Çarşamba, 20 Ocak 2021 19:05

Nifak

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله


Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -15-
NİFAK
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
NİFAK
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-15-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
Üç insan tipinden en tehlikelisi ve âhirette en şiddetli azâba atılacak olanı: Münâfık. İnanmadığını açıkça ifade edecek kadar cesur olamayan, ikiyüzlü tip. Hastalıklı, anormal bir karakter. Tedavisi küfür illetinden daha zor. Hasta olduğu halde, doktorun önünde hastalığını gizleyen insan gibidir münâfık. Kapısı, penceresi belli değil; nereden nasıl nüfuz edileceği meçhul, tebliğ için alıcılarını kapatmış. Ama, köstebek gibi kendisi için kaçacak delikleri önceden hazırlayan, kaçak güreşen, kalleş bir tip. Vücudun zayıf ânını kollayan mikroplar gibi; İslâm toplumu içinde kritik anları kollayan zihniyet.
Kâfirler, küfründe açık olduğu halde, münâfıklar casus gibi kendilerini gizlerler. Kâfir, küfründen taviz vermez ve tavırları net iken; münâfık, imanı konusunda yalancı, mü’minlerle alay eden, hangi gruptan ve hangi görüşten olduğu belli olmayan bukalemun gibi her boyaya girebilen bir tiptir. Hangi otobüs geldiyse ona binip durakta beklemeyen, rüzgâr nereden kuvvetli esiyorsa oraya yönelen, menfaati nerede ise orada yuvalanan karakter. Kimin ekmeğini yiyorsa onun kılıcını savuran, ekmeğini yediği kimseden daha fazla ekmek yedirene rastlayınca eski velinimetine karşı da kullanabilir menfaat kılıçlarını.
Yaşadığımız çağ, her şeyiyle kandırmacaya, hile ve aldatmaya, sömürmeye dayandığı için tam nifak çağı. Cilalı imaj devri, makyajın ve vitrinin, reklamın ve sanallığın prim yaptığı anlayış. Bütün bunlar çifte standartı besliyor, yani nifakı. Çoğu insan, birbirine rol yapıyor, doğal davranmıyor. Düzenin kendisi de münâfık. İslâm düşmanlığını diliyle itiraf etmiyor, davranışı da İslâm’la bağdaşmıyor. Anaç, doğurgan münafık hem de. Düzenin yetiştirmek istediği ideal tip de münâfık. Vatandaşını münâfıklaştırmak istiyor. Tâğutlar, hakla bâtılı karıştırarak kalleşçe çıkıyorlar halkın karşısına. Politikacılar genellikle nifaktan beslenir. ikiyüzlü, hatta ikiyüz yüzlüdürler. Halka karşı bir yüzle, mecliste başka yüzle gözükürler. Halka taktıkları maskeyi, dost ve müttefik kabul ettikleri Batılılar karşısında çıkarırlar. Aslında ne onlardan, ne diğerlerindendirler. “Onlar, iman ile küfür arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne onlara (bağlanıyorlar), ne bunlara.” 1
1 4/Nisâ, 143
Tarihî süreç içinde ilk defa, yaşadığımız zaman diliminde tersine münâfıklığı da gördü insanımız. Münâfık içindeki küfrü gizleyen, mü’minmiş gibi davranan insan iken, günümüzde nice insan içindeki imanı gizleyip dışarıdan kâfir gibi davranmak zorunluluğunu hissediyor. Namaz kılan bir subay namazını ve (varsa) imanını gizlemek ve görünüşte kâfir gibi davranmak zorunda kalıyor. Öğretmen için, memurların çoğu için durum yine aynı.
Bu karmaşa ve kargaşa içinde kendimizi nifaktan nasıl koruyacağız, münâfıkları nasıl tanıyacağız, onlara nasıl davranacağız, onları İslâm’a nasıl kazandırmaya çalışacağız veya şerlerinden nasıl korunacağız gibi sorular cevap bekler. İşte bu kitapta bu soruların cevaplarını bulacaksınız. Bireysel nifak kadar, toplumsal ve siyasal nifaktan da korunmak gerekiyor. İtikadî nifaktan korunduğumuz gibi, amelî nifaktan da korunmamız icap ediyor. Bunun için Kur’an’la daha sıcak ilişkimiz, dâvâ kalesine sığınmamız, toplu olarak vahdet gemisine binmemiz, ihlâslı şekilde yolculuğumuzu sürdürmemiz, sırât-ı müstakim rotasından ayrılmamamız lâzım. Hayırlı yolculuklar…
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye
İÇİNDEKİLER
Nifak Nedir, Münâfık Kimdir? / 10
Nifakın Kısımları / 11
a- İtikadî (İnançla İlgili) Nifak / 11
b- Amelî (Davranışlarla İlgili) Nifak / 11
Nifakın Riyâ ile Alâkası / 12
Kâfirlerle Münâfıkların Karşılaştırılması / 13
Münâfıkların Alâmetleri / 14
a- Kur’ân-ı Kerim’e Göre Münâfıkların Özellikleri / 14
b- Hadis-i Şeriflere Göre Münâfıkların Özellikleri / 19
Münâfıkların Mescid ve Benzeri Faâliyet Yerleri Açmaları / 21
Küfür ve Nifak Psikolojisi / 22
Münâfıklarla Mü’minlerin Toplumsal Bağları / 25
Münâfıkların Cezası / 25
Günümüzde Münâfık / 25
Münâfıkların Kalpleri Hastadır / 28
Kalbin Bozulma Safhaları / 38
Kalp Hastalığı / 43
Kalbin Mühürlenme Keyfiyeti / 50
Gizli İnkâr (Nifak) / 50
Kur’an’da Ruh Sağlığı, Gönül Huzuru ve Psikolojik Denge / 59
Münâfıkların Tutarsızlığı / 60
Kur’anın Sefih Dedikleri / 62
Münâfıkların Karakteri / 66
Münâfıklar Kördür, Doğruyu Görmez / 74
Münâfıkların Melekeleri/Yetenekleri Dumûra Uğramıştır / 75
Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar / 78
Sağırlar, Dilsizler, Körler! / 78
Münâfıkların Işığı Kısa Sürelidir / 83
Münâfıklık Küfre Götürür / 88
Münâfığın Işığı Kısa Sürelidir / 89
- 9 -
NİFAK - MÜNÂFIK

Nifak ve Münâfık; Anlam ve Mâhiyeti

Nifakın Kısımları
a- İtikadî (inançla ilgili) nifak
b- Amelî (davranışlarla ilgili) nifak

Nifakın Riya ile Alâkası

Kâfirlerle Münâfıkların Karşılaştırılması

Münâfıkların Alâmetleri
a- Kur’an-ı Kerim’e Göre Münâfıkların Özellikleri
b- Hadis-i Şeriflere Göre Münâfıkların Özellikleri

Münâfıkların Mescid ve Benzeri Faaliyet Yerleri Açmaları

Küfür ve Nifak Psikolojisi

Münâfıklarla Mü’minlerin Toplumsal Bağları

Münâfıkların Cezası

Günümüzde Münâfık

Münâfıkların Kalpleri Hastadır

Kalbin Bozulma Safhaları

Kalp Hastalığı

Kalbin Mühürlenme Keyfiyeti

Gizli İnkâr (Nifak)

Kur’an’da Ruh Sağlığı, Gönül Huzuru ve Psikolojik Denge

Münâfıkların Tutarsızlığı

Kur’anın Sefih Dedikleri

Münâfıkların Karakteri

Münâfıklar Kördür, Doğruyu Görmez

Münâfıkların Melekeleri/Yetenekleri Dumûra Uğramıştır

Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar

Sağırlar, Dilsizler, Körler!

Münâfıkların Işığı Kısa Sürelidir

Münâfıklık Küfre Götürür

Münâfığın Işığı Kısa Sürelidir
“İnsanlardan bazıları vardır ki, inanmadıkları halde ‘Allah’a ve âhiret gününe iman ettik’ derler.” 1
“Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.” 2
1 2/Bakara, 8
2 2/Bakara, 9
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 10 -
Nifak Nedir, Münâfık Kimdir?
Nifak: ne-fe-ka kökünden türemiştir. Nefeka kelimesi: Eşyaya
rağbeti olmak, tükenmek, azalmak, ruhu çıkmak, ölmek, tünel,
tarla faresinin (köstebek) deliğinden çıkıp girmesi gibi anlamlara
gelir. İnfak kelimesinin de türediği nefeka kelimesinin bitmek,
tükenmek, azalmak ve ölmek anlamlarından yola çıkarak;
münâfıkların bitmişliğini, tükenmişliğini, imanda azalmayı ve ölü
bir kalbe sahip oluşlarını ifade için bu kelime seçilmiş olmalıdır.
Münâfık, nifak kelimesinin ism-i failidir; yani nifak yapan, nifak
sahibi demektir. Istılah (terim) anlamı ise, bazı sebepler yüzünden
İslâm’a girip zahiren müslüman görünmek, içten içe ise kâfirliğini
gizlemektir. Yani dıştan müslüman gözüküp içinden inanç ve düşünce
olarak küfürde olmaktır. Bu tanım ve yargı, içinde gizlediği
şey, iman esaslarına ait bir inkâr ve yalanlama olan, itikadî
münâfıklık içindir; bu kimse, hâlis münâfıktır. Eğer içinde gizlediği
şey, İslâm inanç esaslarının inkârının dışında başka bir husus
ise, yani sadece amelle ilgili nifak alâmetlerine sahip ise, o ancak,
Allah’a karşı işlenmiş bir günah olur.
Bazı Arap dilcilerinin tespitine göre; nifak, nâfika kelimesinden
türemiştir. Nâfika, köstebek deliğine verilen addır. Köstebeğin
yuvasının iki kapısı vardır. Kapıların birinden girerken, öbüründen
çıkar. Köstebek, çıkacağı bu kapıyı, başıyla vurup dışarı
çıkmasına imkân verecek şekilde ince tutar ve bunu da başkası
sezemez. Kendisini tehdit eden tehlike, âşikâr ve belli olan giriş
kapısı istikametinden gelince, hemen saklı tuttuğu bu dayanıksız
kapıdan dışarı çıkar. Kaçmak için yaptığı bu ikinci kapıya nâfika
denir. Kelimenin kaynağını bu şekilde tespit, münafığın teşhisine
çok yarayacaktır. Çünkü beşer suretindeki münâfık, bir tarafıyla
dine girerken, daima kendisi için sakladığı diğer yönden de ondan
çıkar. İçinden inanmadığı halde, inanıyor gözüken birine münâfık
denilmiştir; çünkü küfrünü örter, gizler. Böylece sırf zahirî lafız ve
kımıldanışlarla İslâm’ın içine girip bu aldatıcı gösteriş içinde küfrünü
gizlediği için, bir tünele giren ve onun içinde gizlenen köstebeğe
benzetilir. Kalbinde nifak hastalığı olanlar, köstebekler gibi
yeraltı faaliyetlerinde bulunmayı meslek edinmişlerdir. Münâfık,
girdiği kapının dışında tıpkı köstebek gibi aksi bir taraftan kaçış
yolu bulur, dinden çıkar. Nitekim münâfıklarla ilgili şu âyet-i kerime
bu durumu açıkça ortaya koyuyor: “Eğer sığınacak bir yer veya
(barınacak) mağaralar, yahut (sokulabilecek) bir delik bulsalardı; koşarak
o tarafa yönelip giderlerdi.” 3
3 9/Tevbe, 57
NİFAK - MÜNÂFIK
- 11 -
Nifakın Kısımları
İman ve küfrün dereceleri, çeşitleri olduğu gibi, nifakın da
kendine göre kısımları vardır. Bunlar, itikadî ve amelî olmak üzere
iki ana grupta toplanır.
İtikadî (İnançla İlgili) Nifak
Mutlak anlamda nifak dendiği zaman bu kısım kastedilmiş
olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de de münâfıklar ve onların vasıfları
belirtilirken meselenin daima itikadî yönüne işaret edilmiştir.
Bu duruma göre münâfık denince: İslâm toplumu içinde can ve
mal emniyetini sağlamak; evlenme, boşanma, miras, ganimet gibi
müslümanların sahip olduğu her türlü nimetlerden istifade edebilmek
veya birtakım gizli yollar ve entrikalarla İslâm toplumunu
içten yıkmak için, asıl mahiyetini ustaca gizleyip kalben inanmadığı
halde müslümanlara karşı kendisini inanmış gösteren kimse
anlaşılmalıdır. Bu türlü nifak; doğrudan doğruya küfür olduğu
için sahibini ebedî azaba götürür. Hem de cehennemde en şiddetli
azaba uğrayacak grup bunlardır.
Amelî (Davranışlarla İlgili) Nifak
İmana aykırı olmayarak, sadece amelle ilgili olan nifakın bu
çeşidi, küfür değildir; fakat büyük günahtır. Bir kimsenin, müslüman
olduğu halde, imanla ilgili olmamak şartıyla yalan, emanete
hiyânetlik, sözde durmama, hile ve riya gibi bazı münâfık alâmetlerini
üzerinde taşıdığı olur. Zira bu çeşit nifak alâmetlerinden tamamen
sâlim olmak, hayli güçtür. O yüzden, bazen farkında olmadığı
halde bir mü’minde münâfıkların sıfatlarından bulunabilir. Çünkü
bazı nifak alâmetlerinin İslâm’la bir arada bulunması mümkündür.
Nifak, kalpte, inançta olursa küfür; amelde olursa suçtur,
günahtır. Amelle ilgili nifak vasıfları insanı küfre götürmez. Bu
bakımdan bir insanın, inanç yönünden nifakı apaçık olmadıkça;
ihmal, tembellik ve ihtiras gibi birtakım nefsânî zaaflar yüzünden
ortaya çıkan kusurları sebebiyle münâfıklığına hükmedilmez.
Çünkü genel anlamda münâfık sözü, meselenin iman – küfür yönünü
ifade eder. Hadis-i şerifte belirtilen (bazı rivâyetlerde üç;
bazı rivâyetlerde dört) vasıf aynı anda bir kişide tümüyle bulunsa
dahi, imanla ilgili olmadıkça, o kimseye münâfık denmemelidir.
Ama bu vasıflara sahip isek, bunların büyük günahlar olduğunu
aklımızdan çıkarmamalı, hemen bunlardan tevbe etmeli; çevremizde
bu vasıflara tümüyle sahip insanlardan da kendimizi korumaya
çalışmalıyız.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
Nifakın Riyâ ile Alâkası
Bir şeyi olduğundan başka türlü göstermek bakımından nifak
ile riya (ikiyüzlülük) arasında sıkı bir ilgi vardır. Münafığın temel
vasıflarından biri ikiyüzlü riyakâr, içi başka dışı başka olmasıdır.
Bu özellikler müslümanda olmaması gereken çirkin sıfatlardır.
Bununla beraber, her münâfık, aynı zamanda mürâîdir; fakat
her mürâî, münâfık değildir. Riya, imana muhalif olmayarak bazı
amelde de olabilir. Asıl münâfıklık ise, akidenin hilafına imanda
mürâîliktir.
Diğer taraftan, kişinin inanç ve ibâdet yönünden her an aynı
heyecan ve canlılığı göstermesi mümkün değildir. İçinde bulunulan
maddî ve manevî şartlara göre insanın manevî hayatı birtakım
iniş ve çıkışlara sahne olabilir. Bu bakımdan bir mü’minin,
iman ve amel yönünden her an aynı zevki duyamaması, onun
münâfıklığını veya riyakârlığını ortaya koymaz. Çünkü muayyen
bir çizgi üzerinde daima aynı seyri devam ettirebilmek insan ruhu
için son derece güçtür. Kalbimize, sık sık değişik durumlar aldığı
için değişken anlamında “kalb” adı verilmiştir. Bu konuda ashabdan
Hanzala’dan (r.a.) nakledilen bir hadis-i şerif, oldukça enteresandır.
Hanzala (r.a.) şöyle anlatıyor:
Biz Rasülullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve
cehennemden bahsettiler. O derece tesirli anlattılar ki; âdeta cennet
ile cehennemi gözle görüyor gibiydik. Ben bir ara kalkıp eve
gittim. Çoluk çocuğumla gülüp eğlenmeye başladım. Bu sırada
Rasulullah’ın huzurundaki manevî vecd halimi hatırladım. Allah
rasülüne gitmek üzere derhal evden dışarı fırladım. Yolda Ebû Bekir
Sıddık’la karşılaştım. Kendisine:
Ya Ebâ Bekr! Hanzala münâfık oldu, dedim. Ebû Bekir Şaşırarak:
Hayrola! Ne oldu, deyince, ben de:
Biz Rasülullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve
cehennemden bahsettiler. Öyle ki; cennet ve cehennemi gözlerimizle
görüyor gibiydik. Bir ara kalkıp eve gittim. Rasulullah’ın yanındaki
hali unutup çoluk çocuğumla gülüp oynamaya başladım,
dedim. Bunun üzerine Ebû Bekir Sıddık:
Biz de senin gibi yapıyoruz, başka türlü değil, dedi. Hanzala
(r.a.) devam ederek diyor ki: Sonra Rasulullah’ın yanına vardım ve
vaziyeti aynen anlattım. Buyurdular ki:
Ya Hanzala! Eğer siz evlerinizde de benim yanımda iken yaşamış olduğunuz
hali yaşayıp o manevî zevki aynen duyabilseydiniz, muhakkak ki
NİFAK - MÜNÂFIK
- 13 -
melekler, yatarken, yolda giderken bile sizinle tokalaşırlardı. Ya Hanzala!
Bu vecd hali, devamlı değil; ancak zaman zaman olur.” 4
Kâfirlerle Münâfıkların Karşılaştırılması
Kur’ân-ı Kerim, insanları mü’min, kâfir ve münâfık olmak üzere
üç grupta toplar. Bakara sûresinin ilk beş âyeti mü’minlerden
ve özelliklerinden bahsederken, sonraki iki âyet5 kâfirlerden, ondan
sonraki 13 âyet de6 münâfıklardan ve onların özelliklerinden
bahsetmektedir.
Küfür, bütün inkâr çeşitlerini içine alan ve nifaka göre daha
şümullü olan bir kavramdır. Nifak ise, genel anlamdaki bu küfrün
en bayağı ve en iğrenç şubelerinden birisidir. Bu bakımdan her
münâfık, aynı zamanda kâfirdir; fakat her kâfir, münâfık değildir.
Kâfirlerde bulunmadığı halde sırf münâfıklara has bazı çirkin
vasıflar vardır. Bunlar:
Münâfık, casus gibi kendini gizleyerek her topluma karışıp insanları
aldatmak ister. Kâfir ise her haliyle bellidir.
Kâfir mert; münâfık ise nâmert karakterlidir; kaypak ve kalleştir.
Kâfir kendi menfaati için imanı konusunda yalana tenezzül
etmez, hakkına razı olur. Yani menfaat uğruna küfründen taviz
vermez. Münâfık ise bunun aksinedir.
Münâfık, kâfirin aksine, inanmış gözükerek inkârına bir de
istihza karıştırır ki, böylece küfrü katmerleşmiş olur. Mü’minlere
karşı inanmış gözükmek de bir nevi onları alaya alma anlamı vardır.
e- Kur’ân-ı Kerim’de münâfıkların vasıfları daha çok belirtilmekte
ve mü’minlere, onlardan şiddetle sakınmaları ve tedbirli
olmaları tavsiye edilmektedir. 7
Müslümanlar için en tehlikeli olan grup münâfıklardır. Çünkü
onlar, bize benzer, bizim gibi görünür, bizim toplantılarımıza katılır,
fikir beyan eder. Hacca gider, bazen namaz kılar, ama bizim
gibi iman etmez. Sadece kendi basit çıkarlarını düşünür. Küfürlerine
bir de hile ve alay karıştırdıkları için münâfıklar, kâfirlerin
en âdi, en bayağı ve en alçaklarıdır. Münâfıklar, kâfirlerin aksine,
4 Tirmizî, hadis no: 2633; Müsned, Ahmed bin Hanbel, IV/346
5 6. ve 7. âyetler
6 2/Bakara, 8-20. âyetler
7 Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb (Tefsir-i Kebir), c. 2, s. 27
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
müslümanlarla iç içe yaşadıkları ve her an, insan ruhunun en aziz
gıdası ve beşer hayatının vazgeçilmez unsuru olan imanın nice
olumlu tecellilerine yakinen şahit oldukları halde bile gerçek imana
eremeyip daima zikzaklar içinde yaşamaları, onların ne kadar
idrâkten ve kalbî duyarlılıktan mahrum olduklarını gösterir. “Doğrusu
münâfıklar, cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onları (kurtarmaya)
bir yardımcı da bulamayacaksın.” 8
Ayrıca, nifak hastalığının tedavisi, küfür illetinden daha zordur.
Çünkü münâfık, hasta olduğu halde doktorun önünde hastalığını
gizleyen kimseye benzer. Kâfirin hastalığı meydanda olduğu
için, birtakım yollarla kendisine yaklaşılıp tedavisi mümkün olabilir.
Münâfık ise, kapısı penceresi belli olmayan yuvarlak, yamuk
bir kişilik (kişiliksizlik) olduğundan kendisine nüfuz etme yolu
bulunamaz. İslâm davasına zararları açısından ise, münâfıkların
kâfirlerden daha tehlikeli olduğu münakaşa götürmez bir gerçektir.
Vücudun zayıf ânını kollayan mikroplar gibi; İslâm toplumu
içinde daima onların kritik anlarını fırsat telakki edip her türlü
mel’aneti yapan münâfıklar; bizim davamızın baş düşmanlarıdır.
Nerede, ne zaman ve nasıl karşımıza çıkacakları belli olmadığı için
kendilerine karşı tedbir alma imkânı da olmamaktadır.
Münâfıkların Alâmetleri
a- Kur’ân-ı Kerim’e Göre
Münâfıkların Özellikleri
Müslümanları aldatmaya çalışırlar: “Allah’ı da, mü’minleri de
güya aldatırlar. Hâlbuki onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar da
yine farkına varmazlar.” 9
Kalplerinde hastalık vardır: “Onların kalplerinde hastalık vardır.
Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle
de onlar için acıklı bir azap vardır.” 10
Fesatçıdırlar: “Kendilerine yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği
zaman ‘biz ancak ıslah edicileriz’ derler. Gözünü aç, onlar muhakkak ki
fesatçıların ta kendileridir. Fakat farkında değildirler.”11 Münâfıklar, fesatçıdır;
fakat bunu bilmeyebilir, kendilerinin fesatçı olduklarını
kabul etmezler. Fesat; günah işlemek ve günahı topluma yaymaya
çalışmaktır. Bu, sözlü ve amelî küfürdür. Yeryüzünde Allah’a isyan
eden ve isyanı emreden kişi, fesat çıkaran kimsedir. Zira yeryüzünün
ıslahı Allah’a itaat ile; fesadı da Allah’a isyan iledir.
8 4/Nisâ, 145
9 2/Bakara, 9
10 2/Bakara, 10
11 2/Bakara, 11-12
NİFAK - MÜNÂFIK
- 15 -
Müslümanları Küçümserler: “Onlara ‘İnsanların (müslümanların)
inandığı gibi inanın’ denilince, ‘biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?’
derler. Dikkat et ki (asıl) beyinsizler hiç şüphesiz kendileridir. Fakat
bilmezler.”12 Günümüzde müslümanlara, gerici, mürteci, irticacı,
yobaz, çağ dışı’ gibi damgalandırmalar yapanların kimler olduğu
rahatlıkla değerlendirilebilir.
Müslümanları alaya alırlar: “Onlar mü’minlerle karşılaştıkları zaman
‘(biz de) iman ettik’ derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile başbaşa
kaldıklarında ise: ‘biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz’
derler.” 13
Kâfirleri dost edinirler: “Onlar, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost
edinenlerdir. İzzeti (güç ve şerefi) onların yanında mı arıyorlar? Bilsinler ki
bütün izzet yalnızca Allah’a aittir.” 14
İman ile küfür arasında bocalarlar: “Onlar, iman ile küfür arasında
bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne onlara ne (bağlanıyorlar), ne
bunlara.” 15
Dini, yalnız bir tarafından tutup, bir yönüyle kulluk ederler:
“İnsanlardan kimi, Allah’a (dinin yalnız bir tarafından tutup) yalnız bir yönden
kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa buna pek memnun
olur, yapışır. Eğer bir musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüzçevirir).
O, dünyasını da âhiretini de hüsrana uğratmış, kaybetmiştir. Bu, apaçık
zararın ta kendisidir.” 16 Günümüzde İslâm’ı yaşarken menfaatı bozulanlar
veya başına bir bela gelenler, bu yüzden İslâmî yaşantıyı terkedip
eyyamcı oluyor veya başka yollara sapıyorlarsa, bu âyetteki
tehditten korksunlar!
Allah’ın indirdiği ile değil; tâğutun hükmü ile hükmedilmek
isterler: “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri
sürenleri görmedin mi? Tâğuta küfretmeleri (inanmamaları) kendilerine
emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek, onun hükmüyle
hükm edilmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan, onları büsbütün saptırmak
istiyor. Onlara Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) ve Rasül’e gelin (onlara başvuralım,
onlarla hükm edelim) denildiği zaman, münâfıkların senden iyice
uzaklaştıklarını görürsün.”17 Değişik izmlere, İslâm dışı düzenlere
bağlanıp onları hakem yapanlar, onların hükmünü, uygulamalarını
tercih edenlerin bu âyetlere göre hükmü çok nettir.
12 2/Bakara, 13
13 2/Bakara, 14
14 4/Nisâ, 139
15 4/Nisâ, 143
16 22/Hacc, 11
17 4/Nisâ, 60-61
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
Yalan yere yemin ederler: “Onlar, yeminlerini bir kalkan edindiler
de (bununla insanları) Allah yolundan çevirdiler. İşte onların hakkı, horlatıcı
bir azaptır.” 18
Cihaddan kaçarlar: “Allah’ın peygamberine muhalefet için (savaştan)
geri kalan (münâfık)lar, oturmalarıyla sevindiler, Allah yolunda mallarıyla,
canlarıyla cihad etmeyi çirkin gördüler ve ‘bu sıcakta harbe çıkmayın’
dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi daha sıcaktır’ iyice bilmiş olsalardı.” 19
Mü’minlere kin beslerler: “Onlar sizinle buluştukları zaman ‘inandık’
derler; Sizden ayrıldıklarında size olan kinlerinden dolayı parmaklarının
uçlarını ısırırlar. De ki: Kininizden (kahrolup) geberin! Şüphesiz Allah
kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir.” 20
Mü’minlerin iyiliğe uğramalarına üzülüp başlarına bir bela
geldiğinde sevinirler: “Eğer size bir iyilik dokunursa onları tasaya düşürür;
başınıza bir musibet gelse, buna sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız,
onların hilesi size hiçbir zarar vermez.” 21
Kötü propaganda yaparlar: “Onlara güven veya korkuya dair bir
haber gelse onu yayarlar. Hâlbuki onu Peygamber’e ve aralarında yetkili
kişilere götürselerdi, içlerinde işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne
olduğunu bilirlerdi.” 22
Korkaktırlar: “Sizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler. Hâlbuki
onlar sizden değillerdir, fakat onlar korkak bir topluluktur.”23; “Her gürültüyü
kendi aleyhlerine sanırlar.” 24
Ellerine fırsat geçince müslümanlara suikast tertip eder ve gizli
planlar kurarlar: “Andolsun ki onlar, daha önce de fitne (ve fesat)
çıkarmak istemişler, senin hakkında birtakım işler (dolaplar) çevirmişlerdi.
Nihâyet hak (nusret) geldi ve onlar istemedikleri halde Allah’ın emri yerini
buldu (Allah’ın dini galebe çaldı).” 25
Mü’minlere iftira atarlar: “O uydurma haberi (iftirayı) ortaya
atanlar, içinizden (belli) bir gruptur... Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve
kadın mü’minlerin, kendi vicdanlarıyla hüsn-i zanda bulunup da: ‘Bu
apaçık bir iftiradır’ demeleri gerekmez miydi?” ...Onlar yalancıların ta
kendisidirler.” 26
18 58/Mücâdele, 16
19 9/Tevbe, 81
20 3/Âl-i İmran, 119
21 3/Âl-i İmran, 120
22 4/Nisâ, 83
23 9/Tevbe, 56
24 63/Münâfıkun, 4
25 9/Tevbe, 48
26 24/Nur, 11-13
NİFAK - MÜNÂFIK
- 17 -
Namaz konusunda üşengeç ve tembeldirler. Gösteriş yaparlar:
“Namaza kalktıkları zaman üşene üşene gelirler, istemeye istemeye infak
ederler.”27; “Onlar, namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara
gösteriş yaparlar. Allah’ı da çok az hatıra getirip anarlar.” 28
Kâfirler hesabına casusluk yaparlar: “Onlar durmadan yalana kulak
verirler ve senin huzuruna gelmeyen diğer bir kavim hesabına casusluk
eden kimselerdir. Kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler.” 29
Allah’tan kork denilince, tersini yaparlar: “Ona ‘Allah’tan kork’
dendiği zaman izzet(-i nefsi, cahilane kibri), kendisini (daha çok) günah
işlemeye götürür. İşte öylesine, cehennem yetişir. O, gerçekten ne kötü
yataktır.” 30
Kur’an’ı yanlış yorumlarlar: “İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar,
sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) ve (kendi arzularına göre)
te’viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar.” 31
Peygamber’in hükmüne razı olmazlar: “Öyle değil, Rabbine andolsun
ki; onlar aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kabul edip
sonra da verdiğin hükümden hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle
teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” 32
Müslümanları kâfir yapmaya çalışırlar: “Onlar, kendilerinin küfrettikleri
gibi sizin de küfredip inkâr ederek onlarla beraber olmanızı arzu
ederler.” 33
Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde, Kur’an’ın bir kısmını
kabul etmezler: “Yoksa siz, Kitab’ın bir kısmına inanıp da bir kısmını
inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında
rezil ve rüsvaylıktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde de
onlar, azabın en çetinine iletileceklerdir. Alla, yaptıklarınızın hiçbirinden
gafil değildir.” 34
Dış görünüşleri aldatıcıdır: “Onları gördüğün zaman, kalıpları (kıyafetleri)
hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerini dinlersin. Onlar sanki
duvara dayanmış kütükler (giydirilmiş odunlar) gibidir. Her gürültüyü
kendi aleyhlerinde sanırlar. Asıl düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah
gebertsin onları. Nasıl da bu hale geliyorlar?” 35
27 9/Tevbe, 54
28 4/Nisâ, 142
29 5/Mâide, 41
30 2/Bakara, 206
31 3/Âl-i İmran, 7
32 4/Nisâ, 65
33 4/Nisâ, 89
34 2/Bakara, 85
35 63/Münâfıkun, 4
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
Kötülüğü emredip, iyilikten men ederler: “Münâfık erkekler de,
münâfık kadınlar da birbirinin (tamamlayıcı) parçasıdırlar (hepsi birbirine
benzer). Onlar kötülüğü emrederler. İyilikten vazgeçirmeye uğraşırlar.
Ellerini (cimrilikle sımsıkı) yumarlar. Onlar, Allah’ı unuttular (O’na tâatı
bıraktılar). Allah da onları unuttu (onlara lütfunu terketti). Şüphesiz ki
münâfıklar, fâsıkların ta kendileridir.” 36
Zekât vermek istemezler, dönektirler: “Onlar, istemeye istemeye
infak edip harcarlar.”37; “Onlardan kimi de, ‘Eğer Allah lütuf ve kereminden
bize verirse, mutlaka zekât vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız’
diye Allah’a and içti. Fakat Allah lutfundan onlara (zenginlik) verince,
onda cimrilik edip (Allah’ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler.
Onlar öyle dönektirler.” 38
Kur’an’ın “Doğrusu münâfıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar.
Onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.”39 diye hüküm verdiği
münâfıkların kimliklerini, yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak
şu şekilde özetleyebiliriz:
İnançla ilgili kimlikleri: İnanç konusunda kesin bir tavır ortaya
koyamayan, müslümanların arasında olduklarında imanı;
kâfirlerin arasında bulunduklarında şirki açığa vuran insanlardır.
İbâdetlerle ilgili kimlikleri: İnanmadan, riya eseri olarak ibâdet
yapar, namaza kalktıklarında tembel tembel kalkarlar.
Sosyal ilişkilerde kimlikleri: Kötülüğü emreder, iyilikten alıkoyar,
müslüman saflar arasına fitne sokmaya, insanları aldatmaya
çalışırlar. Dinleyenleri etkilemek için efsunlu söz söyler, doğruluklarına
insanları inandırmak için çok yemin eder, onların dikkatini
çekmek ve kendilerine etki etmek için güzel elbise giymekle dış
görünüşlerini süslü gösterirler.
Ahlâk ve karakterle ilgili kimlikleri: Kendilerine karşı güvensizlik,
ahdi bozma, randevularına ve sözlerine uymama, riya, korkaklık,
yalan, cimrilik, menfaatçilik, fırsatçılık ve hevâ ü heveslerine
uyma.
Tepkisellik ve duygusallıkla ilgili kimlikleri: Korku, gerek
mü’min, gerekse müşrik olan herkesten korkmak, ölüme karşı yüreksizlikleri
müslümanlarla beraber cihada gitmekten geri bırakmış,
müslümanlardan hoşlanmayan ve onlara karşı kin besleyen
bir psikoloji.
36 9/Tevbe, 67
37 9/Tevbe, 54
38 9/Tevbe, 75-76
39 4/Nisâ, 45
NİFAK - MÜNÂFIK
- 19 -
Akılsal ve bilgisel kimlikleri: Yargıda bulunma ve karar alma
konusunda tereddüt, şüphe ve güçsüzlük. Hakkı kabul etme konusunda
kalbi ve kulakları mühürlenen insan tipi. İman ile küfür
arasında tereddüt, fırsatçı ve faydacı. Müslümanların ellerinde
faydalanacakları bir imkân olduğunda bundan pay almak için,
kendisinin de onlardan olduğunu; müşriklerin imkânları varsa, o
paydan mahrum olmamak için aynı tavrı onlara da göstermeleri.
Kısaca; kaypak, kalleş, dönek, şahsiyetsiz, her boyaya giren,
fitne ve fesatçı, riyakâr, ikiyüzlü, yüzsüz, yılışık, söz ve dış görünümle
adam kandırmaya çalışan bir tip.
b- Hadis-i Şeriflere Göre
Münâfıkların Özellikleri
Hadis-i Şeriflerdeki münâfık alâmetleri, genellikle amel münafığına
aittir. Bu davranışlar, çirkin ve günah olmakla birlikte küfür
değildir: Bu hususa dikkat edilerek, bu vasıfları taşıyanlara hemen
(itikat açısından) münâfık veya kâfir damgası vurulmamalıdır. Bu
nifak alâmetleri, itikadî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler
ve uyarılar cinsindendir. Zira, amelî nifak çoğalınca, ileride müslümanın
itikadî nifaka yaklaşma tehlikesi doğabilir.
“Münâfığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Va’d ettiği, söz
verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman
hiyânet eder.” 40
“Dört şey kimde bulunursa hâlis münâfık olur. Kimde bunlardan bir
kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıktan bir haslet
kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyânet
etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü
tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır.” 41
“Yalan, nifak kapılarından bir kapıdır.” 42
“Münâfıklara sabah ile yatsı namazlarından daha ağır hiçbir namaz
yoktur. Hâlbuki bu iki namazın cemaatinde olan sevabı bilselerdi, emekleye
emekleye (sürtüne sürtüne) de olsa, onlara gelip hazır olurlardı.” 43
“Münafığa, seyyid (efendi, sayın) demeyin. Çünkü o sizin efendiniz
olursa aziz ve celil olan Rabbinizı gazaplandırmış olursunuz.” 44
40 S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 31; Tirmizî, İman 14
41 S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32
42 Râmuz el-Ehadis, no: 1443
43 S. Buhâri, Tecrid, II, no: 283
44 Buhâri, Edebü'l Müfred II, h. no: 760
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
“Ümmetimdeki münâfıkların çoğunu okuyanlar teşkil eder.” 45
“Ümmetim hakkında en çok korktuğum, güzel konuşmasını bilen ve
kalbi cahil olan her münâfıktır.” 46
“Haya ve tutukluk imanın iki şubesidir. Bezâ (açık saçık konuşmak),
beyan (lüzumundan fazla konuşmak) münâfıklığın iki şubesidir.” 47
“Mü’min yiğittir, zekidir, dikkatlidir, itaatlidir, acele etmeyendir, âlimdir,
takva sahibidir. Münâfık ise, insanları arkalarından çekiştiren ve yüzlerine
karşı dil uzatan bir cehennem odunudur. Şüpheli şeylerde durmaz, harama
riâyet etmez, tıpkı gece odun toplayan kimse gibi, nereden kazandığına,
nereye harcadığına ehemmiyet vermez.” 48
“Mü’min rüzgârdan etkilenen ekin gibidir; devamlı belâ içinde olur.
Münâfık ise, kesilinceye kadar etkilenmeyen çınar ağacına benzer.” 49
“Kim insanlara, Allah korkusundan daha fazla korku gösterirse, o
münâfıktır.” 50
“Kim Allah’ı çok hatırlar ve zikrederse nifaktan uzak olur.” 51
“Münâfık, iki koyun sürüsü arasında görülen ve bir bu sürüye, bir öbür
sürüye koşan; hiç birinden olmadığı için birinde duramayan koyuna benzer.”
“Bir kimse, gaza etmeyerek ve cihada gitmeyi gönlünden geçirmeyerek
ölürse, bir nevi nifak üzere ölür.” 52
“İnsanların en şerlisi, şunlara bir yüzle, diğerlerine başka bir yüzle gelen
iki yüzlüler, münâfıklardır.” 53
“Mü’min, günahını üzerine düşüverecek bir dağ gibi görür ve günahtan
böylece korkar. Münâfık ise, günahını burnunun üzerine konmuş
uçan bir sinek gibi görür.” 54
“Ümmetim için korktuğum şeylerin en korkuncu Allah’a şirk koşmaktır.
Dikkat edin, ben, onlar güneşe, aya, puta taparlar demiyorum. Ancak
onlar, Allah’tan başkası için amel işlerler.” 55
45 Râmuz el-Ehadis, no: 1104
46 Râmuz el-Ehadis, no: 1535
47 Tirmizî Terc. C. 3, no: 2096
48 Râmuz el-Ehadis, no: 2860
49 Râmuz el-Ehadis, no: 4817
50 Râmuz el- Ehadis, no: 5957
51 Râmuz, no: 5060
52 Riyâzü's-Sâlihin, II. No: 1346
53 Seçme Hadisler, Diyanet Y., 101, 102
54 S. Buhâri, Deavât 4
55 İbn Mâce, 105
NİFAK - MÜNÂFIK
- 21 -
Münâfıkların Mescid ve Benzeri
Faâliyet Yerleri Açmaları
“Bir de (müslümanlara) zarar vermek için, küfür için, mü’minlerin arasına
ayrılık sokmak için ve daha evvel Allah ve Rasülü ile harb edeni(n
galip gelmesini iştiyakla) beklemek ve gözetmek için bir (bina yapıp, onu)
mescid (câmi) edinenler vardır. Allah şahitlik eder ki, onlar şüphesiz yalancıdırlar.
O mescidin içerisinde hiçbir vakit namaz kılma. İlk gününde
temeli takva üzerine kurulan mescid, senin, içinde namaz kılmana daha
lâyıktır.” 56
Bu âyet-i kerime, münâfıkların, Peygamberimiz (s.a.s.) zamanında
yaptıkları bir tuzak ve komplodan bahsetmektedir. Bunlar,
Kuba mescidine, oranın cemaati olan mü’minlere karşı Mescid-i
Dırar denilen bir mescid inşa etmişlerdi. Bunu, Allah ve Rasülü’nü
inkâr, Allah ve Rasülü’ne karşı savaşanları bu mescid vesilesiyle
gözetlemek, kontrol altında tutmak için yapmışlardı. Maksatları
bu olduğu halde, mescidi güzel bir niyetle mü’minlere takdim
ediyor görünümündeydiler. Bu mescidi, hayır olsun diye, hasta ve
fakirlerin namaz kılmaları için inşa ettiklerine dair yemin etmişlerdi.
Hâlbuki Allah, onların bu yeminlerinde yalancı olduklarına
şehadet etmektedir. Allah, Peygamberine bu mescidin durumunu
haber vererek onu yıkmayı ve içinde namaz kılmamasını emretti.
Görünürde Peygamberimiz zamanında kalmış olan bu olay ve
binası yıkılmış, çöplük yapılmış olan bu zararlı mescid, münâfıkların
ve İslâm düşmanlarının kirli emelleri ve entrikaları için çeşitli şekillerde
ve nice yerlerde günümüzde de yaşamaktadır. Dıştan İslâmî
görüntü verilmeye çalışılan, içten İslâm’ı yıkmak, tahrif etmek, dejenere
edip tâğutî düzenlere hizmet ettirmek için bu tip mescid
veya teşkilatlar her dönemde münâfıklar tarafından devrin şartlarına
ve ortamlarına uygun şekilde ortaya konulmaktadır.
Çeşitli kurum ve kuruluş şekilleri, çeşitli kitaplar, çeşitli konferanslar,
çalışma, ve araştırmalar yapılmaktadır. İsimleri farklı ve
çeşitleri çok olan bu dırar mescidlerinin açığa çıkarılması, aldatıcı
tabelalarının tanınması ve bunların gerçek yüzlerinin tesbiti gerekir.
Peygamberimiz zamanındaki bu Dırar Mescidinin keşfedilip
ortaya çıkarılması ve tavır alınmasında bizim için büyük ibretler
vardır. Her zaman ve her yerde böyle Dırar Mescidlerinin, münâfık
yuvalarının bulunacağı için, Kur’an, münâfıkların bu çirkin tavırlarını
açıklamakta bu derece kesin ve sert davranıyor. Yüzlerindeki
maskeyi yırtarak Dırar Mescidinin iç yüzünü bu derece kesin ve
56 9/Tevbe, 107-108
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
sarih olarak açıklayan âyet-i kerimede bizim için bitmez tükenmez
örnekler vardır. 57
Küfür ve Nifak Psikolojisi
İnsanların davranışlarını incelerken, onların psikolojik yapılarını
göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü gerek olumlu, gerek
olumsuz bütün hareketler, bir psikolojik temele dayanır. İnsanlar,
basit içgüdülerle değil; belli birtakım fikir ve inanç ölçüleri doğrultusunda
hareket ederler. Doğal insiyak ve refleksler hariç, insanın
hiçbir hareketi bu çerçeve dışında değildir. İnsanların davranışlarının
birbirinden farklı olması, dayandıkları dünya görüşlerinin
farklılığından ileri gelmektedir.
Âhiretin varlığına inanmayarak hayat yolculuğunu, ölümle biten
ebedî bir son olarak kabul edenlerle; hayatı bir imtihan sahası,
ölümü ise bu sınavın neticelenip değerlendirileceği ebedî hayata
geçiş olarak görenlerin davranışları elbette aynı olmayacaktır.
Kâfir; bizzat kendi eliyle inşâ ettiği karanlık inkâr zindanı içinde
ve her türlü metafizik ürperti ile ilgisini kesmiş durumda yaşayan
zavallı bir mahkûmdur. Ruh ve aklın, sırlar ve gayb âlemine
açılan bütün pencerelerini tıkadığı için, sahip olduğu ve olabileceği
her şey bu dünyadan ve onun yanıp sönen fâni lezzetlerinden
ibarettir. Bu fâni lezzetlere ulaşabildiği oranda dünya onun cenneti,
erişemediği veya kaybettiği nisbette de cehennemidir. “Dediler
ki, hayat ancak bizim bu dünya hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi
ancak zaman helâk eder.”58 Dünya hayatı onlar için biricik gayedir.
Bütün çabaları bu gayeye biraz daha fazla ulaşabilmektir. Maddeden
daha değerli bir şey tanımadıkları için en ufak dünyevî bir
menfaat uğruna sarf etmeyecekleri şey yoktur. Hak, hukuk, günah,
sevap, cennet, cehennem gibi kavramlardan habersiz veya
onlara ilgisiz yaşadıkları için fazilet ve fedakârlık gibi insanı yücelten
yüce değerlerden mahrumdurlar.
Hayvanlar gibi başıboş ve sorumsuz yaşarlar. “Kâfir olanlara gelince,
onlar (dünyada sadece) zevk ve sefa ederler. Hayvanların yediği
gibi yerler. Onların yeri ateştir.”59; “Bırak onları; yesinler, eğlensinler, onları
emel oyalıya dursun. Sonra bilecekler onlar.”60 Bütün işleri tuvalet
ile yemek ve yatak odası arasında mekik dokumaktır. Onlar
için her şey boştur. Mide ve şehvetin dışında, uğrunda mücadele
57 Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an, Hikmet Y., c. 7, s. 402
58 45/Câsiye, 24
59 47/Muhammed, 12
60 15/Hicr, 3
NİFAK - MÜNÂFIK
- 23 -
edecekleri hiçbir davaları yoktur. Kemik başında dalaşanlar gibi
onlar da sadece çıkar ve rantlarının kavgasını yaparlar. Kendilerini
topyekün maddenin esaretine verdikleri için ruhî ve fikrî
bir özgürlüğe sahip değillerdir. Maddenin ve hevâlarının âzat
kabul etmez köleleridir. Ulvî değerler, yüce duygular onları hiç
ilgilendirmez. Hele din, iman gibi konuları hiç duymak istemezler.
“Onların kalpleri vardır; bunlarla idrâk etmezler. Gözleri vardır; bunlarla
(hakikati) görmezler. Kulakları vardır; bunlarla (gerçeği) işitmezler. Onlar
dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar. Onlar gafillerin
ta kendileridir.”61; “Kendilerine âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldırıverecek
olurlar.” 62
Münâfıklar, kâfirlerin aksine, belirli bir yolun ve istikrarlı bir
hayatın sahibi olamadıkları için, mevsimlere göre değişik yerlerde
konaklayan göçebeler misali oradan oraya göçer dururlar. Sadece
menfaatlerinin sevki ile hareket ettikleri için, samimi olarak bir
tarafa bağlanamazlar. “Onlar (küfür ile iman arasında) bocalayan bir
sürü kararsızlardır. Ne mü’minlere, ne de kâfirlere bağlıdırlar.”63 İnanç
ve hareketlerinde zikzak çizdikleri için şahsiyet bütünlüğünden
mahrumdurlar. Hiç sevmediği bir rolün, mecburen aktörlüğünü
yapan kimse gibidirler. İslâm’ı ve müslümanları sevmezler. Hele
içinde yaşadıkları toplumda İslâm şeriatının hükümlerine tâbi olmayı
hiç istemezler. Müslüman rolünü tam beceremeseler de zorla
becermeye çalışırlar. “İstemeye istemeye zekât verirler.”64; “Tembel
tembel namaza kalkarlar.”65 Fakat yerine göre sözün en yaldızlısını
konuşurlar; böylece müslümanlara karşı itimat telkin etmeye çalışırlar.
Perde gerilerinde ise onlar aleyhinde şeytanî planlar ve haince
komplolar hazırlarlar. İhanetleri ve iç yüzleri meydana çıkacak
diye de daima şüphe ve korku içinde yaşarlar.
Mayın tarlasında yürüyen kimsenin tereddüt ve telaşını hissederler.
Her şeye kulak kabartırlar. “Her gürültüyü kendi aleyhlerine
zannederler.”66 Onların şüphe, korku ve tereddütlerle dolu olan bu
çalkantılı kaos hayatı Kur’an’da şöyle anlatılır: “Onların hali (korkulu
bir sahrada) ateş yakan kimsenin hali gibidir ki; o (ateş), etrafındakileri
aydınlattığı sırada Allah ışıklarını söndürüp, kendilerini karanlıklar içinde
bırakıvermiştir.”67 Bakara sûresinin 17-20. âyetlerinde münâfıkların
hâlet-i rûhiyeleriyle ilgili tablodan anlıyoruz ki; Münâfıklar;
61 7/A’râf, 179
62 22/Hacc, 72
63 4/Nisâ, 143
64 9/Tevbe, 54
65 4/Nisâ, 142
66 63/Münâfıkun, 4
67 2/Bakara, 17
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
kalpleri dirilten, insanî duyguları yücelten Kur’an âyetleri, müslümanların
nezih davranışları ve feyizli sohbetleriyle daima karşı
karşıya bulundukları halde, yine de iç âlemlerindeki inkâr, şüphe,
vesvese ve kirli duyguların karanlığı içindedirler.
İçyüzlerini açığa çıkaran, cehennemin şiddetli azabıyla kendilerini
tehdit eden Kur’an âyetlerini işittikleri zaman, şiddetli gök
gürültüsü karşısında dehşete düşen kimse gibi âdeta çarpılırlar,
suçluluk psikolojisi içinde erirler. Buna mukabil, inkâr karanlıklarından
sıyrılıp iman aydınlığına çıkışın yollarını gösteren âyetler,
çeşitli deliller, mü’minlerle ilgili ilahî müjdeler ve cennet vaadleri
karşısında az da olsa kalplerinde bir ürperti, bir ferahlık meydana
gelir, fakat bir türlü inanamazlar. Nedense inkâr karanlığını yırtamazlar.
Küfür ve nifak pisliği benliklerine o derece sinmiştir ki;
alışa geldikleri bu hayatın dışına çıkmak, onlar için bir nevi ölümdür.
Şehvetlerin, kirli emellerin, âdi menfaatlerin bataklığından
kurtulmak onlar için sanki intihardır. İşte bu sefil hayatın dışına
çıkmamak için; kendilerini hakka, hidâyete çağıran seslere karşı
kulaklarını tıkarlar. Rahmanî ışıklara karşı gözlerini kaparlar; ilahî
davetin nurundan gözleri kamaşır, âdeta kör olurlar.
Ama İslâm’ın kendilerine sağlamış olduğu izdivaç, miras, ganimet
veya bulundukları yerde makam, mevki, koltuk kapmak
gibi dünyevî menfaatler karşısında ise keyiflerine diyecek yoktur.
Onları elde edebilmek için koşarlar, çırpınırlar. Göstermelik
imanlarının zırhına bürünerek herkesten fazla pay elde etmeye
bakarlar. Ne vakit de cihad, zekât, namaz, oruç vs. gibi tekliflerle
karşılaşırlarsa, işte o zaman dizlerinin bağı çözülüverir, yerlerinde
kalakalırlar. Bahane üstüne bahane uydururlar, müslümanları
kandırmanın bin bir yolunu ararlar. Yalanlar, yeminler, kendilerini
temize çıkarma gayretleri birbirini takip eder. İşte sahte imanları
sayesinde elde etmiş oldukları dünyevî menfaatlerin karşılığını,
daha ölmeden önce korku ve zillet içinde böylece ödemiş olurlar.
Karanlıkların, gök gürültülerinin, şimşeklerin o ürpertici atmosferinde
yaşamak ne kadar fecidir. Her an ölmek... Her an dirilmek...
Ne imanın engin ve ebedî saadeti, ne de mutlak küfrün ölü
veya felçli bir uzvun duygusuzluğu içindeki donmuş ve taşlaşmış
hayatı... İkisi arasında daima bocalayıp durmak... Kendine mahsus
bir barınaktan mahrum olup, onun bunun yanında sığıntı hayatı;
iğreti, sahte, taklitten ibaret bir yaşayış... Zillet ve meskenet
içinde her an suçüstü yakalanmanın, maskesinin düşüp foyasının
meydana çıkacağı endişesinin, koğulmanın, her an açıkta kalmanın
ıstırabını duymak... İşte münâfık hayatı!.. 68
68 Ali Rıza Temel, İslâm Dâvâsı ve Münâfıklar, Bahar Y., s. 9 ve devamı
NİFAK - MÜNÂFIK
- 25 -
Münâfıklarla Mü’minlerin Toplumsal Bağları
Münâfıklar, her ne kadar mü’min sıfatını taşımıyorlarsa da,
insanların gözünde kesin kâfir sıfatını da taşımazlar. İç dünyalarındaki
dalgalanma, bazen iman yönüne, bazen de küfür yönüne
yelken açar. Tabii ki durum, Allah katında münafığın küfür safında
olduğu gerçeğini değiştirmez. Yalnız toplum içinde, kalplerindekini
sakladıkları için müslümanmış gibi muâmele görürler. Bu
durum, eylem olarak fesat, anarşi, terör çıkarmadan oturdukları
zaman için geçerlidir. Fesat çıkarmaya, toplumun huzurunu bozmaya
yönelik hareketlere giriştikleri anda onlara gereken ceza
verilir.
Her ne kadar sessizce oturdukları zaman onlara müslüman
muâmelesi yapmak gerekirse de, bu onlarla dost olmayı, velâyet
bağlarını gerektirmez. Onlardan her zaman sakınmak, temkinli
olmak müslümanların yararınadır. Onların getirdikleri haberlere
araştırmadan inanmamak gerekir. Yoksa toplumu ifsad edici sonuçlar
ortaya çıkabilir. “Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla cihad
et, onlara sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Ne kötü yer!”69;
“Ey Peygamber, Allah’tan sakın, kâfirlere ve münâfıklara itaat etme!”70;
“Kâfirlere ve münâfıklara itaat etme, eziyetlerine aldırma. Allah’a tevekkül
et, vekil olarak Allah yeter.” 71
Münâfıkların Cezası
“Şüphesiz ki münâfıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar.
Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın.”72; “Ey Peygamber, kâfirlerle ve
münâfıklarla cihad et, onlara sert davran. Onların barınakları cehennemdir.
Ne kötü yer!” 73 Kur’ân-ı Kerim’de münâfıkların cezâlarıyla ilgili
yeterli derecede bilgi verilir.
Günümüzde Münâfık
Münâfıklığın İslâmî bir toplumun oluşumu ile ortaya çıktığına
göre, günümüzde de İslâm egemenliği altında yaşamadığımız
düşünüldüğünde, münâfıklar bugün de var mıdır? Bunları hangi
ölçüye göre tespit edeceğiz?
İçinde yaşadığımız dünya, İslâmî kurallar üzerinde ayakta durmuyor.
Zâlimlerin, sömürücülerin ve aldatıcıların tahakkümü ve
zorbalığı ile câhillerin ifsâd ettiği dünyamızda buna dur diyecek
69 9/Tevbe, 73; 66/Tahrim,
70 33/Ahzâb, 1
71 33/Ahzâb, 48
72 4/Nisâ, 145
73 9/Tevbe, 73; Tahrim, 9
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
bir etkin İslâmî toplum da mevcut değil. Fakat Kur’an’da ve sünnette
tanıtılan nifak özelliklerine sahip münâfık karakterli insanların
oldukça fazla olduğunu görmemek için çok cahil veya kör
olmak gerekiyor. Münâfıkların, İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde
de bulunmasının sebebi, toplumların geleneksel de olsa, arı duru
ve tevhide dayalı olmasa da bir İslâmî kültüre sahip olmaları, birtakım
normlar oluşturmuş ve bu toplum içinde insanların bunlara
uymak zorunda kalışı münâfık tavırları ortaya çıkarır. Örneğin
oruç yemenin çok ayıp sayıldığı Anadolu’nun bazı bölgelerinde
oruç tutmayan ve gönlünde oruca bir saygısı olmayan kimseler
bile oruç tutuyor görünürler. İslâm’a saygılı ve dinî duyguları
güçlü olan kitlelerin oylarını alabilmek için seçim dönemlerinde
camilere giden, namaz kılan, ezan okunurken konuşmasını kesip
dinleyen, konuşmalarında Allah’ın adını sıkça anan politikacılar,
seçildikten sonra başörtü düşmanlığı, laikliğin savunuculuğunu
yapıyorlarsa, Allah’ın indirmediği yasalara ses çıkarmıyorlar, hatta
kendileri böyle yasalar çıkarıyor ve tâğutun hükümleriyle hükmediyorlarsa...
münâfıkları çok uzaklarda, sadece Medine’lerde aramamak
gerekiyor.
Münâfıklığın karakteristik özelliği, iki yüzlülüktür. Günümüz
tabiriyle çifte standartlıktır. Müslüman müşterileri çekebilmek için
İslâmî kıyafetlere bürünen tezgâhtarlar bulundurup, ölçü ve tartıda
adaleti gözetmeyen, insanları sömürmek için her yolu meşru
gören, yalan söyleyen, aldatan tüccar ve esnaflar her tarafta boy
atarken, münâfıkları uzayda mı aramak gerekiyor? Müslümanlarla
birlikte olduğu zaman İslâmcı kesilen, onlardan ayrıldığında
İslâm dışı hayat sürenlerle bir araya gelince, müslümanların arkasından
konuşan, onların taklidini yaparak eğlenen ve onları karalayan
kimselerin münâfık olma ihtimali büyüktür. Müslümanların
dikkatle sakınmaları gereken münâfıkların başında İslâmî grupların,
cemaatlerin içine sızan ajan-provakatör münâfıklar gelir. Bunlar,
müslümanların arasını açmak, onları birbirine düşman ederek
güçlenmelerini ve tehdit unsuru olmalarını önlemek için çalışırlar.
Müslüman cemaatlerin birbiri aleyhinde asılsız yalanlar ve iftiralar
üretirler.
Müslüman, münâfıklık özelliklerini bilmeli, bu tür özellikleri
taşımaktan şiddetle kaçınmalı ve bu tür özellikleri taşıyan
kimselerle dostuk ve velâyet bağı kurmamalıdır. Yoksa zamanla
onun davranışlarında da aynı tür özellikleri görmek kaçınılmazdır.
İnsanı nifaka, münâfıklığa sevk eden şey dünyevî menfaatler
ve şeytanî telkinlerdir. Dünyanın gelip geçici, âhiretin ise kaçınılmaz
son olduğunu aklından çıkarmayan müslümanlar şeytanın
NİFAK - MÜNÂFIK
- 27 -
etkisinden kolay sıyrılarak nifaktan uzak durabilirler. Ama dünyayı
Allah’tan çok seven, âhireti aklına getirmeyen kimseler, Allah’a
ve âhiret gününe iman ettiklerini söyleseler bile bu onlara bir fayda
sağlamaz. “İnsanlardan bazıları Allah’a ve âhiret gününe iman ettiklerin
söylerler; oysa onlar mü’min değillerdir. Onlar, Allah’ı ve mü’minleri
aldatmaya uğraşırlar; fakat kendilerinden başkalarını aldatamazlar da farkında
olmazlar.” 74
İslâm ile küfür arasındaki mücadele kıyâmete kadar devam
edecektir. Kâfirlerin verdikleri mücadele yöntemlerinden biri de
nifaktır. İslâm itikadını içten yıkıp, ümmeti birbirine düşürerek
parçalamak için, müslümanların arasına satılık uşaklar vasıtasıyla
girerek faaliyet gösterirler. Bu nifak hareketleri, asr-ı saâdetten
günümüze kadar devam edegelmiştir. Kur’an ve hadisler, her
dönemde görülecek bu fitneci tavırları, komplo ve ifsad hareketlerini
uzun uzun üzerinde durarak mü’minlere haber veriyor.
Münâfıkların şeytanî oyun ve hileleri için mü’minler uyarılarak,
onlara karşı uyanık olmaya çağrılıyor.
Bir kimsenin münâfıklığına kesin olarak hükmetmemiz her zaman
mümkün olmamakla beraber, nifak alâmetlerini taşıyan kimselere
saygı ve sevgi göstermek, onları sırdaş ve dost kabul etmek
câiz değildir. Onlara liderlik, yöneticilik gibi görevler vermemiz,
kurda kuzuyu teslim etmekten daha az bir tehlike değildir. Onlara
toplum içinde şahsî itibar sahibi olmalarına zemin hazırlayacak
ilgi ve teveccühden kaçınmak şarttır. İzzet, şeref ve itibar sadece
Allah’a, Rasülü’ne ve mü’minlere ait olduğu halde; münâfıkların
kof ve yaldızlı varlıkları önünde küçülüp onları efendi, sayın denilecek
saygın mevkie getirenler, onları sevenler, beraber olanlar o
zümreye dâhil olanlardır. Kişi sevdiği ile beraberdir.
Tavuklara, özgürce kümeslerini seçme hakkı verilen tilkilerin
rejimi diyebileceğimiz demokrasi yönetimlerinde, kitleleri avlamak
için münâfıklar tarafından kurulmuş sihirbaz göz boyamaları
ve soytarı sahneleri iletişim kolaylıklarıyla her tarafa etki edebilmektedir.
Özellikle seçim zamanlarında veya iş başındaki aktörlerce
sürekli olarak zavallı kitleler kolayca avlanmakta, oyunlarla,
hilelerle toplum uyuşturulmaktadır. Münâfıkların tek korkuları,
maskelerinin düşmesi ve hileli oyunun iç yüzünün anlaşılmasıdır.
Bunun için de gerektiğinde ve gerektiği kadar, toplumun inançlarını
savunur gözükmekte ve müslüman rolüne girmeğe çalışmaktadırlar.
Politika, günümüzde nifakın en etkin alanlarından
biridir. Düzen de her zaman açık bir şekilde putçu değildir; bazen
74 2/Bakara, 8-9
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
cahil kitleyi kandırabilmek için gerektiğinde münâfıkça tavırlara
girebilmektedir. Zaman zaman sahnelenen İslâmizasyon oyunları,
verilen tavizler, nifak düzenlerinin sırıtan maskeleridir. Her biri
başarılı birer aktör olan münâfıkların, bazı cemaatleri bile cezbeden
bu İslâmcılık oyunu, cahil müslümanları yanıltmaktadır. Bu
oyunlar, diğer taraftan da İslâm adına girişilen her türlü samimi ve
ciddî çalışmaları baltalamakta; dâvânın kara sevdalıları ve gerçek
temsilcileri, aldatılan çoğunluğun uyarılması için alternatif oluşturamamakla
suçlanmaktadır.
“Mü’min, bir delikten iki defa ısırılmaz.” Müslümanlar, üç buçuk
münafığın oyuncağı olmaya devam eden körler ve avanaklar topluluğu
değildir. İzzet ve itibarımıza tekrar kavuşabilmek için, bu
dâvânın en sinsi ve en tehlikeli düşmanları olan münâfıkları tanımak
ve onların oyununu bozmak zorundayız. Müslümanların
hâlâ birtakım canbazlık ve sahteliklere kanıp şeytanların oyuncağı
olmağa hakkı yoktur. Her şeyden evvel müslüman, ferâset sahibidir.
Herkesin ve her şeyin yerini en hassas şekilde tayin eden bu
manevî sezgi gücüne, yani ferâset ve basirete erdirecek Kur’an’a
sarılmalıyız.
Münâfıkların Kalpleri Hastadır
“Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını daha
da arttırmıştır...” 75
Kalbi bozuk olan münâfıklar, Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e
ve mü’minlere çeşitli lutuflarını gördükçe, İslâm’ın adım adım
tamamlanarak yerleştiğini
müşâhede ettikçe haset ve kinleri artmakta,
bu da bozuk kalplerini daha bozuk hale getirmektedir.
Ruh ve beden sağlığı bakımından kalp çok önemli bir organdır;
o
sağlıklı olunca bütün vücut sağlıklı olur. Kur’an dilinde kalp daha
ziyade vicdan, iman ve ahlâkın merkezî mânâsında kullanılmaktadır.
Münâfıklık, ikiyüzlülük
bir ahlâksızlıktır; vicdanda, ahlâk merkezinde
mevcut bir bozukluğun acı meyvesidir, nifak devam ettikçe
bozukluk da nicelik ve nitelik yönünden artarak devam eder. 76
Meraz/Hastalık
Hastalık, sağlık ve sıhhatin az veya çok, geçici veya kalıcı olarak
bozulması, kaybolması demektir. Arapça’da hastalık karşılığı
olarak “meraz” kelimesi kullanılır. “Meraz”, bedensel hastalıklar
için kullanıldığı gibi, Kur’an’da çoğunlukla mecaz olarak mânevî
75 2/Bakara, 10
76 Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Heyet, DİB Y., c. 1, s. 26
NİFAK - MÜNÂFIK
- 29 -
hastalık için kullanılır. Haktan, doğruluktan ve güzel ahlâktan ayrılma,
nifak (ikiyüzlülük), hased (kıskançlık), şehvet (aşırı şehvânî/
hayvanî duygular ve meyiller), fücur (günah ve zinâ arzusu şeklinde
ahlâksızlığa) niyetlenme gibi nefsî hastalıklar için kullanılır.
Kalbin Meraz Hali: Meraz, insanın, sıhhat ve itidalden ayrılmış
olduğu hali ifade eden bir durumdur.77 Cismanî anlamda kullanıldığı
gibi mânevî anlamda da kullanılır. Cismanî açıdan meraz
(hastalık), bedene sonradan ârız olan ve dengeyi bozan bir haldir.
Mânevî yönden ise meraz, kalbin, dinin gerçeklerini idrâk kabiliyetinin
zaafa düşmesini’78 belirten bir durumdur.
Günahların kalpte açtığı manevî yaralar, Kur’ân-ı Kerim’de
-gerek faziletlerin elde edilmesine engel olmaları yönüyle, gerekse
uhrevî hayatın kazanılmasına engel teşkil etmeleri cihetiyle
hastalıklara benzetilmiştir.
Tabatabaî, Kur’ân örfündeki kalp hastalığını, Allah’a ve onun
âyetlerine taalluk eden meselelerde, insan idrâkine ârız olan şek,
şüphe ve kalbin dinî inanca sarılmadaki gevşekliği79 olarak tanımlar.
İbn Ebi’l-İzz ise, Kur’ân’da söz konusu edilen merazı,80 şüphe
ve şehvet marazı olmak üzere iki grupta toplar.81
İnsanın idrâk, hitap ve hakikat yanını ifade eden ve hükemânın
da nefs-i nâtıka dediği Rabbânî bir latife olan kalp,82 Allah’ı tanıyıp
sevme ve O’na şükranda bulunmak için yaratılmıştır. Nitekim
bazı dinamikleriyle kalp, bir âyette dikkatlerimize şöyle arzedilir:
“...Şükür (ve şükrânınızı) izhar edesiniz diye Allah size görme, işitme ve
akletme güçleri (ef’ide) vermiştir.” 83
Demek ki insanın maddî-mânevî her bir uzvu, belli bir iş için
yaratılmıştır. Yaratıldığı işi yapmıyorsa hastadır. Aynen öyle, kalp
de vazifesini yapmıyorsa hasta demektir.84 Kur’ân Yüce Yaratıcı’ya
teveccüh ve şükür için yaratılmış bulunan kalbin, bu görevlerini
yerine getirememesine sebep olan marazı (hastalığı), Kur’an,
77 el-İsfehanî, el-Müfredat, s. 707; İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alil, s. 171
78 el-Merağî, Tefsiru'l-Merağî, I, 51
79 et-Tabatabai, Muhammed Huseyn, el-Mizan fi Tefsiri'1-Kur'ân,
Müessesetü'l-Âlemî, Beyrut, 1973, V, 378; Keza Bk. Elmalılı Hamdi Yazır,
Hak Dini Kur'ân Dili, 1, 227, 230
80 Bk. 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/
Nûr, 50; 33/Ahzâb, 12, 32; 47/Muharnmed, 20, 29; 63/Münâfikun, 3
81 İbn Ebi'1-İzz, Şerhu Akideti't-Tahaviyye, Müessesetü'r-Risale, Beyrut,
1984, II, 360. Keza Bk. İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alîl, 8, 171
82 el-Cürcani, et-Ta'rifât, s. 178
83 16/Nahl, 78
84 el-Gazalî, İhya, III, 80
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
izahını yaptığımız bu âyette ele almaktadır: “Onların kalplerinde
hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını daha da artırmıştır...” 85
Bu âyette söz konusu edilen insanlar, niyet planında kötülüklerle
içli-dışlı olanlar ve de bununla kalmayıp fırsat buldukça bu
kötü niyetlerini gerçekleştirmeye çalışanlardır. Sebeplerin artışıyla
neticenin katlanması demek olan bu durum, tam bir fâsit dairedir
(kısırdöngüdür). Yani bir türlü kalpten sökülüp atılamayan, hatta
sökülüp atılması dahi düşünülmeyen kötü niyetler, başka kötü niyetleri
doğurmuş, bu kötü niyetler üzerine yapılan ameller, yeni
kötü ameller doğurmuş ve netice itibariyle böyle bir fâsit daire
içinde kalmışlardır. 86
“Allah, onların kalplerindeki hastalığı artırmıştır” şeklindeki ifadeye
gelince bu, olayın Allah’a bakan yönüyle ilgili olup kulun niyet ve
tavırlarına bağlı olarak kalpteki marazın yaratılma açısından O’na
ait olduğunu göstermektedir.
Her bir hatadan başka bir hataya, her bir günahtan daha büyük
bir günaha, -hatta mâsiyetlerin en büyüğü olan küfre- değişik
yollar bulunması itibariyle, başlangıçta kalpte küçük bir
sapma olarak beliren marazın, nihayetinde katı bir inkârla noktalanması
imkânsız değildir. Bir diğer ifadeyle, mânen hastalanan
kalbin, bir gün fonksiyonunu icrâ edemez hale gelip bütünüyle
körelmesi mümkündür. İnsan için asıl körlüğün ifadesi olan bu
durum Kur’ân’da sıklıkla ifade edilir. Söz gelimi, kalbi kararmışlardan,
münâfıklardan şöyle söz edilir: “Görürsün sana bakıyorlar
(yenzurûne), ama görmüyorlar (lâ yubsirûne).” 87
Marazlı kalplerin bir mânâ etrafında birleşmeleri de, mümkün
değildir. Çünkü vahdetin en emin yolu olan tevhidi kabullenmeyerek
kaosa düşmüşlerdir; artık birleşemezler. Onların birlik ve beraberliği
ancak dışta, yani bedenî ve maddî planda olabilir: “Sen
onları toplu, bir sanırsın; oysa ki onların kalpleri parça parçadır.” 88
Özetle ifade edecek olursak, mânevî yönden başlangıçta
her kalp sıhhatlidir. Ancak dikkat edilmediği durumda kalbin de
hastalanması
mukadderdir. Zira onun da -kasvetten küfre, ucbdan
kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete kadar- hastalanmasına
sebep olabilecek pek çok düşmanı vardır. Bu itibarla ona
mânevî karantina
şartları hazırlamak, sahibi için son derece önem
arzeden bir husus olmaktadır. 89
85 2/Bakara, 10
86 Abdulfettah Şahin, Kur'an'dan İdrâke Yansıyanlar, Feza Y., İst. 2000, I, 37
87 7/A'râf, 198
88 59/Haşr, 14
89 Yener Öztürk, Kur’an’da Kalp ve Mühürlenmesi, Işık Y., 107-111
NİFAK - MÜNÂFIK
- 31 -
“Münâfıklardaki bu hileciliğin ve bu şuursuzluğun sebebi nedir?”
denilirse, onların kalplerinde, yani ruhanî kalplerinde hiç
görülmedik yok edici bir manevî ve ahlâkî hastalık vardır. Maraz
(hastalık), bedeni sağlam alışkanlığından döndürüp dengesini bozan
ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan bir aksama
durumudur. Fakat maddî şeylerde kullanıldığı gibi, manevi
hususlarda da kullanılır. Sıhhat esas, hastalık ârızîdir, ikinci derecedir.
İlk yaratılışta kalp sağlamdır. Fakat bunlar kalbin sıhhatini
muhafaza etmeye bakmamışlar, kalplerinde büyük bir hastalığa
mübtela olmuşlardır. Burada “maraz” kelimesindeki tenvin, korkutmak
içindir. Demek korkunç bir hastalık var. Bütün ahlâksızlığın
başlangıcı olan büyük bir hastalık var. İdrak ve irâdenin âfeti olan
bir hastalık var. Bu hastalık, inançsızlık hastalığı, şek, şüphe, kuşku
hastalığı, özetle şüphe ve nifak hastalığıdır. Bunlar bütün kötü
niyetlerin başıdır. Buna yakalanan kimse, hak tanımaz, Allah’tan
şüphe eder, Allah’ın emrinden şüphe eder. Allah’ın “onda şüphe
yoktur.”90 buyurduğu kitabından şüphe eder. Allah’ın peygamberinden
şüphe eder. Allah’ın hâlis mü’min kullarından ve onların
doğru olan fiil ve hareketlerinden şüphe eder. Her şeyden şüphe
eder, hatta kendinden şüphe eder. Bilginin kıymeti kalmamıştır.
Fakat benlik, şuurundan da hiç çıkmaz. Onun gözüne hak ve hakikat
kendinden ibaret görünür. Bakar ki kendisi şek ve şüphe ile
doludur. Kendine benzeterek hükmeder. Herkesi ve her şeyi şüpheli
görür. Yerler, gökler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, insanlar, Allah,
Peygamber, hep onu aldatıyor zanneder. Kötü zan ile dolar. Her
şeyden kuşkulanır. Fakat bütün fiil ve hareketiyle yine kendisine
karşı kendisini yalanlar. Zevkine, keyfine, şehvetlerine o kadar tutkundur
ki, onlardan hiç şüphe etmez. “Acaba bunların aslı var mıdır,
bunun sonu ne olacaktır?” demez. Hepsine atılır, sarılır. Onun
için hak ve hayır hiç, zevk her şeydir ve her şey kendisidir. Onu,
ilmî şüphe içinde benlik derdi, kibir, mevki hırsı, baş olma sevdası
sarmıştır. Bunun için imansızken, kendini imanlıyım zanneder. Aldatmayı,
hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar.
Mü’minle mü’min, kâfirle kâfir görünür. Bütün bunları ne zorunlulukla
yaptığını düşünmez. Böyle yapması, bütün uğraştığı bu
şeylerin kendisinden başka bir varlıktan yansıyan bir baskı olduğunu
fark etmez. Böyle hile ve düşmanlık yerine bir temelli sevgi
kurmak için samimi olmaya çalışmanın kendisi için de daha kârlı
olduğunu anlamaz. Bunlar dünya nimetlerine gömülseler, yine iğneli
beşikte gibi yaşarlar. Şüphe ve ara bozma hastalığı böyle can
sıkıcı bir şeydir. O münâfıkların kalplerinde işte bu hastalık vardır.
Ve her hastalık, huy ve tabiat olmadıkça tedavisi mümkündür.
90 2/Bakara, 2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
Bunlar ise bu hastalığı tedavi etmek için gelmiş olan hak dine sarılmazlar
da ondan da kuşkulanırlar.
Bunun üzerine Allah Teâlâ bunların hastalığını arttırmıştır.
Şöyle ki: Allah Teâlâ bir peygamber göndermiş ve ona “kendisinde
şüphe olmayan” bir kitap indirmiş ve onu doğup büyüdüğü
Mekke’de bırakmayıp bütün dünyaya, kıyâmete kadar nur saçmak
için buraya, onların bulundukları yere getirmiş ve insanlar yavaş
yavaş ona iman ederek büyük bir topluluk kurmaya başlamışlar,
eğriliği kaldırıp doğruluğu yayıyorlar, doğru yoldan başka bir şey
istemiyorlar, kuvvetlilerin zayıfları ezmesine imkan vermiyorlar,
hak denildi mi, hatır gönül tanımıyorlar, herkesi eşit tutuyorlar;
zor kullanmakla insanlardan faydalanmak yasak, dalavere yasak,
rüşvet ve adam kayırma yasak, fuhuş ve ahlâksızlık yasak, özetle
her kötülük ve çirkinlik yasak. Bunlardan başka vazifeler, görevler,
mücâhedeler, intizamlı şekillerde muntazam vakitlerde çalışmalar,
uğraşmalar, özetle her türlü güzellik ve hayırlar var. Aç kal,
sabreyle fazilet saç; tok ol, şükret, yine fazilet saç. Putlara tapma,
zevkine esir olma, Allah’tan başka tapılan bir şey tanıma ve ancak
ondan yardım iste. Bu olur mu? Bu hal ile Abdullah b. Übeyy
b. Selûl gibilerin hükümdarlığına nasıl imkân kalır? Sadece para
kazanma hırsına kapılanların ticareti nasıl döner? Allah’ın verdiği
söz, yapacağı bu muydu? “Bu tedavi değil, bir tuzaktır.” diyorlar.
Artık o hastalık, Allah katından bunların kalplerine basılıyor. İkinci
bir huy oluyor da gittikçe artıyor. Onlar da bu yüzden Allah’a ve
mü’minlere hilekârlık yapmaya başlıyorlar.
Maraz (hastalık), bedenin sağlam alışkanlığından sapması ve
görevini istenilen şekilde yapamamasına sebep olan aksaklık durumudur
ki, buna “illet=dert” de denilir. Demek ki şüphe, imansızlık,
inançsızlık da insanda asıl değil, ikinci derecede bir şeydir.
Ve hastalığa mahsus bir durumdur. Her çocuk doğarken iman ve
itikad fıtratıyla/yaratılışıyla doğar, şüphe nedir tanımaz. Bunun
için Hak inancı, Allah’a inanmak fıtrîdir. Bu esas yaratılış, insana
ileride şüpheye düşmesi için değil, şüpheleri atması, doğru yolu
bulması ve geliştirme yoluyla da imanı huy edinmesi için verilmiştir.
Şu halde kalplerinde bu hastalık zorlayıcı değildir. Bunu yapan,
tecrübe güzergâhında nefislerin sağlam yaratılışı gözetmemesi,
kalbin sağlığını korumaması, ahlâkî hastalıkları tedavi etmemesi,
özetle zevk duygusuna çok düşmesi ve her şeyde kendini ve
kendi zevkini görmek istemesidir. Bazı insanlar tecrübe ile bunu
tamamen bulamayınca, hatalar ve isabetsizlikler vâki olduğunu
görünce, kendisinin “hakkın kendisi” olmadığını takdir ve kendinden
önce hakka iman edecek yerde, ilk yaratılışta aldandığını
NİFAK - MÜNÂFIK
- 33 -
söylemeye ve her şeyden şüphe etmeye başlar. Ve bu şüphe ile
mücadele ederek hakkı görmeye ve vücut cereyanının, kendisinin
değil, Hak Teâlâ’nın hükmünde bulunduğunu teslime ve kendisinin
Allah için bir kulluk görevine mahkûm olduğunu itiraf etmeye
benlik sevdası ve irâde zayıflığı engel olur da, şek ve şüpheyi esas
kabul eder. Ve bu şekilde ancak şüpheye inanır ve şüphe kendisi
için hem huy ve hem gaye olur. Ve hayır adına da herkese onu
tavsiye eder, bu yönüyle Reybiyyûn (şüpheciler) ve Sofestaiye (safsatacılar)
bile bir inanışın esiridirler: Şüpheye inanmak. Bu inançta
sâbit bir “ben” yoktur. Çelişme yığını olan bir akıcı fikir, bir (ben)
hayali vardır. Yani hiç gizlenmek istemeyen bir “benlik” dâvâsı,
bencillik, hodgâmlık (kendini beğenmişlik) vardır.
Fakat onlar, bu hastalık ile ve bu hastalığın artmasıyla kalmayacak,
onlar için ahirette ve hatta dünyada pek elem verici, gayet
acı bir azap da vardır. Bu azap, özellikle yalan söylemeleri veya
doğruyu yalan saymaları sebebiyledir. Bunlar, devamlı yalan söylerler,
imanları yokken “imanımız var” dedikleri gibi, eğriyi doğru,
doğruyu eğri gösterirler. Azaplarına sebep de özellikle budur.
Çünkü yalan, önce dünyada büyük bir vicdan azabına sebeptir.
Yalancılar, su üstünde bir yonga gibi çalkalanır ve her an bir iğneli
beşikte yatıyor gibi yaşar. Gerçi dünyada bu da bir alışkanlık olur
ve o azap git gide bir çeşit tatlılığa döner, onu -âdeta- kaşındırır.
Bununla beraber bu kaşınmanın tadı bir uyuz hastalığının kaşıntıları
gibi kanatan, boğucu elemlerle karışık bir taddır. Fakat bunun
ve bu yalan alışkanlığının âhiretteki azâbı büsbütün dehşet vericidir.
Çünkü yalan söyleye söyleye kalp, devamlı yalancı intibâlarla
kaplanır. Ruh artık bununla gelişir. Ruhî hayat bir evham (kuruntular)
âlemi, bir batıllık sahası olur kalır. Hak nuru oraya, ara sıra
yanar döner bir yıldız böceği halinde görünen bir fener gibi gelir.
Artık o kalp ve onun gözleri, kulakları fayda ve zararı, hayır ve
şerri seçemez olur. Kâr der, zarara koşar; iyilik der, şerre koşar;
bahçeyi ateş görür kaçar, ateşi cennet sanır atılır. Derken Hakk’ın
rahmeti ile arasına kalın bir sur çekilir ve fakat bu surun ara sıra
açılır bir kapısı bulunur, o açılırsa Hak nuru rahmet ve saadet oradan
ara sıra imrenmek için görünür ve kapanır.
“Mü’minlerle onların (münâfıkların) arasına bir duvar çekilir ki, onun
bir kapısı vardır; içerisi rahmet, dış tarafı ise azaptır.”91 âyeti gereğince
nihayet bir kapanır, bir daha açılmaz olur. Onlar bâtılın karanlığı
içinde sonsuzluğa kadar hasretle yanarlar, sönmek bilmez kara
bir ateş ile yanarlar. Bu âyette “Allah onların hastalığını artırmıştır.”
buyrulduğu gibi, diğer bir âyette de “Kalplerinde (şüphe ve nifak)
91 57/Hadid, 13
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
hastalığı bulunanların ise, (indirilen sûre), inkârları yüzünden murdarlıklarına
murdarlık katar ve onlar kâfir olarak ölüp giderler.”92 buyrulmuştur
ki, hastalık ile pisliğin ilişkileri de açıktır ve bütün bunlar İlâhî kanunlardır.
İman eden kazanır, etmeyen de yanar, yakılır. 93
İnsanda maddî kalp bir tane olmasına rağmen mânevî kalp
türlü türlüdür. Bunlardan biri de “hasta kalp” ya da “içinde hastalık
olan kalp”tir. Nefis tarafından
işgal edilmiş kalp bu adı alır.
İnsanın iç âleminde akıl ile nefis, kalp ülkesinde savaşmaktadır.
Kalbin siyasî erki nefsin eline geçince, kalpteki bütün
güçlerin
hastalanması mukadder olur. Nefisten, iki yüzlülük, aldatma ve
yalan gibi hastalıklı davranış virüsleri kalbe sızınca, gönül hastalanır.
Hasta kalp hangi davranış bozukluklarına sebep olur?
1. Hastalık derecesinde insana korku getirir: “Kalplerinde hastalık
bulunanların; ‘başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz’
diyerek
onların arasına koşuştuklarını görürsün.” 94
Hasta gönle sahip olanlar korkaklık psikolojisine bürünürler;
yapmamaları
gereken davranışları sergilerler. İnkârcıların düşmanlıklarından
korktukları
için, onlarla dost olmanın çarelerini
ararlar. Kendilerine, toplumlarına ve düşmanlarına karşı ikiyüzlü
bir tavır içinde olurlar.
2. Değerlendirmelerinde hata yaparlar: “O zaman münâfıklarla,
kalplerinde hastalık bulunanlar: ‘Bunları, dinleri aldatmış’ diyorlardı.
Hâlbuki kim Allah’a dayanırsa, bilsin ki Allah mutlak gâliptir, hikmet
sahibidir.”95 Müslümanlara bakıp, dinlerinin onları aldattığını söyleyecek
kadar yanlış değerlendirme yapmak, münâfıklık alâmetidir.
3. Haktan uzaktırlar: “Kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar
için, şeytanın attığı şeyi bir deneme yapsın. Zâlimler, haktan uzak
bir ayrılık içindedirler.”96 Kalbi hasta olanlar, Rahmanî olan mesajla,
şeytanın iğvâsını (vesvesesini) ayıramaz ve bunun neticesinde haktan
uzakta kalırlar. Hastalık, insanla hakikat
arasında bir mesafe
oluşturur. Hasta kalpli insanlar, haktan o kadar uzağa düşerler ki,
ona uzanma imkânları kalmaz.
92 9/Tevbe, 125
93 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Zaman Y., Bakara, 10. âyetin
tefsiri.
94 5/Mâide, 52
95 8/Enfâl, 49
96 22/Hacc, 53
NİFAK - MÜNÂFIK
- 35 -
4. Cinsel sapıklıkları vardır. Aklın nefis üzerindeki kontrolü ortadan
kalkınca, cinsel arzular öne çıkmaktadır.
Öne çıkan cinsel
arzular, insan davranışlarını etki altına alır ve erkek kadını
sadece
bir seks âleti olarak görmeye başlar. Bu tip istismarın sınırı yoktur.
Yüce
Allah, bu sınırsızlığı anlatarak dikkat edilmesinin önemine
işaret etmektedir: “Ey Peygamber hanımları! Eğer korunmak istiyorsanız
çekici bir edâ ile konuşmayın;
sonra kalbinde hastalık bulunan kimse,
size karşı niyetini bozar. Doğru/güzel söz söyleyin.”97 Yüce Allah bu
âyette, kalp hastalığının tanımını yapmakta, insan davranışlarına
olan etkisini belirtmekte ve kalbi hasta olan insandan korunmanın
zorunluluğuna dikkat çekmektedir.
Yüce Allah hasta olan kalbin hastalığını depreştirecek hareketi
tasvip etmemektedir.
Âyeti başka bir açıdan ele alınca şu gerçeği
de yakalamamız mümkündür: Kalp hastalığına dönüşen cinsel içgüdünün
tedavisi çok zordur; bu hastalığın etkisinde kalanların
ondan sakınması en doğru yoldur. Kalp hastalığı denecek kadar
yozlaşmış bir cinsel içgüdü sınır tanımaz.
5. Yapılan bir işten netice çıkartamazlar. Kalbinde hastalık
olanların anlayış ve değerlendirme kapasiteleri kıttır. Bu hastalık,
aklın meselelere sonuç çıkartacak bir şekilde yaklaşmasını önler.
Meselelerin sadece zâhirini görür, iç yüzünden haberi olmaz ve
onlar dünyadaki olayların sadece zâhiri ile ilgilenirler; bilgileri yüzeyseldir:
“Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise,
onlar tamamen gafildirler.” 98
Meselenin iç yüzüne inmek, özünü anlamak ve ondan neyin
kastedildiğini bilmek, hastalıklardan uzak bir kalp ister: “Kalplerinde
hastalık olanlarla kâfirler, ‘Allah bu misalle ne demek istemiştir’ desinler.”
99
Kalplerinde hastalık olanların anlayış kanalları gerçekten başka
yönlere çevrilmiş olduğundan, anlamaları imkânsızdır. Hasta
olan kalp, ıstırap içinde
olduğundan sağlıklı düşünemez, olumlu
değerlendirme yapamaz ve kendisine
sunulan bilgilerin neden ve
niçinini anlayamaz. Kalbi hasta olan insana bir şey öğretemez, onu
herhangi bir konu üzerinde
yoğun bir şekilde düşündüremezsiniz;
zira o, hasta kalbinin meseleleri ile meşguldür. Kalbi hasta olan
kişi, meselelerin özünü anlayamadığı gibi, küfrü
de artar. Bunu
şöyle açıklayabiliriz: İnkâr eden kalp, hastalanır; hastalanan kalp
küfrünü daha da artırır. Böylece, inkâr ile kalp hastalığı arasında
97 33/Ahzâb, 32
98 30/Rûm, 7
99 74/Müddessir, 31
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
derinden
bir ilişki olduğu esası kendini göstermiş olur: “Kalplerinde
hastalık olanlara gelince, onların da inkârlarını (ricslerini) kat kat arttırır ve
onlar artık kâfir
olarak ölürler.” 100
Demek ki kalp hastalığı, inkârı, tükenmeyen bir süreç haline
getirmektedir.
Kur’an, kalp hastalığı ve inkâr gibi üç önemli kavram
bir araya gelince, ilginç bir tavır ve davranış biçimi ortaya çıkmaktadır.
Hasta kalp Kur’an’la karşılaşınca, öylesine aşırı bir tepki
göstermektedir ki, inkârını kat kat artırarak,
Kur’an’a karşı kendi
etrafında bir çeşit duvar örmektedir. İşte o zaman, insan aklının
Kur’an’a uzanan anlayış kanalları tıkanmakta; aşılması zor perdeler
oluşmaktadır.
Yukarıda meali verilen Tevbe sûresi 125. âyetteki “rics” kelimesi,
devenin kükremesi, bulutların şiddetli gürlemesi, çirkin iş, pislik,
binanın sarsılması, murdar mânâlarına gelir. Fahruddîn Râzî rics
kavramına bâtıl inançlar yahut kötü huylar mânâsını vermektedir.
Birinci mânâya göre, söz konusu kişiler, Kur’an’a karşı inkârlarına
inkâr eklemişlerdir. İkinci mânâya göre ise, haset ve düşmanlıklarını
ileri götürmüşlerdir. 101
Rics kavramının lügat mânâsı ile Râzî’nin verdiği anlamları
birleştirdiğimizde
ilginç bir psikolojik analiz ortaya çıkacak, davranış
psikolojisinin önemli bir boyutu tesbit edilmiş olacaktır. Hasta
kalp cerahatlenmiş bir çıban gibi depreşmektedir. Depreşen bu
yaraya dışarıdan dokunulduğunda sancısı iyice artar ve kişi, çıbanlı
organına dokunan şeyden âni bir refleksle uzaklaşır.
Hasta gönle,
Kur’an tedavi etmek üzere dokununca, dokunanın doktor olup
olmadığına bakmaksızın kükrercesine bir tepki gösterir. İşte bu
tepkinin adı rics’dir. Bu tepki zamanla -Râzî’nin dediği gibi- huy
halinden mizaç halini
alır. Bu öylesine bir depremdir ki, şahsiyet
binasını temelinden sarsar. İnsanı murdarlaştıran bu tepkinin şiddetini
Yüce Allah şöyle anlatmaktadır: “Böyle iken onlara ne oluyor
ki, âdeta
arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi Kur’an’dan (öğütten)
yüz çeviriyorlar?” 102
Yüce Allah’ın “Onlara ne oluyor ki?” sorusunun cevabı, kalplerindeki
hastalığın
verdiği rahatsızlıktır. Kalp hastalığı, insanı
“gerçek”ten uzaklaştırır. Hz. Nuh’un dâvet olayında da aynı gerçek
yaşanmıştır: “Nuh, ‘Rabbim!’ dedi, ‘Doğrusu ben kavmimi
gece gündüz
davet ettim. Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını
arttırdı.” 103
100 9/Tevbe, 125
101 Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), c. 12, s. 236
102 74/Müddessir, 49-51
103 71/Nûh, 5-6
NİFAK - MÜNÂFIK
- 37 -
Âyetteki “kaçmalarını arttırdı” ifadesi, gönül hastalığına tedavi
için dokunan
dâvetin, büyük bir tepkiyle karşılaşmasını anlatmaktadır.
Bir dâvetin, öğretilen
bir bilginin her zaman olumlu tepkiyle
karşılanması mümkün değildir. Fakat tepkinin, insanın psikolojisine
göre oluşan kısmıyla, olumlu veya olumsuz olması aynı derecede
muhtemeldir. Bu ihtimali olumsuz yöne kaydıran
şey, kalp
hastalığıdır. Âyette şöyle buyrulmaktadır: “Kendilerine
bir uyarıcı
gelirse, herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklarına dair
bütün güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi. Fakat onlara
uyarıcı gelince, bu,
onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şeyi artırmadı.” 104
“Haktan uzaklaşmayı artırmak” beklenenin ve verilen sözün aksine
hareket etmektir. İnsan hakikate, uyarıcıya, Kur’an’a sırtını
dönünce, Bakara, 10. âyetinin
ikinci bölümü olan “Allah da onların
hastalığını artırmıştır” eylemi gerçekleşmektedir.
Allah durup dururken,
kulunun mânevî hastalığını arttırır mı? O zaman kuluna
zulmetmiş olmaz mı? İşte yukarıda verilen âyetlerin bütünü ele
alınınca şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Kul hakikat karşısında gösterdiği
tepkilerini
kat kat artırınca, Allah da bunu onaylamaktadır.
Allah’ı ve iman edenleri aldatmayı amaçlarken, şuursuzca
kendilerini aldatan
bu insanların kalplerindeki mânevî hastalığı
Yüce Allah daha da arttırmaktadır.
Kalbi hasta olduğu halde
doktordan kaçan insanın hastalığı nasıl artarsa, Allah’tan uzak
kalan insanın da manevî hastalığı da öyle artar.
Kalp hastalığının Allah tarafından artırılışının ardından, bu
insanlar yalan konuşmaları nedeniyle elem veren azâba uğrayacaklardır:
“Yalan söylemeleri nedeniyle, onlar için elîm bir azap vardır.”105
Elîm azâbın kula gelmesi, kendi yaptığı amelin neticesidir. Âyetin
bu kısmında,
yalan söylemenin karşılığının elîm azap olduğu söylenmektedir.
Kul kendi azâbını, kendi elleriyle hazırlamakta, kendi
amelleriyle tutuşturmaktadır: “Gerçekten ‘Allah fakir, biz ise zenginiz’
diyenlerin sözünü, yemin olsun Allah işitmiştir. Onların dediklerini,
haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile birlikte yazacağız
ve diyeceğiz
ki: ‘Tadın o yakıcı azabı.’ Bu, dünyadayken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun
karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.”106 Bu ve benzeri
âyetler, kulun azâbını, kendi elleriyle hazırladığını göstermektedir.
107
104 35/Fâtır, 42
105 2/Bakara, 10
106 3/Âl-i İmrân, 181-182
107 Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c. 1, s. 211-
216
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
Kalbin Bozulma Safhaları
Kur’ân’da geçen üç kelime vardır ki, bunlar hemen hemen günahın
kalpteki oluşumuna hasrolunmuştur: Zeyğ, rayn ve kasvet.
Kalbin mâruz kaldığı zeyğ ve rayn, kasvet’e kadar, inkâra uzanan
yolda iki alt safhayı teşkil etmekte; kasvet ise, kalbin bütün hayır
ve gerçekler için kapalı, her türlü kötülük ve günah için ise açık
ve hazır olduğu durumu resmetmektedir.108 Şimdi bu kavramları
sırasıyla ele alıp kısaca değerlendirmeğe çalışacağız.
a- Zeyğ: İstikametten sapmak, meyletmek anlamına gelen
bu kelime109 Kur’ân’da sekiz yerde geçmektedir. Üç yerde bakışlar
(ebsâr) için110 bir yerde de İlâhî emirden sapma anlamında111
kullanılmıştır.
Diğer dört yerde ise tamamen kalbin haktan, doğru
olandan aksi istikamete meyletmesi mânâsına kullanılmıştır. 112
Dinin emir ve kayıtlarından kalbin sapmasını ifade eden zeyğden,
tevbe yoluyla kurtulup, yeniden aslî çizgiye dönmek mümkündür.
Nitekim Tevbe sûresinin bir âyetinde, başlangıçta kritik
bir anda Tebük seferine çıkmaya pek arzulu olmadıkları halde, nefislerinde
gerçekleştirdikleri bir mücâhedeyle zaaflarını aşan bazı
müslümanlar için şu ifadelere yer verilir: “Allah, Peygamberini savaşa
katılmayanlara izin verdiğinden ötürü afetti(ği gibi), o güçlük saatinde
ona uyan muhâcirleri ve ensârı da affetti. O zaman içlerinden bir kısmının
kalpleri zeyğe (kaymağa) yüz tutmuşken, yine de onların tevbesini kabul
buyurdu.” 113
Haktan sapma basit bir muhâlefetle başlar; günah adına atılan
bir adımla genişler. Söz gelimi, bir kere yalan söyleme, inkâra doğru
atılmış bir adım ve aynı zamanda imandan da o miktar soğuma
demektir. Keza, bir kere zinâya yaklaşma, küfre doğru bir adım
ve imana da o ölçüde yabancılaşma demektir. Kur’ân-ı Kerim’in
tam bu noktada -Cenâb-ı Hakk’ın vermiş olduğu hidâyetten sonraiman
eden insanların kalplerinin zeyğe düşmemesi
için şu duâyı
öğütlemesi gayet dikkat çekicidir: “Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten
sonra kalplerimizi eğriltme (lâ tuziğ -zeyğ etme-).” 114
Bu sapmaların kalpte etkilerinin yaratılması ise, Allah’ın bir
kanunudur.115 Bu bağlamda bir âyet-i kerimede
şöyle buyrulur:
108 Bk. Sadık Kılıç, Kur'ân'da Günah Kavramı, Hibaş Y., Konya, 1984, s. 168
109 el-İsfehanî, el-Müfredat, s. 318
110 Bk. 33/Ahzâb, 10; 38/Sâd, 63; 53/Necm, 17
111 Bk. 34/Sebe', 12
112 Bk. 3/Âl-i İmrân, 7, 8; 9/Tevbe, 117; 61/Saff, 5
113 9/Tevbe, 117
114 3/Âl-i İmrân, 8
115 Esasında, Kur'ân'ın, insanlığa verdiği en büyük ders olan tevhid ilkesi de
NİFAK - MÜNÂFIK
- 39 -
“...Onlar (haktan) sapınca (felemmâ zâğû) Allah da onların kalplerini
(hidâyetten) uzaklaştırdı/saptırdı...” 116
Pek çok âyette vurgulandığı üzere, kalpte meydana gelen
müsbet veya menfi her türlü oluşum Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşir.
Nitekim bu âyette, izâğe (saptırma/eğriltme işi) açık bir
şekilde Allah’a isnad edilir. Ancak bu âyetin baş tarafında ‘felemmâ
zâğû’ şeklinde yer alan cümle ile buna sebep olanların, insanların
bizzat kendilerinin olduğu hatırlatılır ve böylece bunun,
‘cezanın cürme terettübü’ (cezanın amel cinsinden olduğu) nevinden
bir durum olduğu vurgulanır.
Netice olarak diyebiliriz ki zeyğ, başlangıçta Yaratıcı tarafından
istikamete programlanmış kalbin, iman ve sâlih amelle
işlettirilmeyip hevânın etki alanına terk edilmesiyle, duyarlılığını
kısmen veya tamamen kaybettiği halin ifadesidir. Başka bir ifadeyle,
zeyğ, boşluk kabul etmeyen kalbin, istikametten ayrılması
neticesinde, yerini kaçınılmaz olarak bir eğriliğe/bozukluğa bıraktığı
durumun adıdır. Gerçeğin iz’an ve kabulüne güçlük teşkil
eden bu durumu, Kur’ân’da günahların kalpte meydana getirdiği
ifsâdın bir ilk parametresi olarak değerlendirebiliriz. 117
b- Rayn: Lügatte, pas, is ve kir118 gibi anlamlara gelen rayn,
Kur’ân’da, günahların kalbi istilâ etmesi anlamında kullanılır. Bu
kelimenin geçtiği bir âyette şöyle denir: “Doğrusu, (işleyip) kazandıkları,
kalplerinde rayn/pas olmuştur/tutmuştur.” 119
Üst üste işlenen ve nihâyetinde kalbin körelmesine yol açan
bir maraz olarak da tarif edilen120 rayn, Hz. Peygamber’in (s.a.s.)
beyânında ise, şu ifadelerle ele alınır: “Kul bir günah işlediğinde kalbinde
siyah bir nokta belirir. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar
ederse (ondan sıyrılırsa) kalbi yine parlar/saydamlaşır. Yok, (tevbe ve istiğfar
etmeyip) günaha devam ederse bu leke çoğalır. Nihayet arta arta öyle
bir raddeye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi istilâ eder; işte Allah’ın
Kur’ân’da zikrettiği rayn budur.” 121
bunu gerektirir. Allah, gerek mülkünde, gerekse icraatında tektir, yani
kalpte hidâyetin oluşması O'nun irâde ve kudretine bağlı olduğu gibi;
zeyğ de, yalnızca O'nun izni ve yaratmasıyla meydana gelir. Onsuz ve
O'na rağmen ne enfüste ne de âfakda bir şeyin varlık sahasına çıkma
imkânı vardır.
116 61/Saff, 5
117 Yener Öztürk, a.g.e., s 112-113
118 el-İsfehani, el-Müfredat, s. 303
119 83/Mutaffifin, 14
120 eş-Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, V, 450; Yine Bk. İbn Teymiyye, el-İman, s. 29
121 Tirmizî, Tefsiru sûre (83), 1; İbn Mâce, Zühd 29; Ahmed bin Hanbel, Müsned,
II, 97
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
Amellerin, kalbi nasıl etkilediğini çarpıcı bir biçimde ortaya
koyan söz konusu bu ayet ve hadisler göstermektedir ki, günahlar
devam ettikçe kalpleri bir kılıf gibi kaplamakta ve kalpte silinmesi
güçleşen ikinci bir tabiata sebep olmaktadır. Bununla birlikte
‘rayn, tab’ kadar bir olumsuzluk ifade etmez.’ 122
Söz konusu bu kalpler, işledikleri günahlar içinde öylesine
örtülmüş kalmıştır ki, fıtratlarında hakka müteveccih olan kabiliyetleri
kapanır hale gelmiştir. Zira işlenen her bir günah, emsali
günahlara birer çağrı ve davetiye mesabesinde olması hasebiyle
fasit bir dairenin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Hemen belirtmiş
olalım ki, burada da ‘müsebbebi (sebebe bağlı olarak meydana
gelen böyle bir neticeyi) Allah yaratmıştır. Ancak müsebbebin yaratılmasına
sebeb olan yine insanın kendisidir.’
123
Bu bağlamda, rayn ile yakın bir anlamda Kur’ân’da zikredilen
diğer bir ifade de rics kelimesidir. Lügat anlamı itibariyle, ‘ters,
pislik’ manasına gelen rics, kendisi pis ve kirli olan şeyler için kullanıldığı
gibi, kalbi bir ters tabakası gibi örten pislikleri ifade için
de kullanılır. 124
İnsanın gerçek benliği kalpte olduğundan kalbini ricsin kapladığı
insanlar da, bütünüyle rics olma noktasına gelmişlerdir;
bu bakımdan ehl-i nifak ve küfrün amelleri de rics sayılmıştır.
Kur’ân’da, kalplerinde maraz bulunanların rics üstüne ricse maruz
kalacakları ve bunun küfr içinde bir ölümü netice vereceği
bildirilmiştir: “Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden biri çıkar, ‘bu sure
hanginizin imanını artırdı?’ der. Fakat mü’minlere gelince, her inen sure,
onların imanını arttırmıştır, ve onlar birbiriyle müjdeleşip durmaktadırlar.
Kalplerinde hastalık olanlara gelince; (bu sureler) onların ricslerine rics
katmıştır. Ve onlar kâfir olarak ölüp gitmişlerdir.” 125
Günahlarla kararmış bir kalpte, -tâbir yerindeyse- güneşin ışınlarından
daha parlak ve daha müessir vahyin manevî şuaları kolayca
yer bulamaz; göz bakar, kulak dinler ama, ne baktığından
ne de dinlediğinden bir şey anlar.
Kısaca ifade edecek olursak, gerek düşünce gerekse amel bazında
üst üste işlenen günahlar kalbin, ‘hakkı anlama ve kabul
etme kabiliyetinin’ sönmeye yüz tutmasını netice verir ki, bu durum,
Kur’ân dilinde ‘rayn/pas’ esprisi içinde somut bir ifadeyle anlatılmıştır.
126
122 Bk. İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alil, s. 164
123 İbn Kayyim el-Cevziyye, aynı yer
124 el-İsfehani, el-Müfredat, s. 274
125 9/Tevbe, 124-125
126 Yener Öztürk, Kur’an’da Kalp Ve Mühürlenmesi, Işık Y., s. 114-115
NİFAK - MÜNÂFIK
- 41 -
c- Kasvet: Lügatte, katılık, sertlik ve kuruluk anlamlarına gelen
kasvet,127 kalp ile birlikte kullanıldığında kalbin kararması ve
katılaşmasını ifade eder.128 ‘Böyle bir kalp, bütün fıtrî ünitelerini
kaybetmiş demektir.’ 129
Kur’ân’da inkâra saplanmışların/şartlanmışların kalpleri bu katılığa
benzetilmiştir.130 öyle ki, kalpleri taştan daha da katı hale
gelen131 bu insanlar için, dağlar yerinden oynasa, yer yarılsa 132
gökten onlara melekler inse yahut ölüler kendileriyle konuşsa 133
yine de onların kalbine hiç bir hayır işlemez.134 Bütün bu ifadeler
ilahî sadânın çağrısına inatla direnen kâfir/inkârcı yüreklerin halini
anlatmak için kullanılır. 135
Âyet-i kerimelerde, inkârcıların, inanma kabiliyetlerini yitirmiş
kalplerinin kasveti, taşın katılığına/sertliğine benzetilmiştir.
Kur’ân’daki bu teşbihleri değerlendiren Ebû Mansur el-Maturidî,
‘kalbin, katılık hususunda başka bir şeye/madene değil de taşa
benzetilmesinin hikmetiyle’ alakalı olarak şu ifadeyi kullanmıştır:
“Ateş, demir ve madenleri eritebildiği halde, taşı eritememektedir.”
136
Kur’an, bitmez zannedilen hayat içinde, nefsin uzayıp giden
tutkularını ve Allah’a verilmiş olan ahdin/sözün dikkate alınmayıp
bile bile çiğnenmesini, kalp kasvetini besleyen sebepler arasında
zikreder: “Mü’minlerin Allah’ı anma ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle
kalplerinin ürpermesi/yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Sakın onlar
ehl-i kitab gibi olmasınlar. (Zira) onların kalpleri, uzayıp giden zaman
içinde (kapıldıkları nefsanî arzuların ağında) katılaşmış ve çoğu fâsık (fısk-ı
fücur sahibi) olmuşlardı. Ahitlerini/sözlerini bozduklarından ötürü, onları
rahmetimizden
mahrum bıraktık, kalplerini de kaskatı hale getirdik.” 137
Geçmişte yaşamış insanların şahsında, Kur’ân’ın, kalp kasvetini
sık sık gündeme getirmesi, hal-i hazırdakileri ve gelecektekileri
bu tehlikeli akıbetten sakındırmak içindir.
127 İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, XV, 181
128 İbn Manzur, a.g.e., XV, 181
129 el-Merağî, Tefsiru'l-Meraği, I, 51
130 el-İsfehani, el-Müfredat, s. 609
131 2/Bakara, 74
132 13/Ra'd, 30
133 6/En'âm, 111
134 Fahruddin er-Razî, Mefahitu’l-Ğayb, III, 129
135 Toshihiko Izutsu, Kur'ân'da Dini ve Ahlakî Kavramlar, Pınar Y., s. 175
136 el-Maturidî, Ebu Mansûr, Tevilatu Ehli's-Sunne, (thk. İbrahim Avadîn ve
es-Seyyid Avadîn), Kahire, 1971, s. 197
137 5/Mâide, 13
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
Kasvetin beşer tarihinde en tipik temsilcileri olarak karşımıza,
İsrailoğulları çıkmaktadır. Tevhidden sonra şirke kayan bu tiplerin
halini, Kur’ân, bir başka ayetinde şöyle aktarır: “Bunun arkasından
yine kalpleriniz katılaştı. Şimdi o taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşın
öylesi vardır ki, yarılıp ondan su fışkırır, öylesi vardır ki, ondan ırmaklar
akar, öylesi de vardır ki, Allah korkusundan aşağıya düşer.” 138
Bu âyet, yahûdilerin kalplerinin, hakkı kabul etmeme ve yapılan
öğütlerden etkilenmeme hususundaki sertlik ve katılıklarının,
taşları bile imrendirecek bir dereceye vardığını anlatmaktadır.139
Aynı insanların daha sonra, Hz. Peygamberi birçok sıfatı ile tanımış
olmalarına rağmen iman etmemeleri de, ancak böyle bir katılıkla
izah edebilir... 140
Kalp kasveti, ilahî hidayet ve rahmetten nasibini almamış her
bir insan için söz konusu olabilecek bir durumdur, bunun özel bir
dönemi ve coğrafyası yoktur.
Dün, arena ve hipodromlarda ellerindeki esirleri aç arslanlara
parçalatanların sahip oldukları kalplerle, bugün, eskisini aratmayan
usullerle çaresizlere eziyet edenlerin kalpleri aynı kasveti taşımaktadır.
Kasvetin, bütün günah ve kötülüklerin kaynağı olması ve bu
durumun kulu Rabbinden uzaklaştırması141 sebebiyledir ki, Kur’an,
kasvetli kalpleri ayıplayıcı bir üslûpla kınamıştır: “Allah’ın zikrine
(mesajına ) karşı kalbi kasvet kesilmişlere yazıklar olsun.” 142
Kısaca ifade etmek gerekirse, Kur’an’da ‘kasvet’ ifadesiyle dile
138 2/Bakara, 74. Katı kalpler için 'taş gibi, demir gibi' benzetmesi, sıkça karşılaşılan
bir husus olmakla beraber, Kur'ân'ın 'o kalpler taşlar gibi daha
da kasvetli' dedikten sonra, bu durumu açıklayıcı mahiyette ifadeler serdetmesi
gayet dikkat çekicidir:a- Taşların öylesi var ki, içinden nehirler
kaynıyor: Pek çok nehrin, kayalıklardan müteşekkil dağlardan kaynadığı
bugün ilmen de bilinen bir gerçektir.b- Öylesi var ki, çatlıyor da bağrından
sular fışkırıyor: Meselâ, Hz. Mûsâ bir taşa vurunca, on iki musluklu
bir çeşme olur ve on iki İsrailoğlu boyu, her biri ayrı bölümden suyunu
alır. (Bk. 2/Bakara, 60)c- Taşların öylesi de var ki, Allah korkusundan yerlere
yuvarlanıyor: Meselâ, Hz. Mûsâ Cenâb-ı Hakk'ı görme talebinde bulununca,
Allah dağa tecelli eder, dağ paramparça olur (Bk. 7/A'râf, 143).
İşte taşlar o sertliğiyle beraber, böyle tecellilere mazhar olmuşlardır. Bu
insanların kalbi ise öyle kasvet bağlamış ki, o kalplerden ne marifet nehri
akıyor, ne kalp gözlerinden yaşlar dökülüyor, ne de İlâhî tecelliler karşısında
bir yumuşama gözüküyor. (Bk. Şadi Eren, Kur'ân'da Teşbih ve Temsiller,
Işık Y., İstanbul, 2001, s. 159)
139 Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, 1, 101.
140 Hayati Aydın, Kur'ân'da insan Psikolojisi, Timaş Y., İst, 1999, s. 193
141 Kemâlüddin İbn Hümam, Kitabu'l-Müsâyere, Çağrı Y., İstanbul, 1979, s. l94
142 39/Zümer, 22
NİFAK - MÜNÂFIK
- 43 -
getirilen bu kerte/aşama, “Allah onların kalplerini mühürlemiştir”143
âyetindeki haberin tahakkuk ettiği bir durumdur. Artık ne imana
yol kalmıştır ne de küfürden kurtuluş çaresi. Böyle bir neticeye kul
yönelmiş, Allah da yaratmıştır. 144
Kalp Hastalığı
Kur’an, kalbin görevini lâyıkıyla yapmasını engelleyen hastalıktan
bahsetmektedir. Kalp nefsî ve ruhî hastalıklarla kirlenir.
Kalbi kuşatan bu kirler onun sağlıklı düşünmesini, hakkı ve doğruyu
bulmasını engeller. Günah kirleri kalpte arttıkça daha şiddetli
hastalıklara yakalanır; bunların en tehlikeli olanları nifak ve küfür
hastalıklarıdır. İnsan kalbindeki hastalıkların tedavi edilmemesi;
başka bir ifâdeyle insanın yaptığı hatalardan pişman olmaması
ve günah işlemeye devam etmesi kalbini daha da karartır, kalp
kararması arttıkça kalbin katılaşması da daha fazla artar ve kalp
gittikçe taşlaşır, hatta taştan da daha fazla katılaşır. Artık bu derekeye
düşen kalp Allah’ın zikri karşısında duyarsız
hale gelir, olay
ve hâdiselerden ders ve ibret almaz, öğütler kendisine fayda sağlamaz.
Geçici dünya zevkleri peşinde
koşar, günah bataklığının
dibine çöker, hayatı oyun ve eğlenceden ibaret hale gelir. Bu tür
kalbe sahip olan insanlar,
sadece baş gözüyle görür ve sadece baş
kulağıyla işitirler ve aynı zamanda hakikatin sadece bunlardan
ibaret olduğunu sanarak dalâlet bataklığında bir ömür tüketirler.
Artık bu insanların rehberi akıl değil, hevâ ve nefsî arzulardır.
Kalp kirliliği derece derecedir. Kimi kalp kirliliği hafiftir.
İnsanın
günlük hayatında yaptığı rutin ibâdetlerle temizlenir.
Bunlar
kalbin yapmaya meylettiği ve insan hatırına gelen kötü düşünceler
gibi hafif kirlerdir.” 145
Yüce Allah, sahâbenin Hz. Peygamber’e karşı olan ilişkilerini
belirlerken, izinsiz evine girmemelerini ve hanımlarından
bir şey
isteyecekleri zaman bir perde arkasından sormalarını,
bunun her
iki tarafın kalbi için de daha temiz olduğunu
bildirmektedir: “Ey
iman edenler, (rasgele) Peygamber’in evlerine girmeyin.
Ancak yemek
için size izin verilir de girerseniz (erkenden gelip) yemeğin pişmesini beklemeyin,
çağrıldığınız zaman
girin; yemeği yiyince dağılın, (birbirinizle
veya ev halkı ile) söze dalmayın. Çünkü bu (hareketiniz) Peygamber’i incitiyor,
fakat o, (size bunu söylemekten) utanıyordu. Ama Allah, hakkı söylemekten
utanmaz. Onlardan (yani Peygamber’in hanımlarından) bir şey
istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem
143 2/Bakara, 7
144 Yener Öztürk, a.g.e., s. 116-118
145 Bk. et-Taberi, Câmiu’l-Beyân, XII, 131-132
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
de onların kalpleri için daha temizdir.”146 Bu âyette Hz. Peygamber’in
hanımlarından perde arkasından olmaksızın bir şeylerin istenmesinin
kalp kirliliğini gerektirecek bir davranış olduğu ve bundan
kaçınmanın
gerekliliği vurgulanmaktadır. Bu âyetten hareketle
mahrem olmayan erkeklerle kadınların birbirlerine karşı mesafeli
durmalarının gereği anlaşılmaktadır. Doğal olarak erkeklerle kadınların
birbirlerine karşı bir meyli vardır.
İslâm bu fıtrî meyli dikkate alarak bu meyil ve ilişkinin karşılıklı
rızâya dayanan meşrû evlilikler yoluyla yerine getirilmesini istemiştir.
İslâm’da insanın harama muhtaç olmayacak kadar geniş bir
helâl sahası vardır. Kur’an’da Hz. Peygamber’in hanımlarına da
hitap edilerek,
yabancılarla konuştuklarında yumuşak bir edâ ile
konuşmamaları
gerektiği, çünkü yumuşak bir edâ ile konuşmaları
halinde, bunun, kalbinde hastalık bulunanların kötü şeyler ümit
etmelerine yol açabileceği belirtilmektedir: “Ey peygamber kadınları!
Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’ın buyruğuna
karşı gelmekten) korkuyorsanız, sözü yumuşak (tatlı bir edâ ile) söylemeyin
ki, kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin; uygun ve ciddi
(kuşkudan uzak bir biçimde) söz söyleyin!’ 147
Âyetten anlaşıldığı üzere bir kadının bir yabancı erkekle
konuşmasında
herhangi bir sakınca bulunmamaktadır.
148 Ancak böyle
bir durumda kadının ses tonu ve konuşma tarzı, karşıdaki erkeğin
ilgisini çekmeyecek bir ciddiyette olmalıdır. Kadının ses tonunda
bir yumuşaklık, konuşmasında
kadınsı bir sıcaklık ve karşıdaki erkeğin
duygularını tahrik edecek, hasta kalpleri ümitlendirecek ve
nefsî arzuları heyecanlandıracak bir tatlılıkta olmamalıdır.
Kalp kirliliğinin en kötüsü nifak ve küfür kirliliğidir; çünkü bu,
insanın cehennem azâbına çarptırılmasını gerektirir
ve bu kişilerin
affedilmesi de söz konusu olmaz: “Ey Rasûl, ağızlarıyla ‘inandık’
dedikleri halde kalpleri inanmamış olanlar arasında küfürde yarış edenler
seni üzmesin.
Yahûdiler arasında da yalana kulak veren, sana gelmemiş
olan bir kavme kulak verenler vardır Onlar kelimeleri yerlerinden kaydırırlar:
‘Eğer size bu verilirse alın, bu verilmezse sakının!’ derler. Allah birini
şaşırtmak isterse, sen onun için Allah’a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar
öyle kimselerdir ki Allah, onların kalplerini temizlemek istememiştir.
Onlar
için dünyada rezillik var ve yine onlar için âhirette de büyük bir azap
vardır.” 149
146 33/Ahzâb, 53
147 33/Ahzâb, 32
148 Bk. M. Zeki Duman, Beş Sûrenin Tefsiri (Fatiha, Ahzâb, Hac, Hucurât,
Mümtahine), Ankara, 1999, s. 97-98
149 5/Mâide, 41
NİFAK - MÜNÂFIK
- 45 -
Âyette anlatılanların kalpleri, en kötü addedilen bir pislikle
kirlenmiştir. İşte bu pislik, küfür pisliğidir. Bunlar kendi irâdeleriyle
küfrü seçip ısrar ettiklerinden, dünyevî imtihan gereği Allah da
kalplerini temizleyip onları bağışlamaz.
Aksine kalp kirliliklerine
kirlilik ekler, çünkü onlar irâdelerini ve tercihlerini kötü yolda kullanmaktadırlar:
“Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını
arttırmıştır. Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azap vardır.” 150
Bu âyet, “nifak”tan, bir kalp hastalığı olarak bahsetmektedir.
Çünkü kalp aynı zamanda dönekliğin, değişkenliğin,
inkârın ve
gerçekleri gizlemenin de yeridir. Nifak hastalığına yakalanan kalp,
hep korku ve endişeler içinde olur. Bu durumda olan kalp, görevini
lâyıkıyla yerine getirmediğinden
cehennem azâbını hak eder.
Çünkü şüphe pençeleri
iman derisine takıldığında onu param parça
eder. Fitne kıvılcımları kalbine ilişen, yakıcı azâba girer. Kuşku
ve desiselerin,
kulaklarını tıkadıkları ise kalbi ile tasdik arasına bir
engel teşkil eder.151 Bu hastalığa yakalananlar, yeryüzünde bozgunculuk
yaparlar, fitne ve fesad çıkarırlar: “Onlara: ‘Yeryüzünde
bozgunculuk yapmayın’ dendiği zaman: ‘Biz sadece düzelticileriz’ derler,
iyi bilin ki, onlar fesatçılardır/bozgunculardır; fakat anlamazlar.” 152
Diğer bir âyette, Kur’an’ın bir sûresi indiğinde kalplerinde
hastalık olanların pisliklerine pislik kattığı ve onların kâfir olarak
ölecekleri bildirilir: “Fakat yüreklerinde hastalık olanlara gelince (bu),
onların
pisliklerine pislik katar. Ve onlar kâfir olarak ölürler.” 153
İsfehânî’nin belirttiğine göre, kalp inançların tarlası konumundadır.
Kalpteki inançlar da tohum gibidir. Yüce Allah’ın
Kelâm’ı ise tarlayı sulayan yağmura benzemektedir. Yağmurun
suladığı tarlanın bitkileri farklı tohumlara göre farklılık arz ettiği
gibi, Kur’an’ın da aynı şekilde kalplerde kök salan inançlar üzerinde
etkisi farklı olur.154 Şu âyet buna işaret eder: “Güzel olan ülkenin
bitkisi, Rabbinizin izniyle çıkar; kötü alandan ise yararsız bitkiden başka
bir şey çıkmaz.” 155
Âyette geçen rics kelimesi, soyut pisliklerin en kötüsüdür.
Kalplerinde hastalık bulunanlar, içlerinde nifak pisliğini taşıyanlar,
pisliklerine pislik katarlar ve bu pislik kâfir olarak
ölmelerine de
150 2/Bakara, 10. Diğer Örnekler için Bk. 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe,
125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50; 33/Ahzâb, 12, 32, 60; 47/Muhammed, 20, 29;
74/Müddessir, 81
151 İbn Kayyım el-Cevzîyye, Medâricu's-Sâlikîn, Dâru'l-Hadis, Kahire, trs., I, 379
152 Bk. 2/Bakara, l1-12
153 9/Tevbe, 125
154 el-İsfahanî, ez-Zeri'a, s. 208
155 7/A'râf, 58
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
neden olmaktadır. Çünkü onlar kendilerini düşünmekten ve aklî
muhâkemeden alıkoyarak akıllarını işlevsiz hale getirmiş ve gerçeği
yalanlamaya, nankörlüğe ve inkâra kalkışmalarıdır: “Allah’ın
izni olmadan hiç kimse inanmaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını
kullanmayanların üzerine kor.” 156
Yüce Allah küfür ve nifâkı rics/pislik olarak nitelendirdiği
gibi,
münâfıkları da pislik olarak nitelendirmektedir. Çünkü onlar pislik
işleye işleye bizzat kendileri de pislik olurlar: “Siz yanlarına geldiğiniz
zaman kendilerinden vazgeçesiniz
diye Allah’a yemin edecekler. Onlardan
vazgeçin, çünkü onlar murdardır. Kazandıkları işlerin cezası olarak
varacakları yer de cehennemdir.” 157
Nifak hastalığına yakalanan kimse, her şeyden kuşku duyar;
Allah’tan şüphe eder, Allah’ın emrinden şüphe eder, Allah’ın peygamberinden
şüphe eder, mü’minlerden ve onların
iyi niyetli fiil
ve hareketlerinden şüphe eder. Onun nazarında
bilginin ve marifetin
kıymeti kalmamıştır. Kendisi şüphe içinde olduğu için herkesi
ve her şeyi de şüpheli görür. Aldatmayı, hile yapmayı, entrika
çevirmeyi üstünlük ve başarı
sayar. Mü’minle mü’min, kâfirle kâfir
görünmekte bir beis görmez. Onun herhangi bir değer yargısı
yoktur; her şey menfaat ve çıkar esasına dayanır. 158
Münâfıkların âhiret inancı olmadığı için ölmekten korkarlar,
bunun için savaşa gitmek istemezler: “Ancak Allah’a ve âhiret gününe
inanmayan, kalpleri kuşkuya düşmüş ve şüpheleri içinde bocalayıp
duranlar, (savaştan geri kalmak için) senden izin isterler.” 159
Münâfıklar, bu durum üzerine ısrar edip öldüklerinde Yüce
Allah’ın rahmetiyle aralarına kalın bir duvar örülür ve artık rahmet
kapısı yüzlerine kapanır ve bir daha açılmaz olur: “O gün münâfık
erkekler ve münâfık kadınlar (cennete gitmekte olan) mü’minlere derler
ki: ‘Bize bakın da sizin nurunuzdan yararlanalım.’ Onlara: ‘Arkanıza dönün
de nur arayın!’ denilir. Derken aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun
içinde rahmet vardır, dış yönünde de azap.” 160
Kalplerinde hastalık olanların özelliklerinden birisi de, gelecekten
kaygı duyma ve endişelenmedir. İslâm’ın zayıflamasından,
müslümanların güçsüz hale gelmesinden ve kâfirlerin
güçlenip
hükümran olmalarından dolayı da endişe duyarlar. Bu durumda
kâfirlerden kendilerine bir zarar gelmemesi
için onlarla diyalog
156 Bk. 10/Yûnus, 100
157 9/Tevbe, 95
158 Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y., c. 2, s. 1208
159 9/Tevbe, 45
160 57/Hadîd, 13
NİFAK - MÜNÂFIK
- 47 -
kurarlar. Bununla sözde, bir darlık zamanında müslümanlara fayda
sağlamayı amaçlayıp ihtiyatî bir tedbir alıyorlarmış gibi görünmek
isterler. Oysa onlar gerçekte Hz. Peygamber’in başarısından
ve İslâm dininin
getirmiş olduğu gerçeklerden kuşku duyarlar.161
İşte Yüce Allah bu korku psikolojisi içinde yaşayan hasta kalplilere
bu endişelerinin yersiz olduğunu, aksine O’nun Peygamber ve
müslümanları fetihler veya başka yollarla üstün kılacağı, onların
da içlerinde gizledikleri bu korku ve endişelere pişman olacaklarını
bildirmektedir: “Kalplerinde hastalık bulunanların: ‘Bize bir felâket
gelmesinden korkuyoruz!’ diyerek onların arasına koşuştuklarını
görürsün.
Belki Allah fetih ya da kendi katından bir iş getirir de onlar, içlerinde
gizlediklerine pişman olurlar.” 162
Hasta kalpliler, iman gücünden mahrum oldukları için korkaktırlar.
Bir avuç mü’minin kendilerinden sayıca ve kuvvet bakımından
çok üstün olan düşmana karşı savaşmalarına
bir anlam
veremeyip onların güçlü imanlarından aldıkları
cesaret ve gücü
anlamakta zorluk çekerler: “Münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar
(sizin için); ‘Bunları dinleri aldatmış’ diyorlardı. Oysa, kim Allah’a
dayanırsa şüphesiz Allah, daima gâlip, hüküm ve hikmet
sahibidir.” 163
Münâfıklar ve kalp hastalığıyla malûl olanlar, Allah ve
Rasûlünün verdikleri vaadlere inanmazlar: “Münâfıklar ve kalplerinde
hastalık bulunan kimseler: ‘Allah ve Rasûlü bize sadece boş vaadlerde
bulundu’ diyordu.” 164
Münâfıklar, zâhiren müslüman fakat içten kâfir oldukları
için
bu ismi almışlardır. Onları bu nifaka sürükleyen ise kalplerindeki
hastalıktır ve toplumda kötü haberler yayıp kargaşa çıkarmaya çalıştıkları
için de mürcif/provokatör diye isimlendirilirler: “Andolsun,
münâfıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar,
şehirde kötü haberler yayanlar
(mürcifler), (bu yaptıklarından) vazgeçmezlerse seni onların üstüne
süreriz (onlarla savaşmanı ve onları şehirden sürüp çıkarmanı sana emrederiz);
sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler.” 165
Kişinin gerçek anlamda iman edip etmediği ancak sıkıntılarla
sınandığı zaman ortaya çıkar. İşte savaş, gerçek mü’minle kalbinde
hastalık olan münâfığı birbirinden ayıran bir mihenk taşıdır.
Savaşla ilgili bir âyet indiğinde hasta kalpliler tıpkı ölmek üzere
olan kişi gibi baygın bir şekilde bakarlar: “İman edenler: “(Cihad
161 Elmalılı, Hak Dini, III, 266
162 5/Mâide. 52
163 8/Enfâl, 49
164 33/Ahzâb, 12
165 33/Ahzâb, 60
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
hakkında) bir sûre indirilmeli değil miydi?” derler. Fakat hükmü açık bir
sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık bulunanların
sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün.
O da onlara daha uygundur.” 166
İmanın kalplerinde kök saldığı müslümanlar, vahye olan özlemlerinden
ve Allah yolunda cihad etmeye can atmalarından
dolayı, yeni bir vahyin ne zaman geleceğini sorup duruyorlardı.
Mü’minler, bir an önce savaş izninin verilmesini
istemekteydiler.167
Müslümanların arasında olan hasta kalpliler ise böyle bir dertleri
olmadığı gibi, Allah yolunda savaşacak durumları da yoktu. Ama
onlar tehlikenin olmadığı
durumlarda müslümanlardan görünüyorlardı.
Savaşla ilgili emir geldiğinde ise gerçek mü’minlerle
münâfıklar birbirinden
ayrıldılar. Savaşla ilgili emir gelmeden
önce mü’minlerle münâfıkların görünüşte aralarında herhangi bir
fark görülmemekteydi. Mü’minlerle birlikte namaz kılıyor, oruç
tutuyorlardı. Fakat canlarının tehlikeye gireceği savaş gerçeğiyle
karşı karşıya geldiklerinde göstermelik imanlarından
bir eser
kalmadı ve gerçek yüzleri belli oldu, foyaları ortaya çıktı. Başka
bir âyette münâfıkların içine düştükleri bu halleri şöyle ifâde edilmektedir:
“Kendilerine: ‘Ellerinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekâtı
verin!’ denilenleri görmedin mi? Kendilerine savaş yazılınca hemen içlerinden
bir grup, insanlardan, Allah’tan korkar gibi hatta daha fazla korkmaya
başladılar: ‘Rabbimiz, niçin bize savaş yazdın? Bizi yakın bir süreye
kadar ertelesen (savaş emrini bir süre geciktirsen) almaz mıydı?’ dediler.
De ki: ‘Dünya geçimi azdır, takvâ sahibi olanlar için âhiret daha hayırlıdır.
Size kıl kadar haksızlık edilmez.” 168
Kalp hastalığının belirtilerinden biri de kuşku ve tedirginliktir.
Bu hastalığa müptelâ olanlar, kendilerini ölçü aldıklarından
dolayı,
başkasına revâ gördükleri şeylerin başkaları
tarafından kendilerine
de yapılacağından endişe duyarlar.
İçlerine kök salan bu
endişeyi Allah ve elçisi hakkında
bile duyarlar: “Onlar, aralarında
hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman hemen onlardan
bir grup yüz çevirirler.
Eğer hüküm kendi lehlerine olursa itaat ederek
gelirler.
Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa
Allah’ın ve Elçisinin kendilerine haksızlık yapacağından
mı korkuyorlar?
Hayır, onlar zâlimlerdir.” 169
Son âyette Allah ve Rasûlünün verdiği kararlardan yüz
çevirmenin nedenleri takriri soru şeklinde belirtilmektedir:
166 47/Muhammed, 20
167 el-Cevzî, Zâdu'l-Mesir, VII, 405
168 4/Nisâ, 77
169 24/Nûr, 48-50
NİFAK - MÜNÂFIK
- 49 -
“Kalplerinde bir hastalık mı var?” derken soru sormaktan
ziyâde
kalplerinde hastalığın olduğu vurgulanarak tescil edilmektedir.
Çünkü hasta bir kalbin bu tür şeyleri yapması, beklenen bir husustur.
İç benliği bozulmamış birinin bu denli derin bir sapıklığa
düşmesi mümkün değildir. Kalp hastalandığında,
onun iman
gerçeğine varması ve imanın gereğini eylemleriyle pratize etmesi
beklenemez.
İkinci soruda Allah ve Rasûlünün kendilerine haksızlık etmesinden
kuşkuya düşenlerin, içine düştükleri güven bunalımı ifâde
edilmektedir.
Âyette belirtilen üçüncü soruda ise bu psikoza yakalananların
içine girdikleri
tuhaf durumları kınanmaktadır. Çünkü evrenin
yaratıcısı
ve her şeyi yerli yerinde yapan Yüce Allah’ın haksızlık
yapacağını düşünmek kadar abes bir şey olabilir mi? Bu, Allah’ı
gerçek anlamda tanımamanın ve sağlıklı olmayan kalbin vardığı
yersiz bir yargı olsa gerektir.
Âyetin sonunda bu niteliklere sahip olanların zâlim oldukları
vurgulanmaktadır. Çünkü kalplerine iman yerleşmeyenlerin ve
kuşku içinde olanların, müslüman olmadıkları halde kendilerini
onlardan göstermeleri, böylece birtakım avantajlar elde etmeleri,
insanın kendi onurunu hiçe saydığından
ve kişiliğini zedelediğinden
dolayı bu eylem zulüm sayılmaktadır. Ayrıca diliyle mü’min
olduğunu söylediği için onu kendilerinden biri sayan müslüman
topluluğuna da haksızlık
yapılmaktadır.170
Hasta kalpliler Şeytan fitnesine yataklık ederler: “(Allah, böyle
yapar ki) şeytanın attığını, kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar
için bir imtihan yapsın; elbette onlar (haktan) uzak bir ayrılık
içindedirler.”171 Şeytanın verdiği vesvese hasta ve katı kalpliler için
bir sınavdır. Onlar şeytanın dediklerine kanarak ona uyarlar. Çünkü
hastalık kalplerini sardığından ve akılları arasında bir irtibat
kalmadığından sağlıklı düşünemezler.172
170 Bk. et-Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVIII, 156; el-Beğâvî, Meâlimü't-Tenzil, III,
352; Kadı Nasırüddin Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, Envâru't-Tenzil ve
Esrâru't-Te’vîl, thk. Ahdulkadir Arafat, Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1996, IV, 196;
Mahmud Ebu'1-Fadl el-Alusî, Rûhu'l-Meânî li Tefsiri'l-Kur'âni'l-Azîm ve's-
Seb'i'1-Mesânî, Dâru’l-İhyâi't-Türâsil-Arabî, Beyrut, XVIII, 196.
171 22/Hacc, 53
172 Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk
Yayınları, İstanbul 2003, s. 83-96
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
Kalbin Mühürlenme Keyfiyeti
Kur’ân’da, kalbin olumsuz tavırlarını gösteren değişik tabirlere
yer verilir. Bu cümleden olarak, kalbin dağınıklığı,173 kalbin zeyği/
kayması,174 kalplerin kör olması,175 kalplerin eğlencesi,
176 kalplerin
gafleti,177 kalplerin kilitlenmesi,178 kalplerin paslanması179
ve nihayet
kalbin kasveti/katılığı180 gibi ifadeler Kur’ân’da mânâsı kalbe
yüklenen sıfatlar olarak arzedilir.
Bazen de, kalbin sarfı181, kalbin taklibi182, iğfâl edilmesi183, kalbin
kaydırılması184, kalbin üzerine perde çekilmesi185, kalplerin
mühürlenmesi186 gibi ifadeler Kur’ân’da doğrudan Allah’a isnad
edilerek anlatılır. İlk bakışta bu ikinci ifadelerden insanların irâde
ve ihtiyarlarını
devre dışı bırakma gibi bir anlam zihne gelebilir.
Ancak mesele Kur’ân’ın bütünlüğü ve onun yerleştirmek istediği
‘tevhid’ gerçeği içinde ele alındığı zaman bunun böyle olmadığı
görülür.
Allah’ın insanların kalplerini başlangıçta mühürlü veya kilitli
yaratıp iman etmelerini engellemesi düşünülemez. Zira, O kendisini
kullarına zerre miktar zulmetmeyen187 bir Rab olarak tanıtmaktadır.
Gizli İnkâr (Nifak)
“Nifak” ve “Münâfık” kavramlarının İslâm itikad literatüründeki
mânâsını anlayabilmek için filolojik içeriğine de bakmak
yerinde olur. Bu kavram, dehliz, in, tünel, menfez anlamına
gelen
en-nefeku’dan gelir.188 Tıpkı kalbinde nifak hastalığı
bulunan
münâfık da, bir tür yeraltı faaliyeti içerisindedir. Açıktan İslâm’a
girer, gizlice İslâm’dan çıkar, kalbinde küfrünü gizler, dışarıya
inancı varmış imajını yansıtır.
173 Bk. 59/Haşr, 14
174 Bk. 9/Tevbe, 117
175 Bk. 22/Hacc, 46
176 Bk. 21/Enbiyâ, 3
177 Bk. 23/Mü'minûn, 63
178 Bk. 47/Muhammed, 24
179 Bk. 83/Mutaffifin, 14
180 Bk. 2/Bakara, 283
181 Bk. 9/Tevbe, 127
182 Bk. 6/En'âm, 110
183 Bk. 18/Kehf, 28
184 Bk. 61/Saff, 5
185 Bk. 59/Haşr, 10
186 Bk. 6/En'âm, 46; 40/Mü'min, 35
187 Bk. 4/Nisâ, 40
188 El-İsfehanı, a.g.e., s.765.
NİFAK - MÜNÂFIK
- 51 -
İslâm itikad literatüründe en genel ifadeyle nifak, kalben ve
gizliden gizliye inanmaz iken, dil ile iman ikrarında bulunmaktır.
189
Bazı sebepler, yüzünden İslâm’a girip dışarıdan müslüman görünmeye
çalışan münâfık, içten içe inançsızlığını ve inkârını gizleyen
kimsedir.
Münâfık, kişilik açısından kendine özgü öyle net ve derin şahsiyet
çizgilerine sahiptir ki, bunlar onu başkalarından ayırır. Kur’ân-ı
Kerim’in detaylıca üzerinde durduğu, münafığın şahsiyet yapısını
oluşturan pek çok karakter özelliği vardır. İkiyüzlülük
(riyakârlık),
psikolojik bakımdan kalplerinin hasta oluşu, inanç noktasında
kararsızlık (tezebzüb), korkaklık, büyüklenme, döneklik, aldatıcı
dış görünüş, alaycılık, yalancılık, kötülük ve bozgunculuğa eğilim
gibi karakter çizgilerinin bir araya gelmesinden
münâfık portresi
teşekkül eder.190
Kalplerinde Hastalık Vardır: Kur’ân-ı Kerim iki tür hastalıktan
söz eder. Biyolojik hastalıklar191 ve ahlâkî, psikolojik hastalıklar...192
Münâfıkların kalplerindeki hastalık ikinci türden psikolojik hastalıktır.
Hatta kalbi hastalıklı olmak münâfıklığın ayrılmaz bir niteliği
olmuştur.193 “Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da hastalıklarını
gittikçe arttırmıştır. Söyledikleri yalandan ötürü onlar için acıklı
bir azap vardır.” 194
Âyette geçen “maraz” kavramına birbirine yakın keder, küfür,
kalp elemi gibi mânâlar yüklenmiştir. Keder anlamında “maraz”:
Münâfıklar her geçen gün Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sebatkârlığının
artması ve şânının yayılması karşısında kederlendiler,
kalpleri hastalandı.
Küfür anlamında maraz; şer’î teklifler
arttıkça onların
küfürleri ve hastalıkları da artmıştı. Bu tür hastalıktan maksat,
niyette meydana gelen gevşemedir. Onların kalpleri başlangıçta
savaşma ve düşmanlıklarını ortaya koymada
kararlı iken, daha
sonra bu azimleri kırıldı, korkaklık ve çekingenliklerinden dolayı
münâfıklık yapmaya başladılar. Kalp elemi mânâsında maraz:
İnsanın, istemediği şeylerle karşılaştığında
haset ve nifak eğilimi
göstermesidir. 195
Bu açıdan bakıldığında nifak insanın içini kemiren psikolojik
189 Toshihiko İzutsu, Kur'ân'da Dini ve Ahlâkî Kavramlar, s. 238
190 Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Y., İstanbul,
1997, s. 236-237
191 24/Nûr, 61; 48/Fetih, 7; 2/Bakara, 184
192 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52
193 Beyzavi, a.g.e., I/26
194 2/Bakara, 10
195 Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, II/71
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
bir hastalıktır. İnsan bir şeye ya iman eder ya da etmez.
Her iki durum
normal ve sağlıklı kabul edilebilir. İnsan iman veya inkârdan
hangisini tercih etmişse bu tercihine göre yaşayıp gider. Nifak hastalığı
kişinin düşünce ve tutumlarının toplum ile çelişmesi durumunun
doğurduğu korku ve endişeden veya kişinin özel beklenti
ve isteklerinden kaynaklanabilir. Ya da kişi, inancı doğrultusunda
hareket ettiği takdirde maddî çıkarlarının tehlikeye girebileceği
endişesine kapılabilir. Bu tutumun sebebi aşırı bir şüphecilik de
olabilir. Birtakım endişeler
taşıdığından sağlıklı bir tercih yapma
imkânı bulamamış olabilir. Bu ve benzeri tesirlerin etki alanında
kalan münâfık196 hayatını başka bir varlık olarak sürdürmek durumundadır.
197
Kur’ân-ı Kerim’de Meraz/Hastalık Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “meraz/merzâ (hasta ve hastalık) kelimesi
ve türevleri 24 yerde geçer.198 “Şifâ” kelimesi ve türevleri ise, 8
yerde kullanılır.199
Meraz/hastalık kelimesi, Kur’an’da fiziksel hastalıklar için de
kullanılmakla birlikte, çoğunlukla mecaz olarak mânevî hastalık
için kullanılır. Haktan, doğruluktan ve güzel ahlâktan ayrılma,
nifak (ikiyüzlülük)200, hased (kıskançlık), şehvet (aşırı şehvânî/
hayvanî duygular ve meyiller), fücûra (günah ve zinâ arzusu şeklinde
ahlâksızlığa) niyetlenme201 gibi nefsî hastalıklar için kullanılır.
Şâfî olan, şifâ veren sadece Allah’tır. O, hastalanan kimseye
şifâ verendir.202 Kur’an sûreleri ve âyetleri de, mü’minler için
şifâ ve rahmettir.203 Kur’an, doğru yolu gösteren bir kılavuz ve
şifâdır.204 O, Rabbimizden bir öğüt, gönüllerde olan (dertlere) bir
şifâdır, mü’minler için bir hidâyet ve rahmettir. 205
196 Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi'l-Kur'ân, Çev. Mehmet Yolcu,
Akademi Y., İstanbul, 1990, 1/80-81
197 Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Y., İstanbul,
1997, s. 239-240
198 Kur’ân-ı Kerim’de meraz/merzâ (hasta ve hastalık) kelimesi ve türevlerinin
geçtiği âyetler (24 yerde): 2/Bakara, 10, 10, 184, 185, 196; 4/Nisâ, 43,
102; 5/Mâide, 6, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 91, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50,
61; 26/Şuarâ, 80; 33/Ahzâb, 12, 32, 60; 47/Muhammed, 20, 29; 48/Fetih,
17; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 31.
199 Kur’ân-ı Kerim’de Şifâ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (8 yerde):
3/Âl-i İmrân, 103; 9/Tevbe, 14; 9/Tevbe, 109; 10/Yûnus, 57; 16/Nahl, 69; 17/
İsrâ, 82; 26/Şuarâ, 80; 41/Fussılet, 44.
200 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr,
50; 33/Ahzâb, 12-32
201 33/Ahzâb, 32-60; 47Muhammed, 20-29; 74/Müddessir, 31
202 26/Şuarâ, 80
203 17/İsrâ, 82
204 41/Fussılet, 44
205 10/Yûnus, 57
NİFAK - MÜNÂFIK
- 53 -
Kur’an, mü’minlerin imanlarını kuvvetlendirip,206 onlara devâ
olurken, münâfıkların da kalplerindeki hastalıklarını arttırmaktadır.
207 Kur’an, zâlimler için şifâ olmak bir tarafa, onların yalnızca
ziyanını arttırır.208 İman etmeyenler için Kur’an bir körlüktür. 209
Kur’an’a göre esas önemli olan hastalık, kalplerde olan mânevî
hastalıktır, inanç hastalığıdır. Münâfıkların kalplerinde hastalık
(nifak ve haset hastalığı) vardır. Allah da onların bu hastalığını
çoğaltmıştır.210 Kur’an açısından hastalığın en önemlisi, mânevî
olduğu gibi; şifâ da, esas olarak mânevî alan için sözkonusudur.
Onun dışındaki hastalıklar, nice hikmetlerle ilgili olarak peygamberlere
ve takvâ sahibi mü’minlere de verilmiştir. Bu hastalıkların
imtihan, günahlara keffâret, derecelerin arttırılması, sabır ve direnme
gücü vererek insanı olgunlaştırması... gibi olumlu yönleri
de vardır. Hâlbuki kalbî hastalıkların hiçbir olumlu yönü yoktur.
Kâfir ve münâfıklarla savaş, onların mü’minler eliyle rezil edilip
Allah’ın azâbına uğramaları için gerekli olduğu gibi, Allah’ın
mü’minleri gâlip kılması ve mü’min toplumun kalplerine şifâ vermesi
için de bir sebeptir.211 Bu sünnetullahtan yola çıkarak, bugünkü
toplumun stres gibi çeşitli bunalımlar ve problemler içinde
yüzmesinin bir sebebi de Allah yolunda cihadı terk etmeleridir
diyebiliriz.
Kur’an’da, kalplerin günah ve şirkle hastalıklı hale gelmiş değişik
durum ve özellikleri şöyle sıralanabilir: Galiz (kaba ve katı)
kalpler,212 eğri kalpler,213 gâfil ve gaflete düşürülmüş kalpler,214
taş gibi katı kalpler,215 kılıflı kalpler,216 hasta kalpler,217 mühürlü
kalpler,218 bağlı kalpler,219 kapalı kalpler,220 kör kalpler221 ve kilitli
kalpler. 222
206 9/Tevbe, 124
207 2/Bakara, 10; 9/Tevbe, 125
208 17/İsrâ, 82
209 41/Fussılet, 44
210 2/Bakara, 10
211 9/Tevbe, 14
212 3/Âl-i İmran, 159
213 3/Âl-i İmran, 7
214 18/Kehf, 28
215 2/Bakara, 74
216 2/Bakara, 88
217 2/Bakara, 10; 33/Ahzâb, 32
218 45/Câsiye, 23
219 7/A'râf, 100
220 41/Fussılet, 5
221 22/Hacc, 46
222 47/Muhammed, 24
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
Kalplerin hastalığı ve giderek mühürlenmesinin sebepleri:
Kur’an’dan yola çıkılarak kalbin hastalıklarına ve mühürlenmesine
sebep olan mikropları şöyle sıralayabiliriz: Dünya sevgisi, kötü
çevre, kötü kimselerle arkadaşlık, çok yemek ve çok gülmek, başta
büyük günahlar olmak üzere her çeşit haramlar, en sinsî hastalık:
Nifak ve ölümcül hastalık: Şirk.
Kalp hastalıklarının ilâcı ise; Kur’ân-ı Kerim’i düşünerek, anlayarak
okuyup kendi hayatına ve toplum hayatına geçirmeye çalışmak.
Öğüt dinlemek. Zikir, tevbe ve istiğfar. Huşû ve anlayış. Kalbi
arındırma yollarına mürâcaat edip güzel ahlâk ve ihlâslı ibâdet
üzere olmak. Cesâret, ins ve cin şeytanlarına tavır almak.
Kur’an’ı gerektiği gibi anlamak için kalbin kilitli olmaması gerekir.
223 Kalbin, görevini yapabilmesi için, selîm olması; hastalıklı
ve ârızalı bulunmaması gerekir. Kalplerin selim olmayıp marazlı
(hastalıklı) olmasını Kur’an, hemen daima nifak illetiyle irtibatlı
gösterir.224 Bu âyetlerden yola çıkarak şu tespitleri yapabiliriz:
Kalbi perişan eden hastalıkların başında samimiyetsizlik ve
riyâkârlık gelmektedir. Münâfıklığın en tipik özelliği kalp hastalığıdır.
225 Kalp hastalığının diğer belirtileri arasında doymazlık,
hırs,226 rics (pislik, iğrençlik, sefihlik) ve şeytan fitnesine yataklık
dikkat çeker.227 Kalp marazı/hastalığı; kalp katılığı, kalp kararması
(kasvet) getirir. Kur’an, bu kalp kasvetinden çokça bahseder ve
onu insanın sonsuzluğa, güzele, iyiye, kısaca Allah’a giden yolunu
tıkayan bir belâ olarak gösterir. “Yazıklar olsun kalbi kasvetle dolmuş
olanlara.”228 Kalp kasvetini azdıran en önemli sebep, sonu gelmez
arzu ve emeller, hırslar ve tutkulardır.229 Kalp kasvetinin en tipik
temsilcileri yahûdilerdir.
İnsanın kalbini tahrip eden tutum ve davranışları, giderek
kalbi paslandırır. Kalbin paslanması, hak ve hakikate açılabilecek
pencerelerin kapanma noktasına yaklaşması demektir. Bu duruma
gelen kişi, Yaratıcı ile arasına tam bir perde çekmiş olur.230 Hastalanan
ve paslanan kalp, nihayet körleşir. Ve insan için esas körlük
223 47/Muhammed, 22
224 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nur,
50; 33/Ahzâb, 12...
225 2/Bakara, 10
226 Bk. 33/Ahzâb, 32
227 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53
228 39/Zümer, 22
229 57/Hadîd, 16
230 83/Mutaffifin, 13-15
NİFAK - MÜNÂFIK
- 55 -
budur.231 Kalbin körelmesi, kalp gözünün, yani basîretin kör olmasıdır
ki, insanın kâinatı, varlıkları ve kendi nefsini okumasını (en
azından doğru okumasını) engeller. Böyle olunca da, kalp körlüğü
insan ve evrenin sırlarını çözmeye götüren bütün organ ve araçları
dumûra uğratır ve bütün girişimleri aksatır. Nitekim Kur’an,
kalple akıl arasında devamlı ilişki kurmuş, iş görmez hale gelen bir
kalp gözünün akıl faâliyetini de fonksiyonunu icra edemez hale
getireceğine işaret etmiştir.232 Kur’an, bu konuda “akıl işleten, akıl
faâliyeti yürüten kalpler” deyimini kullanır. Yine Kur’an,233 inceden
inceye düşünüp sırları keşfedemeyen kalplerden söz eder ve
bu kalplerin sahiplerini gözleri görmez, kulakları işitmez olarak
nitelendirdikten sonra onların yerlerini hayvanlardan daha aşağılarda
gösterir.
Kalp körlüğünü; kalbin damgalanması, kilitlenmesi, perdelenmesi
ve mühürlenmesi izler. Bu son aşama, insanın evrensel hak
ve hakikate, imana açılan tüm kapılarının kapanmasıdır. Bu aşamadan
dönüş yoktur. Dünya planındaki imtihanın kesin kaybıdır
bu. Kur’an’da bu son aşamayı ifade için kalbin tab’ edilmesi,234
hatmedilmesi/mühürlenmesi235 ve kalbe kilit vurulması,236 kalbe
perde çekilmesi237 deyimleri kullanılmaktadır. Bu hale düşenlerin
diğer duyu organlarının da ödevlerini insana yaraşır biçimde yapamayacağına
dikkat çekilir.
Kalbi taşlaşmışların gözleri yaşsız olur.238 Bu hal, kalp mühürlenmesi
açısından önemlidir. Kalbin sevgi ve merhametten aldığı
öyle yüce bir zevk vardır ki; böyle zengin gönüllerde dokulara kan
veren kalp, sanki bir başka zevkle çarpmaktadır.
Kalp hastalığı ve giderek kalbin mühürlenmesi, boş arzuları
ilâh edinme,239 Allah’ın nimetlerine nankörlük,240 azgınlık,
zulüm,241 bilgisizlik242 gibi sebeplerden olmaktadır. Kalbi mühürlenenler
artık insanca ne görebilir, ne duyabilir, ne anlayabilir, ne
231 22/Hacc, 46
232 22/Hacc, 46
233 7/A’râf, 179
234 7/A’râf, 101; 9/Tevbe, 87, 93; 10/Yûnus, 74; 30/Rûm, 56
235 2/Bakara, 7; 45/Câsiye, 23; 6/En’am, 46
236 4/Nisâ, 155; 47/Muhammed, 24
237 6/En’âm, 24; 18/Kehf, 57
238 2/Bakara, 74
239 45/Câsiye, 23
240 7/A’râf, 101
241 10/Yûnus, 74
242 30/Rum, 56; 9/Tevbe, 87, 93
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
de yaşayabilirler.243 Küfre götüren günahlar açısından önemli bir
konu, günahın cinsidir. Her günah çirkindir, kaçınılması gereken
bir yasaktır. Ama şeytan, bazen küçük günahları gözümüzde büyütürken;
büyük günahları ve şirki basitleştirir. Elfâz-ı küfür, şirk
ihtimali olan konular, müslümanın gözünde cehenneme düşmekle
eş görünümünde olmalıdır. Namazı terk etmeyi alışkanlık haline
getirmek de küfür yoluna sapmaktır. Bunun yanında, insanın kendini,
hevâ ve hevesini putlaştırmaya götüren gurur ve istiğnâ çok
önemli bir günahtır. Bir günah, zulümle ilgiliyse, gönül incitiyorsa
çok ciddi sonuçları olacak bir vebaldir. Zulüm, Kur’an’ın üzerinde
ısrarla durduğu kalbi mühürlü kâfirlere ait bir özelliktir. Zâlimin
kalbi mühürlenmeye baş adaydır. Ve şirk en büyük zulümdür.244
Yine, küfre düşmemek açısından günah üreten günahlardan şiddetle
sakınmamız gerekmektedir. Bazı günahlar, başka günahlara
yataklık ederler. Bunların başında yalan ve içki gelir. Yalanın günah
barajını aşarak, nifak ve küfrü temsil ettiği konusunda ciddi
uyarılar vardır.
Hastalık ve bozukluklardan arınmış bir kalp, Kur’an dilinde
selîm kalp adını almaktadır. 245 Allah’ın, insandan son hesap gününde
istediği tek şey, O’nun huzuruna selîm bir kalple gelmiş
olmasıdır.246 Din hayatının, müslümanca yaşayışın amacı, insana
selîm kalbi kazandırmaktır. Selîm kalbin olmadığı kişide, din sadece
bir kuru iddia ve aldanıştır. İlginçtir ki, gâye olan, kalbe sıfat yapılan
“selîm” kelimesi, tevhid yolunun genel adı olan İslâm’la aynı
köktendir. Yani selâm ve selâmet kökünden. O halde selîm kalp
barış, huzur, güven, aklık ve sükûnetle dolu olan kalp demektir ki,
İslâm da bu değerlerin elde ediliş yoludur. Bu değerlerin sembol
ve ufuk adı Allah’tır. Bu yüzden İslâm’ın teknik anlamı, Allah’a
teslimiyet olarak verilmiştir. Buradan bakınca selîm kalp, Allah’a
gereğince teslim olmuş kalp demek olacaktır.
Kalbin imtihanını247 başarıyla verenlerin onu rahmet ve re’fet
(sıcaklık, merhamet, kaynaşma) ile doldurduklarını görüyoruz.248
Bu kalpler kasvete uzaktır. Hasta kalbin yolu kasvete; rahmetle
dolu kalbin yolu lînete, yani yumuşaklığa çıkar. Kalp yumuşaklığının
yokluğu, kalp gılzatı, yani katılık ve kabalık getirir ki, bu,
insanları nefretle kaçıran bir illettir.249 Kur’an, kalplerin, Allah’ı zi-
243 2/Bakara, 7; 63/Münâfıkun, 3; 9/Tevbe, 87, 93; 6/En’âm, 46
244 31/Lokman, 13
245 26/Şuarâ, 89; 37/Saffât, 84
246 26/Şuarâ, 89
247 49/Hucurât, 3
248 57/Hadîd, 27
249 3/Âl-i İmrân, 159
NİFAK - MÜNÂFIK
- 57 -
kirle yumuşadığını belirtir.250 Allah’ı zikir, yani şuurlu anma, kalbi
titretir, yumuşatır ve daha sonra da onu itmînân ile yani sükûnet,
ferah, huzur ve doygunluk ile doldurur. Ve Kur’an’a göre kalplerin
itmînânı yalnız ve yalnız Allah’ı zikirle mümkündür. Allah yerine
başka şeylerin sevgili seçildiği bir kalbin doyması, mutlu olması
beklenemez.251
Kalp hastalığının ve bozukluğunun insan hayatındaki en tehlikeli
pratik görünümü, insanın kalbiyle dilinin farklılığıdır. Kur’an
bunu imansızlığın, şahsiyetsizliğin, dejenerasyonun bir belirişi
olarak tespit ediyor. Kalple dilin uyuşmazlığı, insanın kalbine karşı
günah işlemesi, kalbine ihânetidir. 252
Kur’an’ı, tedebbürle yani düşünerek, anlayarak okumamak,
kalbin ölümcül hasta ve kilitli olmasının en önemli belirtisidir.
“Peki, bunlar, Kur’an’ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı: Yoksa
kalpleri üzerinde kilitler mi var?”253 Âyette geçe tedebbür, okunan şeyin
anlamı üzerinde iyiden iyiye düşünmek demektir. Bu âyetten
anlaşılmaktadır ki, Kur’an’ın ne dediğini anlamadan okumanın
insanı bir yere getirmesi mümkün değildir. Kur’an’ın mânâsı üzerinde
düşünmemek veya “biz Kur’an’dan bir şey anlayamayız”
diyerek Allah’ın kelâmını rafa kaldırmak, kalbin hasta olduğuna
ve mühürlendiğine işarettir. Nitekim, bu âyetin öncesinde254
lânetlenmiş, kulakları tıkanmış, gözleri körelmiş insanlardan söz
ederek dolaylı bir yoldan Kur’an’ı tedebbür etmeyenlerin kimler
olduğuna dikkat çekilmiştir. “Kalpleri üzerinde kilitler mi var?” sorusundan
şu sonuçlar çıkmaktadır: Ya bu insanlar Kur’an’ı dikkatle
okuyup anlamamaktadırlar veya anlamaya çalışmalarına rağmen
onun emirleri, anlamları ve amaçları kalplerine yerleşmemiştir.
“İman edenlerin, Allah’ı zikir ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin
ürperip saygı dolu bir korku ile yumuşaması zamanı daha gelmedi
mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların
üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu
yoldan çıkmış fâsık kimselerdi.”255 Âyet, iman ettikten sonra ayağı
sürçen ve Allah’ın kitabına farkında olmadan sırt dönen insanları
uyarmakta mûcize bir beyandır. Aynı hatalı yoldan giderek perişan
olan kitap ehli örnek gösterilmiştir. Hitap, son derece açık
ve ürperticidir. İman sahipleri Allah’ın zikrine, yani Kur’an’a sırt
250 39/Zümer, 23
251 13/Ra'd, 28; 57/Hadîd, 16; 22/Hacc, 35; 23/Mü'minûn, 60; 8/Enfâl, 3
252 2/Bakara, 283; Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 269 ve devamı
253 47/Muhammed, 24
254 47/Muhammed, 23. âyette
255 57/Hadîd, 16
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
dönmemek konusunda uyarılmaktadır. İkinci olarak, ehl-i kitabın
zamanla bozulduklarına, kalplerinin hastalanıp karardığına
ve saptıklarına dikkat çekilerek Allah’ın kitabına uzak kalmanın
sonucu örneklendirilmiştir. Bu âyet, zaman içinde Kur’an’a uzak
düşüp vahyin kabulleri yerine, geleneğin kabullerini koyan İslâm
dünyasına mûcize bir Kur’an ihtarıdır. Kalpler katılaşmış, şekil
ruhu örtmüş, iç dünyalar kararmıştır. Bu çoraklık ancak Kur’an’ın
nefesiyle canlılık ve berekete döndürülebilir.
Kalplerin hastalanmasından ve katılaşmasından sonra
fâsıklıktan başka ne gelir? Doğrusu şu insan kalbi çabucak değişiverir,
çabucak unutuverir. Kur’an nûruyla aydınlandıktan sonra
uzun bir süre Allah’ı zikretmekten uzak kalınca hastalanıp katılaşır,
aydınlığını yitirir, körelir ve kararıp söner. Gönüllerin huşû ve
huzur ile Allah’ı anmaları gerekir. Aydınlanıp arınmalar için sürekli
uyanık tutulması icap eder. Fakat donmuş, katılaşmış, hareketsiz
hale gelmiş bir kalpten hemen ümit kesilmemelidir. Çünkü onda
yeniden hayat emâresinin görülmesi, aydınlıkların parlaması ve
böylece Allah’ın zikrine koşması mümkündür. Çünkü Allah, öldükten
sonra yeryüzünü de diriltir, hayat doldurur, bitkilerle süsler,
yiyecek meyveler bitirir. Kalpler de tıpkı böyle Allah dilediği
zaman dirilir. Allah, ölüden diri çıkarır.256 Yeryüzünün dirilişi gibi
bu Kur’an da kalpleri diriltir. Ona gıda verir, sular, yumuşatır ve
ısındırır.
Allah, kâfirlere sevgi göstermeyip buğz eden, onları dost kabul
etmeyen mü’minlerin kalplerine imanı yazar ve onlara yardım
eder. 257
İnsanın kalbi, iki farklı ânında aynı durumda olmaz; her şeyden
daha çok kendi amellerinden etkilenir. İyi ve nurlu bir eylem
kalbe nur verir; kötü ve karanlık bir amel ise kalbin nurunu alır,
onu karartır. Sâlih amel, insanın kalbini yumuşatır, öğütleri, hakkı
ve hakikati kabul etmesini sağlar. İnsanın fıtratıyla bağdaşmayan
ameller ise, insanın kalbini hastalandırır, sertleştirir, katılık getirir.
İnsanın kalbi, Kur’an’dan ışığını kesip, Allah’ın nuruyla bağını koparınca
öylesine hastalanıp kararır ki, Kur’an tâbiriyle artık onun
işi bitmiş ve onun kalbi mühürlenmiş sayılır.
Takvâ sâyesinde Kur’an’ın hidâyetiyle, Allah’ın nûruyla bakıp,
görünmezleri keşfeden, perdenin arkasındaki parıltıları görebilen
insan; bu ışıkla irtibatı kendi irâdesiyle kestiğinde körlüğü seçmiş
olur. Artık, her şeye perdelenmiş gözlerle bakar. Görülmesi
256 3/Âl-i İmrân, 27
257 Bk. 58/Mücadele, 22
NİFAK - MÜNÂFIK
- 59 -
gerekenleri göremez. Kendi gözleriyle bazı şeyleri görür, ama
sanki hiç görmemiş gibidir; sanki gözlerinin önüne perde çekilmiş
olur. Kalbi de imandan, sevgiden, ibâdetten zevk almaz olur ve
küfrü, isyânı, fesâdı güzel görmeye başlar. Bunlar küfrün etkileridir;
küfrün nedenleri değildir. “Onlar sapınca, Allah da kalplerini
saptırmış, eğriltmiştir.” 258
Kur’an’da Ruh Sağlığı, Gönül
Huzuru ve Psikolojik Denge
Kur’ân-ı Kerim, hastalık nedenleri olarak rûhî etkilere büyük
ölçüde yer verir. Üzüntü ve rûhî bunalımları hastalıkların baş nedeni
sayar: “Dediler ki: ‘Vallahi sen, Yusuf’u ana ana hasta olacaksın yahut
öleceksin!”259 Hastalıkların nedenlerini genellikle rûhî etkenlerde
gören Kur’an, ruh hekimliğinin önemine işaret etmiştir. İnsanları
özellikle psiko-somatik hastalıklardan korumayı hedeflemiştir.
Ruh hastalıkları daha çok, sıkıntı, elem, çatışma, kaldıramayacak
kadar ağır yük yüklenme gibi nedenlerden kaynaklanır.
Kur’an Allah’a, kadere, âhirete imanı, tevekkül ve sabrı emrederek,
ruhsal gerilimleri hafifletici, sıkıntıları giderici, bunalımları
yok edici esaslarıyla psikoz ve nevroz gibi hastalıkların büyük ölçüde
önüne geçer.
Kur’anda ruhsal hastalıkları önlemeye yönelik genel esaslar
vardır: “De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden
ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan
ve çok merhamet edendir.”260; “Sapıklardan başka kim Rabbinin
rahmetinden umut keser?”261; “Ve de ki: ‘Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden
Sana sığınırım.”262; “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa
onu, yine O’ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilerse,
O’nun keremini de geri çevirecek yoktur. Hayrını, kullarından dilediğine
verir. O bağışlayan, merhamet edendir.” 263
Kur’an, insanın ruh sağlığının esası olan iç huzurunun sağlanması
yolunda somut adımlar atar. Bu somut adımların başında
“zikrullah” gelir. İman eden insanlar Allah’ı zikredip anmakla,
Allah’a bağlılıklarını hissetmekle iç huzuru elde ederler. Yalnızlıktan
doğan tedirginlik ve gerginlikten kurtulurlar. Bu iddiâyı
özellikle hastalar ve yaşlılar üzerinde yapılan gözlemler isbat
258 61/Saff, 5
259 12/Yûsuf, 85
260 39/Zümer, 53
261 15/Hicr, 56
262 23/Mü’minûn, 97
263 10/Yûnus, 107
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
etmektedir. Yalnız kimselerin “zikrullah”ın verdiği iç huzuru
sâyesinde psikolojik bir dinamizm kazandıkları görülmüştür. Ruhun
dinçleşmesi insan bedenine de müsbet bir şekilde yansımaktadır.
Bu gerçek Kur’an’da şöyle ifâdesini buluyor: “Onlar iman
eden ve Allah’ı zikretmekle gönülleri huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki
ancak Allah’ı zikretmekle gönüller huzur bulur.”264 Bu âyet-i kerimede,
ancak Allah’ın zikriyle gönüllerin mutmain olup huzur bulacağı
belirtiliyor. Gönüllerin huzur bulacağı, doyuma ulaşacağı zikir;
Kur’an okumak, dinlemek, sübhânallah, elhamdü lillâh, Allahu
ekber, lâ ilâhe illâllah gibi ifâdelerle Allah’ı hatırlayıp anmak veya
Allah’ı kalpte ve zihinde tutmaktır. Allah’ı zikir, insanın gönlüne
sevinç ve huzur verir.
Gönüller Allah’tan başka hangi şeye yönelip ulaşsa, hepsinin
ötesi bulunduğundan hiç birinde karar kılamaz, hiç biri ruhunu
doyuramaz, heyecanını dindiremez. Haz ve lezzette daha yükseğe
erişmek ister. Fakat Allah’ı zikretmekten zevk almağa başladığında
bütün arzuların ve isteklerin Allah’a râci olduğunu anlar
ve artık ondan yüksek bir mercî ve maksûda yönelmeye imkân
bulunmadığını anlar. Bundan dolayıdır ki, iman etmeyenlerin ve
gâfillerin kalpleri hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, iç huzuru
bulamaz, çırpınır durur. Sıkıntı, bunalım ve huzursuzluklar ise ruh
sağlığını tehdit eden en büyük etmenlerdendir. Bu etmenlere ve
bunları doğurabileceği psikolojik hastalıklara şifâ olarak Kur’an
reçetesi, “zikrullah” ilâcını teklif ve tavsiye eder. 265
Münâfıkların Tutarsızlığı
“Onlara: ‘İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin’ denildiği vakit
‘biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder
miyiz!’ derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler
(veya bilmezlikten gelirler).”
“(Bu münâfıklar) mü’minlerle karşılaştıkları vakit ‘(biz de) iman ettik’
derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise: ‘biz
sizinle beraberiz, biz onlarla (mü’minlerle) alay ediyoruz’ derler.”
“Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de tuğyanlarında (azgınlıklarında)
onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.”
“İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu
ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” 266
264 13/Ra’d, 28
265 Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da insan Psikolojisi, Yalnızkurt Y., s. 97-
99
266 2/Bakara, 13-16
NİFAK - MÜNÂFIK
- 61 -
“Onlara: ‘İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin’ denildiği vakit
‘biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder
miyiz!’ derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler
(veya bilmezlikten gelirler).” 267
Münâfıklar, mü’min olmayı; fakirlere, düşkünlere, zayıflara
mahsus kabul ediyorlar ve şan, şöhret, makam sahibi kimselerin
iman etmelerini düşüklük addediyorlardı. Mü’minlere beyinsiz
diyenlerin, asıl kendileri beyinsizdir, fakat bunu bilmezler ki! Beyinsizler,
beyinsizliklerini ne zaman bildiler ki? Doğru yoldan sapanlar,
sapıklıklarını ne zaman anladılar ki?
Özellikle tartışmalarını sağlayan bir kültüre sahip oldukları
zaman bu iddiayı daha rahat bir şekilde ileri sürerler. Tartışmaya
girerler, olayları çözümlemeye, yorumlamaya ve değerlendirmeye
çalışmak için bilimsel terminolojiye dayanarak ahkâm keserler.
Böylece sözleri bilimsellik(!) kazanmış olur. Yine bu tip insanlar,
sosyal nitelikli problemleri normal şartları içinde değil; kendi anlayışları
çerçevesinde ele alır ve bunların düşünce ile inançla hiçbir
ilgisi olmadığını ileri sürerler. Bu problemleri, insanları Allah’a
bağlayan ve iman etmeye sevk eden dinî ve evrensel gerçeklerle
izah etmeye kalktığımız zaman, onlar, “bu yaklaşım, bilimsel değildir”
deyip işin içinden çıkmakta, kolaylıkla reddetmektedirler.
Bizim yaklaşımlarımızı halk kitlelerinin yaklaşımı olarak nitelemekte,
onun basit bir düşünce, inanç olduğunu ileri sürmekte ve
bu yaklaşımların bilim ve felsefenin uzmanları tarafından ileri sürülen
düşünceler olmadığını söylemektedirler.
“Biliniz ki, asıl sefihler/beyinsizler ancak kendileridir.” Çünkü beyinsiz;
zayıf iradeli, cahil, yararını ve zararını iyi bilemeyen kimsedir.
İşte onların, cehalet ve düşünce zayıflığını somutlaştıran, içlerindeki
küfre bağlılıklarıyla imanın sağlam ilkeleri arasında kesin bir
tercih yapamamaları, onların beyinsiz olduğunu pekiştirmektedir.
Çünkü onların bu eylemleri, kendilerini hem dünyada hem de
âhirette felâkete götüreceği halde onlar bunu kestirememektedir.
Özellikle böyle çifte standartlı bir hayata yönelmeleri, içlerindeki
küfürlerin deşifre edilmesinden duydukları endişenin kalplerinde
sürekli bir rahatsızlığa sebep olması ve nifak eylemleriyle bunu
gizlemeye çalışmaları da beyinsizliklerini ortaya koymaktadır. Onlar,
düşüncelerinde ve hareketlerinde gerçekten beyinsizlik yapmaktadırlar.
Ama bunu bilmiyorlar. Çünkü onlar, ilmin, marifetin
geniş ufuklarına açılmıyorlar. İşlerin gerçek sonuçlarına varmak
istemiyorlar. İlmin değerinin, gerçeği yansıtmasında olduğunu
267 2/Bakara, 13
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
idrâk edemiyorlar. İşin sonunda bu bilimsel verilerin sağlıklı fıtrat
ve vicdanın sağduyusu ile bağdaşması gerektiğini düşünemiyorlar.
Sefihlik
‘Sefih’, ‘sefh veya sefeh’ fiilinin fâil ismidir. ‘Sefh veya sefeh’
sözlükte görüş ve gidişatta hafiflik ve gevşeklik demektir ki, akıl
noksanlığından meydana gelir. Her türlü işte aklın hafifliği, düşüncesizlik,
önem vermemek, akla ve dine aykırı hareket etmek
demektir. Bir ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik ve aklı kullanmamaktır.
Dinen sefihlik de, akıl ve dinin gereği zıddına hareket etmektir
ki bunun karşıtı ‘rüşd’dür. Dilimizde kullanılan ‘sefâhat’ kelimesi
de bu anlamda aklı kullanmamayı, görüş ve fikirde zevk ve
şehvete uymayı ifade eder. Bu, daha çok budalalıktan ya da aklı
yeterince kullanmamaktan kaynaklanır. ‘Sefh veya sefeh’ sahibi
kimselere ‘sefih’ denilmektedir.
Fıkıh dilinde ‘sefih’, aklı olduğu halde şeriatın ve aklın gereklerine
aykırı bir şekilde hareket eden, malını gereği gibi kullanmayan
demektir. Nitekim aklı başında, aklını iyi kullanan, doğru
yolu bulabilen kimselere ‘rüşd’ sahibi denir. Sefih, aklı ve dini
noksan kimsedir. Aklın ve dinin gereklerine aykırı hareket eder.
Ya ahmaktır ya da yaptığı hatayı görmeyerek fâsık olan kimsedir.
Fâsıklık yaparak Allah’a isyan eder, aklını iyi işlerde kullanmayarak
da bir sürü zarara uğrar.
Kur’anın Sefih Dedikleri
Kur’ân-ı Kerim, sefih’i ve türevlerini, kâfirler, münâfıklar ve
bazı müslümanlar hakkında kullanmaktadır. Ancak bu üç kullanış
arasında farklı değerler bulunmaktadır. Kâfirler ve münâfıklar,
İslâm’ı kabul etmedikleri için sefihlikle suçlanırken, müslümanlardan
aklı zayıflayan ihtiyarlara ve henüz aklı ermeyen çocuklara
sefih denmektedir.
Münâfıklara “siz de diğer mü’minler gibi iman edin” denildiği
zaman onlar, kendilerini çok akıllı sanarak mü’minlere ‘sefih’
derler ve onlarla alay ederler. Bunun sonucu olarak da sefih ve
aşağı saydıkları kimselerin dinine inanmalarının mümkün olmadığını
söylemeye çalışırlar. Kur’an onlara şu cevabı veriyor: “…Ìyi
bilin ki asıl sefih (beyinsiz) kimseler onlardır; fakat bunu bilmiyorlar.”268
Aklını kullanmayan, hafif karakterli, ciddi bir düşünceden yoksun
olan birtakım kimselerden başkası İbrahim’in dininden,
268 2/Bakara, 13
NİFAK - MÜNÂFIK
- 63 -
dolayısıyla İslâm’dan yüz çevirmez. Henüz rüşd yolunu bilemeyenler,
derince düşünüp ibret almayanlar şüphesiz Allah’ın dininden
yüz çevirirler. 269
Kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye çevrilmesini hazmedemeyen,
Allah’ın gönderdiği kitabı bozan ve Hz. Muhammed’e inanmamak
için bahane arayanlara da ‘sefih’ denmektedir.270 Allah’ın
rızık verici olduğunu unutarak bilgisizce çocuklarını öldürenler
de, sağlam düşünceden, akletmekten ve imandan yoksun sefihlerdir.
271 Birtakım inkârcılar da kendilerini akıllı zannedip, kendilerine
gönderilen peygamberlere ‘sefih’ demek terbiyesizliğini gösterirler.
Hâlbuki bütün elçiler hem akıllı insanlardı, hem sağlam
karakterli idiler, hem de Allah tarafından seçilmiş kimselerdi. 272
Kur’an, ayrıca malları üzerinde gerektiği gibi tasarruf yapamayacak
çocuklar ile aklı yeterince normal olmayan kimselere de
sefih demekte ve bu gibi kimselere yardımcı olunmasını emretmektedir.
273
Sefih kelimesi olumsuz manasıyla kâfir, münâfık, müşrik, müstekbir,
mütref gibi insan gruplarını kapsamaktadır. Bu gibi kimseler
kendilerini çok akıllı zanneden, ama aslında aklını, hidâyeti
bulma yolunda kullanmayan, kibirli, sağlam düşünceden yoksun,
biraz da ahmak kimselerdir. Eğer akıllarını kullansalardı, Allah’ın
dâvetine uymakla elde edecekleri mükâfatı kaybetmezler, Allah’a
isyan etmekle uğrayacakları zararı ve korkunç sonucu düşünürlerdi.
Küfrün ve şirkin çirkin hayat anlayışından, cehennemin azap
kucağından İslâm’ın mutluluk yurduna göç ederlerdi. Mükâfat
yerine azabı satın almazlardı. Güzellikleri terk edip, karanlıkları
ve bitmez tükenmez azabı tercih etmezlerdi. Onlar ahmaklıkları
yüzünden Rableri ile mücadeleye kalkışıyorlar ve bunun kendileri
için ne denli zararlı olacağını hesap etmiyorlar.
Günümüzde de Allah’a ortak koşan bu müşrikler ve inkârcılar
mü’minlere sefih, gerici, beyinsiz, aşağı; gittikleri yola ve sahip oldukları
anlayışa da çağdışı demeye ve onlarla alay etmeye devam
ediyorlar. İman edenleri kendilerinden aşağı görüyorlar, onları küçümsüyorlar,
mü’minlerin üzerinde bulundukları yolu beğenmiyorlar.
Hâlbuki asıl beyinsiz, sefih, yarım akıllı olanlar kendileridir.
Mü’minler, onların düştüğü sefihliğe düşmezler. Allah’ın verdiği
269 2/Bakara,130
270 2/Bakara, 142
271 6/En’âm, 140
272 7/A’râf, 66-67
273 4/Nisâ, 5; 2/Bakara, 282
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
akıl nurunu iyi kullanarak zararlı ve tehlikeli sonuçları tercih etmezler.
Onlar bütün sefihlerle ve onların zararlarıyla, fitneleriyle,
ifsatlarıyla mücâdeleye devam ederler. 274
Ayrıca onlar sefihlerin ahmaklıkları yüzünden belâya uğramamak
için Hz. Mûsâ (a.s.) gibi duâ ederler: “Ya Rabbi içimizdeki süfehâ
(sefihler) yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu senin imtihanından başka
bir şey değildir.” 275
“(Bu münâfıklar) mü’minlerle karşılaştıkları vakit ‘(biz de) iman ettik’
derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise: ‘biz
sizinle beraberiz, biz onlarla (mü’minlerle) alay ediyoruz’ derler.” 276
Onların şeytanları, çoğunlukla yahûdilerdir. Siyonistleri kendilerine
destek ve sığınak yaparlar. Yahûdiler ve yahûdileşenler
de, İslâm saflarını parçalamak ve dağıtmak yolunda münâfıkları
istedikleri gibi kullanırlar. Kur’an, çizdiği bu portre ile toplum
içinde sürekli olarak münâfık tipine karşı uyanık hareket etmemiz
gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu duruma göre, biz insanlara karşı
ilme dayanmadan zanlarla hüküm vermeyecek, fakat onları tam
güven ve gönül huzuru ile tanımadan işlerimizi teslim etmeyeceğiz.
Bu konuda, özellikle lider adayı ve önderlik ilişkilerinde daha
titiz olacağız. Toplumun gözüne girmek için yapılan çalışmaları bu
ilkeye göre değerlendirmek gerekir. İlişkilerde ve önderlik makamında
sosyal hayatımıza girme çalışmalarında önemli bir konumu
bulunan, ciddi bir görevi bulunan şahısların arkasındaki güçleri
de göz önünde bulundurmak zorundayız. Onları harekete geçiren
politika ve düşüncenin ana ilkelerini kavramak zorundayız.
Liderliğimizi ve eğer varsa sırlarımızı ancak pratik olarak denemeden
geçirdiğimiz, içe yönelik yapısını araştırdığımız ve iyi sonuçlara
vardığımız şahsiyetlere verebiliriz. Ta ki, böylece kurumlarımız
sağlıklı bir temele otursun, sarsıntıya uğramasın, tahrif edilmesin,
başkası tarafından sömürülmesin ve ihanete uğramasın.
“Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de tuğyanlarında (azgınlıklarında)
onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.” 277
Onlara, bu hilelerinin mü’minler tarafından yutulduğunu ve bu
çifte standartlı kişiliklerinin deşifre edilmeyeceğini düşünmelerini
sağlayan Allah’tır. Azgınlıklarında debelenmeye bırakan Allah’tır.
Onları ânında cezalandırmayan, güvenle yollarına devam ettiklerini
hissettiren, plan ve hilelerinde, içleriyle dışları arasındaki
274 Hüseyin Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 585-587
275 7/A’râf, 155
276 2/Bakara, 14
277 2/Bakara, 15
NİFAK - MÜNÂFIK
- 65 -
uyumsuzlukla debelenip durmalarına izin veren Allah’tır. Hâlbuki
onların bu tutumları gerçekten gülünçtür, eğlencelidir. Hangi tutum,
toplum içinde ürkek tavşan gibi hareket eden, herhangi bir
hareketinden dolayı cezalandırılmaktan korkan, tespit edilecek
bir suçundan dolayı endişe eden münâfıkların tutumundan daha
alaya müsait olabilir? Alay kelimesi, horlamayı ve aldırmamayı
ifade eder. Burada sanki Allah, onların azgınlıklarını arttırmak
suretiyle onlarla alay etmiş olmaktadır. Mü’minleri aldattıklarını
zannederlerken kendileri maskara olurlar.
“İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu
ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” 278
Münâfıklar, hidâyeti verdiler, karşılığında dalâleti satın aldılar.
Cenneti verdiler; cehennemi satın aldılar. İzzeti verip zilleti satın
aldılar. Sonunda her iki dünyada zararlı çıktılar. Kur’an’ın bu
âyette ve başka bazı âyetlerde kullandığı “satın alma” kavramı
üzerinde biraz durmak gerekir. Âyetlerden anlaşıldığına göre satın
alma, insanın işlediği iyilik ve kötülük sonuçlarına dayanan her
türlü eylemini kapsamaktadır. Yani insanın tüm yaptığı işler, bir
ticaret niteliğinde; özel ve genel yapısında kâr ve zarara elverişli
birer eylemdir. İnsanın ortaya koyduğu her harekette, her sözde
kâr-zarar söz konusudur. İnsan bazı eylemleriyle kendisini, hayatını,
cenneti satın alabilir. İnsanın, canını ve malını feda ettiği durumlar
da bu ticaret alanına girer. Çünkü bu durumlarda eylemler
karşılıksız kalmaz. Karşılık, mü’minler için esas olarak âhirette verilecektir,
ama bu veresiye satış da mü’mini psikolojik olarak daha
dünyadayken bile rahatlatmaktadır.
“Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın
almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu,
Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan
daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde, O’nunla yapmış
olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük
kazançtır.”279 “Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti
size göstereyim mi? Allah’a ve Rasülü’ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla
Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden
ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar.
İşte en büyük kurtuluş budur.” 280
Böylece hayatın tamamı, tüm alanlarında ve tüm
278 2/Bakara, 16
279 9/Tevbe, 111
280 61/Saff, 10-12
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
mücadelelerinde ya Allah’la; ya da şeytanla bir alışveriş eylemine
dönüşür. İnsan ne yaparsa, ne verirse mutlaka onun bir karşılığı
vardır. Eğer sonuçlar iyi, yararlı ise, alışveriş kâr; değilse zarar getir.
Münâfıkların ne tür bir ticaret yaptıklarını bu konular ışığında anlayabiliriz.
Onlar, hem dünyada hem de âhirette kendilerini zarara
sokacak bir şeyi satın almışlardır. Yaptıkları ticaret, kendilerine
umdukları kârı sağlamayacaktır.
Allah’a dâvet yolunda çaba sarfeden mü’minlerin, Kur’an’ın
kullandığı bu yöntemi kavramaları ve uygulamaları gerekmektedir.
Dünya hayatını kâr ve zarar açısından yaptıkları hesaplara
göre değerlendiren tüccar zihniyetli insanlarla karşılaşacaklardır.
Bu durumda, onların bu arzularını âyetlerde gösterilen kârlı ticaret
mantığıyla kanalize etmeleri gerekir. Dâvetçiler, sapıklığın
olumsuzluklarını, hidâyetin de dünya hayatındaki fonksiyonunu
ciddi bir şekilde değerlendirebilmelidir. Ondan sonra insanları
âhiret yurdunun problemlerine yöneltmeli ve bu alanın da diğer
alanlar gibi kâr ve zarar hesaplarına dayanan bir hayat olduğunu
kavratmaya çalışmalıdır.
“…Bilin ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya
bilmezlikten gelirler).” 281
Münâfıkların Karakteri
“Onların (münâfıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan
kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen
onların nûrunu (aydınlığını) giderir ve onları zulümât (karanlıklar) içinde
bırakır; (artık hiçbir şeyi) görmezler.”
“Onlar sağır, dilsiz ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönmezler.” 282
Münâfıklar, kâfirlerin yaptığı gibi başlangıçta hidâyetten
yüz çevirmiş; kulakları duymaktan, gözleri görmekten, kalpleri
idrâkten mahrum kalmış kimseler değildirler. Aslında bunlar, gerçeğe
ulaşmak için gayret göstermişler ve önlerinde hak apaçık tecelli
ettikten sonra gözlerini kapamışlar, sonra yüz çevirmişlerdir.
Bir ateş yakıyorlar, ateşin nûru kendilerine aydınlık temin ediyor
ve önceden arzuladıkları bu aydınlıktan faydalanmıyorlar, faydalanmak
istemiyorlar. Aydınlanmak için ateş yaktığı halde, sonra
gözlerini kapayan kişinin budalalığı nasılsa, aydınlanmak için
iman edip sonra kâfirlerin yanında İslâm’a göz kapayanlar da aynıdır.
281 2/Bakara, 13
282 2/Bakara, 17-18
NİFAK - MÜNÂFIK
- 67 -
Kulaklar, diller, gözler; nur ve hidâyeti bulmak yolunda vazife
görmek için yaratılmıştır. Bunlar ise, kulaklarını hakkı duymaz
hale getirdikleri için sağır, dillerini hakkı söylemez hale getirdikleri
için dilsiz ve gözlerini hakkı görmez hale getirdiklerinden kördürler.
Hakka dönemezler, hidâyete ve nûra giden yollar kapanmıştır
bunlara.
Benzetmeler yaparak, misaller vererek, ilgili hikâyeler ve geçmiş
vakalardan
istifade ederek anlatma usûlü çok eski zamanlardan
beri bütün toplumlarda olduğu gibi İslâm’ın ilk muhâtabı
olan Araplarda da kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm de bu usûl ve
üslûba sık sık başvurmuş, eğitim ve öğretimde sesli ve görüntülü
yayınlardan istifade edercesine bunlardan yararlanmıştır.
Münâfıkların durumunu
misallerle tasvir eden bu âyetleri tefsir
edenler çeşitli yorumlar yapmışlar; ışığı
İslâm’ın nûru, karanlığı
imansızlık, yağmuru rahmet, ganimet vb., gök gürültüsünü
ve
şimşeği inkârcıları tehdit eden âyetler olarak açıklamışlardır. Biz
bu iki âyetteki ışığı ve aydınlığı “güdüler, duyu organları, akıl”
gibi beşerî bilgi kaynaklan
ve araçları; karanlık, yağmur, gök gürültüsü,
yıldırım, şimşek ve bunlar arasında
ilerlemeye, yol almaya
çalışan insanı da “bütün iniş ve çıkışlarıyla, maddî ve mânevî
meseleleriyle insanın dünya hayatı” olarak anlıyoruz. İnsanoğlu
dünyada
problemleriyle başa çıkmaya çalışırken ya sadece beşerî
güç ve imkânlarıyla yetinir veya bunlara İlâhî yardım ve irşâdı da
ekler, Kur’an’ın ve Sünnet’in rehberliğinden faydalanır. İnkârcılar
dini, hayatlarının dışına attıkları için akıl, duyular
ve tecrübelerle
-daha çok ve kısmen- maddî problemlerini çözüyorlar, bu alanda
hayatlarını düzene koyabiliyorlar. Beşerî bilgilerin yeterli olmadığı
ilişkiler, varlıklar, olaylar ve oluşlar alanına gelince karanlıklar
içinde kalıyor, meçhuller arasında bocalıyorlar. Bu alana karşı
idrâk kanallarını kapatmak, görmezlikten gelmek, düşünmemeye
çalışmak, yok saymak fayda vermiyor. Şuur altının derinliklerinde
fırtınalar kopuyor, şuurda huzursuzluklar su yüzüne çıkar gibi oluyor,
bunları bastırmak, madde ötesini ve beşerî gücün çözümden
âciz kaldığı problemleri
unutmak için başvurulan tedbirler (zevk u
safâ âlemleri, iş, sanat, spor vb. alanlardaki
faâliyetler, içki, uyuşturucu...)
fayda vermiyor, faydası şimşek hızıyla gelip geçiyor. Bunlar
insanı bir müddet oyalasa bile kaçınılmaz sonla karşı karşıya
gelindiğinde gerçek anlaşılıyor, fakat artık çok geç oluyor, iş işten
geçmiş bulunuyor.
Allah Teâlâ’nın kullarına verdiği beşerî bilgi
araçları, hem geçerli ve yeterli oldukları alanlarda kullanılmaları,
hem de insanın içindeki ve dışındaki işaretleri (âyetleri) okuyarak
Rabbini bulması, O’nun irşâdına kulak vermesi içindir. Bunları yerli
yerinde ve amacına uygun olarak kullanmayan insan, bunlardan
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
mahrum bulunan
yaratıkların seviyesine inmiş olur. Ancak her nimetin
bir hesabı olacağı için, o yaratıklardan farklı olarak insan
sorumlu bulunuyor, emanetten hesaba çekiliyor. Münâfıklar da
bir yandan akılları, diğer yandan zâhiren uyum gösterdikleri müslümanların
dinden gelen bilgileri sâyesinde dünya hayatlarını kısmen
düzgün götürebiliyorlar. Fakat sıra iç dünyalarına, madde ve
ölüm ötesi âleme ve ilişkilere gelince karanlıklar ve ıstıraplar içinde
kalıyor, bocalıyor ve çıkmaza saplanıyorlar. Kesintisiz İlâhî irşad
ve nurla/ışıkla desteklenmediğinde bir yakımlık ateşin, bir kibritin,
bir şimşeğin ışığı kadar kısa ve yetersiz olan akıl ve beşerî bilgiler
onları bu çıkmazdan
kurtaramıyor. 283
“Onların durumu, bir ateş yakan kimsenin durumu gibidir ki, etrafını
aydınlatınca Allah onların nûrunu giderdi ve onları karanlıklar içerisinde
görmez bir halde bıraktı.” 284
Hakiki münâfıkların durumu, İslâm’a girip, İslâm’ın nûru kendilerini
ve etrafı aydınlatınca, bile bile haktan yüz çevirmeleri
sebebiyle Allah’ın, İslâm’ın nûrunu kendilerinden giderip şüphe
ve korku içerisinde hakkı göremez bir halde bıraktığı kimselerin
durumu gibidir.
Münâfıkların hakka dâvet karşısındaki davranışları, insanlığın
kurtuluş ateşini, müjde ve uyarı ateşini yakan kimsenin etrafında
bekleşen, kuşkucu, kararsız kimselerin haline benziyor. Şöyle
ki, alevler, Kur’an âyetleri, peygamberin sünneti, Muhammed’in
(s.a.s.) çevresindeki münâfıklara da aydınlık sağlarken, iki yüzlülükleri
sebebiyle, Allah onlara hak ve hakikati gösterecek aydınlığı
yok ederek, onları, şüphe, nifak ve inkâr karanlıklarında bırakıyor.
Ne doğru, hak yolu görebiliyorlar, ne de hayrı şerden ayırt
edebiliyorlar.
Bu âyetlerin devamında bu grubun karakter yapısı daha açık
ve net biçimde ortaya çıksın diye yüce Allah bize onlarla ilgili aşağıdaki
örnekleri veriyor:” 285
İlâhî ışığa gözlerini yumdukları için kör adam gibi olmuş karanlıklara
gömülmüşlerdir. “Onların durumu, bir ışık yakmak isteyenin
durumuna benzer” denmesi şunu gösteriyor. Onlar başlangıçta ilahi
tebliğle aydınlanmak istemişler. Gerçekler ortaya çıkınca rahatsız
olmuş, onları görmezlikten gelmişler, sağır, dilsiz ve kör olmuşlardır.
Doğruları, artık ne duymak, ne görmek, ne konuşmak isterler.
283 Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş,
Kur’an Yolu, DİB. Y., I/28-29
284 2/Bakara, 17
285 Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Y., 1/60
NİFAK - MÜNÂFIK
- 69 -
Vazgeçme niyetleri de yoktur. 286
Allah (c.c.) hakiki münâfıkların durumunu bir örnekle açıklıyor:
Münâfıklar kendilerini ve çevrelerini aydınlatacak bir ateş
yaktılar. Yani; İslâm’a girdiler. “Ateş çevresini aydınlattığı zaman Allah
onun ışığını giderdi.” Burada kastedilen ateş İslâm’dır. İslâm’ın nûru
onların çevresini aydınlattığı zaman Allah (c.c.) İslâm’ın nûrunu
onlardan giderdi ve karanlıklar içerisinde onları görmez bir vaziyette
bıraktı.
Onları karanlıklar (küfür, şüphe ve korku) içerisinde bıraktı.
Artık onlar hakkı hiçbir zaman göremeyeceklerdir.
Bunun sebebi
ise hakkı kabul edip sonra bundan yüz çevirmeleridir. Çünkü onlar
şüphe ve nefislerine ağır gelen şeylerden dolayı küfre girmişlerdir.
Allah bu şekilde onların yaktıkları ateşin nûrunu giderince ateşten
geriye sadece yakıcı sıcaklık kalır. İslâm’a girip de daha sonra sapan
bu gibi kimseler İslâm’a hiç girmemiş kimselerden daha sapık
ve daha aşağılık bir durumdadırlar. 287
Münâfık Körlüğü
“Onların durumu bir ışık yakmak isteyenin durumuna benzer. Işık çevresini
aydınlatınca, Allah göz nurlarını gidermiş ve onları karanlıklar içinde
bırakmıştır. Göremez hale gelmişlerdir. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.
Artık onlar vazgeçmezler.” 288
Münâfık, önce inanan, sonra Allah’ı görmezlikten gelmeye
başlayan, yine de kendini inançlı gören veya gösteren kişidir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: “O münâfıklar sana geldiklerinde şöyle dediler:
‘Biz tanıklık ederiz ki, sen, gerçekten Allah’ın elçisisin’ Allah biliyor
ki, sen elbette kendi elçisisin. Ama Allah tanıklık eder ki, o münâfıklar
kesinlikle yalan söylüyorlar. Yeminlerini kalkan edip Allah yolundan çekildiler.
Ne kötü şey yapıp duruyorlar! Bu, şundandır: Onlar önce inandılar,
sonra görmezlik ettiler, sonra kalplerinde farklı bir yapı oluştu. Artık anlamazlar.”
289
Hiç inanmadığı halde kendini inançlı gösterenler de vardır. Allah
Teâla şöyle buyurur: “İnsanlardan “Allah’a ve âhiret gününe inandık”
diyenler vardır. Oysa onlar inanmış değillerdir. Allah’a ve mü’minlere
tuzak kurarlar. Oysa tuzağı sırf kendilerine karşı kurarlar da farkına varmazlar.”
290
286 Abdulaziz Bayındır, Kur’an-ı Kerim’in Açıklamalı Meali, Süleymaniye Vakfı
Y., 36
287 Seyfuddin el-Muvahhid, Davetçinin Tefsiri, Hak Y., 1/53-54
288 2/Bakara, 17-18
289 63/Münâfikun, 1-3
290 2/Bakara, 8-9
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
Bakara 7. âyette, Allah’ı görmezlikten gelen kâfirlerin, gerçekleri
görmeme alışkanlığı kazandığı ve bu yüzden gözlerinde
perde oluştuğu bildirilmiştir. Aynı perde, münâfıklarda da oluşur.
“Onların durumu, bir ışık yakmak isteyenin durumuna benzer” buyrulması,
başlangıçta İlâhî tebliğle aydınlanmaya istekli olduklarını
gösterir. O tebliğ, gerçekleri ortaya çıkarınca rahatsız olur,
onları görmezlikten gelerek tekrar karanlıklara dalarlar. Kendilerini
sağır, dilsiz ve kör konumuna sokarlar. Doğruları; ne duymak,
ne görmek, ne konuşmak isterler. Bundan vazgeçme niyetleri
de yoktur. 291
Mevdûdi diyor ki: “Bu misâl şunu anlatmak ister: Bir kimse -Hz.
Muhammed (s.a.s.)- doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan ayıran Hakikat
ışığını yaymaya başladığında, yeteneklerini iyi kullanabilen
kimseler bunları ayırdetmeye başladılar. Fakat kişisel çıkarlarının
kör ettiği münâfıklar bu ışıkla bile doğru yolu görmeyi başaramadılar.
“Allah onların nûrunu giderdi” ifadesi hakkı görememenin
sorumluluğunu onlardan kaldırmaz. Bu da 7. âyette anlatılan tabiat
kanununun aynısıdır. Onlar karanlıkta salınmayı seçtiklerinde,
Allah da onları bu sapık yolda bırakmıştır. 292
Seyyid Kutub diyor ki: “Bilindiği gibi münâfıklar, kâfirler gibi,
daha baştan hidâyete yüz çevirmiş; kulaklarını işitmekten, gözlerini
görmekten ve kalplerini algılamaktan alıkoymuş değillerdir.
Fakat onlar işin içyüzünü açık-seçik biçimde anladıktan sonra körlüğü
hidâyete tercih ettiler. Yani ateş yakmak istemişler ve yakmışlar,
yaktıkları ateş çevrelerini aydınlatmaya başlayınca kendi istekleri
ile yaktıkları bu ateşten yararlanmamışlardır. O zaman yüce
Allah önce isteyip sonra yararlanmaktan vazgeçtikleri “aydınlıklarını
gidererek” kendilerini “hiçbir şey göremeyecekleri koyu bir
karanlıkta bıraktı”. Tabii ki, aydınlıktan yüz çevirmiş olmalarının
cezası olarak.” 293
“Onların örneği tıpkı (karanlıkta) bir ateş tutuşturan adamın örneğine
benzer...” Bu, münâfıkların durumlarını somutlaştıran bir örnektir.
Onlar, koyu bir karanlığın içine düşmüş gibidirler; o karanlıkta
iyiyi kötüden ve zararlıyı yararlıdan ayırt edemiyorlar. Bu yüzden
aydınlanma gereçlerinden birine başvurma gereğini duyuyorlar.
Bir ateş yakıp çevreyi görmek istiyorlar. Ateş tutuşup çevrelerini
aydınlatınca yüce Allah, rüzgâr ve yağmur gibi bir sebebi devreye
291 Abdulaziz Bayındır, Kur’an-ı Kerim’in Açıklamalı Meali, Süleymaniye Vakfı
Yayınları: 104-105.
292 Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, insan Y., 1/49
293 Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Y., 1/60
NİFAK - MÜNÂFIK
- 71 -
sokarak ateşi söndürür. Böylece eski karanlığın içinde kalmaya devam
ederler. Hatta bu defa iki karanlığın ortasında bocalarlar: Bir,
çevrelerini saran karanlık; bir de şaşkınlık karanlığı, aydınlanma
gerecinin devreden çıkması ile yaşadıkları psikolojik karanlık.
Bu örnek, münâfıkların durumunu gözler önüne seriyor. Bunlar
mü’min gibi görünerek, mü’minlerle iç içe yaşamaktan dolayı
dinin sağladığı bazı nimetlerden yararlanırlar. Miras ve nikâh gibi.
Fakat imandan asıl yararlanma dönemi olan ölüm vakti gelip çatınca,
yüce Allah, nurlarını giderir, amellerini geçersiz kılar, onları
koyu bir karanlığın ortasında bırakır. Burada ne yapacaklarını, nasıl
edeceklerini bilemezler. Hem eski karanlığın ve hem de amellerinin
yol açtığı karanlığın içinde bocalayıp dururlar. 294
Münâfıkların Çirkin Özellikleri
“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; artık onlar dönmezler.”295
Münâfıklar bile bile haktan yüz çevirdikleri için duyan kulakları
hakkı duyamayacak kadar sağır, konuşan dilleri hakkı söyleyemeyecek
kadar dilsiz, gören gözleri hakkı göremeyecek kadar kör olmuşlardır.
Bu yüzden artık küfür, şirk ve nifaklarını bırakıp doğru
yola, hakka dönmezler. Bu şekilde haşrolunacaklardır.
Münâfıklar artık hakkı duyamayacak kadar sağır, hakkı
söyleyemeyecek
kadar dilsiz, hakkı göremeyecek kadar
kör olmuşlardır.
Bunların kulakları hakka karşı tıkanmış,
gözleri hakka karşı kapanmış,
dilleri de hakka karşı kilitlenmiştir. Bunlar bundan böyle
hakka dönemeyeceklerdir.
Bu duruma düşmelerindeki tek sebep;
İslâm’ı bilip kabul ettikten sonra onu terk etmeleridir. 296
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bunlar sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler, bu halden dönüp önceki nurlu hali bulamazlar.
Daha açığı: Artık kendilerine gelemezler, tamamen sersem, şaşkındırlar.
Şu halde yolu nerede bulacaklar? Bu şekilde sönen yalnız
göz nurları değil, bütün şuur nûru, idrâk nûru olduğu anlaşılıyor ki,
bu mânâ “Hatemallahu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim ve alâ ebsârihim
ğışâveh” “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların
gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir.”297 şeklindeki kâfirler hakkındaki
durumdan münâfıklardaki bu mühürleme ve basım daha kuvvetlidir.
Bu şekilde hikâyedeki ateş yakan, nurları gidenlerin dışında
kalır. Rasûlullah’ın dâvet ve hidâyeti (doğru yolu göstermesi)
294 Allâme Muhammed Hüseyin Tabatabai, El-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’an, Kevser
Y., 1/ 87
295 2/Bakara, 18
296 Seyfuddin el-Muvahhid, Davetçinin Tefsiri, Hak Y., 1/54
297 2/Bakara, 7
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
karşısında münâfıkların durumlarının da, tıpkı ateş yakıcının parlattığı
ışık karşısında gözleri Allah tarafından görmez oluverenlerin
durumu gibidir. Araplarda ateş yakmak, ışıklandırmak maksadıyla
da yapıldığından, bu mânâlarda kullanılır. Aynı şekilde yangın çıkarmak
gibi sûikastla da olabileceğinden fitne ve fesat çıkarmak
mânâsına da gelir. Ve burada ikisine de ihtimali vardır. Bundan
başka dâvet, hayra da olur, şerre de. Şu halde yangın çıkarmak ve
kötülüğe dâvet etmek mânâlarına alındığı zaman, nûrun alınması,
ateşin söndürülmesi demek olacağı açıktır. Ve bu şekilde ateş yakan,
karanlıkta kalanlardan olur ki, bu ateşi yakan münâfıkların
başıdır. Işık dururken şuurun, görme kabiliyetinin esasından kayboluvermesi
İlâhî bir hârikadır. Ve meselin en güzel noktasını teşkil
eder. Peygamberin dâvet ve hidâyeti karşısında münâfıkların, “ateş
yakıcı” karşısında etrafındakilerin bir kısmı, Muhammedî dâvet ve
onun irşâdı ebedî olduğu halde, münâfıkların anlayış nurlarını Allah
almıştır. Ve belki bunların içinde başlangıçta kalbî iman da nasip
olduğu halde, sonra bozgunculuğa sapan, kalben dinden dönerek
imanının nûrunu kaybedenler bile bulunmuştur. Kur’an’ın nazmı
işte bu temsili, böyle mânâ tabakaları ile çok yönlü olarak açıklamıştır
ki, her birinin bir sahih yönü vardır. Muhammedî dâvetin
ateş yakma ile gösterilmesi ise ikinci temsilde görüleceği üzere
şunu anlatır: Bu dâvet, bir taraftan müjdeleme, diğer taraftan korkutmayı
ihtiva eder. Bu dâvet, cennetin karşısında bir de cehennem
ateşini gösteriyor. “Bu ateşten kaçın, şu cennete koşun.” diyor.
Münâfıkların da bu müjdelere ağızları sulanıyor; korkutmadan da
başları dönüyor, ağızdan “âmennâ; inandık” diyorlar, hidâyet buraya
kadar geliyor, fakat kalplerine iman girmiyor. Çünkü anlayışlarının
nûru sönmüş, fenalığa ceza veren adil bir Allah’a inanmak
istemiyorlar. Her türlü emellerine kul gibi hizmet edecek adâlet
etmekten âciz bir ilâh istiyorlar. 298
Mevdûdi diyor ki: “Onlar Hakk’ı duymakta sağır, Hakk’ı konuşmakta
dilsiz ve Hakk’ı görmekte kördürler. 299
Seyyid Kutub da diyor ki: “Kulaklar, diller ve gözler sesleri, ışıkları
algılamak hidâyetten ve aydınlıktan yararlanmak için yaratıldığına
göre, bunlar kulaklarını fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı
“sağır”, dillerini fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı “dilsiz”,
ve gözlerini fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı “kör”dürler. Bu
yüzden hakka dönmeleri, hidâyete yönelmeleri, başka bir deyimle
hidâyete ve ışığa kavuşmaları sözkonusu değildir. Âyette verilen
298 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları:
1/219-221.
299 Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, insan Yayınları: 1/49.
NİFAK - MÜNÂFIK
- 73 -
şu örnek de onların içinde bulundukları durumu tasvir etmekte,
duygu dünyalarına egemen olan kargaşayı, şaşkınlığı, endişeyi ve
kaygıyı gözlerimizin önüne sermektedir.” 300
Yüce Allah bu âyet-i kerimelerde durumlarını açıklamak, onların
kötü işlerini,
kötü fiillerini beyan etmek, onları ibretli bir
şekilde cezalandırmak, gizlediklerini
açığa çıkartıp rüsvay etmek
üzere münâfıkların durumuna dair misaller vermektedir. Çünkü
münâfıklar insanlık için bir fitnedir, ümmet içerisinde
bir hastalıktır.
Misaller vermek ise birtakım hususları açıklamak, gizli ve ancak
düşünülerek anlaşılan şeyleri açık ve hissedilir olarak açığa çıkartmak
için Kur’an’ın izlediği bir yöntemdir. Bu misaller münâfıkların
huzursuz, şaşkın
ve tutarsız durumlarını, işlerinin içyüzlerinin çabucak
açığa çıkışını tablolaştıran örneklerdir:
Onların işlerinin çabucak açığa çıkışını canlandırmaktadır: Şöyle
ki münâfıkların sadece kısa bir süre için müslüman olduklarını
söylemeleri,
kendilerinin ve çocuklarının güvenliklerini sağlama
halleri, tıpkı kendisinden
yararlanmak için ateş yakan kimselerin
haline benzer. Bu ateş çevrelerinde bulunan yerleri ve eşyayı
aydınlatıp kısa bir süre çevrelerini görmelerini sağladıktan
sonra
Yüce Allah bu ateşi şiddetli yağan bir yağmur yahut şiddetli esen
bir rüzgâr ile söndürüverir. Böylelikle onların hiçbir şey görmeyecek
hale gelmelerini sağlar; gecenin, üst üste yığılmış bulutların
ve ateşin sönmesinin sebep olduğu
karanlıkların içerisinde bırakır.
Çünkü artık aydınlık ortadan kalkmıştır.
Münâfıklar ise duygu ve hislerini işlemez hale getirmişlerdir.
Onlar işitmenin
sağladığı faydayı, akıllarını işletmediklerinden
dolayı öğüt verenin öğüdünü,
doğru yol gösterenin irşâdını işitemezler.
İşitseler bile anlayamazlar. O bakımdan onlar hakkı işitemeyen,
hakka karşı sağır kimseler gibidirler. Aynı zamanda onlar
konuşma ve tartışmadan da yararlanamazlar. Herhangi bir meseleye
karşı delil, herhangi bir meseleye dair açıklama istemezler.
Onlar sanki konuşmayan dilsizler gibidirler. Onlar görmenin sağladığı
faydayı da işlemez hale getirmişlerdir. O bakımdan başlarına
gelen türlü fitneler ile ümmetlerin mâruz kaldığı hallerden ibret
almazlar. Sanki onlar hidâyeti göremeyen körler gibidir. Onlar
hiçbir zaman bulundukları sapıklık hallerinden vazgeçip hidâyete
yönelmezler. O bakımdan sen de onlar için üzülme, tasalanma! 301
Münâfıklar Kördür, Doğruyu Görmez
Allah, yukarıdaki âyetlerde münâfıkların özelliklerini
300 Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 1/60
301 Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Y., 1/79
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
zikrettikten sonra onların şahsiyet modelini ortaya koymaktadır.
Münâfıklık onların önünü karartmakta,
akıl ışıklarını söndürmekte
ve kalp gözünü kör etmektedir. Gözleri
kör, ışıksız ve karanlıkta
kalmış bir insanın doğru yolu bulması imkânsızdır.
Hidâyet, insanın
kalp gözü ve akıl ışığıdır. Bu ışık insanın önünü aydınlatır,
nerede
olduğunu ve ne yöne gideceğini gösterir. Işıksız hedefi bulmak
ve amaca ulaşmak mümkün değildir. Münâfık, hedefi şaşıran
ve amaca ulaşamayan
kişidir.
Yüce Allah münâfıkların durumunu örnekle anlatmaktadır. Bu
örnekte ateş, aydınlatmak, nur, karanlık ve görme kavramları bir
araya gelmiştir. Ateş kelimesi burada ışık mânâsında kullanılmaktadır.
Yolunu kaybeden insan ateş yakar ki, nerede olduğunu insanlar
anlasınlar. Diğer taraftan ateş, yolunu ormanda kaybetmiş
insana vahşi hayvanların saldırmasını da önler. Aynı zamanda o,
soğuktan donma tehlikesi geçiren kişinin hayatını da kurtarır. Ayrıca
ateş, yemekleri pişirip yenecek hale getirir.
İşte ışık, insana kendisinin ne olduğunu bildirir, insana kendisini
tanıtır ve yolunu aydınlatır. Aklın ışığı, vahşi hayvanı andıran
nefsin arzularına, şeytana ve yanlış düşüncelere karşı insanı korur.
Yanan aklın ışığına onlar yanaşamaz. Donan insan zihnini ve gönlünü
ölümden kurtarır. Aklın ışığı, insanın hamlığını pişirir ve olgun
hale getirir. İkili oynamaları, iman etmediği halde iman ettik
demeleri, Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya teşebbüs etmeleri,
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları, iman edenleri beyinsizlikle
itham etmeleri, mü’minlerle alay etmeleri ve tercihlerini kötüden
yana kullanmış olmaları nedeniyle Allah, onların yanan ışıklarını
söndürmektedir. Onları, artık göremeyecekleri karanlıkların içine
terk etmektedir.
Akıl ışığı yanan ve aydınlanan insanlar yukarıdaki davranışlara
asla girmezler. Demek ki, münâfıkların zoru akıllarındadır.
Beynindeki ışığı sönen insan, ne yaptığını, neyi satın aldığını ve
insanlığın neresinde olduğunu bilemez. Bu beyin, yani akıl ışığı
ferdi olduğu kadar toplumsaldır da. Fertlerin akıl ışığı, birleşince
toplumu aydınlatır. 302
302 Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları:
1/225-226.
NİFAK - MÜNÂFIK
- 75 -
Münâfıkların Melekeleri/Yetenekleri
Dumûra Uğramıştır
“Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; geri dönüşleri mümkün değildir.” 303
Bu âyette, zamirlerin çoğul olarak kullanılmasından, bir grup
insandan bahsedildiği anlaşılmaktadır, böylece âyet, toplumsal
ışığa ve toplumsal görmeye işaret etmektedir. Kulak, dil ve göz
organlarına dikkati çeken Allah, duyu organlarının birlikte
bir bütün
oluşturduklarına işaret etmektedir. Buna psikolojide algı aktı
denmektedir. Algı aktı duyu organlarının birlikte ve organize olarak
görev yapmasını ifade eder. Bu birleşme işlemi beyinde olur.
Allah parçaları zikrederek,
bütünü (İnsan beynini ve düşüncesini)
kasdetmektedir.
Allah “sağır” kavramıyla münâfıkların dinlemediklerini, gerçeğe
kulak vermediklerini,
uyanlara karşı aldırış etmediklerini kasdetmektedir.
Onlar öylesine sapık bir yola girerek öylesine mesafe
alırlar ki, yapılan uyarıları duymaz hale gelirler. Hastalanmış kalp,
akıl ışığının sönmesi ile kulakları sağırlaştırır: “Kulaklarımızda ağırlık
(vakr) vardır.” 304
“Vakrun” kavramı, kulağı ağır işitmek, duymamak, sağır olmak
anlamlarını ifade eder. Âyetteki sağırlık, mânevî sağırlıktır.
Gerçeğe karşı insanların takındıkları menfî bir tavır ve tepkidir.
Âyette bu itirafı, tepkiyi gösterenlerin kendileri yapmaktadır.
Hz.
Peygamber’in yaptığı uyarı, getirdiği nûra/ışığa ve müjdeye karşı
olanların çok uzak mesafedeymiş gibi tepki göstermelerini ifade
etmektedir. Allah, Hz. Nûh’un dâvetine, kavminin benzer bir tepki
gösterdiğine de işaret etmektedir: “Onları ne zaman dâvet ettiysem
parmaklarını kulaklarına tıkadılar.”305 Kulakları tıkamak ve dinlememek,
bir insana gösterilecek tepkilerin en ağırıdır, haktan kaçışın
ifadesidir. Dinlemeyen insanın gerçeği anlaması çok zordur; hatta
imkânsızdır denebilir.
“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, sanki kulaklarında
ağırlık varmış gibi kibirlenerek yüz çevirir. Sen de ona acıklı bir
azabın müjdesini
ver.”306 Anlatılan veya okunanlara kulak vermemenin
arkasındaki neden kibirdir. Âyet, Allah’ın âyetleri okunduğunda,
kibirlenerek yüz çevirenlerin psikolojik yapısını açıklamaktadır.
Âyetlerden yüz çevirmek gibi ağır bir tepkinin iki büyük nedeni
vardır: Kibir ve dinlememek. Bir taraftan kibir, dinlememeye
303 2/Bakara, 18
304 41/Fussılet, 5; 6/En'âm, 25; 17/İsrâ, 46; 18/Kehf, 57; 41/Fussılet, 44.
305 71/Nûh, 7
306 31/Lokman, 7
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
sebep olurken, diğer taraftan dinlememek de kibre sebep olabilir.
Bu davranış biçimleri ya da tavırlar, birbirinin sebebi ve sonucu
olabilirler. Sanki işitmemiş
veya kulaklarında sağırlık varmış gibi
davranarak, kibirle âyetlerden uzaklaşmak, insanı elîm bir azâba
götürmektedir.
“Onlar dilsizdirler.” Doğuştan dili tutuk mânâsına gelen bu kavram,
cehâletten veya kasden konuşmamayı
da ifade eder. Sağırlıkla
dilsizlik arasında sıkı bir bağlantı vardır. Dilsizler
-genelliklesağır
da olurlar. Dinlemeyen insan, konuşacak bir şey bulamaz.
Dil kavramı, gönül mânâsına da gelir. Ağızdaki dil, gönül dilindekileri
anlatır.
Gönül boş olunca, dilin de anlatacağı bir şey olmaz.
Dilin konuşması, bir işin başarılmasını ifade eder. Bu sebeple
dil, kültürün en önemli vâsıtası ve unsurudur. Allah buna şöyle
işaret ediyor: “Allah, şu iki kişiyi de misal verir: Onlardan biri dilsizdir,
hiçbir şey beceremez ve efendisinin
üstüne bir yüktür.” 307
Dilsizlik, burada beceriksizlik anlamında kullanılmıştır. Beceriksiz
insanlar kültür meydana getiremez ve başkalarının kültürüne
tâbi olarak onlara yük olurlar.
Manen sağır ve dilsiz olanlar,
manevî hayat, peygamber ve Allah için yüktürler.
Kibirli ve iş göremeyen
insanlar tabii olarak insanlığa yük olacaklardır: “Onları
nereye gönderseniz bir hayır getiremezler.” 308
Demek ki iş becermek, başlı başına bir değerdir ve bu değer
kültürün temelidir.
Kültür bir topluma anlam kazandıran değerler
sistemi ve hayat nizamıdır.
Toplumlar kültür vasıtasıyla bütünlük
kazanır ve hayat bulurlar.
Bakara, l8. âyette geçen “bukmun/dilsiz” kavramını, 17. âyetle
birleştirerek şu genellemeyi yapmak
mümkündür: Akıl ışığı sönmüş
insan, karanlıktaki insana benzer. Karanlıkta kalan insan da
hiçbir iş beceremez. Dilsiz olan insan, karanlık içinde kalan
ve hayırlı
bir eylemde bulunamayan insandır. Karanlıktaki insanı, ne tarafa
yönlendirirseniz yönlendiriniz, hayırlı bir iş yapması mümkün
değildir: “Âyetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde kalmış sağır ve
dilsizlerdir.”309 Allah’ın âyetlerini yalanlamak, insanı sağır ve dilsiz
bir halde karanlıkların içine gömer. Manevî karanlık içinde kalmış,
akıl ve gönül ışığından yoksun insanlar, artık karanlık içinde hayırlı
bir iş üretemezler.
“Onlar kördürler.” Akıl ve gönül ışığından yoksun olan insanın,
307 16/Nahl, 76
308 16/Nahl, 76
309 6/En'âm, 39
NİFAK - MÜNÂFIK
- 77 -
gözü görse bile kalp gözü kördür. Karanlık içinde kalan insanın
gözlerinin görmesi mümkün olmadığı gibi, kalp gözü kör olan
münâfığın da gerçeği görmesi mümkün değildir.
Sağırlık, dilsizlik ve körlük insanı girdiği yanlış yoldan geri çevirmez,
geri
dönmek istese bile dönemez: “Onlar geri dönemezler.”
Sağırdırlar, kendilerini bulmaya çalışan insanların sesini duyamazlar;
dilsizdirler,
yollarını kaybettiklerini söyleyemezler, kördürler,
bir çıkış yolu bulamazlar.
Âyetteki dönemezler ifadesini,
başka bir âyetle tefsir edebiliriz: “Hidâyet çağrısına kulak vermeyen
kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını
işiten hayvanların
durumuna benzer. Çünkü onlar, sağır, dilsiz ve kördürler.
Bu sebeple akıllarını
kullanıp düşünemezler.” 310
Dönemezler demek, “akıllarını kullanıp düşünemezler” demektir.
İnsanın girdiği
yanlış yoldan dönebilmesi için, önce, yanlış
yolda olduğunu anlaması gerekir. Aklını kullanamayan, onun ışığından
mahrum olan insan bu dönüşü nasıl başarabilir?
Münâfıkların dönemedikleri tutum ve davranışlar nelerdir?
Bu soruya Fahruddîn Râzî şu şekilde cevap vermektedir: Sımsıkı
sarıldıkları nifaklarıdır; hidâyeti satıp dalâleti satın almaları;
bulundukları
yerde çakılı kalıp, ileri mi geri mi gideceklerini bilememeleri
ve bu nedenle
başlangıç noktasına dönememeleridir.311
Münâfıklık bir inanç biçimi ve bir ahlâk anlayışıdır. Münâfıkların
ahlâkını çifte standart, bilinçsizlik ve dalâleti hidâyete tercih
etmek
gibi yanlış bir mânevî ticaret oluşturmaktadır. İşte bu
ahlâktan dönmelerinin
imkânı yoktur.
“Dönemezler” ifadesini eğitim açısından da değerlendirebiliriz.
Eğitimciler, insanların tümünün eğitilebileceği fikrinden
hareket ederler. Fakat eğitim süreci
ilerledikçe, bazı insanların
eğitilemeyeceği ortaya çıkar. “Uyarsan da uyarmasan da onlar iman
etmezler”312 ifadesi ile 18. âyette yer alan “dönemezler”
ifadesi bazı
insanların eğitilemeyeceklerine işaret etmektedir. Sağır, dilsiz, üstelik
kör olan, akıl ışığından da yoksun olan insanın eğitilmesinin
imkânsızlığı vurgulanmaktadır.
Çünkü eğitim-öğretim göze,
kulağa, beyne ve gönle hitap etmelidir.
Bunlardan yoksun olan
insanın eğitilmesi imkânsızdır. Kendileri, bulundukları o karanlığı
aydınlığa çeviremedikleri gibi, başkalarını da aydınlığa kavuşturamazlar.
Dönemezler ifadesi, dönüşümü, değişimi, yeniliği, gelişimi
310 2/Bakara, 171
311 Fahruddîn Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, 11/62
312 2/Bakara, 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
ifade etmektedir. Yenilik, gelişim ve değişim akıl işidir. Beynini yenileyemeyen
insan, hayatım da yenileyemez. Yeniliğe kapalı olan
da, değişim meydana getiremez. Yenilik ve değişim,
bir atılım ve
bir beceri işidir. Münâfık, bütün bu oluşumlara kapalıdır. 313
Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar
Kurtubî, bu âyetteki münâfığın durumunu şöyle izah etmektedir:
Münâfığa dair verilen misal ateşi yakanın durumu açıklanarak
tamamlanmış olur. Çünkü ateşi yakanın görmez bir halde
karanlıklar içerisinde
kalması münâfığın şaşkınlık ve tereddüt
içerisinde kalışını andırır. Âyet-i kerime ile anlatılmak istenen ise,
münâfıklara bir misal vermektir.
Evlilik, mirasçı olmak, ganimet almak, kendilerinin, çocuklarının
canlarının güven
altına alınması, mallarının dokunulmaz olması
gibi müslümanlar ile ilgili
olan hükümlerin kendileri için de
geçerli olmasını sağlayan, açığa vurdukları
imanlarıdır. Bununla
da karanlık bir gecede bir ateş yakıp onun vâsıtası
ile aydınlananın,
sakınması ve kendisini güven altına alması gereken şeyleri
görenin
durumuna benzerler. Bu ateş sönüp yahut ortadan kalkınca,
yine
onu rahatsız edici şeyler gelir, onu bulur ve şaşkın şaşkın kalmaya
devam eder. İşte münâfıkların durumu da böyledir. Onlar
iman edince İslâm’a girdiklerini
belirten sözlerine aldandılar. Fakat
ölümden sonra can yakıcı acıklı azap ile karşı karşıya kalacaklardır.
Yüce Allah’ın şu buyruğunda haber
verdiği gibi: “Şüphesiz
münâfıklar, cehennemin en aşağı tabakasındadırlar.”314 Ve Allah onların
nurlarını giderir. İşte bundan dolayı
şöyle diyeceklerdir: “Bize
bakın da sizin nûrunuzdan aydınlanalım.” 315
Bu benzetme şöyle de açıklanmıştır: Münâfıkların müslümanlara
yönelmesi,
onlarla konuşması ateşe benzer. Onlara duydukları
sevgiden yüz çevirip onlar önünde tökezlemeleri ise, bu ateşin ışığının
gitmesi gibidir. Bu konuda
başka açıklamalar da yapılmıştır.
Sağırlar, Dilsizler, Körler!
“Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.”
Sağırlık, Arap dilinde aslında tıkanıklık demektir. Eğer tıkalı
ise, bir kanal ve boru hakkında denilir. Sağır, buna göre işitmesini
sağlayan deliklerin tıkalı olduğu kimse demek olur. Dilsiz
313 Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Y.,
1/226-230
314 4/Nisâ, 145
315 57/Hadîd, 13
NİFAK - MÜNÂFIK
- 79 -
(el-ebkem) ise konuşamayan ve konuşulanı da anlayamayan kimsedir.
Eğer konuşulanı anlıyor ise buna ahras denilir. İkisi arasında
bir fark olmadığı da söylenilmiştir.
Onların sağır, dilsiz ve kör olmalarından maksat, onların bütün
duyularının idrâk etmediğini anlatmak değildir. Maksat, herhangi
bir açıdan onların idrâk etmediklerini
ifadedir. Mesela: Filan kişi
kötü sözlere karşı sağırdır derken, böyle
bir özel durumu anlatmış
oluruz. Katâde der ki: Onlar hakkı işitmeyen “sağırlar” hakkı dile
getirip söylemeyen “dilsizler” ve hakkı göremeyen “körler”dir.
Peygamber’in (s.a.s.) Cibril hadisinde âhir zamandaki yöneticileri
şu şekilde nitelendirirken bu anlamı dile getirmek istemiştir:
“Ve sen çıplak ayaklı, elbisesiz, sağır ve dilsiz kimselerin yeryüzünün
hükümdarları olduğunu
gördüğün vakit, işte bu da Kıyâmetin
alâmetlerindendir.”316 Doğrusunu
en iyi bilen Allah’tır. 317
Bu âyetler münâfıkların tablolarını, şaşkınlıklarını,
yıkılmışlıklarını
ve umutlarının suya düşüşlerini tasvir ediyor. Önceki
âyetlerde onların iç dünyasını gözle görülebilecek
şekilde tasvir
ettikten sonra, ikinci olarak bu alana yönelmektedir. Onların hayattaki
realitelerini, yaşadıkları
olayları izah ederek ve örnekler
vererek açıklamaya
çalışmaktadır. Bu yöntem Kur’an’ın çoğu zaman
soyut
konuları açıklarken başvurduğu etkili bir yöntemdir. Bu
örneklerle mesele, daha net ve canlı bir şekilde ortaya
konulmaktadır.
Kur’an soyut şeyleri açıklarken maddî
örneklerle meseleyi
izah eder; göze, vicdana ve bilince etki edecek, onları sarsıp harekete
geçirecek bir tasvir metodu kullanır. Böylece mesele insanın
gönlünde daha derin bir düşünceye dönüşmekte ve insanın vicdanına
da dal salmaktadır. Somut örneklerle izah edilerek konunun
daha net biçimde anlaşılması sağlanmaktadır. Çünkü somut şeyler
insanın hayatı üzerinde soyut şeylerden daha fazla etkili olmakta
ve onun benliğinde daha derin tesir bırakmaktadır. Onun içindir
ki, tasvir ve temsil (resimleme, şemalandırma ve örneklendirme)
yöntemi çocukların eğitiminde tercihe şayan bir eğitim yöntemidir.
Çünkü çocuklar, soyut şeyleri somut şeyler örnek verilmeden
anlayacak kapasitede değildirler. Çocuk, gördüğü ve yaşadığı örneklerle
o soyut konuyu muhâkeme ederek anlamaya çalışır. Örnek
vermek sûretiyle
insanın zihnine ve rûhuna yerleştirilmek istenen
düşünceye
nakşedilmek istenen yakınlığıyla pratik bir sonuca
da dönüşebilir. Kur’ân-ı Kerim’in pratik hayatta yaşanan,
gözle
316 Cibril hndisi" diye meşhur olan hadis, temel hadis kaynaklarında çok yerde
geçmekle
birlikte; bu ifadeleri ancak, Müslim, İman 7'de tesbit edebildik.
317 İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Y., 1/475-477
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
görülen örneklerle onların iç dünyasını ortaya
koymaya çalışmasının
sırrı şudur; Cenâb-ı Allah, hak-bâtıl konusunda insanları bu
tür sapık yönelişlerden uzaklaştırmak
istemiştir. Burada kullanılan
yöntemde olayın çirkinliği ve nefret edilecek yönleri, olabildiğince
geniş ölçüde somut örneklerle ortaya konmakta, bu karanlık,
boğucu ve katı atmosferden tiksindirilmeye çalışılmaktadır.
Cenâb-ı Allah münâfıkların durumlarını tabiattan verdiği somut
örnekle tasvir etmiştir: “Onların durumu karanlıkta ateş yakan
kimse gibidir. Ateş etrafını aydınlattığı zaman Allah Onun aydınlığını
gidererek, kendisini, hiçbir şey göremeyeceği koyu bir karardığa bırakır.
Onlar sağır, dilsiz ve kördürler bu yüzden geri dönmezler.” 318
Kendini karanlık bir sahrada düşün. Orada hiçbir aydınlık
parçası
yoktur. Uzaktan şeffaf ve güzel mehtabıyla kumların üzerine
dökülen ay ışığı, bir mehtap da gözükmüyor. Uzaktan coşup gelen
karanlığın etrafını, yine uzaktan gelen beyaz aydınlığı ile parlatan,
utangaçlığı
ve mahcûbiyetiyle kucak açan yıldızlar da yoktur
ki, kişinin önündeki yolun hiç olmazsa bir kısmını aydınlatabilsin.
Senin önünde karanlıklarla kuşatılmış karanlıklardan
başka bir
şey yok... Sonra... Sen birdenbire bir ateş yakmayı başardın. Ve
ateşinin alevleri havaya yükseldi.
Etrafını, yolunu ve bulunduğun
yeri aydınlattı. Sonra
bir rüzgâr hemen ateşini söndürdü. Ortada
kopan fırtına sonucu,
yakmaya çalıştığın ateş birden kül oluverdi.
Hedefe yaklaşma amacıyla girişilen bu eylemin umutsuzluk ve
perişanlıkla sona ermesiyle, insanın psikolojisi üzerinde ne kadar
olumsuz etki bırakacağını düşün. Ümitsizlikten sonra bir aydınlığa
kavuşan ve fakat bu aydınlığı acımasız
bir şekilde söndürülen adamın
durumundan daha kötü
durum ne olabilir? Adam aydınlığa
muhtaç olduğu halde
bu aydınlığı elinden alınmaktadır.
İşte bu; kuşkudan, şaşkınlıktan başıboşluktan, darmadağınıklıktan
oluşan karanlıkların içinde yaşayan münâfığın halidir. Onun
durumu da; küfrü, inkârı ve reddetmeyi
yaşayan diğer insanların
haline tıpa tıp benzemektedir.
Sonra Allah’ın Peygamberi’ne indirdiği
nur gelmiş Onlara yollarını göstermeye, hedeflerini belirlemeye,
kendilerini
şaşkınlıktan, kaostan ve başıboşluktan
kurtarmaya
çalışmıştır. Onlara gönül huzuru ve netlik
kazandıracak bir
görüş, doğru hedeflerini belirleyecek bir düşünce vermeye çalışmıştır.
Onlar bununla iman ve itaat eylemine girebilir, karanlıklardan
aydınlığa çıkabilirlerdi.
Fakat onların içinde hastalığa dönüşen
köklü bir kompleks olduğundan, bu aydınlık ile karşılaşmaları
ve hidâyete doğru yol almaları mümkün olmamıştır. Dolayısıyla
318 2/Bakara, 17
NİFAK - MÜNÂFIK
- 81 -
onlar çeşitli şeytanî oyunlarla, yöntemlerle o komplekslerini süslemeye
çalışan tavırlarını sürdürmüşlerdir.
Hem kâfirlerden, hem
de iman edenlerden yararlanarak planladıkları sonuçlara varabileceklerini,
katma ve katıştırma yöntemi ile kurtulabileceklerini
telkin eden bir oyundur bu. Bu nedenle, Allah’ın nûrunu tepkiyle
karşıladıklarından dolayı Allah nûrunu geri çekmiş ve onları yeniden
karanlığa terk etmiştir. Zira onlar, ne istediğini ve ne yapmayı
planladığını bilmeyen çılgın irâdelerinin (hevâlarının) etkisinde
kalmışlardır. Dolayısıyla tercihlerini aydınlığa kavuşmak için değil,
karanlıkta kalmak için kullanmışlardır.
Allah da onları yüz üstü
bırakmış, kendi halleriyle baş başa kalmalarını sağlamış ve onları,
hiçbir şeyi göremeyecekleri
karanlıklara terk etmiştir.
İkinci âyet, onların bu sapık yönelişe neden kapıldıklarını
açık
bir biçimde ortaya koymaktadır ve onların Allah’ın kendilerine
verdiği vâsıtaları kapsamlı bir bilgiye ulaşmak için kullanmadıklarını
öğretmektedir. Onlar Allah’ın
verdiği imkânları dondurmaya
çalışmışlardır. Cenâb-ı Allah onlara işitme organı bahşetmiş, böylece
apaçık
gerçekleri ifade eden sözlere kulak vermelerini, işittikleri
bu sözleri düşünmelerini, ölçüp tartmalarını
istemiştir. Gerçek
bir mârifete kavuşabilmeleri için, bilmedikleri ve şüphe ettikleri
her şeyi sorabilmeleri için onlara dil ve konuşma yeteneği vermiştir.
Allah’ın her türlü sırlarla ve delillerle donattığı insanları,
Allah’ın azametinin bilincine varmaya ve O’nun birliğine iman etmeye
sevk eden evrensel âyetleri görebilmeleri için onlara
görme
imkânı vermiştir. Cenâb-ı Allah onlara tüm bu imkânları verirken
onları ilme varmak için, mârifete ulaşmak için kullanmalarını dilemiştir.
Fakat onlar bu imkânlardan yararlanmamış ve bu imkânları
bulunmayanlarla
aynı düzeye düşmüşlerdir. Zira insandaki duyu
organlarının değeri, onları dondurmakla değil, onları hareketli
bir
şekilde kullanmakla ancak anlaşılabilir. İnsanlara
ilimi ve mârifet
bahşedecek, hayatı daha iyi anlamaya etki edecek, insanın kalbine
düşünmek için yol açacak her türlü eylemle değerleri anlaşılacaktır.
İşte bu organlarını bilgi yolunda kullanmayan ve onların
doğal birer araç olduğunu düşünüp onları değerlendirmeyenlerin
hakka ve doğruya dönüş yapmaları asla mümkün değildir. 319
“Onların örneği şu misal gibi ki! Ateş çevresini aydınlatınca da: Allah
onların nûrunu gideriverdi. Onları zulmetler içinde görmezler olarak
kapkaranlık
bırakıvermiş.”
Kur’an’ın bir anlatım üslûbu, bir ifade
mantığı vardır. Allah soru sorar Rasûl-i Ekrem’e. Farklı sorular sorar.
Ama arkasından bakıyoruz:
“İşte bunlar gayb haberlerindendir
ki; biz sana bunları
vahyediyoruz. Sen de, kavmin de daha önce bunları
319 Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Y., 1/92-96
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
bilmezdiniz.”320 deniliyor. Bunlar gayb haberleridir ki biz onu sana
vahyediyoruz,
öğretiyoruz deniliyor. Peki şimdi bu ne biçim iş mi
diyeceğiz? Yâni ne bilecekti Rasulullah da Allah bunları soruyor
mu diyeceğiz? Hayır böyle bir şey demeye hakkımız yoktur. Çünkü
Allah’ça ifade böyledir diyoruz. Allah böyle ifade etmeyi murad
etmiştir, kimse ona hesap sorma hakkına sahip değildir. Amenna.
Meselâ bakın Cenâb-ı Hak yine soruyor: “Kaaria nedir? Bilir misin
kaaria’nın ne demek olduğunu?
Ama sen nerden bileceksin bunu?”321
diye bir soru soruyor. Ama aynı Allah yine kitabının başka bir yerinde
kendisine soru sorulan bu insan için: “Hakikaten o çok zâlim,
çok cahildir.”322 buyuruyor.
Yâni soran kim? Allah. Allâm’ul guyûb olan, âlim’ul gaybi veşşehadeh
olan, yâni gaybın da, şehâdetin de bileni, en bileni, mutlak
bileni olan, Alîm olan, Habîr olan, Semî olan, bilgi kendisinden
olan, bilginin kaynağı olan, tam bilen, mükemmel bilen, eksiksiz
bilen Allah soruyor. Peki kime soruyor Allah? Sorulan kim? diye
tarif buyurduğu insana soruyor. Yâni zâlim, kendisine zulmeden,
ya da cahil, bilgisizin bilgisizi olan insana soruyor. Ha! Öyleyse bu
soru değildir diyoruz. Yâni cevap isteyen bir soru değildir bu. Ama
Allah sordu diye soru diyoruz. Değilse Rabbimiz için bilmediği bir
konuda cevap bekleyen bir soru soruyor dememiz câiz değildir.
Ve işte Kur’an’ın böyle bir anlatım modeli
vardır diyoruz.
Cenâb-ı Hakk’ın anlatım modellerinden biri de; burada olduğu
gibi kişiyi mücerret konularla, soyut konularla sanki zor durumda
bırakıp da onun bocalaması söz konusu olacaksa, yâni o
konuyu hayata
indirgemesi problem olacaksa, o zaman örnekleme
yaparak anlatmasıdır. Konunun anlaşılabilmesi için örnek verir
Rabbimiz.
Burada da Rabbimiz bize münâfıkların
karakteristik özelliklerini
anlatırken belki anlayamazsınız, diyerek bir örnekle konuya
açıklık getiriyor: “Onların örneği şu misal gibi ki!” dedi ve bir tablonun
önüne çekti bizi. Veya bir pencere açtı Kur’an bize, bir ekran
çıkardı karşımıza ve şu örneği önce bir anlayın
dedi. Yani formüle
edilen bir problem vardı ortada, onu bir kenara
aldı ve onu anlamanız
için size yeni bir tablo çiziyorum dedi Allah.
“Bunların durumu şu şahsın örneği gibi ki, ateş yakıyor. Ateş
yakmak için çabalıyor adam.” Açıkta, meydanda, boşlukta ateş yakıyor.
Adam ateş yakıyor: “Ateş çevresini aydınlatınca da, Allah onların
nûrunu gideriverdi.”
320 11/Hûd, 49
321 101/Karia, 1-3
322 33/Ahzâb, 72
NİFAK - MÜNÂFIK
- 83 -
Bir kişi ateş yakıyor. Ateşi yakan
bir kişi olduğu halde ardından
da Allah onların nûrunu giderdi
deniyor. Allah o ateş ile beraber
olup o ateşin yakılmasıyla birlikte çevresini aydınlatan insanların
gözlerinin görme özelliğini alıveriyor. Birisi ateş yakmış obanın
kenarında, köyün kenarında
veya bir kampın kenarında.
O ateş
çevreyi aydınlatmış, birileri
var tabii orada, o ateşle ilgi kurmuşlar.
Sonra aydınlanmışlar, dünyaları aydınlanmış. Sonra da Allah onların
gözlerinin nûrunu alıvermiş. Ateş yanıyor, çevreyi aydınlatıyor,
aydınlatmaya devam ediyor; ama adamların ateşle ilgileri kalmamış.
Ondan sonra da: “Onları zulmetler içinde görmezler olarak kapkaranlık
bırakıvermiş.” Ondan sonra da: “Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve
kördürler.” Şimdi bu adamlar, artık dünyaları karardığı için, eşya ile
irtibatları
kesildiği için, ne yapacaklarını şaşırmış haldedirler. Az
evvel görüyorlardı,
ama şimdi görmüyorlar. Her şey bitmiş; sağır,
kör ve dilsiz hale gelmişler.
“Onların (münâfıkların) misali, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimsenin
misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen
onların nûrunu (aydınlığını) giderir ve onları zulumât (karanlıklar) içinde
bırakır (artık hiç bir şeyi) görmezler.” 323
Münâfıkların Işığı Kısa Sürelidir
“Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde
yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin
durumu) gibidir. O münâfıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla
parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Hâlbuki Allah, kâfirleri çepeçevre
kuşatmıştır.”
“(O esnâda) şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar, onlar için
etrafı aydınlatınca orada birazcık yürürler, karanlık üzerlerine çökünce
de oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır,
gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz her şeye kaadirdir.” 324
Münâfıkların ışığı kısa sürelidir. Atasözündeki ifade ile: Yalancı
münâfıkların mumu, yatsıya kadar yanar. Allah, bu zümrenin
halini tasvir için bir misal daha veriyor. Bu örnek, onların içinde
bulundukları korku, endişe, ıstırap ve dehşeti canlandırmaktadır:
Müthiş bir tablo bu. Hareket ve ıstırapla dolu. Sapıklık ve şaşkınlık.
Korku ve heyecan. Dehşet ve endişe. Ses ve ışık bu tabloda
billûrlaşıyor. Bulutlardan boşanıp gökleri yırtarcasına inen yağmur.
Bu yüzden meydana gelen korkunç karanlık. Gök gürültüsü
ve şimşek. Şimşeğin ışığı altında yürümeye çalışmaları ve dünya
323 2/Bakara, 17
324 2/Bakara, 19-20
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 84 -
tekrar zindana dönünce dikilip kalıvermeleri. Hayrette kalmışlar.
Nereye gittiklerini bilmiyorlar. Korku ve dehşet içinde şaşkına
dönmüşler.
Münâfığın nifak içindeki hali, karanlık bir gecede gök gürültüsü,
yağmur ve yıldırımların altında yürümesine benzer. Her yer
karanlık, arada bir şimşek çakıyor ve etrafını görüyor, bir iki adım
attıktan sonra yine karanlığın içinde kalıveriyor. İşte münâfığın bu
müslümanlar arasında söylediği İslâmî sözler ve davranışlar ona
yıldırım ışığı gibi geçici menfaatler sağlayabilir. Ama sonu yine karanlık,
yine hüsran.
Bu tablodaki şiddetli yağmurlardan karanlıklara, gök gürültülerinden
yıldırımlara, dehşet içinde kalanların titrek adımlarından
mıhlanıp kalmalarına kadar her hareket, münâfıkların acı ve mustarip
hayatını canlandırmaktadır. Onların mü’minlerle buluşmaları,
sonra şeytanlarına dönmeleri. Bir an için söyledikleri sözler
ve bundan derhal dönüş yapmaları, bir taraftan hidâyet ve nûru
arzularken, diğer taraftan kendilerini dalâlet ve karanlığın kucağına
atışları. Bu, bir zümrenin hâlet-i rûhiyesini ve karakterini aksettiren
canlı bir tablodur.
Müslümanlara şirin görünerek köşeyi dönen bazı politikacı ve
liderler, sonra imansızlara hizmet edenler, bilsinler ki bu aydınlık
geçicidir. Câmi ile puthane arasında kalmış bu şaşkınlar, kâfirler tarafından
değilse bile mü’minler tarafından hesaba çekilecektir. 325
Bu âyetler, münâfıkların şaşkınlıklarını, huzursuzluklarını ve
fırsatçılıklarını dile getirmektedir. Kur’ân-ı Kerim, onlara İlâhî irşadlarda
bulunmuştur. Ancak onlar bunlardan yüz çevirmişlerdir.
Onların bu durumları, karanlık bir gecede, gök gürültüleri ve çakan
şimşeklerle beraber şiddetle yağan bir yağmura tutulan
topluluğa
benzer. İşte bu kapkaranlık atmosfer içerisinde kurtuluş
yolunu araştırırlar ve ufukta gördükleri tek aydınlığa umut bağlarlar;
yani apaçık âyetlerin getirdiği hakka uymayı kararlaştırırlar.
Fakat aradan fazla zaman geçmeden karanlıklara düşer; yine huzursuzluğa,
çalkantıya yuvarlanırlar. Eğer Allah dilese gök gürültüsünün
gürültüsüyle kulaklarını sağır eder. Gözleri
kör etmeye
yetecek şimşeğin parıltısıyla onları kör eder. Fakat bir hikmet ve
bir maslahat dolayısıyla o bunu murad etmez. Çünkü onlara bir
mühlet vermek, doğruya dönsünler diye fırsat tanımak istemektedir.
325 Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Y., 1/60
NİFAK - MÜNÂFIK
- 85 -
Özetle; nifak kısa bir süre için bazen münâfık kimsenin yolunu
aydınlatabilir.
Ancak ateşin sönmesi gibi bu da çabucak sönüverir.
Bu ise münâfıklığın sürekliliğine
son verir, devamını önler.
Münâfık herhangi bir amacını gerçekleştirmek
ve basit maddî
bir kazanç elde etmek amacıyla münâfıklığına umut bağlayabilir.
Fakat kısa bir müddet içinde bu umutlar darmadağın olur gider.
Münâfıklar böylece huzursuzluk ve çalkantı içerisinde kalırlar.
Çünkü bir âyetin nüzûlü ile gösterdikleri zahirî sevinç, mü’minlerle
birlikte cihad etmeleri istendiği
zaman ortadan kalkar. Kısacası iyi
günlerinde müslümanlara destek vermek ve onların mutluluğunu
zâhiren paylaşmak, ibtilâ ve imtihan dönemlerinde
ise nankörlük
edip müslümanlara sırt çevirmek münâfıkların misali ve tavrıdır. 326
İşte münâfığın bu müslümanlar arasında söylediği İslâmî sözler
ve davranışlar ona yıldırım ışığı gibi geçici menfaatler sağlayabilir.
Müslümanlara şirin görünerek köşeyi dönen milletvekili
bakan olanlar
sonra da imansızlara hizmet edenler bilsinler ki bu
aydınlık geçicidir. Ya kâfirler tarafından veya mü’minler tarafından
hesaba çekilecektir. Çünkü münâfık camiyle kilise arasında
kalmış şaşkın insandır. 327
Yahut o münâfıkların hali bir yağmur kıssasına, diğer ifadeyle
yağmura tutulanlar kıssasına benzer ki, semânın her tarafından
“bardaktan dökülür gibi” boşanmış kuvvetli bir yağmur, onda türlü
türlü karanlıklar var. Gece karanlığı, kara yağmur bulutu dünyayı
kaplamış, yağmurun yoğunluğu da bunlara eklenmiş, insanın
içini sıkıyormu sıkıyor; göz, gönül kararıyormu kararıyor. Şu halde
karanlıklar katmerleşmiş, iç dış zifiri karanlık, bundan başka dehşetli
bir gök gürültüsü, titretici bir patlayışı, gürleyişi var ki, beyinlerde
çatlıyor, ufuklarda gürlüyor, bir de şimşek, şimşek çakışı.
Çakıp şakıdıkça, parladıkça bir ümit ışığı gibi karanlıkları yarıyor,
yürekleri ağza getiren bir halecan (yürek çarpıntısı) veriyor. Bunlara
tutulanlar parlayarak geldiği için yıldırım, çarptığını mahvettiği
için sâika (ve çoğulunda savâık) denilen, gözlere şimşek, kulaklara
gök gürültüsü halinde gelen, ucu nereye dokunursa yo k eden,
insanı ve hayvanı bir anda mahveden, madenleri eriten, demiri
mıknatıslayan, mıknatısların kutuplarını alt üst eden, özetle (es-
Savâık) denilince her türlü felaket ve yok ediciliği ile bilinen o
âteşîn kamçılardan, o dehşetli kıvılcımlardan, yıldırımlardan parmaklarını
kulaklarına tıkıyorlar, bunu da ölüm korkusuyla, ölümden
sakınmak için yapıyorlar. Fakat kulak tıkamak neye yarar, korkunun
ecele faydası ne?
326 Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Y., 1/80
327 Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/105-106.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 86 -
Allah bütün kâfirleri her taraflarından, içlerinden, dışlarından,
dünyalarından, âhiretlerinden kuşatmıştır. İlâhî kudretin
kuşatmasının dışına çıkmak mümkün mü? Allah’ın izni olmadıkça
bundan kurtulmalarına ihtimal mi var? Yıldırımdan korkulmaz
mı? Ölümden sakınılmaz mı? Evet, ama bunlardan daha önce
Allah’tan korkmak ve O’nun azâbından sakınmak gerekir. Yıldırımları
yapan kim? Bütün bu alâmetleri belirten kim? Bulutların
arasından, o su hazinelerinin içinden bu ateşleri çıkartan kim?
Onları tâ uzaklardan kulaklara işittiren, gözlere gösteren kim?
Sakınmak hissini veren, ona göre tedbir almak kabiliyetini ihsan
eden kim? O yıldırımların çıkış noktalarını, isabet noktalarını tayin
eden ve bulutları ona göre sevk ve idare eden kuvvetler, melekler
kimin? Hepsi hepsi Allah’ın, yıldırımlar da Allah’ın bir belâsı,
azâbının bir örneğidir. Bunlardan korkup sakınmak isteyenlerin
daha önce Allah’tan korkmaları ve onun emirlerine, kanunlarına
uyarak felâketten sakınmanın, nimetine ermenin yolunu bilmeleri
gerekir. Bir Allah korkusu, insana bütün korkuları attırıp yok
ettirir. Allah’ın izniyle her korkudan kurtulmanın bir çaresi vardır.
Fakat Allah’tan, O’nun azâbından kurtulmanın imkânı yoktur. O
da iman ve kulluk etme ister; kanunlarının, emirlerinin tatbikini
ister. Ona bununla yaklaşılır; azaplarından bununla korunulur,
kurtuluş bulunur. Yoksa gök gürültüsü ve şimşeği gördükten sonra
yıldırımdan korkmanın, kulak tıkamanın hiçbir faydası yoktur.
Şimşek çakınca olan olur, yıldırım yerini bulur. Gök gürültüsü işitildiği
zaman da bunlar beş on saniye önce olmuş bitmiştir. Ümit
ve müjde, şimşeğin yaldızlı çakışında değil, gök gürültüsünün
gümbürtülü gelişindedir. Bilmeyenler gök gürültüsünü şimşekten
sonra, yıldırımı da bu gürültü ile beraber gelir zannederler.
Hâlbuki yıldırım şimşekle düşer. Esas itibarıyla gök gürültüsü de
onunla beraber patlamıştır. Daha esasında gök gürültüsü, o yıldırımı
çıkaran sarsıntıda, sadmede, vuruştadır. Bulutlara, havaya
bu darbeyi vuran bir kuvvet, onu idare eden bir melek vardır ki,
“ra’d” yani “gök gürültüsü” ismi ona kadar dayanır. Bu kuvvet, bu
melek buluttan buluta, buluttan havaya darbeyi indirdiği zaman
sarsıntıdan bir gürültü ile bir ateş, bir kıvılcım çıkar, şimşek bu
kıvılcımdır, yıldırım bundadır. Ses ağır gelir, sonra işitilir ve geldiği
zaman, “Size geçmiş olsun, Allah’ın izniyle yıldırımı düşürdüm, siz
kurtuldunuz.” der.
Şu halde olay dıştan zannedildiği gibi şimşek, sonra gök gürültüsü
ve yıldırım değil, gerçekte ve Allah katında gök gürültüsü,
şimşek ve yıldırım şeklindedir. Size de şimşek, yıldırım ve gök
gürültüsü şeklinde görünür ve işitilir. Bunu bilmeniz, anlamanız
gereklidir. Bunun için Allah Teâlâ (ra’dün ve berk) buyurmuş. Gök
NİFAK - MÜNÂFIK
- 87 -
gürültüsünü öne almakla beraber, aralarını mutlak cem’ için olan
“vav” ile bağlamış, (şimşek, sonra gök gürültüsü) buyurmamıştır.
Bunu Fen Bilimlerini okumamış ve ümmî olan Hz. Peygamber,
kendi kendine elbette bilemezdi. Allah bildiriyor, ilim ve fen ehli
de bunu tasdik edeceklerdir. Ederken İlâhî vahyin hakikatini anlamaları
gerekir. Hele elektrik olaylarıyla delil getirerek görülmeyen
esiri (cevheri) bulmaya çalışanlar, Allah’ı daha önce anlamalı,
Peygamberine vahyinin hak olduğunu da hiç olmazsa bu gibi ince
noktalardaki fennî te’yitlerle itiraf etmelidirler. Gök gürültüsünün
bir tesbih olduğunu,328 bunu işitenlerin hamd ve şükretmesi
gerektiğini de unutmamalıdırlar. Yıldırım hakikaten müthiştir. Bir
İlâhî belâdır. Ve şimşek ile beraberdir. Fakat bundan korunmak;
önceden, maddî ve mânevî bir yıldırım siperi bulmak gerektir. O
da Allah’ı, emirlerini ve kanunlarını tanımakla olur. Şimşek çaktıktan
sonra kulak tıkamanın hiçbir mânâsı yoktur. O zaman insan
kurtulursa sırf Hakk’ın yardımı ile kurtulur ve gök gürültüsünü
işittiği zaman da kurtulmuş olduğunu bilir. O zaman Allah’ın
kudretine hamd ve şükretmesi gerekir. Bunlar ve bunları anlatan
Kur’an hep hak âyetlerdir. Bu dâvetlere ve bu irşadlara kulak tıkamak
ne bedbahtlıktır!
İşte Cenâb-ı Hak münâfıkların durumunu bir de böyle “sayyib
= yağmur” meseliyle tasvir buyurmuştur. Bu teşbih, teşbih-i
mürekkeb (temsilî benzetme) olduğuna göre ayrıntılarında benzerlik
aranılmayarak hepsinde münâfıkların hayretini, şaşkınlığını
hayal etmek yetecektir. Bununla beraber bunu teşbih-i mefrûk
olarak ayrıntılı bir şekilde düşünmek de mümkün olmuştur. Şöyle
ki: İslâm dini hayat sebebi olmakta kuvvetli bir yağmura, Peygamberimizin
gönderildiği zamanda dünyanın hali ve her zaman
İslâm’a karşı olan kâfirlerin şüpheleri karanlıklara; dinin va’di
ve vaîdi (korkutmas) şimşek ve gök gürültüsüne; kâfirlerin ve
münâfıkların namzet oldukları musibetler ve ceza, yıldırımlara
benzetilmiştir. Sonrası da İslâm’a münâfıkların bakışını ve fırsat
buldukça ondan istifade şekillerini temsil ediyor. Bu iki temsilin
nüzûl sebebi hakkında, yahudilerin de bazı rivâyetlerde bahis konusu
edildiğini görüyoruz.329
Parmaklarıyla kulaklarını tıkayarak, felâketten kurtuldukları
konusunda kendilerini bir müddet daha avuturlar. Fakat gerçekte
onlar kendilerini kurtaramazlar; çünkü Allah, kudretiyle onları
her taraflarından kuşatmıştır.
328 13/Ra’d, 13
329 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 88 -
Bu misaller, İslâm’a kalpten inanmayan, fakat çıkarları nedeniyle
“müslüman” görünen kimseleri anlatır. Bu ikinci misal, şüphe,
iman zayıflığı ve tereddüt içinde olan münâfıkları anlatmaktadır.
Bunlar tamamen kâfir değillerse de, İslâm’ı, ancak kendilerini tehlikeye
sokmayacak derecede uyguluyorlardı. Bu misalde yağmur,
tüm insanlığa rahmet olarak gelen İslâm’ı temsil eder; karanlık,
gök gürültüsü ve şimşek ise öne çıkan engelleri, İslâm düşmanlarının
ortaya koyduğu güçlü savunma nedeniyle yaşanan tehlike ve
güçleri temsil eder. Durum biraz yatıştığında onlar İslâm’a doğru
yönelirler, fakat zorluk bulutları ortaya çıktığında veya kendi çıkarlarına,
bâtıl inançlarına, önyargılarına ters düşen emirler verildiğinde
öylece şaşkınlık içinde kalakalırlar.
Eğer dilerse Allah, bir önceki misaldeki münâfıklara yaptığı
gibi bu kimselerin de Hakk’ı görmelerini tamamen engelleyebilir.
Fakat bunu yapmaz; çünkü Allah, görmek ve duymak istedikleri
sürece onların Hakk’ı görüp duymalarına fırsat vermeyi dilemiştir.
Allah’ın onlara Hakk’ı görüp duymalarına yetecek kadar güç vermesinin
nedeni işte budur. 330
Münâfıklık Küfre Götürür
“Yahut onların durumu, gökten sağanak halinde boşalan,
içinde yoğun
karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan
yağmura tutulmuş insana
benzer. O münâfıklar yıldırımlardan
gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını
kulaklarına
tıkarlar. Hâlbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.”
Allah, münâfıkların durumunu, manevî yapılarını anlatırken
tabiattan örnekler vermektedir. Bu tür benzetmeler, ortaya konulmak
istenen gerçekleri
daha iyi anlamamız için yapılmaktadır.
İnsanın, duyu organlarına hitap eden gerçekleri anlaması daha
kolaydır. Bu nedenle Allah, bu tür karşılaştırmalar
yaparak insan
idrâkini harekete geçiriyor. İç âleminin dengesi bozulmuş
insanın
yaşadığı mânevî fırtınalar ile tabiat âlemindeki fırtınalar birbirine
oldukça benzemektedir. Onun için din eğitimcileri mânevî konuları,
dış âlemden örnekler vererek anlatmalıdırlar. Bilimsel bilgi
vasıtasıyla, mânevî oluşumların isbatına gidilmelidir.
Dış âlemin kanunları ile insanın iç âleminin kanunlarının çakıştığı
noktada
hakikat meydana çıkar: “İnsanlara dış ve iç âlemlerindeki
kanunlarımı öğreteceğim (göstereceğim) ki, Kur’an’ın gerçek olduğu onlara
iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması
yetmez mi?” 331
Allah, bu âyetlerde dış âlemdeki tabiat olaylarının kanunlarını
330 Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, insan Y., c. 1, s. 55
331 41/Fussılet, 53
NİFAK - MÜNÂFIK
- 89 -
anlatmakta
ve bununla da münâfıkların iç âlemlerindeki oluşumları
izah etmektedir. 20. âyette geçen gök kavramını, psikolojik, ya
da metafizik mânâda ruhlar ve akıllar âlemi332 şeklinde anlayabiliriz,
O zaman âyette yer alan “sayyib” kelimesi Fahruddîn Râzî’nin
anladığı gibi iman ve Kur’an333 mânâsına gelir. Bu durumda gök
‘akıl’ olunca, âyetteki karanlık ve gök gürültüsü de, münâfıkların
tahammül edemediği aklın öğretileri olacaktır. Böyle olunca da
beyni ve gönlü nefsin işgaline uğrayan insanlar (münâfıklar), aklın
öğretilerinden
tiksinecekler, dünyaya, yani gönül ve nefis alemine
rahmet olarak inen bu hakikatleri kabul etmek, nefislerine
çok ağır gelecektir. İşte bu ağırlık
nedeniyle münâfıklar, aklın bu
gerçekleri karşısında parmaklarıyla kulaklarını
tıkayacaklardır.
Eğer gök, İlâhî âlemi ifade ediyorsa, sayyib de Kur’an’ın kendisi
olur. Kur’an bir rahmet olduğuna göre, âyetteki yağmur Kur’an’ın
rahmet olmasına işaret etmektedir. Bu durumda âyeti, “Kur’an’ın
öğretileri münâfıklara ağır geldiği için, onu karanlık ve gürültü
olarak değerlendireceklerdir” şeklinde anlayabiliriz.
Âfetler şeklindeki tabiat olayları, insanı ölümle burun buruna
getirir ve onda bir ölüm psikolojisi doğurur. Bu durumda insanın
yapacağı ilk iş onu kabullenmemek veya âyetteki tabiri ile ona
karşı “kulaklarını tıkamak”tır. Bu ise gerçeğin kabullenilmemesini
ve gerçekten kaçışı ifade eder. İşte Yüce Allah,
münâfıkların
Kur’an’ın gerçeklerinden nasıl kaçtıklarını böyle bir benzetme
ile
ortaya koymaktadır.
Kur’an gerçekleri karşısında münâfıklar, kulaklarını tıkayarak
kendi karanlık
dünyalarında Kur’an’ın sesini ölüm olarak algılamaktadır.
Çünkü onlar
cehâletleriyle uyum içinde yaşıyorlardı.
Kur’an öğretilerinin meydana getirdiği o fırtına, cehâletin tüm
putlarını yıkmaktadır. Bu da münâfığın ve münâfıklığın yok olması
demektir. 334
Münâfığın Işığı Kısa Sürelidir
“Neredeyse gözlerini kapıverecek olan şimşek önlerini aydınlattı mı
onun ışığında yürürler, üzerlerine karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah
dikseydi, elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Şüphesiz
Allah, her şeye kadirdir.” 335
Kur’an’ın getirdiği aklın ışığı, münâfıkların iç âlemi için yıldırımları
andırmaktadır,
münâfıklar ancak şimşeğin aydınlatması ve
332 Elmalıh Hamdi Yazır, age, 1/221.
333 Razî, age, 11/64.
334 Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları:
1/230-232.
335 2/Bakara, 20
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 90 -
aydınlatma süresi oranında, Kur’an’ın ve aklın ışığından istifâde
ederler. Nefis tarafından karartılmış
kalpte, sadece anlık aydınlanmalar
meydana gelebilmektedir. Bir anlık ışıkta gerçeklerle
karşı karşıya kalan münâfık, “iman ettim” diyor, fakat az sonra
karanlığa gömüldüğü için, bunu bir serap kabul ederek, bu anlık
imanının
bir aldanma olduğu sonucuna varıyor. Böylece karanlık
dünyalarında yaşamaya devam ediyorlar. Bu nedenle Allah,
münâfığın dönekliğini ve çifte standardını, aklın ışığından
yeterince
istifade edememesine bağlamaktadır.
Münâfıklar, Kur’an’ın ışığının, şimşeğin ışığı gibi gözlerini
kör edecekmiş
gibi davranırlar. Akim ve Kur’an’ın nûru, onların
gözlerine ağır gelir ve o nûra tahammül edemezler. Yüce Allah
“Dileseydim onların işitme ve görme duyularını giderirdim” buyuruyor.
Gidemediğine göre, onların yine de Kur’an’ın ve aklın
ışığının cazibesine kapılarak gerçekleri görebilme kapısını açık
bırakmaktadır. Zira şok edici durumlarda insanlar, ani değişimler
yaşayabilirler.
Karanlık çökünce dikilip kalırlar ifadesi, aklın ve Kur’an’ın
getirdiği faydalan anlayıp onlardan istifade edemeyince, dinin
kapısında dikilip kalırlar demektir. Aklın ve Kur’an’ın öğretilerinin
onlara getirdiği faydanın farkına
varamamaları ve onlardan
istifade edememeleri, münâfıkların gönlünü karartmaktadır. İşte
bu karanlık, onları dine giden yolun kapısında durdurmakta
ve
içeriye girmelerini engellemektedir.
“Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” Yüce Allah, Bakara sûresinin
baş kısmında yer alan münâfık ve kâfirlerin durumunu
anlatan
âyetlerin peşinden, Şüphesiz Allah her şeye kadirdir buyuruyor.
Müfessirler âyetteki şey kavramı üzerine durarak içini doldurmaya
çalışmaktadırlar.
Biz burada şey kavramını farklı bir açıdan
açıklamaya çalışacağız.
Bakara, 7’den itibaren, Yüce Allah’ın, tasvir ettiği fiilleri gerçekleştirmeye
kadir olduğunu belirtmek için, âyetin sonunda Allah
her şeye kadirdir buyrulmuştur. Yüce Allah, hak ettikleri takdirde
insanların kalbini ve kulaklarını mühürleme
ve gözlerine perde
çekme; münâfıkların manevî hastalığını artırma, Kur’an gerçekleriyle
alay etmelerine karşılık münâfıklarla alay etme; münâfıkların
nûrunu giderme, isyanlarını artırma; kâfirleri ihata etme ve
dilediği takdirde
onların işitme ve görme duyularını giderme gücüne
sahiptir. İşte bu eylemleri
yapabilecek olan Allah, her şeye
kadir olmalıdır. Bir bakıma, Bakara l’den Bakara, 20 âyetine kadarki
bütün konular, her şeye kadir olan Allah’ın hükmüyle
karara
NİFAK - MÜNÂFIK
- 91 -
bağlanmıştır. Ancak, her şeye kadir olan bir varlık, müslümanların,
kâfirler
ve münâfıkların iç âlemini bu şekilde bilip açıklayabilir. Bu
güce sahip olmayan
insanların, birbirlerini kâfir ve münâfık diye
itham etmelerinin doğru olmayacağı
da, zımnen anlamamız gereken
bir gerçektir. 336
Bu âyetlerde geçen bazı Kur’an kavramlarını özet olarak izah
etmek gerekir diye düşünüyorum. Bunlar: “sayyib/şiddetli yağmur”
“semâ/gök” ve “hazera’l-mevt/ölüm korkusu”.
Yağmur ve Tûfân Gibi Şiddetli Olanı
“Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşalan… yağmur
gibidir.”337
Sayyib kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de sadece bir yerde geçer; o
da bu işlediğimiz Bakara sûresi, 19. âyetidir. Bu kelime, sağanak
halinde, göklerden boşalmış gibi yağan şiddetli yağmur anlamına
gelmektedir. Yaratıcı’nın koyduğu kanunların zincirleme işlemesiyle
atmosfere gelen güneş ışınlarının, ancak canlıların ihtiyacı
kadar olan üçte biri yeryüzüne ulaşır. Bu da rahmetin/yağmurun
devamlılığını temin eden buharlaşmayı sağlar. Denizlerden ve
toprak üzerinden kaldırılan su aynı oranda buharlaşır, tekrar yere
iner ve hayatın devamında görev alır. Sonsuz kudret sahibi Allah,
bir yılda 450 katrilyon litre suyu buharlaştırmaktadır. Keza, dakikada
yeryüzüne yaklaşık bir milyar ton, saniyede 16 milyon ton
su, yağmur olarak indirilmektedir. Yağışlar, yeryüzünün değişik
bölgelerinde farklı miktarlarda olmasına rağmen, evrende israfa
yer verilmeyerek bu rakam korunur ve bir yıl içerisinde dünyaya
düşen toplam yağmur miktarı, diğer yıllarda da hep aynı kalır ve
bütün zaman boyu böylece devam eder.
Yağmur damlaları, dengelenmemiş bir yerçekimi kuvvetinin
etkisinde kalsalardı; yere düşene kadar hızları devamlı artarak
çok büyük değerlere ulaşırdı. Bu da, dolayısıyla muazzam hareket
enerjisi kazanmış damlaların yeryüzüne taş gibi düşen felâketi
olurdu. Bunun hiç de böyle olmadığını, ilmi sonsuz bir Yaratıcı’nın
tecellisiyle başlangıçta hareketsiz olan her bir damlanın, yerçekiminin
ters yönünde artan bir hava direncinin etkisinde hareket
ettiğini görüyoruz. Bu şekilde damlaların hızları, yukarı yönlü
hızla artan hava direnci ile aşağı yönlü yerçekimi kuvvetinin birbirine
eşit olmasına kadar artarak sonunda sabit kalmaktadır. O
336 Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları:
1/232-233.
337 2/Bakara, 19
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 92 -
aktif, berrak ve tatlı su, hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmet’ten
gönderildiği hem cahillerce hem bilginlerce kabul edilir ki, sanki
rahmet, tüm canlıların ihtiyaçlarına cevap vermek için tebessüm
ederek damlalar suretinde ilahî hazine çeşmesinden akmaktadır.
Yağmurda görülen bu ilahî yardım tecellisinden dolayı ona rahmet
adı verilmiştir. 338
Denizler dolusu su, gökler dolusu su... Bir senede yağan yağmurları
bir araya toplamak mümkün olsaydı, belki Akdeniz’i doldururdu.
Demek ki, bir senede Akdeniz’i gökyüzüne çıkarıp yere
indiren, onları toprağın altına geçirip, yeraltı kanallarında dolaştırıp,
tekrar yeryüzüne ulaştırıp, insanların hizmetine sokan
var. Nil, Fırat ve Amazon nehirlerinin çıkışı, insanı hayretler içinde
bırakmaktadır.
“Hiç yağmur yağmasaydı ne olurdu?” “Yağan yağmurlar, hiç
durmasaydı ne olurdu?” “Yağmurlar tane tane değil de oluktan
boşanırcasına yağsaydı, kaya gibi başımıza düşseydi ne olurdu?”
Bu üç sorunun cevapları aynı olacaktı: Tek kelimeyle “felâket!”
Öyleyse yağmurun yağışında üç felâket gizlenmiş. Bizi bu üç
felâketten koruyan var. Şükretmeyelim mi?
“Yağmur, doğanın sevinçten ağlamasıdır.” Bir yağmur damlasının
buharlaşıp gökyüzüne çıkması ve yoğunlaşıp yağmur halinde
yeryüzüne inmesi esnasında; şiddetle inmeden, rahmet olarak
başımızı okşaması, canlıların imdadına yetişmesi, şefkatle üzerine
düştüğü en nazenin yaprak ve çiçeklere dahi zarar vermemesi, bütün
bu olayların, üstün bir ilim ve kudret çerçevesinde gerçekleştiğini
göstermez mi? 339
“O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı.
Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler
çıkardı. Artık bunu bile bile Allah’a şirk koşmayın.” 340
“Rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip
çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığına ve birliğine)
deliller vardır.” 341
“Gökten belli ölçü ve miktarda su indirdik de onu yerde durdurduk.” 342
338 Mehmet Buharalı, Sızıntı, c. 12, s. 323
339 Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, İlimler ve Yorumlar, Türdav Y., s.
279-280
340 2/Bakara, 22
341 2/Bakara, 164
342 23/Mü'minun, 18
NİFAK - MÜNÂFIK
- 93 -
“İçtiğiniz suyu düşündünüz mü? Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa
indiren Biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez
mi?” 343
“De ki: (Sabahın birinde) Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size
kim bir akar su getirebilir?” 344
Şiddetli Yağmur
Su Tûfandır aynı zamanda; Firavunları ve destekçilerini de
boğandır. Gökten sadece rahmet yağmaz; gazab yağdığı da olur.
Rahmet, özdeki zehri artıran işlev de görür. Yağmur, kirazın tadını
arttırır, ama Ebûcehil karpuzu, bundan yararlanmasını bilmediğinden,
ancak acılığı çoğalacaktır. Kur’an’ın mü’minlere şifa ve
rahmet yağdırırken; zâlimlerin hüsranlarını/ziyanlarını arttırdığı345
gibi. Sen de rahmet ol; ince ince ve latifce yağ gül tomurcuklarına,
güldür yüzünü güllerin. Ama gülle olmasını da bil, suya
düşman olanlara. Sun rahmeti, rahmet ol, yağ insanların başlarına;
tufan ol, sertleşip dolu olarak in, rahmete sövenlere, bakma
timsah gözyaşlarına. Binecek başka gemileri olmadığı halde, göz
önündeki Nuh’un gemisini reddeden için kaçınılmaz sondur tufanla
helâk. Mûsâ’nın Rabbine ve mesajına kör ve sağır olanlar
için su, ne hayat kaynağı ne de dosttur. Onlar, suya akseden kendi
canavar görüntülerinin pençelerinde kıvranacaktır. Saydamdır su,
aynadır; bakan göze göre değişir rengi. Yeşil gözle bakan yeşili,
kızıl gözle bakan kızılı görecektir. Firavunlar Kızıldeniz’de boğulurken,
Mûsâlar yemyeşil ova gibi sıratta, sırat-ı müstakimde yol
almıştır, yol alacaktır.
343 56/Vâkıa, 68-70
344 67/Mülk, 30
345 17/İsrâ, 82
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 94 -
Nifak ve Münâfıklarla İlgili Âyet-i Kerimeler
Nifak, Münâfık ve Çoğulu Münâfıkun Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 37 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 167; 4/Nisâ, 61, 88, 138, 140, 142, 145; 8/Enfâl,
49; 9/Tevbe, 64, 67, 67, 67, 68, 68, 73, 77, 97, 101, 101; 29/Ankebût, 11; 33/
Ahzâb, 1, 12, 24, 48, 60, 73; 57/Hadîd, 13; 73; 48/Fetih, 6, 6; 57/Hadîd, 13; 59/
Haşr, 11; 63/Münâfıkun, 1, 1, 7, 8, 9.
Münâfıkların İmandan Yüz Çevirmeleri
Münâfıklar, İnanmadıkları Halde İnandık Derler: Bakara, 8, 14; Nisa, 60, 81;
Maide, 61; Tevbe, 56, 62; Nur, 47; Münâfıkun, 1-3.Münâfıklar, İman Etmezler:
Bakara, 8, 13, 18; Nisa, 65, 82; Enfal, 20-24; Tevbe, 127.Münâfıklar, Kibirleri
Yüzünden İmandan Kaçınırlar: Bakara, 206; Münâfıkun, 5-6.Münâfıklar,
Allah’ın ve Rasülü’nün Hükmüne Razı Olmazlar: Nisa, 60-62, 64, 66; Nur, 48-50.
Münâfıklar, Şeytanın Adamlarıdır: Mücadele, 19-20; Haşr, 16-17.Münâfıklar,
İnkarcıdırlar: Tevbe, 54, 124; Muhammed, 25-26.Münâfıklar, Kur’an Ayetleriyle
Alay Ederler: Tevbe, 124-125, 127.Münâfıklar, Peygamberlerle Alay Ederler:
Muhammed, 16.Münâfıkların Kalpleri Mühürlü, Kulakları Sağır, Gözleri
Kördür: Muhammed,16, 23-24; Münâfıkun,3. Münâfıklar, Peygamberimiz’e
Suikast Düzenlediler: Tevbe, 74; Münâfıkun, 8.Münâfıklar, Peygamberimiz’i
Saflıkla Suçladılar: Tevbe, 61-63.Münâfıklar, Peygamberlere İftira Ederler:
Al-i İmran, 161.Münâfıklar, Doğruluğa Karşılık Sapıklığı Satın Almışlardır:
Bakara, 16.Münâfıklar, Peygamber’in Yanında Fısıldaşarak Konuşurlar: Mücadele,
8.Münâfıklar, Kalplerinde Olana Allah’ı Şahit Tutarlar: Bakara, 204.
Münâfıklar, Fasıktırlar: Tevbe, 67, 84; Münâfıkun, 6.Münâfıklar, Fitne Çıkarmak
İçin Mescid-i Dırar’ı İnşa Ettiler: Tevbe, 107-110.
Münâfıkların Bazı Özellikleri
Münâfıklar, Allah’ı ve Mü’minleri Aldattıklarını Zannederler: Bakara, 9;
Nisa, 142; Hud, 5.Münâfıkların Kalplerinde Manevi Hastalık Vardır: Bakara,
10; Nisa, 143; Maide, 52; Muhammed, 29,Münâfıklar, Yalan Konuşurlar: Bakara,
10; Maide, 41; Tevbe, 74; Nur, 19.Münâfıklar, Fesat Çıkarırlar: Bakara,
11-12, 205; Nisa, 83; Tevbe, 107; Muhammed, 22; Münâfıkun, 7.Münâfıklar,
Kalıplarıyla Adama Benzerler: Münâfıkun, 4.Münâfıkların Misali: Bakara, 17,
19-20, 264, 266; Haşr, 16; Münâfıkun, 4.Münâfıkların Sözleri Hoşa Gider: Bakara,
204; Münâfıkun, 4.Münâfıklar, Kalplerinde Olmayanı Dilleriyle Söylerler:
Fetih, 11.Münâfıklar, Fedakarlıklardan Kaçarlar: Nisa, 66-68; Tevbe, 42;
AnkEbût, 10-11.Münâfıklar, Namaza Üşenerek Kalkarlar ve Namazlarından
Gafildirler:Nisa, 142; Tevbe, 54; Maun,4-6Münâfıklar, İbadetlerinde Gösteriş
Yaparlar: Nisa, 142; Tevbe, 107.Münâfıklar, Küfür ile İman Arasında Kararsızdırlar:
Nisa, 143; Muhammed, 25-26.Münâfıklar, Zekât Vermezler: Maun,
7.Münâfıklar, Günah İşlemekte, Düşmanlık Yapmakta, Haram Yemekte Yarış
İçindedirler: Maide, 62-63Münâfıklar, Verdiklerini İstemeyerek Verirler:
Tevbe, 54. Münâfıklar, Korkaktırlar: Tevbe, 56-57; Haşr, 13.Münâfıklar, Mal
Sevgisi İle Doludurlar: Tevbe, 58-59, 67, 75-76; Fetih, 15; Hucurat, 14, 16-17.
Münâfıkların Kalpleri Birbirine Benzer: Tevbe, 67, 69.Münâfıklar, Kötülüğü
Emreder, İyilikten Alıkoymaya Çalışırlar: Tevbe, 67; Münâfıkun, 7.Münâfıklar,
Sözlerinde Durmazlar: Tevbe, 75-78.Münâfıklar, Yalan Yere Yemin Ederler:
Tevbe, 74, 96, 107; Mücadele, 14, 16, 18; Münâfıkun, 1.ü- Münâfıklar, Akrabalık
Bağlarını Keserler: Muhammed, 22.Münâfıkların Dünyaya Bakışı: Kasas,
60.y- Münâfıklar, Nankördürler: Tevbe, 74.Münâfıklar, Kâfirlere Karşı Bile Vefasızdırlar:
Haşr, 11-12.
Münâfıkların Cezası
Münâfıkların Ölümü: Muhammed, 27.Münâfıklara Allah’ın Mühleti (Süre
Tanıması): Bakara, 15.Münâfıkların Öldürülmesi: Nisa, 89, 91; Ahzab, 60-62.
Kıyamet Günü Münâfıkların Durumu: Nisa, 138, 145; Maide, 41; Tevbe, 55, 68,
NİFAK - MÜNÂFIK
- 95 -
74, 101, 126; Muhammed, 27-28; Fetih, 6; Hadid, 13-15; Mücadele, 15-17; Haşr,
16-17.Münâfıkların Tevbesi: Nisa, 146; Tevbe, 74; Ahzab, 24.Münâfıkların
Yaptıkları İyilikler Boşa Gider: Maide, 53; Tevbe, 53, 69, 107-110, Muhammed,
28-29,Münâfıklar, Kur’an Ayetleriyle Açığa Çıkarılmalarından Korkarlar: Tevbe,
64, 127.Münâfıklar, Allah’ın Rahmetinden Koğulmuşlardır: Muhammed,
2-3; Fetih, 6, 12.Münâfıklara Allah Hidayet Etmez: Münâfıkun, 6.Kıyamet
Gününde Münâfıklarla Mü’minlerin Konuşmaları: Hadid, 13-14.Münâfıklara
Malları ve Evlatları Fayda Vermez: Al-i İmran, 10, 91, 116; Maide, 36; En’am,
70; A’raf,48; Ra’d, 18; Meryem, 77-80; Casiye, 10; Mücadele, 17; Hakka, 25-29;
Leyl, 8-11; Hümeze, 2-6; Leheb, 1-3.
Münâfık-Mü’min İlişkisi
Münâfıklar, Mü’minlere Karşı Çok Zayıftırlar: Haşr, 14; Münâfıkun,
4.Münâfıkların Dostlukları Yoktur: Bakara, 204; Nisa, 89, 139, 140; Maide, 41,
52, Tevbe, 50-51; Mücadele, 14; Münâfıkun, 4, 8.Mü’minlerin Münâfıklara
Karşı Davranışları: Tahrim, 9.Savaşta Münâfıklar: Al-i İmran, 154, 156, 166-
168; Nisa, 72-73, 77-78, 91, 141; Enfal, 49; Tevbe, 42- 53, 65-66, 81-83, 86-
87, 90, 93-95; Nur, 53; Ahzab, 9-20, 24; Muhammed, 20-21; Fetih, 11-12,
15-16.Münâfıkların Bilinmesi: Al-i İmran, 179; Nisa, 63; Maide, 52-53; Tevbe,
101; Muhammed, 30.Münâfıkların Sözlerine İnanılıp Özürleri Kabul
Edilmez: Nisa, 63; Tevbe, 94; Fetih, 15.Nifakı Bırakmaları İçin Münâfıklara
Öğüt Vermek: Nisa, 63; Tevbe, 73.Münâfıklara Tesirli Söz Söylemek: Nisa,
63; Tevbe, 73, 126.Münâfıklardan Yüz Çevirmek: Nisa, 81, 88; Tevbe, 95-
96; Münâfıkun, 4.Münâfıklar, Mü’minleri Saptırmak İsterler: Nisa, 89; Nur,
19.Münâfıklarla Mü’minler Hakkında Hükmü Allah Verecektir: Nisa, 141;
Tevbe, 94.Münâfıklarla Mü’minlerin Misali: A’raf, 58; Enfal, 20-23; Tevbe,
109.Münâfıkların Malları ve Evlatları Mü’minleri İmrendirmesin: Tevbe, 55,
69, 85.Münâfıklar İçin Mağfiret Dilenmez: Tevbe, 8-, 84, 113; Münâfıkun,
6.Münâfıkların Cenaze Namazları Kılınmaz: Tevbe, 84.Münâfıklara İtaat Etmekten
Sakınmak: Ahzab, 1-3, 48.Münâfıklar, Mü’minlerle Alay Ederler: Tevbe,
79; Bakara, 14.Münâfıklar, Mü’minleri Bırakıp Kâfirleri Dost Edinirler: Nisa,
139; Maide, 52; Mücadele, 14.Münâfıkların Dostluğu: Bakara, 105; Maide, 82;
En’am, 106; Tevbe, 7-8, 10, 12; İsra, 73-75; Kasas, 87; Mümtehine, 1-2, 6-9.
Münâfıklar Fesat Çıkarırlar: Bakara, 11-12, 205; Nisa, 83; Tevbe, 107; Muhammed,
22; Münâfıkun, 7.Münâfıkların Kabri: Tevbe, 84.Münâfıkların Kinini Allah
Ortaya Çıkarır: Muhammed, 29.Münâfıklar, İbadeti Gösteriş İçin Yaparlar:
Nisa, 142; Tevbe, 107.Münâfıklar, Mal Sevgisi İle Doludurlar: Tevbe, 58-59, 67,
75-76; Fetih,15; Hucurat, 14, 16-17.Münâfıklar, Yalan Yere Yemin Ederler: Tevbe,
74, 96, 107; Mücadele, 14, 16, 18; Münâfıkun, 1.Münâfıkları, Yerli Yersiz
Haberler Yayarlar: Nisa, 83.
Nifak ve Münâfıklarla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
1. Münâfık Kimdir? Kütüb-i Sitte, 3, 520
2. Nifak Bölümü: Kütüb-i Sitte, 16, 177-179
3. Nifak: 7, 111
4. Nifak Faaliyetlerinin Muhtevası Kütüb-i Sitte, 3, 523-524
5. Münâfıkların Öldürülmesi İsteğine Peygamberimiz’in Cevabı: 2, 260
6. Münafığın Cezası: 14, 378
7. Münafığın Hastalanmasının Misali: 7, 275-276
8. Münâfıkların Azabı, Kâfirlerin Azabından Daha Şiddetlidir: 16, 180
9. Münâfıkların Bedir’den Önceki Tutumu: 16, 431
10. Münâfıklarla Müslümanlar Arasındaki Bir Fark: 17, 384
11. Münâfık ve Müşriklerle İstişare: 16, 133
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 96 -
12. Bir Münafığın Müslüman Oğlu: 12, 161
13. Cemel Vakasını Hazırlayan Münafığın Talimatı: 7, 318
14. Din Adamı Kisvesindeki Münâfık Tahribatçılar: 7, 316-317
15. İçimizdeki Münâfıklara Dikkat: 7, 316-317
16. Kritik Anlarda Münâfıkların Rasülüllah’ı Terketmeleri: 3, 525-526
17. Hz. Peygamber’in Münâfıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset: 3, 521-528
18. Rasülullah’ın Münafığı İdare Etmesi, Onu Öldürmemesi: 2, 260; 12, 161
19. Rasülullah Zamanında Münâfıkların Bir Vasfı: 7, 311
20. Münâfıkun Suresi: 4, 322
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 201-230
2. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 185-208
3. Tefsir-i Kebir (Mefatihu’l-Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 23-73
4. Fi Zılali’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 84-93
5. Tefhimu’l-Kur’an, Mevdudi, insan Y. c. 1, s. 53
6. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 98-104
7. El-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’an, M. Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 87-88
8. Min Vahyi’l-Kur’an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 66-83
9. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 45-58
10. Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 121-148
11. Nifak Münâfık, Salih Çavuşoğlu, Hanif Y.
12. Kur’an’da Nifak Olayı, Gübeddin Hikmetyar, Düşünce Y.
13. Kur’an’da Nifak, Sadık Kılıç, Furkan Y.
14. Kur’an’da Münâfık Karakteri, Cavit Yalçın, Vural Y.
15. Münafığın Sırları, Harun Yahya, Vural Y.
16. İslâm Davası ve Münâfıklar, Ali Rıza Temel, Bahar Y.
17. Kur’an ve Sünnete Göre Yahudilik ve Münâfıklık, Mustafa Özçelik, Sabır
Y. s. 87-133
18. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 4, s. 356-358
19. Kur’an Ölçülerine Göre Mü’min, Kâfir, Münâfık, Ahmed Taşgetiren,
Büşra Y.
20. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 84-95
21. Kur’an’da insan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 187-214
22. Kur’an-ı Kerim’de insan Tipleri, M. Fatih Kesler, Akçağ Y.
23. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. 353-360
24. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. 271-277
25. Kur’ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s. 98-100
26. Kur’ani Araştırmalar, Mutahhari, Tuba Y. c. 2, s. 37-82
27. Kur’an’da Ölçü ve Ahenk, Abdürrezzak Nevfel, İnkılab Y. s. 104-106
28. Kur’an Kültürü, Muzaffer Can, Cantaş Y. s. 20-28
29. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 159-170
30. İslâm’a İtirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç
Kitabevi s. 433-468
31. Kur’an’da Tartışma Metodları, Zahir b. Awad el-Elmai, Pınar Y. s. 471-478
32. Kur’an ve Psikoloji, M. Osman Necati, Fecr Y. 211-216
NİFAK - MÜNÂFIK
- 97 -
33. Kur’an Okulu, Hanif Y. sayı 10, s.474-480
34. İman Küfür Sınırı, Ahmet Saim Kılavuz, Marifet Y. 65-68
35. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, insan Y. s. 130-141
36. Kur’ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s.142-143
37. Kur’an’da Sembolik Anlatımlar, Necmettin Şahinler, Beyan Y. s. 13, 16,
70, 312
38. İslâm Davetinin Esasları, Abdülkerim Zeydan, Risale Y. c. 2; s. 135-149
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…

 
 
Okunma 3535 kez Son değişiklik Pazartesi, 25 Ocak 2021 05:51

Ortam