksızın,
“Ulusal Egemenlik” formülü içinde her an Cumhuriyete doğru
yürüyen bir yöne sevk ediyordu. Onun bu gidişatının hedefini
sezen muhafazakârlar (Meclis içindeki şeriat ve hilafet isteklileri)
zaman zaman Mustafa Kemal’i konuşturmak istiyorlardı. Mustafa
Kemal ise bu sorulara zamanın icabına göre cevaplar vererek
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 114 -
karşısındakileri idare ediyordu.”
Konuyla ilgili önemli bir olay şöyledir: Sultan Vahdettin’in
İstanbul’dan ayrılmasının ardından 18 Kasım 1922 günü meclis
başkanı Rauf Orbay’ın teklifleri sonucu TBMM’de halife seçimi
için müzakereler başlamıştı. Bu müzakerelerde bir halifenin seçilmesi
ve ona biat edilmesi gerektiği vurgulanmıştı. İşte bu arada
Mustafa Kemal yine kurnazca bir manevra yapmış ve “Arkadaşlar!
Mevzubahis olan meseleyi çok münakaşa etmek, çok tahlil
etmek mümkündür. Fakat zannediyorum ki münakaşat ve tahlilatta
(tartışma ve değerlendirmelerde) ne kadar ileri gidersek meseleyi
halletmekte o kadar münakaşat ve teahhürata (tartışma ve
gecikmelere) uğrarız. Benden önce kürsüyü terk eden Yusuf Ziya
Bey, halife olacak zatın vazife ve salahiyetlerinin ne olacağından
bahis buyurdular. Zannediyorum ki ondan önce bir halife intihap
etmek (seçmek) daha mühimdir. Sonra seçeceğimiz halifeye hilafetini
tebliğ edeceğiz… Binaenaleyh bu gün söylenen şeylerin
hepsini halletmemiz mümkün değildir” diyerek sözde bir halifelik
seçimi yapmak ve halifeye hiçbir yetki ve vazife verdirtmemeye
çalışmıştı. Bu konuşmayla; “Biat” ve “Halifenin Yetkileri” meselesini
gündemden çıkarmış, dikkati daha çok halifelik makamına çevirerek:
“Fakat Türkiye’nin vazifesi Makam-ı Hilafeti kurtarmaktır.
Bu bizim için bir dava-yı mahsustur (özel bir davadır)….” demiş
ve hem meclis yoluyla kendi fikirlerini gerçekleştirmenin önünde
oluşacak bir engeli ustaca savmış, hem de Hilafeti savunma
pozisyonuna girip meclis havasına hâkim olmuştu. Neticede bir
seçim yapılmış, oylamaya katılan 162 üyeden 148’i Abdülmecid’e
oy vermişti. 19 Kasım 1922 tarihinde Mustafa Kemal, TBMM riyaseti
başlığıyla ve “Halife-i Müslimin” hitabıyla Abdülmecid’e bir
telgraf çekip biatlarını iletmişti.
Evet! Peygamber’den (s.a.s.) sonra Hz. Ebubekir (r.a.) ile başlayan
Halifelik, Muaviye ile birlikte saltanata tebdil edilmiş, ancak
İslâm ahkâmını esas alan sistem ve müesseseler ortadan kaldırılmamıştır.
Halifelik makamına oturan kişi ile devlet idaresindeki
zevat, eğer isterse İslâm’ı hakkıyla tatbik edebilir, İslâm adâletini
toplum içinde tesis edebilirdi. Buna herhangi bir mâni, devlet
düzeni içinde yasal bir engel yoktu. Nitekim Ömer b. Abdülaziz
halife olduğunda (ki Muaviye’den çok sonra idi) İslâm ahkâm ve
adâletini tatbik etmiş, onun zamanında zekâtlar (dağıtılacak yerler
bulunmadığı için) çoğu kere devlet hazinesinde kalmış ve İslâm
âlimlerinin çoğu onu hülafa-i raşidin’den (Raşit Halifelerden) kabul
etmişlerdir.
Sıkıntı; Muaviye ile başlatılan saltanat geleneği ve buna
HALİFE
- 115 -
paralel olarak devlet düzenine sokulan bid’atler neticesinde,
ehil olmayan insanların başa geçmesi sonucu İslâm ahkâm ve
adâletinin hakkıyla uygulanmaması idi. Osmanlı padişahları her
ne kadar İslâm Halifesi unvanına sahip olsalar da, bu geleneği sürdürmüşlerdir.
Ancak, Mustafa Kemal bunlara değil, İslâm’ın öngördüğü devlet
düzenine tümden karşı çıkmış, İlâhî kanunların hâkimiyetini
reddetmiş, beşerî kanunların hâkimiyetini istemiştir. Bu nedenle
Batı standartlı laik Cumhuriyet fikrini benimsemiştir. Yaptığı devrimlerin
tümü bu doğrultuda olmuş ve bu fikrin gerçekleştirilmesi
için yapılmıştır. Eğer iddia edildiği gibi İslâm ahkâmına ve İslâm
devlet düzenine karşı değil de Osmanlı padişahlarının yanlış ve
gayri İslâmî uygulamalarına karşı olmuş olsaydı, yeni kurulan meclisi
bu yönde yapılandırırdı ve İslâm ahkâmını esas alırdı, ayrıca
İslâmî müesseseleri ve İslâm’ın toplumdaki sosyal düzenini, gerçekleştirdiği
devrimlerle birer birer ortadan kaldırmaz ve İslâm’ı
yasaklı hale getirmezdi.
Hâlbuki Ankara’da meclisi kurup uygun ortam oluşturduktan
sonra halifeliği kaldırdığı gibi, İslâmî bütün müesseseleri, İslam’ın
sosyal hayattaki kural ve kaideleri, Kur’an ve İslâm kültür külliyatının
kendisiyle yazılmış olduğu Arap alfabesini ve hatta Müslümanların
İslâmî gelenekten kaynaklanan kılık ve kıyafetlerini bile
yasakladı.
Şimdi konumuz olan Halifeliğin kaldırılmasına dönelim:
Mustafa Kemal; kurtuluş savaşını yürütmek üzere geçici olarak
kurulduğunu söylediği Ankara’daki TBMM’yi kurduktan ve
yasama, yürütme, yargı yetkilerini bu meclise verdirdikten sona,
fikirlerini hayata geçirmek için en önemli zemin ve basamağı zaten
oluşturmuştu. Yetkilerin kendisinde toplandığı meclis içinde
süratli bir şekilde ortam oluşturdu ve ikna edebildiği insanları etrafına
toplayarak etkinlik kurmaya çalıştı. Çoğunluğu âlim, molla
ve şeyhlerden oluşan ilk meclisi, muhalif gördüğü bu kişilerden
hızla temizledi. Ancak fikirlerini adım adım, ürkütmeden, İslâm’a
ve hilafete de toz kondurmadan meclise onaylattırarak hayata
geçirdi. Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyetin ilanından sonra
artık meclis onun istediği noktaya gelmiş, etkinliği artmış ve arzu
ettiği ortam oluşmuştu. Artık Laik Cumhuriyetin önündeki en büyük
engel olan hilafet müessesesini kaldırmanın zamanı gelmişti.
Çünkü bu kaldırıldıktan sonra yeni cumhuriyet için Avrupa’dan
alınacak yeni hukuk sistemi getirilecek ve İslâm hukuku tamamen
terk edilecekti.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 116 -
Bu amaçla Mustafa Kemal; kendisiyle birlikte hareket eden
üyeler vasıtasıyla meclisi harekete geçirdi. Hilâfet kaldırılacaktı.
Hâlbuki bundan bir buçuk yıl önce saltanat kaldırılırken, İslâm
ve Hilâfet etrafındaki endişeleri bertaraf etmek için: “Makam-ı
Hilâfet bizim için en âlî makamdır (en yüksek makamdır) ve
Türk’ün başında ebediyyen bir Halife-i İslâm bulunacaktır” demişti.
Hilâfetin kaldırılacağı fısıltıları duyulunca gazetelere de manşet
olmuş ve toplum içinde gündem oluşturup yoğun bir tartışma
atmosferi içine girilmişti. Bu, bilinçli yapılmıştı. Başta meclis olmak
üzere toplum da buna alıştırılıyordu. Neticede meclis içinde yeteri
kadar üye ikna olmuş ve hilâfet makamı tartışılır hale sokulmuştu.
Ve Meclis, Hilâfeti gündemine alarak toplandı. Meclis içinde
etkili olan bazı üyeler Hilâfetin kaldırılması üzerine hararetli
konuşmalar yaptılar. Özellikle İslâm Hukuk Profesörü ve İlâhiyat
Fakültesi Dekanı olan Seyyid Bey’in, Mustafa Kemal’in istediği istikamette
uzun bir konuşma yapıp Hilâfetin şer’î değil, dünyevî
olduğunu vurgulaması ve kaldırılmasını ısrarla istemesi mecliste
etkili oldu. Netice itibariyle oylama yapıldı ve iki oy hâricinde
meclis üyeleri tarafından hilâfetin kaldırılması kabul edildi. Tarih
03 Mart 1924.
İslâm ve Müslümanlar açısından hayatı karartan kara bir gün
olan bu tarihte, kapkara bir devrim gerçekleşiyordu. Böylece İslâm
devlet düzeninin temel taşlarından biri olan ve İslâm ümmetinin
birliğini sembolize eden hilâfet makamı kaldırılmış oldu. Ümmet
anlayışı reddedildi, ulus anlayışı tercih edildi.
Hilâfetin kaldırılmasının İslâm ümmeti üzerinde olumsuz büyük
tesirleri olmuştur. Her ne kadar Osmanlı devletinde hilâfet
sembolik bir makam haline getirilmiş ve halifeler görevlerini ifa
etmiyor idiyseler de. Bu kara devrimle İslâm ümmetine ve İslâm
âlemine çok büyük bir darbe indirilmiş ve telâfisi imkânsız büyük
zararlar vermiştir. Ümmet bilinci kırılmış, İslâm âleminin birliği yönündeki
duygular kararmıştır. İslâm âleminde ümmet anlayışının
kalkması ve ulus anlayışının yerleşmesinde ve günümüzde İslâm
âleminin ulus devletler şeklinde parçalanıp dağılmasında, bu kara
devrimin etkisi inkâr edilemez boyuttadır. 80
80] M. Ali Nur
HALİFE
- 117 -
Ardından Ağıt Yakmak İçin Değil; Muhteşem Dönüşünü
Hızlandırmak İçin HİLÂFET
İslâm’ın hiçbir kurumu, sadece belirli zamanlarda yaşanıp bir
daha hayata dönemeyecek ceset değildir. Yine, hiçbir esası, insanları
fikir ve hayal dünyasında gezintiye çıkaran felsefî ütopya şeklinde
kabul edilemez. İslâm, her şeyiyle bir hayat nizamıdır. Evrenseldir,
her coğrafyada ve her zaman diliminde tatbik edilebilecek
yapıdadır. “Halifelik de, tarihî bir kurum olarak ne kadar câzip ve
muhteşem olursa olsun, bugünkü ve yarınki insana vereceği fazla
bir şey yoktur” diyen kimse, İslâm’ı anlamamış demektir. Hilâfet,
Rasûlullah’ın âhirete irtihâlinden 1924 yılına kadar tam 1293 yıl
müslümanları kendi etrafında toplayan mıknatıslı bir sancak olmuştur
ve daha nice yıllar aynı görevi üstlenecektir.
Câhiliyye egemenliklerini tarihte defalarca çöpe atarak mazlumları
kurtaran risâlet ve (Son Rasûl’den sonra da) hilâfet kurumu,
modern câhiliyye zulmü altında kıvranan dünya için yegâne
alternatiftir. Batı uygarlığı adındaki ihtiyar cadının maskesi düşmekte,
sırıtan makyajı arkasındaki çirkin suratı, kendi âşıkları tarafından
bile görülebilmektedir. Kendi gayrı meşrû çocuğu Komünizm
karşısında bile kaç defa köşeye sıkıştırılıp başındaki hakeme
sayı saydıran, yapay hormonlarla beslenip yasak doping ilaçlarıyla
maça çıkan bu şikeci boksör, gerçek rakibiyle karşılaşmaktan
korktuğu için, onun ringe çıkamayacağına sarhoş ettiği seyircileri
inandırmak istiyor.
Batının kanlı makasıyla lime lime doğranıp 46 parçaya ayrılmış
güzelim kumaşın hiç kesilmemiş gibi birleştirilmesinin kolay olmadığının
elbet farkındayız. Ama ihtiyar ninelerimiz, yaşlı annelerimiz
yaklaşık bu sayıdaki kumaş parçalarını birleştirerek nasıl güzel
seccâde oluştururdu. Yeter ki kumaş sağlam olsun, terzi ustaysa,
o parçaları birleştirmesini becerir. İş, terzilerin yetişmesinde. Kendi
önündeki kesik parçaları, kullanışlı güzel elbiseye çevirmesini
bilen terziler, içlerinden birini terzibaşı olarak seçecekler, çok da
zor değil hani. Üç tane sıfırın önüne geçen 1’in o sıfırları “bin”
yapması gibi bir bereket görülecektir, önünde “imam”ı olan toplumlarda.
İnleyen nağmeler coşan şarkılara dönüşecek, işinin ehli
orkestra şefinin yönetiminde. Söndürülüp seksen senedir yakılmayan
lambanın düğmesini açmak gibi bir şey. Karanlıkta düğmenin
yerini bulmaktır önemli olan. Bunun için de kafa gözüyle birlikte
gönül gözü de açık olanlara iş düşecektir.
Katolikleri papa, Ortodoksları patrik, Yahûdileri hahambaşı
topluyor, temsil ediyor, yönlendiriyor. Bir tek İslâm âlemi başsız!
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 118 -
Hem de dinleri “üç kişinin bile, yolculukta dâhi, içlerinden birini
lider seçmelerini” emrettiği halde. Lidersiz/halifesiz ümmet,
başsız ceset gibidir. Önce ümmet içinde hayra dâvet eden emr-i
bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan özel ümmet çıkmalı81 ki,
onlar yolu açsın. Sonra ümmet, ümmet bilinci ve sorumluluğunu
kuşansın.82 Müslümanlar tek ümmet, yani evrensel bir âile olduklarını,
birbirleriyle ilişkilerinde ispatlasın.83 Müslümanlara “böl,
parçala, yut” taktiğiyle tavır alanlar, “Birleşmiş Milletler” şemsiyesine
ihtiyaç duyuyor, Avrupa Birliğini tek devlet çatısı haline
dönüştürüyor, her vesileyle müttefik ve koalisyon ortakları arıyorlar.
Müslümanların “hilâfet” konusunu gündeme getirmelerine
ise “cısss!” diyorlar. Müslümanlar, dünyaya müslümanca nizam
vermeyi düşünmesinler diye, Amerika’nın başı çekerek Türkiye
modelini örnek(!) göstererek yön verdiği “Büyük Ortadoğu” projeleri
gündeme getiriliyor; “memlekete komünizm gerekiyorsa
onu da biz getiririz” anlayışıyla. Neo Osmanlı tartışmaları başlıyor,
“Hasta Adam”ın son demlerindeki “Jöntürkler”e, yani “Yeni
Osmanlılar”a nazîre olarak.
Amerika, 11 Eylül’den sonra daha belirginleşen tavrı ve kendi
başı Buş oğlu Buş’un ifâdesiyle “Haçlı Seferleri”ni tekrar başlatarak
“yeni dünya düzen(sizliğ)i” projesini uygulamak için,
Ortadoğu’nun işgâlini her alana yaymaya çalışıyor. Bir yandan da
stratejik destek için İslâmî hareketlere karşı “ılımlı İslâm”, “yumuşatılmış
İslâm”, “resmî, düzene uygun İslâm”, “başörtüsüz İslâm”,
“lâ’sı olmayan, her şeyle uzlaşan, herkesi hoş gören İslâm” şeklinde
içi boşaltılmış ve Amerikanlaştırılmış İslâm’lar pazarlamaya çalışıyor
kuklaları eliyle. “Paranın dini imanı olmaz”, “din devlete
karışmaz”, “laiklik ve demokrasi İslâm’la çatışmaz” gibi sloganlar
Amerikancı İslâm’ın (elbette bu Allah’ın katında tek gerçek din
olan İslâm değildir, muharref dindir) gerçek İslâm’ı yok etmesi için
kukla yönetici ve yönlendiricilerini seferber ediyor. Savaşlardan,
işgallerden çok daha tehlikeli bir durumdur; “müslümanım” diyen
etkin güçler tarafından dinin tahrifi, hakla bâtılın karıştırılıp
hak diye sunulması.
Halifeliğin ihyâsı demek, Dünya İslâm Devleti demek. Müslümanların
birbiriyle kardeş olduklarını kavraması demek. Aynı
coğrafyada yaşayan, aynı ülkenin, aynı mezhebin insanlarının
bile bin bir gruba ayrıldığı bir ortamdan kurtulup tüm dünya
müslümanlarının tevhid çizgisinde birleşmesi demek. Irkçılıktan,
81] 3/Âl-i İmrân, 104
82] 3/Âl-i İmrân, 110
83] 21/Enbiyâ, 92
HALİFE
- 119 -
ulusçuluk/milliyetçilikten, ulus-devlet anlayışından ümmetçiliğe
geçiş, vatandaşlık anlayışından Allah’a kulluk şuuruna hicret demek.
İslâm, sadece toplumun anladığı anlamda bir din değil; aynı
zamanda sosyal ve siyasal nizamdır da. Hilâfet adı verilen bu nizam,
1924’lere kadar yaşandı, yine yaşanabilir. Dünya, teknoloji
ve özellikle iletişim araçlarıyla çok küçüldü; şimdi çok daha kolay
uygulanabilir çok uluslu, çok katılımlı, çok ve zengin kültürlü, tek
halifenin (ya da hilâfet komisyonunun) şûrâ ile ve Allah’ın indirdiği
gerçek adâlet ilkeleriyle yönettiği bir Büyük İslâm Devleti.
Düşünebiliyor musunuz iki milyar nüfuslu, 46 ulus-devletin birleşmesinden
oluşmuş, başında halifesi olan bir Dünya İslâm Devleti...
Rüyâsı bile insanı mutlu ediyor, hayaline bile can kurban. Böyle
bir gücün karşısında kim durabilir? Global zulüm, ABD adlı vahşi
kovboy ve İsrail adlı haydutlar çetesi böyle bir güç karşısında ne
yapabilir? Böyle bir yapının ekonomisini, dünyaya verdiği huzuru
düşünün...
Umudu, hedefi, ideali olmayan kimse, dâvâ adamı olamaz.
Dâvâsı olmayan eyyamcı tip, reel politik oltalarına takılan tâvizci,
günlük işler arasında kaybolan ve yozlaşmaya, olumsuz değişime
açık, sürüleşmeye aday boş vermişlerden oluşur. Böyle kimselerin
bırakın mensup olduğunu düşündüğü din ve dâvâya, kendine bile
faydası olmayacaktır. Bunlar olsa olsa popstar yarışmalarına katılabilir,
biraz yaşlıysa o programlara seyirci ve seçici olarak takılabilir.
Müslümanın hedefi, ideali büyük olmalı; hele bizim nesil
gibi yenilgileri, kayıpları büyük ise. Müslüman, sadece bulunduğu
ülkede değil; tüm yeryüzünden fitneyi (zulmü ve en büyük zulüm
olan şirki) kaldırmaya çalışmakla yükümlüdür.84 Müslümanların
tüm yeryüzünde halife olduğu85 ve hâkimiyet anlamında bu halifeliği
uygulama imkânına kavuşmak için iman ve amel-i sâlihle ilgili
tüm görevlerini yerine getirmesi, sadece Allah’a kulluk/ibâdet
edip O’na hiçbir şeyi şirk koşmaması gerektiği86 Kur’an’ın mesajıdır.
“Hilâfet” derken; Emevî, Abbâsî, Fâtımî veya Osmanlı tipi saltanatçı
ve nâkıs hilâfet değil; hulefâ-i râşidîn (dosdoğru yolda olan
dört halife) tarzı hilâfeti kast ettiğimizi belirtelim. Hilâfet; İslâm
birliği, daha doğrusu müslümanlar birliği demektir. İdeal olan tek
devlet, tek lider anlayışının hayata geçmesi olmakla birlikte; geçiş
döneminde (hatta kalıcı olarak) bu “tek”lik, olmazsa olmaz değildir.
Önemli olan tek güç olmak, hedef birliği içinde organize
84] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
85] 2/Bakara, 30
86] 24/Nûr, 55
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 120 -
olabilmektir. Bu, kolektif şekilde federatif biçimde de olabilir.
Önemli olan bey’at denilen özel bir seçim usûlüyle işbaşına gelip,
şûrâ prensibini ihmal etmeden, insanlara tek adâlet ölçüsü olan
Allah’ın indirdikleriyle hükmetmektir. Hilâfet düşüncesi, artık bir
daha hayata geçemeyecek hayâlî bir düşünce değildir. Kâinâtı,
içindekileri ve yaratıkların işleyiş kanunlarını yaratan zâtın kitabı
olan Kur’an’ın projeleri hayata geçirilebilecek projeler, kurtuluş
reçeteleridir. Hiçbiri ütopik ve ayağı yere basmayan uçuk teori ya
da artık devri geçmiş eskinin değeri değildir. Miladî 7. asrın başlarında,
medeniyet ve dünyevî etkinlikten uzak bir yörede yükselen
nebevî mesaj, o devirde hemen hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği
en büyük devrim ve en güzel toplumsal değişimi çok kısa
bir zamanda gerçekleştirmedi mi? Bırakın, Allah’ın yardım vaad
ettiği Kur’anî projelerin hayata geçirilmesini, kâfirlerin bile planlı
ve gayretli çalışmalarıyla 20. asrın başlarında çoğu yahûdinin dahi
hayal edemediği bir vampir devlet, asrın ilk yarısı bitmeden Ortadoğunun
kalbine saplanmış hançer şeklinde ortaya çıkmadı mı?
Birbirleriyle aynı asırda iki defa dünya savaşı veren Avrupa ülkeleri,
savaşın üzerinden altmış sene geçmeden tek devlete doğru hızla
gitmekte. Avrupa Birliğinin bugünkü şeklini savaş sonrasında,
yani elli-altmış sene önce hayal eden kaç kişi çıkardı? Sahi, çeyrek
asır önce İran’da ne oldu, nasıl oldu İslâm Devrimi, bütün dünyaya
ve hatta şiî olmayan müslüman âleme rağmen?! Kimlerin hayal
bile edemediğini, kim nasıl gerçekleştirdi?
Örneği direkt konumuzla ilgili verelim: 1900’lerin başında halifeliğin
kaldırılıp yeni bir dirilişe kadar tümüyle tarihe terk edileceğini
kaç kişi hayal edip dillendirebiliyordu dersiniz? Okullarda
okutulan tarihe bakarsanız, Yavuz’un Mısır’a gidip müslümanlarla
savaşarak kılıç zoruyla hilâfeti Osmanlılara getirmesi de, bir
Osmanlı paşasının eline fırsat geçtiği ilk anda, meclisten kanun
çıkartarak “dünya müslümanlarının sosyal ve siyasal liderliği”ni,
böylesi önemli bir gücü tarihe gömmesi de zafer olarak anlatılır.
Her ikisi de devrimdir. Her ikisi de yavuzluktur. Peki, “yavuz hırsız”
kimdir, orası meçhul.
Hilâfet bir hayal değil, Kur’ânî bir gerçekliktir. Kur’an bizim
yeryüzünün halifesi olmak için yaratıldığımızı vurgular.87 Allah’ın
takdir ve dilemesi, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunup,
onları önderler yapmak, vârisler kılmaktır (28/Kasas, 5). İman
edip sâlih ameller işleyenleri, tüm yeryüzünde güç ve iktidar sahibi
olarak etkin şekilde halife yapmak, Allah’ın vaadidir.88 Hilâfetin
87] 6/En’âm, 165
88] 24/Nûr, 55
HALİFE
- 121 -
gerçekleşeceğine, Dünya İslâm Devletine inanmamak, belki de
Allah’ın vaadine inanmamakla eş tutulabilir. Liyâkat kesbedenlere
bir meyvedir hilâfet. Mekke’de çalışıp gayret eden ve şirkin
her çeşidini terk edip sadece Allah’a kulluk edenlere Medine’de
devlet kapısının kendiliğinden (Allah’ın lütfu ve meyvesi olarak)
açılıverdiği gibi. Daha beş-on sene önce Yâsir’lere, Sümeyye’lere
sorsanız hayal bile edilecek şey değildi bu. Hedefler, önce hayal
edilir, sonra ideal, daha sonra da gerçek olur; eğer gerekli çaba
gösterilirse...
Global/küresel sömürüye, çağdaş Haçlı Seferlerine, yönlendirilen
Bir”leş”miş Milletlere, tek devlet haline gelen Avrupa Birliğine
ve organize ittifaklara karşı, müslümanların ayrı ayrı küçük
ulusal devletler halinde (özellikle onlara hayran, kukla yöneticiler
de başlarındayken) dayanmaları, şimdiki sınırlı özgürlüklerini bile
korumaları mümkün gözükmüyor. Örnek aramaya gerek var mı?
Bosna, Çeçenistan, Afganistan, Irak. Sırada bekleyen Suriye, İran...
İslâm âlemi için, özellikle yarınki birleşmiş küfür cephesine karşı,
hilâfetten başka bir çözüm sözkonusu değildir; tabii onların
içinde eriyip yok olmayı, onlardan birine dönüşmeyi çözüm görmüyorsak.
Bu gerekçelerle Avrupa Birliğine katılmaya ve onların
içinde erimeye karşı çıkan kaç müslüman kaldı, orası da ayrı bir
problem.
“Hilâfet” demek; laiklik, demokrasi ve muhâfazakârlık gibi
tuzaklardan kurtulup Kur’anî ilkelere sarılmak demek. Yol uzun,
aşılması gereken dağlar yüksek olabilir. Ama unutmayalım; zorluklar,
başarının değerini arttıran süslerdir. Hedefin zorluğudur
insanı kahraman yapan. Sınavın zorlu olmasıdır kişiye dünyada
devleti, âhirette Cenneti armağan ettiren.
“İmkânsız”, ancak inançsızların sözlüğünde bulunabilecek bir
kelimedir. İman imkândır, hem de en büyük imkân. “İmkânsız”
kelimesini müslümanın diline tercüme ettiğimizde, sâlih amel ve
kulluk bilincini kuşanarak Allah’a daha yaklaşıp O’nun yardımını
kavlî ve fiilî olarak daha çok istemek anlamına gelecektir. Başkalarının
imkânsız dediği şey; müslüman için, olsa olsa “biraz zaman
alabilecek şey” anlamına gelir. Nefsini (hevâsını) dizginleyip
Hakk’a ibâdet ve itaat gıdâlarıyla benliğini güçlendiren, takvânın
sağladığı imkânlarla Allah’a yaklaşıp O’nun yardımına muhâtap
olan kimse için İlâhî emir ve tavsiyelerin hiçbiri “zor” ve hele
“imkânsız” gelmeyecektir.
En büyük engel, sahte kurtarıcılar, sahte halifeler. Keşke
Almanya’da, işi çocukların evcilik oyununa benzeten işçilerin kâğıt
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 122 -
üzerindeki devleti hiç olmasaydı, hiç İsa ve Mehdi’ler çıkmasaydı,
cihad zannedilen terör olayları yapılmasaydı, “ihlâs” gibi güzel
kelimeler ihlâssız kimselerce yıpratılmasaydı, Allah adı kullanılarak
insanlar kandırılmasa, politikacılar dini istismara yeltenmeseydi...
Sakın bütün bunlar, sırât-ı müstakîm yolcularının yolunu
tıkamak için yol kesen yolsuzlar ve yolunu bulmak isteyen o yolun
yolcularının insanımızı yoldan çıkarma yolu olmasın!
İmtihan için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak birtakım
yükümlülükleri yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek,
bazı zor gibi görünen ibâdetleri yapacak, nefsinin çok arzu
etmesine rağmen, sınavın bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir.
Kolaylık-zorluk kavramı, psikolojik ve sübjektif bir kavramdır.
Bazen pek basit ve çok kolay görülen bir şey, bir insan için
dağları aşmak kadar zor gelebilir, bazen de çoğu insan açısından
çok zor kabul edilen bir şey, birisine kolay gelir. Bunlar, her şeyden
önce kalpleri elinde bulunduran Allah’a âit bir tasarruftur. Tabii,
bu rasgele olmaz. Bunun da bir İlâhî kuralı, sünnetullah dediğimiz
Allah tarafından konulmuş ölçüsü vardır: Muhakkak zorlukla beraber
bir kolaylık vardır.89 Kim takvâ sahibi olur, Allah’tan korkarsa,
Allah ona işinde kolaylıklar verir.90 İnsanlara emr-i bi’l-ma’ruf
ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en
kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır.91 Bu konudaki İlâhî sünnet,
iman-takvâ-infak konusunda görevini yapanlara kolaylığın
ihsân edilmesidir.92 Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp
Hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, o da İlâhî kudret
eliyle en zora yöneltilecektir. 93
İman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü’min
inanır ki, Allah zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar
İlâhî hikmet ve sünnetullah dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların
kolaylaştırılmasının adı İslâm’dır. Şeytan olumlu bir şeyi
terkettirmek için onu zor gösterir. İnsan zordan kaçmaya meyillidir.
Ama bu şeytanî/nefsî oyuna gelmeyen nice insan sebat ve ısrar
ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya başkalarının
zor dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve isbat etmiştir.
Toplumu ve hele koca bir ümmeti ilgilendiren büyük değişiklikler,
tedrîc denilen bir süreci gerekli kılar. Bir katın merdivenlerini
birer ikişer adımlamadan tümünü birden atlamaya kalkan
89] 94/İnşirâh, 5
90] 65/Talâk, 4
91] 87/A'lâ, 6-9
92] 92/Leyl, 5-7
93] 92/Leyl, 8-10
HALİFE
- 123 -
insan, aceleciliğinin cezâsını belki sakatlanarak çekecek, artık basamakları
birer birer bile çıkamayacak hale gelecektir. Konuyla
ilgili günümüzde tüm müslümanların yapması gereken, öncelikle
dünyadaki tüm müslümanları farklı mezhep ve ictihadlarına rağmen
Allah için sevmek, birbirleriyle hangi alanlarda ilişki kurabileceklerse
kurmaya çalışıp ümmet bilincine ulaşmak olmalı. Hacda
hem halkın ve hem de âlimlerin yararlanacağı dünya müslümanlarının
bilinçlenip birleşmesi için organizeler yapılmalı. Farklı ülkelerdeki
müslüman âlim ve aydınların, yazar ve çizerlerin arasında
ciddî ilişki ve iletişim oluşturulmalı. Müslümanlar, kâfirlerin
çizdiği coğrafî sınırları reddetme tavrı olarak farklı ülkelerdeki
mü’minleri, yani kardeşlerini ziyâret etmeli. İnternetten, dış ticaretten
yararlanmalı, farklı ülkelerden gelin ve dâmatlar edinerek
akrabâlık bağı oluşturmalı, dışpolitikayı en az iç politika kadar
tâkip etmeli. Müslüman gençler mutlaka Kur’an kültürü ile birlikte
Arapça ve İngilizce’yi çok iyi öğrenmeli. Müslüman imamlar,
hatipler, hocalar, öğretmenler, yazarlar resmî hutbe, resmî söylem,
resmî program yerine İslâm âleminin ortak sorunlarını ve Kur’anî
çözümleri gündeme getirmeli. Vatandaşlık yerine İslâm kardeşliği
vurgulanmalı. Vatanın müslüman için İslâm’ın hâkim olduğu her
yer olduğu söylem ve eylemle ortaya konulmalı. Var olan un, yağ,
şeker bir araya getirilip güzel helvalar yapılmalı.
Mehdi bekleyen insanlar, çözümü Hz. İsa’nın gökten inip
kendilerini kurtarması olarak görüp görevlerini kuşanmaktan kaçanlar
bilsinler ki, kurtuluş, aralarından bir önder (imam, halife)
çıkarıp onunla birlikte Kur’an’ın emrettiği şekilde cihad etmekle
mümkün olacaktır. Sünnetullah budur. Böyle bir lider, namaz
imamı gibi toplumun önünde (gerisinde değil), dünyevî riskin en
büyüğüne tâlip olacak şekilde ve toplumun kardeşi, içlerinden
biri olacaktır. Hicret örneğindeki Büyük Önder gibi, gemiyi en son
terk eden kaptan olmayı seçecektir. Tek başına ümmet94 olmakla
birlikte, aynı zamanda insanlara imam/önder olan 95 İbrâhim
gibi putlarla ve putçularla mücâdelenin bedelini gerekirse ateşe
atılarak ödemekten çekinmeyen birisi olacaktır. Takıyye yapması,
bazı ruhsatları kullanması câiz olmayan, müslümanların izzet ve
onuruna halel getirmeyen, çok net olarak İlâhî mesajı insanlara
ulaştıran örnek şahsiyet olacaktır lider/halife. O öne geçip yürüyecek,
arkasından ümmet yürüyecektir.
“Allah, içinizden iman edip sâlih amel işleyenlere, onlardan öncekileri
halef (güç ve iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halife
94] 16/Nahl, 120
95] 2/Bakara, 124
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 124 -
kılacağına, onlar için râzı olup beğendiği dini temelli yerleştireceğine
ve korkularını güvene çevireceğine dâir söz vermiştir. Çünkü onlar Bana
kulluk eder, hiçbir şeyi Bana şirk/ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr
eden kimseler fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir. Namaz kılın, zekât verin,
Peygamber’e itaat edin ki, size merhamet edilsin. İnkâr edenlerin, Bizi
yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayın. Onların varacakları yer ateştir.
Ne kötü dönüş yeridir.” 96
Bu âyetler, iktidar değişiminin, iktidarın işleyişinin ve amacının
temel değişkenlerini açıkça belirtir: İman, sâlih amel, yalnız
Allah’a ibâdet ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmama; dinin yerleşmesi,
korkuların güvene dönüşmesi; namaz ve zekâtın yerine getirilmesi,
Peygamber’e itaat.
Allah, başta Hz. Âdem olmak üzere bütün insanları kendi hükümlerinin
uygulayıcıları olsunlar diye yarattı. Bütün insanlar doğuştan
birer halife adayıdır. Kim bu emaneti hakkıyla taşımış veya
taşıyorsa, onun halifelik sıfatı devam ediyor demektir. Allah’ın
hükmüne uymayıp, O’nun dininden yüz çevirenler, yani ilâhî emaneti
taşımayanlar ise o kutsal ve üstün halifelik sıfatını koruyamayanlardır.
Kur’an-ı Kerim’de konu ile ilgili âyetlerden anladığımıza göre
Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri
olarak yaratmıştır. Yeryüzündeki bütün yaratıklar, insanoğlu
için yaratılmış, onun hizmetine sunulmuştur; insan yeryüzünün
efendisi ve halifesidir. Bu halifelik gereği bütün insanlar ilk
plânda Allah’a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak O’nun
hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır. İnsanın yeryüzü
halifeliği, onun yönetim ve davranışlarda Allah’ın hükmünü
uygulaması demektir. Bu uygulamalarda Allah’ın kanunları mutlak
ölçüdür. İnsan, yeryüzünde halifeliğini ifa ederken bu ölçünün
dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez. Çünkü Allah,
yeryüzünde halife olarak görevlendirdiği insana mutlak bir
serbestlik vermiş değildir. İnsan için birtakım kurallar ve sınırlar
çizmiş ve bunları aşmamasını istemiştir.
Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını
istihlâf etmekle, başkalarını halife yapmakla tehdit ediyor.
Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği
yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor. Yalnız bu kişilerin
bu makamda kalabilmelerine de “hususi hilâfet” adını veriyoruz.
Tarih boyunca bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş
ve halifelik onlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Allah’ın halife
96] 24/Nur, 55-57
HALİFE
- 125 -
yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz verdiği
kimseler,97 O’nun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları
tâğutların tasallutundan kurtarma savaşını sürdürenlerdir.
İster genel, isterse özel anlamda olsun hilâfet, “Allah’ın dinini
hâkim kılmak” özünü taşır. Bu öz, hilâfetin sosyal alanda da
hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve teşkilâtlanmasıyla siyasî bir
görünüm kazanır. Allah, Hz. Davud’a kendisini yeryüzünde halife
kıldığını bildirmekle birlikte ona; insanlar arasında hak ile (Allah’ın
hükümleri ile) hükmetmeyi98 emretmiştir. Hz. İbrahim de kendisinin
insanlara imam (halife) kılındığı haberini Allah’tan alınca, soyundan
geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah
ise bu ahdinin zâlimler hakkında sözkonusu olmayacağını99 bildirmiştir.
Anlaşılmaktadır ki halifelik, Allah’ın hâkimiyetinin her alanda bütün
açıklığıyla ortaya çıkması demektir. Bütün insanlar bununla
görevlidir. Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha doğrusu bu
makamdan düşmek istemeyen toplum da ona göre davranmak
zorundadır. Bu tür toplumun en yüksek temsilcisi ise, yeryüzündeki
halifelerin kendi hür iradeleriyle seçtikleri “halife”dir. Halife,
bu emaneti yüklenebilecek nitelikte olmalıdır. Çünkü emanetlerin
ehil kimselere verilmesi, Kur’an’ın emirleri arasındadır. 100
Hilâfet, bir şiardır, bir semboldür müslümanlar için, hatta
nâmus ve izzet meselesidir. Tüm işgal altındaki şehirlerimizin ve
tüm müslümanların, hatta tüm mazlumların kurtuluşu için, dünya
ve âhiret nimeti için paroladır hilâfet.
“Sahi, aslan nerede düşmüştü ve nereden kalkacaktı?” Özellikle,
olaya hamâsetle yaklaşmaya devam eden ulusalcı ve asabiyecilere
soruyor ve pratik cevap istiyorum.
“İpi kopan tesbihim, dağılmış tane tane;
Acı ama tesbihim, hani nerde imâme?”
97] 24/Nur, 55
98] 38/Sâd, 260
99] 2/Bakara, 214
100] Bk. 4/Nisâ, 58
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 126 -
Halife - Hilâfet Konusuyla İlgili Âyetler
a- Halîfe Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 2/Bakara, 30;
38/Sâd, 26.
b- Halîfe Kelimesinin Çoğulu Halâif ve Hulefâ’ Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i
Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 6/En’âm, 165; 7/A’râf, 69, 74; 10/Yûnus, 14, 73;
27/Neml, 62; 35/Fâtır, 39.
c- Halife Kelimesinin Türevlerinin Geçtiği Diğer Âyet-i Kerimeler (+Toplam
Yerde) 6/En’âm, 133; 7/A’râf, 129, 169, 169; 9/Tevbe, 118, 120; 11/Hûd, 57; 19/
Meryem, 59, 64; 24/Nûr, 55, 55; 34/Sebe’, 39; 57/Hadîd, 7.
d- Halife Kavramıyla İlgili Konular: 2/Bakara, 30; 6/En’âm, 133, 165; 7/A’râf,
69, 74, 129, 169; 10/Yûnus, 14, 73; 11/Hûd, 57; 19/Meryem, 59; 24/Nûr, 55; 27/
Neml, 62; 35/Fâtır, 39; 38/Sâd, 26.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 112-117
2. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 259-260
3. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 62
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 117-118
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 255-260; 272-275
6. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 244, 373
7. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c.
1, s. 164-166
8. Min Vahyi’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s.
151-166
9. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sabuni, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 81-84
10. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 75-97
11. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 17, s. 539-540, c. 15, s. 299-300
12. İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 2. s. 422-438
13. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, Kuba Y. c. 1, s. 122-123
14. Hz. Adem, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 36-50, 56-65
15. Hz. Adem (İlk İnsan) Mustafa Erdem, T. Diyanet Vakfı Y. s. 127-130
16. Terimler Sözlüğü (Kitabü’t-Târifât), Seyyid Şerif Cürcani, Bahar Y. s. 101
17. Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 130-135
18. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 519-523
19. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 180-184
20. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Marifet Y. s. 219-220
21. Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılâb Y. s. 75-76
22. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y. s. 167-177
23. İslâm’da İmamet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan Y.
24. İslâm’da Mülk ve Hilâfet, Şahin Uçar, İz Y.
25. Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Fehmi Şinnavi, İnsan Y.
26. Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.
27. Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif Y.
28. Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak, Araştırma Y.
29. Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum, Hizbü’t-Tahrir Y.
30. Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Alem Y. / Araştırma Y.
31. Hilâfetin İlgasının Arkaplânı, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, İnsan Y.
HALİFE
- 127 -
32. Hilâfet-i İslâmiyye ve T. B. M. Meclisi, İsmail Şükrü, Bedir Y.
33. Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
34. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.
35. Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, Vecdi Akyüz, Dergâh Y.
36. Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı Y.
37. Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlânı ve Lütfi Fikri Dâvâsı,
1-2, Murat Çulcu, Kastaş Y
38. Halifeliğin Kaldırılması ve Lâiklik, Seçil Akgün, Turhan Kitabevi Y.
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…