Ahmed Kalkan
CİHAD
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
CİHAD
• Cihad; Anlam ve Mâhiyeti
• Cihadsız Hayat, Yaşanmamış Demektir
• Kur’ân-ı Kerim’de Cihad Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Cihad Kavramı
• Cihad Emîri
• Mücâhid; Cihad Eri Yiğit
• Mücâhede; Önce Gizli Düşmana/Nefsin Hevâsına Karşı Cihad
• İctihad; Cihadın İlim ve Düşünce ile Yapılanı
• Müctehid; İlim ve Fikirle Cihad Eden Âlim
• Fikrî Cihad
• Günümüzde Cihad
“İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah ğafûr ve rahîmdir.” 821
Cihad; Anlam ve Mâhiyeti
Cihâd: ‘Cehd’ veya ‘cühd’ kökünden türeyen ‘cihâd’, Kur’an’ın anahtar kavramlarından biridir. Cihad kelimesi Kur’an’da farklı formlarda kırk bir yerde geçmektedir. Cehd veya cühd, kararlı ve şuurlu bir şekilde gayret etmek, zorluklara karşı çaba göstermek, çalışmak gibi anlamlara gelir. Aynı kökten türeyen ‘cihad veya mücâhede’ sözlükte, düşmanın saldırısına karşı koymak üzere elinden geleni yapmak, bütün gayreti harcamak demektir.
Bu düşmanın insanın içinde veya dışında olması farketmez. Mü’min, kendine zarar vermek üzere saldıran düşmanlarına karşı koymaya çalışır, onların zararlarını uzaklaştırmada gayretli olur. Mü’minlerin kararlı ve şuurlu çabalarının bedenle yapılanına ‘cihad’, ruhsal olanına ‘mücâhede’, fikir ve İslâmî ilimlerde yapılanına da ‘ictihad’ denilir. “Allah yolunda gayret göstermek, çaba sarfetmek” anlamlarına gelen ‘cihad’, her üç mânâyı da içerisine almaktadır. Allah yolunda yapılan bütün çalışmalar, Allah’ın adı yükselsin diye gösterilen gayretler, O’nun dini İslâm’ı savunmak için ortaya konan çabalar tümüyle ‘cihad’ diye nitelendirilir. Bununla birlikte; bedeniyle, organlarıyla, malıyla cihad edene veya mânevî yönünü olgunlaştırmak için çaba sarfedene ‘câhid’ ve ‘mücâhid’, İslâmî hükümleri ortaya koymak için gayret edene de ‘müctehid’ denilmektedir.
Mü’minin, Allah tarafından kendisine emânet olarak verilen bedeni, malı ve zihinsel imkânları Allah yolunda harcaması, İslâm yolunda kullanması cihaddır. Kelimenin sözlük anlamından da anlaşıldığı gibi ‘cihad’ bir saldırı değil,
821] 2/Bakara, 218
- 192 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olabilecek bir saldırıya karşı yapılan bir savunmadır. Bu saldırıyı savabilmek üzere çaba göstermek, çalışmaktır. O bir anlamda insanın mutluluğuna giden yoldaki engelleri kaldırmaktır. Kur’an, “cihad” kavramı ile fiilî savaş olan “kıtâl” kavramını ayrı ayrı kullanmaktadır.
Cihad Saldırı mıdır? İslâm’ın yanlış anlaşılan emirlerinden biri de cihaddır. Özellikle Batılı araştırmacılar cihadın bir saldırı olduğunu, İslâm’ın bu saldırı yoluyla yayıldığını, müslümanların saldırı anlamındaki cihad emrine uyarak başka ülkeleri işgal ettiklerini ısrarlı bir şekilde iddiâ ederler. Müslümanlar sözkonusu olunca, yerli-yersiz ve doğru-yanlış tezler ileri süren Batılılar “cihad”ın müslümanlar tarafından saldırı amacıyla kullanıldığını ve bunu da “holy war” yani “kutsal savaş” şeklinde anladıklarını ileri sürerler.
Cihadın anlamı ve işleyiş şekli yakından incelense, cihada izin verilen şartlara yeniden bakılsa, durumun iddiâ edildiği gibi olmadığı görülecektir. Cihad kavramının karşılığı ‘savaş’ kelimesi değildir. Çünkü ‘cihad’la savaş sözcüğü arasında hem nitelik hem de nicelik farkı vardır. Savaş, salt askerî harekât olup güce dayanır. ‘Cihad’ ise askerî operasyon da dâhil, İlâhî hedefler uğruna gösterilen bütün çabaları içerisine alır. Bu demektir ki cihad; kutsal bir gâye uğruna ortaya konulan her türlü fikrî, fiilî ve kalbî çalışmanın ortak adıdır.
İslâm’a göre; “dinde zorlama yoktur.”822 Yani insanlar diledikleri dini seçebilirler. İnandıkları din ne kadar yanlış ve saçma olsa bile, bu konuda zorlama söz konusu olamaz. Çünkü inanma bir gönül işidir. Bir şeyin doğruluğu ve hak oluşu ancak akıl ve kalp ile kabul edilir; silâh zoruyla kimseye bir şey sevdirilemez. Üstelik, Allah (c.c.) insanlara irâde hürriyeti vermiştir. Onlar, hak ile bâtıl arasında seçim yapma hakkına sahiptirler. Bu seçimlerinin sonucu tamamen kendilerini ilgilendirir. Herkes neticesine katlanmak şartıyla bâtılı da seçebilir; kişilerin cehenneme gitme tercih ve özgürlüğü de vardır.
Ancak, bazı insanlar kendi halinde bir din seçmekle kalmayıp başkalarına zorla kendi dinlerini benimsetmeye çalışırlar. Kimileri, insanlar üzerinde hâkimiyet kurmak ister. Kimileri İslâm’ın dâvetinin önünü kesmeye, insanların İslâm’a ulaşmasını engellemeye çalışırlar. Kurdukları tuzak ve düzenlerle insanları kandırmaya, hak yoldan saptırmaya, Allah’ın indirdiklerini bırakıp zulümle yönetmeye, halkın gönüllerini işgal etmeye çaba gösterirler. Bazıları da, müslümanlara ve onların yaşadıkları yerlere saldırıp topraklarını işgal etmek, insanlarını yönetimleri altına almak isterler. İşte bu gibi durumlarda “cihad” gündeme gelmektedir.
Müslümanlara veya onların yaşadıkları topraklara düşmanları saldırdığı zaman, müslümanlar sessiz mi kalsın? Allah’ın dinine hakaret edilirken, insanlar zorla veya hile ile İslâm’dan uzaklaştırılırken; müslümanlar hiç bir şey yapmasın mı? Birtakım zâlimler, halka, zayıf bırakılmışlara zulmederken, müslümanlar başlarını kuma mı gömsünler? Güçlüler ve zenginler yeryüzüne istedikleri gibi yön versinler, fitneyi artırsınlar, insanları sömürsünler, onların zenginliklerini yağmalasınlar ama müslümanlar aldırmasınlar mı? Allah’a kul olmak isteyen nice iyi niyetli insanın önüne şeytanî tuzaklar kurulsun da, müslümanlar kıllarını kıpırdatmasınlar, bu doğru olur mu?
Kaldı ki cihad yalnızca mü’minlerin dış düşmana karşı yaptıkları bir savunma
822] 2/Bakara 256
CİHAD
- 193 -
değildir. Cihad, aynı zamanda kişinin kendi nefsinin kötü isteklerine karşı direnmesi, İblisin kandırmalarına karşı koymasıdır. Bu ise mü’minin hayatı boyunca yapması gereken bir ‘mücahâde’dir. Çünkü gerçek müslümanlık, ancak şeytana uymamakla, nefsin kötü emirlerine karşı çıkmakla yerine getirilir. Müslümanların kendilerini, dinlerini ve vatanlarını korumak için onlara farz kılınan cihad emrini yanlış anlayanlar, cihadsız bir İslâm istiyorlar. Onlar, yeryüzünde diledikleri gibi at koşturacaklar, istediklerini yapacaklar, hatta müslümanlara yön vermeye kalkışacaklar, ama müslümanların bir tepkisi olmayacak. Böylesine sessiz, tepkisiz, pısırık bir din istiyorlar.
Şeytan ve onun yardımcıları olduğu ve bazı insanların yeryüzünü ifsat etmeleri, azıp sapmışların çıkardıkları fitne (bozukluk, isyan, kâfirlik) devam ettiği müddetçe, cihad da var olacak, cihada ihtiyaç duyulacaktır. Kıyâmete kadar kıyâm ve cihad ateşi yanmaya devam edecektir.
Cihadın Amacı ve Kapsamı: Cihadın gâyesi, toplumdaki fitneyi kaldırmak, zulümleri önlemek, insanlara Allah’ın adını ulaştırabilmektir. Hak bayrağını yüceltmektir. İnsanları baskılardan ve zulümlerden kurtarmaktır. İslâm ile insanların arasındaki engelleri ortadan kaldırmaktır. Onların rahat bir şekilde İslâm’ı tanımalarına fırsat vermektir.
İslâm savaş realitesini göz ardı etmez. Çünkü savaşın tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Savaş bazen arzu edilmese de kaçınılmaz olur. Müslümanlar asla mal toplamak, toprak ele geçirmek, insanlara hükmetmek, onlara karşı büyüklük taslamak, onları öldürmek, zenginliklerini yağmalamak, insanlardan intikam almak için cihad etmezler. Bunların hiçbiri İslâm’da yoktur. İslâm, savaşı, ekonomik, sosyal ve siyasal hegemonya aracı olmaktan kurtararak insanî hedeflerin gerçekleşmesinde, gerektiği zaman başvurulacak bir metod olarak kabul eder. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Başkalarının savaşları özünde profandır. O harpler dünyalık amaçlar uğrunda yapılırken, İslâm’ın cihadı Allah rızâsı için yapılır ve özünde âhirete âit boyut vardır.
Bu anlamda cihad, bir ibâdettir. Çünkü cihad İslâm’ı, yani Allah’ın insanlar için seçtiği iki dünya saâdetini insanlara taşıma çalışmasıdır. İnsanları zulmün ve tuğyânın karanlıklarından, İslâm’ın aydınlığına bir dâvettir. İnsanlara o nûru ulaştırma faâliyetidir. Bu nedenle cihada bir ‘yürek fethi’ gayreti de denilir. Yani karanlıkta kalan insanların gönüllerini İslâm’a ve onun güzelliklerine açma çabası.
İslâm dâvetinin amacı insanlardan bazılarının diğerleri üzerinde rableşmesini önlemek, hakların sahiplerine ulaşmasını sağlamak ve onları huzura, mutluluğa ulaştırmaktır. Ancak bazen insanla bu mutluluk arasına maddî veya mânevî engeller girebilir. Bu engeller kimi zaman fiziksel, kimi zaman düşünsel; bazen bireysel, bazen toplumsal, bazen de kurumsal olabilir. Bu engeller kimi zaman resmî odaklar tarafından tezgâhlanabilir.
Günümüzde insanlık, mesâfelerin ve yerleşim alanlarının yakınlığına, iletişimin son derece artmasına rağmen, bir iletişimsizliği, bir yalnızlığı yaşıyor. Aynı mahalleyi, aynı apartmanı, hatta aynı mekânı paylaşan kişiler arasında bile bir yabancılık söz konusu. Yürekler arasındaki bağlar ve ünsiyet azaldı. Onun yerine kalın duvarlar örüldü.
- 194 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cihad faâliyeti, saâdetin ta kendisi olan İslâm’la insanlar arasına, giderek yürekler arasına konulan engelleri, örülen duvarları ortadan kaldırma çalışmasıdır. İnsanları kendi gerçekleriyle, Rablerinden gelen hakla ve bunun sonucu iki dünya mutluluğu ile buluşturma, insanların yüreklerini İlâhî güzelliklere açma gayretidir. Müslümanlar cihad faâliyeti ile insanlığın eskimez değerleri olan İslâm’ın güzelliklerini insanlara, yine onun dilini kullanarak taşırlar. Onlar İslâm’ın getirdiği mutluluğu fiilen tadarak, başka yüreklere de bu dâvâyı götürmek isterler. Bu çalışmayı yapanlar insanı ‘Allah’ın indirdiği bir âyet-kitap’ olarak değerlendirirler. Onların da Kur’an adlı Allah’ın güzel kitabıyla buluşmaları için çalışırlar. 823
Görüldüğü gibi cihadın kapsamı ve hedefi bazılarının sandığı gibi ne saldırı ne de savaştır. Ancak yeri gelince dış düşmana karşı fiilî cihad dediğimiz ‘kıtâl/savaş’ gündeme gelir. Müslümanlara yapılan saldırılara cevap vermek, zâlimlerin zararlarına engel olmak; İslâm’a inananların hem hakkı hem de görevidir. Cihad faâliyeti aynı zamanda insanların kendi istekleriyle müslüman olmalarını sağlayacak bir ortamı da hazırlar.
Kur’ân-ıKerim, cihad ve savaş kavramlarını tamamen “Allah yolunda cihad” (fî sebîlillâh) şeklinde kullanmaktadır. Öyleyse Allah rızâsının dışına çıkan bir savaş İslâm’ın emrettiği cihad değildir. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bütün peygamberlik hayatı, bir cihad faâliyetidir. Çünkü onun görevi bir peygamber olarak insanlara Allah’ın dinini tebliğ etmek, insanların İslâm ile iki dünya saâdetine kavuşmalarını sağlamaktı. Onun bu uğurdaki çabası, gayreti, çektiği sıkıntılar, hedefi ve beklentileri; cihad ibâdetinin boyutlarını gösterir.
Ancak “canla cihad/kıtâl”, İslâm tarihinde ilk defa Peygamberimizin ve müslümanların Medine’ye hicret edip bir toplum ve devlet kurmalarından sonra farz oldu. Bilindiği gibi Mekkeliler, müslümanları İslâm’dan döndürmek için her yolu denediler, başaramayınca onları Mekke’den sürüp çıkardılar. Bununla da kalmayıp onları Medine’de de öldürmek, yok etmek için ordular hazırladılar. Böyle bir ortamda müslümanlara kendilerini savunmak için ‘kıtâl-savaş’ izni verildi. Nefisle/canla cihadın müslümanlara farz kılınış şekli, cihad anlayışını ortaya koymaktadır. Bu konuyu yanlış anlamak isteyenlere de net bir cevap vermektedir 824. Müslümanlar savaş istemezler. Ama kendilerine saldırı olursa sabırla direnirler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda çaba gösterirler.
Cihadın Fazileti: Allah, kendi yolunda cihad etmeyi emrediyor. Bu yolda canlarıyla ve mallarıyla çalışanları övüyor.825 Allah yolunda mücâdele eden mücâhidelerin dereceleri, evlerinde oturanlardan daha yücedir.826 Peygamberlerle beraber Allah yolunda yılmadan, gevşemeden mücâdele eden sabırlı Rabbânîleri sever. 827 Allah yolunda cihad edenler ‘şehid’ olabilirler ama onlar ölmezler, Allah katında diridirler.828
Neye Karşı Cihad? Cihad üç şeye karşı yapılır: 1- Açık bir düşman saldırısına karşı, 2- Şeytanın hilelerine karşı, 3- Nefsin şeriata aykırı isteklerine karşı.
823] M. İslamoğlu, Yürek Fethi, s: 36-43
824] 9/Tevbe, 40
825] 8/Enfâl, 72; 9/Tevbe, 41
826] 4/Nisâ, 95
827] 3/Âl-i İmrân, 146
828] 2/Bakara,154; 3/Âl-i İmrân, 169
CİHAD
- 195 -
Açık bir düşmana karşı cihadın da iki yönü vardır:
a- Mü’minlere saldıran kâfirler ve münâfıklara karşı; Bunlarla cihadın da kolaydan zora doğru dört aşaması vardır: 1- Gönülden râzı olmama, 2- Onların yaptıklarına karşı çıkma, dil ile kötülüklerini önlemeye çalışma, 3- Mal ve diğer meşrû maddî araçları kullanarak onların zararlarını savma çabası, 4- Son olarak bedenle, el ve diğer araçlarla onların saldırılarını ve zararlarını önlemeye çalışma, yani kıtâl/fiilî savaş.
b- Zâlimlere karşı cihad; Zâlimin yanında hak olan şeyi söylemek, onun zulmüne engel olmaya çalışmak bir cihaddır. Nitekim Kur’ân-ıKerim, “bizi bu zâlimlerden kurtarın diye yalvaranlar uğruna cihad edin” diye emrediyor. 829
Cihadın Araçları: Cihadın araçlarını şöyle sayabiliriz: Nefsî isteklere karşı cihad, ilim ile yapılan cihad, mal ile cihad, dil ile, bedenle/canla cihad.
Mü’minler İslâm’a aykırı olmayan bütün araçları kullanarak; bugün özelde müslümanları, genelde bütün insanlığı tehdit eden, onların huzur ve mutluluğuna engel olan kötülüklerle mücâdele etmeli ve insanlara İslâm’ın güzelliklerini ulaştırmalıdır. İnsanlığın gerçekten bu çabaya, bu cihada her zamankinden daha fazla ihtiyacı bulunmaktadır. 830
Hz. Âdem’den (a.s.) itibaren bütün peygamberler, insanları, Allah Teâlâ’ya teslim olmaya ve yüklendikleri emâneti edâ etmeye dâvet etmişlerdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerım’de: “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan(a gelince, o tuttu) emâneti yüklendi.” 831 hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler bu âyette geçen emanetin, Allah Teâlâ’nın tekliflerinin tamamına verilen bir isim olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. 832
İbn Abbas’dan (r.a.) gelen rivâyette de şu noktalar üzerinde durulmuştur: “Emânet Allah Teâlâ’ya (c.c.) tâattir, kulluktur. Hz. Âdem (a.s.), Allah’a (c.c.) emânetin ne olduğunu sormuş, O da: “İyilik edersen mükâfât, kötülük edersen cezâ görürsün” buyurmuştur. Hz. Âdem (a.s.) kendi rızâsıyla emâneti yüklenmiştir.”833 Fıkıh usûlünde emânet Allah Teâlâ’nın gerek kendi hukuku, gerek yarattıklarının hukuku ile ilgili insanlara yüklediği vazifelerin tamamına verilen bir isimdir.834 Emanetin tabiî sonucu olan cihad, sâlih bir amel ve ibâdettir. Cihad, lugatta: “Güç ve gayret sarfetmek, meşakkat, amelde mübalağa etmek ve zahmet (eziyyet)” gibi mânâlara gelir. Cihad kelimesi (terim olarak); küffarla savaş sırasında gayret sarfetmek mânâsına kullanıldığı gibi, nefis, şeytan ve fâsıklarla mücâdele için de kullanılır.
Zühd ve takvâ hayatını esas alan her mü’minin; Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) sünnetine riâyet etmesi ve cihadın bütün unsurlarını edâya çalışması şarttır. Nefisle cihadı; insanın hevâ ve hevesleriyle mücadelesi şeklinde vasıflandırmak
829] 4/Nisâ, 75
830] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 110-116
831] 33/Ahzâb, 72
832] Mecmuâtu't-Tefâsir, İst. 1979, c. V, s. 142-143. Ayrıca bk. Celâlüddin es-Suyûti, Tefsiru'l Kur'ân'il Azîm, Beyrut, ty., c. II, s. 113
833] İbn Kesir, Tefsiru'l Kur'ân'il Azîm, Beyrut 1969, c. III, s. 591
834] Molla Hüsrev, Mir'ât el-Usûl fi Şerhi'l Mirkat el-Vüsûl, İst.1307, c. I, sh. 590 vd
- 196 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mümkündür. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Ey iman edenler! Hep beraber sulhu selâma girin! (Sakın) şeytanın adımları ardına (itaat ederek, izine) düşmeyin. Çünkü o (şeytan) sizin apaçık bir düşmanınızdır.”835 buyurulmuştur. Dolayısıyla şeytanı açık bir düşman bilmek ve onun ordusuyla (hizbu’ş şeytanla) cihad etmek farzdır. Gerek nefisle, gerek şeytanla yapılacak cihadda, kalbin ameli ön plandadır. Muttakî bir mü’min diliyle de cihad etmek durumundadır. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “Nefsimi yedinde tutan Allah’a andolsun ki; siz ya iyiliği emredip, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız, ya Allah, kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman duâ edersiniz, fakat duâlarınız kabul edilmez.”836 buyurduğu bilinmektedir. Fukahâ emr-i bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker’in cihad olduğu hususunda müttefiktir. İhtilâf edilen husus; “iyiliklerin emredilmesi ve kötülüklerin yasaklanması ilim, kuvvet ve ihtisas isteyen bir konudur. Dolayısıyla bu hizmetin her mükellef tarafından yapılıp yapılamayacağı” meselesidir. İbn Abidin Reddü’ l-Muhtar isimli eserinde: “Cihadın fazileti pek büyüktür. Nasıl büyük olmasın ki; bir müslüman bu sâyede Allah’a yaklaşmak için onun uğrunda nefsine meşakkatlerin en ağırını yüklemekte ve aziz varlığı olan canını fedâ etmektedir. Bununla beraber nefsini devamlı olmak üzere ibâdet ve tâatlere hasretmek, onu hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan men etmek cihaddan da güçtür.”837 diyerek önemli bir inceliğe işaret etmiştir.
Silâhlı mücâdeleye (kıtâl) gelince; muhakkak ki bu cihadın en üst şubesidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) fiilen savaşa çıkmış ve küfrün önderlerinden Ubey bin Halef’i mızrağıyla vurmuştur. Savaş meydanlarında yiğitliğin ve cesâretin mâhiyetini ortaya koymuştur. Kelime-i Şehâdet getiren her mü’min, hâkimiyetin kayıtsız ve şartsız Allah Teâlâ’ya (c.c.) âit olduğunu ikrar ve tasdik etmiştir. Bu ikrar ve tasdik, tabiî olarak, ihlâsla Allah Teâlâ’ya (c.c.) ibâdeti beraberinde getirir. Cihad da bir ibâdettir. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Müşrikler sizinle nasıl topyekûn harp ediyorlarsa, siz de onlarla topyekûn savaşın.”838 hükmü beyan buyurulmuştur. İslâm ulemâsı: “Müşriklerle ve kâfirlerle yapılması emredilen cihad’ın sebebi, onların müslümanlara karşı savaş açmış olmalarıdır. Dolayısıyla cihad, kâfirlerin meydana getirdiği fesâdı ortadan kaldırmak ve mukavemetlerini kırmak için meşrû kılınmıştır.”839 hükmünde ittifak etmiştir. Müslümanlar yeryüzünde haksız yere insan kanının dökülmesini ve fesâdın yayılmasını kabul etmezler. Mustevlî kâfirlerle ve (kan içici) müstekbirlerle sürekli savaşı gündemde tutmak ve bunun farz-ı ayn olduğunu ilân etmek zarûrîdir. İmam Serahsî: “Cihaddan maksad, müslümanların emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme (edâ edebilme) imkânına kavuşmalarıdır”840 diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Allah Teâlâ (c.c.)’nın indirdiği hükümlere mukabil/alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hüküm icad eden tâğûtî güçlerle savaşmak bir ibâdettir. Bu ibâdeti terketmenin vehâmeti ve azabı ağırdır. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “Herhangi bir müslüman gazâ yapmadan (savaşmadan) ve onu gönlünden geçirmeden ölürse, nifakın bir şubesi üzerine ölür.”841 buyurduğu bilinmektedir. Emperyalist ve müstevlî kâfirlere karşı cihad
835] 2/Bâkara, 208
836] Tirmizi, Fiten 9, hadis no: 2169; Ahmed bin Hanbel, V/388
837] İbn Âbidîn, a.g.e., c. VIII, s. 370
838] 9/Tevbe, 36
839] İbn Hümam, Fethû'l Kadir, Beyrut: 1316, c. IV, s. 280; İmam Kâsânî, a.g.e., c. VII, s. 97
840] Serahsî, el-Mebsût, Beyrut: ty., c. X, s. 17
841] Müslim, İmâre 47, hadis no: 158
CİHAD
- 197 -
farz-ı ayndır. Bu asla unutulmamalıdır. 842
Cihadsız Hayat, Yaşanmamış Demektir
Arapça “cihad” kelimesi bir amaca ulaşmak için kişinin elinden gelen çabayı sarfetmesi anlamına gelir. “(Kutsal) Savaş” ile eş anlamlı değildir, bundan daha geniş bir anlamı vardır ve her tür çabayı içerir. Mücâhid ise her zaman idealini elde etmeye çalışan, onu dili ile, kalemi ile tebliğ eden ve onun yolunda tüm kalbi ve bedeni ile çalışan kimsedir. Kısacası o, tüm gücünü ve kaynaklarını bu ideali elde etmek için harcar ve ona karşı çıkan tüm güçlerle savaşır; o kadar ki hayatını bile bu yolda fedâ etmekten kaçınmaz. Böyle bir kimsenin çabası ve gayreti teknik olarak cihaddır. Buna karşı, bir müslüman tüm bunları Allah’ın ortaya koyduğu hayat biçimini hâkim kılmak ve O’nun kelâmını yüceltmek için belli ahlâkî sınırlamalar dâhilinde, Allah yolunda yapmak zorundadır. Müslüman cihad ederken bundan başka bir gâyeye sahip olmamalıdır. İşte bu şekilde, müslümanın cihadının “kâfirleri ortadan kaldırmak için açılmış genel bir savaş” olmadığı açığa kavuşur. 843
Cihad, İslâm’ın yükselmesi, korunması ve yayılması için her türlü çalışmada bulunmak, uğraşmak, gayret sarfetmek ve bu yolda sıcak ve soğuk savaşa girmektir. Daha açık bir ifâde ile Allah (c.c.) tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, o yolda feda etmektir. İnsanın maddî-mânevî bütün varlığını Allah yolunda ortaya koyarak Hakk’ın düşmanlarını ortadan kaldırmak için savaşması “cihad”dır.
İslâm’da cihad farzdır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Hoşunuza gitmese de düşmanla savaşmak üzerinize farz kılındı.”844; “Herhangi bir fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla çarpışın.”845; “Allah’a ve âhiret gününe inanmayan kişilerle savaşınız.”846; “Sizinle toptan savaştıkları gibi siz de müşriklerle savaşınız.”847 Hz. Peygamber (s.a.s.) de: “Cihad kıyâmete kadar devam edecek bir farzdır” 848 buyurmuştur.
Yalnız, bu farz bazı hallerde farz-ı ayın; bazı hallerde ise farz-ı kifâyedir. Müslümanlar içinden sadece bir grup cihadın gâyesini gerçekleştirebiliyor, müslümanların yurt, mal, ırz, nâmus ve haysiyetlerini düşmanlara karşı koruyabiliyorsa o takdirde cihad farz-ı kifâye olmuş olur ve diğer müslümanların üzerinden sorumluluk kalkar. Şâyet fert fert gücü yeten her müslümanın düşmana karşı koyma gereği varsa o zaman farz-ı ayın olur; herkesin bizzat cihâd etmesi icab eder.
Cihâdın gâyesi, yeryüzünden fitneyi kaldırmak ve hakkı yüceltmektir. İslâm’da savaş, intikam, öldürme yağma, baskı ve zulüm yapmak için değil: bunları ortadan kaldırmak için yapılır. Müslüman olmayanları zorla İslâm’a sokmak yoktur. Cihad’dan maksat, insanları baskılardan kurtarmak, İslâm’ın yüce gerçeklerini onlara duyurmak ve kendi rızâlarıyla müslüman olabilecekleri ortamları
842] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 84-87
843] Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an, 2/218
844] 2/Bakara, 216
845] 2/Bakara, 193
846] 9/Tevbe, 29
847] 9/Tevbe, 36
848] Ebû Davûd, Cihad, 33
- 198 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hazırlamaktır. İslâm’ın gayesi toprak ele geçirmek değildir. O yalnız bir bölge ve kıta ile yetinmez. İslâm bütün dünyanın saâdet ve refahını düşünür. Bütün insanlığa, kendisinin beşerî sistemlerden ve diğer dinlerden daha üstün âlemşumul/evrensel bir din olduğunu göstermek ister. Bu yüce maksadı gerçekleştirmek için müslümanların bütün güçlerini seferber eder. İşte bu bitmeyen cehd ve uğraşmaya, büyük bir enerji ile çalışma işine ve meşrû bütün yollara başvurma gayretine cihad denir. Yeryüzünde zorbalar, bâtılın ve fitnenin devamını isteyenler, şirk ve müşrikler ile küfür sistemleri var oldukça, onların yeryüzünde yayacakları kötülüklerine karşı bir emniyet olan cihad da devam edecektir. Bu bakımdan cihadın İslâm’da önemli bir yeri vardır. Hz. Peygamber, kendisine hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, “İman ve Allah yolunda cihad” 849 buyurarak cihadın imandan hemen sonra geldiğine, imanın cihadla varlığını sürdüreceğine işaret etmişlerdir. Ayrıca Allah yolunda savaşanları, gâzîlik ve şehidlik rütbesine erenleri öven ve onlar için büyük nimetler ve dereceler bulunduğunu haber veren birçok âyet ve hadis vardır.
Müslümanlar savaşı istemezler. Ama savaş vuku bulunca sabır ve metânetle savaşırlar. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.): “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Fakat düşmanla karşı karşıya gelirseniz sabrediniz, direniniz.”850 buyurmuştur. Müslümanlar savaş ânında Allah’a güvenir ve Allah’ın kendileriyle beraber olduğunu bilirler. Onun şu buyruğunu hiç akıllarından çıkarmazlar. “Ey peygamber; sana da sana tâbi olan mü’minlere de Allah yeter.” 851
İslâmiyet’e göre silâhlı cihad, bize harp açanlara852 verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara,853 Allah’a ve âhiret gününe inanmayarak, Allah ve Peygamberin haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı,854 yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah’ın dinini hâkim kılmak855 gâyesi ile meşrû kılınmıştır.
Müslümanlar savaş için düşman memleketine girip bir şehri veya bir kaleyi muhâsara ettikleri zaman, önce onları İslâm’a davet ederler. Kabul ederlerse kendileriyle savaşmazlar. Şâyet İslâm’ı kabul etmezlerse İslâm devletine cizye vergisi vermesini isterler. Verirlerse mal ve can güvenliğini elde ederler. Bunu da kabul etmezlerse geriye savaşmak kalır. Bu durumda cihad için şu şartlar gerekir:
a- Düşman, İslâm’a girmeleri için yapılan çağrıyı yahut cizye vermeyi reddetmiş olmalıdır.
b- Müslümanlarla düşman arasında herhangi bir anlaşma sözkonusu olmamalıdır.
c- Müslümanlarda cihad için gerekli askerî güç ve siyasî otorite bulunmalıdır.
Bütün bu hususlar bir araya geldiğinde cihadın farziyeti gerçekleşir. O zaman düşmanla yapılacak savaşta insanlar öldürülebilir ve düşmanın savaş gücü her şekilde zayıflatılmaya çalışılır. Yalnız kadın, çocuk, kötürüm, yaşlı ve körler
849] Tecrîd-î Sarîh Tercümesi, VII, 445
850] Buhârî, Cihad, 112, 156; Müslim, Cihad 19, 20; Ebû Davud, Cihad, 89
851] 8/Enfâl, 64
852] 2/Bakara, 190
853] 9/Tevbe, 12-13
854] 9/Tevbe, 29
855] 2/Bakara 193
CİHAD
- 199 -
öldürülmez. Barış, İslâm devleti için uygun olduğu zaman yapılabilir. Düşmana hiç bir şekilde silâh vb. savunma vâsıtası satılamaz. Bir müslüman topluluğu kâfirlere emân verirse, bunlarla, yeryüzünde fesat çıkarma ve İslâm’a saldırma durumu hâriç, savaşılmaz. Cihad, bizzat sıcak bir savaş olacağı gibi normal şartlarda mal, dil ve kalple de yapılabilir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Mü’minler Allah ve Rasûlüne iman ederler, sonra da şüpheye düşmezler. Hak yolunda malları ve canları ile cihad ederler. İşte sadâkat sahibi kimseler bunlardır.” 856
Hz. Peygamber (s.a.s.) ise: “Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz.”857; “Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebi göndermemiştir ki, ümmet içinde kendisine yardımcı olan havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra bunları bir nesil takip eder. Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar. Bunlarla eli ile fiilen mücâdele eden mü’mindir, dili ile mücâdele eden mü’mindir, kalbi ile mücâhede eden mü’mindir. Bunun dışında kalanların hardal tanesi kadar da olsa imanları yoktur.”858; “Şüphesiz ki mü’min kılıcı ve dili ile cihad eder.” 859 buyurmuşlardır.
İslâmiyet’in ilk devrelerinde mü’minlere İslâm düşmanlarına karşı yumuşak davranmaları, eziyetlerine katlanmaları müdâfâ kasdıyla da olsa karşılık vermemeleri; sadece öğüt vererek İslâm’a dâvet yolunu takip etmeleri emredilmiştir. Bir âyet-i kerimede, “Siz, şimdilik, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.” 860 buyurulmuştur. Çünkü o zaman müslümanlar, sayı ve imkân bakımından son derece zayıftı. Düşmana karşı koyacak güçleri yoktu. Müslümanların adedi ve kuvveti biraz daha çoğalınca kendilerine ve akîdelerine karşı direnenlerle savaşmalarına izin verildi. Müslümanlar büsbütün güçlenip düşmanları mağlûp edecek seviyeye gelince de cihad müsaadesi verildi. “Artık saldırıya uğrayan mü’minlere zulme uğratıldıkları için cihad etme izni verildi... “ 861 Bu izin Medine döneminde olmuştur.
Ayrıca Allah Teâlâ’nın “Allah uğrunda gereği gibi cihad edin”862 buyruğuyla, müslümanların nasıl davranması gerektiği belirlenmiştir. “Mü’minler ancak Allah’a ve Peygamberine iman eden, sonra şüpheye düşmeyen; Allah uğrunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır.”863 âyetinden de cihadın mal ve canla yapılacağını öğreniyoruz. Cihad konusundaki diğer âyet ve hadisler de göz önüne alındığında, cihadın başlıca şu çeşitlere ayrıldığını görürüz:
Cihadın Çeşitleri
1- Nefsî isteklere karşı cihad; Müslümanın kendi aşırı isteklerini sınırlamak için çaba göstermesi, takvâ sahibi olması, nefse karşı yapılan cihaddır. Şüphesiz en güç cihad, insanın nefsiyle ve nefsinin arzularına karşı yaptığı cihaddır. Müslüman, gerçek cihadı nefsine karşı verir. Nefsine karşı cihadı kazanamayan, düşmanın karşısına çıkmak için kendisinde güç ve cesâret bulamaz. Sahihliği tartışılan
856] 49/Hucurât, 15
857] Ebû Dâvud, Cihad 18, hadis no: 2504, 3/10; Nesâî, Cihad 1, 6/7
858] Müslim, İman 20
859] İbn Hanbel, VI/387
860] 2/Bakara, 109
861] 22/Hacc, 39
862] 22/Hacc, 79
863] 49/Hucurât, 15
- 200 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir rivâyette Hz. Peygamber, en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini “küçük cihad” olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi “büyük cihad” olarak nitelendirmektedir.864 “Hakiki mücâhid nefsine karşı cihad açan kimsedir”865 hadîsi de aynı mânâyı ifâde etmektedir. Aynı mealde başka hadis-i şerifler de vardır. Bütün bunlar bize, insanın nefsi ile, nefsinin boş ve mânâsız, hatta gayr-ı meşrû istekleri ile mücâdele etmesinin cihad olarak değerlendirildiğini göstermektedir.
2- İlim ile yapılan cihad; Dünyadaki bütün kötülüklerin sebebi cehâlettir. Hakk’a ulaşmak isteyen herkesin cehâletten kurtulması, ondan uzaklaşması gerekir. Hakkı ve Allah’ın güzel yolunu tanıyan, kötülüklere düşmez. Kötü insanlara ve zâlimlere doğru bilgi ve Kur’an’ın hikmetleri, güzellikleri ulaştırılırsa, onların kötülüğü azaltılabilir. Bilginin ortaya koyduğu delillerin gönüller üzerinde icrâ ettiği tesiri silâh gücü ile temin etmek mümkün değildir. Onun için şöyle buyurulmuştur: “Ey Muhammed! İnsanları Rabbi’nin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde mücâdele et/tartış. Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.” 866
Temeli ilim yoluyla tebliğ ve dâvete dayanan İslâmiyette, bu tebliğ faâliyetinin adı “ilim ile cihad”dır. Bu usûle “Kur’an ile cihad” da denilir. En güzel mücâdele şekli Kur’an’ın mücâdele şeklidir. Bunun için Cenâb-ı Hak: “Sen kâfirlere uyma, uyanlara karşı Kur’an ile büyük bir cihadla cihad et” 867 buyurmuştur. Âyet-i kerimede Kur’an ile cihadın “büyük cihad” olarak belirtilmesi, Kur’an’ın ilim ile cihad konusuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Hak ve hakikatı, en tehlikeli zamanda bile, hiç bir şeyden korkmadan ve çekinmeden, olduğu gibi söylemek de bir çeşit cihaddır. Rasûlullah (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Zâlim bir hükümdar/yönetici karşısında hak ve adâleti açıkça söylemek, büyük bir cihaddır.” 868
3- Mal ile cihad; Mü’min sahip olduğu imkânları Allah yolunda harcayabilir, Allah yolunda çalışanlara, kötülükle savaşanlara destek olabilir. Mal ile cihad, Allah Teâlâ’nın insana ihsan etmiş bulunduğu mal ve servetin yine Allah (c.c.) yolunda harcanması demektir. Bilindiği gibi, dünyada çoğu iş para ile yapılmaktadır. Hakkın korunması ve zafere ulaşılması da yine belirli oranda paraya bağlıdır. Bunun için mal ile cihadın önemi büyüktür. Müslümanların, İslâm’ın yücelmesi, hakkın muzaffer olması için her türlü mal, servet ve paralarını bu yolda fedâ etmeleri mal ile cihaddır.
Hz. Peygamber’in, mal ile cihad hususundaki teşvik edici sözleri ashâb-ı kirâmı harekete geçirmiş ve kendileri yoksulluk içinde sıkıntılı bir hayat geçirirken, mal ile cihad farîzasını edâ edebilmek için elde avuçta ne varsa getirip Rasûlullah’a vermişlerdir. Bu konuyla ilgili Kur’ân-ı Kerîm’de de pek çok âyet-i kerîme vardır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “İman edip hicret eden, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden, (mücâhidlere) yer veren ve yardım edenlerin hepsi birbirinin velîsidir/vekilidir.”869; “...Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşın. Bilseniz
864] Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ', I, 425
865] Tirmizî, Cihad, 2
866] 16/Nahl 125
867] 25/Furkan, 52
868] İbn Mâce, Fiten, hadis no: 4011
869] 8/Enfâl, 72
CİHAD
- 201 -
bu sizin hakkınızda ne kadar hayırlıdır.”870; “Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.” 871
4- Dil ile cihad; Mü’min elinden geldiği kadar günah ve kötü olan işleri ortadan kaldırmak, kötü insanları kötülüklerden vazgeçirmek için diliyle anlatır, öğüt verir. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin.” 872
Umretü’l Kazâ sırasında Abdullah bin Revâha’nın (r.a.) Hz. Muhammed’in (s.a.s.) huzurunda Kureyşlileri hicveden şiir okumasını Hz.Ömer (r.a.) hoş karşılamayarak engel olmuştu. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s.) ona; “Ey Ömer, Abdullah’ı serbest bırak, onun hicivleri Kureyş’i oktan daha çabuk etkilemekte, yaralar açmaktadır.” 873
Dil ile cihad; her türlü ilmî ve edebî çalışmaları, tanıtım ve bilgilendirme faâliyetlerini, karşı tez geliştirmeyi, zararlı propagandalara cevap vermeyi, düşünsel ve bilimsel alanda yetkin bir mücâdeleyi de kapsar. Bunun metodu ve araçları zamana ve şartlara göre değişebilir. Allah’ın diniyle mücâdele edenlerin şeytanî hileleri bilinip ona göre çalışma yapılmalı. Günümüzde çok yaygın hale gelen eğitim ve iletişim araçları meşrû (şeriate/İslâm’a uygun) şekilde, insanların gönüllerini İslâm’a ısındırmak, onların yüreklerine İslâm’ın diriltici soluğunu ulaştırmak amacıyla kullanılabilir.
5- Beden ile, canla cihad; Mü’min gerekirse bedeniyle, canıyla Allah yoluna çıkar, çalışır, çaba sarfeder, Allah adını yüceltmek için gayret eder. Canını Allah yolunda vermekten çekinmez. Cihad, müslümanlara farzdır. Her müslümanın nefsi ile, ilim ve malı ile sürekli cihad yapması, böylece dinin korunması, Hakk’ın gâlip kılınması için çalışması gerekir. Bazen “İ’lây-ı kelimetullah” yani Allah adının yüceltilmesi dinin korunup yayılması için de elde silâh düşmanla savaşmak icap edebilir. Bu en büyük cihaddır ve müslümanlara farzdır. Hattâ cihad denildiği zaman ilk akla gelen husus, düşmanla sıcak savaşa girmektir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Sizinle savaşanlarla; Allah yolunda siz de savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın.”874 Bu İlâhî emir, Allah yolunda, İslâm uğrunda savaşmanın ve İslâm yurdunu düşmana karşı korumanın cihad olduğunu bize ifâde etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadis-i şeriflerinde; ganimet elde etmek, şan ve şöhrete ulaşmak, mevkî ve makam elde etmek için yapılan savaşın cihad olmadığını, cihadın, Allah’ın (c.c.) adının yüceltilmesi (İ’lây-ı kelimetullah) için yapılan savaş olduğunu haber vermiştir.
Çağımızda birtakım gruplar her ne kadar savaşsız bir dünyanın özlemini dile getirmekte ve bunun için açık veya gizli savaş aleyhtarı faâliyetler sürdürmekte iseler de, bu, binlerce yıldan beri devam eden gerçeği hiçbir zaman değiştirmeyecek ve savaşlar sürüp gidecektir. Cenâb-ı Hak bu değişmez gerçeği şu âyet-i kerîmede bize haber vermiştir: “Hoşunuza gitmediği halde, savaş size farz kılındı. Hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda hayırlı olabilir. Hoşunuza giden bir şey
870] 9/Tevbe, 41
871] 4/Nisâ, 95
872] Ebû Dâvud, Cihad 18, hadis no: 2504, 3/10; Nesâî, Cihad 1, 6/7
873] Kütüb-i Sitte, 5/67
874] 2/Bakara, 190
- 202 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de, hakkınızda şer/kötü olabilir. Bunları Allah bilir, siz bilemezsiniz.”875; “Savaşan, ancak kendi öz canı için savaşmış olur. Allah hiç bir şeye muhtaç değildir.” 876
İslâm dini müslümanlara şerefli bir hayat yaşatmayı hedef edinmiştir. Bu sebeple bu dinin emrettiği savaş, savunma savaşı, zâlimlerden mazlumları kurtarma savaşı, her yere adâlet götürme savaşı ve müslümanların haysiyetini koruma savaşıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Kendilerine karşı savaş ilân olunduğunda zulme uğrayanlara cihad etmeleri için izin verildi. Allah onlara yardıma hakkıyla kadirdir.”877 buyurulup meşrû savunma savaşına izin verilirken her an savaşa hazır olmak da emredilmiştir.
Savaşın önemini ısrarla belirten İslâm dini ve onun yüce kitabı, barışın da gereğine işaret etmekte, barış teklifi düşmandan geldiği takdirde tâviz vermeden teklifin yerine getirilmesini istemektedir: “ Eğer onlar barış isterlerse sen de onu kabul et. Allah’a güven ve dayan. Her şeyi işiten, herşeyi hakkıyla gören O’dur. Onlar seni aldatmak isterlerse, şunu kesin olarak bil ki, Allah sana yeter. Seni, yardımlarıyla ve mü’minlerle destekleyen O’dur.” 878
İslâm, müslümanlara yapılan tecâvüzlerin hiçbirinin karşılıksız bırakılmamasını istemektedir: “O halde, size karşı tecavüz edenlere siz de aynıyla mukabele edin.”879 Yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar müslümanların cihada devam etmelerini isteyen İslâm, savaş hukukunu da en güzel şekilde tanzim etmiştir. Allah Teâlâ’nın: “Andlaşma yaptığınızda Allah’ın ahdini (andlaşma hükümlerini) yerine getirin.”880 ve “Haddi aşmayın, Allah haddi aşanları sevmez.”881 buyurması; Peygamber Efendimiz’in cephe gerisinde bulunan kadın, çocuk, ihtiyar ve din adamlarının öldürülmemesini, savaşçılara işkence edilmemesini çapulculuk yapılmamasını istemesi, İslâm savaş hukukunun temel kuralları olmuştur.
Dinimizin müslümanlara farz kıldığı cihadın fazileti ve bu emri yerine getirenlerin Allah katında ulaşacakları yücelikler Kur’ân-ı Kerim’de şöyle haber verilmektedir: “Allah Teâlâ, Cennet’e karşılık mü’minlerin canlarını ve mallarını satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar. Savaş meydanında şehîd ve gâzi olurlar. Allah’ın bu öyle bir vaadidir ki, Tevrat’ta da, İncil’de de, Kur’an’da da sâbittir. Kim Allah’tan daha çok vaadini yerine getirir? Yaptığınız bu hayırlı alış verişten dolayı sevinin. İşte büyük kurtuluş budur.”882; “Ey mü’minler! Sizi çetin bir azaptan kurtaracak bir ticaret yolu göstereyim mi? O da şudur: Allah’a ve Rasûlüne iman eder ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edersiniz. Bir bilseniz bu iş sizin için ne kadar hayırlıdır. Bu takdirde Allah sizin günahlarınızı mağfiret eder, altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn Cennetlerindeki hoş konutlara koyar. İşte büyük kurtuluş budur.” 883
Görüldüğü gibi cihad ilâhi bir emir olup kadın erkek bütün müslümanlara farzdır. Bu farzı yerine getirenler Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kazanacak ve
875] 2/Bakara, 216
876] 29/Ankebût, 6
877] 22/Hacc, 39
878] 8/Enfâl, 61-62
879] el-Bakara, 2/194
880] 16/Nahl, 91
881] 2/Bakara, 190
882] 9/Tevbe, 111
883] 61/Saff, 10-12
CİHAD
- 203 -
âhirette yüce mertebelere ulaşacaklardır. Cenâb-ı Hak: “Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın”884 buyurarak müslümanlara her zaman cihad için hazırlıklı olmalarını emretmiştir.
İşte bütün bu âyet ve hadislerin ışığında cihad, Kelîme-i Tevhîd’in kabulü ve gönüllere yerleşmesi için gösterilen cehd ile bunun neticesinde kazanılan kardeşliğin adıdır. Cihad; insanları, kula kul olmaktan kurtarıp Allah’a kul etmeğe dâvet edişin ve bu uğurda çekilen sıkıntıların adıdır. Cihad, insanları, sınıf, zümre, parti ve bütün beşerî hegemonyalardan kurtarıp Allah’ın hâkimiyeti altına gönül rızâsı ile dâvet etmenin adıdır. Kinsiz, kansız ve mutlu bir İslâm toplumu oluşturmak için gösterilen ihlâslı hareketin adıdır. Cihad, her ferdin, kendisini günahlardan arındırıp Allah’a istiğfâr etmesi, Allah’a yönelmesi, Allah’a yönelen insanlardan oluşan bir dünya kurması ve bu dünyada kendisi ve insanlar için yalnız Allah’ın hâkimiyetini istemesi ve bunun için devamlı hareket halinde olmasıdır. Cihad, eskiden yapılan ve pişmanlık duyulan bütün yanlış işlerin aksini yapma gücüdür. Cihad, zimmete geçirilen bütün hakları geri iâde edebilmektir.
Cihad, terkedilen hukukullahı telâfi etmektir. Cihad, nefis ve bedendeki her türlü taklidi terk etmektir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) torunu Hz. Hasan der ki: “Adam Allah uğrunda cihad eder. Hâlbuki bir kılıç vurmamıştır. Allah uğrunda cihadın hakkı da; hak ve ihlâsa yakın bulunması, haksızlıktan ve kötü niyetlerden, kusur ve ilgisizlikten gücü yettiği oranda uzak bulunmasıdır.” Cihad, insanları baskı ve dayatmalardan korumak ve kurtarmaktır. Zorlama ve baskı olmayan İslâm’a, insanları dâvet ederek Allah’ın adını yüceltmektir. Cihad, insanları, mensûbu olduğu akîdeden zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın kabulü ve yayılışına engel olmak isteyen ve gücünün yettiğine baskı yapan hak düşmanlarının kovulması ve her türlü engelin kaldırılması ile, sağlam kalp ve dosdoğru düşünen bir akıl için belirlenmiş en güzel nizamı, yani İslâm’ı hâkim kılmaktır. Cihad, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yaşayıp tebliğ ettiği İslâm’a yapışarak Allah yolunda kendini ve malını fedâ etmiş, orta yolu seçmiş, aşırılıktan sakınmış, ilâh olarak Allah’ı ve onun hâkimiyetini tanımış, İslâm’ı bütün dinlerin üstünde ve tamamlanmış tek din kabul ederek bu dini müdâfâ ve yaşanılır kılmak için çalışmak demektir. Bunun için İslâm’da mutlak sûrette, öldürme, intikam, din değiştirmeye zorlama yoktur. Düşmanı yenmek, onun kuvvet ve gücünü bertaraf edip dinde serbest olarak Allah’ın hükmüne tâbi tutmaktır ki, işte, Allah’ın adını yüceltmek için yapılan cihad şekillerinden birisi de budur.
İnsanlarla mücâdele ve insanlar arası savaş ilişkilerini anlatan pek çok kelime varken, İslâm bu kelimeleri cihad kavramı yerine kullanmadı. Meselâ, harp, kıtal, ezâ kelimeleri cihad kelimesinin yerini tutmamaktadır. İslâm niçin eskiden Araplar’ın kullandığı harp vb. gibi kelimeleri almadı da yepyeni bir ifâde olan cihad tâbirini aldı. Bunun birinci sebebi, harp tabiri şahsi menfaatler, polemik oyunlar için ateşi sönmeyen, yangını çağlar boyu milletlerin, kabilelerin içinden çıkmayan kıtâl anlamında kullanılmıştır. Harplerde genellikle, kişisel ve toplumsal kinler hâkim olmuştur. Harplerde fikir endişesi, bir akîdeyi gâlip kılma çabası çoğunlukla göze çarpmaz.
Cihad Allah İçindir ve Allah Yolundadır: İslâm’da cihad, hedefsiz, gâyesiz bir savaş değildir. İslâm’da cihad yalnız Allah yolunda olur. Bu şart, cihaddan
884] 8/Enfâl, 60
- 204 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ayrılmaz. İslâm’ın kendi hedeflerine varmak için niçin harp veya başka bir kelimeyi değil de; “cihad” kelimesini seçtiğini belirtirken, cihadın diğer kelimelerden farklı olduğunu ifâde ettik. Bu farklılığı sağlayan bir husûsiyet de “Allah yolunda” ifâdesinin ve kavramının cihad kelimesinin içinde bulunmasındandır. “Allah yolunda” tâbiri de İslâm’ın kendi mefkûresi için kullandığı terimler sözlüğünden bir terimdir. Bu terimi de birçok kişi yanlış anlamış, halkı İslâm inancına boyun eğdirip, İslâm’ı kabul ettirip bunun için zorlamak olduğu düşüncesini “Allah yolunda cihad” olarak düşünmüşlerdir.
Gerçekte, “Allah yolunda” terimi, İslâm kavramları içinde onların düşündüğünden çok geniş bir anlam belirtir. “Allah yolunda cihad” batılıların anladığı mânâda kutsal savaş (holy war) değildir. İslâm nazarında, toplumun fayda ve mutluluğu için, geçici dünya arzusunda bulunmadan yapılan her hareket “Allah yolunda”dır. Allah’ın sana verdiği malları geçici dünyalık faydalar umarak sarfedersen bu “Allah yolunda” olmak değildir. Ama sırf Allah rızâsı için, bildiğin muhtaçlara yardım edersen şüphesiz ki bu “Allah yolunda” bir iştir. İşte bu “Allah yolunda” terimi, yalnız İslâm’a mahsus; maddî menfaat ve arzulardan uzak, sırf Allah rızâsı umulan davranışlar için kullanılır. Bunu yapan kimse bilir ki, mü’min kardeşlerinin saâdeti için yaptığı her iş Allah rızâsı içindir. Mü’minin geçici dünya hayatında istediği tek husus, Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmaktan başka bir şey değildir. İşte yüce Allah, bu anlama işaret etmek için cihadı, “Allah yolunda” kaydıyla sınırlamıştır. İslâm’ın istediği de budur. Müslüman topluluk veya fert, bâtıl ve beşerî sistemleri yıkıp, yerine İslâm akîdesine dayalı bir sistemi getirirken, harcayacakları çabaları ve yapacakları her türlü fedakârlıkları, kişisel çıkarlardan, nefsânî arzulardan uzak tutmalıdır. Bütün çırpınmalarının karşılığı olarak, hak ölçülerine uygun, adâletli bir sistemi getirmekten başka bir şey gözetmemelidir. Mü’min, yaptığı şeylerin karşılığını bu dünyada beklemez. Allah’ın kelâmını yüceltmek için, bu bitmeyen mücâdelenin, dinmeyen savaşın karşılığında; mal, mülk, şan, şeref, rütbe, geçici dünyalık elde etme düşüncesi aklından geçmez. “Mü’minler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğût yolunda savaşırlar...” 885
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah, ancak kendi rızâsı için olan cihadı kabul eder. Nefsânî arzulardan, kavmiyetçi kinlerden, kabilecilik taassubundan kopan savaşı değil... Yeryüzündeki her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp durur. Fıtrî gayesine ulaşmak için gece gündüz demeyip çalışır. Fakat müslümanın çırpınış ve çalışması başka gâyelere yöneliktir. O, yani, İslâm’a inanıp, onun sistemine bağlanan kimse, her şeyden önce İslâm inkılâbının gâyesi olan Hakkı getirmek için canla başla, malla Allah yolunda cihad eder. Bütün gücüyle şer güçleri yıkmak, fitne ve fesat tohumlarının yeryüzünde yayılmasına engel olmak için çalışır. “Fitne yok olup din ve hâkimiyet yalnız Allah’ın oluncaya kadar” cihad eder. İşte İslâmî cihad budur. 886
Kur’ân-ı Kerim’de Cihad Kavramı
Cihad kelimesi Kur’an’da farklı şekillerde kırk bir yerde geçmektedir. Bunlardan 33’ü kavram anlamındaki cihadla ilgilidir. Mü’minler Allah yolunda, kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar.887 Allah, kendi yolunda cihad etmeyi emretmekte885]
4/Nisâ, 76
886] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 307-313
887] 4/Nisâ, 76
CİHAD
- 205 -
dir. 888 Bu yolda canlarıyla ve mallarıyla çalışanları övmektedir.889 Allah yolunda mücâdele eden mücâhidlerin dereceleri, evlerinde oturanlardan daha yücedir.890 Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin dereceleri çok yüksektir, mükâfâtları boldur.891 Allah, peygamberlerle beraber Allah yolunda yılmadan, gevşemeden cihad eden sabırlı Rabbânîleri sever.892Mü’minler, dünyayı, içindekileri, meskenleri cihaddan çok severlerse, Allah onlara cezâ verir.893 Allah (c.c.) cihad emri ile mü’minleri imtihan etmektedir.894 Allah yolunda cihad edenler ‘şehid’ olabilirler ama onlar ölmezler, Allah katında diridirler.895 Silâhlı/canla cihad, bize harp açanlara,896 verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara,897 Allah’a ve âhiret gününe inanmayarak, Allah ve Peygamberin haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı,898 yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah’ın dinini hâkim kılmak899 gâyesi ile meşrû kılınmıştır.
“İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah ğafûr ve rahîmdir.” 900
“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” 901
“Nice peygamberler vardı ki, beraberinde Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler; boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.” 902
“İki ordunun karşılaştığı gün sizin başınıza gelenler, Allah’ın dilemesiyle olmuştur ki, bu da, mü’minleri ayırdetmesi ve münâfıkları ortaya çıkarması için idi. Bunlara: ‘Gelin, Allah yolunda çarpışın yahut karartınızla düşmana gözdağı olun’ denildiği zaman, ‘Harbetmeyi bilseydik, elbette sizin peşinizden gelirdik’ dediler. Onlar o gün, imandan çok kâfirliğe yakın idiler. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Hâlbuki Allah, onların gizledikleri niyeti çok iyi bilir. (Evlerinde) Oturup da kardeşleri hakkında, ‘bize uysalardı öldürülmezlerdi’ diyenlere, ‘eğer doğru sözlü insanlar iseniz, canlarınızı ölümden kurtarın bakalım!’ de. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilakis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.” 903
888] 5/Mâide, 35; 9/Tevbe, 41; 22/Hacc, 78; 2/Bakara, 190; 4/Nisâ, 76 vd
889] 8/Enfâl, 72; 9/Tevbe, 41
890] 4/Nisâ, 95
891] 61/Saff, 10-12; 5/Mâide, 5
892] 3/Âl-i İmrân, 146
893] 9/Tevbe, 24
894] 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16
895] 2/Bakara,154; 3/Âl-i İmrân, 169
896] 2/Bakara, 190
897] 9/ Tevbe, 12-13
898] 9/Tevbe, 29
899] 2/Bakara 193
900] 2/Bakara, 218
901] 3/Âl-i İmrân, 142
902] 3/Âl-i İmrân, 146
903] 3/Âl-i İmrân, 166-170
- 206 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Bir kısım insanlar mü’minlere, ‘düşmanlarınız size karşı toplandılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha artırmış ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir’ demişlerdir.” 904
“Rableri, onların duâlarını kabul etti. (Dedi ki:) Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Allah, mükâfatın en güzeli kendi nezdinde olandır.” 905
“Ey iman edenler! İhtiyatlı davranın; bölük bölük savaşa çıkın, yahut (gerektiğinde) topyekün savaşın.” 906
“O halde, dünya hayatını âhiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya gâlip gelirse Biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” 907
“Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Buna hakkınız yok!)” 908
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.” 909
“Kendilerine ‘ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin’ denilen kimseleri görmedin mi? Üzerlerine savaş yazılınca içlerinden bir grup insanlardan, Allah’tan korkar gibi yahut daha fazla bir korku ile korkmaya başladılar da; ‘Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi, yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?’ dediler. Onlara de ki: ‘Dünya menfaati önemsizdir, Allah’tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır, size kıl kadar haksızlık edilmez. Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!...” 910
“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Mü’minleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar (güçleriyle size zarar vermelerini önler). Allah’ın gücü daha çetin ve cezâsı daha şiddetlidir.” 911
“Ancak, kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar, ne sizinle ne de kendi toplumlarıyla savaşmak (istemediklerin)den yürekleri sıkılarak size gelenler müstesnâ. Allah dileseydi onları başınıza belâ ederdi de sizinle savaşırlardı. Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilir de sizinle savaşmazlar ve barışı size bırakırlarsa bu durumda Allah size, onların aleyhinde bir yol(a girme hakkı) vermemiştir. Hem sizden hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyen başkalarını da bulacaksınız. Bunlar her ne zaman
904] 3/Âl-i İmrân, 173
905] 3/Âl-i İmrân, 195
906] 4/Nisâ, 71
907] 4/Nisâ, 74
908] 4/Nisâ, 75
909] 4/Nisâ, 76
910] 4/Nisâ, 77-78
911] 4/Nisâ, 84
CİHAD
- 207 -
fitneye götürülseler ona baş aşağı dalarlar(daldırılırlar). Eğer sizden uzak durmaz, sulh işini size bırakıp ellerini çekmezlerse onları yakalayın, rastladığınız yerde öldürün. İşte onlar üzerine sizin için apaçık yetki verdik.” 912
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek ‘sen mü’min değilsin’ demeyin. Çünkü Allah’ın nezdinde sayısız ganimetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lutfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Mü’minlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vaad etmiştir; ama mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” 913
“Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız’ dediler. Mûsâ: ‘Rabbim, ben kendimden ve kardeşimden başkasına hâkim olamıyorum; bizimle bu fâsık/yoldan çıkmış toplumun arasını ayır’ dedi. Allah: ‘Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklanmıştır; (bu müddet içinde) yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen de fâsık/yoldan çıkmış toplum için üzülme’ dedi.” 914
“Allah ve Rasûlüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezâsı, ancak ya acımadan öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için âhirette de büyük azap vardır.” 915
“Ey iman edenler! Allah’tan ittika edin/korkun. O’na vesile/yaklaşmaya yol arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” 916
“Ey iman edenler! Sizden kim mürted olur/dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve Kendisini seven, mü’minlere alçakgönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lutfudur. Allah’ın lutfu ve ilmi geniştir.” 917
“Yahûdiler: ‘Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır)’ dediler. Hay dediği yüzünden eli bağlanası ve lânet olası! Bilakis, Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun ki sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttırır. Aralarına, kıyâmete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah da bozguncuları sevmez.” 918
“Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ‘Ben peşpeşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim’ diyerek duânızı kabul buyurdu. Allah bunu (meleklerle yardımı) sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz yatışsın diye yapmıştı. Zaten yardım
912] 4/Nisâ, 90-91
913] 4/Nisâ, 94-96
914] 5/Mâide, 24-26
915] 5/Mâide, 33
916] 5/Mâide, 35
917] 5/Mâide, 54
918] 5/Mâide, 64
- 208 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yalnız Allah tarafındandır. Çünkü Allah mutlak gâliptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu. Hani Rabbin meleklere: ‘Muhakkak Ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek olun; Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım; vurun boyunlarına! Vurun onların bütün parmaklarına!’ diye vahyediyordu. Bu söylenenler, onların Allah’a ve Rasûlüne karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, bilsin ki Allah, azâbı şiddetli olandır. İşte bu yenilgi size Allah’ın azâbı! Şimdilik onu tadın! Kâfirlere bir de cehennem ateşinin azâbı vardır. Ey mü’minler! Toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin (Korkup kaçmayın). Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzî tutma durumu dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o, Allah’ın gazabını hak etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir! (Savaşta) Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Bu böyledir. Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzağını bozar.” 919
“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamâmen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” 920
“Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile (savaş için) karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah’ı çok zikredin ki başarıya erişesiniz.” 921
“Allah katında, yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Çünkü onlar iman etmezler. Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında hiç çekinmeden ahitlerini bozan kimselerdir. Eğer savaşta onları yakalarsan, ibret almaları için onlar ile (onlara vereceğin cezâ ile) arkalarında bulunan kimseleri de dağıt.” 922
“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet, cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız. Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir.” 923
“Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) gâlip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye gâlip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) iki yüz kişiye gâlip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah’ın izniyle (onlardan) iki bin kişiye gâlip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.” 924
“İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhâcirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının velîleridirler. İman edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar size onların
919] 8/Enfâl, 9-18
920] 8/Enfâl, 39
921] 8/Enfâl, 45
922] 8/Enfâl, 55-57
923] 8/Enfâl, 60-61
924] 8/Enfâl, 65-66
CİHAD
- 209 -
mirasından hiçbir şey yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.” 925
“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler; (muhâcirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.” 926
“Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şey)leri yoktur. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler. (Ey mü’minler!) Verdikleri sözü bozan, Peygamber’i (yurdundan) çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme karşı savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) mü’minler iseniz, korkmanız gereken yalnızca Allah’tır. Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onlara azap etsin, onları rezil etsin, sizi onlara gâlip kılsın ve mü’min toplumun gönüllerine şifâ versin, kalplerini ferahlatsın. Ve onların (mü’minlerin) kalplerinden öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Çünkü Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Yoksa siz, Allah sizden cihad edenlerle Allah, Peygamber ve mü’minlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri bilmeden (siz böyle bir imtihan geçirip iyiler ve kötüler müstehakını almadan başıboş) bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” 927
“(Ey müşrikler!) Siz hacılara su veren ve Mescid-i Hakam’ı onaran kimseyi, Allah ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerle bir mi tutuyorsunuz? Hâlbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez. İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.” 928
“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabânız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin.’ Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” 929
“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (kendine) din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” 930
“...Müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın ve bilin ki Allah takvâ sahipleriyle, (din düşmanlarına karşı korkaklık göstermekten) sakınanlarla beraberdir.” 931
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, ‘Allah yolunda savaşa çıkın!’ denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Âhiret (hayatına) dünya hayatını tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası âhiretin yanında pek azdır. Eğer (size emrolunan bu savaşa)
925] 8/Enfâl, 72
926] 8/Enfâl, 74
927] 9/Tevbe, 12-16
928] 9/Tevbe, 19-20
929] 9/Tevbe, 24
930] 9/Tevbe, 29
931] 9/Tevbe, 36
- 210 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çıkmazsanız, (Allah) sizi pek acıklı bir azap ile cezâlandıracak ve yerinize sizden başka (emirlerine itaat edecek) bir kavim getirecek; siz (savaşa çıkmamakla) O’na hiçbir zarar veremeyeceksiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.” 932
“(Ey mü’minler!) Gerek hafif, gerek ağır (kolay-zor, binekli-yaya, kuvvetli-zayıf, zengin-fakir, ihtiyar-genç) olarak hep birlikte savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer anlıyorsanız, bu sizin için daha hayırlıdır.” 933
“Allah’a ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla savaşmaktan (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini çok iyi bilir. Ancak Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, kalpleri şüpheye düşüp kuşkular içinde bocalayanlar (savaştan geri kalmak için) senden izin isterler. Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi, elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları (böyle cihad gibi güzel bir amelden) geri koydu; onlara, ‘oturanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!’ denildi. Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. Hâlbuki içinizde de onlara iyice kulak verecekler vardır (bunları kuşkulandırıp büyük bir fitne çıkarabilirlerdi). Allah zâlimleri gâyet iyi bilir.” 934
“De ki: Siz bize iki güzelliğin (şehidlik veya gâziliğin) birinden başkasını mı bekliyorsunuz? Hâlbuki biz size Allah’ın ya kendi katından veya bizim elimizle bir azap eriştirmesini bekliyoruz. Haydi, bekleyin durun; biz de sizinle beraber bekleyenleriz.” 935
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” 936
“Allah’ın Rasûlüne muhâlefet etmek için (savaştan) geri kalanlar (münâfıklar, sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler ve (savaşa çıkmak isteyenlere de); ‘bu sıcakta sefere çıkmayın’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi daha sıcaktır (ona nasıl dayanacaksınız?)’ Keşke anlasalardı!” 937
“Allah’a iman edin, Rasûlü ile beraber cihad edin’ diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve ‘bizi bırak, oturanlarla beraber olalım’ dediler. Geride kalan kadınlarla beraber olmağa râzı oldular, çünkü onların kalplerine mühür vuruldu (dolayısıyla cihadda olan hikmet ve gâyeyi) onlar anlayamazlar. Fakat Peygamber ve onunla beraber iman edenler, mallarıyla canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar (dünyada zafer, âhirette cennet) onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” 938
“Allah ve Rasûlü için (insanlara) öğüt verdikleri takdirde; zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara (savaşa katılmamalarından ötürü) bir günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine (kınanmasına) bir yol yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Kendilerini bindirip sevk etmen için sana geldiklerinde, ‘sizi bindirecek bir binek bulamıyorum’ deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de (sorumluluk yoktur). Sorumluluk
932] 9/Tevbe, 38-39
933] 9/Tevbe, 41
934] 9/Tevbe, 44-47
935] 9/Tevbe, 52
936] 9/Tevbe, 73
937] 9/Tevbe, 81
938] 9/Tevbe, 86-88
CİHAD
- 211 -
ancak, zengin oldukları halde, senden izin isteyenleredir. Çünkü onlar geri kalan kadınlarla beraber olmaya râzı oldular. Allah da onların kalplerini mühürledi, artık onlar (savaştan geri kalmanın sonucunun ne olacağını) bilemezler. (Seferden) Onlara döndüğünüz zaman size özür beyan edecekler. De ki: ‘(Boşuna) özür dilemeyin, size asla inanmayız. Çünkü Allah, sizin haberlerinizden (aleyhimizde çevirdiğiniz dolaylardan çoğunu) bize bildirmiştir. (Bundan sonraki) amelinizi Allah da görecektir, Rasûlü de. Sonra görüleni ve görülmeyeni Bilen’e döndürüleceksiniz de yapmakta olduklarınızı size haber verecektir. Onların yanına döndüğünüz zaman size, kendilerinden (onları cezâlandırmaktan) vazgeçmeniz için Allah adına yemin edecekler. İşte o zaman onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır. Kazanmakta olduklarına (kötü işlerine) karşılık cezâ olarak varacakları yer cehennemdir. Onlardan râzı olmanız için size yemin edecekler. Şâyet onlardan râzı olsanız bile Allah fâsıklar topluluğundan asla râzı olmaz.” 939
“Allah mün’minlerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alış verişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur.” 940
“Mü’minlerin hepsinin toptan (savaş için) sefere çıkmaları doğru değildir. Onlardan her topluluktan bir grup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde (onları Allah’ın azâbı ile) korkutmak için geride kalmalıdır. Umulur ki, dikkatli olurlar. Ey iman edenler! Kâfirlerden size yakın olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş ânında) sizde bir sertlik bulsunlar, (onlara karşı şiddetli ve çetin olun, sakın gevşeklik ve korkaklık göstermeyin). Biliniz ki Allah takvâ sahipleriyle, (korkaklıktan) sakınanlarla beraberdir.” 941
“Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret edip ardından da sabrederek cihad edenlerin yardımcısıdır. Bütün bunlardan sonra Rabbin elbette çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 942
“Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil; sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.” 943
“Allah uğrunda, O’na yaraşacak şekilde hakkıyla cihad edin. Sizi O seçti; din husûsunda üzirinize hiçbir zorluk yüklemedi...” 944
“Kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük cihad ile cihad et, büyük bir savaş ver!” 945
939] 9/Tevbe, 91-96
940] 9/Tevbe, 111
941] 9/Tevbe, 122-123
942] 16/Nahl, 110
943] 22/Hacc 39-40
944] 22/Hacc, 78
945] 25/Furkan, 52
- 212 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnîdir, hiçbir şeye muhtaç değildir.” 946
“Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, muhsinlerlerle/iyi ve güzel davrananlarla beraberdir.” 947
“De ki: ‘Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz!’ (Eceliniz gelmemiş ise,) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir. De ki: Allah size bir kötülük dilerse, O’na karşı sizi kim korur, ya da size rahmet dilerse (size kim zarar verebilir)? Onlar, kendilerine Allah’tan başka ne bir dost bulurlar ne de bir yardımcı. Allah, içinizden (savaştan) alıkoyanları ve dostlarına, ‘bize katılın’ diyenleri gerçekten biliyor. Zaten bunların sadece pek azı savaşa gelir.” 948
“Mü’minler, düşman birliklerini gördüklerinde, ‘işte Allah ve Rasûlünün bize vaad ettiği! Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir’ dediler. Bu (orduların gelişi), onların ancak imanlarını ve Allah’a bağlılıklarını arttırmıştır. Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler/yiğitler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehidliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” 949
“Allah, o inkâr eden kâfirleri hiçbir şey elde etmeden öfkeleriyle geri çevirdi. Allah(’ın yardımı) savaşta mü’minlere yetti. Allah güçlüdür, mutlak gâliptir.” 950
“(Savaşta) İnkâr eden kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihâyet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz.” 951
“İman etmiş olanlar ‘Keşke cihad hakkında bir sûre indirilmiş olsaydı!’ derler. Ama hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Korktukları başlarına gelsin! (Onların vazifesi) İtaat ve güzel sözdür. İş ciddiye bindiği zaman Allah’a sadâkat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.” 952
Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.” 953
“Sakın gevşemeyin. Üstün olduğunuz halde barışa dâvet etmeyin. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmez.” 954
“Köre vebâl yoktur, topala da vebâl yoktur, hastaya da vebâl yoktur (Bunlar savaşa katılmak zorunda değildir). Kim Allah’a ve peygamberine itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de geri kalırsa, onu acı bir azâba uğratır.” 955
946] 29/Ankebût, 6
947] 29/Ankebût, 69
948] 33/Ahzâb, 16-18
949] 33/Ahzâb, 22-23
950] 33/Ahzâb, 25
951] 47/Muhammed, 4
952] 47/Muhammed, 20-21
953] 47/Muhammed, 31
954] 47/Muhammed, 35
955] 48/Fetih, 17
CİHAD
- 213 -
“Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı. Sonra bir dost ve yardımcı da bulamazlardı. Allah’ın, öteden beri süregelen kanunu budur. Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.” 956
“Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle savaşır/vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şâyet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve (her işte) adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki merhamet olunasınız.” 957
“(Gerçek) Mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler/savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” 958
“Ne oluyor size ki, Allah yolunda infak edip harcamıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Elbette içinizden fetihten önce infak eden ve savaşanlarla, daha sonra infak edip savaşanlar bir değildir. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı vaad etmiştir. Allah’ın yaptıklarınızdan haberi vardır.” 959
“Onların (Münâfıkların) kalplerinde sizin korkunuz, Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Onlar müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın, hâlbuki kalpleri darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.” 960
“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler onlardır.” 961
“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” 962
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz ki, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bunlarla müjdele.” 963
“Ey Peygamber! Kâfirler ve münâfıklarla savaş, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür!” 964
956] 48/Fetih, 22-23
957] 49/Hucurât, 9-10
958] 49/Hucurât, 15
959] 57/Hadîd, 10
960] 59/Haşr, 13-14
961] 60/Mümtehıne, 8-9
962] 61/Saff, 4
963] 61/Saff, 11-13
964] 66/Tahrîm, 9
- 214 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tefsirden İktibaslar
(8/Enfâl, 72): Bunlar, (bu Muhâcirîn ile Ensâr) birbirlerinin velîleridirler. Bir kısmının öbürüne velâyeti vardır. Birbirine mirasçı olurlar. Birbirlerinin işlerine bakar, düzene koyarlar. İman edip de henüz hicret etmemiş olanlar, şu anda dâr-ı harbde bulunan ve oranın tebaası durumunda olan mü’minler ise onlar hicret edinceye kadar sizin onlara velâyet namına hiçbir şeyiniz yoktur. İşlerine müdâhele edemezsiniz. Bununla beraber sizden din konusunda yardım isterlerse onlara yardım etmeniz üzerinize borç olur, vacip olur. Ancak sizinle aralarında bir misak (yani antlaşma bulunan bir kavim aleyhine bir durum söz konusu) olmamalıdır. Zira antlaşma yapmış olduğunuz bir kavmin aleyhine olacak bir şekilde o mü’minlere yardım ederek, antlaşmayı geçersiz kılmanız ahde vefasızlık olur. Bu da sizin için caiz olmaz. Nasıl olabilir ki, Allah bütün yaptıklarınızı görüp durmaktadır.
8/Enfâl, 73: Kâfir olanlar bile birbirlerinin velîleridir. Sizinle değil, hepsinin de değil, ama bazılarının arasında miras ve yardımlaşma sürer gider. Şu halde onların mü’minlerle bir ilişkileri yoktur. İsterse akraba olsunlar mü’min ile kâfir arasında velâyet ve veraset cereyan etmez. Bir de her kâfirin her kâfire velâyet ve veraseti de olmaz. Din ayrılığı ve diyar başkalığı ikisi de mirasa engeldir. Eğer siz bunu yapmazsanız (yani birbirinize velâyet ve yardım işinde dayanışma içinde olmazsanız, bunu şu açıklanan esaslar dairesinde icra ve ifa etmezseniz veya karmakarışık eder de içinden çıkılmaz hale getirirseniz) yeryüzünde çok büyük bir fitne ve fesat olur. Ki siz bunun büyüklüğünü takdir edip kestiremezsiniz. Bu açıklamada mü’minler, Muhâcirler ve Ensâr ve Muhâcir olmayan diğer müslümanlar olarak taksim olunduktan ve aralarındaki dayanışma bağlantısının esasları belirlendikten sonra bunların imandaki kemal mertebelerinin hakikatini ortaya koymak sadedinde buyuruluyor ki:
8/Enfâl, 74: Onlar ki, iman ettiler ve hicret eylediler, yani yerlerini yurtlarını, mallarını ve akrabalarını bırakıp vatanlarından çıkıp geldiler ve Allah yolunda cihada katıldılar, Allah'ın dini uğrunda, Allah rızası için ceht ve gayretlerini esirgemeyip sabır ve tahammül gösterdiler, çeşitli zahmetlere katlanıp nefislerini mahrumiyetlere atmak sûretiyle bu uğurda bir yarışa girdiler. Onlar ki, iyva eylediler, Allah Resulünü ve Muhacirleri kendi evlerinde misafir edip barındırdılar, onlara yer yurt verip iskan ettiler, yerleştirdiler, ve yardım ettiler, onlarla birlik olup düşmanlarına karşı savaş konusunda her bakımdan yardım ettiler. Ensar oldular işte bunlar, yani Muhacirler ile Ensar işte bunlardır, hakkı ile mü’minler bunlardır ki, imanlarını sûrenin başında da beyan olunduğu üzere, gerektiği şekilde hakkıyla özüne erdirmişlerdir, işte bunlar içindir ki, eşsiz bir mağfiret ve değerli bir rızık vardır. Bu rızkın ne sorumluluğu var, ne de minneti. Buradaki "işte bunlar hakkıyla mü’min olanların ta kendileridir" ifadesindeki tahsisi ve kasrı, mutlak olarak yalnızca o zamana veya bu zamana mahsus bir hakiki kasr zannetmemelidir. Bu kasır hicret farz iken dâr-ı harbi terketmeyip hicret eylemeyenlere göre edenlerin durumuna ait izafî bir tahsistir.
8/Enfâl, 75: Çünkü Bundan sonra, (yani sizin hicretinizden sonra) iman edip de hicret eyleyenler ve sizinle beraber cihada katılanlar, şimdi bunlar, bu üç özelliği taşıyanlar da sizdendir. Size ektir ve sizden sayılırlar. Ey mü’minler, bununla beraber bundan böyle zevil-erham denilen akrabalar, Allah'ın kitabında mirasta birbirlerine daha evladırlar, yabancılardan daha yakındırlar.
CİHAD
- 215 -
O akrabalık isterse ana tarafından olsun, yine de akraba olmayanlara göre daha yakındırlar. Mü’min bir akraba varken, böyle bir akrabalığı olmayan bir mü’min yalnızca din kardeşliği sebebiyle bir başka mü’mine mirasçı olamaz. Yani Muhacirler ile Ensar arasında hicretin başında kurulan kardeşlik anlaşmasının mirasla ilgili olan hükümleri bundan böyle geçersiz olacak demektir. Mü’minler arasında miras yalnızca akraba olanlar arasında geçerli olacaktır. Ve işte ilk hicret edenlerle daha sonra hicret edenler arasındaki yegane fark budur. İkinci hicret döneminin Bedir'den sonra veya bu âyetin nüzulünden sonra başladığını söyleyenler olmuş ise de en sahih olan görüş Hudeybiye'den sonradır diyenlerin görüşüdür.
Şüphe yok ki, Allah her şeyi bilir. Şu halde bu hüküm ve yukarıdan beri ortaya konan hükümlerin sırrını ve hikmetini de bilir. Bundan sonra gelecek Berâe (Tevbe) Sûresi içinde geçen hükümlerin de sırrını ve hikmetini bilir. 965
9/Tevbe, 20: İman ve hicret edip Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, Allah katında derece bakımından en büyüktürler. Bunların yücelik mertebeleri ve üstün değerleri hepsinden yüksektir. Başkaları sakalık ve imaret de dâhil olduğu halde diğer olgunluk ve faziletlerin hepsini elde etmiş olsalar bile, bu mücahidlerin, sırf mücahid oldukları için, Allah katındaki rütbe ve dereceleri yine de hepsinden üstündür. Ve işte gerçekten kurtuluşa erenler bunlardır. "Acaba", "belki" "umulur ki" gibi ihtimal ve tereddüt bildiren edat ve fiileri olmayan gerçek ve mutlak anlamdaki kurtuluş işte bunlara mahsustur. Bunların kurtuluş ve necatına göre diğerlerinin durumu, sanki bir fevz ü necat bile değildir. Nisâ Sûresi'nde "Mü’minlerden özür sahibi olmaksızın evlerinde oturanlarla Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar."966; "Allah cihad edenleri, evlerinde oturanlara pek büyük ecirlerle üstün tutmuştur. Onlara katından derece derece lütfederek bir mağfiret ve rahmet ihsan etmiştir..." 967 âyetiyle de mücâhidlerin Allah katındaki yerlerini belirlemiştir.
Bu âyetlerin sebeb-i nüzûlünde rivâyet olunduğuna göre; Müşrikler, Yahudilere "Biz hacılara sakalık yapıyoruz, Mescid-i Haram'ın imarını ve bakımını üstlenmişiz. Biz mi efdaliz, Muhammed ve ashabı mı?" demişler. Onlar da "Siz efdalsiniz" cevabını vermişler. Ayrıca Hz. Ali, amcası Hz. Abbas İslâm'a girdikten sonra, ona "Amca, hicret edip Rasûlullah'a katılsanız." demiş, o da "Ben hicretten daha efdal bir halde değil miyim? Beytullah'ı ziyaret edenlere su veriyorum ve Mescid-i Haram'ı imar edip bakımını sağlıyorum." diye cevap vermiş. Bunun üzerine bu âyetler nazil olunca Hz. Abbas "Bana öyle geliyor ki, bu sakalık görevini bırakacağım." demiş. Hz. peygamber de kendisine "Sakalık işinize devam ediniz, çünkü sizin onda hizmetiniz vardır"968 buyurmuş. "Sahih-i Müslim"de rivâyet olunduğu üzere Numan b. Beşir demiştir ki, "Rasûlullah'ın minberi yanında idim, bir adam, ben hacılara sakalık etsem de başka hiçbir amel işlemesem gam yemem, dedi. Bir başkası da ben Mescid-i Haram'ı imar etsem de başka hiçbir amel işlemesem kendime dert etmem, dedi. Bir diğeri de Allah yolunda cihad etmek bu sizin söylediklerinizden daha efdaldir dedi. Bu bir Cuma günü idi. Derken Ömer (r.a.) bunlara, susun, Rasûlullah'ın minberinin dibinde böyle sesinizi
965] Elmalılı, c. 4, s. 257-259
966] 4/Nisâ, 95
967] 4/Nisâ, 95-96
968] Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, IV/146-147
- 216 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yükseltmeyin. Maamafih namazı kıldıktan sonra bu ihtilaf ettiğiniz meseleyi Rasûlullah'dan sorup öğreneyim, dedi. Daha sonra Allah Resulü'nden meseleyi sordu, Allah Teâlâ da bu âyeti inzal buyurdu." 969
Şimdi de bu büyük fevz ü necatın derecesinin yüceliği ve kesinliği şöyle bir açıklama ile müjdeleniyor:
Tevbe, 21: Onların Rabb'ı olan Allah, kendilerine şunları müjdeler: tarafından bir ilâhî rahmet, fevkalade bir ihsan ve bir rıdvan, hem râzı, hem marzî olarak huzur ı izzetine kabul buyuracak bir büyük rıza ve görülmedik cennetler ki, onlar için orada bitmez, tükenmez ve sonu gelmez bir nimet ve lezzet vardır. Hem nasıl?
9/Tevbe, 20: O bahtiyarlar, o cennetlerde süresiz kalmak, ebediyyen bulunmak üzere yaşayacaklar. O cennetlerin ne nimetlerine sınır var, ne de sahiplerine zeval var. Şüphe yok ki Allah, ancak O'nun katında bir büyük ecir vardır. Sonu olan sınırlı amellere, sonsuz ve sınırsız mükâfatlar verebilmek ancak O'na mahsustur. Bütünüyle dünya ve dünya ecirleri bunun yanında pek küçük kalır. Dünyada başkalarından beklenecek herhangi bir ecir onun ölümüyle sona erer. Dünya nimetlerinin hiçbiri uğrunda can vermeye değmez. Allah katındaki ecir de dünyalara sığmaz. Ebedi olduğu için ona nail olan öldükten sonra kıyamet gününde de ondan faydalanır. "Yaptıklarınızın karşılığı ancak kıyamet günü size tamamen ödenecektir." 970 âyeti bunu açıkça beyan eder. Bundan dolayı böyle bir mükâfatı elde etmek için işlenecek amel, can vermek bile olsa, değer, yine de azdır. 971
Tevbe, 40: Eğer siz ona, o peygambere gerek topluca (nefir halinde), gerek teker teker yardım etmezseniz, Allah ona kesinlikle yardım eder. Zira bu bir hakikattir ki, Allah onu mansur kılmıştır. Yardımına mazhar etmiştir. Hem bakınız ne kadar kısa bir zamanda Kâfirler onu yurdundan çıkardıkları vakit, Mekke'den çıkmasına sebep oldukları vakit, ikinin birisi iken, ki ikisi de mağarada idiler, ikisi de o mağarada bulundukları sırada, (bu mağara Mekke'nin Güney-Doğu tarafında Sevr dağının tepesinde bulunan bir mağaradır. "O vakit o küfredenler, seni tutup hapsetmek veya öldürmek yahut Mekke'den çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı." 972. İşte tam o mağarada iken o, arkadaşına, (biricik dostu ve yoldaşı olan Ebu Bekir'e): "Hiç üzülme, çünkü Allah bizimledir." diyordu. Yani yardımıyla ve korumasıyla daima beraberimizdedir, gözeticimiz ve yardımcımızdır. O, yakınlarına sahip çıkacak, onlara hüzün bile verdirmeyecek, nerede olursak olalım bizi koruyacak ve himayesi hep üstümüzde olacaktır. Artık bu kesin iken hüzne yer yoktur, diyerek arkadaşına teselli veriyordu, onu hüzünlenmekten men ediyordu. Rivâyet olunduğu üzere, bu sırada müşrikler izleri takip ede ede gelmişler, mağaranın önünde ve üstünde dolaşıyorlardı. Bu anda Ebu Bekir, korkmuş ve üzülmeye başlamıştı. "Ya Rasûlallah, ben ölürsem, nihâyet bir kişiyim, sıradan bir insanım, fakat sen öldürülürsen Allah'ın dini yok olur gider." diyerek üzüntüsünün asıl sebebini dile getirmişti. Rasûlullah da o durumda, yani üçüncüleri Allah olan o ikinin ikincisine "neden şüpheleniyorsun?" "Üçüncüsü Allah olan bu iki için ne diye üzülüyorsun?" 973. Yani durum böyle iken neye endişe ediyorsun, endişen niye? "Üzülme Allah bizim969]
Müslim, İmâre 111; Ahmed bin Hanbel, IV/269
970] 3/Âl-i İmrân, 185
971] Elmalılı, c. 4, s. 296-297
972] 8/Enfâl, 30
973] Buhârî, Tefsîru Sûre 9/9; Ahmed bin Hanbel, I/4
CİHAD
- 217 -
le beraberdir." dedi. Allah da derhal ona, o arkadaşının üzerine sekinetini indirdi. Öyle hüzün içindeki bir anda bile peygamberinin gönlüne herhangi bir hüzün kondurmadıktan başka onun feyzi ile arkadaşı Sıddık'ın hüznünü def'edip kalbine bitmez tükenmez bir huzur ve itminan verdi, rahmetiyle onu hüzünden bir anda uzaklaştırdı. Şöyle bir düşünülsün, Mekke'de Rasûlullah'ı öldürmek maksadıyla evini dört bir yandan kuşattıkları ve Rasûlullah'ın onlara görünmeden geceleyin çıkıp Ebu Bekir'in evine gidip, onu da yanına alarak Sevr dağındaki mağaraya gittiği o hicret günleri ne tehlikeli günlerdi... Ve o kadar düşmanın her tarafı didik didik aradıkları iki zatın bir ıssız mağarada saklandıkları korkulu saatler... Ve öyle bir zamanda bile Rasûlullah'ın arkadaşına "Üzülme, Allah kesinlikle bizimledir." dediği anlar... Ve işte böyle bir anda bile Rasûlullah'ın hiçbir hüznü caiz görmeyen o iman ve yakın hali, o iman, metanet ve sekineti, ne ilâhî bir kuvvet, ne i'cazkâr bir müjdedir... Sonra öyle kutsal bir endişe ve hüzünle sızlayan bir gönül, bu müjde üzerine derhal onu tasdik edip ilâhî bir sekinet ile o anda huzura kavuşsun... İşte Sıddık'ın kalbindeki sadakat ve imanu nasıl bir sadakat, bu ne kadar yüksek bir iman! Ve o anda hakka'lyakîn tecelli eden ilâhî beraberlik ve ilâhî rahmetten inen rabbani sekinet ne ezeli bir hakikat, ne sonsuz bir rahmet ve nusrettir.
İşte Allah, Rasûlünü böylesine müşkül durumlarda bile yalnızlığa terk etmedi. Daha dün denecek kısa bir zaman önce o durumlardan kurtarıp Mekke'nin fâtihi durumuna getirdi. Onu işte böylesine mansur ve muzaffer kıldı ve onu sizin görmediğiniz ordularla destekledi ve o kâfirlerin kelimesini, küfre davetlerini süflî kıldı, onu alçalttıkça alçalttı. Öyle ki, en alçak kelime o oldu. Birine kâfir demek en büyük hakaret sayılır oldu hâlbuki Allah'ın kelimesi, (yani kelime-i tevhid ki), "Allah'dan başka tapacak yoktur." sözü en yüce olan odur. En üstün, en yüce kelimedir. Ve Allah aziz, (yani güçlüdür), hakîm (hikmet sahibi)dir. Yenilmez, yanılmaz, onunla uğraşılmaz, hükmüne, kararına karşı gelinmez, O'nun koruduğu yok edilmez, kâhirettiği de kurtarılamaz. Sebepler O'na değil, O sebeplere hükmeder. Hükmü ve tedbiri de ayniyle hikmettir. O'nun şanı ve celali başkalarının yardımına muhtaç olmaktan münezzehtir. Kulların Allah'ın dinine yardım ve Allah'ın kelimesini yüceltmek için nefir halinde topyekün cihadla emrolunmaları hem onun kulları üzerindeki bir hakkı, izzeti ve şanıdır, hem de onların menfaatlarının gereği olan bir hikmettir. 974
9/Tevbe, 100: Muhâcirler'den ve Ensâr'dan o sâbıkîn-i evvelîn. Muhâcirler'den ve Ensâr'dan hicrette ve yardımda başta gelen öncüler, yani kıbleteyne (her iki kıbleye) namaz kılmış ve Bedir Savaşı'nda bulunmuş olanlar yahut "Hakikaten Allah, o ağaç altında sana biat eden mü’minlerden râzı olmuştur."975 âyetinin delâletine göre Hudeybiye'deki "bîy'atürrıdvan"da bulunanlar ki, bu görüş daha tercihe şayandır. Zira Enfâl Sûresi âyet 72’de geçtiği üzere Hudeybiye gününe kadar olan hicretlerin hepsi önceki hicretler grubundandır. Ve bunlara ihsan ile, iyi ameller ile uyanlar; Yani güzel işlerde sabıkîn-i evvelîne (ilklere) uyup, onlar gibi güzel işler yapan diğer Muhacir ve Ensar, yahut kıyamete kadar onların yaptıkları işleri örnek alan ve onların izinden giden bütün iyiliksever müslümanlar ki, bu mânâya göre, "sabıkîn-i evvelîn" Muhâcirler'le Ensâr'ın bütünü demek olur. Önceki mânâ 'daki "min" min-i teb'îzıyye olduğuna göredir, bu ikinci mânâ da min-i be974]
Elmalılı, c. 4, s. 345-346
975] 48/Fetih, 18
- 218 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaniyye olduğuna göredir. Velhasıl sabıkin-i evvelin olan Muhacir ve Ensar'dan ibaret bütün Muhammed'in Ashabı ile onlara iyi gözle bakıp arkalarından giden, onları kendilerine örnek alan ve onlara uyanlar... Allah onlardan râzı, onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır. Bu özellikleri taşıyanların hepsi "râzıyye" ve "merzıyye" mertebesini kazanmışlardır. Ve Allah, onlara öyle cennetler hazırlamıştır ki, altlarından ırmaklar akar durur. İbn Kesir kırâetinde bu âyet dahi, birçok yerdeki benzerleri gibi diye okunur. Ancak diğer kırâetlerde burada "min" yoktur. "Onlar, orada ebedi kalacaklar. Büyük kurtuluş da işte budur," bu demektir. Gerçek mü’minlerin ve Hz. Peygamber'in ashabını örnek alıp, izlerinden gidenlerin durumu böyledir. 976
Hadis-i Şeriflerde Cihad Kavramı
“Allah yolunda cihad ediniz. Çünkü Allah yolundaki cihad, Cennet kapılarından bir kapıdır ki, Allah onun sebebiyle (mücâhidi) hüzün ve kederden korur.” 977
“Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin.” 978
“Cihad kıyâmete kadar devam edecek bir farzdır” 979
“Bu din, dâima ayakta duracak, Kıyâmet kopuncaya kadar da mü’minlerden bir grup onun yolunda cihad edip savaşmaktan asla vazgeçmeyecektir.” 980
“Mekke’nin fethinden sonra artık hicret yoktur, fakat cihad ve niyet vardır...” 981
“İçinden samimi şekilde Allah yolunda cihad etmeyi temenni eden kimse, sonra ölse de, öldürülse de şehid sevabı kazanır.” 982
“Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebi göndermemiştir ki, ümmet içinde kendisine yardımcı olan havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra bunları bir nesil takip eder. Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar. Bunlarla eli ile fiilen mücâdele eden mü’mindir, dili ile mücâdele eden mü’mindir, kalbi ile mücâhede eden mü’mindir. Bunun dışında kalanların hardal tanesi kadar da olsa imanları yoktur.” 983
“Şüphesiz ki mü’min kılıcı ve dili ile cihad eder.” 984
“Gerçek mücâhid, nefsiyle cihad edendir.” 985
“Zâlim bir hükümdar/yönetici karşısında hak ve adâleti açıkça söylemek, büyük bir cihaddır.” 986
“Kim Allah yolunda (cihad için) bir şey infak edip harcarsa, ona (verdiğinin) yedi yüz
976] Elmalılı, c. 4, s. 396-397
977] Ahmed bin Hanbel, V/214
978] Ebû Dâvud, Cihad 18, hadis no: 2504; Nesâî, Cihad 1, 2, 48
979] Ebû Davûd, Cihad, 33
980] Buhârî, Nafakaat 3; Müslim, İmâre 172; Ebû Dâvud, Sünne 16; Ahmed bin Hanbel, II/413, 467
981] Buhâri, Cihâd, 1
982] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 21; Ebû Dâvud, Cihad 42; Nesâî, Cihad 25
983] Müslim, İman 20
984] Ahmed İbn Hanbel, VI/387
985] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 2, hadis no: 1621
986] İbn Mâce, Fiten, hadis no: 4011; Tirmizî, hadis no: 2265
CİHAD
- 219 -
misli (ecir/sevap) verilir.” 987
“Bir kul Allah yolunda (cihadda iken) bir gün oruç tutarsa, bu oruç sebebiyle Cenâb-ı Hak onun yüzünü yetmiş senelik mesâfeden cehennem ateşinden uzaklaştırır.” 988
“Bir kimse Allah yolunda (cihadda iken) bir gün oruç tutarsa, Cenâb-ı Hak onunla cehennem arasında yerle gök genişliğinde bir hendek açar.” 989
Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.)’ın ashâbından bir kişi, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçmişti. Burası çok hoşuna gitti ve: ‘Keşke insanlardan ayrılıp şu dağ kısığında otursam. Ama Rasûlullah (s.a.s.)’dan izin almadan bunu asla yapmam’ dedi. Sonra arzusunu Rasûlullah’a anlattı. Peygamberimiz: “Böyle bir şey yapma. Çünkü sizden birinizin Allah yolunda cihad etmesi/çalışıp gayret sarfetmesi, evinde oturup yetmiş sene namaz kılmasından daha fazîletlidir. Allah’ın sizi bağışlamasını ve cennete koymasını istemez misiniz? O halde Allah yolunda cihada çıkınız. Kim devenin sağılacağı kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, mutlaka cennete girer.” buyurdu.” 990
Rasûlullah (s.a.s.)’a: “Yâ Rasûlallah! Allah yolunda cihada denk hangi iş vardır?” denildi. “Ona denk bir iş bulamazsınız” buyurdu. İki veya üç defa aynı soruyu tekrarladılar; Rasûlullah (s.a.s.) her defasında “Ona denk bir iş bulamazsınız” cevabını tekrarladı. Daha sonra şöyle buyurdu: “Allah yolunda cihad eden kimsenin benzeri, gündüzleri oruç tutan, geceleri namaz kılan, Allah’ın âyetlerine hakkıyla itaat eden ve Allah yolunda cihad eden kimse, cepheden dönünceye kadar, namaza ve oruca hiçbir şekilde ara vermeyen kimsenin benzeridir.” 991 (Buhârî’nin rivâyeti şöyledir: Bu soru üzerine Rasûl-i Ekrem: “Cihada denk olacak bir iş bulamıyorum ki! Allah yolunda cihad eden kimse yola çıktığında, sende mescidine girip hiç ara vermeden namaz kılmaya, hiç iftar etmeden oruç tutmaya güç yetirebilir misin?” Soruyu soran kişi: ‘Buna kim güç yetirebilir ki?!” dedi. 992
“Müslümanlardan bir şahıs, deve sağılacak kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, cennet onun hakkı olur. Allah yolunda yaralanan veya bir sıkıntıya düşen kimse, kıyâmet gününde yaralandığı gün gibi kanlar içinde Allah’ın huzuruna gelir. Kanının rengi zâferân gibi kıpkırmızı, kokusu da misk kokusu gibidir.” 993
“Cennette yüz derece vardır ki, Allah onları, kendi yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. Her derece arasında gökle yer arası kadar mesâfe bulunmaktadır.” 994
“Allah yolunda (cihad için) ayakları tozlanan kula cehennem ateşi dokunmaz.” 995
“Allah korkusundan ağlayan bir kimse, sağılan süt tekrar memeye girmedikçe cehenneme girmez. Allah yolundaki cihadın tozu ile cehennem dumanı bir kulun üzerinde
987] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 4, hadis no: 1625; Nesâî, Cihad 45
988] Buhârî, Cihad 36; Müslim, Sıyâm 167-168; Ebû Dâvud, Cenâiz 3; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 3; Nesâî, Sıyâm 44; İbn Mâce, Sıyâm 34
989] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 3
990] Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 17
991] Buhârî, Cihad 1; Müslim, İmâre 110; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 1; Nesâî, Cihad 17
992] Buhârî, Cihad 1
993] Ebû Dâvud, Cihad 40; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 21; Nesâî, Cihad 25
994] Buhârî, Cihad 4, Tevhid 22; Nesâî, Cihad 18
995] Buhârî, Cihad 16; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 7; Nesâî, Cihad 9
- 220 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birleşmez.” 996
“İki göze cehennem ateşi dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda nöbet bekleyerek geceleyen göz.” 997
“Kim Allah yolunda cihada gidecek bir gâziyi donatır, cihad için gerekli olan ihtiyaçlarını karşılarsa, bizzat cihada gitmiş gibi sevap kazanır. Cihada giden gâzinin arkada bıraktığı âilesine güzelce bakıp onların ihtiyaçlarını karşılayan da bizzat cihad yapmış gibi sevap kazanır.” 998
“Kim Allah’a gerçekten iman ederek ve vaadine gönülden bağlanarak O’nun yolunda cihad etmek için at beslerse, o atın yediği, içtiği, gübresi ve bevli kıyâmet gününde o kimsenin sevapları arasında olacaktır.” 999
“Allah yolunda cihad edenler için Allah Taâlâ cennette yüz derece hazırlamıştır. Her derecenin arası yerle gök arası kadardır.” 1000
Ebû Zer (r.a.) şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! Hangi amel daha fazîletlidi?’ diye sordum. “Allah’a iman ve Allah yolunda cihad etmek” buyurdular.” 1001
Sahâbeden bir adam: “Yâ Rasûlallah! Seyahata çıkmam için bana izin ver” dedi. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.): “Şüphesiz ki ümmetimin seyahati Azîz ve Celîl olan Allah yolunda cihada çıkmaktır” buyurdu. 1002
“Allah yolunda cihad ve Allah’a iman etmek, amellerin en fazîletlisidir...” 1003
Rasûlullah’a (s.a.s.) “Hangi amel daha fazîletlidir?” diye soruldu. “Allah’a ve Rasûlüne iman etmek” buyurdu. “Sonra hangisi?” denildi. “Allah yolunda cihad etmek” karşılığını verdi. “Bundan sonra hangisi?” denilince: “Allah katında makbul olan hactır” buyurdular. 1004
İbn Mes’ûd (r.a.) şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! Hangi amel Allah’a daha sevimlidir?” dedim, “Vaktinde kılınan namaz” buyurdu. “Sonra hangisidir?” diye sordum, “Ana babaya iyilik etmek” diye cevap verdi. “Ondan sonra hangisidir?” dedim, “Allah yolunda cihad etmek” buyurdular. 1005
Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)’e gelerek: “İnsanların hangisi daha üstündür?” diye sordu. Peygamberimiz: “Allah yolunda canıyla ve malıyla cihad eden kimse” buyurdu. Adam: “Sonra kimdir?” diye sordu. Efendimiz: “Bir vâdiye çekilip Allah’a ibâdet eden ve insanları şerrinden uzak tutan kimse” buyurdu. 1006
996] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 8, Zühd 8; Nesâî, Cihad 8
997] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 12
998] Buhârî, Cihad 38; Müslim, İmâre 135-136; Ebû Dâvud, Cihad 20; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 6; Nesâî, Cihad 44
999] Buhârî, Cihad 45; Nesâî, Hayl 11
1000] Buhârî, Cihâd 4, Tevhîd 22; Nesâî, Cihâd 18
1001] Buhârî, Itk 2; Keffârât 6; Müslim, İman 136; İbn Mâce, Itk 4
1002] Ebû Dâvûd, Cihâd 6
1003] Müslim, İmâre 117; Tirmizî, Cihad 32
1004] Buhârî, İman 18, Hac 4, Tevhid 47; Müslim, İman 135; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 22; Nesâî, Hac 4, Cihad 17
1005] Buhârî, Mevâkît 5, Cihâd 1, Edeb 1, Tevhîd 48; Müslim, Îmân 137-139; Tirmizî, Salât 14, Birr 2; Nesâî, Mevâkît 51
1006] Buhârî, Cihad 2, Rikak 34; Müslim, İmâre 122-123, 127; Ebû Dâvud, Cihad 5; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 24; Nesâî, Cihad 7, Zekât 74; İbn Mâce, Fiten 13
CİHAD
- 221 -
“Allah yolunda malını harcayana, harcadığının yedi yüz misli ecir verilir.” 1007
“İşin başı İslâm, direği namaz, zirvesi cihaddır.” 1008
“Kim Allah yolunda cihad etmeden ve cihadı arzu etmeden, bunu konuşmadan ölürse, münâfıklığın bir bölümü üzerinde (münâfıkların bir grubundanmış gibi) ölür.” 1009
“Siz cihadı terkederseniz; Allah üzerinize bir zillet/aşağılık verir ki, (tam bir iman ve cihad arzusuyla) dininize dönünceye kadar o zilleti üzerinizden kaldırmaz.” 1010
“Fâizi yemek için hileli yollara saptığınız, öküzlerin kuyruklarına yapışıp ziraatla geçindiğiniz ve cihadı terk ettiğiniz zaman Allah üzerinize zilleti (aşağılanma, horlanma, zaafa düşmeyi) Musallat kılar ve dininize dönmedikçe onu üzerinizden sıyırmaz.” 1011
“Onlara karşı bizzat mücâdele eden mü’mindir. Onlara karşı diliyle mücâdele eden mü’mindir. Onlara karşı kalbiyle (nefret duyup) mücâdele eden mü’mindir. Kalp ile mücâdelenin ötesinde (cihadı terk edenlerin) hardal tanesi kadar imanı yoktur.” 1012
“Allah yolunda bir gün hudut nöbeti tutmak (ribât) dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır. Sizden birinizin kamçısının cennetteki yeri, dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır. Kulun Allah Teâlâ’nın yolunda akşamleyin veya sabah erken vakitteki yürüyüşü de dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır.” 1013
“Bir gün ve bir gece ribât (düşman karşısında cihad halinde durma; hudut nöbeti tutmak), gündüzü oruçlu gecesi ibâdetli geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. Şâyet kişi bu nöbet esnâsında vazife başında ölürse, yapmakta olduğu işin ecri ve sevâbı kıyâmete kadar devam eder, şehid olarak rızkı da devam eder ve kabirdeki sorgu meleklerinden güven içinde olur.” 1014
“Hudutta Allah yolunda nöbet tutanlar (murâbıtlar) dışında ölenin ameli sona erdirilir. Hudutta nöbet tutarken ölenin yaptığı işlerin sevâbı kıyâmet gününe kadar artarak devam eder, kabirdeki imtihanda da güvenlik içinde olur.” 1015
“Allah yolunda ribât (düşman karşısında cihad halinde durmak; hudutta bir gün nöbet tutmak) başka yerlerde bin gün nöbet tutmaktan daha hayırlıdır.” 1016
“Allah yolunda (cihad için) yapılan bir sabah ve akşam yürüyüşü, hiç şüphesiz dünyadan ve dünya varlıklarından daha hayırlıdır.” 1017
Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbından bir kişi, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ
1007] Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 4; Nesâî, Cihâd 45
1008] Tirmizî, İman 8; İbn Mâce, Fiten 12
1009] Müslim, İmâre 158; Ebû Dâvud, Cihad 17; Nesâî, Cihad 2; Dârimî, Cihad 25; Ahmed bin Hanbel, II/374
1010] Bülûğu’l-Merâm, Bâbu’r Ribâ, hadis no: 11
1011] Ebû Dâvud, Büyû' 54
1012] Müslim, İman 80; Ahmed bin Hanbel, I/458
1013] Buhârî, Cihad 6, 43, Bed’ü’l-Halk 8, Rikak 2; Müslim, İmâre 113-114; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 17, 25, Tefsîru Sûre (3) 22; İbn Mâce, Zühd 39
1014] Müslim, İmâre 163; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 2; Nesâî, Cihad 39; İbn Mâce, Cihad 7
1015] Ebû Dâvud, Cihad 15; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 2
1016] Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 26; Nesâî, Cihad 39
1017] Buhârî, Cihad 5, Rikak 2; Müslim, İmâre 112-115; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 17, 26; Nesâî, Cihad 11, 12
- 222 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yolundan geçmişti. Burası çok hoşuna gitti ve: “Keşke insanlardan ayrılıp şu dağ kısığında otursam. Ama Rasûlullah’dan (s.a.s.) izin almadan bunu asla yapmam, dedi. Sonra arzusunu Rasûlullah’a (s.a.s.) anlattı. Peygamberimiz: “Böyle bir şey yapma. Çünkü sizden birinizin Allah yolunda çalışıp gayret sarfetmesi, evinde oturup yetmiş sene namaz kılmasından daha faziletlidir. Allah’ın sizi bağışlamasını ve cennete koymasını istemez misiniz? O halde Allah yolunda cihada çıkınız. Kim devenin sağılacağı kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, mutlaka cennete girer” buyurdu. 1018
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e: “Yâ Rasûlallah! Allah yolunda cihada denk hangi iş vardır?”
“Ona denk bir iş bulamazsınız” buyurdu. İki veya üç defa aynı soruyu tekrarladılar; Rasûlullah (s.a.s.) de her defasında “Ona denk bir iş bulamazsınız” cevabını tekrarladı. Daha sonra şöyle buyurdu: “Allah yolunda cihad eden kimsenin benzeri, gündüzleri oruç tutan, geceleri namaz kılan, Allah’ın âyetlerine hakkıyla itâat eden ve Allah yolunda cihad eden kimse, cepheden dönünceye kadar, namaza ve oruca hiç bir şekilde ara vermeyen kimsenin benzeridir. “ 1019 Buhârî’nin rivâyeti şöyledir: Bir adam: “Yâ Rasûlallah! Bana cihada denk bir iş gösterseniz?” dedi. Rasûl-i Ekrem: “Cihada denk olacak bir iş bulamıyorum ki” buyurdu; sonra da şöyle devam etti: “Allah yolunda cihad eden kimse yola çıktığında, sen de mescidine girip hiç ara vermeden namaz kılmaya, hiç iftar etmeden oruç tutmaya güç yetirebilir misin?” Soruyu soran kişi: “Buna kim güç yetirebilir ki?” dedi. 1020
“Rab olarak Allah’a, din olarak İslâm’a, resûl olarak Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e inanıp râzı olan kimse cenneti hak eder. “ Rasûlullah’ın bu sözü Ebû Saîd’in çok hoşuna gitti ve: “Yâ Rasûlallah! Bu sözü bana tekrarlasanız” dedi. Peygamber Efendimiz sözünü tekrarladı; sonra da şöyle buyurdu: “Bir başka haslet daha vardır ki, onun sâyesinde Allah kulunu cennette yüz derece yükseltir. Her bir derecenin arası da yerle gök arası kadardır.” Ebû Saîd: “O haslet nedir, yâ Rasûlallah?” diye sordu. Hz. Peygamber: “Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihaddır” buyurdu. 1021
“Bir gün ve bir gece hudut nöbeti tutmak, gündüzü oruçlu gecesi ibadetli geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. Şâyet kişi bu nöbet esnasında vazife başında iken ölürse, yapmakta olduğu işin ecri ve sevabı kıyamete kadar devam eder, şehid olarak rızkı da devam eder ve kabirdeki sorgu meleklerinden güven içinde olur.” 1022
“Hudutta Allah yolunda nöbet tutanlar dışında her ölenin ameli sona erdirilir. Hudutta nöbet tutarken ölenin yaptığı işlerin sevabı kıyamet gününe kadar artarak devam eder, kabirdeki imtihanda da güvenlik içinde olur.” 1023
“Allah yolunda hudutta bir gün nöbet tutmak, başka yerlerde bin gün nöbet tutmaktan daha hayırlıdır.” 1024
“Allah Teâlâ kendi yolunda cihada çıkan kimseye, onu sadece benim yolumda cihad, bana îman, benim resullerimi tasdîk yola çıkarmıştır, buyurarak kefil olur. Allah, o kimseyi
1018] Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 17
1019] Buhârî, Cihâd 1; Müslim, İmâre 110; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 1; Nesâî, Cihâd 17
1020] Buhârî, Cihâd 1
1021] Müslim, İmâre 116; Nesâî, Cihâd 18
1022] Müslim, İmâre 163; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 2; Nesâî, Cihâd 39; İbn Mâce, Cihâd 7
1023] Ebû Dâvûd, Cihâd 15; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 2
1024] Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 26; Nesâî, Cihâd 39
CİHAD
- 223 -
şehid olursa cennete koymaya, gâzi olursa manevî ecre ve dünyalık ganimete kavuşmuş olarak, evine döndürmeye kefil olmuştur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda açılan bir yara, kıyamet gününde açıldığı gündeki şekliyle gelir: Rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer müslümanlara zor gelmeseydi, Allah yolunda cihada çıkan hiçbir seriyyenin arkasında asla oturup kalmazdım. Fakat maddî güç bulamıyorum ki onları sevkedeyim, onlar da bu gücü bulamıyorlar. Benden ayrılıp geride kalmak ise onlara zor geliyor. Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda cihad edip öldürülmeyi, sonra cihad edip yine öldürülmeyi, sonra tekrar cihad edip tekrar öldürülmeyi çok arzu ederdim.” 1025
“Allah korkusundan ağlayan bir kimse, sağılan süt tekrar memeye girmedikçe cehenneme girmez. Allah yolundaki cihadın tozu ile cehennem dumanı bir kulun üzerinde birleşmez.” 1026
“İki göze cehennem ateşi dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda nöbet bekleyerek geceleyen göz.” 1027
“Bir kul Allah yolunda (cihad ederken) bir gün oruç tutarsa, bu oruç sebebiyle Cenâb–ı Hak onun yüzünü yetmiş senelik mesâfeden cehennem ateşinden uzaklaştırır.” 1028
“Bir kimse Allah yolunda (cihad ederken) bir gün oruç tutarsa, Cenâb–ı Hak onunla cehennem arasında yerle gök genişliğinde bir hendek açar.” 1029
“Allah Teâlâ, kendi yolunda cihada çıkan kimseye, ‘onu sadece Benim yolumda cihad, Bana iman, Benim Rasûllerimi tasdik yola çıkarmıştır’ buyurarak kefil olur. Allah, o kimseyi şehid olursa cennete koymaya, gâzi olursa mânevî ecre ve dünyalık ganimete kavuşmuş olarak evine döndürmeye kefil olmuştur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda açılan bir yara, kıyâmet gününde açıldığı gündeki şekliyle gelir: Rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer müslümanlara zor gelmeseydi, Allah yolunda cihada çıkan hiçbir seriyyenin arkasında asla oturup kalmazdım. Fakat maddî güç bulamıyorum ki onları sevkedeyim; onlar kendileri de bu gücü bulamıyorlar. Benden ayrılıp geride kalmak ise onlara zor geliyor. Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda cihad edip öldürülmeyi, sonra cihad edip yine öldürülmeyi, sonra tekrar cihad edip tekrar öldürülmeyi çok arzu ederdim.” 1030
“Bir kimse gazâ (Allah için savaş) yapmadan ve gönlünde gazâ etme arzusu taşımadan ölürse, nifaktan bir şûbe üzere (bir tür nifak üzere) ölür.” 1031
“Harp hiledir.” 1032
“Allah’ın adıyla gazâ edin, Allah yolunda gazâ edin, Allah’a küfredeni (Allah’ı inkâr
1025] Müslim, İmâre 103; Buhârî, Cihâd 7 (Hadisin kısa bir bölümü); Nesâî, Îmân 24
1026] Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 8; Tirmizî, Zühd 8; Nesâî, Cihâd 8
1027] Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 12
1028] Buhârî, Cihâd 36; Müslim, Sıyâm 167-168; Ebû Dâvûd, Cenâiz 3; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 3; Nesâî, Sıyâm 44; İbn Mâce, Sıyâm 34
1029] Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 3
1030] Müslim, İmâre 103; Buhârî, Cihad 7 (Hadisin bir bölümü); Nesâî, İman 24
1031] Müslim, İmâre 158; Ebû Dâvud, Cihad 1; Nesâî, Cihad 2; Dârimî, Cihad 25; Ahmed bin Hanbel, II/374
1032] Buhârî, Cihad 157; Müslim, Cihad 18-19; Ebû Dâvud, Cihad 92; Tirmizî, Cihad 5; İbn Mâce, Cihad 28
- 224 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edeni) öldürün; savaşın, ahdinizi bozmayın, ganimet malına hıyânet etmeyin; kulak, burun ve pak kesmeyin; çocukları öldürmeyin.” 1033
“Rasûlullah (s.a.s.) kadınları ve çocukları öldürmekten nehyetti.” 1034
Rasûlullah (s.a.s.) düşmanla karşılaştığı günlerden birinde güneş batıya meyledinceye kadar bekledi. Sonra ashâbın arasında ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: “Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı temennî etmeyin; Allah’tan âfiyet dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin. Bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” Sonra, Allah’a şöyle duâ etti: “Ey Kur’an’ı indiren, bulutları gökyüzünde gezdiren ve düşman saflarını darmadağın eden Allah’ım! Şu düşmanları perişan et ve bizi onlara karşı muzaffer kıl.” 1035
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesnâ; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah’a aittir.” 1036
Peygamber (s.a.s.)’e bir kimse geldi de: “Bir kısım insanlar, ganîmet malı için savaşır, bazı kimseler de insanlar arasında adının söylenip övülmesi için savaşır, bazıları da (yiğitlikteki) mevkii, derecesi görülsün diye cihad eder. Kimileri de ırkının üstünlüğünü göstermek için veya gazabından dolayı savaşır. Şimdi, Allah yolunda cihad eden kimdir?” diye sordu. Peygamber (s.a.s.) de: “Kim, Allah’ın kelimesi (dini, dâvâsı) daha yüce olsun diye savaşırsa, işte o, Allah yolundadır” buyurdu. 1037
“Düşmanlarınız için elinizden geldiği, gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın. Dikkat edin! Kuvvet atmaktır; kuvvet atmaktır; kuvvet atmaktır.” 1038
“Kim atıcılık öğrenir de sonra onu terkederse Bizden değildir (veya muhakkak isyan etmiştir).” 1039
“Allah Teâlâ bir ok sebebiyle üç kimseyi cennete koyar: Hayır ve sevap umarak o oku yapan sanatkârı, bu oku Allah yolunda atanı, oku atana yardımcı olanı. Atılıcılık ve binicilik öğrenin. Atıcılık öğrenmeniz binicilik öğrenmenizden Bana göre daha sevimlidir. Kim kendisine atıcılık öğretildikten sonra ondan yüzçevirirse, Allah’ın Allah’ın kendisine ihsan ettiği nimete karşı şükrünü terketmiş veya küfrân-ı nimet etmiş olur.” 1040
“Kim Allah yolunda bir ok atarsa, onun bu hareketi bir köleyi âzâd etme sevabına denktir.” 1041
“Allah’ın ismiyle, Allah(‘ın yardımıy)la, Rasûlullah’ın sünneti üzerine gidin. İhtiyarları, çocukları, küçükleri ve kadınları öldürmeyin. Ganîmet malına hıyânet etmeyin, ganîmeti bir araya toplayın, ıslah edin (ifsâd etmeyin; işlerinizi düzeltin) ve iyilik yapın. ‘İhsân (iyilik
1033] Ebû Dâvud, Cihad 82; Tirmizî, Diyât 14, Siyer 47, Fezâilu'l-Kur'an 17; İbn Mâce, Cihad 38
1034] Buhârî, Cihad 147; Müslim, Cihad, 25-26; Tirmizî, Siyer 19; İbn Mâce, Cihad 30
1035] Buhârî, Cihad 112; Müslim, Cihad 20; Ebû Dâvud, Cihad 89
1036] Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
1037] Buhârî, Cihad 15, İlim 45, Humus 10, Tevhid, 28; Müslim, İmâre 149-151; Ebû Dâvud, Cihad 24; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 16; Nesâî, Cihad 21; İbn Mâce, Cihad 13
1038] Müslim, İmâre 167; Ebû Dâvud, Cihad 23; Tirmizî Tefsîru Sûre (8) 5; İbn Mâce, Cihad 19
1039] Müslim, İmâre 169; Ebû Dâvud, Cihad 23; Nesâî, Hayl 8; İbn Mâce, Cihad 19
1040] Ebû Dâvud, Cihad 23; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 11; Nesâî, Hayl 8
1041] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 11; Ebû Dâvud, Itk 14; Nesâî, Cihad 26; İbn Mâce, Cihad 19
CİHAD
- 225 -
ve güzellik) edin. Şüphesiz Allah iyilik yapanları sever.” 1042
“Bir kavim, zayıf ve yoksuldular, kuvvette ve sayıda güçlü olanlar onlarla savaştı. Allah Teâlâ, o zayıfları onlara gâlip kıldı. Onlar da düşmanlarına (kötülük) kastederek onları (büyük zorluklarda) kullandılar ve onlara Musallat oldular. Böyle Allah Teâlâ’ya kavuşacakları güne kadar Allah’ı kendilerine gazap ettirdiler/kızdırdılar.” 1043
“Allah yolunda yaralanan bir kimse, kıyâmet gününde yarasından kan akarak Allah’ın huzuruna gelir. Renk, kan rengi; koku ise misk kokusudur.” 1044
“Cennet kapıları, şüphesiz kılıçların gölgeleri altındadır.” Rasûlullah’ın bu sözünü duyan bir mücâhid, kılıcının kınını kırıp attı. Sonra elinde kılıcıyla düşmanın üzerine yürüdü ve ölünceye kadar düşmanla savaştı. 1045
“Kim Allah’ın adını, hükmünü yüceltmek, her şeyin üstüne çıkarmak için savaşırsa, o Allah yolundadır.” 1046
“Allah Teâlâ’dan bütün kalbiyle şehidlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile, Allah onu şehidlik mertebesine ulaştırır.” 1047
“Şehidliği gönülden arzu eden bir kimse, şehid olmasa bile sevabına nâil olur.” 1048
Tepeden tırnağa silâhlı bir adam Nebî’ye (s.a.s.) geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Sizinle birlikte önce savaşa mı katılayım, yoksa müslüman mı olayım?” dedi. Rasûl-i Ekrem: “Önce müslüman ol, sonra savaş” buyurdu. Bunun üzerine adam müslüman oldu, sonra savaştı ve neticede şehid oldu. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Az çalıştı, çok kazandı.” 1049
İmran’ın babası Eslem’den (r.a.) rivâyet edilmiştir: O dedi ki: “Biz (orayı feth etme kastıyla, savaş için) Kostantîniyye’de (İstanbul’da) bulunuyorduk. Mısır ehlinin başında, Ukbe İbn Âmir, Şam ehlinin başında da Fudâle İbn Ubeyd bulunuyordu. Rumlardan büyük bir saf, karşımıza çıkınca, biz de onlara karşı saf tuttuk. O anda müslümanlardan bir kişi, onlara açıkça hamlede bulunarak aralarına daldı, o zaman insanlar, bu zat hakkında: “Sübhânallah! Kendini tehlikeye atıyor” diye bağırdılar. Bunun üzerine Ebû Eyyub el-Ensârî kalkarak: “Ey insanlar! Siz bu âyeti, yani “Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın” 1050 âyetini böyle te’vil ediyorsunuz ama, aslında bu âyet, biz Ensâr cemaati hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Allah Teâlâ, dinini aziz edip İslâm’ın yardımcıları çoğalınca; Rasûlullah’ın (s.a.s.) haberi olmadan biz kendi aramızda: “Aile fertlerimizi ve mallarımızı terk ederek bu İslâm dininin yücelmesi için bu zamana kadar çalıştık; tâ ki İslâm yayıldı, Allah Teâlâ, Peygamberine yardım etti, şimdi ailemize ve mallarımıza dönüp onların arasında bulunarak zâyi olan şeylerimizi düzeltsek!” dedik. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Peygamberine bu âyeti inzâl buyurarak bizim sözlerimizi reddetti. O hal1042]
Ebû Dâvud, Cihad 82, hadis no: 2614
1043] Ahmed bin Hanbel, V/407
1044] Buhârî, Cihad 10, Zebâih 31; Müslim, İmâre 105; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad21; Nesâî, Cihad 27
1045] Müslim, İmâre 146; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 23
1046] Buhârî, İlim 45, 1/42, Cihad 15, 4/24; Müslim, İmâre 149-150, hadis no: 1904, 3/1512; İbn Mâce, Cihad 13, hadis no: 2783, 1/931; Ahmed bin Hanbel, 4/392, 397, 402, 405, 417
1047] Müslim, İmâre 157; Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15
1048] Müslim, İmâre 156
1049] Buhârî, Cihad 13; Müslim, İmâre 144
1050] 2/Bakara, 195
- 226 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de, âyette geçen “tehlike”den maksadın, “cihadı bırakıp mallarımızla uğraşmamız” olduğu meydana çıktı.” 1051
“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehid, gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehid olmayı ister.” 1052
“Cihada çıkan bir birlik veya seriyye savaşır, ganimet alır ve ölümden kurtulursa, ecirlerinin üçte ikisini önceden peşinen almış olurlar. Bir birlik veya seriyye cihada çıkar, ganimet elde edemez, şehid olur veya yaralı dönerlerse onların ecirleri âhirette tam olarak verilir.” 1053
“Şehidin kul borcu dışındaki bütün günahlarını Allah bağışlar.” 1054
“Bu gece rüyamda iki adam gördüm. Yanıma gelip beni bir ağaca çıkardılar; sonra da bir eve götürdüler. O ev, şimdiye kadar benzerini görmediğim güzellik ve değerde idi. Sonra o iki kişi bana: ‘Bu eşsiz ev, şehidler sarayıdır’ dedi.” 1055
“Sizden biriniz karıncanın ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehid olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar.” 1056
Abdullah bin Amr ibn Harâm el-Ensârî, Uhud şehidlerindendir. Oğlu Câbir şöyle diyor: Babam öldürüldüğü zaman ağlamaya başladım, yüzündeki örtüyü açıp açıp ağlıyordum. Rasûlullah’ın ashâbı beni bırakmak istemiyorlar, fakat Rasûlullah bana engel olmuyordu. Sonra buyurdu ki: “Ağlasan da, ağlamasan da fark etmezdi. O (baban) kaldırılıp defn olununcaya kadar melekler kanatlarıyla ona gölge yapıyorlardı.” 1057
Câbir İbn Abdullah (r.a.) şöyle dedi: “Babamın müsle yapılmış cesedi getirilip Nebî (s.a.s.)’nin önüne konuldu. Yüzünü açmak üzere gittim, fakat oradaki topluluk bana engel oldu. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Melekler ara vermeksizin onu kanatlarıyla gölgeliyorlar.” 1058
“Kardeşleriniz Uhud’da vurulunca Allah, onların ruhlarını yeşil kuşların içine (şekline) koydu. Cennetin ırmaklarına gelir, meyvelerinden yer, Arşın gölgesindeki altın kandillere gelip konarlar. Yediklerinin ve içtiklerinin güzelliğini görünce; ‘Keşke kardeşlerimiz, Allah’ın bize ne yaptığını (ne ikramlarda bulunduğunu) bilseler de savaştan geri kalmasalar!’ dediler. Yüce Allah: ‘Ben sizin bu arzunuzu onlara duyururum’ buyurdu ve bu âyetleri 1059 indirdi.” 1060
Enes (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, Ümmü Hârise İbn Sürâka diye bilinen Ümmü Rübeyyi’ binti Berâ, Nebî’ye (s.a.s.) geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Bana
1051] Tirmizî, Tefsîr-i Sûre 2/19; Ebû Dâvud, Cihad 22
1052] Buhârî, Cihad 21; Müslim, İmâre 109; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 13, 25
1053] Müslim, İmâre 154; Ebû Dâvud, Cihad12; Nesâî, Cihad 15; İbn Mâce, Cihad 13
1054] Müslim, İmâre 119
1055] Buhârî, Cihad 4, Cenâiz 93
1056] Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 26; Nesâî, Cihad 35; İbn Mâce, Cihad 16
1057] Buhârî, Cenâiz 34, Cihad 2; Müslim, Fezâil 26, hadis 129, 130
1058] Buhârî, Cenâiz 3, 35, Cihad 20, Meğâzi, 26; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 129-130; Nesâî, Cenâiz 12, 13
1059] 3/Âl-i İmrân, 169-171
1060] Ebû Dâvud, Cihad, bâb fî Fadli'ş-şehâdeh
CİHAD
- 227 -
Hârise’den haber verir misiniz? Eğer cennette ise sabredeceğim; böyle değilse ona ağlamaya çalışacağım” dedi. Hârise, Bedir savaşında şehid olmuştu. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Hârise! Şüphesiz cennetin içinde cennetler vardır; senin oğlun bunların en yücesi olan Firdevs cennetindedir.” 1061
“İki duâ reddolunmaz veya pek nâdir reddolunur. Bunlar; ezan okunurken yapılan duâ ile savaş ânında düşmanla boğaz boğaza gelindiği sırada yapılan duâdır.” 1062
Ebû Katâde (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) ashâb arasında ayağa kalktı ve “Allah yolunda cihad ve Allah’a iman etmek, amellerin en fazîletlisidir” diye hatırlattı. Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp: “Yâ Rasûlallah! Şâyet Allah yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma keffâret olur mu?” diye sordu. Rasûlallah (s.a.s.) ona: “Evet, şâyet sen sabrederek ecrini de sadece Allah’tan bekleyerek cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur” buyurdu. Sonra Rasûlullah (s.a.s.): “Nasıl demiştin?” diye sordu. Adam: “Şâyet ben Allah yolunda öldürülürsem günahlarıma keffâret olur mu?” diye sözünü tekrarladı. Rasûlullah (s.a.s.) ona: “Evet, şâyet sen sabrederek ecrini sadece Allah’tan bekleyerek cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur. Ancak, borçların bunun dışındadır. Bunu bana Cibrîl söyledi” buyurdu. 1063
Câbir’den (r.a.): Bir adam: “Yâ Rasûlallah! Eğer Allah yolunda öldürülürsem ben nerede olacağım?” dedi. Rasûl-i Ekrem: “Cennette!” diye cevap verdi. Bunun üzerine adam elinde bulunan hurmaları attı, sonra düşmanla savaştı ve neticede şehid düştü. 1064
Enes (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.) ile ashâbı yola çıktı ve müşriklerden önce Bedir’e vardılar. Müşrikler de geldiler. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sizden hiçbiriniz, ben başında olmadıkça herhangi bir şey yapmasın!” Sonra müşrikler yaklaştı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete girmek üzere ayağa kalkınız!” buyurdu. Enes der ki: Ensar’dan Umeyr İbn Hümâm (r.a.): “Yâ Rasûlallah! Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennet mi?” diye sordu. Peygamberimiz: “Evet” dedi. Umeyr: “Ne iyi, ne âlâ!” dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Niye öyle söyledin?” diye sordu. Umeyr: “Allah’a yemin ederim ki yâ Rasûlallah, cennet ehlinden olmayı istediğim için öyle söyledim, başka maksadım yok” dedi. Rasûl-i Ekrem: “Şüphesiz sen cennetliksin!” buyurdu. Umeyr, bu söz üzerine torbasından birkaç hurma çıkartıp onları yemeye başladı. Sonra: “Eğer şu hurmalarımı yiyinceye kadar yaşarsam, bu gerçekten uzun bir hayattır” diyerek elindeki hurmaları attı; sonra şehid oluncaya kadar müşriklerle savaştı. 1065
Enes (r.a.) dedi ki: Birtakım kimseler Peygamber (s.a.s.)’e gelerek, “bize Kur’an’ı ve Sünneti öğretecek insanlar gönderseniz” dediler. Rasûl-i Ekrem, içlerinde dayım Harâm’ın da bulunduğu, ensârdan kendilerine kurrâ denilen yetmiş kişiyi onlara gönderdi. Bunlar Kur’an okuyor, geceleri onu aralarında müzâkere edip öğreniyorlardı. Gündüzleri ise su getirip mescide koyuyorlar, odun toplayıp onu satıyor, bedeliyle de Suffe ehline ve fakirlere yiyecek satın alıyorlardı. İşte
1061] Buhârî, Cihad 14, Meğâzi 9, Rikak 51; Tirmizî, Tefsiru sûre 23
1062] Ebû Dâvud, Cihad 39
1063] Müslim, İmâre 117; Tirmizî, Cihad 32
1064] Müslim, İmâre, 143; Buhârî, Meğâzî, 17; nesâî, Cihad 31
1065] Müslim, İmâre 145; Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/137
- 228 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nebî (s.a.s.) onlara bu kişileri göndermişti. Fakat gidecekleri yere varmadan önlerine çıktılar ve onları öldürdüler. Onlar (öldürülmeden önce): “Allah’ım! Bizim haberimizi Peygamberimiz’e ulaştır. Bizler Sana kavuştuk ve Senden râzı olduk; Sen de bizden râzı oldun” dediler. Bir adam, yaklaşıp Enes’in dayısı Harâm’a mızrağını sapladı, hatta vücudunun bir tarafından öbür tarafına geçirdi. Bunun üzerine Harâm: “Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, cenneti kazandım gitti” dedi. Bu olay üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Şüphesiz ki din kardeşleriniz öldürüldüler. Onlar hem de şöyle dediler: ‘Allah’ım! Bizim haberimizi Peygamberimiz’e ulaştır. Bizler Sana kavuştuk ve Senden râzı olduk; Sen de bizden râzı oldun!” buyurdu. 1066
Enes (r.a.) şöyle dedi: Amcam Enes İbn Nadr (r.a.) Bedir savaşına katılmamıştı. Bu ona çok ağır geldi. Bu sebeple: “Yâ Rasûlallah! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Teâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı muhakkak Allah görür” dedi. Uhud savaşında müslüman safları dağılınca, Enes İbn Nadr arkadaşlarını kastederek, “Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı özür beyan ederim” dedi. Müşrikleri kastederek de, “bunların yaptıklarından da uzak olduğumu arzederim” deyip ilerledi. Derken Sa’d İbn Muâz ile karşılaştı ve “Ey Sa’d İbn Muâz! İşte cennet. Nadr’ın Rabine yemin ederim ki, Uhud’un yakınlarından ben onun kokusunu alıyorum” dedi. Sa’d (bu olayı anlatırken): “Ben onun yaptığını yapmaya güç yetiremedim, yâ Rasûlallah!” dedi. Hadisin râvîsi Enes, amcasıyla ilgili olayı şöyle anlatır: Amcamı şehid edilmiş olarak bulduk. Vücudunda seksenden fazla kılıç darbesi, mızrak yarası ve ok izi vardı. Müşrikler ona müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu hiç kimse tanıyamadı. Sadece kız kardeşi parmak uçlarından tanıyabildi. Enes, “biz şu âyetin amcam ve onun gibiler hakkında inmiş olduğu görüşündeyiz” dedi: “Mü’minler içinde öyle yiğit erkekler vardır ki, Allah’a verdikleri sözlerinde durdular. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpışıp şehid oldu), kimi de sırasını bekliyor. Bunlar, sözlerini asla değiştirmemişlerdir.” 1067
Rasûlullah’a (s.a.s.) bir adam geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Bir kişi gelip malımı almak isterse ne yapayım?” diye sordu. Rasûl-i Ekrem: “Ona malını verme!” buyurdu. “Benimle savaşmaya kalkarsa ne dersin?” diye sordu. “Sen de onunla savaş!” cevabını verdi. “Adam beni öldürürse?” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.): “Sen şehid olursun” buyurdu. “Peki, ben adamı öldürürsem?” deyince, Efendimiz: “O cehennemdedir” buyurdu. 1068
“Allah yolunda yaralanan bir kimse, kıyamet gününde yarasından kan akarak Allah’ın huzuruna gelir. Renk, kan rengi, koku ise misk kokusudur.” 1069
“Müslümanlardan bir şahıs, deve sağılacak kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, cennet onun hakkı olur. Allah yolunda yaralanan veya bir sıkıntıya düşen kimse, kıyamet gününde yaralandığı gün gibi kanlar içinde Allah’ın huzuruna gelir. Kanının rengi zağferân gibi kıpkırmızı, kokusu da misk kokusu gibidir.” 1070
“İnsanların en hayırlı geçim yolu tutanlarından biri, Allah yolunda atının dizginine yapışıp, onun üzerinde âdeta uçan kimsedir. Düşman geldiğine dair bir ses veya düşman
1066] Buhârî, Cihad 9, Meğâzî 28; Müslim, İmâre 147
1067] 33/Ahzâb, 23
1068] Müslim, İman 225
1069] Buhârî, Cihâd 10, Zebâih 31; Müslim, İmâre 105; Tirmizî, Fezâilu'l-Cihâd 21; Nesâî, Cihâd 27
1070] Ebû Dâvûd, Cihâd 40; Tirmizî, Fezâilu'l-Cihâd 21; Nesâî, Cihâd 25
CİHAD
- 229 -
üzerine hücum feryadı işittiğinde, düşmanın bulunması muhtemel yerlere atının üzerinde uçarcasına saldırıp, öldürmeyi ve ölmeyi göze alır. Bir diğeri de, bir tepenin başında veya bir vadinin içinde koyuncuklarının arasında namazını kılan, zekâtını veren ve kendisine ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet eden kimsedir. İnsanlardan ancak bu şekilde yaşayan kimseler hayırdadır.” 1071
Ebû Bekr İbni Ebû Mûsa el-Eş’arî şöyle dedi: “Babam Ebû Mûsa (r.a.)’i düşmanın karşısında durup: ‘Ben Rasûlullah’ı (s.a.s.): “Şüphesiz cennet kapıları kılıçların gölgeleri altındadır” derken işittim.’ Bunun üzerine üstü başı perişan biri ayağa kalkıp: ‘Ey Ebû Mûsa! Bu sözü Rasûlullah (s.a.s.) söylerken sen mi işittin?’ diye sordu. Ebû Mûsa: ‘Evet, ben işittim’ cevabını verdi. Bunu duyan adam, arkadaşlarının yanına dönüp: ‘Sizleri selâmlıyorum’ dedi ve kılıcının kınını kırıp attı. Sonra elinde kılıcıyla düşmanın üzerine yürüdü ve ölünceye kadar düşmanla savaştı.” 1072
“Allah yolunda ayakları tozlanan bir kula cehennem ateşi dokunmaz.” 1073
“Kim Allah yolunda cihada gidecek bir gaziyi donatır, cihad için gerekli olan ihtiyaçlarını karşılarsa, bizzat cihada gitmiş gibi sevap kazanır. Cihada giden gazinin arkada bıraktığı ailesine güzelce bakıp onların ihtiyaçlarını karşılayan da bizzat cihad yapmış gibi sevap kazanır.” 1074
“Sadakaların en faziletlisi Allah yolunda kurulan bir çadırın gölgesi, Allah yolundaki bir mücâhide verilen hizmetçi ve Allah yolunda bağışlanmış bir erkek devedir.” 1075
Enes’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre, Eslem kabilesinden bir delikanlı: “Yâ Rasûlallah! Ben cihada katılmak istiyorum, fakat savaşabilmem için gereken malzemeyi temin edecek durumda değilim” dedi. Peygamber Efendimiz: “Filân adama git. O, cihada katılmak üzere hazırlanmıştı; fakat hastalandı” buyurdu. Delikanlı Hz. Peygamber’in dediği kişiye gidip: “Rasûlullah (s.a.s.) sana selâm ediyor ve savaşa gitmek için hazırladığın malzemeleri bana vermeni söylüyor” dedi. Bunun üzerine adam hanımına seslenerek: “Hanım! Savaş için hazırladığım şeyleri bu delikanlıya ver; onlardan hiçbir şey alıkoyma. Allah hakkı için onlardan hiçbir şey bırakma ki, berekete nâil olasın” dedi. 1076
Ebû Saîd el–Hudrî (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.s) Benî Lihyân üzerine asker gönderdi ve: “İki erkekten biri cihada gitsin; elde edilecek sevap ikisi arasında ortaktır” buyurdu. 1077
“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehit, gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı ister.” Bir rivâyette: “Şehidliğin faziletini gördüğü için” denilir. 1078
1071] Müslim, İmâre 125; İbn Mâce, Fiten 13
1072] Müslim, İmâre 146; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 23
1073] Buhârî, Cihâd 16; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 7; Nesâî, Cihâd 9
1074] Buhârî, Cihâd 38; Müslim, İmâre 135-136; Ebû Dâvûd, Cihâd 20; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 6; Nesâî, Cihâd 44
1075] Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 5
1076] Müslim, İmâre 134
1077] Müslim, İmâre 137
1078] Buhârî, Cihâd 21; Müslim, İmâre 109; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 13, 25
- 230 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Şehidin kul borcu dışındaki bütün günahlarını Allah bağışlar.” 1079
Rasûlullah (s.a.s.) ashâb arasında ayağa kalktı ve “Allah yolunda cihad ve Allah’a iman etmek amellerin en faziletlisidir” diye hatırlattı. Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp: “Yâ Rasûlallah! Şâyet Allah yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma keffâret olur mu?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) ona: “Evet, şâyet sen sabrederek, ecrini de sadece Allah’tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına kefâret olur” buyurdu. Sonra Rasûlullah (s.a.s.): “Nasıl demiştin?” diye sordu. Adam: “Şâyet ben Allah yolunda öldürülürsem günahlarıma keffâret olur mu?” diye sözünü tekrarladı. Rasûlullah (s.a.s.) ona: “Evet, şâyet sen sabrederek, ecrini sadece Allah’tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına kefâret olur. Ancak borçların bunun dışındadır. Bunu bana Cibrîl söyledi” buyurdu. 1080
Bir adam: “Yâ Rasûlallah! Eğer Allah yolunda öldürülürsem ben nerede olacağım?” dedi. Rasûl-i Ekrem: “Cennette” diye cevap verdi. Bunun üzerine adam elinde bulunan hurmaları attı, sonra düşmanla savaştı ve neticede şehit düştü. 1081
Rasûlullah (s.a.s.) ile ashabı yola çıktı ve müşriklerden önce Bedir’e vardılar. Müşrikler de geldiler. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sizden hiçbiriniz, ben başında olmadıkça herhangi bir şey yapmasın”. Sonra müşrikler yaklaştı; bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete girmek üzere ayağa kalkınız!” buyurdu. Ensardan Umeyr İbn Hümâm (r.a.): “Yâ Rasûlallah! Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennet mi?” diye sordu. Peygamberimiz: “Evet” buyurdu. Umeyr: “Ne iyi, ne âlâ!” dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Niye öyle söyledin?” diye sordu. Umeyr: “Allah’a yemin ederim ki, yâ Rasûlallah, cennet ehlinden olmayı istediğim için öyle söyledim, başka maksadım yok, dedi. Resûl-i Ekrem: “Şüphesiz sen cennetliksin” buyurdu. Umeyr, bu söz üzerine torbasından bir kaç hurma çıkartıp onları yemeye başladı. Sonra: “Eğer şu hurmalarımı yiyinceye kadar yaşarsam, bu gerçekten uzun bir hayattır” diyerek elindeki hurmaları attı, sonra şehid oluncaya kadar müşriklerle savaştı. 1082
Birtakım kimseler Peygamber’e (s.a.s.) gelerek, bize Kur’an’ı ve Sünnet’i öğretecek insanlar gönderseniz, dediler. Resûl-i Ekrem, içlerinde dayım Harâm’ın da bulunduğu, ensârdan kendilerine kurrâ denilen yetmiş kişiyi onlara gönderdi. Bunlar Kur’an okuyor, geceleri onu aralarında müzakere edip öğreniyorlardı. Gündüzleri ise su getirip mescide koyuyorlar, odun toplayıp onu satıyor, bedeliyle de Suffe ehline ve fakirlere yiyecek satın alıyorlardı. İşte Nebî (s.a.s.) onlara bu kişileri göndermişti. Fakat gidecekleri yere varmadan önlerine çıktılar ve onları öldürdüler. Onlar (öldürülmeden önce): “Allahım! Bizim haberimizi Peygamberimiz’e ulaştır. Bizler sana kavuştuk ve senden râzı olduk; sen de bizden râzı oldun” dediler. Bir adam, yaklaşıp Enes’in dayısı Harâm’a mızrağını sapladı, hatta vücudunun bir tarafından öbür tarafına geçirdi. Bunun üzerine Harâm: “Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, cenneti kazandım gitti” dedi. Bu olay üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Şüphesiz ki din kardeşleriniz öldürüldüler. Onlar hem
1079] Müslim, İmâre 119
1080] Müslim, İmâre 117; Tirmizî, Cihâd 32
1081] Müslim, İmâre 143; Buhârî, Meğâzî 17; Nesâî, Cihâd 31
1082] Müslim, İmâre 145; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, III/137
CİHAD
- 231 -
de şöyle dediler: Allahım! Bizim haberimizi Peygamberimiz’e ulaştır. Bizler sana kavuştuk ve senden râzı olduk; sen de bizden râzı oldun” buyurdu. 1083
Amcam Enes İbni Nadr (r.a.) Bedir Savaşı’na katılmamıştı. Bu ona çok ağır geldi. Bu sebeple: “Yâ Rasûlallah! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Taâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı muhakkak Allah görür, dedi. Uhud Savaşı’nda müslüman safları dağılınca, Enes İbni Nadr -arkadaşlarını kastederek-Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı özür beyan ederim, dedi. -Müşrikleri kastederek de-, bunların yaptıklarından da uzak olduğumu arzederim, deyip ilerledi. Derken Sa’d İbni Muâz ile karşılaştı ve: “Ey Sa’d İbn Muâz! İşte cennet. Nadr’ın Rabbine yemin ederim ki, Uhud’un yakınlarından ben onun kokusunu alıyorum” dedi. Sa’d (bu olayı anlatırken): “Ben onun yaptığını yapmaya güç yetiremedim, yâ Rasûlallah!” dedi. Hadisin râvîsi Enes, amcasıyla ilgili olayı şöyle anlatır: “Amcamı şehit edilmiş olarak bulduk. Vücudunda seksenden fazla kılıç darbesi, mızrak yarası ve ok izi vardı. Müşrikler ona müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu hiç kimse tanıyamadı. Sadece kız kardeşi parmak uçlarından tanıyabildi.” Enes, biz şu âyetin amcam ve onun gibiler hakkında inmiş olduğu görüşündeyiz, dedi: “Mü’minler içinde öyle yiğit erkekler vardır ki, Allah’a verdikleri sözlerinde durdular. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpışıp şehit düştü), kimi de sırasını bekliyor. Bunlar sözlerini asla değiştirmemişlerdir” 1084
“Bu gece rüyamda iki adam gördüm. Yanıma gelip beni bir ağaca çıkardılar, sonra da bir eve götürdüler. O ev, şimdiye kadar benzerini görmediğim güzellik ve değerde idi. Sonra o iki kişi bana: ‘Bu eşsiz ev, şehitler sarayıdır’ dedi. “ 1085
Abdullah İbni Ebû Evfâ’dan (r.a.) rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.s.) düşmanla karşılaştığı günlerden birinde güneş batıya meyledinceye kadar bekledi. Sonra ashâbın arasında ayağa kalktı ve: “Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz; Allah’tan afiyet dileyiniz. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabrediniz. Biliniz ki cennet kılıçların gölgesi altındadır” buyurdu. Resûl-i Ekrem sonra sözüne devamla şöyle duâ etti: “Ey Kur’an’ı indiren, bulutları gökyüzünde gezdiren ve düşman saflarını darmadağın eden Allah’ım! Şu düşmanları perişan et ve bizi onlara karşı muzaffer kıl.” 1086
“İki duâ reddolunmaz veya pek nadir reddolunur: Bunlar ezan okunurken yapılan dua ile savaş anında düşmanla boğaz boğaza gelindiği sırada yapılan duadır.” 1087
Rasûlullah (s.a.s.) gazâya çıktığı zaman şöyle dua ederdi: “Allahümme ente adudî ve nasîrî, bike ehûlü ve bike esûlü ve bike ukâtilü: Allah’ım! Benim dayanağım ve yardımcım sadece sensin. Senin sayende hareket ediyorum; senin yardımın sayesinde düşmana hücum ediyorum; senin verdiğin güç ve kuvvet sayesinde düşmanla savaşıyorum.” 1088
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bir topluluktan endişe duyduğu zaman şöyle
1083] Buhârî, Cihâd 9, Meğâzî 28; Müslim, İmâre 147
1084] 33/Ahzâb 23; Buhârî, Cihâd 12; Müslim, İmâre 148; Tirmizî, Tefsîr 34
1085] Buhârî, Cihâd 4, Cenâiz 93
1086] Buhârî, Cihâd 112; Müslim, Cihâd 20; Ebû Dâvûd, Cihâd 89
1087] Ebû Dâvûd, Cihâd 39
1088] Ebû Dâvûd, Cihâd 90; Tirmizî, De'avât 121
- 232 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duâ ederdi: “Allahümme innâ nec‘alüke fî nühûrihim ve ne‘ûzü bike min şürûrihim: Allahım! Senin korumanı onlara karşı siper ediniyoruz. Onların şerlerinden sana sığınıyoruz.” 1089
“Kıyâmet gününe kadar atların alınlarına hayır düğümlenmiştir.” 1090
“Kim Allah’a gerçekten inanarak ve vaadine gönülden bağlanarak O’nun yolunda cihad etmek için at beslerse, o atın yediği, içtiği, gübresi ve bevli kıyâmet gününde o kimsenin sevapları arasında olacaktır.” 1091
Bir adam, Nebî’ye (s.a.s.) yularlanmış bir deve getirdi ve: “Bunu Allah yolunda bağışladım, dedi.” Rasûlullah (s.a.s.): “Bunun karşılığı olarak sana kıyamet gününde hepsi yularlanmış yedi yüz deve verilecektir” buyurdu. 1092
“Düşmanlarınız için elinizden geldiği, gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayınız. Dikkat ediniz! Kuvvet atmaktır; kuvvet atmaktır; kuvvet atmaktır.” 1093
“Yakında size birçok yerlerin fethi nasip olacaktır. Allah size yeter. Sizden biriniz oklarıyla tâlim yapmaktan bıkıp usanmasın.” 1094
“Kim atıcılık öğrenir de sonra onu terkederse bizden değildir (veya muhakkak isyan etmiştir).” 1095
“Allah Teâlâ bir ok sebebiyle üç kimseyi cennete koyar: Hayır ve sevap umarak o oku yapan sanatkârı, bu oku Allah yolunda atanı, oku atana yardımcı olanı. Atıcılık ve binicilik öğreniniz. Atıcılık öğrenmeniz binicilik öğrenmenizden bana göre daha sevimlidir. Kim kendisine atıcılık öğretildikten sonra ondan yüz çevirirse, Allah’ın kendisine ihsan ettiği nimete karşı şükrünü terketmiş veya küfrân-ı nimet etmiş olur.” 1096
“Kim Allah yolunda bir ok atarsa, onun bu hareketi bir köleyi âzat etme sevabına denktir. “ 1097
“Kim gazâ etmeden ve gönlünde gazâ etme arzusu taşımadan vefat ederse, bir tür nifak üzere ölür.” 1098
Câbir (r.a.) şöyle dedi: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ile bir gazvede beraberdik. Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu: “Şüphesiz Medine’de birtakım insanlar var ki, siz bir yolda yürür veya bir vadiyi geçerken sanki sizinle beraberdirler. Onları hastalık alıkoymuştur.” 1099. Bir rivâyette şöyledir: “Onları geçerli mazeretleri alıkoymuştur. “ 1100. Bir başka rivâyette ise şöyledir: “Onlar sevapta size ortak olurlar.” 1101
1089] Ebû Dâvûd, Vitir 30
1090] Buhârî, Cihâd 43, Menâkıb 28; Müslim, İmâre 96-99, Zekât 25; Ebû Dâvûd, Cihâd 41; İbni Mâce, Cihâd 14, Ticârât 29
1091] Buhârî, Cihâd 45; Nesâî, Hayl 11
1092] Müslim, İmâre 132; Nesâî, Cihâd 46
1093] Müslim, İmâre 167; Ebû Dâvûd, Cihâd 23; Tirmizî, Tefsîru sûre -8- 5; İbn Mâce, Cihâd 19
1094] Müslim, İmâre 168; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, IV/157
1095] Müslim, İmâre 169; Ebû Dâvûd, Cihâd 23; Nesâî, Hayl 8; İbn Mâce, Cihâd 19
1096] Ebû Dâvûd, Cihâd 23; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 11; Nesâî, Hayl 8
1097] Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 11; Ebû Dâvûd, Itk 14; Nesâî, Cihâd 26; İbn Mâce, Cihâd 19
1098] Müslim, İmâre 158; Ebû Dâvûd, Cihâd 18; Nesâî, Cihâd 2
1099] Müslim, İmâre 159; Buhârî, Meğâzî 81; Ebû Dâvûd, Cihâd 19; İbn Mâce, Cihâd 6
1100] Buhârî, Cihâd 35
1101] Müslim, İmâre 159; İbn Mâce, Cihâd 6
CİHAD
- 233 -
Nebî’nin (s.a.s.) yanına bir bedevî geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Bir adam ganimet için savaşıyor; bir başkası kendinden bahsedilsin diye savaşıyor; bir diğeri de kahramanlıktaki yerini göstermek için savaşıyor.” Bir rivâyete göre: “Kahramanlık taslamak için ve ırkının üstünlüğünü göstermek için savaşıyor.” Bir başka rivâyete göre: “Gazabından dolayı savaşıyor!” “Şimdi kim Allah yolundadır?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.): “Kim Allah’ın dini daha yüce olsun diye savaşırsa, sadece o Allah yolundadır” buyurdu. 1102
“Cihada çıkan bir birlik veya seriyye savaşır, ganimet alır ve ölümden kurtulursa, ecirlerinin üçde ikisini önceden peşinen almış olurlar. Bir birlik veya seriyye cihada çıkar, ganimet elde edemez, şehit olur veya yaralı dönerlerse onların ecirleri âhirette tam olarak verilir.” 1103
“Gazve dönüşü de sevap açısından gazveye gidiş gibidir.” 1104
“Kim gazâya çıkmaz veya gazâya çıkan bir mücâhidi techiz etmez ya da cihada çıkan gazinin aile fertlerine hayırla muamele etmezse, Allah Teâlâ o kimseyi kıyamet gününden önce büyük bir belâya uğratır.” 1105
Ebû Hakîm de denilen Ebû Amr Nu’mân İbni Mukarrin (r.a.) şöyle dedi:
“Rasûlullah (s.a.s.) ile bir arada bulundum. Gündüzün evvelinde harbe başlamadığı zaman, savaşı güneşin öğleden sonra batı tarafa yöneldiği, rüzgârların esip ilâhî yardımın ineceği vakte kadar ertelerdi.” 1106
“Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Karşılaştığınız zaman da sabır ve sebat gösteriniz.” 1107
Cihad Emîri
Arapça’da “cihâd” kelimesi; bir amaca ulaşabilmek için, kişinin elinden gelen her türlü çabayı sarfetmesi anlamına gelir. “Kutsal savaş” ile eş anlamlı değildir. Bundan daha geniş bir anlamı vardır ve her türlü çabayı içerir. Savaş, cihadın bir bölümü veya yerine göre bir safhasıdır. Dille, kalemle, malla veya bizzat savaşa katılarak Allah yolunda yapılan tüm mücâdeleler, hatta kişinin; Allah’ın emirlerini yerine getirme hususunda kendi nefsiyle mücâdelesi, ıstılah olarak cihâd kavramına girer.
“Emîr” ise, bir kavmin veya memleketin başı, reisi, genel vali ve ordu komutanı gibi anlamlara gelir. Buna göre “cihâd emîri”; cihâdı başlatmak veya yönetmekle görevli kimse dernektir. Duruma göre, devlet reisi bu işi yürütebileceği gibi, kendi yerine bir başkasını görevlendirmesi de mümkündür. Bu durumda “veliyyü’l-emr (devlet reisi)”nin, savaşta askeri sevk ve idâre etmesi için ordunun başına tâyin ettiği kimseye “cihâd emîri” denir. 1108. Savaş için tâyin edilen kumandanın makamına “İmâre ale’l-Cihâd ; Cihâd Emîrliği” denir.
1102] Buhârî, Cihâd 15, İlm 45, Humus 10, Tevhîd 28; Müslim, İmâre 149-151; Ebû Dâvûd, Cihâd 24; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 16; Nesâî, Cihâd 21; İbn Mâce, Cihâd 13
1103] Müslim, İmâre 154; Ebû Dâvûd, Cihâd 12; Nesâî, Cihâd 15; İbn Mâce, Cihâd 13
1104] Ebû Dâvûd, Cihâd 7; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II/174
1105] Ebû Dâvûd, Cihâd 17; İbn Mâce, Cihâd 5
1106] Ebû Dâvûd, Cihâd 111; Tirmizî, Siyer 46; Buhârî, Cizye 1
1107] Buhârî, Cihâd 112; Müslim, Cihâd 20; Ebû Dâvûd, Cihâd 89
1108] Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, 37; Ö. N. Bilmen, Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, III/341
- 234 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cihâd emîrliği iki kısımdır; Biri “imâret-i hâssa (özel anlamda emîrlik)”tir ki, yalnızca orduyu idâreye ve harp işlerini yönetmeye mahsustur. Diğeri, “imâret-i âmme (genel emîrlik)”tir. Savaşı idâre, ganimet mallarını taksim, barış sözleşmesi imzalama gibi bütün cihâd işlerini kapsayan emirliktir. 1109
Harbe lüzum görülüp de bir ordu veya bir seriyye gönderileceği zaman “veliyyü’l-emr”in ilk yapacağı iş, bunların başlarına bir “emîr (komutan)” tayin etmektir. Çünkü askeri sevk ve idâre etmek, yönetimindekileri gözetmek, orduda birlik ve beraberliği sağlamak, gerekli hükümleri uygulamak için bir “emîr”e ihtiyaç vardır. Zira her hâdisede devlet başkanına mürâcaat edilmesi birtakım zorlukları doğurabilir. 1110
Savaş; cesâret, iyi bir sevk ve idâre, ganimetleri taksim hususunda hakkı koruma, güvenilir olma, hesap ve yazı bilme gibi hasletlere dayanır. Bu yüzden devlet başkanı; bu iki görevi (savaşı yönetme, ganimetleri taksim) bir şahsa verebileceği gibi, ayrı ayrı kimselere de verebilir. Bu konuda ehliyet ve ihtisas aranır.
Şâyet “veliyyü’l-emr”, ganimetlerin taksimini “emîr-i harb (savaş emîri)” ile “emîr-i kısmet (ganimeti paylaştırma emîri)” olmak üzere, tayin edeceği iki şahsa verirse, bu hususta bunlardan herhangi biri yalnız başına hareket edemez; taksimi birlikte yapmaları icabeder. “Cihâd emîrliği”ne tâyin edilecek zâtın; âdil, iyi bir yönetici, savaş siyasetini bilen, harb usulüne âşinâ, helâl ve haramı tanıyan, şefkat ve cesâretle muttasıf tehlikeleri umursamaz bir şekilde atılmaktan sakınan biri olması gerekir. Zira bu özellikleri taşımayan bir kimsenin, “emîr” tâyin edilmesiyle umulan faydalar sağlanamaz.
Harbe kumandan tâyin edilen zat, ordu içinde bulunma ihtimali olan câsusları ve askerin mâneviyâtını bozacak zararlı davranışlarda bulunabilecek şahısları temizlemesi, orduyu teftiş ve kontrol etmekle meşgul olması icabeder. “Emîr”in soy ve fikir bakımından kendi soy ve fikrinde olanlara kendi mezhebinde bulunanlara meyletmemesi, soy, fikir ve mezhepte ayrı olanlara sırt çevirmemesi: ufak tefek bazı hâdiselere gereğinden fazla önem verip işi büyütmek sûretiyle ihtilaf ve ayrılıklara yol açmaması gerekir.” 1111
“Cihâd emîri”, devlet başkanının vekilidir. İslâm’da devlet başkanına itaat bir görev olduğu gibi; onun vekiline de itaat bir görevdir. Hatta fertler, emîrin emrettiği veya yasakladığı şeylerin faydalı olup olmadıklarına bakmaksızın ona itaat etmeleri gerekir. Çünkü bu şekilde ictihada dayanan hususlarda devlet başkanı veya vekiline itaat gereklidir. Meselâ: Emîr, orduyu teşkil eden; su taşıyıcıları, sağ cenah temsilcileri, sol cenah temsilcileri vb. gruplara “hiç birinin harp halinde diğerine yardım için bulunduğu noktayı terketmemesini” tenbih edecek olursa, bu grupların yerlerinden kımıldamamaları gerekir. İsterse bu gruplardan birinin düşman tarafından yenilgiye uğratılmasından endişe duyulsun. 1112
“Emîr”in emrettiği veya yasakladığı şeylerin Allah’a karşı bir ma’siyet yahut helâk olmayı gerektiren, uygun olmayan bir davranış olduğu herkes tarafından kabul edilirse, bu takdirde kendisine itaat gerekmez. Çünkü Yaratan’a
1109] Mâverdî, a.g.e., 37; Ö.N.B. a.g.e., III/341
1110] Ö. N. Bilmen, a.g.e., III/361
1111] Mâverdi, a.g.e., 39
1112] Ö. N. Bilmen, a.g.e., III/362
CİHAD
- 235 -
karşı gelmeyi gerektiren hususlarda, yaratılana itaat edilmesi câiz değildir. “Üstün, kanuna aykırı emirlerine uyulmaz” kuralı mâlûmdur. Buna rağmen böyle ma’siyeti gerektiren bir emir veya yasaklama durumunda sabır ve tahammül gösterilir, isyandan kaçınılır.
Yukarda anılan durumlar, müslümanların, kendilerinden olan bir yönetici (veliyyü’l-emr) tarafından yönetildikleri dönemlere mahsustur. Ülkeleri istilâya uğramış, başlarına tâğutlardan biri geçmiş olan mü’minlerin eli kolu bağlı oturmaları kendilerine yakışmaz. Bu durumda da bir cihad emirinin başkanlığında cihad etmeleri üzerlerine farzdır. Cihadı terketmeleri Allah’ın emirlerine karşı gelmek demektir. Bu cihadın mutlaka silâhla yapılması da şart değildir. Zamanı gelinceye kadar; dille, kalemle, malla ve akla gelebilen her türlü vasıta ile yapılabilir. Tâ ki mü’minler, aralarından kendilerine önderlik yapacak birini hazırlayıp, onun etrafında birlik olsunlar. Böyle biri görev yüklenince de ona muhalefet etmek yahut ona yardım etmemek cihadı terketmek demektir. Normal zamanlarda devlet reisine itaat nasıl farz ise, bu durumda da mü’minlerin çevresinde birleştikleri “lider” yani cihad emîrine itaat farzdır. 1113
Mücâhid; Cihad Eri Yiğit
“Mücâhid”, cehd kelimesinden türemiş bir kavramdır; cihad eden demektir. ‘Cehd veya cühd’ sözlükte, güçlük ve zorluğa katlanmak, gayret etmek demektir. Aynı kökten gelen ‘cihad ve mücâhede’ sözlükte, düşmana karşı savunma yapmak için zorluğa katlanmak demektir. Mücâhid, işte bu zor çalışmayı yapan, cihad ve mücâhede eden insandır. Din işlerinde, bilinmeyen birtakım meseleleri, bütün gücünü kullanarak, zorluğa katlanarak, sabırla çözmeye çalışma, sorumluluğu yüklenme nasıl ‘ictihad’ ise; iç ve dış düşmanların zararını savmak, onların saldırılarını önlemek için gücünü ortaya koymak, bu zor işi yapmak üzere gayret etmek, beşerî arzu ve isteklere karşı mücâdele vermek de cihad ve mücâhededir. Mücâhid, cihad ve mücâhede yapan insandır.
Kelimenin sözlük anlamından da anlaşıldığı gibi cihad, başkalarına saldırmak değil, aksine başkalarından gelebilecek bir saldırıya karşı koyabilmenin, insanın mutluluğuna giden yoldaki engelleri kaldırmaya çalışmanın adıdır. Mücâhid, her ne sebeple olursa olsun, başkalarına saldıran değil; insanlarla İslâm’ın getirdiği mutluluk arasında bulunan engelleri kaldırma gayretinde olan, kendine, inancına, değerlerine ve vatanına yapılan saldırılara karşı koyan, kendi değerlerini korumak için çalışan insan demektir.
Cihad, aynı zamanda bir ibâdettir. Çünkü o, bir mü’minin kendi tattığı İslâmî mutluluğu başkalarına da taşıma işidir. Müslümanlar cihad faâliyetleriyle diğer din mensuplarının gönüllerini İslâm’a açarlar. Savaşların kayıpları ‘ölü’ olarak, cihadın kaybı ise ‘şehid’ olarak unvan kazanır. İslâm’ı ve müslümanları etkisiz hale getirmek, müslümanları kendi yönetimleri altına almak, sahip oldukları bütün zenginlikleri yağmalamak isteyenler, cihadsız bir din/İslâm(!) istiyorlar. Böylece saldırılarına ve sömürge isteklerine karşı koyabilecek bir iman gücü kalmaz, işleri daha kolay olur.
Cihad kavramı savaş (kıtal) kavramından daha geneldir. Birçok müslümana
1113] Halid Erboğa, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 307-313
- 236 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mücâhid denilebilir. O belki de düşmana bir kurşun bile atmamıştır. Ama onu bütün davranışlarında hak ve ihlâsa uymuştur. Haksızlıklardan ve kötü niyetlerden uzak durmuştur. Allah’a kulluk yolunda gevşeklik ve tembellik göstermemiştir. Allah’ın dini uğrunda çalışmış, gayretini göstermiş, fedâkârlık yapmıştır.
Allah yolunda cehd eden mücâhidlerin derecesi çok yüksektir. Allah (c.c.) onlara yüce bir makam verdiğini, onlara çok büyük mükâfat hazırladığını haber vermektedir. Onların yaptığı iş, öyle hafif bir iş değildir. Sıradan bir ibâdet de değildir. Onlar, her türlü zorluğu, meşakkati ve tehlikeyi göze alarak Allah yolunda çalışırlar. Zevklerinden, nefislerinin isteklerinden sırf Allah rızâsı için vazgeçerler. Allah’ı sevdikleri için, iblisin nefisleri okşayan, insanın hoşuna giden davetine uymazlar, onun kandırmalarına karşı direnirler. Allah’ın dini uğruna mallarını harcamaktan geri kalmazlar. Bu harcamayı gönül rızası ile yaparlar. Bundan asla bıkmazlar. Nefislerin mala karşı olan aşırı sevgisine rağmen onlar, Allah rızasını kazanmak, diğer mücâhidlere destek olmak için mallarını verirler. Onlar, bir insanın kurtuluşuna sebep olmanın, onun kalbini Islâma açmanın değerini bilirler. Allah yolunda çalışmanın getirdiği zorluklara ve mahrumiyetlere (yoksunluklara) aldırmazlar. Tehlikeleri göze alırlar. Ölümden korkmazlar, gerekirse canlarını bile bu uğurda seve seve verirler. Onlar, Allah’ın vaad ettiği şeye kesinlikle inanan insanlardır.
Kur’an’ın ifâdesine göre, müşriklerin birçoğu müslümanları kendi dinlerine çevirme gayretinden asla geri kalmazlar.1114 Bu gerçek, geçmişte böyle idi, zamanımızda da böyledir. Onlar, gelecekte de müslümanları kendi yollarına çevirme çabasından vazgeçmeyecekler. Müslümanlar onların dinlerine dönünceye kadar onlardan hoşlanmazlar.1115 Güçleri yettiği zaman çeşitli yollarla bu isteklerine kavuşmaya çalışırlar. Gerekirse sıcak savaşla, işgalle, katliamla, kültürel yollarla, aşağı görmekle, medya ile, ticaret ve iktisat ile, kandırma ve siyaset ile müslümanları mağlûp etmeye çalışırlar. Tarih ve günümüzde gördüğümüz tecrübeler, yaşadığımız olaylar bunu bize açıkça isbat etmektedir.
Öyleyse bütün bu yanlışlara karşı, bütün bu kötü niyetlere karşı müslümanların sessiz kalması beklenmez. Kendilerine ve dinlerine ne yapılırsa yapılsın, ne söylenirse söylensin, onların karşılık vermemesi düşünülemez. Herkesin kendini ve kendine ait değerlerini koruma hakkı vardır. Ancak özellikle emperyalist amaç güden kimi topluluklar kendilerine saldırı hakkı tanırken, başkalarına savunma hakkı bile tanımak istememektedir. Müslümanlara ve Islâma zarar vermek isteyenler oldukça, Allah’ın dini uğruna çalışanlar da, mücâhidler de olacaktır.
Cihad, bir başka deyişle, bir anlamda gerek kişinin hayatında gerekse toplum hayatında İslâmî yaşamının önündeki engellerle uğraşmak demektir. Allah’ın hidâyeti olan İslâm’ı başkalarına ulaştırmanın, yani İslâm’ı tebliğ etmenin önündeki engelleri kaldırmaktır. Bir insanın, İslâm’ı daha iyi yaşamasına ayak bağı olan İblis ve nefsinin kötü istekleriyle mücâdele etmesidir. Bazı insanlar, İslâm kendilerine ulaşırsa belki müslüman olacaklar ve kurtulacaklar. Bazı insanlar da İslâm’ı daha iyi yaşamak ister, ama içinde bulunduğu şartlar ve topluma yön veren kişiler ve kurumlar onu günâha, isyana, kötü ahlâka götürebilir. Cihad işte bu kötü şartlarla, kötü kişiler ve kurumlarla, insanları isyana götüren şeylerle
1114] 2/Bakara, 217
1115] 2/Bakara, 120
CİHAD
- 237 -
mücâhede etmenin yoludur.
Mücâhidlerin Özellikleri: Bu güzel çalışmaları mücâhid yapar. O bir taraftan kendi hayatındaki kötülüklerle ve iblisle mücâhede ederken, bir taraftan da insanları isyana ve tuğyana (azgınlığa) götüren şartlar ve kişilerle mücâdele eder. İnsanların hidâyete ulaşmasının önündeki engelleri kaldırmayı çalışır. Bu iş zor, riskli, yorucu ve biraz tehlikelidir. O yüzden mücâhidlerin yaptıkları çalışmalar son derece değerli ve yücedir.
Allah yolunda ilk mücâhid olan ‘Muhâcir’ ve ‘Ensâr’ Allah tarafından övülmektedir: “Doğrusu iman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ve hicret edenleri (Muhacirleri) barındıranlar ve canlara yardım edenler (var ya) işte onlar birbirlerinin velisidirler (dostudurlar).”1116 Böyle olanlar Allah’ın affına ve büyük bir rızka kavuşurlar.1117 Mücâhid, dünya çıkarı uğruna, şöhrete kavuşmak için, adını (namını) yüceltmek için veya soyunun adı duyulsun diye cihad etmez. O yalnızca Allah yolunda mücahâde eder. 1118
Mücâhid, kendi hayatında ve toplum hayatında İslâm’ı yaşamanın önündeki engellerle, İslâm’ın ve İslâmî hayatın düşmanlarıyla, onları gerçek mutluluğa kazandırma amacıyla mücâdele eden (çalışan) mü’mindir. 1119
Mücâhid; çaba sarfeden, tüm imkânlarını kullanarak belli bir hedefe varmak isteyen; düşmana karşı var gücüyle savaşan, dünyevî hiç bir menfaat beklemeksizin sırf Allah rızası için ve O’nun yolunda cihad eden kimsedir.
“Cihad” ve “mücâhid” terimleri birer İslâmî kavramdır. Dolayısıyla, bu kavramların ne mânâya geldiklerini, kimlerin bu kavramlarla nitelenebileceğini en iyi bilen Allâh ve Rasûlüdür. Cihadın Allah rızâsı için ve O’nun yolunda yapılması, İslâm’ın şart koştuğu bir husustur. Allah yolunda olmayan, O’nun rızâsını taşımayan tüm savaşlar, harcanan paralar ve sarfedilen gayretlerin cihad sayılamayacağı, bu tür mücâhedeye katılan kimsenin de mücâhid olamayacağı muhakkaktır. “Ey iman edenler! Allah’tan korkun O’na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” 1120; “(Ey iman edenler!) Gerek hafif, gerekse ağır olarak hep birlikte savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer anlıyorsanız, bu sizin için daha hayırlıdır.” 1121; “Doğrusu, inanıp hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler (var ya) işte bunlar birbirlerinin dostudurlar.” 1122; “Îman edip hicret edenler, Allah yolunda savaşanlar ve muhâcirleri barındırıp onlara yardım edenler... İşte onlar gerçekten inanmış olanlardır. Onlara mağfiret ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır.” 1123
Bu ve buna benzer âyetlerin hemen hemen tamamında cihadın, Allah yolunda olması gerektiği vurgulanıyor. Bu da, cihadın ve mücâhidin ne mânâya geldiğinin açık bir delilidir. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilen bazı hadisler,
1116] 8/Enfâl, 72
1117] 8/Enfâl, 74
1118] Ebû Dâvud, Cihad 26, hadis no: 2516-2517, 3/14
1119] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 431-434
1120] 5/Mâide, 35
1121] 9/Tevbe, 41
1122] 8/Enfâl, 72
1123] 8/Enfâl, 74
- 238 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mücâhid kavramına daha da bir açıklık getirmektedir. Şöyle ki; Ashâbtan biri Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek; “Ya Rasûlallah! Dünya menfaatlerinden bir menfaat umarak Allah yolunda cihad etmek isteyen kişinin durumu nedir?” diye sorunca, Rasûlûllah: “Onun ecri (sevabı) yoktur” diye cevap verir. Adam aynı soruyu iki kere daha sorar, her seferinde “Onun ecri yoktur” cevabını alır. 1124
Başka bir hadiste şöyle rivâyet edilir: A’râbînin biri Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek: “Kimisi şöhret için, kimisi öğülsün diye, kimisi ganimet elde etmek için savaşıyor. (Bu konuda ne dersin?)” deyince, Rasûlûllah: “Yalnızca Allah’ın Kelimesi üstün olsun diye savaşan kimsenin mücâhedesi Allah yolundadır” diye cevap vermiştir.1125 Cihadın İslâm dininde büyük bir ehemmiyeti vardır. Bu önemine binâen Cenâb-ı Allah, cihadı, kıyâmete kadar devam edecek bir farz kılmıştır. Bazılarının iddia ettiği gibi cihad, geçici bir zarûretten doğmuş değildir. Şâyet cihad, müslümanların hayatında geçici bir zarûret olmuş olsaydı, Allah Teâlâ, Kitabullahın büyük bir ekseriyetini en kuvvetli ifadeleri kullanarak bu mevzûya tahsis etmez ve aynı şekilde, Rasûlûllah’ın hadislerinde de en kuvvetli ifadeler ve en ısrarlı emirler cihad için sarfedilmezdi. Şâyet cihad, geçici bir zarûret olsaydı, Allah’ın Rasûlü, kıyâmete kadar gelecek olan insanları ferd ferd içine alan şu hadisini irad etmezdi: “Kim cihad etmeden ve cihada niyet de etmeden ölürse, nifaktan bir şûbe üzerine ölmüş olur.” 1126
Cenâb-ı Allah, öneminden dolayı cihadı farz kılmış ve gücü yeten her mü’mini bununla mükellef tutmuştur. Yüce Rabbimiz cihadı terk edenleri tehdit etmiş, kendi yolunda samimiyetle mücâhede eden mücâhidlere de büyük mükâfatlar vaadetmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de, her iki gruba da yönelik vaad ve vaîdleri görmek mümkündür: “Allah’a inanın, Rasûlü ile beraber cihad edin diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve; ‘bizi bırak, oturanlarla beraber olalım’ dediler. Geride kalan kadınlarla beraber olmağa râzı oldular. Çünkü onların kalplerine mühür vuruldu, dolayısıyla anlayamazlar.” 1127
Cenâb-ı Allah, cihaddan kaçan böyle kimselerin, yaptıklarının mutlaka karşılığını göreceklerini şöyle dile getiriyor: “Allah, içinizden cihad edip, Allah’tan, peygamberinden ve mü’minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan kendi halinize bırakılacağınızı mı zannediyordunuz? Muhakkak Allah işlediklerinizden haberdardır.”1128 “Allah, içinizden cihad edenleri ve sabredenleri açığa çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?”1129; “Andolsun ki, içinizden mücâhidlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve herbirinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.” 1130
Görüldüğü gibi Rabbimiz, mücâhidlerle cihaddan kaçanları, hattâ bu arada kendini mü’minmiş gibi göstermeye çalışan münâfıkları imtihan etmek sûretiyle ortaya çıkaracağını söyleyerek tehdit ediyor. Tâ ki saflar netleşsin, mü’min münâfık birbirinden ayrılsın, arada karanlık hiç bir nokta kalmasın. Zâhidlerden Fudayl İbn Iyaz bu âyeti okuyunca ağlar ve şöyle dermiş: “Allah’ım bizi imtihan
1124] Ebu Dâvûd, Cihad, 24
1125] Ebû Dâvud, Cihad, 24
1126] Mesâbîkü's-Sünne'den, Fi Zilâli'l-Kur'ân trc., III, 408
1127] 9/Tevbe, 86, 87
1128] 9/Tevbe, 16
1129] 2/Bakara, 218
1130] 47/Muhammed, 31
CİHAD
- 239 -
etme! Çünkü Sen imtihan edersen biz rezil oluruz, sırlarımız ortaya çıkar ve azâba dûçâr edersin.” 1131
Cihad denilince akla ilk gelen şey savaş olmakla beraber, cihad kavramı, bundan çok daha kapsamlı bir mânâyı ihtivâ etmektedir. Allah yolunda canla, malla, söz ve kalemle yapılan mücâdelenin tümü cihad kapsamına girer. Bununla birlikte, canla ve malla yapılan cihad en kutsal cihaddır. Hakiki mânâda bir mücâhid de, böylesi bir cihadda bulunan kimsedir.
Rabbimiz, böylesi bir cihada katılan mücâhidlerle yerlerinde oturan mü’minlerin aralarındaki farkı şöyle dile getiriyor: “Mü’minlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenler bir değildir. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. Bununla beraber Allah, her ikisine de güzelliği (Cenneti) vaadetmiştir. Ama mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Kendi katından onlara dereceler, mağfiret ve rahmet vardır. Ve Allah, Ğafûr’dur, Rahîm’dir.” 1132
Bu âyetler, Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla cihad eden müslümanlarla, mâzeretleri dolayısıyla cihada katılamayan müslümanları karşılaştırıyor. Malla ve canla mücâdele eden mü’minlerle, cihadı terkeden müslümanların eşit olamayacakları kaidesini koyuyor. Gerçi mü’min oldukları ve içlerinden cihada katılmayı geçirdikleri için, Cenâb-ı Allah, geçerli mâzereti olanlara da mükâfât vaadetmiştir, ama; “Allah yolunda malları ve canları ile cihad edenlerle, yerlerinde oturanlar asla bir değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından çok üstün kılmıştır.” 1133
Cihada katılmadıkları için kendilerinden, “yerlerinde oturanlar” diye bahsedilen müslümanların, haddizâtında mü’min oldukları, asla münâfık olmadıkları, âyet-i kerîmenin, “Bununla beraber Allah, her ikisine de cenneti vaadetmiştir” kısmından açıkça anlaşılıyor. Aksi olsaydı, Rabbimizin onlara cenneti vaadetmesi söz konusu olamazdı. Zeyd İbn Sâbit yukardaki âyetin nüzûlü ile ilgili olarak şunları söylüyor: “Mü’minlerden, Allah yolunda cihad edenlerle oturanlar bir değildir” âyeti nazil olduğu zaman Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanındaydım. Özür sahiplerini zikretmedi. Bunun üzerine İbn Ümmi Mektûm: “Nasıl olur? Ben görmeyen bir âmâyım” dedi. Tam bu sırada Rasûlullah’a, oturduğu yerde vahiy hali geldi. O da bacağıma dayandı nefsimi elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, bacağımın üzerinde öyle ağırlaştı ki onu ezeceğinden korktum. Sonra bu hali geçti. Bana “Yaz” diyerek, “Özür sahipleri hâriç, mü’minlerden, Allah yolunda cihad edenlerle oturanlar bir değildir” âyetini yazdırdı.” 1134
Rasûlullah (s.a.s.), “mücâhid”lerin cennetteki makamlarını şöyle tasvir ediyor: “Cennette yüz derece vardır. Allah onları, kendi yolunda mücâdele edenler için hazırlanmıştır. Her iki derece arasındaki uzaklık, gökle yer arasındaki uzaklık gibidir. Siz Allah’tan istediğinizde Firdevs’i isteyin. Çünkü o, Cennetin tam ortası ve en yüce yeridir.” 1135 Abdullah İbn Mes’ud yoluyla nakledilen bir hadiste de, Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Kim Allah yolunda bir ok atarsa, onun için bir derece
1131] Seyyid Kutub, Fî Zilâli'l-Kur'ân, XIII/402
1132] 4/Nisâ, 96
1133] 4/Nisâ, 96
1134] el-Vâhidî, Esbâbü'n-Nüzül, Mısır 1968 s. 100
1135] Buhârî, Cihad, 4
- 240 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mükâfât vardır.” Birisi; “Ya Rasûlallah, derece nedir?” diye sorunca Rasûlullah: “Dikkat et, o senin ananın (evinin) eşiği değildir. Her iki derece arasındaki mesâfe yüz yıllık yoldur” diye cevap verdi. 1136
Şu hadisler de Allah yolunda cihadda bulunan “mücâhid”lerin faziletlerinden ve üstünlüklerinden bahsetmektedir: “Allah yolunda cihad eden kimse, Allah’ın şu garantisi altındadır: Allah, ya onu mağfiretine ve rahmetine katar (şehâdetle) veya onu sevab ve ganimetle geri döndürür. Allah yolunda cihad eden kimsenin, dönünceye kadarki durumu; gevşeklik etmeksizin gündüzleri oruçlu ve geceleri ibâdete devam eden kimsenin durumu gibidir.” 1137 Rasûlullah’a (s.a.s.) soruldu: “Ya Rasûlallah, insanların hangisi daha faziletlidir?” Allah’ın Rasûlü şöyle cevap verdi: “Canıyla, malıyla Allah yolunda cihad eden mü’mindir.” 1138. “Sabahleyin veya akşamleyin herhangi bir vakitte Allah yolunda (cihad için) bir kere yürüyüş, şüphesiz dünyadan ve dünyadaki şeylerin hepsinden hayırlıdır.” 1139; “Allah yolundaki toz ile Cehennem dumanı müslüman bir kulda toplanmaz.” 1140
Hadislerden de anlaşıldığı gibi, mücâhidlerin üstünlüğü maddî ölçülerle ölçülemeyecek derecede büyüktür. Bununla beraber şu bir gerçektir ki; her müslüman aynı derecede cihada iştirak edemez. Önemli olan, her mü’minin gücü nisbetinde cihad etmesi ya da cihad edenlere destek sağlamasıdır. Mücâhidlerin geride kalan aile efradını gözetmek, cihada çıkan mücâhid geri dönünceye kadar aile efrâdının ihtiyaçlarını karşılamak da hemen hemen cihad kadar önemli bir görevdir. Allah Rasûlü buna işaret ederek şöyle buyurur: “Kim Allah yolunda savaşan bir gâziyi mükemmel bir şekilde teçhizatlandırırsa, o gâzi ölünceye veya savaştan dönünceye kadar (kazandığı) sevâbın bir misli onu teçhizatlandıran kimseye olur.” 1141; “Kim Allah yolunda bir gâziyi teçhizatlandırır veya geride kalan aile efradına bakarsa gazâ etmiş gibi olur.” 1142; “Kişinin harcadığı dinarın/paranın en faziletlisi, onun çoluk çocuğuna harcadığı dinar, Allah yolunda bir at için harcadığı dinar ve kişinin Allah yolunda (savaşan) arkadaşlarına harcadığı dinardır.” 1143
Mücâhede; Önce Gizli Düşmana/Nefsin Hevâsına Karşı Cihad
Cihad ve mücâhede, düşmanın saldırılarına karşı koymak üzere çaba göstermek demektir. İki kavram da aynı anlama gelmekle beraber, cihad daha çok bedensel çabalar için, mücâhede ise daha çok ruhsal çabalar için kullanılmaktadır. Cihad, bilindiği gibi, Allah yolunda, Allah’ın adını yüceltme uğruna çaba gösterme, savaşma ve çalışmadır. Cihad, açık bir düşmana karşı, nefse ve şeytana karşı yapılır. Bunlardan açık düşmana karşı mücâdele etmeye (cihad), nefse, daha doğrusu hevâya (nefsin kötü arzularına) ve şeytana karşı mücâdele etmeye de ‘mücâhede’ diyebiliriz.
Cihad veya mücâhede, mü’minin İslâmî hayatını ve müslüman toplumu her açıdan korumak için gerekli bir çabadır. Cihad, İslâm düşmanlarına karşı savunma
1136] Nesâî, Cihad 26
1137] Buhârî, Cihâd, I; İbn Mace, Cihâd, 1
1138] Buhârî, Cihad, 2
1139] İbn Mâce, Cihad 2
1140] İbn Mâce, Cihad, 9
1141] İbn Mâce, Cihad, 3
1142] Tirmizî, Cihad, 6
1143] İbn Mâce Cihad 4; Halid Erboğa, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 317-319
CİHAD
- 241 -
amacıyla yapılır. Allah’ın adını yüceltmek, insanların müslüman olmalarının önündeki engelleri kaldırmak ve yeryüzünden fitne ve zulmü yok etmek üzere yapılır. Cihad veya mücâhede, Allah’ın mü’minlere kesin emridir. 1144 Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin dereceleri çok yüksektir, mükâfatları boldur. 1145 Mü’minler, dünyayı, içindekileri, meskenleri cihaddan çok severlerse, Allah onlara cezâ verir. 1146 Allah (c.c.) cihad emri ile mü’minleri imtihan etmektedir. 1147
Cihad veya mücâhede Allah (c.c.) rızâsı, O’nun adı yüce olsun için ve sevap kazanma amacıyla olursa bir anlam ifade eder. 1148
Dünyalık bir çıkar için, şöhret, yağma ve intikam alma uğruna mücâhede edenler Allah yolunda değillerdir.1149 Nefsin kötü arzularına ve şeytana karşı yapılan mücâhede, şüphesiz mü’minin takvâ derecesine ulaşmasını sağlar. Nefsinin isteklerini sınırlamayan kişi, azgınlığa ve sapıklığa düşer; şeytanın aldatmalarına erken kanar. Mücâhede, mü’mine İslâm ahlâkı kazandırır.
Müslüman, nefsinin haklı isteklerini karşılar. Çünkü hayatın devamı için buna ihtiyaç vardır. Aşırı isteklerine (şehvetine), hazlarına, hırslarına ise sınır koyar. Aslında nefsini terbiye etmek, nefsi Allah’ın huzurunda teslim olmaya, İslâmî emir ve yasakları yerine getirebilir bir olgunluğa ulaştırmaktır. Bu bir anlamda onu İslâmî ilkelere, ibâdetlere, Allah için fedâkârlık yapmaya râzı etmektir. Mücâhede; bu gayretin, bu çabanın, bu hedefin tatlı bir metodudur. 1150
Allah yolunda savaşana da mücâhid denir. Cihad, Hz. Peygamber’in ifadesiyle şu şekilde vasıflandırılır. “Allah’a en sevimli gelen ve en faziletli amellerden birisidir.” 1151; “İnsanların en faziletlisi de Allah yolunda malıyla ve canıyla mücâhede eden mü’mindir.” 1152 Allah yolunda savaşın (mücâhede) esas gâyesi, Allah’ın dinini yaymak ve onu yüceltmektir. 1153 Mücâhede; kâfirlere, münâfıklara, din düşmanlarına ve dinden dönenlere karşı yapılır. 1154 Allah yolunda mücâhedenin ilk şartı ise, mü’min olmaktır. Çünkü âyette “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inkâr eden kâfirler de tâğut yolunda savaşırlar.” 1155 buyurulmuştur. Allah yolunda savaşanlar ise gerçekten iman etmiş olanlardır. 1156 Aynı zamanda onlar birbirlerinin dostudurlar,1157 Allah düşmanlarını dost edinmezler. 1158
Mücâhede, gerçekten inanmış olanların karakteristik özelliğidir. Gerektiğinde
1144] 5/Mâide, 35; 9/Tevbe, 41; 22/Hacc, 78; 2/Bakara, 190; 4/Nisâ, 76 vd
1145] 61/Saff, 10-12; 5/Mâide, 5
1146] 9/Tevbe, 24
1147] 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16
1148] Buhârî, Cihad 15; Müslim, İmâre 149-151; Ebû Dâvud, Cihad 26; İbn Mâce, Cihad 13; Tirmizî, Cihad 16; Nesâî, Cihad 21
1149] Ebû Dâvud, Cihad 25; Nesâî, Cenâiz 61
1150] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 430-431
1151] Bûhâri, Edeb, I, Cihâd I; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 32
1152] Buhârî, Cihâd, 2
1153] Buhârî, Tevhid, 28
1154] Furkan, 25/52; Mümtehine, 60/1; Tahrim, 66/9; Mâlik b. Enes, Muvatta', Zekât, 30
1155] 4/Nisa, 76
1156] bk. 49/Hucurât, 15
1157] bk. 8/Enfâl, 74-75
1158] bk. 60/Mümtehıne, 1
- 242 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah yolunda ölmek, onlar için bir şereftir. Çünkü Kur’ân-ıKerim’de “Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını, Cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah’ın üzerine bir borçtur. Gerek Tevrat’ta, gerek İncil’de, gerek Kur’ân’da (Allah, yolunda çarpışanlara cennet vereceğini vadetmiştir).” 1159 buyurulmuştur. Allah onlardan yanadır.” 1160
Allah yolunda savaş (mücâhede), insanlar için aynı zamanda bir imtihan vesilesidir. 1161 İnanarak Allah yolunda mücâdele edenlerle, özürsüz olarak cihada katılmayanlar Allah katında bir sayılmayacak; canlarıyla, mallarıyla cihad edenler mertebece daha üstün tutulacaklardır. Onlar Allah’ın rahmetini ve dolayısıyla Cennetini de umabilirler. Onlar doğru yoldadır. Gerçek mutluluğa erişenler de onlar olacaktır.1162 Allah uğrunda savaşanlar netice itibâriyle kendileri için savaşmış olurlar. Çünkü Allah, âlemlerden müstağnidir1163ve “Şüphesiz, inkâr edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı gelenler, Allah’a hiç bir zarar veremezler. O, onların işlerini boşa çıkaracaktır.” 1164
Peygamber Efendimiz, “Mekke’nin fethinden sonra artık hicret yoktur, fakat cihad ve niyet vardır...”1165 buyurmak sûretiyle cihâdın her devirde yapılması gerektiğine işaret etmiştir. Kahramanlık olsun diye, “ne cesur adammış!” desinler diye veya gösteriş olsun diye savaşanlardan hangisi Allah yolundadır, sorusuna cevaben de: “Kim Allah’ın şânını yüceltmek için savaşırsa, o Allah yolundadır.” 1166 buyurmuştur. Şu halde Allah yolunda mücâhede eden kişi niyetinde samimi ve amelinde ihlâslı olmalıdır. Aksi takdirde çabaları boşa çıkabilir.
Mü’min insanın hayatta en çok değer vereceği iki şey Allah ve Rasûlü olmalıdır. Onlar uğrunda yapılacak mücâhedeye hiç bir şey engel olmamalıdır. Yoksa bir gün Allah’ın azâbını beklemek muhtemel olabilir. Bu gerçek, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle dile getirilmiştir: “De ki; babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah’tan; Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevimli ise, Allah’ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fâsık kimseleri doğru yola eriştirmez.” 1167
Konuyla ilgili âyet ve hadislerden de anlaşılacağı gibi cihâd, canla ve malla yapılır. Fakat en önemlisi insanın önce kendi nefsiyle mücâhede etmesidir. Çünkü nefsine hâkim olamayan kimse, düşman karşısındaki mağlubiyeti peşinen kabul etmiş demektir. İşte bunun içindir ki “İman edenlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile, mal ve canlarıyla Allah yolunda cihâd edenler birbirine eşit değildir...” 1168 buyurulmuştur.
Tasavvufta ise, mücâhede nefsi zorluklarla yormak ve onun arzu ve isteklerine karşı çıkmaktır. Daha geniş olarak, makam ve servete, bünyeyi semirtip ruhu
1159] 9/Tevbe, 111
1160] bk. 16/Nahl, 110
1161] 3/Âl-i İmrân, 142-143; 47/Muhammed, 31; 9/Tevbe, 16
1162] 2/Bakara, 218; 4/Nisa,95-96; 9/Tevbe, 20, 88; 29/Ankebût, 69
1163] 29/Ankebût, 6
1164] 47/Muhammed, 32
1165] Buhâri, Cihâd, 1
1166] Buhârî, Tevhid, 28
1167] 9/Tevbe, 24
1168] 4/Nisâ, 95
CİHAD
- 243 -
öldüren lezzetli nimetlere karşı nefsin tutku haline gelen meylini dizginleyip yavaş yavaş ona karşı çıkmak ve onun varlığını yok etmeye çalışmaktır. Kuşeyrî: “Hal ve makam sahibi olmak için harcanan sürekli ve düzenli çabalara mücâhade ve rıyâzât adı verilir” demiştir.
Allah Teâlâ: “Uğrumuzda mücahede edenlere, mutlaka yollarımızı göstereceğiz” 1169 buyurmuştur.
Rasûlûllah (s.a.s.) de: “Nefsinin de senin üzerinde hakları vardır” buyurarak mücâhadede ölçünün kaçırılmamasını istemiştir. Nefsin haklarını çiğnemek, sebepsiz yere onu zorluklara sürüklemek mücâhade değildir. Şeyh Tehânevî, Takrir’inde: “Nefsin istekleri ikidir. Birisi hakları, diğeri duyduğu hazlarıdır. Vücudu ayakta tutabilmek için nefsin hakları korunmalıdır. Nefsin hazları ise, yaşamak için gerekli olmayan fazlalıklarıdır. Mücâhedenin gâyesi hazları yok etmek, hakları bırakmaktır” demiştir. Nefse karşı çıkmanın bir gâyesi olmalıdır. Aksi halde zarar doğurur, mücâhede de sayılmaz. Allah için üzüntü ve kedere tahammül, mücâhedenin yüksek derecelerindendir.
İnsan mücâhede ile huylarını kökünden söküp atamaz. Onları faydalı hale getirir. Nitekim Rasûlullah (s.a.s.): “Birinin tamamen huyundan vazgeçtiğini duyarsanız inanmayınız” buyurmuştur. Bununla birlikte, ruhî hayat, mücâhede ve riyazatla elde edilir. Fakat mücâhede, varılması istenen bir gâye değil, bir tedbir ve tesellidir.
Mücâhede ve riyazât şu maksatlarla yapılır: 1- Takvâ ve verâ sahibi olarak Cehennem’den kurtulmak, 2- Kur’an ve Sünnet ahlâkını huy haline getirerek Cennet’e girmek ve mutlu olmak. 1170
İctihad; Cihadın İlimle Yapılanı
‘İctihad’ sözlükte, güç, tâkat ve çaba, bir şeyi elde etmek için ya da bir şeyi yapmak için olanca çabayı göstermek, çalışıp çabalamak anlamındadır. Fıkıh ilminde ‘ictihad’, İslâm’ın hükümlerini anlayıp öğrenmek üzere gayret göstermektir. Başka bir deyişle; belirli bir seviyeye gelmiş bir İslâm âliminin, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’in yorumlanması gereken kısımlarını yorumlaması, sağlam metodlar uygulayarak bu kaynaklardan dini bilmek ve yaşamak için gerekli bilgi ve hükümleri çıkarması demektir.
İctihad yapabilen İslâm âlimlerine (fakîhlere) ‘müctehid’ adı verilmektedir. Kur’ân-ı Kerim, insan hayatıyla ilgili bütün sorunlara açık hükümler koymamıştır. Bir kısmını açıklamıştır, bir kısmını işaret etmiştir veya Sünnete bırakmıştır. Bazı konularda ise birtakım ipuçları vererek, insanların bu konular üzerinde düşünmelerini tavsiye etmiştir.
Peygamberimizin sünneti, Kur’an’ın uygulamasıdır. Peygamberimiz hayatında, Allah’ın açık hükümlerini uygulamış, işaret edilenleri vahiyden aldığı yetkiyle açıklamış ve bazen de ashâbıyla istişâre edip görüşerek hükümler vermiş, uygulamalar yapmıştır. Yine kendi zamanında birtakım konularda yapılan doğru ictihadları kabul etmiş, ‘Kur’an’da ve Sünnette bulamadığım konularda kendi ictihadımla karar vereceğim’ diyen sahâbeyi doğru görmüştür: Rasûlüllah (s.a.s.)
1169] 14/İbrahim, 12
1170] Ahmet Güç, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 316-317
- 244 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Muaz bin Cebel’i (r.a.) Yemen’e göndermek istediği zaman ona şöyle sordu: “Sana bir dâvâ geldiği zaman nasıl hüküm vereceksin?” Muaz bin Cebel; “Allah’ın Kitabıyla” şeklinde cevap verdi. Peygamberimiz (s.a.s.) bu sefer; “(Sana gelen dâvânın hükmünü) orada bulamazsan” diye tekrar sordu. O da; “Allah’ın Rasûlünün sünnetiyle hükmederim” dedi. Peygamberimiz; “Rasûlüllah’ın sünnetinde de Allah’ın Kitabında da (o meseleyi) bulamazsan?” diye yine sordu. Muaz şöyle cevap verdi: “Kendi görüşümle ictihad edeceğim ve bundan da geri kalmayacağım.” Bunun üzerine peygamberimiz eliyle onun göğsüne vurarak; “Rasûlüllah’ın elçisini, O’nu memnun edecek şekilde başarılı kılan Allah’a hamdolsun” buyurdu. 1171
İctihad’ın İşleyişi: İctihad, bir anlamda kapalı bir sorunun çözülmesi, hakkında hüküm bulunmayan yeni ortaya çıkmış meselelerin dinî hükmünün bulunabilmesi çalışmasıdır. Müslümanlar hayatlarının bütün alanlarında dinlerine uygun yaşamak, bütün sorunlarını Kur’an’a ve Sünnet’e göre çözmek isterler. Kur’an’da ve Sünnette o sorunun çözümü yoksa, müslümanın kendisinin, kendi bilgisi yetersiz ise, yetkin bir âlimin o sorunu Kur’an’a ve Sünnet’e göre çözmesi gerekir.
Bir şer’î hükümde ictihad yapılabilmesi için, o hükmün yoruma açık olması gerekir. Kesin ve açık hükümlerde ictihada zâten ihtiyaç bulunmamaktadır. Mecelle’nin 14. maddesinde “Mevrid-i Nass’ta ictihada mesağ yoktur” denilmiştir. Yani Nass’ın (Kur’an ve Sünnet’in) açıkça ortaya koyduğu meselede ictihad yapmaya müsâade yoktur. İslâmî hükümlerin bazıları ‘muhkem’ yani açık ve net değildir. Onlar üzerinde yorum yapma imkânı vardır. Hatta onları yorumlamak, onlardan yeni hükümler çıkarmak gerekir. Bu demektir ki, ictihada ihtiyaç vardır. Aksi halde İslâm’ı yaşamak zorlaşır ve insanlar İslâm dışında çözümler aramaya başlarlar.
İnsanlar ve toplumlar geliştikçe, yeni yeni problemler çıkmakta, yeni yeni olaylarla karşılaşılmaktadır. Eğer ictihada izin verilmemiş olsaydı, belki milyonlarca konu çözümsüz kalırdı. Müctehidlerin ictihadı, hem Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olur, hem de İslâm hukukunu sistemli bir şekilde öğrenip yaşamamıza yol açar. Ancak müctehidlerin ictihadları dinin kesin emri değillerdir.
Âlimler, ictihad yapacak kimselerde bazı özelliklerin olmasını şart koşmuşlardır. Yeterli bilgisi ve yeteneği olmayan kimseler ‘ictihad’ yapmaya kalkarsa, din yara alır ve yanlış anlaşılır. Yani her önüne gelen dinî meselelerde, ‘benim görüşüme göre, benim anladığıma göre...’ deyip, istediği fetvâyı veremez, vermemelidir. Câhil bir kişinin görüşü, kararı, ya da fetvâsı hem kendine, hem de başkalarına zarar verir.
İctihadlar Bağlayıcı mıdır? İctihadlar her ne kadar dinin kendisi değilse de, “dinin hükmü böyle olabilir, eldeki deliller böyle olabileceğini gösteriyor, ya da dinî bir hüküm bu şekilde uygalanabilir” demektir. Öyleyse bir müslümanın “âlimlerin yaptığı ictihadlar beni bağlamaz, ben bildiğim gibi amel ederim”, ya da “ictihadlar dine yapılmış eklemelerdir, doğru da bağlayıcı da değillerdir” demesi kesinlikle yanlıştır. Unutmamak gerekir ki, dinin anlaşılması ve pratikte uygulanabilmesi için yetkin bilginlerin ilmine ihtiyaç vardır.
1171] Ebû Dâvud, Akdiye, hadis no: 3592; Tirmizî, Ahkâm 3, hadis no: 1327; Ahmed bin Hanbel, V/230
CİHAD
- 245 -
Mezheblerin fıkıh kitaplarına baktığımız zaman, aynı meselede çok farklı ictihadların yapıldığını görürüz. Bu bizi şaşırtmamalı. Çünkü bütün müctehidler ellerindeki delillere, kendilerine ulaşan hadislere ve haberlere dayanarak fetvâ vermişlerdir. Onların iyi niyetlileri, bütün güçlerini kullanarak cevabın en isâbetlisini bulmaya çalışmışlardır. Müctehidler bu çabayı gösterirken hatalı kararlar verseler bile sevap kazanırlar. Çünkü onlar hiç bir etki altında kalmadan, hiç dünyalık kazancı düşünmeden yalnızca Allah rızâsı için, olanca güçlerini kullanarak doğruya ulaşmaya çalışırlar. Ancak âlim olmayan, meseleleri ve delillerini yeterince bimeyen birisi, işine geldiği gibi fetvâ vermeye kalkışırsa bırakın sevap almayı; günah kazanır, belki de dalâlete/sapıklığa düşebilir. Bir kişinin herhangi bir konu hakkında bilgisi yoksa hevâsına/arzularına göre fetvâ veya karar verir. Bu câhillik de onu doğru yoldan uzaklaştırabilir.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Hâkim (hükmeden-karar veren) ictihad eder ve isâbetli karara ulaşırsa kendisine iki ücret (sevap) verilir. Eğer ictihad eder ve hatalı karar verirse ona da bir ücret verilir.” 1172
Belli bir mezhebe göre amel edenler, o mezheb imamlarının ictihadlarını göz önüne alırlar, ama başka müctehidlerin ictihadlarının yanlış olduğunu düşünmezler. Çünkü müctehidler, ellerindeki delillerden hareket ederek o sonuca ulaşmışlardır. Deliller ve o delilleri uygulama metodu farklı olursa, farklı ictihadların olması doğaldır. Onların pek çoğu ortaya koydukları ictihadlarda ısrarcı olmamışlar, müslümanlara “bizim ictihadımızdan daha isâbetlisini bulursanız ona uyun” demişlerdir.
Sahâbeler gibi, daha sonradan gelen bazı âlimler de bir konu hakkında ortak ictihadda bulunmuşlardır. Bunlara ‘icmâ’ denir. Müctehid âlimler bir konuda ortak ictihad yapmışlarsa, yani bir meselede ‘icmâ’ olmuşsa; artık o konuda ictihada ihtiyaç yoktur.
İnsanlara bırakılan yani Kur’an ve Sünnetin bir şey söylemediği, hüküm koymadığı, fıkıh dışı konularda söz söyleme yetkisi yalnızca müctehidlere âit değildir. Böyle konularda uzman olanlar, mü’min ve güvenilir olmak kaydıyla; söz söyleyebilir, hüküm verebilirler. Bunların görüşleri veya verdiği karar ise ictihad olmaz. Özellikle İslâm tarihinde görüldüğü gibi birtakım siyasî mezheplerin ve grup görüşlerinin -terim anlamıyla- ictihad sayılmasının imkânı yoktur. Yani ictihadın alanı Kur’an ve Sünnetle belirlenmiştir. Bu da onlardaki yoruma açık hükümler ve yeni karşılaşılan fıkhî sorunlardır.
Yeni ortaya çıkan meselelere cevap verebilmek ve İslâm’ı bütün çağlara, bütün topluluklara uygulayabilmek için ictihad yapılması gerekir. Elbette işin ehli olan insanlar tarafından. İslâm’daki ictihad faâliyeti, İslâm hukukunun her devirde ve yerde uygulanmasını sağladığı gibi, onu statiklikten/donukluktan kurtarır. İctihad, hem İslâm’ın mevcut hükümlerinin uygulanabilmesi, hem de sonradan ortaya çıkmış sorunlara İslâmî çözümler getirilebilmesi için gereklidir. İslâmî hükümler ile hayat arasında bir kopukluk yoktur, olmamalıdır. İctihad bu kopukluğu ortadan kaldıran çok önemli bir çabadır.
İctihad Kapısı Kapalı mıdır? Yakın yüzyıllarda, ictihad kapısının kapandığı
1172] Buhârî, İ’tisâm 21; Müslim, Akdiye 15, hadis no: 1716; Ebû Dâvud, Akdiye 2, hadis no: 3574; Tirmizî, Ahkâm 2, hadis no: 1326; Nesâî, Kadâ 3
- 246 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iddia edilmiştir. Hâlâ bu görüşü savunanlar da bulunmaktadır. Hâlbuki, ictihadın kapısını kapamak, İslâmî hükümlerin uygulanmasının önünü tıkayıp, müslümanları çözümsüzlük yüzünden başka milletlerin hukuk ilkelerine yöneltmektir. Ya da İslâm’ı hayata uygulamayı zorlaştırmaktır.
Günümüzde yetkili müctehidlerin veya müctehidlerin oluşturacağı konsey ve kuralların ictihadına şiddetle ihtiyaç vardır. Bu ictihad hiçbir zaman yeni mezhebler uydurmak, yeni namaz kılma veya hac yapma şekli icat etmek değildir. İctihadı böyle anlayanlar şüphesiz asıl maksadın uzağına düşerler, işi zorlaştırırlar. Bugün, Batıdan kaynaklanan modern kültürün, değişen hayat şartlarının, ortaya çıkmış sayısız hayat felsefesinin, yoğun iletişim kültürünün etkisinde kalan, bu gerçeklerle yüzyüze olan, yığınla ekonomik ve sosyal sorunlarla boğuşan müslümanların problemleri çözüm beklemektedir. Müslüman hukukçuların bunca yeni meseleye İslâmî fıkıh çerçevesinde çözüm üretmeleri, yani ictihad etmeleri gerekir.
İslâm hukukunda terim anlamıyla ictihad, fıkıh ile sınırlıdır. İctihadı geniş anlamıyla alıp, din konusunda söylenen her şeye, varılan her yoruma ictihad deyip, sonra da hepsini; ictihad kapısı kapalı kabul zannedildiği için reddetmenin mantığı yoktur. İctihad kapısını bu anlamda da kapalı tutanlar, câhil-âlim müslümanları kör bir taklitçiliğe, önceden gelip geçmiş ataları aynen izlemeye ve yeni meseleler karşısında ebkem (dilsiz) olmaya dâvet ediyorlar. Nitekim İslâm âleminin son beşyüz yıllık geriliğinde bu kafa yapısının etkili olduğu inkâr edilemez.
Her şeyin adını iyi koymak gerekir. İlmin alanı çok geniştir. Eskiden olduğu gibi şimdi de insanla ve onun ihtiyaçlarıyla ilgili sayısız bilim dalı gelişmiştir. Bunların bilinmesi, öğretilmesi, uygulanması bir sorunu çözüyorsa, müslümanların bunun uzağında olması düşünülemez. Hikmet kavramına giren, İslâmın temel ilkelerine aykırı olmayan her şeyi, ihtiyaç kadar almak gerekir. Bu nedenle günümüzde korkunç boyutlara ulaşan bilgiden ve iletişimden yoksun olmak, başkalarının güdümüne ve giderek onların dünya görüşlerine girme tehlikesini beraberinde getirir.
Pozitif bilimlerde araştırma, cehd, fikir ürteme, deney yapma, düşünce geliştirme faydalı ve ihtiyaç olduğu gibi, İslâmî ilimler sahasında da aynı şeyleri yapmak hem faydalıdır, hem de gereklidir. Din’in anlaşılması, her devirde yaşanabilmesi için yeniden yorumlanması, günümüzde ulaşılan bilgi ve tecrübeleri de hesaba katarak yeni açıklamalar yapılması zararlı değildir. Yeter ki bu işleri yapanlar iyi niyetli olsun, İslâm’ın asıl kaynaklarına bağlı kalsın, İslâm’ı ve onun ilkelerini çağa, siyasî düzenlere ya da birilerinin keyfine uydurmaya kalkmasınlar. İslâm, hiç kimsenin çağına, keyfine, hevâsına, ölçüsüne, kafa yapısına uymak durumunda değildir. Ama bütün insanlar, Allah’a kulluk için İslâm’a teslim olmak zorundadırlar.
Tekrar edelim ki, bütün ilim dallarında yoğun bir çabaya (ictihada) ihtiyaç olduğu gibi, yeni fıkhî meseleleri çözmek için de -terim anlamında- ictihada ihtiyaç vardır. 1173
Lugat anlamı olarak güç, tâkat ve çaba anlamına gelen “ictihad”, bir şeyi elde etmek için olanca gücünü sarfetmek anlamında hakîkî; kıyas vb. yollarla
1173] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 287-291
CİHAD
- 247 -
hüküm çıkarmak anlamında ise mecâzîdir. 1174
“İctihad” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilmemiş, hadis-i şeriflerde ise her iki anlamda kullanılmıştır. Hz. Peygamber, düzgün namaz kılmayan bir sahâbiye “namazını yeniden kıl, çünkü sen namaz kılmadın!” demiş ve bu hal üç defa tekrar edilmiştir. Üçüncüde namaz kılan “bana doğrusunu öğret, vallahi ben elimden geleni yaptım” derken “ictehedtü (ictihad ettim)” ifâdesini kullanmıştır.1175Şu hadislerde mecâzî anlamında kullanılmıştır: “Hâkim hükmedip, ictihadda bulunur ve isâbet ederse ona iki ecir vardır.” 1176 Allah Rasûlü, Muaz bin Cebel’i Yemen’e yönetici olarak gönderirken; “Kitap ve sünnette hüküm bulamazsan ne ile hükmedersin?” sorusuna Muaz “Re’yimle ictihad ederim” diye cevap vermiştir. 1177
Bir terim olarak ictihad en eski fıkıh usûlü kaynağı olan Şâfiî (ö. 204/819)’nin er-Risâlesi’nde şöyle târif edilmiştir: “Her hâdise hakkında ya ona ait bir hüküm veya hak olan hükmün yolunu gösteren bir delâlet vardır. Hâdisenin açık hükmü varsa ona uymak gereklidir. Eğer muayyen bir hüküm yoksa, hâdisenin hak oları hükmüne götüren yolun delili ictihad ile aranır; İctihad ise kıyastan ibârettir.”1178 En eski fıkıh usûlü kaynağında yer alan bu târif yeterli değildir. Çünkü ictihad, kıyas yoluyla olabileceği gibi, âyet ve hadislerde hâkim bulunan genel prensiplerden, kelime ve cümlelerin çeşitli delâlet ve inceliklerinden kıyas dışında kalan diğer istidlâl yollarından hüküm çıkarmak tarzında da olabilir. Bu duruma göre kıyas her zaman ictihada muhtaçtır, fakat ictihadın tek yolu kıyas değildir. 1179 Kıyas; hakkında âyet ve hadis bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında âyet-hadis bulunan meselenin hükmüne bağlamaktır. 1180
Âyet ve hadislerden amelî (pratik) hükümleri çıkarma gücüne sahip oları fâkîh’e “müctehid” denir. İctihad ya şer’î delillerden hüküm çıkarma tarzında olur, ya da çıkarılan bu hükümlerin toplum hayatına uygulanmasıyla ilgili bulunur. Birinci kısma giren ictihad; şer’î kaynaklardan hüküm çıkaran müctehidlere mahsustur. Sahâbe, Tâbiîn, Tebe-i tabiîn ve mezhep imamları devrinde bu çeşit ictihadlarla İslâm hukuku sistemleştirilmiştir. Ancak üçüncü hicrî yüzyıldan sonra giderek ictihad yapanlar azalmış ve şartlarının ağırlığı sebebiyle bu kapının kapandığı kanaati uyanmıştır. Hanbelî, Zâhirî ve Şiî mezheplerinde, ictihad kapısı sürekli açık telâkkî edilmiştir. İkinci kısma giren ictihada gelince; hükümlerin toplum hayatına uygulanması bu tür ictihadda sürekliliği gerekli kılmıştır. İslâm hukukunun yürüyen ve yaşayan hayata intibâkını sağlamak, gelişen toplum hayatının yeni problemlerini çözmek için her devirde bu yola başvurulmuştur. Bunu yapanlara “tahrîc âlimleri” denilir. Bunlar, çıkarılmış hükümlerin illetlerini belirleyip yeni, benzer cüz’î meselelere uygularlar. Bu, hükümleri uygulama çalışması olup, böylece ilk müctehidlerin, üzerinde görüş beyan etmedikleri bir
1174] Zebîdi, Tâcu'l-Arûs, Mısır 1307, II, 329
1175] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, Haydarâbâd, 1966, I, 156
1176] Buhârî, İ'tisâm, 21; Müslim, Akdiye, 15; Ahmed bin Hanbel, III/187
1177] Ebû Dâvud, Akdiye, hadis no: 3592; Tirmizî, Ahkâm 3, hadis no: 1327; Ahmed bin Hanbel, V/230
1178] Şâfiî, er-Risâle, thk. Ahmed M. Şakir, Mısır 1940, s. 477
1179] Gazzâlî, el-Mustasfâ, Mısır 1324, II/229
1180] Şâfiî, el-Ümm, Mısır 1329, VII/85; Şevkânî, İrşâdü'l Fuhûl, Mısır 1937, s. 197
- 248 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kısım meselelerin hükümleri de anlaşılmış olur. 1181
İslâm hukukunda, şer’î hükümler kesin delillere yani açık âyet ve hadislere veya icmâya dayanıyorsa ictihada yer verilmez. Âyet-hadis oları yerde ictihad yoluna gitmek câiz değildir. Ancak nass’ların sübûtu ve delâleti kat’î/kesin olur veya bir konuda icmâ bulunursa ihtilâfa mahal kalmaz. Eğer nassların sübûtu veya delâleti zannî olup kesinlik ifâde etmiyorsa veya bir nasstan birkaç hüküm çıkarmak mümkün oluyorsa, ictihada başvurmak gerekir. Diğer yandan ictihad, en çok hakkında nass bulunmayan olayların hükümlerini belirlemek için yapılır 1182. Devamlı farklılaşan toplum hayatında yeni meselelerin zuhûru tabiîdir. Çözüm bekleyen problemlere eğilmek gerekir. Ayrıca birtakım amelî hükümlerin örf-âdet, istihsan, maslahat… gibi tâlî derecedeki delillere dayandığı düşünülürse problemin ağırlığı daha iyi anlaşılır.
Dayandığı Kitap, Sünnet ve icmâ delillerinden biri bilinmeksizin bir müctehidin sözünü alıp, bununla amel etmeye “taklid” denir. Fakat deliline bakmak, öğrenmek ve ictihadına katılmak sûretiyle bir müctehidin re’yini benimsemeye ise “ittibâ” adı verilir. Eş-Şevkânî’ye (ö. 1250/1832) göre, sahâbe, tabiîn ve etbâü’t-tâbiîn içinden ictihad derecesine ulaşamayanlar muayyen bir müctehidi taklid etmiyor, onlardan problemleriyle ilgili delilleri sorup öğrenerek bunlara ittibâ ediyorlardı. Taklit bu nesillerden sonra zuhûr etmiştir.1183 Müslümanlar arasında taklid yerine, ittibâ ruh ve alışkanlığının geliştirilmesi toplumu giderek vahiyle, sünnetle ve icmâ-ı ümmetle karşı karşıya getirir. Bunun sonucunda vahiy ve sünnet, toplum üzerindeki etkisini gösterir.
İctihadın hükmü gâlip zandır. Yani bir meselenin ictihad ile sâbit olan hükmü yanılma ihtimali ile birlikte gâlip zanna dayanır. Bir müctehidin devamlı isâbet etmesi gerekmez. Hata etmesi de mümkün ve muhtemeldir. Bu yüzden Ebû Hanîfe, “bu bizim ulaştığımız en iyi sonuçtur. Kim bundan daha iyisine ulaşırsa ona uysun” derdi. İmam Şâfiî de; “bir hadis görürseniz ona sarılın ve benim görüşümü duvara çarpın” demiştir.1184 Mu’tezile’ye göre, her müctehid ictihadında isâbet etmiş sayılır. Çünkü hüküm, Allah nezdinde müctehidin ictihadına tâbîdir. Aksi halde insanlar güç yetiremeyecekleri bir yükümlülükle karşı karşıya gelmiş olur. 1185
Kolektif İctihadın Gerekliliği
Bütün problemlerin çözümünde istişare ve kollektif şuur çok önemlidir. ictihad kapısı her zaman açıktır; fakat o kapıdan içeri girebilmenin belli dönemlerde belli engelleri söz konusudur.
Evet, o kapıyı kimse kapamamıştır; ehliyetsiz kimselerin, hevalarını hüda göstermelerini engellemek ve dini kendi heveslerine göre yorumlamalarına meydan vermemek için bazı âlimler bu meseleye temkinli yaklaşmış olsalar da, aslında o kapı açıktır ve sadece ehil olmayanların yüzüne kapanmıştır.
1181] Muhammed Ebû Zehra, Usulü'l-Fıkh, Kahire, t.y., s. 379
1182] Abdülvahhâb Hallâf, Masâdiru't-Teşriî'l-İslâmî, s.10
1183] Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda ictihad, Ankara 1975, s. 206
1184] Ebu Zehrâ. a.g.e, s. 388, 389
1185] Ömer Nasuhi Bilmen, lstılahat-ı Fıkhıyye Kâmusu, I, 243; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 86-88
CİHAD
- 249 -
Günümüzde fikirler ve kalpler bir hayli dağınık, zihinler de maneviyata yabancıdır. İnsanların çoğunun, hayatı İslamî çerçevede sürdürme konusunda herhangi bir cehd ü gayreti yoktur. Artık, -maalesef- din, insanların birinci meselesi değildir; “olsa da olur, olmasa da” şeklinde ele alınmaktadır. İşte, içtihad kapısı açık olsa bile, böyle bir atmosferde, hakkını vererek o dinamiği kullanacak kimselerin çıkması oldukça zordur.
Dolayısıyla, bugün ictihada ihtiyaç duyulan meselelerin halledilmesi de ancak kollektif şuurla mümkün olacaktır. Sahasının uzmanı şahıslardan meydana gelecek olan bir heyet böyle bir içtihadı -Allah’ın izni ve inâyetiyle- gerçekleştirmiş ve böylelikle bir kişinin üstesinden gelemeyeceği bu ağır yük cemaatin omuzlarına yüklenmiş olacaktır. Evet, bundan sonra, istihraçlar, istinbatlar ve içtihadlar hep o işin uzmanı insanların bir araya gelmeleri neticesinde kolektif şuurla yapılacaktır.
Bu açıdan da, ilim ve bilgi birikimi itibarıyla da bir mü’minin kendini yeterli görmesi ve “Artık ben kendime yeterim” şeklinde düşünmesi mümkün değildir. Hatta, dinî ilimlerle uğraşan kimselerin, “Şu kitapları okuduk, şimdi de bunları mütalaa ediyoruz; bu atmosferin bize ilham ettiği şeyler istikametinde fikir alış-verişinde bulunuyoruz.” deyip sadece o birkaç saatlik ve birkaç senelik okumayı yeterli görmeleri onlar adına büyük bir aldanmışlık sayılır. Zira ilim tâlibi de “hel min mezîd” kahramanı olmalı, kendisini asla yeterli görmemeli; okuma ve başkalarının yüksek fikirlerinden istifade etme kulvarında bir ömür boyu sürekli koşmalıdır.
Dahası, ilim, insanı salih amele sevk etmelidir; çünkü öğrenmek ve bilmek, insanı Allah’a yaklaştırdığı ölçüde bir kıymet ifade etmektedir. İnsan, öğrendiği her meseleyi elden geldiğince pratiğe dökmeli ve onunla Allah’a bir adım daha yaklaşmanın yollarını aramalıdır. Nitekim Rasûlullah (s.a.s.), “Kim ilim bakımından ilerledikçe zühd hayatı açısından da mesafe kat’etmezse, onun sadece Allah’tan uzaklığı artar; yani, öğrendiği onca hakikate rağmen, dünyaya rağbet etmekten ve nefsânî arzularına göre yaşamaktan vazgeçmeyen bir insan Allah’tan uzaklaştıkça uzaklaşır.” buyurmuştur. 1186
Müctehid; İlim ve Fikirle Cihad Eden Âlim
“Müctehid”, âyet ve hadislere dayanarak hüküm çıkaran İslâm bilgini; İslâm hukukçusu; âlim, fakîh kimselere denir. Âyet ve hadislerden hüküm çıkarma gücüne sahip olan fakîh zâta “müctehid” denir. İctihad, ya şer’î delillerden hüküm çıkarma şeklinde olur ya da çıkarılan bu hükümlerin toplum hayatına uygulanmasıyla ilgili bulunur.
Arapça’yı iyi bildikleri ve Hz. Peygamberle beraberlik sâyesinde Allah ve Rasûlünün maksadını çok iyi anladıkları için sahâbe neslinden müctehidlerin sayısı bir hayli çoktur. Ancak kendilerinden hüküm ve fetvâ nakledilen sahâbe müctehidi yüz otuz kadardır. Bunlardan yedi tanesi fetvâları birer kitap olacak kadar çoktur. Fukâhâ-i Seb’a denen bu sahâbiler şunlardır; Hz. Ömer, Ali, Âişe, Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Mes’ud, Abdullah bin Abbas ve Abdullah bin Ömer. 1187
1186] F.G., Zaman 6/3/2008
1187] İbnü'l-Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, thk. M. Muhyiddin Abdulhamid, Mısır 1955, I, 14 vd
- 250 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Ömer, Ebû Mûsâ el-Eşârî’ye gönderdiği mektupta onu kıyas ve ictihada teşvik etmiş, yine aynı konuda Kâdî Şurayh’a (ö. 78/697) şöyle demiştir: “Kitab’dan açıkça anlayabildiğinle hükmet. Eğer Kitabın tamamını bilemezsen Rasûlullah’ın hükmettiği ile hükmet. Bunun hepsini bilemezsen, doğru yolda olan âlimlerin hükümleriyle/fetvâlarıyla hükmet. Bunların da hepsini bilemezsen, re’yinle ictihad et, âlim ve sâlih kişilerle de istişâre et.” 1188
Âyet ve hadislerden hüküm çıkarmak ve ictihad gerektiren konuları çözebilmek için birtakım şartlara ihtiyaç vardır. Bu esaslar fıkıh usulünün tedvini ile birlikte, ilk defa Müctehid imamlar devrinde tesbit edilmiştir. Aşağıda vereceğimiz bu şartları taşıyanlara “müctehid” denir. Bir müctehidde bulunması gereken özellikleri şöylece ifade edebiliriz:
Müctehidde bulunması gereken şartlar:
1) Arapçayı bilmek: Fıkıh usûlü bilginleri bu noktada ittifak etmişlerdir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet Arap dili ile ifâde edilmiştir. Âyet ve hadislerdeki kelimeleri ve hitabı anlayacak kadar sarf ve nahiv bilgisiyle Arapçayı bilmek gerekir.1189 Ebû İshak eş-Şâtibî’ye (ö. 790/1388) göre ictihad; nass’lardan hüküm çıkarma ile ilgili ise şarttır. Fakat maslahatlar ve mefsedetler nev’inden bir mânâ ve illete bağlı ise Arapça şart değildir. Kıyas ictihadlarının çoğu bu kabildendir. 1190
2) Kur’an ilmine sahip olmak: Kur’ân-ı Kerîm’in hepsini bilmek şart olmayıp, beşyüz kadar oları hüküm âyetlerinin inceliklerini bilmek yeterlidir. Bu âyetlerin; âmm (genel anlam), hâs (özel anlam), mutlak mukayyed, nâsih-mensûh ve sünnetle ilgili durumlarını bilmek gerekir. Kur’an’ı ezbere bilmek gerekmez, ihtiyaç duyulan âyetlerin yerini bulabilecek durumda olmak yeterlidir.1191 Ebû Bekir el-Cassâs (ö. 370/980) ile İbnü’l-Arabî (ö. 543/1148) gibi bilginler “Ahkâmü’l-Kur’an” adlı eserlerinde hüküm âyetlerini açıklamaya çalışmışlardır. es-Sâbûnî’nin “Tefsîru Âyâti’l Ahkâm”1192 isimli eseri de hüküm âyetleri hakkında söylenenleri özlü bir şekilde açıklamıştır.
3) Sünneti bilmek: Bu şart üzerinde de ittifak vardır. Hüküm hadislerini bilmek yeterli olup, mev’ıza, âhiret hükümleri vb. hadisleri bilmek şart değildir. Ancak hadislerin âmm-hâs, mutlak mukayyed, nâsih-mensûh gibi durumlarını, rivâyet yollarını, râvilerin derece ve hallerini, adâlet ve zabt gibi vasıflarını bilmek gerekir. Hadisleri ezbere bilmek şart olmayıp, ihtiyaç duyulan hadisleri yerinde bulabilecek durumda olmak yeterlidir. 1193
4) Üzerinde icmâ veya görüş ayrılığı olan konuları bilmek: Üzerinde ittifak (icmâ) edilen konuları bilmek yanında, sahâbî ve onlardan sonra gelen müctehidlerin ihtilâfa düştükleri konuları bilmek gerekir.1194 Ancak bütün icmâ yerlerini ezberlemek şart değildir. Araştırma konusu yapıları mesele hakkında icmâ
1188] Şîrâzî, Tabakât, s: 7; İbnü'l-Kayyim, a.g.e., I, 204
1189] Gazzâlî, a.g.e, II/350-353
1190] eş-Şâtibî, el-Muvâfakât, Mısır (t y), IV/162-165
1191] Gazzâlî, a.g.e, II/350-353
1192] K. K.’in Ahkâm Tefsiri
1193] M. Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 382, 383
1194] Şafiî, er-Risâle. s. 510
CİHAD
- 251 -
veya ihtilâf bulunup bulunmadığını bilmek yeterlidir.1195 Müctehidlerin ittifak ve ihtilâf ettikleri meseleleri, ihtilâf sebeplerini açıklayan eserler meydana getirilmiştir. Eş-Şîrâzî’nin (ö. 476/1083) el-Mühezzeb, İbn Kudâme’nin (ö. 620/1223) el-Muğnî, İbn Hazm’ın (ö. 456/1063) el-Muhallâ, İbn Rüşd’ün (ö. 595/1199) Bidâyetü’l Müctehid ve Nihâyetü’l-Muktesid adlı eserler bunlar arasında zikredilebilir.
5) Kıyası bilmek: İctihad, bütün yönleriyle kıyası bilmeyi gerektirir. Hatta İmam Şâfiî’ye göre “ictihad kıyastan ibarettir.”1196Kıyasın metodunu bilmek, nasslardan hüküm çıkarma esaslarını öğrenme ve ictihad yapılacak konuya en yakın olan nass’ı seçme imkânını sağlar. Kıyası bilmek, şu üç şeyi bilmeyi gerektirir:
a) Kıyasın dayanacağı asıl hükmü bilmek; bu dayanağın âyet, hadis veya icmâ olması, bunlarla ilgili gerekli bilgilere sahip olunması lâzımdır.
b) Kıyâs kâide ve prensiplerini bilmek: Meselâ, belirli ve özel bir durumu ifade ettiği sâbit olan bir nass (âyet-hadis) üzerine kıyas yapılamaz. Hz. Peygamber’in dörtten fazla olan eş sayısına kıyas yapılarak hüküm çıkarılamaması gibi. Çünkü bu müsâade yalnız O’na âittir.
c) Önceki müctehidlerin kıyas metotlarını bilmek. Çünkü bu sayısız hükümlerin açıklanmasına götüren bir yoldur. 1197
6) Hükümlerin amaçlarını bilmek: İslâmî hükümlerin amaçları, belli bazı nass’ların değil; bütün nass’ların toplamından anlaşılabilir. Böylece, cüz’î bir meseledeki maksadı anlamak, küllî hükümleri ortaya koyan nass’ları anlamaya bağlıdır. İslâmî hükümlerin asıl amacı insanlar için rahmet olmaktır. Âyette “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” 1198 buyurulur. İslâm’da güç ve sıkıntının giderilmesi, zorluğun değil, kolaylığın tercih edilmesi bu rahmetin bir gereğidir.
Şâtibî şöyle der: “İnsan, Allah ve Resulunün amaçlarını bütün meselelerde anlayacak bir dereceye gelirse, o, ilim öğretme, fetvâ verme ve Allah’ın bildirdiği hükümleri açıklamada Peygamber (s.a.s)’in vârisi olma özelliğini kazanmış olur.” 1199
7) Doğru bir anlayış ve takdir gücüne sahip olmak: Müctehidin gerçek ve doğru fikirleri, yanlış olanlardan ayırt etme yeteneğine sahip olması gerekir. 1200
8) İyi niyetli ve sağlam inanç sahibi olmak: Bütün büyük müctehidler fıkıhla şöhret yapmazdan önce ihlâs ve takvâlarıyla meşhur olmuşlardır. İhlâslı kimse, gerçeği nerede bulursa bulsun kabul eder, taassup göstermez. Büyük imamların hepsi “bizim görüşümüz doğrudur, yanlış da olabilir. Başkalarının görüşü yanlıştır, fakat doğru da olabilir” demişlerdir. Hâlis bir niyet, sahibini dinin özüne nüfuz ettirir ve yalnız hakka yöneltir. İslâm dini, ancak kalbi ihlâsla aydınlanmış olanların gereği gibi idrâk edeceği bir dindir. İtikadı bozuk olan kimse, bid’at
1195] Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 383 vd.
1196] Şâfii, a.g.e, s. 383 vd
1197] İsnevî, şerhu Minhâci'l-Usûl, İbn Emir'in Takriri kenarında, Mısır 1316, III, 310
1198] 21/Enbiyâ, 107
1199] Şâtibî; a.g.e, IV, 106
1200] Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 387, 388
- 252 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve nefsî arzularının peşine düşer; selîm bir kalb ile âyet ve hadislere yönelemez. Kötü niyet, düşünceyi de kötüleştirir.
İşte İslâm hukukçularının ittifakla müctehidde bulunmasını kabul ettikleri şartlar bunlardır. Bu şartları kendisinde toplayan müctehide “mutlak veya müstakil müctehid” denir.
Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre ictihad bölünme (tecezzî) kabul etmez. Nikâh meselelerinde ictihad yapan kimse, ibâdet konularında başkasını taklid edemez. Yine ibâdet konularında müctehid olan kimse, alım satım, nikâh ve talak gibi konularda başka bir müctehidi taklid edemez. İctihadla taklid bir kimsede birleşemez. Ancak müctehidin bütün şer’î meseleleri aynı derecede bilmesi mümkün olmayabilir. Birçok müctehid sorulan bazı sorulara “bilmiyorum” diye cevap vermiştir. İmam Mâlik’in otuz altı kadar soruya “bilmiyorum” diye cevap verdiği nakledilir. 1201
Müctehidlerin tabakaları: Fıkıh usûlü bilginleri müctehidleri yedi tabakaya ayırırlar. İlk dört tabaka müctehid, diğerleri mukallid derecesindedir.
1) Şerîatte müctehid: Bunlara “mutlak veya müstakil müctehid” de denir. Bunlar hem müstakil usûl ve ictihad metodu ortaya koyan, hem de bunlara göre fer’î hükümler çıkaran müctehidlerdir. Sahâbe fakîhleri, Saîd b. el-Müseyyeb ve İbrahim en-Nehâî gibi Tâbiûn fakîhleri, Ca’fer es-Sâdık ve babası Muhammed el-Bâkır, Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî, Ahmed bin Hanbel, Evzâî, Leys b. Sa’d, Süfyan es-Sevrî ve diğerleri gibi pek çok müctehid bu tabakaya girer.
2) Müntesip mutlak müctehidler: Bunlar, eksiksiz olarak ictihad ehliyetine sahip, bazen usûl ve fürûda üstadlarına muhâlif olmakla birlikte genel olarak bir müstakil müctehidin ictihad usûlünü benimsemiş olan müctehidlerdir. Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, İmam Züfer, Şâfiîlerden el-Müzenî, Mâlikîlerden Abdurrahman b. Kasım ve İbn Vehb bunlardandır.
3) Mezhepte müctehidler: Bunlar mensup oldukları mezhep imamına muhâlefet etmezler. Ancak onun hükme bağlamadığı meseleleri aynı usûl ve metodu kullanarak Kitap ve Sünnet delillerinden çıkarırlar. Tahâvî, Kerhî, Serahsî, İsfereyânî ve Şîrâzî bunlar arasında sayılabilir.
4) Tercih yapan müctehidler: Rivâyet edilen görüşler arasında tercihlerde bulunan fakihlerdir. Bu tabaka ile önceki tabaka arasındaki fark çok azdır.
5) İstidlâl sahibi müctehidler: Bunlar, görüş ve rivâyetleri karşılaştırıp; “Şu görüş rivâyet bakımından daha sağlam ve delili yönünden daha kuvvetlidir”, “Bu görüş kıyasa daha uygundur” gibi açıklamalar yapmışlardır. Aslında bu üç tabakayı “tahrîc ve tercih yapanlar” diye ikiye ayırmak mümkündür. 1202
6) Hâfızlar tabakası: Bunlar taklid derecesinde olup, öncekilerin tercihlerini bilmede hüccet sayılırlar. İbn Âbidin bunlar hakkında şöyle der: “Onlar en sağlam, sağlam ve zayıf, açık rivâyet, mezhebin zâhir görüşü ve nâdir rivâyet arasında seçme gücüne sahip kimselerdir. el-Kenz, ed-Dürrü’l-Muhtâr, el- Vikâye ve el-Mecma’ gibi eserlerin müellifleri bu tabakaya dâhildir. Bunlar kitaplarında
1201] Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 400, 401
1202] Ebu Zehrâ, a.g.e, 396, 397
CİHAD
- 253 -
reddedilmiş veya zayıf rivâyetleri nakletmemişlerdir.” 1203
7) Mukallidler tabakası: Bunlar Kitabı anlayabilir, fakat görüş ve rivâyetler arasında tercih yapamazlar. İbn Âbidin şöyle der: “Onlar gece odun toplayıcısı gibi ellerine geçen her şeyi bir araya getirmişlerdir. Bunları taklid edenlere yazıklar olsun.” 1204
İbadetlerle alâkalı hususlar bir yana, fıkhın sair alanlarında günün gerçeklerine cevap verme noktasında, yani bir tenkîh ve tanzîme gidilmesi gerektiğinde şüphe yok. Evet, elimizdeki mevcut fıkıh kitaplarında, değişik konularla alâkalı bazı meselelerde kaynakların mutlaka yeniden gözden geçirilmesi gerektiği görüşündeyiz. Bu noktada;
1) Usûl-ü Fıkh’ın yeniden gözden geçirilmesi ve geçmiş birikimlerin bütünüyle taranarak alternatif bir usûlün ortaya konulması şarttır.
2) Şimdiye kadar belli ölçüde gelişmiş bulunan örf ve âdet kaynaklı içtihatlar, yeni baştan bir kere daha tertip ve tensike tâbi tutularak, kolektif içtihat ve tercih heyetlerinin içtihatlarında ya da tercihlerinde mutlaka bunlar göz önünde bulundurulmalıdır. Tabiî eski devirlerdeki örf ve âdete bina edilen hükümlerin günümüzün şartlarına göre kritik edilmesinde de zaruret vardır. Zira günümüzdeki örf ve âdetler o dönemden çok farklıdır. Hükmün menatının değiştiği bir yerde, aynı içtihadı günümüze yansıtmak doğru olmasa gerek.
3) Ayrıca, içtihadî hükümlere ihtiyaç duyulan alanların çok iyi tespit edilmesi ve bu noktada herhangi bir boşluğa meydan verilmemesi çok önemlidir.
4) Bir kere daha vurgulamada yarar var. Bütün bu faaliyetlerin mutlaka bir heyet tarafından gerçekleştirilmesi şarttır. Fikir dağınıklığına, merci karışıklığına sebebiyet verir düşüncesi ile de zarurî durumlar hâriç, yeni içtihadî hükümler ortaya koymaya karşı olduğumu hep ifade ediyorum. Zira özellikle günümüzde meseleler, o kadar girift ve iç içe bir hâl arz etmektedir ki, hayatın bütününe müteallik hususların birden değerlendirilmesi gerekli olan meselelerde, ne kadar uzman da olunsa, her hâlde, dar mânâda “din” âlimlerinin yeterli olamayacakları söylenebilir.
Evet, bir din âliminin hem sosyolog, hem psikolog, hem iktisatçı vb. olamayacağına göre, o zaman bu işi ancak, uzman kişilerden oluşacak bir heyet halledebilir diye düşünüyorum. 1205
Fikrî Cihad
Bilindiği cihad, başlıca üç kısma ayrılıyordu. 1- İslâm düşmanlarıyla cephede çarpışmak, 2- Nefsânî arzuları yenip rûhu güzel ahlâk ile bezemeğe çalışmak, ibâdet ve tâatle meşgul olmak, Üçüncüsü de, fikrî cihaddır ki, herkese nasihat edip iyiyi emir, kötüden nehy görevini yerine getirmektir. İnsanları Hakk’a dâvet edip Kitap ve Sünnet ile amel etmeye teşvik etmek, İslâm’a saldıran mülhidler, müşrikleri delillerle susturup insanlığın hidâyetine engel olan sebepleri
1203] Ebû Zehrâ, a.g.e, 397, 398
1204] İbn Âbidin, Şerhu Risâleti Resmi'l-Müftî, İstanbul, t.y. s. 5; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 322-324
1205] F.G., Fasıl, 4:140
- 254 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaldırmaya çalışmak, günümüzde şuurlu bütün müslümanların mutlaka yerine getirmeleri gereken fikrî cihaddır.
Peygamberimiz’in Mekke’de yaptıkları cihad, bu tür cihad idi ve bu cihad, müşrikleri kudurtuyordu. Çünkü onun geceleri namaz kılışı, Kur’an okuyuşu, çok kimseyi kalbinden yakalayıp İslâm’a çekiyor ve bütün engellere rağmen İslâm’ın yayılışı, putperestleri çileden çıkartıyordu. Onun için bu cihad, mal ve canla cihadın temeli olmuştur.
Günümüzde de cihadın en güzel yollarından biri fikrî cihaddır. Kur’ân-ı Kerim, “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücâdele et” 1206 buyurmaktadır. Cephedeki cihadda bile savaşa başlamadan önce Hak yoluna dâvet, Hakkı telkîn lâzımdır. Hatta bazı âlimlere göre, dâvet şartına uyulmadan öldürülen kimse için diyet verilmesi gerekir.1207 Dâvet sonunda gerçeği kabul edenlerle savaş yapılmaz.
İslâm, evvelâ müslümanlara veya kendini müslüman kabul edenlere ulaştırılmalıdır. “Müslümanım” diyenler, İslâm’ı hakkıyla bilmiş ve bildiklerini de hayata geçirmiş olsa dünyanın rengi çok kısa zamanda ne kadar güzelleşecektir. O zaman müslümanlar örnek yaşayışlarıyla, hal dilleriyle her an tebliğ yapmış, fikrî ve fiilî cihad etmiş olacaklardır. Akılsız dost misali, bugün fikrî cihadın önünde en büyük engel, kötü örnek olmaları ve çeşitli şekilde dâvânın önünde engel, en azından gölge olmaları yönüyle “müslümanım” diyenler olmaktadır. Müslümanların müslümanlaşması için öncelikle şuursuz müslümanlara fikrî cihad başlatılmalıdır. Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker de dediğimiz bu cihad faâliyeti yeterli şekilde yapılmadığı için hergün nice insan İslâm’dan uzaklaşmaktadır.
İkinci olarak, fikrî cihadın tâğutlara, zâlim yöneticilere, müstekbir zorbalara karşı yapılması gerekmektedir. Bataklık kurutulmadan sivrisinekle mücâdele yapılamayacağı gibi, emr-i bi’l-münker ve nehy-i ani’l-ma’ruf yapan gayri İslâmî düzen ve kurumlara, medya ve etkili güçlere karşı bu cihad yapılmalıdır. “Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin.”1208; “Zâlim bir hükümdar/yönetici karşısında hak ve adâleti açıkça söylemek, büyük bir cihaddır.”1209; “Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebî göndermemiştir ki, ümmet içinde kendisine yardımcı olan havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra bunları bir nesil takip eder. Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar. Bunlarla eli ile fiilen mücâdele eden mü’mindir, dili ile mücâdele eden mü’mindir, kalbi ile mücâhede eden mü’mindir. Bunun dışında kalanların hardal tanesi kadar da olsa imanları yoktur.” 1210; “Şüphesiz ki mü’min kılıcı ve dili ile cihad eder.” 1211
Câhil müslüman halk, düzenin, medyanın, gayr-ı İslâmî çevrenin kurbanı olarak, inanç, düşünce ve yaşayış olarak İslâm’dan gittikçe uzaklaşmaktadır. Bunlar, çeşitli ideolojilere teslim olmuş ve birkaç formalite ve şekilsel özelliğin dışında dinlerini bırakmış durumdadır. İşte bunlara, öncelikle akraba, komşu ve yakın
1206] 16/Nahl, 125
1207] el-Ahkâmu's-Sultâniye terc. s. 44
1208] Ebû Dâvud, Cihad 18, hadis no: 2504; Nesâî, Cihad 1, 2, 48
1209] İbn Mâce, Fiten, hadis no: 4011; Tirmizî, hadis no: 2265
1210] Müslim, İman 20
1211] Ahmed İbn Hanbel, VI/387
CİHAD
- 255 -
çevreden başlayarak ulaşabileceği her insana fikrî cihad yapmalıdır.
Tarihte ve günümüzde nice olaylardan anlaşılan kesin bir gerçektir ki İslâm, gereği gibi anlatılırsa çok insanın kalbi İslâm nûruyla aydınlanır. Tarihten günümüze fikrî cihadla İslâm’ı kabul eden fertlerin ve ülkelerin sayısı, kılıç korkusu veya silâhlı cihadla müslüman olanların sayısından çok çok fazladır. Maalesef, bugün Avrupa, İslâm’ı bilmiyor, önyargılı ve istiğnâ duygusu ile, çarpıtılmış ve beylik birkaç konunun alabildiğine çarpıtılıp itham edildiği şekliyle İslâm’ı yanlış tanıyor, müslümanların çoğunluğu da kötü örnek olup fikrî cihadın önünde engel oluyorlarlar. Hıristiyanlık, hele bugünkü hâliyle zâten insanları tatmin etmekten uzak, kilisenin büyük mâlî gücüne dayanmakta. Müsteşrikler, İslâm’ı inceleyip ters yüz ederek Avrupa’ya önyargılı bir şekilde tanıtmakta ve İslâm’a karşı bir nefret doğurmaya çalışmaktadırlar. Son yıllardaki müslümanları terörize eden Amerika merkezli itham ve iftiralar, müslümanları yöneten çevrelerin “irticâ” yaygaraları da İslâm’ın önündeki diğer engeller olarak sayılabilir.
Müslümanların yaşadığı ülkelerde, özellikle Türkiye’de sinsice bir Hıristiyanlık propagandası sürdürülmektedir. Bu uğurda büyük çaba gösteren kilise teşkilatlarının, güya dini yaymak için nice şeytânî yollara başvurduklarını, ücretle kiraladıkları fettan kadınları kapı kapı dolaştırıp Hıristiyanlık hakkında broşürler dağıttırıp propaganda yaptıklarını biliyoruz. Adapazarı civarındaki büyük depremle birlikte âfet bölgelerine yardım adı altında birçok misyoner faâliyet yapmış, Diyanet İşleri Başkanının verdiği bilgiye göre 3 sene içinde resmî olarak tesbit edildiği kadarıyla 100 civarında müslüman(!) câhili olduğu dinini bırakıp hıristiyanlığı seçmiştir.
Bilindiği gibi Hıristiyanlık, tahrif edilmiş bir dindir. Zâten yeryüzünde tek doğru din olarak İslâm vardır. Diğerleri ya tahrif olup değişikliğe uğramış veya önceden beri bâtıl olan dinlerdir. İslâm fıtrî bir dindir. Yani insan yaratılışına en uygun olandır. Bizzat Avrupalı misyonerler itiraf ediyorlar: Yıllarca emek sarfedip para harcayıp bir Afrika köyünü Hıristiyan yaptıklarını, fakat oraya gelen bir Mısır’lı tüccarın bir iki konuşmasıyla bütün köyün Müslüman olduğunu söylüyorlar ve diyorlar ki: “Acaba neden bu adamlar İslâmiyet’e böyle meyil duyuyor? Herhalde İslâmiyet, ilkel insan anlayışına uygun da ondan.”
Hayır! Bu ifâde, İslâm’a duyulan kinin ve insafsızlığın açığa çıkışıdır. İslâmiyet fıtrî dindir ve bundan ötürü ona karşı meyil duyulmaktadır. Yoksa, bugünkü Hıristiyanlık inancı, ilkel insanın düşüncesine daha çok uyar. Çünkü İslâm inansının temelini teşkil eden Allah inancı, çok mücerreddir/soyuttur. Allah, hiçbir sûretle insan kafasında şekillendirilemez, bir şeye benzetilemez. Akla gelen her şeyden, zamandan ve mekândan münezzehtir. Hâlbuki Hıristiyanlıkta Allah, üç varlıktan meydana gelmekte, insan şeklinde düşünülmektedir. Çünkü onlara göre Allah, İsa şekline girerek dünyaya gelmiştir. Yani İsa, Allah’tır veya oğul olarak 3’lü tanrılar koalisyonundan biridir. Pekâlâ ilkel insan için bu, daha kolay kavranabilir. Çünkü puta tapıcılığa yakındır, onun ancak bir derece üstünüdür. Puta tapan insan için, insan şeklinde görünen Allah inancı mı, yoksa akla gelen her şekilden münezzeh olan Allah inancı mı daha kolay kavranır? İslâm’ın amel yönü de Hıristiyanlıktan çok zordur/disiplindir/ciddîdir. Çünkü İslâm’da içki İslâm’da içki yasak, kumar yasak, domuz eti yasaktır, daha birçok yasaklar vardır ki, bugünkü Hıristiyanlıkta bu haramlar yoktur. O halde neden bu insanlar topluca İslâm’a
- 256 -
KUR’AN KAVRAMLARI
koşuyorlar? Bu sorunun tek cevabı vardır: İslâm, fıtrî din, insan tabiatına uygun din olduğu, doğru din olduğu için.
İslâmiyet, kendi enerjisiyle yayılır. Yeter ki önüne çekilen engeller kaldırılsın, kulaklara tıkılan pamuklar çıkarılsın. O zaman Kur’an, Hz. Peygamber (s.a.s.) devrinde olduğu gibi sesini duyanları gönülden yakalayıp hidâyet nûruna çekecektir. İşte bu İlâhî sesi duyurmak, gerçeği insanlığa tatlılıkla, fikirle anlatmak en önemli cihaddır ve farzdır. Bir uluslar arası faâliyet yapacak İslâm Tebliğ teşkilâtının kurulması ve oluşturulacak bu kurumun çeşitli bağışlar ve özellikle zekât fonundan desteklenmesi lâzımdır. Zekâtın sarf yeri Kur’an’a göre sekizdir. Bunlardan birisi, Allah yolunda cihad, bir diğeri de müellefetu’l-kulûbdur. Allah yolunda cihad için zekât verilir. Kalpleri İslâm’a ısındırmak için zekât verilir. Bu toplanan paralarla müslümanların yaşadığı ülkelerde ve yabancı memleketlerde İslâm’ı anlatacak, oranın dil ve kültürünü iyi bilen bilginler, âlimler, hatip ve yazarlar yetiştirilir, dünyada konuşulan belli başlı Avrupa dillerinde güzel eserler yayınlanır, böylece gerçek yönleriyle İslâm tanıtılır.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz böyle bir teşkilât kurmuştu. Habeşistan’a giden Müslümanlar böyle bir gâye de taşıyorlardı. Kendi hicretlerinden önce Mus’ab bin Umeyr’i İslâm’ı öğretmek üzere Medine’ye gönderdi. Orada iki yıl kalan Mus’ab Mekke’ye geldiği zaman Medine’nin durumunu soran Allah Elçisi’ne durumu şöyle özetlemişti: “Yâ Rasûlallah, Medine’de bacası tüten hiçbir ev yoktur ki sizin sevginizle kaynaşmasın!” Rasûlullah, kabileler arasında da İslâm’ı yayacak ve öğretecek elçiler gönderiyordu. Necran Hıristiyanlarına Ebû Ubeyde’yi göndermişlerdi. Ve nihâyet İslâmiyet, iyice kuvvetlenince dünyanın devlet başkanlarına; Necâşi’ye, Kayser’e, Kisra’ya ve Mukavkıs’a mektuplar yazdı. Bunları o milletlerin dillerini bilen elçilerle gönderdi. Elçilere dedi ki: “Allah için kullarına öğüt veriniz; zira insanların işleri bir kimseye emânet edilir de o kimse onlara öğüt vermezse Allah o adama Cennet’i haram kılar. Gidiniz ve Meryemoğlu İsa’nın elçileri gibi yapmayınız. Çünkü onlar yakına gittiler, uzağı bıraktılar.” 1212
Cihad için sarfedilen mal, insan için en değerli şeydir. Nesâ’i’de bulunan bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.): “Allah yolunda (cihad için) bir nafaka sarf eden kimseye yedi yüz sevâp yazılacağını” 1213 haber vermektedir. Dille cihadı emir ve tavsiye eden bazı hadis-i şerif mealleri verelim:
“Siz cihadı terkederseniz; Allah üzerinize bir zillet/aşağılık verir ki, (tam bir iman ve cihad arzusuyla) dininize dönünceye kadar o zilleti üzerinizden kaldırmaz.” 1214
“Onlara karşı bizzat mücâdele eden mü’mindir. Onlara karşı diliyle mücâdele eden mü’mindir. Onlara karşı kalbiyle (nefret duyup) mücâdele eden mü’mindir. Kalp ile mücâdelenin ötesinde (cihadı terk edenlerin) hardal tanesi kadar imanı yoktur.” 1215
“Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah’a and olsun ki, siz ya iyiliği emredersiniz, ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman duâ edersiniz, fakat
1212] İbn Sa'd, Tabakatu'l-Kübrâ, II/29, Kahire 1358; Süleyman Ateş, Yeni İslâm İlmihali, Yeni Ufuklar Neşr. s. 723-726
1213] et-Terğîb, II/253
1214] Bülûğu’l-Merâm, Bâbu’r Ribâ, hadis no: 11
1215] Müslim, İman 80; Ahmed bin Hanbel, I/458
CİHAD
- 257 -
duânız kabul edilmez.” 1216
“Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman, onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin, bu (kalple değiştirmek), imanın en zayıfıdır.” 1217
“Cenab-ı Hakk’ın Benden önce, ümmetler arasında gönderdiği her peygamberin ashâbı ve havârileri vardır. Bunlar o peygamberin sünnetine ittiba eder, emirlerine uyarlar. Fakat onlardan sonra öyle nesiller gelir ki yapmadıklarını söyler ve emr olunmadıklarını işlerler. Kim onlara karşı eliyle mücahede ederse mü’mindir, kim diliyle mücahede ederse mü’mindir. Bunun ötesinde ise zerre kadar iman yoktur.” 1218
“Duâ edip de duânızın kabul olunmadığı an gelip çatmadan önce iyiliği emredin, kötülüğü nehyedin.” 1219
“İnsanoğlunun emr bil ma’ruf ve nehy anil münker ve Allah’ı zikirden başka her sözü aleyhinedir.” 1220
“Kim, bir hidâyete dâvette bulunursa, o hidâyete uyanların nâil olduğu ecrin tamamına, çağıran da erişir; Bu, diğerlerinin ecrini hiç eksiltmez. Kim de bir sapıklığa çağırırsa, o sapıklığa düşenlerin tamamının günahından, dalâlet dâvetçisi de hissedar olur ve bu, onların günahını kat’iyyen azaltmaz.” 1221
“Şu muhakkak ki sizin üzerinize birtakım âmirler/yöneticiler tayin olunacak da siz onların yaptıklarından bazısını mâruf ve güzel göreceksiniz. Kim münker işi çirkin görürse onun günahından berî (uzak) olur. İnkâr edip ondan sakındıran, (günaha katılmaktan) uzak olur. Ancak kim ona râzı olur ve (onu işleyenlere) uyarsa günahından kurtulamaz.” (Sahâbeler) dediler ki: ‘O idarecilerle savaşmayalım mı?’ Buyurdu ki: “Namaz kıldıkları müddetçe hayır!” 1222
“Ümmetimden öyle bir topluluk vardır ki, ilk öncüler gibi onlara da sevap ve ecir verilir. Onlar, münkerden sakındırırlar.” 1223
“Cihâdın en faziletlisi, zâlim sultana/yöneticilere karşı adâlet sözünü (hak ve doğruyu) söylemektir.” 1224
Tâbiîn’in büyüklerinden meşhur zâhid Hasan Basri şöyle der: “İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sadece sözlerinle değil.” 1225
Günümüzde Cihad
Cihad Kavramını Yanlış Tanımlama: Cihad konusunda özellikle günümüzde 4 çeşit yanlış anlayış sözkonusudur. Bunlardan biri, kâfirlerin ve özellikle
1216] Ebû Dâvud, Melâhim 16; Tirmizi, Fiten 9; Ahmed bin Hanbel, V/388
1217] Müslim, İman 78; Nesai, İman 17; Ebu Davud, Melâhim Hds no: 4340; İbn Mâce, Fiten 20, İkame 155; Ahmed bin Hanbel, III/20
1218] Müslim, İman 80; Ahmed bin Hanbel, I/458, 461
1219] İbn Mâce, Fiten 20
1220] İbn Mâce, Fiten 12
1221] Müslim, İlm 16; Tirmizi, İlm 15; Ebu Davud, Sünnet 6
1222] Müslim, İmâre 63
1223] Ahmed bin Hanbel, IV/62
1224] Nesai, Bey’at 37; Tirmizi, Fiten 13
1225] Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 273
- 258 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müsteşriklerin cihadı sadece savaş olarak, hem de kan dökücülük, istilâ/işgal, vahşîlik ve barbarlık gibi gibi İslâm’ın savaş anlayışında da olmayan özelliklerle tanımlamasıdır. Dinin kılıçla yayıldığı da bu yanlış mantığın empozesidir. Kur’an’daki cihadla ilgili emirleri hep bu mantıkla çarpıtmışlar ve dinin temel esaslarından birinin devamlı savaş olduğunu iddia etmişlerdir.
İkinci yanlış, bunun tam tersi, oryantalistlerin ithâmına cevap vermeye çalışan karşı uçtur. Bu savunmacı anlayışa göre İslâm sadece barış ve iyilik, merhamet ve hoşgörü dinidir. Yalnız güzel söz ve tatlı dille hakikatler anlatılmalıdır. Bu anlayış, Hıristiyan misyonerlere özenen, onların yerli versiyonlarını öne çıkaran bir yaklaşımdır. Propaganda yapar gibi o da resmî “din görevlileri” tarafından ve de devletin uygun gördüğü yerde, onun belirlediği kurallar içinde dinin anlatılmasını isteyenlerdir. Bırakın mücâhid kimliğini, dâvetçi/tebliğci kimliği bile bu anlayışta doğru değildir; hatta propaganda şeklinde bile din anlatılmamalı, kişilere empoze etmeden, dolaylı bir yaklaşımla dinin güzelliklerini saymakla yetinmelidir. Bu yaklaşıma göre cihad da bu demektir.
Cihada üçüncü yanlış yaklaşım da, şöyle özetlenebilir: Bugün cihad/savaş devri geçmiştir. Cihad eskidendi, şimdiki dünyada cihadın yeri yoktur. Çok toplumlu, farklı din ve kültürden insanlarla her konuda uzlaşarak birbirimize karışmadan özgürce yaşamayı sürdürmeliyiz. Herkesin doğrusu kendisinedir, kimse kimsenin görüşüne bırakın müdâhelede bulunmayı, kendi görüşlerini bile empoze etmemeli, karışmamalıdır. Bu anlayışa göre cihad taraftarlığı irticâdır, bağnazlık ve yobazlıktır, çağa ve çağdaşlığa uymaz.
Cihad için bir diğer yanlış değerlendirme de, kâfir ve zâlimlere karşı mücâdelenin küçük görülmesi, savaş anlamındaki cihadın hafife alınması ve dış düşmanlara karşı çok açık bir işgal olmadıkça en küçük bir tavır takınılmamasıdır. Bu yaklaşım, özellikle tasavvufî kitap ve sohbetlerde karşımıza çıkan bir hadis rivâyetinden beslenmekte, parçacı yaklaşımla dinin bazı emirlerini dışlama ve parçalama zihniyetinden gıdalanmaktadır. Rivâyet doğru bile olsa; küçükten büyüğe doğru gidileceği unutulmakta, küçük-büyük cihadın tüm aşamaları birlikte ve bütüncül şekilde kabul edilmesi gerekirken, cihadın bir şûbesi “küçük” damgasıyla küçümsenmektedir. Hâlbuki Kur’an, “küçük cihad” zannedilen “kâfirlerle savaş” için “büyük cihad” tâbirini kullanmaktadır. “Kâfirlere itaat etme ve bununla onlara karşı büyük cihadla cihad et.”1226 Dolayısıyla Kur’an’a “büyük cihad nedir?” diye sorduğumuzda aldığımız cevap kâfirlere karşı yapılan cihad olmaktadır. Gerçek mücâhid, hem nefsine; içindeki düşmanına karşı, hem de kâfir ve zâlimlere; dışındaki düşmanlara karşı cihad eden kimsedir. Birini ikmal edip diğerini ihmal etmez. Zâten bu cihad şûbelerinden biri olmadıkça diğeri de eksiktir. Nefsiyle cihad yapmayan, hevâsına dur diyemeyen kişi nasıl dışındaki düşmanlara karşı cihada, yani savaşa gidebilecek ve canını fedâ edebilecektir? Yine, dışındaki düşmana karşı cihad, insanı olgunlaştıran, nefsini terbiye eden en güzel okuldur. Bu okulda okumayan cihadla dirilmenin yolunu bilemez; cihadla nefsini öldürmek için ha bire uğraşarak uyuşur kalır. Cihad ölmek değil; dirilmektir, diriltmektir, ebedî yaşamanın yolunu bulup o yola koyulmaktır. Ölümsüzler kervanına ulaşmak için cihadın canlandırıcı, diriltici şekli olan dışımızdaki düşmanlara karşı buğzu, reddi, tavır almayı unutmamalı, saldırganlarına karşı
1226] 25/Furkan, 52
CİHAD
- 259 -
da kıtâl anlamındaki cihada sarılmalıdır.
Günümüzde Cihad Ne Anlama Gelir? Mü’min için hayat iman ve cihaddır. İman; İslâm Dininin itikadî, sosyal, ekonomik, hukukî ve ahlâkî düsturlarının bütününe gönülden inanmak ve bunu açıkça ikrar etmektir. Cihad; Yüceliğine inanılan bu İlâhî nizamı ferdî, âilevî ve sosyal hayatta ve bütün insanlığa hâkim kılma gayretidir. Cihad, kapsam yönüyle çok geniş muhtevâlı bir ibâdettir. İnsanın tüm hayatını kuşattığı gibi, günün hemen her ânına da yayılabilir. Kâfir, müşrik ve münâfıklara, fâsık ve zâlimlere karşı cihad olduğu gibi, şeytana ve onun içimizdeki temsilcisi olan kötü arzulara, hevâya, klasik deyimle nefse karşı da cihad olur. Kötü âdet ve çirkin alışkanlıklara karşı cihad olduğu gibi, cehâlete karşı da, hak ve hakikate çağrı, iyilikleri tavsiye olarak da cihad sözkonusudur. Hangi sebeple olursa olsun, cihad ibâdeti mü’minler için günlük ibâdetler kadar sık sık tekrarlanabilen, sebepleri ortadan hemen hemen hiç kalkmayan bir ibâdettir.
“Kıtâl” şeklindeki dış düşmanlarla cihad için Kur’an’da daha çok “malla ve canla cihad” emredilmektedir. Bu ifade, öncelikle maddî imkânlardan fedâkârlık yapmayı, para ile cihad etmeyi emretmekte, bunun canla cihad için bir altyapı oluşturacağı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte geniş anlamıyla cihad için geniş anlamda araçlar kullanılabilir, kişi meşrû/mubah her aracı Allah yolunda değerlendirebilir. Cihad için devrin gerektirdiği ve kullanılması meşrû/câiz olan her çeşit ve en üstün (düşmanları korkutacak) silâhlara sahip olmak Kur’an’ın emridir.1227 Günümüzdeki savaşların sadece harp cephelerinde olmadığını bilmek, evlere kadar yayılan savaş araçlarını iyi değerlendirmek gerekmektedir. Çağımızdaki silâhların içinde bilim kadar filmin, silâh kadar kalemin, bomba kadar enformasyonun, iletişimin önemli olduğunu unutmamak gerekiyor. Mü’min, hangi imkân ve nimetlere sahipse, onları Allah yolunda kullanarak cihad yapabilir. İlim sahibi ilmiyle, zengin parasıyla, bileği kuvvetli olan gücüyle, alınteriyle, lisanı veya kalemi güçlü olanlar, bu araçlarla cihad yapabilir/yapmalıdır. Savaş meydanlarında cihad yapıldığı gibi, evlerde, işyerlerinde, okullarda, sokaklarda ve hemen her yerde de cihad yapılabilir. Allah, verdiği nimetleri nereye kullandığımızı soracağına göre, bu bilinçle her imkânın Allah’ın emâneti olduğunu unutmayıp, onları esas sahibinin istediği alanda kullanmak, hâin damgası yemekten kurtulup; mücâhid ismi almak için gereklidir. Cihad, kendini ve imkânlarını Allah’a adamak, O’nun yolunda kullanmaktır. Allah yolunda bitmeyen mücâdele ve çabanın, soğuk ve sıcak savaşın, meşrû her yola başvurularak yapılan çalışmanın adıdır cihad. Hakkı tebliğin, Hakkı hâkim kılma gayretinin ve bâtılla mücâdele çabalarının ortak kavramıdır cihad.
İslâm, bir değişim ve dönüşüm esası, bir inkılâp mefkûresi ve hareketidir. Yeryüzündeki bütün bâtıl sistemleri kaldırıp yerine Allah’ın hükmüne göre düzenlenmiş sistemi koymak ister. Müslüman bu evrensel inkılâbı gerçekleştirme mücâdelesi, bu yolda yorulmak bilmeyen sonsuz çalışma adamıdır. Her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp çabalar dururken müslüman da, kendine hayat veren dini uğrunda çaba sarfedecek, kendisi dâhil herşeyin sahibi yolunda canı dâhil her şeyini fedâ edebilecek, her çeşit güçlük ve meşakkatleri göze alıp gayret edecektir. İşte bu cehdin, adamanın, mücâdelenin, çalışmanın adı cihaddır. Mukaddes bir amaç uğruna ortaya konulan fiilî, fikrî ve kalbî her tür çabanın
1227] 8/Enfâl, 60
- 260 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ortak ismidir cihad. Bir insanın başkalarına huzuru, mutluluğu, kurtuluşu taşıma gayretidir cihad. Dünyada dâru’l-İslâm, âhirette dâru’s-Selâma ermenin yolu, sürekli cihad üzere bulunmaktan geçmektedir.
Kur’an; birtakım mal, evlât, kazanç ve dünya hayatı endişeleriyle cihadı terkettiklerinde mü’minlerin başına büyük felâketlerin geleceğini haber verir. Cihad, mü’mini sürekli tetikte tutan ve onu yere çakılıp kalmaktan alıkoyan terkedilemez bir aksiyondur. Cihaddan kaçma veya cihad etmeme düşüncesi münâfıklık alâmetidir. Mü’minlerin toptan cihadı terketmeleri, yavaş yavaş kendilerinden imanın da gitmesi sonucunu doğurur. Bunun neticesinde yeryüzünde büyük bir fitne başgösterir ve bu da artık Kıyâmet olayıdır.
Cihad, şer’î mükellefiyet açısından farz-ı ayın ve farz-ı kifâye diye ikiye ayrılabilir. Toplu çalışma ve çabanın gerektirdiği durumlarda, cihad her mü’mine farz-ı ayın olur. Küfrün, şirkin ve dolayısıyla fitne ve fesâdın hâkim olduğu bir toplumda bir mü’min tek başına da olsa cihadla yükümlüdür; çünkü, mü’minin hayatı iman ve cihaddan ibârettir. Bu cihad, önce delille, güzel sözle, hikmetle ve öğütle anlatmayı içine alır. Bu, toplumsal planda cihadın ilk merhalesi olduğu gibi, bir kişiyi İslâm’a dâvet için yapılacak cihadın da ilk aşamasıdır. Belki, bunu bir basamak olarak almaktan çok, her zaman gerekli bir yöntem olarak düşünmek daha doğru olacaktır.
Mücâhid, her şeyden önce bir dâvâ adamıdır. O, toplumdaki işine gücüne bakan herhangi bir kişi değildir; onun idealleri, beklentileri, ümitleri, hayalleri, rüyaları... içinde yaşadığı kalabalıklarınkinden farklıdır; tabii ki yaşayışı, çaba ve gayreti de. Gâyesi için çalışmayan, dâvâsı için yaşamayı ve gerektiğinde ölmeyi bilmeyen kimse bırakın mücâhid olmayı, dâvâ adamı bile sayılmaz. O, iman dâvâsında samimi olduğunu, “Rabbım Allah’tır” sözüne sâdık, dosdoğru mü’min olduğunu her şeyiyle isbat eder. “(Gerçek) Mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler/savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” 1228
İslâm, bize anlatılamaz çileler karşılığında ulaşan mukaddes bir emânettir. Asr-ı Saâdetten beri çok büyük meşakkatlerle korunmuş, her türlü fedâkârlıklarla bu sancak bize ulaşmıştır. Peygamberimiz dâvete ilk başladığı andan âhirete rıhlet edinceye kadar hep cihad halindeydi. O’nun izinden gidenler de aynı yola baş koymuşlardı. “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir.” Hani günümüzde O’nun gibi cihad eden, halkı cihada teşvik eden âlimler? Peygamber’in mirasına sahip çıkmayan kimsenin kuru bilgisi, onu “âlim” kabul etmeye yetmeyecektir. Seven, sevdiği uğruna çile ve fedâkârlığa seve seve katlanan kişidir. Allah’ı seven, O’nun için her şeyden geçebilir, O’nun uğruna fedâ edilemeyecek hiçbir şeyin olmadığını, var kabul edilirse, o şeyin daha yüce sayıldığı için putlaştırılacağını düşünür. Her türlü putla mücâdele ettiği gibi, Allah’ın önünde engel olan ne varsa onunla da cihad eder.
Bugün dünyanın karşılaştığı hemen tüm bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik problemler; gerçekte dünya barışı için çalıştıklarını iddia eden ABD ve Avrupa ülkelerinin eseridir. Ama ne yazık ki müslümanlar bunu yeterince anlamış değillerdir. O yüzden de cihadı tek çözüm olarak görmemekte, müstaz’af kimliklerinden
1228] 49/Hucurât, 15
CİHAD
- 261 -
sıyrılıp onurlarını kurtarmak için doğru çabalar sarfetmemekteler. Dünya müslümanları el ele verseler, insanlık aleyhine işlenen bütün cinâyetlere elbirliği ile karşı dursalar, yani cihad etseler, fesadlar salâha, ifsadlar ıslâha, şerler hayra dönüşür. Kâfirler ve zâlimler kadar cesur olmazsak, onların bâtıl dâvâlar için çektiği zahmetler kadar Hak dâvâ için bedel ödemekten kaçınırsak, bırakın “mücâhid” sıfatını, “mü’min” sıfatını bile zor alırız: “İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a endâd/eşler ve benzerler edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. Mü’minler ise Allah’ı her şeyden çok severler...” 1229
İnancımızı yaşamak ve yaşatmak anlamına cihadı ferdî, âilevî ve sosyal cihad bölümlerine de ayırabiliriz:
a) Ferdî cihad: İlk görevimiz, inandığımız İslâm Dininin emir ve yasaklarına göre hayatımızı düzenlemektir. Arzularını putlaştırmak isteyen nefsimizi Allah’a ve Paygamberi’ne itaat ettirmektir. Bu uğurdaki mücâdelemiz mukaddestir ve gerçek cihaddır. Bunun içindir ki, Yüce Peygamberimiz; “Mücâhid, kendi nefsiyle cihad eden kimsedir”1230 buyurmuşlardır.
Kur’ân-ı Kerim’de kötülüklerle emredici olduğu Yusuf Peygamber’in diliyle ifade edilen ve temize çıkarılmaması Rabbimizin emri olan nefse Allah’ın nizamını kabul ettirme gayretini ruhunda duymayan mü’min için, elbette ki cihadın hiçbir çeşidi olamaz. Daima “Allah’ım! Göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimin eline bırakma” 1231 diyerek duâ eden Peygamberimizin, sıhhati tartışılan bir rivâyette “Küçük cihaddan, büyük cihada döndünüz”1232 şeklindeki ifadeleriyle dikkatimizi çektiği nefis mücâdelesi, elbette ki en zor cihaddır. Biz İslâm’ı yaşamazsak, bu nizamın uğrunda nasıl çalışabiliriz?
b) Ailevî cihad: Her mü’min için cihad, ikinci derecede aile yuvasında başlar. Devrimizde eşlerlerimiz, çocuklarımız ve öz kardeşlerimiz İslâm dışı hayatın yıkıcı tesirleri altındadır. Çünkü eğitim yetersiz olup İslâm insanı yetiştirme gâyesinden yoksundur. Sinema, tiyatro, radyo, televizyon ve basın gibi kurumlar ise Hakk’a yönlendirici olmak bir tarafa, Bâtıllara yönelticidir.
Ailevî hayatımızda eşimize, çocuklarımıza ve yakın akrabalarımıza İslâm’ı gerçekten yaşayan bir müslüman olarak örnek olmalıyız. Onları, Hak Dinimize bağlamak için her türlü müsbet usûlü denemeliyiz. Çocuklarımızı ve yakınlarımızı ısrarla ve gönül alıcı bir telkin edâsıyla irşâd etmeliyiz. Özellikle beş vakit namaz kılmalarına ve kızlarımızın müslümanca örtünmelerine itina etmeliyiz. Gerekli kitap ve dergileri okutmaya çalışmalı, okuyacakları yerleri istişâre ile tesbit etmeliyiz. Onlar için bol bol fiilî ve kavlî duâlar etmeliyiz. Hanımlarımızın bilgilerini arttırmaya çalışmalı, inançlı, namazlı, örtülü, tutumlu bir anne olarak çocuklarına örnek olmaları zarûretini anlatmaya gayret göstermeliyiz. Bütün bunlar için evlerimizi bir okul, kurs ve mescid haline getirmeye çalışmalıyız.
“Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.”1233 Elbette ki, bu koruma faâliyetiyle görevimiz olan cihadı yapmaya
1229] 2/Bakara, 165 ve yine bk. 49/Hucurât, 15.
1230] Tirmizî, Fezâilu’l Cihad, 2
1231] Câmiu’s-Sağîr, Allahumme bölümü
1232] Bülûğu’l Merâm, Selâmet Yolları, 4/88
1233] 66/Tahrîm, 6
- 262 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çalışacağız. “Ailene ve çocuklarına namazı emret; kendin de ona sabır ile devam et. Biz senden rızık istemiyoruz; Biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takvâ iledir.”1234; “(Önce) En yakın akrabalarını inzâr et (korkut ve uyar)”1235 Bu ve benzeri âyetlerde Peygamberimizin aziz şahsında mü’minler zümresine mükellefiyet yükleyen emirler, bu çeşit cihadın en mukaddes görevimiz olduğunu bildirmektedir.
c) Sosyal cihad: Mü’minler, İslâm Dinini öğrenip öğretmekle görevlidir. Toplumdaki İslâm dışı kurumları, kâfirlik ve münâfıklık akımlarını tanıyıp tanıtmakla yükümlüdür. Öz ifâdeyle Hakk’a çağırmak, bâtıllardan sakındırmakla vazifelidir. Sosyal hayattaki cihad çalışması, yukarıda açıklanan nefisle ve aile bünyesindeki cihadla başlayacaktır.
İçinde bulunduğumuz ortam ve şartlara göre cihad görevlerimizi yapabilmek için de kültürlü insanlar ve İslâm bilginleri yetiştirmeye çalışmak, çeşitli dergiler ve gazeteler çıkarmak ve bunları yaşatmak, İslâm’ı bir hayat nizamı olarak sunan eserler yayınlamak, kütüphaneler açmak, broşürler dağıtmak, sohbet, ders, seminer ve konferanslar verdirtmek mecbûriyetindeyiz. Çeşitli hayır teşkilâtlarında görev almak, çalışmalarımızla çevremizi bu çeşit faâliyetlere iştirak ettirmek, toplumda etkinlik kazanabilmek için gerekli kurumlar kurmak ve bu kurumları maddî ve mânevî bakımdan desteklemek zurûretindeyiz. Bu tür görevlerimizin yanı sıra, bir ana sosyal cihad görevimiz daha vardır ki, o da şu hadisin çizdiği doğrultuda atılımlar yapmaktır. “Sizden her kim bir münker görürse eliyle değiştirip düzeltsin; buna gücü yetmezse diliyle, buna da gücü yetmezse kalbiyle değiştirip düzeltsin ki bu, imanın en zayıfıdır.”1236 Yani, “sizden biriniz çirkin bir davranış, zararlı bir iş, yıkıcı bir kurum görürse onu bizzat ortaya çıkararak düzeltsin. Buna güç getiremezse (sözlü ve yazılı olarak) mücâdele versin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle (nefret beslesin, güç yetireceği zaman nasıl karşı çıkacağına dair tasarılar hazırlasın). Kişinin kalbiyle mücâdele görevini yapması ise imanın en zayıf haline belgedir.”
“İşin başı İslâm, direği namaz, zirvesi cihaddır.”1237; “... Sizler, cihadı terkettiğiniz zaman Allah üzerinize öyle bir zillet/aşağılık salar ki, dininizin yüklediği cihada dönünceye kadar hiçbir güç onu gideremez.”1238 Biz nefsimizle cihad yapmadığımız, âilevî hayatımızı toplumun yıkıcı etkilerine açık bıraktığımız ve insanları Hakk’a çağırıp bâtılla mücâdele etmediğimiz için zillete mahkûm olduk, bitmeyen kriz, sıkıntı ve bunalımların muhâtabı olduk. Amellerimiz; böyle inançsız, faziletsiz, bâtıl bir hayatı dâvet ettiği için, câhilî bir yaşayışın içine düştük. Cihaddan uzak ve müslümana yakışmayan bir yaşayışı tercih ettiğimiz için, bugünkü yönetim tarzına ve zâlim yöneticilere müstahak olduk!
Suçlu teşhis etmeye, hatalarımızı sadece dinimize inanmayan zümrelere yüklemeye çalışmayalım. Esas suçlu, inandığını yaşamak ve yaşatmakla mükellef olan bizleriz.1239 “...Eğer sabreder ve ittika eder, Allah’tan sakınırsanız onların hilesi size
1234] 20/Tâhâ, 132
1235] 26/Şuarâ, 214
1236] Müslim, İman 78
1237] Tirmizî, İman 8; İbn Mâce, Fiten 12
1238] Bülûğu’l Merâm, Ribâ, hadis no: 11
1239] A. Rıza Demircan, İslâm Nizamı, c. 1, s. 104-109
CİHAD
- 263 -
hiçbir zarar vermez...”1240; “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olup sapan kimse size zarar veremez...” 1241
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz ki bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bunlarla müjdele.”1242 Demek ki cihadda birinci gâye, âhiretimiz için bir ticaret yapmak. Cihadın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da bunlar insanın o acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar. Yolumuzu aydınlatmak için malımızı yakmak, Cehennemde yanmamak için canımızı incitmek, birtakım zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek. Demek ki cihad, başkalarını öldürüp Cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri Cehennemden kurtarmak için yapılır.
Yanmaktan kurtulan hamiyetli insanların yapacağı ilk iş, başkalarının imdâdına koşmak değil midir? Cihad, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorsa, bunlarla savaş yapmak da cihaddır. Cihadla ilgili yukarıdaki âyet ve benzerleri, savaş zamanında olduğu gibi barış zamanında da geçerlidir. Zaten muhtaç gönüllere iman ve İslâm’ı ulaştırmak savaşa değil; barışa bağlıdır. “... Sulh/barış daha hayırlıdır...”1243 buyuran Cenâb-ı Hak, insanları hidâyete dâvet etmiştir. Bu çağrıyı insanlara durmadan ulaştıran Rasûlullah, karşı çıkanların zulüm ve işkencelerine uzun süre sabırla karşı koymuş ve daha sonra İlâhî fermanla kendisine savaş izni verilmiştir. Savaş yapan mü’minlere mâlî destek sağlamak cihad olduğu gibi; sulh zamanında bir kısım malını insanlık âleminin ebedî saâdeti için harcamak da büyük bir cihaddır. Savaşa iştirak etmek cihad olduğu gibi, insanların iman şerefine kavuşmaları ve mü’minlerin günah ve isyandan kurtulmaları için birşeyler yapmak, bu hususta kafa yormak, mesâi harcamak da cihaddır. Ömürlerinden bir pay ayırıp bu kudsî gâye uğrunda harcayanlar da canlarıyla cihad etmiş olurlar. “Allah, mallarıyla, canlarıyla mücâhede edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.” 1244
Her hayır gibi, caihadın da birtakım engelleri var. Bunlardan birincisi nefsimiz, ikincisi şeytan, üçüncüsü de düşmanlarımız. Nefsin süflî arzularına karşı çıkmak cihaddır. Şeytanın telkinlerine kapılmayarak istikamet çizgisinde yürümek cihaddır. İman ve hidâyet yolunu kapamaya çalışan düşmanlarla savaş yapmak da cihaddır. Her üçünde de niyet “Allah rızâsı” olacaktır. Bir gün bütün günleri geride bırakacak ve sonu gelmez yarına kavuşacağız. Mahşer meydanında kendimizi iki yolun kavşağında bulacağız. Biri saâdet diyarına, diğeri azap beldesine giden iki yol. İşte cihad, o lütuf diyarına ulaşma ve o kahır menzilinden uzak kalma çabasının ismidir. Böyle ulvî bir gâye taşımaksızın sadece ülkeler fethetmek, insanlara hükmetmek ve lüks içinde yaşamak gibi fânî hedeflere yönelik savaşlar “fî sebîbilillâh” şartını taşımadıkları için cihad değildirler.
1240] 3/Âl-i İmrân, 120
1241] 5/Mâide, 105
1242] 61/Saff, 11-13
1243] 4/Nisâ, 128
1244] 4/Nisâ, 95
- 264 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Dinde zorlama yoktur.”1245 Ancak, Cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaşmak gerekir. Bunda başarı sağlandıktan sonra kişi, inancında serbest bırakılır. Dilerse İslâm’ı kabul eder, dilerse kendi dininde yaşamaya devam eder. Cihadda hedef, öldürmek değil; diriltmek olmalı. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırmak olmalı. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da “evet” dememiz gerek. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz.
Cihadın en büyüğü, en büyük düşmana karşı yapılanıdır. “Senin en zararlı düşmanın nefsindir” hadis-i şerifi bu büyük düşmanı “nefis” olarak belirler. Savaşa gitmek gibi, tebliğ yapmak için de öncelikle nefsin mağlûp edilmesi gerikiyor. Nefisle cihad, gerçekten en önemli cihaddır. Her ânımız bu cihadla geçer. Bir anlık gafletimiz bize çok pahalıya mal olabilir. Maddî cihad ise, sürekli değildir. Sulh zamanında mü’minler bu cihadla mükellef tutulmazlar. Hâricî düşmana mağlûp olmak insana ya şehidlik, ya gâzilik kazandırır. Nefisle mücâdele ise öyle değil; bu savaşta yara alanlar fâsık, ölenler dinsiz olurlar.
Mânevî cihad, tıptaki koruyucu hekimliği andırır. Hastalığın vuku bulmaması için gerekli tedbirleri almak en büyük tedâvidir. Bunda başarılı olmadığımız zaman diğer tedâvi yollarına ve en sonunda da ameliyata sıra gelir. Koruyucu hekimlik, uzun zaman ve büyük sabır ister. Ama, ameliyattan kurtulmak gibi büyük bir netice için bu zor yola severek girmek gerek. Dâhildeki cihadın mânevî olması gerekir. Ciğerinizdeki mikroba karşı kurşun sıkamazsınız. Onu ilâçla, gıdayla, temiz havayla yavaş yavaş tedâvi etmeye mecbursunuz. Mânevî cihad, mânevî hastalıklara karşı yapılır. Meselâ cehâlet, mânevî bir hastalık. Bunun giderilmesi ilim ile olur. Bir çocuğu döverek ona bir şeyler anlatmanız mümkün mü? Ahlâksızlık ve nihâyet imansızlık da birer mânevî hastalık. Bunların tedâvisi de kuvvet kullanarak, zorlayarak olmuyor. 1246
“Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi de bir çobandır ve sürüsünden sorumludur. Erkek, âilesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının çobanıdır; o da sürüsünden sorumludur. Netice itibarıyla hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.” 1247
İnsanın insana verebileceği en güzel hediye mutluluktur. Cihad, bu hediyenin sermayesidir. İnsanın mutluluğu için dökülen üç damla kutsaldır: Kan, gözyaşı ve alınteri. Bütün bunlar, gönüllerin birbirine açık olduğu bir dünyanın kurulması için sarfediliyorsa kutsallık kazanır. Gönüllerin birbirine açık olduğu bir dünya, fetih medeniyetinin emelidir. İslâm, Orta Afrika’dan Doğu Hind adalarına, Merakeş’ten Zengibar’a, Batı Afrika’daki Sierra Leone’den Sibirya’ya, Bosna-Hersek’ten Yeni Gine’ye, Senegal’den Çin’e kadar savaşla değil; bu cihad ruhuyla ulaşmıştır.
İnsanla, insanın mutluluğunun öbür adı olan İslâm arasına kimi zaman da
1245] 2/Bakara, 256
1246] Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, c. 2, s. 160-163
1247] Buhârî, Cum’a 11, İstikrâz 20, Itk 17, 19, Vesâyâ 9, Nikâh 81, 90, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 20; Ebû Dâvud, İmâre 1, 13, Tirmizî, Cihad 27
CİHAD
- 265 -
insan girebilir. O zaman o insan ya da insanların İslâm’la insan arasından kaldırılması insanlığın değişmez değerlerine bağlı her kişinin boynunun borcudur. Kur’an’ın “Küfrün önderleriyle savaşın. Çünkü onlara güvenilip de anlaşma yapılmaz. Umulur ki vazgeçerler” 1248 emri, o önderlerin sıradan insanlarla İslâm arasında engel oluşturduğu içindir. Eğer onlar, İslâm’la insan arasına gerilmekten vazgeçerlerse İslâm’ın onlarla bir alıp veremeyeceği yoktur. İslâm onlarla küfürlerinden dolayı değil; insanın mutluluğuna engel oldukları için savaşılmasını emretmektedir.
İnsanla İslâm arasına gerilen ve fizikî olmayan engellerden biri de İslâm’a karşı propaganda savaşına girerek ürettiği yalan haberlerle İslâm’ın imajını kitlelerin gözünde lekelemeye çalışan muzır unsurlardır. Hz. Peygamber döneminde bu işi câhiliyye şâirleri yapıyorlardı ve Rasûlullah onları işledikleri bu insanlık cinâyetinden dolayı Mekke fethi sırasında ilân ettiği genel affın dışında tuttu. Oysa, amcası Hamza’nın katilini dahi bu af bağlamında bağışlamıştı. Hakkında “insana ihânet” suçundan dolayı vur emri çıkarılan altı kişiden üçünün cezâsı infaz edilmiş, üçü de suçunu itiraf edip İslâm’a teslim olunca affedilmiştir. 1249
Ne mutlu Allah’la ticaret yapıp, aslında O’na ait olan imkân ve nimetleri, malı ve canı Cennet karşılığı O’na satan, her şeyini O’nun yolunda kullanan mücâhidlere!
1248] 9/Tevbe, 12
1249] Mustafa İslâmoğlu, Yürek Fethi, s. 38-39
- 266 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cihad Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Cihad Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (41 Yerde, -33’ü cihad anlamında-): 2/Bakara, 218; 3/Âl-i İmrân, 142; 4/Nisâ, 95, 95, 95; 5/Mâide, 35, 53, 54; 6/En’âm, 109; 8/Enfâl, 72, 74, 75; 9/Tevbe, 16, 19, 20, 24, 41, 44, 73, 79, 81, 86, 88; 16/Nahl, 38, 110; 22/Hacc, 78, 78; 24/Nûr, 53; 25/Furkan, 52, 52; 29/Ankebût, 6, 6, 8, 69; 31/Lokman, 15; 35/Fâtır, 42; 47/Muhammed, 31; 49/Hucurât, 15; 60/Mümtehıne, 1; 61/Saff, 11; 66/Tahrîm, 9.
B- Cihad Konusu:
Cihadın Farziyeti: 2/Bakara, 216; 4/Nisâ, 74-75, 84; 9/Tevbe, 123.
Mal İle Cihad: 2/Bakara, 195, 207, 245, 262; 4/Nisâ, 95; 8/Enfâl, 60, 72; 9/Tevbe, 20-22, 41-42, 88, 111, 121; 49/Hucurât, 15; 57/Hadîd, 7, 10, 11; 61/Saff, 10-13.
Mallarıyla ve Canlarıyla Savaşanların Üstünlüğü: 9/Tevbe, 20-22, 41.
Tebliğ Görevi ve Müşriklerden Yüz Çevirmek: 15/Hıcr, 94.
Güzel Bir Mücâdele ve Tatlı Bir Münâkaşa: 16/Nahl, 125
Cihad ile Karşılık Vermek: 2/Bakara, 191.
Cihad İçin Kesin İzin: 2/Bakara, 244.
C- Kıtâl (Savaş) Kelimesinin Geçtiği Âyetler (13 Yerde): 2/Bakara, 216, 217, 217, 246, 246,; 3/Âl-i İmrân, 121, 167; 4/Nisâ, 77, 77; 8/Enfâl, 16, 65; 33/Ahzâb, 25; 47/Muhammed, 20
D- Mukatele (Savaş) Kelimesi ve Türevleri (57 Yerde): 2/Bakara, 190, 190, 191, 191, 191, 193, 217, 244, 246, 246, 246, 253, 253; 3/Âl-i İmrân, 13, 111, 146, 167, 195; 4/Nisâ, 74, 74, 75, 76, 76, 76, 84, 90, 90, 90, 90; 5/Mâide, 24; 8/Enfâl, 39; 9/Tevbe, 12, 13, 14, 29, 30, 36, 36, 83, 111, 123; 22/Hacc 39; 33/Ahzâb, 20; 48/Fetih, 16, 22; 49/Hucurât, 9, 9; 57/Hadîd, 10, 10; 59/Haşr, 11, 12, 14; 60/Mümtehıne, 8, 9; 61/Saff, 4; 63/Münâfıkun, 4; 73/Müzzemmil, 20.
Mücâdele Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (29 Yerde): 2/Bakara, 197; 4/Nisâ, 107, 109, 109; 6/En’âm, 25, 121; 7/A’râf, 71; 8/Enfâl, 6; 11/Hûd, 32, 32, 74; 13/Ra’d, 13; 16/Nahl, 111, 125; 18/Kehf, 54, 56; 22/Hacc, 3, 8, 68; 29/Ankebût, 46; 31/Lokman, 20; 40/Mü’min, 4, 5, 35, 56, 69; 42/Şûrâ, 35; 43/Zuhruf, 58; 58/Mücâdele, 1.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İslâm’da Cihad, Seyyid Kutub, Özgün Y.
2. İslâm’da ve Günümüzde Cihad, Abdulkerim Abdülkadiroğlu, Sönmez Neşriyat
3. İslâm’da Cihadın Önemi, Mustafa Kapçı, Bayrak Y.
4. Cihad, Mevdûdi, Seyyid Kutub, Dünya Y.
5. Cihad, İbn Nehhas, Tevhid Y.
6. Cihad, Abdullah bin Mübârek, Tevhid Y.
7. Cihad, Bir Temel Tasarım, Abdülkadir es-Sûfi, Yeryüzü Y.
8. Cihad, Abdülkerim Osmanoğlu, İslâmoğlu Y.
9. Cihad, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat
10. Cihad Dersleri I-II, Abdullah Azzam, , Buruc Y.
11. Cihad Dünya Gündeminde, Abdullah Azzam, İslâmoğlu, Y.
12. Cihad, Âdâb ve Ahkâmı, Abdullah Azzam, Ravza Y.
13. Cihad Kervanı, Abdullah Azzam, Ravza Y.
14. Cihad Günlüğü, Abdülhamid Muhacir, Özgün Y.
15. Cihad Müdafaası, Ömer Abdurrahman, İstişare Y.
16. Cihad Müdafaası, Kelimetü’l-Hak, Ömer Abdurrahman, Servet Y.
17. Cihad Önderleri, Heyet, Seha Neşriyat
18. Cihad Ruhu, Azmi Yahya, Risale Y.
19. Cihad Sahasında Bediüzzaman, Mehmed Kırkıncı, Zafer Y.
20. Cihad Üzerine Konuşmalar, Heyet, Seha Neşriyat
21. Cihad Yolunda Bir Adım Daha İleri, Said Havva, Uysal Kitabevi
22. Cihad Zikir Ayrılmazlığı, Mehmed Göktaş, İstişare Y.
23. Cihad ile İlgili Âyet-i Kerime ve Hadis-i Şerifler, İSİLAY Y.
24. Cihadı Kuşanan Topraklar, Bekir Tank, Şûra Y.
CİHAD
- 267 -
25. Cihad ve Mücâhid, Bekir Başarıcı, Uysal Kitabevi Y.
26. Cihada Dâvet, Hasan el-Benna, Terc. Ali Arslan, Sinan Y.
27. Bütün Cepheleriyle Cihad I-II, Enver Baytan, Mevsim Y.
28. Gönüllerin Fethinde Cihad, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
29. Tek Yol Cihad, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.
30. Kitab ve Sünnette Cihad, Abdullah bin Muhammed bin Hümey, Tevhid Y.
31. Cihad Âyetlerinin Nüzul Sebepleri ve Muhtemel Kronolojisi, Nazmi Söğüt, Yük. İst. Enst.Y.
32. Kur’ân-ıKerim’e Göre Cihad, Mehmed Kemal Pilavoğlu, Güven Matbaası
33. Filistin’de Cihad Sürüyor, M. Ahmed Varol, Madve Y.
34. İslâmî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihad, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
35. Savaş, Barış, İktidar, Abdurrahman Dilipak, Ferşat Y.
36. Savaş Esintileri, Mâlik bin Nebi, çev. Salih Özer, Ankara Okulu Y.
37. Savaş Hileleri -Strategemler- 1, Harro Von Senger, Çev. Mekin Özbalta, Anahtar Kit. Y.
38. Savaş Aldatmaları, Mesut Günsev, Kastaş Y.
39. Savaş ve Hile, Hidâyet Arkun, Işık Y. Çağdaş Pazarlama
40. Savaş Sanatı Tarihi, John Keegan, çev. Fusun Doruker, Sabah Kitapları
41. Savaş ve İlk Yardım, metin Erkaya, Seha Neşriyat
42. Savaş ve İnsan, Human Rights Watch, çev. Ertuğrul Kürkçü, Belge Y.
43. Savaş ve Uygarlık, Arnold Topnbee, çev. Mehmet Dündar, Ürün Y.
44. Savaşan Afganistan, Ferhad Bağcı, Rahmet Y.
45. Savaşan Dünya ve Türkiye, Kâmuran Gürün, Bilgi Y.
46. İslâm Savaşçısına Notlar, Zübeyir Yetik, Çığır Y.
47. İslâm Savaşçıları, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
48. Savaşımızı Türküleştirdik Biz, Alişan Satılmış, Hamle Y.
49. Savaşta ve Barışta Büyük Stratejiler, Paul Kennedy, çev. Ahmet Fethi, Eti Y.
50. Âyetlerle Savaş ve Cihad, Said Köşk, Anahtar Y.
51. Harp mi Sulh mü? Ali Rıza Temel, Seha Neşriyat
52. Peygamberimiz’in Seriyyeleri, Muhammed Ali Kutup, Hisar Y.
53. Peygamberimiz’in Savaşları, Muhammed Kutup, Hisar Y.
54. Hz. Peygamber’in Savaşları, Muhammed Hamidullah, Yağmur Y.
55. Peygamberimiz’in Savaşları, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.
56. Peygamberimiz’in Savaşları, Kasım Göçmenoğlu, Erdem
57. Kim Savaşım Verebilir, Abdülkerim Süruş, Seçkin Y.
58. Kılıcın Hakkı, H. Hicran Göze, Boğaziçi Y.
59. Neden Öldürüyorlar, Vural Okur, Özel Y.
60. İslâm’a Yönelik Fikrî Savaşlar, Ali Muhammed Çerişe, Muhammed Şerif el-Zıbk, Araştırma Y.
61. Sömürge ülkelerde Fikir Savaşı, Malik Binnebi, çev. İlhan Kutluer, İnsan Y.
62. Beklenen Zafer Nesli, Yusuf Kardavi, çev. Hasan Fehmi Ulus, İklim Y.
63. İslâm İnkılâbının Yolu, Mevdudi, Bengisu Y.
64. Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücâhitler, Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
65. Hak-Bâtıl Mücâdelesi ve İhtilaflar, Beşir İslâmoğlu, Bengisu Y.
66. İslâmî Mücadele Hizbullahî Yol, Ali Korani, Bengisu Y.
67. İslâm’ın Hareket Metodu, Yüksel Kılıçaslan, Hak Y.
68. İslâmî Hareket Metodu, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
69. Rasûlüllah’ın Hayatı ile İslâmî Hareket Metodu, I-II, Abdurrahman Muhacir, Hak Y.
70. Nebevî Hareket Metodu, I-II, Münir Muhammed Gadban, Nehir Y./Merve Y. Paz.
71. Ölümsüz Müdafaa, Mevlâna Ebul Kelâm, Marifet Y.
72. İslâmî Mücadelede Şiddet Sorunu, Cevdet Said, Pınar Y.
73. İslâmî Direniş, M. Hüseyin Fadlullah, Bengisu Y.
74. Hak Yolunda Mücadele, Hüseyin Âşık, Demir Kitabevi
- 268 -
KUR’AN KAVRAMLARI
75. Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
76. Bosna: Mağlûp Edilemeyenler, Ahmet Şanverdi, Kiyap Y.
77. Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün Y.
78. İslâm Devletler Hukukunda Savaş Esirleri, Ahmet Özel, T. Diyanet Vakfı Y.
79. Şer İttifakı ve Sözcüsünü Arayan Bir Milyar Müslüman, M. Han Kayani, İnkılâb Y.
80. Hz. Muhammed ve Karşıt Güçler, M. Ahmet Halefullah, Birleşik Y.
81. İslâmî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihad, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
82. Medine Devletine Giden Yol, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
83. Sulh Peygamberi, H. Hicran Göze, Boğaziçi Y.
84. Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, Abdurrahman Şarkavi, Birleşik Y.
85. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sabuni, Şamil Y. c. 1, s. 182-193, 213-219; c. 2, s. 371-381
86. TDV İslâm Ansiklopedisi, (Ahmet Özel, Bekir Topaloğlu,) T.D.V. Y. c. 7, s. 527-534
87. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Cihad md. c. 1, s. 307-313, Mücâhede md. (Ahmet Güç:), c. 4, s. 316-317, Mücâhid md (Halid Erboğa), c. 4, s. 317-319, Müctehid md. (H. Döndüren), c. 4, s. 322-324
88. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 2, s. 489-499
89. Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, Ali Ünal, Zübeyir Yetik, c. 1, s. 245-248
90. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 110-116; 430-431; 431-434
91. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 481-485
92. İnanç ve Amelde Kur’ânî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 222-225
93. Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 485-497
94. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 84-87
95. Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mîr, İnkılab Y. s. 43-44
96. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 146-156
97. Yürek Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 34-35
98. Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. s. 277-286
99. Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 2, s.158-175
100. Allah Erinin Ahlâk ve Kültürü, Said Havva, Hilâl Y. s. 316-383
101. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 113-168
102. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 365-396
103. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 91-94
104. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, 185-206
105. İslâm Dâvetinin Esasları, Abdülkerim Zeydan, Risale Y. c. 1, s. 285-292
106. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 1, s. 104-109; c. 3, s. 41-70
107. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda Y. c. 4, s. 315-323
108. Lâ, Mustafa Çelik, c. 2, s. 97-110
109. Allah Erinin Yolu, Adil Akkoyunlu, Vahdet Y. s. 143-171
110. Yüzyıllık Kuşatma, İbrahim Karagül, Fide Y.
CENNET
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
CENNET
• Cennet Kelimesi; Anlam ve Mâhiyeti
• Cennetin İsimleri ve Tabakaları
• Cennetin Tasviri
• En Büyük Zevk: Cennette Allah’ın Görülmesi
• Cennet Hayatı
• Cennet Nimetleri
• Cennette Cinsî Zevkler
• Amaç, Cismanî Zevkler Sağlayan Cennet Nimetleri Değil; Allah’ın Rızasıdır
• Cennetlikler
• Cehennem Korkusu - Cennet Ümidi (Allah ile İlişkilerimizde Denge)
• Cennet Ucuz Değil!
“İman edip sâlih amel işleyenler için, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildiği vakit, ‘bu, bundan önce dünyada bize verilenlerdendir’ derler. Ve bu rızık onlara bazı yönlerden dünyadakine benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler vardır. Ve onlar orada ebedî kalacaklar.” 706
Cennet Kelimesi; Anlam ve Mâhiyeti
Cennet, “örtmek, gizlemek” anlamındaki “cenn” kökünden isim olup “bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe, yeşillikleri bol, sık dal ve yaprakları ile yeri gölgelendiren bağlık, bahçe” manasına gelir. Peygamberlerin davetine uyarak iman edip dünya ve âhirete ait işleri, kulluk vazifelerini elden geldiği kadar güzel bir şekilde yapan temiz ve müttakî kişiler için hazırlanmış bir huzur ve mutluluk beldesidir. Âhiret hayatında mü’minlerin ebedî saâdet ve nimetler yurdu olan yerin bu şekilde adlandırılmasının sebebi, genel görünümüyle dünya bahçelerine benzemesi veya eşsiz nimetlerini insan idrâkinden gizlemiş olması şeklinde açıklanmıştır. Çoğulu cinân ve cennât’tır.
Cennetin İsimleri ve Tabakaları
Cennet kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 147 defa geçmektedir. İslâm literatüründe cenneti ifade etmek üzere kullanılan isimleri ve cennet tabakalarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
1- Cennet: Ebedî saâdet yurdunu ifade etmek üzere Kur’an’da, çeşitli hadislerde ve diğer İslâmî eserlerde yer alan isimler içinde en çok kullanılan, içindeki bütün mekân ve imkânları kapsayacak şekilde muhtevası geniş olan bir terimdir.
706] 2/Bakara, 25
- 168 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yukarıda belirtildiği gibi Kur’an’da 147 yerde geçmektedir. İslâm literatüründe ebedî saâdetle ilgili vaadler, özendirici anlatım ve tasvirler genellikle cennet ismi etrafında yoğunlaşmıştır. Diğer isimler tekil olarak kullanıldığı halde, cennetin çok sayıdaki âyette çoğul şekliyle de (cennât) yer alması, saâdet yurdunun belli bir bölgesinin değil; tamamının adı olduğunu gösterir.
2- Cennetü’n-Naîm: 13 âyette geçmektedir.707 Arapça’da “refah, huzur, mutlu hayat” anlamına gelen nimet kelimesinden daha kapsamlı bir muhtevaya sahip olan naîm, insana mutluluk veren maddî ve manevî bütün güzellikleri ifade etmektedir. Buna göre cennâtü’n-naîm; mutluluklarla dolu cennetler manasına gelir. “Beni cennetü’n-naîmin vârislerinden kıl.” 708
3- Adn cenneti: En belirgin anlamı ile ikamet etme, ikamet edilen yer demek olan adn, 11 âyette kullanılmıştır.709 Adn’in, cennetin belli bir bölümünün adı olduğu veya çoğul şeklinde kullanılışına bakarak onun tamamını ifade eden bir isim olduğu anlaşılır. “Şüphesiz ki, iman edenler ve güzel amel işleyenler yok mu, işte onlar mahlûkatın en hayırlısıdır. Onların Rableri katındaki mükâfatı, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. Bu, Rabbinden korkan O’na saygı gösterenler içindir.” 710
4- Firdevs: Özellikle, içinde üzüm bulunan bağ bahçe anlamına gelir. İki âyette geçer.711 Firdevs, cennetin tamamını ifade eden bir isim olabileceği gibi, onun ortası, en yüksek ve en değerli bölgesinin özel adı da olabilir. “Şüphesiz, iman edip güzel amel işleyenler için barınak olarak Firdevs cennetleri vardır.” 712
5- Hüsnâ: İyilik yapanlara Allah tarafından daha büyük bir iyilikle karşılık verileceğini, ayrıca buna bir de ilâve (ziyade) yapılacağını ifade eden Yunus 26. âyetindeki hüsnâ (daha güzel, daha iyi, en güzel, en iyi) kelimesinin cennet anlamına geldiği müfessirlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir. Bu duruma göre cennet anlamına gelen “Hüsnâ” kelimesi bir âyette geçer. Âyetteki “ziyade”den maksat da, cennette Allah’ı görme şerefine nail olmaktır. “Güzel davrananlara hüsnâ (daha güzel karşılık), bir de ziyade/fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” 713
6- Dârüs’s-Selâm: Maddî ve manevî âfetlerden, hoşa gitmeyen şeylerden korunmuş olma manasındaki selâm ile dâr/yurt kelimesinden oluşan bu terkip, iki âyette cennetin adı veya tabakası olarak zikredilmiştir. İki âyette zikredilir.714
707] Mutluluklarla Dolu Cennet(ler) Anlamına Gelen “Cennetu’n-Neıym” Kavramının Geçtiği Âyetler (Toplam 13 Yerde): 10/Yûnus, 9; 22/Hacc, 56; 26/Şuarâ, 85; 31/Lokman, 8; 37/Sâffât, 43; 52/Tûr, 17; 56/Vâkıa, 12,89; 68/Kalem, 34; 70/Meâric, 38; 82/İnfitâr, 13; 83/Mutaffifîn, 22.
708] 26/Şuarâ, 85
709] İkamet Edilen (Güzel) Yer Anlamındaki “Adn Cenneti” Kavramının Geçtiği Âyetler (Toplam 11 Yerde): 9/Tevbe, 72; 13/Ra’d, 23; 16/Nahl, 31; 18/Kehf, 31; 19/Meryem, 61; 20/Tâhâ, 76; 35/Fâtır, 33; 38/Sâd, 50; 40/Mü’min, 8; 61/Saff, 12; 98/Beyyine, 8.
710] 98/Beyyine, 7-8
711] Üzüm ve Benzeri Nimetler Bulunan Bağ-Bahçe Anlamına Gelen “Firdevs” Cennetinin Geçtiği Âyetler (Toplam 2 Yerde): 18/Kehf, 107; 23/Mü’minûn, 11.
712] 18/Kehf, 107
713] 10/Yûnus, 26
714] Cennetin Adı veya Tabakası Olarak Zikredilen ve Esenlik Yurdu Anlamına Gelen “Dâru’s-Selâm” İfâdesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 2 Yerde): 6/En’âm, 127; 10/Yûnus, 25.
CENNET
- 169 -
Cennetin esenlik yurdu olduğu şüphesizdir. Gerçek esenliğin ancak cennette bulunabileceği, sonsuz hayatın, ihtiyaç bırakmayan zenginliğin, zillete yer vermeyen şeref ve üstünlüğün, eksiksiz bir sıhhatin sadece orada mevcut olduğu anlaşılır. “Hâlbuki Allah, Dârü’s-Selâm’a çağırıyor ve O, dilediği kimseleri dosdoğru bir yola hidâyet buyurur.” 715
7- Dârü’l-Mukame: Asıl durulacak yer, ebedî ikamet edilecek yurt manasındaki bu terkip de cennete girenlerin Allah’a hamd ve şükür sırasında bulundukları mekân için kullanacakları bir tabir olmalıdır. Bir âyette geçer: “O (Rab) ki lütfuyla bizi Dârü’l-Mukameye / asıl oturulacak yurda (cennete) yerleştirdi. Artık orada bize ne bir yorgunluk dokunacak, ne de orada bize bir usanç gelecektir.” 716
8- Cennetü’l-Me’vâ: Cennetu’l-Me’vâ da bir âyette geçer. “İman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar için Me’vâ cennetleri vardır.” 717
Bu isimlerin dışında, “ev, konak, şehir, ülke” anlamlarına gelen “dâr” kelimesi, Kur’an’da dâru’l-huld (ebediyet / sonsuzluk yurdu), dâru’l-âhire (âhiret yurdu), âkıbetü’d-dâr, ukbe’d-dâr (dünya yurdunun sonu) terkipleriyle cennet anlamında kullanılmıştır.
Kur’an’da zikredilen bu isimler, cennetin tabakaları olarak da kabul edilmektedir. Bu tabakalardan her birinde, mü’minlerin yaptıkları iyi işler karşılığında girecekleri veya yükselecekleri derece veya mertebeler vardır. Nitekim Müslim’in Ebû Said el-Hudri’den rivâyet ettiği hadiste, Allah yolunda cihad edenlerin, cihadları sebebiyle cennette yüz derece yükselecekleri, her derecenin arasının ise, yer ile gök arasındaki mesafe kadar olduğu, Hz. Peygamber tarafından haber verilmektedir.718 Hadiste sözü edilen dereceler konusunda ise şu ihtimaller öne sürülmüştür. Bu dereceleri zahiriyle anlamak mümkündür. Gerçekten söz konusu derecelerin, zahirinden anlaşıldığı üzere, birbirinden daha yüksek menziller (tabakalar) olması muhtemeldir. Buna karşılık, yükseklikten kastın, cennetteki nimetlerin çokluğu, insanın veya bir başka yaratığın hiç aklına bile gelmemiş, gönlünden dahi geçmemiş iyiliklerin büyüklüğü veya çokluğu anlamında olması muhtemeldir. Zira Allah Teâlâ’nın mücahide lutfettiği iyilik veya cömertlik türleri birbirinden çok farklıdır, birbirinden üstündür. Buna göre, nimetlerin fazilet (üstünlük) konusundaki farklılıkları uzaklık açısından yer ile gök arasındaki mesafe gibidir.
Buhârî’nin bir rivâyetinde Hz. Peygamber, Allah yolunda savaşan mücâhidler için cennette yüz derece (tabaka) hazırlandığını ve iki derecenin arasının yerle gök arası gibi olduğunu haber vermekte ve sözlerine devamla şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan istediğiniz zaman Firdevs’i isteyin. Çünkü Firdevs, cennetin ortası ve cennetin en yükseğidir. Firdevs’ten cennet nehirleri doğar.” 719
Bütün bu âyet ve hadislerden cennetin birçok tabakası olduğu anlaşılmaktadır. Bu tabakalardan bazılarının daha yüce ve nimetlerinin daha güzel veya daha efdal olması sebebiyle isimleri bize bildirilmiştir. Firdevs cenneti, mertebece en
715] 10/Yûnus, 25
716] 35/Fâtır, 35
717] 32/Secde, 19
718] Müslim, İmâre 116
719] Buhâri, Cihad 4
- 170 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yüksek olan cennet tabakasıdır.
Cennetin Tasviri
Dinler tarihine dair araştırmalar, hemen her din ve inanç sisteminde ölüm sonrası hesaplaşmanın, ceza veya mükâfatın varlığının kabul edildiğini göstermiştir. Genel olarak İslâm âlimlerinin cennet tasviri hakkında benimsedikleri görüş, onun mahiyetinin bilinemeyeceği şeklindedir. Çünkü mü’min kullar için âhiret hayatında hazırlanmış mutluluk vesilelerinin hiç kimse tarafından tahayyül edilemeyeceğini ifade eden âyetten720 başka, Allah Teâlâ’dan naklen bir hadis rivâyeti olarak meşhur metin de bu hususu açıkça belirtmektedir: “Ben, sâlih kullarım için, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer zihninin tasavvur edemeyeceği mutluluklar hazırladım.”721 Dünya hayatında beş duyu ve akıl alanlarındaki idrâkler, tabiat şartlarıyla kayıtlı olduğuna göre nasslarda geçen tasvirleri aynı şartlar çerçevesinde veya hayal gücüyle değiştirerek algılamak gerekir. Nitekim bazı âyetlerde, cennet ve nimetleriyle ilgili dünya ve âhiret idrâkleri arasında benzerliklerin bulunduğu ifade edilmiştir.722 İbn Abbas’tan yaygın olarak rivâyet edilen “Cennette isimlerden başka dünyayı andıran hiçbir şey yoktur.” 723 ifadesi, ikisi arasındaki mahiyet farklılığını belirten bir söz olsa gerektir.
Cennetin sekiz kapısının olduğu ilk dönemlerden beri kabul edile gelmiştir. Ancak, cehenneme ait yedi kapının mevcûdiyeti Kur’ân-ı Kerim’de açıkça zikredildiği halde724 cennetin sadece kapılarının (ebvâb) bulunduğu ifade edilmiş ve sayıları hakkında herhangi bir işarette bulunulmamıştır. Ancak, bazı hadis-i şeriflerde cennetin sekiz kapısı olduğu belirtilmektedir. Bu hadis rivâyetlerinin kapıların genişliği için verdikleri çok uzun mesafelere bakılırsa, cennet kapıları, aynı zamanda onun bölümlerini de ifade etmiş olmalıdır. Nitekim bazı eserler, sekiz cennet kapısının adlarını kaydederken bazı küçük farklarla cennetin isimlerini zikretmişlerdir. Sahih hadislerin belirttiğine göre, bu mekânlara belli amel sahipleri girebilecektir. Mesela, namazlarını dosdoğru kılanlar namaz kapısından, cihada katılanlar cihad kapısından, Allah yolunda infak yapanlar sadaka kapısından, oruç tutanlar da “reyyân” (suya kandıran) kapısından gireceklerdir. Cennet kapılarının cehenneminkinden daha fazla ve cennetin tasavvur edilemeyecek kadar geniş olması, cennet ehlinin cehennemliklerden çok olacağını gösterir. Nitekim bir hadiste, cennete gireceklerin yerlerini aldıktan sonra orada yine boş yer kalacağı, bunun için Cenâb-ı Hakk’ın yeniden bazı nesiller yaratıp cenneti dolduracağı ifade edilmiştir. 725
Cennet, sadece bağ ve bahçelerden ibaret olmayıp bunların yanında kendilerine has maddelerden oluşan nesneleri ve tesisleri de mevcuttur. İman ve sâlih amel sahibi kimselerin ebediyet âleminde ravzâtü’l-cennâtta (cennetlerin has bahçelerinde) yaşayacaklarını ifade eden âyette726 yer alan ve sözlük anlam720]
32/Secde, 17
721] Buhâri, Tefsir 1; Müslim, Cennet 2-5
722] 2/Bakara, 25; 47/Muhammed, 6
723] Makdisî 1/194
724] 15/Hıcr, 44
725] Buhâri, Tefsir 1; Müslim, Cennet 34
726] 42/Şûrâ, 22
CENNET
- 171 -
ları bakımından her ikisi de bahçe anlamına gelen ravzât ile cennât kelimelerinden ikincisine “tesis” manasını vermek gerekir. Birçok âyette sâlih mü’minlere vaad edilen cennetin çoğul şekliyle kullanıldığına bakılırsa, birden fazla tesisin bulunduğu ve her mü’mine bir mesken hazırlandığı anlaşılır. Cennetin, göklerin ve yerin “arz”ı/genişliği kadar olduğunu ifade eden âyetlerin727 tefsiri için şu farklı görüşler ileri sürülmüştür: 1- Cennetin tasavvur edilemeyecek kadar geniş olduğunu ifade eden bir benzetmedir. Buna göre arz; en, yani genişlik demektir. Bir alanın dar cephesini genellikle onun genişliği oluşturduğuna göre cennetin uzunluğu bu teşbih çerçevesinde çok daha fazla olacaktır. 2- Cennet, dünya hayatında insanoğlu tarafından kavranabilen kâinat kadar değerlidir. 3- Madde âleminin insan idrâkine sunuluşu gibi cennet de onun bilgi ve idrâkine sunulmuştur. Bu yorumlar içinde en çok tercih edilen, birinci görüştür.
Kur’ân-ı Kerim’de cennet için “güzel meskenler”,728 “üst üste kurulmuş konaklar” 729 ve “ev” 730 kavramları kullanılmak sûretiyle onun maddî manada eleman ve tesislerden oluştuğu belirtilmiştir. Cennet hayatıyla ilgili bazı tasvirler de bu gerçeği vurgulamaktadır. Naslardan anlaşıldığına göre cennet ehli için çadırlar da kurulacaktır.731 Onlar, Cuma günleri güzel kokular saçan rüzgârların estiği bir çarşıyı dolaşacaklar, bu şekilde zarafetlerine zarafet katacaklardır. 732
Rahmân sûresinde, “Rabbinin huzuruna suçlu olarak çıkmaktan korkan kimseler için iki cennet (cennetân) vardır.”733 denildikten sonra, bu cennetlerin imkânlarından bahsedilmekte, ardından, o iki cennetten başka (veya onların altında) iki cennet daha bulunduğu734 belirtilerek bunların da benzer imkânları tasvir edilmektedir. Müfessirler, bu iki (veya dört) cennet hakkında cin ve insan türlerine verilecek cennetler, iyiliklerin yapılması ve kötülüklerin terk edilmesine karşılık verilecek iki cennet, iman ve sâlih amel için verilecek cennet ile lutf-ı ilahi olarak fazladan ikram edilecek cennet gibi bazı yorumlar yapmışlardır. Hz. Peygamberimiz bir hadisinde, âhiretteki iki cennetten birinin kap kacak ve madenî eşyasının altından; diğerinin de gümüşten olacağını ifade etmiştir.735 Sonuç olarak bir mü’mine birden fazla cennetin veriliş hikmeti tam açık bir şekilde anlaşılmadığı gibi, bunların kaç tane olacağı da bilinmemektedir.
Dünya hayatında mü’minlerin Allah’a itaat ve bağlılıklarının aynı derecede olmadığı bilinmektedir; bunun sonucu olarak ceza ve mükâfat derecelerinin de aynı olmayacağı haber verilmektedir.736 Bununla ilgili bir hadiste, Allah yolunda cihad edenlere hazırlanan cennetin “yüz derece” olduğu ve her derecenin gökle yer arasındaki mesafe kadar birbirinden uzak bulunduğu haber verilmiştir.737 Sahip oldukları nimetler açısından farklı mekânlar olduğu anlaşılan bu derecelerin
727] 3/Âl-i İmran, 133; 57/Hadîd, 21
728] 9/Tevbe, 72; 61/Saff, 12
729] 39/Zümer, 20
730] 66/Tahrim, 11
731] 55/Rahmân, 72; Müslim, Cennet 23-25
732] Müslim, Cennet 13
733] 55/Rahmân, 46
734] 55/Rahmân, 62
735] Buhâri, Tevhid 34, Tefsir 1-2; Müslim, İman 296
736] 4/Nisâ, 96; 8/Enfâl, 4
737] Buhâri, Cihad 4; Müslim, İmâre 116
- 172 -
KUR’AN KAVRAMLARI
imanın hasletleri (şubeleri) kadar yetmiş küsür olacağı, bu hasletleri kendisinde toplayanların bütün dereceleri elde edeceği de söylenmiştir.
Cennet tasviriyle ilgili hadislerin içinde Firdevs ile Adn’in özel durumları olduğu görülür. Rahmân sûresinde ayrı ayrı tasvir edilen iki çift cennete bir açıdan açıklık getiren bir hadise göre Firdevs cennetleri dört âdet olup, ikisinin bütün süsleri ve eşyaları altından, ikisinin de gümüştendir; mü’minlerin cemâl-i İâhî’yi müşahede edecekleri yer ise Adn’dir. Cennetteki dört nehrin fışkıracağı yerin Firdevs olduğu zikredilir. 738
Kur’ân-ı Kerim’de yer alan cennet tasvirleri içinde, kelimenin çoğul olarak kullanıldığı âyetlerin ekserisinde altlarından nehirlerin aktığı ifade edilmiştir. İbn Kayyim’in de belirttiği gibi bu âyetlerde geçen “taht” (alt) zarfı, cennet toprağının görünmeyen alt tabakası demek olmayıp ağaçların, binaların ve benzeri tesislerin zemini ve eteği anlamına gelir. Hadis olarak da nakledilen bazı rivâyetlerden faydalanan âlimler, cennetteki nehirlerin nehir yataklarında değil; yüzeyde aktıkları kanaatine varmışlardır. Cennet nehirlerinin mevcudiyetini belirten âyetler, onların mahiyetleri hakkında bilgi vermezken, Muhammed sûresi, 15. âyeti farklı bir tasvir yapar. Buna göre cennette içimi bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları ve süzülmüş baldan ırmaklar vardır. Buhârî ile Tirmizî’nin birbirini tamamlar mâhiyette naklettikleri bir hadis-i şerifte Hz. Peygamberimiz, Firdevs’in cennetin ortasını ve üst kısmını teşkil ettiğini, dört nehrin de oradan çıktığını haber vermektedir.739 Burada sözü edilen dört nehir, Muhammed sûresinde anlatılan nehirler olmalıdır. Öyle anlaşılıyor ki, bu özel nehirler diğer birçok âyette tekrarlanan genel nehirlerden ayrıdır. Kur’ân-ı Kerim’in 108. sûresine adını veren ve “çok şey” anlamına gelen Kevser’den ne kastedildiği müfessirler arasında tartışmalı olmakla birlikte, Kevser’in cennetteki bir nehrin adı olduğu öne çıkar. Muhtelif rivâyetlerle nakledilen hadislerde Hz. Peygamber, cennette Kevser isminde bir nehrin kendisine verileceğini, bu nehrin iki kenarında inciden yapılmış kubbelerin bulunacağını, akan suyunun da hâlis misk gibi koku salacağını beyan etmiştir.740 Cenneti tasvir eden bazı âyetler, orada su pınarlarının da bulunduğunu haber verir: “Kötülüklerden korunanlar bahçelerde, gölgelerde ve pınarların başında bulunacaklardır.”741 Rahmân ve Ğâşiye sûrelerinde, akan pınarlardan söz edilmekte, diğer bazı âyetlerde de cennet ehlinin bu pınarlardan su içeceği haber verilmektedir. 742
Sözlük anlamı “bağ, bahçe” olan cennette ağaçların bulunması doğaldır. Çeşitli âyetlerde gölgelerden, dallardan, sarmaş dolaş olmuş koyu yeşilliklerden, meyveleri kolayca toplanabilen ağaçlardan bahsedildiği gibi, özel olarak hurma, nar, reyhan, kiraz, muz gibi ağaç ve bitkilerden de söz edilir.743 Buhârî ile Müslim’in rivâyet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber cennette, idmanlı ve hızlı bir binicisinin, gölgesinde yüz yıl koştuğu halde sonuna ulaşamayacağı kadar büyük bir ağacın bulunduğunu ifade etmiştir.744 Hadisin çeşitli rivâyetlerini nakle738]
Buhâri, Tevhid 22; Tirmizî, Sıfatü’l-Cennet 4
739] Buhâri, Tevhid 22; Tirmizî, Sıfatü’l-Cennet 4
740] İbn Kesir II/400-407
741] 15/Hıcr, 45; 77/Mürselât, 41
742] Bk. 55/Rahmân, 50, 66;88/ Ğaşiye, 12; 76/İnsan, 6, 18; 83/Mutaffifin, 28
743] 55/Rahmân, 12, 68; 56/Vâkıa, 28-29
744] Buhârî, Bed’ü’l-halk 8; Müslim, Cennet 6-8
CENNET
- 173 -
den ibn Kesir’in Ahmed b. Hanbel’den aktardığı bir rivâyette söz konusu ağaç, şeceretü’l-huld olarak adlandırılmıştır. Hadiste zikredilen ağacı, bir ağaç türü olarak anlamak, “yüzyıl”ı da çokluktan kinaye saymak mümkündür. Daha çok halka hitap eden dinî edebî eserlerde söz konusu edilen “tûbâ ağacı”nın mevcudiyeti ise kesin değildir. İman ve güzel amel sahipleri için iyi bir ebediyet hayatının hazırlandığını ifade eden âyet-i kerimedeki “tûbâ” kelimesi745 sözlükte “iyilik ve güzellik, iyi ve güzel karşılanan her şey” anlamına gelir. Müfessirlerin bu kelimeye verdikleri yedi sekiz kadar manadan biri de tûbâ ağacıdır. Fahreddin Râzi’nin de belirttiği gibi kelimeyi sözlük anlamından çıkarıp dar bir alana tahsis etmek doğru değildir. Bunun yerine “ebedî saâdete vesile olan her güzel şey” manası verildiği takdirde bağ, bahçe ve ağaçlar da dâhil olmak üzere her imkân kelimenin kapsamına alınmış olur.
Bir hadislerinde Rasûlullah (s.a.s.) cennetin gümüş ve altın kerpiçten yapıldığını, harcının misk, taşlarının inci ve yakut olduğunu, oraya girenlerin bolluk ve refah içinde, üzüntüsüz ve kedersiz yaşayacağını, ebedî kalacaklarını, ölmeyeceklerini, elbiselerinin eskimeyeceğini ve gençliklerinin yok olmayacağını ifade eder. 746
“Cennet, takvâ sahiplerine, uzak olmayarak yaklaştırılmıştır. İşte size va’d olunan, gördüğünüz şu cennettir ki, o, Allah’a yönelen, emirlerine riâyet eden, görmediği halde Rahmân’dan korkan ve Allah’ı tâatine yönelmiş bir kalple gelen kimselere aittir.” 747
“Tevbe edenler, iyi amel ve harekette bulunanlar öyle değil. Çünkü bunlar hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayarak cennete, çok merhametli Allah’ın, kullarına gıyaben vaad buyurduğu Adn cennetlerine gireceklerdir. O’nun vaadi şüphesiz yerini bulacaktır. Orada boş söz değil; sadece selam duyarlar. Orada sabah akşam rızıkları da ayaklarına gelecektir. O, öyle cennettir ki biz ona kullarımızdan gerçekten müttakî olanları vâris kılacağız.” 748
“Adn cennetleri vardır ki altlarından ırmaklar akar. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. İşte günahlardan temizlenenlerin mükâfatı.” 749
“Canların isteyeceği ve gözlerin hoşlanacağı ne varsa, hepsi oradadır. Siz de orada devamlı olarak kalacaksınız. İşte bu, sizin çalıştığınız ameller sebebiyle mirasçı kılındığınız cennettir. Sizin için orada çok meyveler vardır, onlardan yiyeceksiniz.” 750
“İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger. (Yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir. Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve oradaki ipekleri lutfeder. Orada koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar. Ne yakıcı sıcak görürler orada, ne de dondurucu soğuk. Ağaçlarının gölgeleri üzerine sarkar; kolayca koparılabilen meyveleri istifadelerine sunulur. Yanlarında gümüş kaplar ve billur kâselerle, gümüşî beyazlıkta (billur gibi) şeffaf kupalarla dolaşılır ki (cennet sakinleri bunlara dolduracakları cennet şarabını cennetteki insanların iştahları) ölçüsünde tayin ve takdir ederler. Onlara orada bir kâseden içirilir ki karışımında zencefil vardır. (Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına
745] 13/Ra'd, 29
746] et-Tâc, c. 5, s. 402
747] 50/Kaf, 31-33
748] 19/Meryem, 60-63
749] 20/Tâhâ, 76
750] 43/Zuhruf, 71-73
- 174 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Selsebil denir. Cennettekilerin etrafında öyle ölümsüz genç hizmetçiler dolaşır ki, onları gördüğünde kendilerini etrafa saçılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak, (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görürsün. Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır. Rableri onlara tertemiz içecekler içirir. Onlara: ‘İşte bu, sizin işlediklerinizin karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer’ denir.” 751
En Büyük Zevk: Cennette Allah’ın Görülmesi
Mü’minler, cennette Allah’ı göreceklerdir; bu, onlar için en büyük nimet olacaktır. Buna “rü’yetullah” denir. Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “O gün Rablerine bakan ışık saçan yüzler vardır.”752 Rasûlullah da bir hadislerinde şöyle buyurur: “Siz gerçekten tıpkı şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi gözle (açıkça) göreceksiniz. O’nu görmekte haksızlığa uğramayacak, izdihama düşmeyeceksiniz.”753 Süheyb (r.a.)’in rivâyetine göre peygamberimiz (s.a.s.): “İyi iş ve güzel amel işleyenlere daha güzel karşılık ve bir de ziyade (Allah’ı görmek) vardır.”754 âyetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: “Cennetlikler cennete girdiği zaman Allah şöyle buyuracak: ‘Size daha da vermemi istediğiniz bir şey var mı?’ Cennetlikler de şöyle derler: ‘Yüzlerimizi ak çıkarmadın mı, bizi cennete koymadın mı, bizi cehennemden kurtarmadın mı? (Bunlar yeter)’ Rasûlullah sözlerine devam ederek: ‘Cenâb-ı Hak perdeyi kaldırır, cennetliklere artık Rablerine bakmaktan daha sevimli gelecek hiçbir şey verilmiş olmaz.” 755
Mü’minlerin Allah Teâlâ’yı cennette görmeleri, herhangi bir yön, yer ve şekilden uzak olarak vuku bulacaktır. Bunun keyfiyeti bizce meçhuldür. “Allah bilir” deriz. Kur’an ve sünnette bildirildiği için rü’yetullah’a inanırız.
Cennet Hayatı
İnsanın Allah’a imana sarılıp O’na bağlanmasında, en büyük kaygı ve korkusu olan yok olmaktan kurtulma ve Allah’ın kendisine tükenmeyecek bir hayat bahşetmesi ümidinin büyük etkisi vardır. Nitekim insanların kendi kendilerine yetmediklerini ve Allah’a muhtaç olduklarını, Allah’ın dilerse onları yok edip yerlerine başka varlıklar yaratabileceğini ifade eden âyetlerde756 bu hususa da işaret vardır. Ebedî mutluluğun simgesi olan cennete kavuşma ümidi, bütün müslümanlar için hayatın birçok güçlüğüne göğüs germeyi, fedakârlık göstermeyi göze aldıran bir faktör olmuştur. İlk İslâm şehidleri Sümeyye - Yâsir ailesinin bu uğurda çektikleri çilelerden günümüz İslâm dünyasındaki mücadelelere kadar müslümanların davranışlarında cennet idealinin en önemli etken olduğu şüphesizdir.
İslâm dini Allah’ın seçkin kullarına nasıl bir cennet hayatı vaad etmektedir? Bu hayatın konu ile ilgili nasların birleştiği ve önemle vurguladığı iki özelliği vardır: Arzulanan her şey ve ebediyet. Bir âyet-i kerimede şöyle denilmektedir: “Gönüllerin özleyeceği, gözlerin hoşlanacağı her şey orada vardır. Ve siz orada ebediyen kalacaksınız.”757 Dünya hayatında duyu organlarıyla algılanamayan
751] 76/İnsan, 11-22
752] 75/Kıyâme, 22-23
753] Buhârî, Mevâkît 16, 26
754] 10/Yûnus, 26
755] Müslim'in rivâyeti, et-Tâc, c. 5, s. 423
756] 35/Fâtır, 15-16
757] 43/Zuhruf, 71
CENNET
- 175 -
meleklerin insanlara hizmet ettiği, onları koruduğu, Allah yolunda yürüyenler için esenlik dilediği Kur’an’ın çeşitli beyanlarından anlaşılmaktadır. Âhiret âleminde melekler inançlı ve dürüst insanlara görünmeye başlayacaklar ve yeni hayata intibakları sırasında korku ve üzüntüye düşmemelerini telkin ederek onlara şöyle diyeceklerdir: “Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız. Canlarınız ne isterse, gönlünüz ne dilerse burada sizin için hazırdır. Bütün bunlar, merhamet eden ve bağışlayan Allah’ın bir ikramıdır.” 758
Hz. Peygamber, çeşitli münasebetlerle cennetteki sınırsız imkân ve mutluluklardan söz ettiğinde yanında bulunanlar zaman zaman cennette at, deve vb. şeylerin de bulunup bulunmadığını sormuşlar, o da, “Allah sizi cennete koyarsa orada canınızın arzuladığı ve gözünüzün hoşlandığı her şeyi bulursunuz.” şeklinde cevap vermiştir.759 Hz. Peygamber, cennet hayatının imkân ve nimetlerinin genel anlamda fevkalâde olduğunu belirtmekle birlikte ayrıntılı tasvirlere girmemiştir. Cennet halkının arzu ettiği her şeyin gerçekleşeceği ilkesine karşı, “başkalarına zarar verici, erdemsiz, çelişkili oluşu sebebiyle imkânsız şeyler talep edilirse durum ne olacak?” şeklinde teorik olarak bir itiraz ileri sürülebilirse de, cennete girecek insanlar fizyolojik ve psikolojik kusurlardan arınmış olacaklarından pratikte böyle bir talebin vuku bulmayacağı açıktır.
Cennet Nimetleri
Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadislerde mevcut beyanlara dayanarak cennet nimetlerinin ana özelliklerini şu şekilde tespit etmek mümkündür:
1- Sonsuz lüks ve konfor,
2- Sürekli barış ve huzur,
3- Cennet ehlinin hem bedenî, hem ruhî bakımdan son derece güçlü ve yetenekli olmaları,
4- Mânevî tatmin (rızâ),
5- Allah’ı görmek, O’nunla konuşmak,
6- Bütün bunları saran bir ebediyet.
İnsanın irade ve tercihini kullanarak tekâmülünü sürdürebileceği yer dünya hayatıdır ve buradaki manevî tekâmül, iman ve sâlih amel ölçüsüne bağlanmıştır. Bir bekleyiş merhalesi olan Berzah döneminden sonra başlayacak âhiret hayatında, dünya tekâmüllerini sekteye uğratmayanlar, öyle anlaşılıyor ki, fizyolojik ve psikolojik yönlerden son bir operasyon ve arındırmaya tâbi tutulduktan sonra cennete alınacaklardır. Müslim’in rivâyet ettiği bir hadiste Hz. Peygamberimiz, kıyamet günü cennet kapısını ilkin kendisinin çalacağını ve ondan önce bu kapının kimseye açılmayacağını söylemiştir.760 Cennete giriş sırasında bütün mü’minler görevli melekler tarafından karşılanacak ve melekler: “Selam olsun sizlere! Saâdetler içinde olun, bir daha çıkmamak üzere cennete buyurun!”761 diyeceklerdir.
758] 41/Fussılet, 30-32
759] Tirmizî, Sıfatü’l-cennet 11
760] Müslim, İman 333
761] 39/Zümer, 73
- 176 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Buhârî, Müslim ve Tirmizî’nin çeşitli rivâyet kanallarından aktardıkları hadislere göre762 mü’minler dolunay veya parlak yıldızlar gibi ışıklar saçarak cennete girecekler, orada diledikleri gibi yiyip içtikleri halde abdest bozma ihtiyacı hissetmeyecekler, sümkürüp tükürmeyeceklerdir. Aldıkları gıdaların sindirimi hoş kokulu geğirti ve terden başka bir külfet getirmeyecektir. Cennet halkına yorgunluk ve usanç gelmeyeceği için763 uykuya da ihtiyaç duymayacaklardır.
Cennet ehlinin imkânlarını dile getiren bir hadiste onlara şöyle nida edileceği kaydedilir: “Daima sağlıklı olacak, asla hastalanmayacaksınız; sonsuza kadar yaşayacak, hiç ölmeyeceksiniz; her an gençliğinizi koruyacak ve hiçbir zaman ihtiyarlamayacaksınız; sürekli nimetler içinde olacak ve asla güçlükle karşılaşmayacaksınız.”764 Konu ile ilgili hadislerin bazı rivâyetlerinde cennete girecek erkeklerin ataları Âdem’inki gibi bir bünyeye sahip olacakları, hatta 60 arşın boyunda bulunacakları anlatılır. Ayrıca bu erkeklerin daima 33 yaşında olmakla birlikte bıyıkları yeni terlemiş sakalsız gençler görünümü arz edeceklerinden de söz edilir. Kadınların ise çok güzel tenli ve çok değerli elbiselere bürünmüş halde bulunacakları ifade edilir.
Cennet ehlinin ruhî portreleri konusunda en çok vurgulanan özellik, onların gönüllerinde kin ve nefretin bulunmayacağı hususudur. “Gönüllerindeki kini söküp atacağız”765 şeklindeki ifadeler, cennete gireceklerin mânevî bir arındırma operasyonuna tâbi tutulacağının delilidir. Yine ilgili âyet ve hadislerin beyanına göre cennette kusursuz bir ahlakî hayat yaşanacak, cennetlikler arasında anlamsız ve gereksiz konuşmalar, suçlamalar olmayacak, tam bir dostluk ve kardeşlik hayatı hüküm sürecektir. 766
Kötülüklerden korunmayı başaranlar meleklerden gelen iltifatlarla cennete girecekleri sırada şöyle diyeceklerdir: “Bize karşı vaadini gerçekleştirip dilediğimiz yerinde yerleşebileceğimiz cennete bizleri vâris kılan Allah’a hamdolsun!”767 Âyetin ifade tarzından, mü’minlerin yerleşim açısından serbestlik içinde olacakları anlaşılmaktadır. Rahmân sûresinde sözü edilen iki veya dört cennetin bir anlamı da bu olmalıdır.
Cennet meskenlerindeki yaygı, sergi vb. ev eşyasının son derece lüks olması yanında yiyecek ve içeceklerin, ayrıca giysilerin de olağanüstü zevk verici özelliklere, temizlik ve zarafete sahip olacağı muhtelif âyetlerde yer yer ayrıntılı olarak tasvir edilir. Hadislerde belirtildiğine göre cennet ehline ilk verilecek yemek, havyar ziyafetidir.768 Cennette ekmek, et, meyve, tatlı, ayrıca su, süt ve şarap gibi yiyecek ve içecekler mevcut olmakla birlikte, bunların dünyadaki benzerleriyle isimden başka bir münasebetinin bulunmayacağı âlimlerce belirtilir. Nitekim fevkalâde zevk veren cennet şarabı kadehler dolusu içileceği halde sarhoşluk ve rahatsızlık vermeyecektir.769 Cennet halkının beslenme rejiminde
762] Buhârî, Bed’ü’l-halk 8; Müslim, Cennet 14-22; Tirmizî, Sıfatü’l-cennet 7
763] 35/Fâtır, 35
764] Müslim, Cennet 22
765] 7/A’râf, 43
766] 15/Hıcr, 47; 56/Vâkıa, 25; Müslim, Cennet 16-17
767] 39/Zümer, 74
768] Buhârî, Enbiyâ 1; Müslim, Münâfikıyn 30
769] 37/Saffat, 45-47; 47/Muhammed, 15
CENNET
- 177 -
meyvelerin önemli bir yer tuttuğu çeşitli âyetlerin beyanlarından anlaşılmaktadır.
Cennet hayatının nimetlerini dile getiren nassların ayrıntılı anlatımları ve bunların hayal ettirdiği cismanî zevkler, bazı yabancı araştırmacıların eleştirilerine konu olmuştur. Hâlbuki cennet hayatının nimetleri bu cismanî zevklerden ibaret değildir. Cennet halkı, asıl mutluluğu manevî tatminde bulacak, onlar nefes alıp vermek kadar tabii bir şekilde Allah ile irtibat kuracak, cemalini müşahede ederek O’nunla konuşacaklardır. Aradaki derin mâhiyet farkına rağmen uhrevî hayat, dünya hayatına benzer şekilde devam edeceğine göre oradaki konfor da buradaki konforla bir bakıma bağlantılı olacaktır.
Deney dünyasından aldığı izlenimler sayesinde idrâk gücüne sahip olan insana bu idrâkin sınırlarını aşan kavramlarla herhangi bir konuda fikir vermek mümkün değildir. Dünya hayatındaki cismanî zevklerin ruhun yücelişine engel teşkil ettiği genellikle kabul ediliyorsa da bunun uhrevî hayatta da aynı mahiyette olacağı söylenemez. Çok değişik zamanlardaki çok değişik kitlelere hitap eden dinin bu dünya ile paralellik arz eden bu üslûbun özendirici ve etkileyici özellikler taşıdığı da bilinen bir gerçektir.
Cennette Cinsî Zevkler
“Gerçekten cennetlik olanlar, o gün eğlenceyle meşguldürler.” 770
“O cennetlerde gözlerini kocalarından başkasına çevirmeyen hanımlar vardır ki, bu kocalarından önce kendilerine ne bir insan dokunmuştur, ne de bir cin.” 771
“Onlar yakut ve mercan gibidirler.” 772
“Doğrusu Allah’a karşı gelmekten sakınanlara kurtuluş, bahçeler, bağlar, göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar ve dolu kadehler vardır. Orada boş ve yalan söz işitmezler. Bunlar Rabbinin katından hesapları karşılığı verilenlerdir.” 773
“Cennette onlar için işlediklerine karşılık olarak sedefteki inciler gibi hûriler/ceylan gözlüler vardır.” 774
“Biz hûrileri/ceylan gözlüleri (cennetlikler için) yeniden yaratmışızdır. Onları, bâkire, şuh, eşlerine düşkün ve yaşıtları kılmışızdır.” 775
“Ebedî gençliğe erdirilmiş genç hizmetçiler, baş ağrısı ve dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kâseler, ibrikler ve kadehlerle (cennetliklerin) etrafında dolaşırlar.”776
Cinsiyetin insan hayatında önemli bir yer tuttuğu şüphesizdir. Kur’an’da vurgulandığı üzere777 karşı cinsler hayatlarını birleştirmekle bedenî ve ruhî tatmin bulmaktadırlar. Aynı tatminin uhrevî hayatta da devam etmesi tabiidir.
770] 36/Yâsin, 55
771] 55/Rahmân, 56
772] 55/Rahmân, 58
773] 78/Nebe', 31-36
774] 56/Vâkıa, 22-23
775] 56/Vâkıa, 35-37
776] 56/Vâkıa, 17-19
777] 30/Rûm, 21
- 178 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cennet tasviriyle ilgili çeşitli âyet ve hadislere göre cennette hem dünya kadınları hem hûriler bulunacaktır. Âyetlerde geçen “tertemiz zevceler” ifadesi778 hûrilerle birlikte dünya kadınlarını da kapsamına almaktadır. Cennete giriş öncesinde mü’minlere uygulanacak bedenî ve ruhî arındırma operasyonu sonunda, kadınların cinsî hayatlarına olumsuz etki yapan, mutluluklarını bölen fizyolojik ârızâların ve ruhî depresyonların tamamen giderileceği anlaşılmaktadır. Çeşitli âyet ve hadislerde cennet kadınlarının güzelliği, zarafeti ve çekiciliği konusunda canlı tasvirler mevcuttur. Bir rivâyette huriler, kendi ayrıcalıklarından söz edecekleri bir sırada cennetteki dünya kadınları, dünya hayatında işledikleri güzel ameller sebebiyle onlardan üstün olduklarını ifade edecekler ve onları susturacaklardır.
Bir erkeğin kaç eşe, özellikle kaç dünya kadınına sahip olacağı hususunda farklı görüşler ileri sürülmesine rağmen, bu konuda sahih rivâyet Buhârî ile Müslim’de yer alan hadistir. Buna göre cennetteki her erkeğe “zarif ve şeffaf tenli” iki kadın verilecek ve orada evlenmemiş kimse kalmayacaktır.779 Kadınların ikisi de hûri veya dünya kadını olabileceği gibi birinin hûri, birinin de dünyalı olması muhtemeldir.
“İri gözlerinin beyazı saf, siyahı koyu, gümüş berraklığında beyaz tenli kızlar” anlamına gelen hûrilerin cennet erkekleri için farklı bir yapıya sahip kılınarak yaratıldığı ve “erkeklerine düşkün, başkalarında gözü olmayan, kimse tarafından dokunulmayan, inci tenli, yakut yanaklı, yaştaş genç kızlar” gibi özelliklerle vasıflandırıldıkları çeşitli âyetlerde görülür. Hûrilerin sayısı hakkında değişik ve doğrulukları sabit olmayan rivâyetler mevcuttur. Genel eğilim, her erkeğe dünya hanımlarından iki, hûrilerden ise birkaç tane verileceği yolundadır.
Cennetteki cinsî hayatla ilgili tasvirlerde güzellik, çekicilik vb. faktörler kadınlara nisbet edildiği halde bu tür tasvirlerin sağladığı özendirici sonuç ve avantajların genellikle erkekler için söz konusu edildiği ve kadının âdeta erkeğin zevklerini tatmin eden bir vasıta olarak gösterildiği şeklinde bir itirâzın ileri sürülmesi mümkündür. Arap dilinde kadınlı erkekli bir topluluğa hitap edilirken veya onlara yönelik açıklamalar yapılırken müzekker/eril sigaların kullanıldığı bilinmektedir. Ayrıca hemen bütün toplumların sanat ve edebiyatlarında kadın zarâfet ve câzibenin odak noktası olarak kabul edilmiş, aşk şiirleri ve diğer sanat alanlarının ana teması kadın olmuş, büyük bir çoğunlukla kadın talep eden değil; talep edilen konumunda bulunmuştur.
Aynı üslûp ve yaklaşımın cennetteki cinsî hayatın tasvirinde de hâkim olduğu anlaşılmaktadır. Kimsenin bekâr kalmayacağı cennet hayatında erkeğe -biri dünya kadını, biri de hûri olmak üzere- en az iki eş verileceği halde kadının birden fazla kocaya sahip bulunmaması da aynı temaya bağlı olmalıdır. Gerçekten dünya hayatında kadın psikolojisi üzerinde sürdürülen çalışmalar, yapılan anket ve araştırmalardan onun monogam olduğu, gönül ve hayal âleminde sadece bir erkeğe yer verdiği anlaşılmıştır. Bu, aynı zamanda insan türünün devamını sağlayan ana rahminin korunması, dolayısıyla nesebin tayini ve neslin bekası için de gereklidir.
778] 2/Bakara, 25; 3/Âl-i İmran, 15
779] Buhârî, Bed'ü'l-halk 8; Müslim, Cennet 14
CENNET
- 179 -
İslâmiyet’te dini kabullenme ve İlâhî buyrukları yerine getirme hususundaki sorumluluk ferdî/kişiseldir, kimse diğerinin dinî yükümlülüğünü taşımadığı gibi bunun olumlu veya olumsuz sonuçlarına da muhatap olmaz.780 Ancak iman ve ameliyle cennete girmeye hak kazanmış aile fertleri arasında Allah katında değeri en üstün olanın diğerlerini yanına alabileceği kabul edilmektedir. Dünyada birden fazla erkekle evlenmiş kadının cennette bunlardan hangisinin eşi olacağı meselesi ashabdan itibaren düşünülmüştür. Bâkire olarak ilk evlendiği erkekle veya son kocasıyla bulunacağı şeklinde iki ayrı kanaat yanında, hadis olduğu ileri sürülen iki farklı rivâyete dayanılarak huyu daha güzel olanla veya tercih edeceği bir kocasıyla beraber bulunacağı söylenmiştir.781
Dünya hayatında meşru evlenmelerle kurulan ailelerin cennette aynen devam etmesi nazarî/teorik olarak mümkün görülmekle birlikte cennete girmeye hak kazanamayanların, birden fazla evliliklerin durumu farklılıklar meydana getirecektir. Bu bakımdan cennetteki aile hayatını dünyadakinin devamı gibi telakki etmek isabetli görünmemektedir. Cennette bulunacak dünyalı kadın ve erkek kesimi arasında evlenme açısından kendiliğinden bir denkliğin oluşması muhtemeldir. Bir hadiste belirtildiğine göre Allah cennet için yeniden bazı nesiller (kadın ve erkekler) yaratacaktır. Kadınlı erkekli eşlerin sayısını tamamlamak ve dengeyi sağlamak için bu yeni nesillerden faydalanılması mümkündür.
Amaç, Cismanî Zevkler Sağlayan Cennet Nimetleri Değil; Allah’ın Rızâsıdır
Bedenî ihtiyaçları gideren ve cismanî zevkler sağlayan cennet nimetleri aslında cennet sakinleri için amaç değildir. Ulaşılmak istenen asıl hedef Allah rızâsıdır. İnsan için bu rızâya nail olmak, Allah’ın kendi katından bedene bahşettiği ruhu782 yine O’na yöneltmek, O’nu müşahede etmek, O’nunla konuşmaktır. Müslümanlar arasında minnet ve şükran duygularını dile getirmeye vesile olan en samimi ve en yaygın dua ifadesi, “Allah râzı olsun!” cümlesidir. Allah’ın dostları O’na en yakın olan, O’nun rızâ ve muhabbetini kazanan, O’nu gönülden sevip rızâ ve teslimiyetle en büyük mutluluğa erenlerdir. Cennet ve Allah rızâsı münasebetini dile getiren bir âyette, “Allah mü’min erkeklerle mü’min kadınlara içlerinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler, Adn bahçelerinde güzel meskenler vaad etti. Allah’ın rızâsı ise hepsinden daha üstündür. İşte en büyük saâdet budur.”783 denilerek uhrevî saâdetin bu manevî unsurunun, maddî içerikli kavramlarla anlatılan diğer bütün nimetlerden daha değerli olduğu açıkça ifade edilmiştir. “Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan râzı/hoşnut, O da senden râzı/hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!”784 Sahih hadislerde belirtildiği gibi bütün mü’minler cennetteki yerlerini aldıktan sonra Cenâb-ı Hak kendilerine hitap ederek hallerinden memnun olup olmadıklarını soracak, onlar da son derece memnun olduklarını ifade edeceklerdir. Bunun üzerine Allah, “Size bundan daha değerli bir şey veriyorum: Size rızâmı saçıyorum, artık size gazabım bir daha dokunmayacak” diyecektir.785
780] 35/Fâtır, 18
781] İbn Kesir, c. 2, s. 548
782] 15/Hıcr, 29
783] 9/Tevbe, 72
784] 89/Fecr, 27-30
785] Müslim, Cennet 9
- 180 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cennet, (dolayısıyla cehennem ve âhiret hayatı) sadece ruhlar âleminde değil; ruh ve bedenden oluşan, ayrıca bağı bahçesi, nehri, yapısı vb. bulunan bir maddeler ve realiteler dünyasında başlayıp devam edecektir. Sadece Kur’an âyetleri çerçevesinde bile mevcut nassların içerdiği maddî unsurları, manevî ve ruhî anlatımlar veya sembollerle te’vil etmek mümkün değildir. İmam Gazali, cennet zevklerinin hissî, hayalî ve aklî olmak üzere üçe ayrıldığını ve herkesin kendi kabiliyetine göre bunların tamamından veya bir kısmından faydalanacağını kabul etmiştir. Dünya hayatında özellikle hayalî ve aklî zevklerin kusuru olan kesintiler âhirette bertaraf edilip bu zevkler süreklilik kazandığında son derece câzip olurlar. 786
Cennetlikler
Kur’an ve sünnette ifade buyrulduğuna göre, peygamberlerin davetine uyup iman eden ve amel-i sâlih işleyen kimseler cennete gireceklerdir. Bu kimseler cennetliktir. Esasen Allah’a ve insanlara karşı görevlerini yerine getirmekle insan daha dünyada iken manevî bir huzura kavuşur, maddî refah sağlanır ama tam manasıyla huzur ve kardeşlik cennette gerçekleşir: “Takvâ sahipleri, elbette cennetlerde ve pınarlardadır. Girin oraya selametle, emin olarak. Biz, o cennetliklerin kalplerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar. Orada kendilerine hiçbir zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılacak da değiller.” 787
Kur’ân-ı Kerim namazını eksiksiz kılanların, malından bir kısmını yoksullara ayıranların, ceza-hüküm gününe inananların, Allah’ın gazabından korkanların, ırzlarına sahip olanların, sözlerine ve emanete sadık kalanların, doğru şahitlikte bulunanların cennete gireceklerini bildirmektedir.788 Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını dileyerek sabredenlere789, şükredenlere790, yürekten tevbe edenlere791, Allah yolunda canını fedâ eden şehidlere792 ve Allah’a yönelmiş bir kalple idealize olmuş müslümanlara “Allahın ölçüsünde Allah’a yönelenlere”793 içinde ebedî kalınacak cennete girecekleri yüce Rabbimiz tarafından müjdelenmiştir.
Cennetliklerin hallerini dile getiren Kur’an âyetlerinden bazılarında şöyle buyrulur:
“İman edip sâlih amel işleyen kimseleri, Rableri, imanları sebebiyle, ağaçları altından ırmaklar akan, nimeti bol cennetlere hidâyet buyurur. Bunların, cennette duaları: ‘Allah’ım, seni tesbih ve tenzih ederiz,’ sözüdür ve aralarındaki dilekleri de hep selamdır. Dualarının sonu ise; ‘bütün hamd, âlemlerin Rabbine mahsustur’ gerçeğidir.” 794
“Kim de O’na bir mü’min olarak sâlih amel işlemiş olduğu halde varırsa, işte onlara en yüksek dereceler var. Adn cennetleri vardır ki, (ağaçları) altından nehirler akar, orada ebedî kalacaklar. İşte böyle cennetlerde ebedî kalış, küfür ve isyandan temizlenenlerin
786] Hasan Eker, A.g.e. s. 90
787] 15/Hıcr, 45-48
788] 70/Meâric, 23-29, 33
789] 13/Ra'd, 20-23
790] 46/Ahkaf, 15-16
791] 66/Tahrim, 8
792] 2/Bakara, 154
793] 50/Kaf, 31-34
794] 10/Yûnus, 9-10
CENNET
- 181 -
mükâfatıdır.” 795
Kur’ân-ı Kerim’de, cennet hayatı ve cennetlikler hakkında çok sayıda âyet vardır.
İmran b. Husayn’dan (r.a.) rivâyete göre Hz. Peygamber (s.a.s.) cennet ehlinin çoğunun fakirler olduğunu ifade buyurmuşlardır.796 Hadis yorumcuları bunu şöyle açıklarlar: Birçok kötülüğü insana para işletir. Çoğu insan para ve mal yüzünden azar. Onun için veya maldan mahrum fakirler çoğunluğu oluşturduğundan, bunların cennet ehlinin çoğunluğunu teşkil etmesi de olağandır.
Cennete ilk giren bir cemaatin yüzleri ayın on dördüncü gecesindeki gibi berraktır. Onlardan sonra girenler de en keskin ışık yayan yıldızlar gibidir. Hz. Muhammed ümmetinden yetmiş bin kişi hesap ve azap görmeksizin ilk olarak cennete girecektir. 797
Hadislerden öğrendiğimize göre cennete en son girecek kimseye, bu dünyanın iki misli (diğer rivâyette on misli) kadar cennet verilecektir.798 Çeşitli rivâyetlerle sâbittir ki, son sözü kelime-i tevhid olan kimsenin mükâfatı cennettir.799 Bu durumu hadisçiler şöyle yorumlarlar: Sadece “Lâ ilâhe illâllah” demekle, birinin müslümanlığına hükmedilmez; “Muhammedün Rasûlullah” sözünü de eklemesi gerekir. Hatta İslâm dininden başka bütün dinlerden uzak olması icap eder. Bu inançta olan kimse, ehl-i kebâir (büyük günah işleyen) de olsa, günahı kadar cehennemde ceza gördükten sonra cennete girecektir. Nitekim Muaz b. Cebel’in (r.a.) Hz. Peygamber’den rivâyet ettiği şu hadis meseleyi açıklığa kavuşturur: “Hiçbir kimse yoktur ki, kalben tasdik ederek Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)’in, Allah’ın kulu ve rasûlü olduğuna şehâdet etsin de, Allah ona cehennemi haram etmiş olmasın.” 800
Cennet hayatı ve cennet nimetleriyle ilgili çok sayıda hadis-i şerif vardır.
“Lâ ilâhe illâllah Muhammeddün Rasûlullah” diyen ve bunun gereğince iman edip sâlih amel işleyen her insan Allah’ın izniyle mutlaka cennete girecektir. Cennetlikler, hastalık, sakatlık, ihtiyarlık, huysuzluk vs. hallerden uzak olarak yaşayacaklardır.
Modern hayatın içinde bunalmış, özlediği hayatı sadece düşünüp, hayallerinde yaşayabilen bir insanlık var. Modern hayat huzur ve mutluluk vaad etmişti. Ama vermediği gibi huzursuzluğu arttırdı. Bugün insanlık acılar içinde kıvranmaktadır. Beton binalar arasında sıkışmış, gürültülü şehir yaşamının ve hayatın yoğunluğunun ortaya çıkardığı stresin, kirli havayı teneffüs etmenin getirdiği birtakım biyolojik rahatsızlıklar, Allah korkusundan uzak yaşayan insanların sahtekârlıkları, çevirdikleri entrikalar ve işledikleri zulümler hayatı cehenneme çevirdi. Tabiattan ve tabiatından bu kadar uzaklaşan insan sanal/yapay şeylerle kendisini avutuyor. Evindeki akvaryumuyla, birkaç saksısıyla, kafesteki kuşuyla ve vazolara koyduğu birkaç plastik veya gerçek çiçekleriyle kendine yapay bir
795] 20/Tâhâ, 75-76
796] S. Buhârî, Tecrid-i Sarih Tercümesi, c. 9, s. 40
797] S. Buhârî, Tecrid, c. 4, s. 41-43
798] S. Buhârî, Tecrid, c. 2, s. 845
799] S. Buhârî, Tecrid, c. 4,s. 264-275
800] S. Buhârî, Tecrid, c. 4, s. 271
- 182 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tabiat oluşturmaya çalışıyor. Sinema ve film dünyası yeterli gelmedi; bilgisayar oyunları ve stimülasyonlarla her şey sanallaştı, oyunlaştı. Fakat bütün bunlar, insanın streslerini atmaya, huzurlu olmasına yetmiyor. Artık hafta sonları bir su başında, birkaç ağacın dibinde geçirilen piknik saatleri de tatmin etmemeye başladı. Tabii ardından geriye özlem, yani nostaljik duygular kendini gösterip insanı avutma ve oyalama görevini üstlendi.
Günümüz insanı, bilim-teknoloji derken, bunları putlaştırdı. Ancak Allah’ın huzurunda elde edilebilen “huzur”u teknolojinin sağlayacağı ümidiyle yıllarca koştu. Yolun sonlarına doğru gelmesine rağmen baktı ki ortalarda cennet olmadığı gibi yaşam eskisinden de kötü oldu. İşte bu insanlardan bazıları “acaba cennet geçtiğimiz yollarda idi de biz mi göremedik? Dönüp bir daha bakalım!” dediler. Kısacası nostalji; cenneti dünyada aramanın şaşkınlığıdır. Fakat insanlar kusura bakmasınlar, cenneti dünyada asla bulamayacaklar. Çünkü dünyada cennet yok; Cennet, ölüm ötesi dünyaya ait bir yerdir.
Cennetle ilgili birçok âyetlerde “altından ırmaklar akan cennetler” ifadeleri geçer. Bugün özellikle zengin insanların yaptırdıkları veya satın aldıkları villaların denize nâzır olanlarının ne kadar pahalı ve değerli olduğunu biliyoruz. Niye değerli? Çünkü balkonuna çıkıp oturduğunuz zaman karşınız deniz. Bakanlara serinlik ve ferahlık veriyor. “Defterleri sağdan verilenler, ne mutlu o sağ ehline! Yüklü dalları bükülmüş kiraz (ağaçları), üst üste dizili meyveleri sarkmış muz ağaçları, yayılıp uzanmış gölgeler, çağlayarak akan su kenarlarında, bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasındadırlar.”801 Ne kadar güzel bir tatil yeri! Tatil yapanların oradan hiç ayrılmak istemeyecekleri bir yer. Dünyadaki hemen tüm tatil köyleri ve dinlenme kampları genellikle bir su kenarında ve yeşil bir ortamda tesis edilmişlerdir. Allah da buralara uygun ifadelerle cenneti tasvir etmiş. Fakat oradaki tatil yerleri hem ebedî, hem hakiki, hem de insanların akıllarına bile getiremedikleri nimetlerle dolu.
Cehennem Korkusu - Cennet Ümidi (Allah ile İlişkilerimizde Denge)
Kur’an insanlara öğüt verirken onların duygularını dengede tutmaya çalışır. O mü’minlerle kâfirleri, cennetle cehennemi, iyi davranışlarla kötü davranışları, amel defterlerini/karnelerini sağdan alanlarla soldan alanları peş peşe anlatır. Ne aşırı şekilde tek taraflı ümitlenmek, ne de tek taraflı korkmak, ikisi de hoş olmayan sonuçlara götürür. İnsan, aşırı şekilde sadece ümitlenirse lâubali, şımarık olur. Ve bu hal Allah’la ilişkilerinde de görülür. Kulluğu hafife alır, ciddiyetini kaybeder. Bu durum şeytanın insanı Allah ile aldatmasına yol açar. Kur’an’da şeytanın insanı Allah ile aldatmasına dair birçok âyet vardır. Bunlardan biri şudur: “Allah’ın affına güvendirerek şeytan sizi aldatmasın.”802 İnsan bazen günah dolu bir hayat içerisinde yaşarken biri kendisini Allah’tan korkmaya davet edip günahlardan alıkoymaya çalıştığında, hemen Allah’ın çok merhametli ve affedici olduğunu söyleyerek o günahı işlemeye devam eder. Bu, Allah’ı yanlış tanımadır.
Şüphesiz Allah’ın affedici ve çok merhametli olması, hiçbir zaman insanın O’na isyan etmesini, günah işlemesini gerektirmez. İnsanın aşırı şekilde, tek taraflı korkuya kapılması, bu defa insanı ümitsizliğe sevk eder. Ümitsiz yaşamak
801] 56/Vâkıa, 27-33
802] 35/Fâtır, 5
CENNET
- 183 -
insanda karamsarlık ve hayata karşı duyarsızlık oluşturur.803 “Onlar Rablerine, azabından korkarak ve rahmetinden ümitvar olarak dua ederler.”804 “Gerçekten onlar hayır işlere koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi ve bize derin saygı gösterirlerdi.” 805 “O’na korkarak ve umarak dua ediniz.” 806
Yalnız dünya için çalışanlar, çalıştıklarının karşılığını bu dünyada alırlar. Âhiret yurduna hazırlık yapanlar ise hem bu dünyada hem de âhirette karşılığını en güzel şekilde alırlar. Kâfire âhirette yakıtı insan ve taş olan cehennem gösterilirken, mü’mine ise köşklerin, suların, çiçeklerin en güzel ve tertemiz eşlerin olduğu cennet vaad ediliyor.
Bu dünyada insanlardan bir kısmı bir villaya, arabaya ve güzel bir kadına sahip olmak için kendilerini her türlü tehlikenin içine atabiliyor. Hâlbuki bu dünyanın çiçekleri soluyor, sevgililer önce soluyor, sonra ölüyor. Tüm doğanlar ölüyor, yapılanlar yıkılıyor. Gençliğini harcayarak birçok şeye sahip oluyor; tam yaşayacağım dediği anda doktoru ona tuzu-yağı-tatlıyı yasaklıyor ve eşine karşı da iktidarsızlık dönemi başlıyor. Mü’minler kendilerini âhirete göre ayarlarlar. Allah, onlara bu dünyayı da verir. Ama geçici olan bu dünya nimetleri cennette solmadan devam eder.
Geldiğimiz yere dönüyoruz. Yemyeşil bir ülkeden geldik. Yeşillikler üzerindeki fıskiyelerin etrafında yeşil yastıklar, nefis işlemeli döşekler üzerine yaslanmış, sevgililerinden başkasına bakmayan, kendilerine insan ve cin eli değmeyen sevgililerin bulunduğu ülkeden geldik. Bir tanesinin kokusu yeryüzünü dolduracak, parlaklığı güneş ve ayın ışığını solduracak derecede güzel, yakut ve mercan gibi, her an bekâreti yeniden verilen, altın bilezik, yeşil ipekli elbise ve incilerle süslenmiş tomurcuk memeli sevgililerle bezenmiş bir ülkeden geldik. Altından sular akan kat kat köşkler, binası altın ve gümüşten, harcı miskten meydana gelen güzel meskenler, gümüş kaplar, billur kupalar, altın tepsiler ve kadehlerde canların çektiği gözlerin hoşlandığı herşeyin bulunduğu, istenilen et ve meyvelerin bol olduğu, ölümün uğramadığı, gençlik ve güzelliğin solmadığı, sonu misk kokan, mühürlü hâlis şarabın içildiği, yandıran güneş, donduran soğuğun bilinmediği bir ülkeden indik.
Kin ve yalanın bilinmediği, hiç bir günahın işlenmediği, cinsî iktidarsızlığın ve yorulmanın olmadığı, yenen ve içilenlerin ter halinde çıktığı ve güzel kokular saçtığı bir ülkeden Hz. Adem’le - Hz. Havva vâlidemizle bu imtihan dünyasına indik, eski ve ebedî yurdumuza, ana vatanımıza, baba ocağımıza tekrar dönmek üzere. Cenneti yaratan ve bizi sınav için bu dünyaya indiren Rabbimiz “Rabbinizden olan rahmet ve cennete doğru koşunuz.”807 “İyi şeyler için yarışanlar bunun için yarışsınlar.” 808 emriyle kıyamete kadar gelecek insanları uzun bir yarışa başlattı ki, varış noktası dünyada devlet, âhirette cennet. Ödül ise cennet nimetleri ve cemâlullah.
Dışını halk, içini Hak için süsleyen muttaki insanlara hazırlanan bu güzellikler
803] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, Akçağ Y., c. 5, s. 72
804] 32/Secde, 16
805] 21/Enbiyâ, 90
806] 7/A'râf, 56
807] 3/Âl-i İmran, 133
808] 83/Mutaffifin, 26
- 184 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yurduna ancak temiz insanlar layık olduğundan bu dünyadan kalbimizi ve kalıbımızı kirlendirmemeye, kirlenen yerlerimizi de temizlemeye çalışmak bizim görevlerimiz arasındadır. Bu dış ve iç temizlik, bazen gözyaşı, bazen alın teri, bazen mürekkep, bazen kanla yapılır. Cennete doğru koşan, bu dünyada terleyecek, tökezleyip günah bataklığına düşerse tekrar kalkıp koşacak, kirlerini gözyaşıyla yıkayıp pişmanlık ateşiyle yakacak. Dünyada pişmanlık ve tevbe ateşiyle günahlarından temizlenmeyen mü’minleri Allah lutfedip affetmezse cehennem ateşiyle temizleyecektir. “Gelin bugün yanalım, yarın yanmamak için!” 809
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: Allah’ın Rasûlü (s.a.s.) ile beraberdim. Ensar’dan bir sahabi geldi ve Rasûlullah’a selâm verdi. Sonra da sordu: “Yâ Rasûlallah! Mü’minlerin en üstünü hangisidir?” “Onların ahlâkı en güzel olanıdır.” “Yâ Rasûlallah! Mü’minlerin en zekisi hangisidir?” “Onların ölümü en çok hatırlayanı, ölümden sonrası için en güzel bir şekilde âhiret hazırlığı yapanıdır. İşte onlar, en zeki mü’minlerdir.” 810
Cennet Ucuz Değil!
Cennet insanın hayallerine dahi sığmayacak güzellikte yaratılmış. Fakat nefse ağır gelen, nefsini terbiye edememiş, ona esir olmuş insanlara çok zor gelen işlerle kuşatılmıştır. Her nimetin bir külfeti vardır. Külfet nimetin önemine göre değişir. Cennetin etrafını kuşatmış bu zor ve sıkıntılı engelleri aşmak için her şeyden önce kuvvetli bir iman ve bununla birlikte ileri derecede bir sabır gücü olması lâzım.
Cehennemse nefse hoş gelen, insanı cezbeden işlerle kuşatılmıştır. Bütün bu işlere bir ömür boyu direnmek, karşı koymak da çok güçlü bir maneviyatı gerekli kılıyor. Öyle ya insanlar haram-helal, iyi-kötü demeden her türlü lezzeti yaşamaya koyulacaklar, siz de bunları göreceksiniz ve yapmayacaksınız! “Ben sabredersem Rabbim bana cennette daha güzellerini, hem de ebedî olarak verecek” diyeceksiniz. Bu, cennete ne kadar iman ettiğine ve dünya hayatına ne kadar değer verdiğine bağlı bir şey. Hayata damgasını vurmuş büyük insanlara bakın. Hiç birisinin dünyaya gerektiğinden fazla değer verdiklerini göremeyeceksiniz.
Ama bunun yanında bir de hayatı son derece maddîleşmiş, ölmeyecekmiş gibi yaşayan, eğlenmek, yemek, içmek, giyinmekten başka bir derdi olmayan, ne dünün eyvahını, ne de yarının kaygısını çekmeyen insanlara bakalım; insana ait tüm yüce değerlerden yoksun iki ayaklı hayvanlar gibi (hatta daha da aşağı) bir vaziyette ömür tüketiyorlar. Bunlar zevkleri için yaşamaya çalışıyorlar. Basit, geçici, bir müddet sonra insana bıkkınlık veren zevkleri, âhiret zevklerine değişiyorlar. Tabii bunlara âhiretten söylenecek şey şu olabilir: “İnkâr edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara: ‘Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi (bütün zevklerinizi) harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Ama bugün, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azap göreceksiniz’ denir.” 811
Dünya hayatında basit bir eve talip oluyorsunuz. Birkaç yıl “taksitlerini
809] Seyyid Kutub, Fi Zılali'l-Kur'an, Hikmet Y., c. 1, s. 452
810] İbn Mâce Hadis no: 4259
811] 46/Ahkaf, 20
CENNET
- 185 -
ödeyeceğim” diye boğazınıza kadar her şeyinizden kısıyorsunuz. Yine aynı şekilde evlenmek için bir kıza talip olduğunuzda bir sürü masraf ve sıkıntıya giriyorsunuz. Dünyada bir eve ve bir kıza talip olmak bir sürü maddî ve manevî sıkıntılara girmeyi gerektiriyor da bir cennet köşkü ile hurilere talip olmak niye bazı sıkıntılara girmeyi gerektirmesin? Üniversite mezunu nice insanın branşlarıyla ilgili bir meslek bulamadıkları ve pek de işe yaramayan fakülte diploması için bunca zahmet boşuna imiş dedikleri bir ortamda, yine de bir yüksek okula girebilmek için her yıl milyonu geçen sayıda insanın nasıl sınavlara hazırlandığını biliyoruz. En azından bu kadar olsun çalışmaların, dökülen terlerin ve çekilen sıkıntıların cennet için de olması gerekmez mi?
“Yoksa siz, sizden öncekilerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Onlara öyle darlık, zorluk, sıkıntı geldi ve sarsıntıya uğradılar ki Peygamber ve onunla beraber mü’minler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Gözünüzü açın! Allah’ın yardımı şüphesiz pek yakındır.”812 Rivâyete göre bu âyet, Uhud veya Hendek savaşı esnasında nâzil olmuştu. Mü’minler öyle daralmışlardı ki, âdeta ölüp ölüp diriliyorlardı. Sahâbelerden bazıları oldukça tedirgin, “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” demeye başlamışlardı. İşte Cenâb-ı Hak yukarıdaki âyeti vahyederek âdeta “siz yoksa cenneti ucuz mu zannetmiştiniz?” buyuruyor. Allah’ın en sâlih kulları en çok musibetlere uğratılanlar olduğuna göre, bize ne oluyor da cenneti ucuza kapatmaya çalışıyoruz? 813
Yukarıdaki âyetin takdiri şudur: “Ey mü’minler, sizler Allah’ın sizi kullukla mükellef tuttuğu her şey ile ibâdet etmediğiniz, sizi imtihan ettiği şeylere sabretmediğiniz, kâfirlerin eziyetine, fakirlik ve yoksulluğa, geçim sıkıntısı ve darlıklarına katlanmadığınız, düşmanla savaşın dehşet ve korkunç hallerine göğüs germediğiniz müddetçe, sırf bana iman edip, peygamberimi tasdik etmek sûretiyle cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Bütün bunlar, sizden önceki mü’minlerin başına gelmiştir.” 814
Âyet, cennete girmeye hazırlanmak için, ezelden beri gelen Allah’ın kanununa yöneltiyor. Cennet ehli olmak için inanç sahiplerinin, inançlarını müdâfaa etmeleri; o yolda zorluğa, eziyete, şiddete ve ıstıraba katlanmaları; zafer ve mağlubiyet arasında gidip gelerek itikadları üzerine sabit kalmaları; hiçbir şiddetin onları dağıtmaması; hiçbir kuvvetin onları korkutmaması; mihnet ve fitne balyozları altında gevşememeleri ve zafere hak kazanmaları için Allah onlara yön veriyor. Zira o günde, Allah’ın dininin muhafızı onlardır. Kendilerine emanet edilen şeyleri beklemektedirler. O, emaneti korumaya ve müdâfaaya hazırdırlar. Bu yüzden de emanete müstahak olmuşlardır. Çünkü onların ruhları korkudan kurtulmuştur. Dünya hayatının hırsından, yükünden, boşluğundan kurtulmuştur... O anda ruhları, olduğu âlemden cennete daha yakındır... Çamurlar âleminden çok yücelerdedirler...
İşte mü’minler, cihad ve imtihandan, sabır ve sebattan, sadece Allah’a sığınıp O’nu düşündükten, Allah’tan başka her şeyi ve herkesi ikinci plana attıktan sonra cenneti hak ederler. Yol budur: İman ve cihad; mihnet ve bela; sabır ve sebat; sadece Allah’a yöneliş... Yardım bundan sonra geliyor. Cennet nimetleri
812] 2/Bakara, 214
813] Hasan Eker, A.g.e. s. 90
814] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, Akçağ Y., c. 5, s. 72
- 186 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de bundan sonra geliyor... 815
“Sizden önceki ümmetler, çeşitli belâlarla azap olunmuşlardı. Ama bu, onları dinlerinden çevirmemişti. Öyle ki adamın başının ortasından testereyle kesilir, böylece iki parçaya ayrılır; yine adamın etleri ve sinirleri demir taraklarla kemiklerinden ayrılır, ama bu onu dininden çeviremezdi. Allah’a yemin ederim ki, bu iş, mutlaka kemale erecektir. Öyle ki, kervancı Sana ile Hadramut arasında seyahat ederken ancak Allah’tan ve koyunlarına karşı kurttan korkacaktır; başka hiç kimseden korkmayacaktır. Ne var ki sizler, acele ediyorsunuz.” 816
Ebu Hureyre (r.a.) rivâyet ediyor. Rasûlüllah (s.a.s.): “İmtinâ edip kaçınanlar hâriç, bütün ümmetim cennete girecektir.” ‘Kim cennete girmekten kaçınıp ayak diretir?’ dediler. “Kim bana itaat ederse cennete girer, kim âsi olup itaat etmezse o kaçınmış olur demektir!” buyurdular. 817
“Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun (onun için yarışın!)” 818
“Yaptıklarına karşılık olarak onlar için nice sevindirici ve göz aydınlatıcı nimetler saklandığını hiç kimse bilemez.” 819
“Ey mutmain ruh! Rabbini râzı etmiş ve râzı edilmiş/hoşnut olmuş olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına kavuş ve gir cennetime!” 820
815] Seyyid Kutub, Fi Zılali'l-Kur'an, Hikmet Y., c. 1, s. 452
816] Buhârî, İkrah 1
817] Buhârî, İ'tisam 2
818] 3/Âl-i İmran, 133
819] 32/Secde, 17
820] 90/Beled, 27-30
CENNET
- 187 -
Cennet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Cennet Kelimesi ve Çoğulunun Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 147 Yerde): 2/Bakara, 25, 35, 82, 111, 214, 221, 265, 266; 3/Âl-i İmrân, 15, 133, 136, 142, 185, 195, 198; 4/Nisâ, 13, 57, 122, 124; 5/Mâide, 12, 65, 72, 85, 119; 6/En’âm, 99, 141; 7/A’râf, 19, 22, 27, 40, 42, 43, 44, 46, 49, 50; 9/Tevbe, 21, 72, 72, 89, 100, 111; 10/Yûnus, 9, 26; 11/Hûd, 23, 108; 13/Ra’d, 4, 23, 35; 14/İbrâhim, 23; 15/Hıcr, 45; 16/Nahl, 31, 32; 17/İsrâ, 91; 18/Kehf, 31, 32, 33, 35, 39, 40, 107; 19/Meryem, 60, 61, 63; 20/Tâhâ, 76, 117, 121; 22/Hacc, 14, 23, 56; 23/Mü’minûn, 19; 25/Furkan, 8, 10, 15, 24; 26/Şuarâ, 57, 85, 90, 134, 147; 29/Ankebût, 58; 31/Lokman, 8; 32/Secde, 19; 34/Sebe’, 15, 16, 16; 35/Fâtır, 33; 36/Yâsin, 26, 34, 55; 37/Sâffât, 43; 38/Sâd, 50; 39/Zümer, 73, 74; 40/Mü’min, 8, 40; 41/Fussılet, 30; 42/Şûrâ, 7, 22, 72; 44/Duhân, 25, 52; 46/Ahkaf, 14, 16; 47/Muhammed, 6, 12, 15; 48/Fetih, 5, 17; 50/Kaf, 9, 31; 51/Zâriyât, 15; 52/Tûr, 17; 53/Necm, 15; 54/Kamer, 54; 55/Rahmân, 46, 54, 62; 56/Vâkıa, 12, 89; 57/Hadîd, 12, 21; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 20, 20; 61/Saff, 12, 12; 64/Teğâbün, 9; 65/Talâk, 11; 66/Tahrîm, 8, 11; 68/Kalem, 17, 34; 69/Haakka, 22; 70/Meâric, 35, 38; 71/Nûh, 12; 74/Müddessir, 40; 76/İnsan, 12; 78/Nebe’, 16; 79/Nâziât, 41; 81/Tekvîr, 13; 85/Bürûc, 11; 88/Ğâşiye, 10; 89/Fecr, 30; 98/Beyyine, 8.
Mutluluklarla Dolu Cennet(ler) Anlamına Gelen “Cennetu’n-Neıym” Kavramının Geçtiği Âyetler (Toplam 13 Yerde): 10/Yûnus, 9; 22/Hacc, 56; 26/Şuarâ, 85; 31/Lokman, 8; 37/Sâffât, 43; 52/Tûr, 17; 56/Vâkıa, 12,89; 68/Kalem, 34; 70/Meâric, 38; 82/İnfitâr, 13; 83/Mutaffifîn, 22.
İkamet Edilen (Güzel) Yer Anlamındaki “Adn Cenneti” Kavramının Geçtiği Âyetler (Toplam 11 Yerde): 9/Tevbe, 72; 13/Ra’d, 23; 16/Nahl, 31; 18/Kehf, 31; 19/Meryem, 61; 20/Tâhâ, 76; 35/Fâtır, 33; 38/Sâd, 50; 40/Mü’min, 8; 61/Saff, 12; 98/Beyyine, 8.
Üzüm ve Benzeri Nimetler Bulunan Bağ-Bahçe Anlamına Gelen “Firdevs” Cennetinin Geçtiği Âyetler (Toplam 2 Yerde): 18/Kehf, 107; 23/Mü’minûn, 11.
“Cennetü’l-Me’vâ” İfâdesinin Geçtiği Âyet (1 Yerde): 32/Secde, 19.
İyilik/Güzellik Cenneti Anlamında “Hünsâ” Kelimesinin Geçtiği Âyet (1 Yerde): 10/Yûnus, 26.
Cennetin Adı veya Tabakası Olarak Zikredilen ve Esenlik Yurdu Anlamına Gelen “Dâru’s-Selâm” İfâdesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 2 Yerde): 6/En’âm, 127; 10/Yûnus, 25.
Asıl Durulacak Yer, Ebedî İkamet Edilecek Yurt Mânâsına Gelen “Dârul’l-Mukame” Terkibinin Geçtiği Âyet (1 Yerde): 35/Fâtır, 35.
Cennet ve Cennetlikler Konusundaki Âyet-i Kerimeler: Bakara, 25, 82; 214, 221; Âl-i İmran, 15, 133, 136, 185; 195, 198; Nisa, 13, 57, 122, 124; Maide, 12, 72, 119; A’raf, 40, 42, 44, 46-47; Tevbe, 21-22, 72, 89, 100; Yunus, 9, 10, 26; Hud, 23, 108; Ra’d, 23-24, 35; İbrahim, 23; Hıcr, 45, 48; Nahl, 31-32; Kehf, 31, 107-108, Meryem, 60, 63; Tâhâ, 76; Enbiya, 102-103; Hacc, 14, 23; Mü’minun, 11; Furkan, 16, 75-76; Şuara, 90; Kasas, 61; Ankebut, 58; Lokman, 8-9; Secde, 19; Sebe’, 1; Fâtır, 33, 35; Yasin, 55, 58; Saffat, 41, 49, 61; Sad, 50, 54; Zümer, 21, 74-75; Mü’min, 40; Zuhruf, 70, 73; Duhan, 52, 57; Ahkaf, 14; Muhammed, 6, 12, 15; Feth, 5; Kaf, 31, 34-35; Zariyat, 15; Tur, 17, 20, 22, 28; Rahman, 46, 48, 50, 52, 54, 56, 58, 62, 64, 66, 68, 70, 72, 74; Vakıa, 15, 23, 25, 26, 40, 88, 91, 95; Hadid, 10, 12; Mücadele, 22; Teğabün, 9; Talak, 11; Tahrim, 8; Kalem, 34; Hakka, 22, 24; Mearic, 25; Müddessir, 39-40; İnsan, 5-6, 12, 22; Mürselat, 41, 44; Nebe’, 32, 35; Tekvir, 13; Büruc, 11; Ğaşiye, 10, 16; Beyyine, 8.
Cennetlikler Hakkındaki Âyet-i Kerimeler
Cennet, Takvâ Sahipleri İçin Hazırlanmıştır: Âl-i İmran, 133; Ra’d, 35; Nahl, 31; Meryem, 63; Kaf, 32-35; Rahman, 46.
Cennet, İman Eden ve Güzel Amel İşleyenler İçindir: Nisa, 57; Yunus, 9; Vakıa, 24; Hadid, 21.
Cennette Mü’minlerin Sözleri: Yunus, 10; İbrahim, 23; Hacc, 24; Fâtır, 34-35; Saffat, 50-54; Zümer, 74; Tur, 25-28.
Cennetliklerin Cehennemliklerle Konuşmaları: A’raf, 44, 50-51; Saffat, 50-59; Müddessir, 39-48.
Cennette Mü’minle Akrabasıyla Beraber Bulunurlar: Ra’d, 23-24.
Mü’minler Cennette Boş Laf ve Kötü Söz İşitmezler: Vakıa, 25-26; Nebe’, 35; Ğaşiye, 11.
Cennette Mü’minlerin Yaşı: Vakıa, 35-37.
Cennetlik Mü’minlerin Özellikleri: İnsan, 5-12.
Dünyada Kâfirler, Mü’minlerle Alay Ederlerdi; Mü’minler de Cennette Kâfirlere Gülecekler: Mutaffifin, 29-36.
Cenneti Kazanmak İçin Kulluk ve Dua: Tevbe, 111, Şuara, 85.
Cennetler ve Cennetin Özellikleri Hakkındaki Âyet-i Kerimeler
- 188 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Altlarından Irmaklar Akan Cennetler: Bakara, 25; Âl-i İmran, 15, 136; Nisa, 57; Tevbe, 71; İbrahim, 23; Nahl, 31; Kehf, 31; Tâhâ, 76; Hacc, 23; Hadid, 12; Mücadele, 22; Saf, 12; Teğabün, 9; Talak, 11; Tahrim, 8; Büruc, 11; Beyyine, 8.
Adn Cennetleri: Tevbe, 72; Ra’d, 23; Nahl, 31; Kehf, 31; Meryem, 62; Tâhâ, 76; Fatır, 33; Sad, 50; Mü’min, 8; Saf, 12; Beyyine, 8.
Firdevs Cennetleri: Kehf, 107; Mü’minun, 11.
Me’vâ Cennetleri: Secde, 19; Necm, 13-15.
Naıym Cennetleri: Saffat, 40-44; Vakıa, 12; İnfitar, 13.
Tevrat ve İncilde Cennet: Tevbe, 111.
Cennetin Genişliği: Hadid, 21.
Cennetin Özellikleri: Ra’d, 35; Rahman, 62, 64.
Cennetle Cehennem Karşılaştırması: Furkan, 15-16; Fâtır, 21.
Cennetteki Nimetler Hakkındaki Âyet-i Kerimeler
Cennet Nimetleri: Bakara, 25; Yunus, 9; Kehf, 31; Meryem, 61-62; Hacc, 23; Fâtır, 33; Yasin, 55-58; Saffat, 40-49, 60-62; Sad, 51-55; Zuhruf, 70-73; Duhan, 51-57; Muhammed, 15; Tur, 21-24; Rahman, 46-78; Vakıa, 15-40; Hakka, 23; İnsan, 5-6, 12-22; Nebe’, 32-36; Mutaffifin, 22-28; Ğaşiye, 12-16.
Cennetin Nimetleri, Dünya Nimetlerinden Hayırlıdır: Âl-i İmran, 14-15; Nahl, 30.
Cennet Süsü: Kehf, 31; Hacc, 23; İnsan, 15-16, 21.
Cennet Zevceleri ve Huriler: Bakara, 25; Âl-i İmran, 15; Nisa, 57; Saffat, 48-49; Duhan, 54; Tur, 20; Rahman, 56-57, 70,72, 74, 76; Vakıa, 22-23, 35-38; Nebe’, 33.
Cennette Allah’ın Rızası: Âl-i İmran, 15; Tevbe, 72.
Cennet Şarabı: Saffat, 45-47; Tur, 23; Vakıa, 18-19; İnsan, 5-6, 15-18; Nebe’, 34; Mutaffifin, 25-28; Ğaşiye, 14.
Tesnim ve Selsebil Kaynağı: Rahman, 50; İnsan, 18; Mutaffifin, 27-28.
Maıyn Kaynağı: Vakıa, 18.
Kevser Irmağı: Kevser, 1.
Cennette Dört Irmak: Tevbe, 15.
Ru’yetullah (Allah’ın Görülmesi) Hakkındaki Âyet-i Kerimeler
Dünyada Gözler Allah’ı Göremez: En’am, 103.
Mü’minler, Allah’ı Cennette Göreceklerdir: Yunus, 26; Kıyame, 22-23; Mutaffifin, 15.
Cennet Konusuyla İlgili Kütüb-i Sitte Hadis Kaynakları
1. Cennetlikler ve Cehennemlikler: 14/ 446, 465.
2. Cennet ve cehennem ehlinin ayrılması yakındır 17/ 591.
3. Cennet ve Cehennem Konuşabilir mi? 14/ 466-467.
4. Cennet ve Cehennemin Sıfatları: 14/ 442-443.
5. Rasûlüllah’ın cennet tasviri: 17/ 611.
6. Cennet ağaçlarının gölgelerinin altından olması: 14/ 442-443.
7. Cennete asla giremeyecek kimse: 17/ 345.
8. Cennet ehlinin durumu: 14/ 429-430.
9. Cennet ehlinin efendileri: 17/ 558.
10. Cennete giremeyen üç sınıf insan: 16/ 348-349.
11. Cennete girenlerin çoğunluğu fakirlerdir: 7/ 449.
12. Cennete girmekten kaçınanlar: 13/ 76-77.
13. Cennet ehlinin vasıfları: 14/ 450-452.
14. Cennet ehlinin çoğunluğunun Hz. Muhammed Ümmetinden Olacağı: 13/ 74-75.
15. Cennet ehlinin yemeği: 17/ 417.
16. Cennete girecek insanların azlığı: 13/ 72.
17. Cennet halen mahluk ve mevcuttur: 12/ 546.
18. Cennet hangi maddeden inşa edildi? 14/ 421-423.
CENNET
- 189 -
19. Cennet hazinelerinden bir hazine: 17/ 499.
20. Cennetin çarşısı: 14/ 434.
21. Cennetin eşi yoktur: 17/ 611.
22. Cennetin evsafı: 14/ 419; 17/ 610.
23. Cennetin Genişliği: 14/ 426-427.
24. Cennetin iştiyak duyduğu üç kişi: 12/ 553.
25. Cennetin kapısı ilk olarak Peygamberimiz’e açılacaktır: 12/ 396.
26. Cennetin kapısı üzerinde yazılı olan şey: 17/ 292.
27. Cennetin kokusunu alamayan kadın: 17/ 228.
28. Cennetin kokusunu duyamayanlar: 17/325.
29. Cennetin kokusunun duyulma mesafesi: 17/ 228.
30. Cennet kılıçların gölgesi altındadır: 5/ 73.
31. Cennetin tasviri: 7/ 120-121.
32. Cennetin yiyecekleri dünyadakilere sadece ismen benzerler: 15/ 466.
33. Cennetlik erkeğin şehevi gücü daimidir: 17/ 612.
34. Cennetlikler: 14/ 446.
35. Cennetliklerin ibadeti bir vecibe değildir: 14/ 449.
36. Cennetliklerin vasıfları: 14/ 448-449.
37. Cennetlikler üç kısımdır: 16/ 406.
38. Cennette akşam ve sabah: 14/ 449.
39. Cennette bir karışlık yer: 17/610.
40. Cennette canın her çektiği, gözün her hoşlandığı verilecektir: 14/ 431-432
41. Cennette doğum yoktur: 14/ 451.
42. Cennette en az zevce sayısı: 17/ 612.
43. Cennette kaza-yı hacet: 14/ 449.
44. Cennette mertebesi en düşük olan kişinin nimetleri: 14/ 454.
45. Cennette mü’minin çok zevcesi olacaktır: 14/ 425-426.
46. Cennete müslümanların Allah’ı görmesi: 14/ 423-425.
47. Hesaba çekilmeden cennete girecek yetmiş bin kişi kimlerdir? 11/ 350.
48. Cennette Peygamber’e komşu olmanın yolu: 17/ 475.
49. Cennette Peygamber’le beraber olmanın şartı: 8/ 224.
50. Mertebece farklı olan dostlar, cennette nasıl beraber olurlar? 10/ 144-145.
51. Cennette sâlih kullar için hazırlanan nimetler: 14/ 419-421.
52. Cennette yüce mertebeler kazanmaya teşvik: 14/ 454-457.
53. Cennetteki dereceler: 14/ 427-428.
54. Cennetteki gurfelilerin durumu: 14/ 446-447.
55. Cennette mertebelerin mesafesi: 4/ 287-288.
56. Cennetteki yasak ağaç ne idi? 14/ 226.
57. Cennetten olan şeyler: 17/ 443.
58. Firdevs cennetleri: 14/ 422-423.
59. İnsanları en çok cennete ulaştıran iki haslet: 16/ 329.
60. Kimse hakkında cennetliktir veya cehennemliktir diye kesin hüküm vermekten kaçınmak: 11/ 539- 540.
61. Rasûlullah (s.a.v.)’in cenneti müjdelemesi: 12/ 253.
62. Ümmet-i Muhammed’den yetmiş bin kişinin cennete hesapsız konulacağı: 13/ 73.
63. Yeryüzünde insanların zevk aldıkları toplantılar cennette de vardır: 14/ 433-434.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Cennet ve Cennetlikler, Veysel Özcan, Mirfak Y.
2. Cennet Yolları, Mehmet Zahit Kotku, Seha Neşriyat
3. Cennet Yolu, Sâlih Suruç, Nesil Basım Yayın
- 190 -
KUR’AN KAVRAMLARI
4. Cennet Nerede? Vehbi Karakaş, Cihan Y.
5. Cennet Nimetleri, Abdullatif Ahmet Aşur, Uysal Kitabevi
6. Cennete Çağrı, Sevim Asımgil, Timaş Y.
7. Cennetin Tasviri, İbn Kayyim el-Cevziyye, Uysal Kitabevi
8. Cennet, Hârun Yahya, Vural Y.
9. Cennet ve Cehennem’in Sonsuzluğu, Ahmet Çelik, Ekev Y.
10. Cennet Hurileri, İbn Kayyım el-Cevziyye, Davetu’lHak Y.
11. Kur’an’da Metafizik Bir Âlem Cennet, Ömer Kara, Rağbet Y.
12. İlâhî Dinlerde Cennet İnancı, Mukayeseli Bir Araştırma, Osman Cilacı, Beyan Y.
13. Ölüm Sonrası Cennet ve Cehennem, Selim Al, Furkan Dergisi Y.
14. Âyetlerle Ölüm ve Diriliş, Said Köşk, Anahtar Y.
15. Ölüm ve Ölümden Sonraki Hayat, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
16. Ölüm ve Ötesi, Heyet, Sağlam Y.
17. Ölüm Ötesi Hayat, Abdülhay Nasih, Nil A.Ş. Y.
18. Ölüm ve Ötesi, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
19. Ölüm ve Sonrası, İmam Gazali, Vural Y.
20. Ölümden Sonra Diriliş, Subhi Sâlih, Kayıhan Y.
21. Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman Toprak, Esra Y.
22. Dünya Ötesi Yolculuk, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
23. Dünya ve Âhiret Hayatı, Muhammed İhsan Oğuz, Oğuz Y.
24. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c1, s. 239-242
25. Mefatihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s.163-164, 167-172, c. 5, s.70- 77
26. Hadislerle Kur’ân-ıKerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2 s. 228-231
27. Fi Zılali’l Kur’an, Seyyid Kutub, HikmetY. c. 1, s. 99-100
28. Kur’ân-ıKerim ŞifaTefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 109-111
29. Bakara Sûresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 158-160
30. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 300-302
31. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 7, s. 374-386
32. İslâmi Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 78-80
33. Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 151-159
34. İnanç ve Amelde Kur’ani Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 197-199
35. Kur’ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 41-42
36. İlmihal 1, İman ve İbadetler, İsam Y. s. 131-132
37. İlmin Işığında İslâmiyet, Afif A. Tabbara, Kalem Y. s. 143-151
38. İslâm’da İnanç Esasları, B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, İFAV Y. 313-317
39. Âhiret Bilinci, Hüseyin Özhazar, Bengisu Y. s. 116-120
40. Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y. s. 75-93
41. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlurrahman, Fecr Y. s. 232-248
42. Kur’an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 317-318, 327-341
43. İslâm, Üçüncü Kitap, Said Havva, Petek Y. s. 279-296, 334-352
44. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. cilt 2, s. 339-344
CEHENNEM / NÂR
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
CEHENNEM / NÂR
• Nâr ve Cehennem Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’an’da Cehennem Tasviri
• Cehennemin 7 Kapısı ve Cehennem Tabakaları
• Psikolojik Cezalar
• Cehennem Ehli
• Kur’an’da Cehennem Tabloları
• Cehennemle İlgili Bazı Hadis-i Şerifler
• Konuyla İlgili Birkaç Uyarı
• Ve Cehennemin Düşündürdükleri
“Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır.” 528
Nâr ve Cehennem Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti
Nâr, ateş demektir. Gözle algılanan alevli ateş anlamına gelir. Kur’an’da 145 yerde geçer. Ateş, insan bedenine çok büyük acı ve ıstırap verdiği için âhirette kâfir, münâfık ve âsilerin cezası ateşle verilecektir. Cehennem, âhirette suçlulara ceza olarak tutuşturulan ateşin ismidir. Cehennemin en açık vasfı ateş olduğu için, bazen cehennem yerine ateş anlamına gelen “nâr” kullanılır.
Cehennem, azap yurdu olan ateşin özel ismidir. Arapça “cehmân” kelimesinden alınmış olup, bu da “cehm” den türetilmiştir. Cehm, sert ve çirkin olmak; cehmân, dibi görünmez derin kuyu demektir. “Kehennam” kelimesinden Arapçalaştırılmış, yabancı bir kelime olduğu da söylenmiştir.529 Kur’ân-ı Kerim’de cehennem kelimesi 77 yerde zikredilmekle birlikte; aynı anlamda kullanılan başka kelimeler de bulunmaktadır. Cehennem için Kur’an’da en çok “nâr (ateş) ismi kullanılır. Cehennemin diğer isimleri ise şunlardır: Harîk (yangın), hutame (ezip yok eden), saıyr (alevler), hâviye (uçurum, çukur), lezâ (hâlis ateş, bedenin iç organlarını söküp koparan), sekar (insanın derisini kavuran ateş), cahıym (yakıcı ateş), hamîm (kaynar su), semûm (sıcak rüzgâr), siccîn (hapishane, derin çukur), veyl (Vay haline!), ğayy (azıp sapmak).
İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, kâfir, münafık ve müşrikler cehennemde ebedî kalırlar. Tevbe etmeden günahkâr olarak ölen ve Allah’ın kendilerini affetmediği mü’minler ise, cehennemde ebedî kalmazlar. Kendilerine günahları kadar azâb edilir. Sonra oradan kurtulup Cennet’e girerler ve orada ebedî kalırlar.
528] 2/Bakara, 24
529] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 2, s. 64
- 146 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’da Cehennem Tasviri
Cehennem ve oradaki hayat, Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde tasvir edilir: Suçlular cehenneme vardıklarında, cehennem onlara büyük kıvılcımlar saçar,530 uzaktan gözüktüğünde onun kaynaması ve uğultusu işitilir.531 İnkârcılar için bir zindan olan cehennem,532 ateşten örtü ve yataklarıyla,533 cehennemlikleri her taraftan kuşatan,534 yüzleri dağlayan ve yakan,535 deriyi soyup kavuran,536 yüreklere çöken,537 kızgın ateş dolu bir çukurdur.538 Yakıtı insanlarla taşlar olan cehennem,539 kendisine atılanlardan bıkmayacaktır.540 İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serin ve hoş olmayan bir kara dumanın gölgesinde bulunacak cehennemliklerin541 derileri, her yanışında, azabı tatmaları için başka derilerle değiştirilecektir.542 Onların yiyeceği zakkum ağacı,543 içecekleri kaynar su ve irindir.544 Orada serinlik bulamadıkları gibi, içecek güzel bir şey de bulamayacaklardır.545
Allah’ı görmekten mahrum kalacak inkârcı kâfirlere546 Allah bağışlayıp rahmet etmeyecek,547 cehennem azâbı onları kuşatacaktır. Günahkâr mü’minler, cehennemde ebedî kalmayacaklar, Peygamberimiz’in hadislerinde de bildirildiği gibi, cezalarını çektikten sonra cennete konulacaklardır.548
Cehennemin Yedi Kapısı ve Cehennem Tabakaları
Kur’an’ı Kerim’de cehennem’in yedi kapısının olduğu belirtilmektedir. “Cehennemin yedi kapısı vardır. Onlardan her kapı için birer grup ayrılmıştır.” (15/Hıcr, 44) Bu âyet, iki şekilde tefsir edilmiştir: a- Cehenneme girecekler çok olduğu için yedi kapısı vardır. b- Cezalandırma, azgınlığın çeşit ve derecelerine göre olacağı için cehennem’in yedi tabakası vardır. Bu tabakalar şunlardır:
Cehennem: “Derin kuyu” demektir. Cehennem tabakalarına ait yedili tasnif sisteminde azabı en hafif olan en üst tabakadır. Sünnî âlimlere göre burası günahkâr mü’minlerin azap yeri olacak, bunların azabı sona erdikten sonra boş kalacaktır. Bu durumda cehennem, genel olarak âhiretteki azap yerinin bütününün; özel olarak da en üst tabakasının adı olmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de 77
530] 77/Mürselât, 32-33
531] 25/Furkan, 12
532] 17/İsrâ, 8
533] 7/A'râf, 40-41
534] 18/Kehf, 29
535] 14/İbrahim, 50; 23/Mü'minun, 104
536] 70/Meâric, 16
537] 104/Hümeze, 7
538] 101/Karia, 9-11
539] 66/Tahrim, 6; 2/Bakara, 24
540] 50/Kaf, 33
541] 56/Vâkıa, 42-44
542] 4/Nisâ, 56
543] 37/Saffat, 64-66
544] 56/Vâkıa, 53-55; 78/Nebe', 25
545] 78/Nebe', 24
546] 83/Mutaffifin, 15
547] 4/Nisâ, 137, 168
548] Buhâri, Rikak 51, Tevhid 19; Tirmizi, Birr 61; İbn Mâce, Mukaddime 9
CEHENNEM / NÂR
- 147 -
âyette geçmektedir.
Cahıym: “Kat kat yanan, alevi ve ısı derecesi yüksek ateş” anlamında olup 26 âyette ve bazı hadislerde geçer. Kur’an’da daha çok cehennem yerine, birkaç âyette de “tutuşturulan yakıcı ateş” anlamında kullanılmıştır.
Hâviye: “Yukarıdan aşağıya düşmek” anlamındaki hüviy kökünden isim olan hâviye, “uçurum, derin çukur” mânâsına gelir. Kur’an’da sadece bir yerde549 zikredilmiş ve âyetin devamında harareti yüksek ateş diye izah edilmiştir.
Hutame: “Kırmak, ufalayıp tahrip etmek” anlamındaki hatm kökünden olup, “Allah’ın yüreklere kadar tırmanan tutuşturulmuş ateşi” diye açıklanmıştır.550
Lezâ: “Hâlis ateş” anlamına gelen kelime Kur’an’da bir yerde geçmekte ve “bedenin iç organlarını söküp koparan” diye nitelendirilmektedir.551
Saıyr: “Tutuşturmak, alevlendirmek” anlamındaki sa’r kökünden sıfat olup, Kur’an’da 17 âyette yer alır. Kur’an’da çoğunlukla cehennemin bir adı olarak, bazen de “tutuşturulmuş, alevli ateş” mânâsında kullanılmıştır.
Sakar: “Şiddetli bir ısı ile yakıp kavurmak” anlamındaki sakr kökünden isimdir. Dört âyette cehennem kelimesi yerine kullanılmış, bunlardan bir âyette552 “yaktığı şeyi tüketircesine tahrip etmekle birlikte sönmeyip yakmaya devam eden ve insanın derisini kavuran” şeklinde nitelendirilmiştir.
Kur’an’da cehennem için kullanılan başka kelime ve terkipler de mevcuttur. Beş âyette “azâbü’l-harîk” (yakıcı, ateş, yangın azabı) cehennem için kullanılır. 12 Âyette geçen “hamîm” (kaynar su) cehennemdeki azap türlerinden biri olmak üzere, bunun, cehennemliklere içirileceği ve başlarından aşağı döküleceği beyan edilir. “Semûm”: Temas ettiği şeyi zehir gibi etkileyip dokularına işleyen sıcak rüzgâr anlamındadır. Cehennem azabının türlerinden olmak üzere iki âyette geçer. Hapishane, derin çukur anlamındaki “Siccîn” kelimesinin cehennemin veya oradaki vadilerden birinin adı olduğu kabul edilir. Azıp sapmak anlamındaki “ğayy” kelimesi ile, yazıklar olsun, vay haline! anlamındaki “veyl” kelimesinin cehennemdeki bir kuyu, dağ veya vadinin adı olduğu da belirtilir.
İslâm âlimleri, cehennemin yedi kapılı (yedi tabaka) oluşu üzerinde durmuşlardır. Ebussuud’a göre kapıların daha az veya daha çok değil de yedi oluşu, oraya girmeye sebep olan vasıtaların, yani beş duyu organıyla, şehvet ve gazap temayüllerinin toplam aynı sayıda olmasıyla ilgilidir. Elmalılı ise şöyle bir yorum yapmaktadır: İnsanın mükellefiyet organları beş duyu ile birlikte kalp ve tenasül uzvudur. Manevî anlamdaki kalp kapısı açık olursa kişi doğru yoldan yürüyerek cennete girer, aksi takdirde yedi organ, mükellefi yedi çeşit azaba sürükler. Nitekim cennet ehlinden söz eden âyetlerde onların kalplerinde kin ve kötülüğün bulunmadığı ifade edilir. 553
Hâviye, uçurum, derin çukur demektir. Hâviye adlı cehennemin derinliğini düşün! Dünyadaki şehvetlerin, nefsânî isteklerin derinliklerinin bir sonu olmadığı
549] 101/Karia, 9
550] 104/Hümeze, 4-7
551] 70/Meâric, 15-16
552] 74/Müddessir 28-29. âyetlerde
553] Elmalılı, a.g.e. Eser Y. c 5, s. 3066
- 148 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gibi, Hâviye’nin de derinliğinin sonu yoktur.
Nasslarda hâkim olan temaya göre insanla Allah arasındaki aslî münasebet, sevgi ve rahmete dayanır. Esmâ-i Hüsnâ içinde kâinata ve özellikle insana yönelik olanlardan sadece iki veya üçü kahır ve gazap ifade etmekte, diğerleri karşılıklı rıza ve muhabbet anlamını içermektedir. İslâm’da asıl olan kulun itaat etmesi, Allah’ın dünya ve âhirette mükâfatlandırmasıdır. Ceza, aslî unsur olmayıp kötülüklerin önlenmesi için bir tedbirdir. İnsandaki adalet duygusu ve müeyyide/yaptırım anlayışı, âhiret hayatındaki ceza ve mükâfatın varlığını gerekli kılar.
Allah ile kul arasındaki bağın ulûhiyet açısından rahmete, kulluk açısından tâzime dönüşen bir muhabbete dayanması esas alınmış olmakla birlikte eğitilmesi çok zor olan insanlar için azap, diğer dinlerde olduğu gibi İslâm’da da bir müeyyide olarak kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de cehennem azabı çeşitli etkileriyle yakıcı olan ateşle tasvir edilmiştir. Azap âyetlerinin incelenmesinden anlaşılacağı üzere ateş, maddî bir ateş olup yakıtı insanlar ve yanma özelliği bulunan taşlardan (yahut putlardan) ibârettir. Bu ateş; alevlenen, sönmeye yüz tuttukça tekrar tutuşturulan, vücudu saran, tahripkâr yakıcılığı ile bedeni pişirip parçalayan ve iç organlara kadar nüfuz eden bir ateştir. 77/Mürselât sûresi, 32-33. âyete göre cehennem ateşinin develer ve saraylar kadar kıvılcım saçtığı belirtilir. Bir hadiste, dünya ateşinin kemmiyet ve keyfiyet açısından cehennem ateşinin yetmişte biri olduğu ifade edilmiştir.554
Bir âyetin dolaylı,555 bir hadisin de açık ifadesine göre556 cehennemin yakıcı ateşi gibi dondurucu soğuğu da bir azap türüdür. Çeşitli âyetlerde cehenneme gireceklerin simalarından tanınacakları, perçemlerinden ve ayaklarından yakalanarak yüzleri üstü ateşe atılacakları, cehennemin kaynamaktan doğan uğultusunu duyacakları, hiddetli ve dehşetli görüntüsünü müşahede edecekleri anlatılır. Yine Kur’an’ın beyanlarına göre cehennemlikler kaynar sular, ateşten prangalar ve zincirler, ateşten elbiselerle cezalandırılacaktır. Kur’an’daki en açık ve etkili azap tasviri ise şöyledir: Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar için bu altın ve gümüşler cehennem ateşinde kızdırılacak, sahiplerinin alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacaktır.557 Cehennem ehli açlık ve susuzluk hissedecek, fakat yemek olarak kendilerine, karınlarında erimiş madenler gibi kaynayacak zakkum ağacı, darî’ denilen zehirli nebat, içecek olarak da bağırsakları parçalayan kaynar su, kanla karışmış irin verilecektir.
Cehennem ehli, açlık ve susuzluklarını hiçbir şeyle gideremeyecek,558 cennet ehlinden su talepleri geri çevrilecektir.559 Yiyecek olarak hayvanların dahi yiyemediği bir nebat darî’560 ve zakkum ağacı561 takdim edilecektir. Bu kâfir ve âsilerin kalacakları yer, bir hapishanedir,562 bu hapishanenin, her biri muayyen
554] Müslim, Cennet 30; Tirmizi, Cehennem 8
555] 76/İnsan, 13
556] Buhâri, Bed'ü'l-halk 10; Tirmizî, Cehennem 9
557] 9/Tevbe, 34-35
558] 78/Nebe', 24; 87/A'lâ, 5
559] 7/A'râf, 50
560] 88/Ğaşiye, 6
561] 37/Saffat, 62-66
562] 17/İsrâ, 8
CEHENNEM / NÂR
- 149 -
bir gruba ayrılmış olmak üzere, yedi kapısı vardır,563 bu hapishanenin bekçileri, çok sert olan meleklerdir,564 fakat bu yer altı hapishanesi de, bazısı diğerlerinden daha aşağıda olan birçok odalara bölünmüştür,565 üzerlerine ise, kapıları kilitlenmiş ateş566 salıverilecektir. Bu, kızgın ve yakıcı bir ateştir;567 Uzaktan bakıldığında homurtusu ve uğuldaması duyulan,568 doymaz bir ateştir bu.569 Lâvlar fışkırtan volkan gibi de kıvılcımlar saçmaktadır.570 Günahkârlar ise kâh kıskıvrak571 olarak, kâh boyunlarında bukağılar olduğu halde572 alınlarından ve ayaklarından tutulup573 uzun zincirlere vurularak574 yüz üstü sürüklenirler575 ve yüz üstü576 ateşe, hem de sıkışık bir yere577 atılırlar; yakıcı bir ateşle578 tutuşturulurlar. Artık cehennem için yakıt ve odun olmuşlardır.579
Sıkıntı ve acıdan kendilerinden geçmiş olan suçlular, kaçmak istedikleri her seferde demirden kamçılarla580 dövülerek ateşin ta ortasına itilirler. Ateşten bir döşeğe yatırılacak, yine ateşten örtülere bürünecekler581 ve ateş tarafından tamamen kuşatılacaklardır.582 Bu öylesine bir alev ki, hep yüzlerini yalayacak,583 derilerini veya parmaklarını söküp alacak, istisnasız her yeri yakacak,584 kasıp kavuracak,585 kömüre çevirecektir.586 Onun nüfuzu bu kadarla da kalmayacak, ruhları ve gönülleri saracaktır.587 Cezanın hafifletilmesi588 veya bu işin artık bitirilmesi dileğiyle feryad edecekler,589 fakat bu boşuna olacak, bitmeyen bir azab içinde derileri yenilenecek,590 tekrar feci inilti ve solumalarla baş başa kalacaklardır. Derken kaynar suya sürülecekler,591 kaynar su dökülecek tepelerinden.592 Derilerindeki gözeneklere nüfuz edecek yakıcı bir rüzgâr (semûm) ve sonsuz
563] 15/Hıcr, 44
564] 66/Tahrim, 6; 74/Müddessir, 30-31
565] 4/Nisâ, 145
566] 90/Beled, 20; 94/İnşirâh, 8
567] 101/Karia, 1, 11
568] 25/Furkan, 12
569] 50/Kaf, 30
570] 77/Mürselât, 32
571] 25/Furkan, 13; 89/Fecr, 26
572] 13/Ra'd, 5; 24/Nur, 33
573] 55/Rahmân, 41
574] 40/Mü'min, 71; 69/Haakka, 32
575] 17/İsrâ, 97; 25/Furkan, 34
576] 27/Neml, 90
577] 25/Furkan, 13
578] 8/Enfâl, 50; 22/Hacc, 9
579] 2/Bakara, 24; 72/Cin, 15
580] 22/Hacc, 21-22; 32/Secde, 20
581] 7/A'râf, 41
582] 18/Kehf, 29; 29/Ankebut, 54-55; 39/Zümer, 16
583] 14/İbrahim, 50; 23/Mü'minun, 104
584] 70/Meâric, 16
585] 74/Müddessir, 28
586] 74/Müddessir, 29
587] 104/Hümeze, 7
588] 23/Mü'minun, 107; Fâtır, 36
589] 35/Fâtır, 37
590] 4/Nisâ, 56
591] 40/Mü'min, 71-72; 55/Rahmân, 48
592] 22/Hacc, 19-20; 44/Duhan, 48
- 150 -
KUR’AN KAVRAMLARI
derecede kaynar bir su (hamîm) içindedirler. Üstlerinde ise bütün ümitleri çökertecek bir tarzda kesat olan593 karanın karası dumandan bir gölge…594
Psikolojik Cezalar
Kur’an’daki cehennem tasvirlerinden anlaşıldığına göre yukarıda özellikleri belirtilen fizyolojik cezalardan başka, bir de psikolojik nitelikli azap vardır. Bu tür azap, ruhlara en şiddetli ıstırabı verecek; bu azaba müstahak olanların Allah’ı görmekten ve O’nunla konuşmaktan mahrum bırakılarak ilahî lanete uğratılmaları şeklinde vuku bulacaktır.595 Bütün amellerinin boşa gitmesi,596 Allah’a ortak kılınan putların kendisine bağlananları terk etmesi,597 âhirette nasiblerinin olmaması,598 âhirette unutulmaları,599 yardımsız bırakılmaları,600 kovulmaları,601 dostsuz ve yardımsız kalmaları,602 göğün kapılarının onlara açılmaması,603 özür beyan edemeyecek olmaları604 ziyanda olmaları605 gibi psikolojik azaplarla da cezalandırılırlar.
Yine bunların yanında, ba’s zamanında suçlular başları eğik olduğu halde Allah’ın huzurunda dururlar,606 yüzleri kara607 ve somurtkan olacaktır.608 Amel defterleri büyük küçük her şeyi kaydetmiştir.609 Kendi organları, kendi aleyhine şâhitlik ederler,610 günahlarını sırtlarına yüklenmişlerdir.611 İnfakında cimrilik gösterdikleri malları boyunlarına dolanacaktır,612 zemmedilmiş,613 kınanmış614 ve Allah’ın buğzuna uğramışlardır,615 hor ve hakirdirler,616 üzüntüler içinde parmaklarını ısıracaklardır.617
İslâm âlimleri, en büyük saâdet olan cemâl-i İlâhîyi müşâhede etmekten mahrum bulunmayı en ıstıraplı azap olarak telakki etmişlerdir. “Acıklı, büyük, şiddetli, aşağılayıcı, sürekli, uzun süreli” gibi nitelikler taşıyan cehennem azabının
593] 56/Vâkıa, 44
594] 56/Vâkıa, 43
595] 2/Bakara, 161-162; 3/Âl-i İmran, 77
596] 2/Bakara, 217, 264, 266, 276
597] 6/En'âm, 94; 11/Hûd, 21
598] 2/Bakara, 102; 3/Âl-i İmran, 77, 176
599] 7/A'râf, 51; 45/Câsiye, 34
600] 17/İsrâ, 22
601] 17/İsrâ, 18, 39
602] 42/Şûrâ, 8
603] A'râf, 40
604] 77/Mürselât, 35-36
605] 2/Bakara, 27, 121; 3/Âl-i İmran, 85, 149
606] 32/Secde, 12
607] 3/Âl-i İmran, 106
608] 77/Mürselât, 24
609] 18/Kehf, 49
610] 24/Nur, 24, 36
611] 6/En'âm, 31
612] 3/Âl-i İmran, 180
613] 17/İsrâ, 18, 22
614] 17/İsrâ, 39
615] 40/Mü'min, 40
616] 6/En'âm, 124
617] 25/Furkan, 27-29
CEHENNEM / NÂR
- 151 -
kâfirler için “ahkab” adı verilen uzun devirler süreceği, bunun kâinatın ömrü kadar sürekli olacağı, fakat ilahî irâdeye bağlı olarak sürenin uzatılıp kısaltılabileceği,618 Kur’an’da verilen bilgiler arasında yer alır.
Cehennem Ehli
Dünyada işlenen günahlara karşılık âhirette uygulanacak cezanın yeri anlamındaki cehenneme sadece lâyık olanlar girer. Rahmeti gazabını aşmış bulunan Allah, dilediğini hak ettiğinden fazla mükâfatlandırdığı halde,619 kimseye hak ettiğinden fazla azap vermez. Cehenneme lâyık olanlar kimlerdir? Yaratıkların en şereflisi kılınan insan, Allah’ı tanımak gibi üstün bir yetenekle donatıldığına göre620 kâinatın yaratıcı ve yöneticisini tanıyıp O’nu tâzime dönüşen bir sevgi ile sevmedikçe, yani selim yaratılış istikametinden ayrılıp inkâra yöneldiği sürece cehennem ehlinden sayılmaya lâyık olur. Uhrevî cezadan, yani cehennemden kurtulmanın yegâne çaresi olan imanı Allah ile kul arasında oluşan bir sevgi telakki eden Kur’an, Allah’tan kula yönelik sevginin gerçekleşebilmesi için bütün semavî kitapları kucaklayan son ilahî mesajın tebliğcisi, geçmiş nebîlerin tasdikçisi, son peygamber Muhammed’e (s.a.s.) uymayı şart koşmuştur.621
Önceki peygamberlerin ümmetleri de dönemlerinde nebîlerine samimiyetle uymuşlarsa ebedî cezadan kurtulmuşlardır. Allah Teâlâ, kendilerinden ahid aldığı İsrailoğulları’na şöyle demiştir: “Ben sizinle beraberim. Eğer namaz kılar, zekât verir, peygamberlerime inanır, onları desteklerseniz ve ihtiyacı olanlara faizsiz borç verirseniz günahlarınızı örter, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlerime koyarım. Bundan sonra inkâr yolunu tutanınız iyi bilsin ki doğru yoldan sapmıştır.”622 Ne var ki bunu takip eden âyetlerde anlatıldığı üzere İsrailoğulları da, kendilerinden benzer ahid alınan hıristiyanlar da ahidlerini bozmuşlar, Allah’tan “bir nur ve apaçık bir kitap” getiren son peygambere uymamışlar ve böylece Allah’ın rızasından uzaklaşmışlardır.623
Allah, kullarından dilediğine azap etmeye muktedir olmakla birlikte624 O, azabının inkâra ve isyana karşılık olduğunu bildirmiştir.625 İman edip ilahî emirlere itaat edenlerin dışında kalan insanlarla cinler, inkârlarının derecesi ve günahlarının büyüklüğüne bağlı olarak cehennemde azap göreceklerdir.626 Peygamber gönderilmeyen (ve kendilerine ilahî mesaj hiç ulaşmamış olan) topluluklara azap edilmeyecektir.627 Buna karşılık Allah’ın huzuruna çıkacaklarına inanmayıp âyetleri inkâr eden kâfirler, Kur’an’a sırt çeviren yahûdiler, hıristiyanlar, münafıklar, müşrikler, peygamberlerin bir kısmına inanıp diğerlerini inkâr edenler şiddetli azaba uğratılacaktır.628 Kur’an’da belirtilen sınırları (hudûdullah) aşıp peygamberlerin bildirdiklerine aykırı davranan büyük günah sahibi mü’minler
618] 6/En'âm, 128; 11/Hûd, 107; 78/Nebe', 23
619] 2/Bakara, 105
620] 51/Zâriyat, 56
621] 3/Âl-i İmran, 31
622] 5/Mâide, 12
623] 5/Mâide, 13-16
624] 5/Mâide, 40; 29/Ankebut, 21
625] 7/A'râf, 96; 9/Tevbe, 95
626] 4/Nisâ, 145; 16/Nahl, 88
627] 17/İsrâ, 15
628] 18/Kehf, 105-106; 4/Nisâ, 139, 145, 161, 172; 5/Mâide, 72-73; 3/Âl-i İmran, 151; 33/Ahzâb, 73
- 152 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de azaptan kurtulamayacaklardır.629 Sözü edilen bu zümreler, kısaca kâfirler ve âsi mü’minler, azaplarını Allah’ın dilediği sürece kalacakları cehennemde çekeceklerdir.630
İman ile davranışlar arasında sıkı bir münasebet vardır. Gerçekten iman eden kimse, amellerini de imanı paralelinde yerine getirir. Kur’an, bütün kurtuluş vesilelerini iman-amel mutabakatına bağlar. İslâm tarihinin ilk dönemlerinden itibaren, mü’minlerde göze çarpacak davranış bozukluklarının yani günahların ebedî saadet açısından doğuracağı sakıncalar üzerinde durulmuştur. Hâricîler ve mu’tezile âlimleri, samimi bir tevbe ile telafi edilmeyen büyük günahları işleyenlerin, inkârcılar zümresine gireceğini ve ebedî olarak cehennemde kalacağını söylemişlerdir. İslâm tarihinde daima büyük çoğunluğu oluşturan ehl-i sünnet âlimleri ise, irade zaafı ve benzeri faktörlerle işlenecek günahların kalpteki imanı yok etmeyeceğine kani olmuşlar ve açık inkâr dışında kalan günahları işleyenlerin, bir süre cehennemde cezalandırılsalar bile eninde sonunda oradan çıkıp cennete gireceklerini kabul etmişlerdir.
Meryem sûresinde cehennemden ve onun ehlinden bahsedildikten sonra, “İçinizden oraya gitmeyecek hiçbir kimse yoktur.”631 denilmektedir. Buradaki gidişin (vürûd) yorumu hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Söz konusu âyetlerden edinilen ilk kanaat, mü’minler de dâhil olmak üzere herkesin cehenneme uğrayacağı ve onu göreceği şeklindedir. Fakat bu ziyaret, doğrudan cennete gireceklere bir zarar vermeyecektir. Cennet ile cehennem halkı arasında vuku bulacağı haber verilen karşılıklı konuşmalardan, cehennemliklerin cennetteki nimetlerden haberdar olacakları anlaşılmaktadır.632
Cehennem azabı ile cezalandırılacak kişiler, ilgili âyetlerin ışığında tasnife tâbi tutulacak olursa, hukukullah/Allah hakkı ile hukuku’l-ibâd/kul hakkına tecavüz edenler şeklinde bir gruplandırma yapmak mümkündür. Hukukullaha tecâvüz, iman yolunu terk edip inkâra sapmak şeklinde özetlenebilir. Bu tecavüz türü küfür, şirk, nifak, Allah’ın âyetlerini ve peygamberlerini tekzip gibi kavramlarla birçok âyette dile getirilerek eleştirilmiş ve mücrimler diye nitelendirilen bu mütecavizler için “Allah’ın düşmanı” tabiri kullanılmıştır. Yanılmak, kulun âdeta bir özelliği ise, bağışlamak da Allah’ın en çok vurgulanan bir sıfatıdır. Ancak, kul, hatalarında ısrar eder ve “suçu kendisini çepeçevre kuşatırsa” muhakkak ki ebediyyen cehennemde kalır.633 Şu âyetler de cehennemlik insan tipini etkileyici bir şekilde tasvir etmektedir: “Alabildiğine inat eden, hayra (veya Allah yolunda harcamaya) var gücüyle engel olan, Allah’a ortak koşan, şüpheci, nankör.”634
Kul hakkına tecavüz eden tiplerle ilgili birçok âyet ve hadis mevcuttur. Âyetlerde bu kişiler hakkında zâlim, katil, kibirli, mü’minlere işkence yapan, yetim malı yiyen gibi vasıflar sıralanmakta, duyu organları sağlam ve zihnî muhakemeleri yerinde olduğu halde gerçeği görüp idrâk etmeyen bu kişiler için “dört
629] 4/Nisâ, 10, 14, 93, 97; 5/Mâide, 94-95; 24/Nur, 23, 63
630] 11/Hûd, 106-107; 78/Nebe', 23
631] 19/Meryem, 71
632] bk. 7/A'râf, 50
633] 2/Bakara, 81
634] 50/Kaf, 24-26
CEHENNEM / NÂR
- 153 -
ayaklı hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkın”635 ifadesi kullanılmaktadır. Bir âyetin tasviri de şöyledir: “Alabildiğine yemin eden, izzet-i nefsi bulunmayan, ötekini berikini ayıplayan, laf getirip götüren, cimri, aşırı zâlim, günaha dadanmış, kaba, haşin, şerefsiz ve soysuz.”636 Hadis kitaplarında yer alan çeşitli rivâyetler de bu tür tasvirleri dile getirmektedir. Bir hadiste, kişileri cehenneme en çok sürükleyen iki şeyin ağız ile tenasül organı olduğu ifade edilmiştir.637 Kadınların cehennem halkının çoğunluğunu teşkil ettiğini belirten rivâyet,638 eğer hadis kritiği açısından sahih ise, genelde kadın nüfusun erkek nüfustan fazla olduğunu göstermiş olabilir. Çeşitli hadislerde, mü’min oldukları anlaşılan, fakat günahları sebebiyle cehenneme giren kimselerin secde halindeyken yere temas eden organlarına, iman mahalli olan kalplerine, Allah korkusundan yaşaran ve Allah yolunda uykusuz kalan gözlerine cehennem ateşinin nüfuz etmeyeceği belirtilmiştir.
“Doğrusu Allah, iman edip sâlih amel işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Nankörlük edenler ise zevklenirler ve hayvanlar gibi yerler. Onların yerleri ateştir.”639 Bu âyet, kâfirin dünyada maddî hayattan faydalanma ve nefsinin istediğini yeme yönündeki çabasının, mü’minin öngördüğü çabadan daha fazla olduğunu belirtmektedir. Üstelik kâfir, maddî şeylerden yararlanırken tıpkı hayvan gibi kendisini kontrol etmeyi bilmemekte, helâl ve harama, başkasının varlığına saygı göstermemektedir.
Cehennem ehli, devamlı tartışacak ve çekişecektir. Dünyadayken şerli önderlerinin sözünü dinleyenler, onları kendilerini saptırmakla suçlayacak, önderleri ise kendilerini bütün suçlamalardan temize çıkarmaya çalışacaktır.640
Hadislerde belirtildiğine göre cehenneme girenlere farklı derecelerde azap edilecektir. Peygamberleri öldürenler, sapıklığa önderlik yapıp topluma bu şekilde yön verenler ve zâlim devlet başkanları en şiddetli azâba mâruz bırakılacaklardır.641 Müslüman olmamakla birlikte Hz. Peygamber’i himaye eden ve dolayısıyla İslâmiyet’in yayılışını destekleyen Ebû Tâlib’e ise hafif bir azap uygulanacaktır.642 Cehennemdekilerin kimi ayak bileklerine, kimi dizlerine, kimi de beline ve göğsüne kadar ateşe gömülecek,643 kâfirlerin bedenleri büyültülerek farklı şekillere sokulacaktır.644
Beşerî adalet mekanizmaları, özellikle İslâm’ın hüküm sürmediği beldelerde mutlak adaleti sağlayamamaktadır. Hâkimlerin hâkimi olan Allah, âhiret hayatında mücrimlerin mutlaka ayrı bir statüye tâbi tutulacağını birçok âyette açıklamıştır. Bu bakımdan iyi ile kötünün farklı şartlarda, farklı sonuçlarla karşılaşacağı şüphesizdir. İman edenle etmeyenin, Allah’a itaat edenle O’na isyan edenin eşit tutulmaması, ilahî adâlet ve hikmetin gereğidir. Kur’an’ın çeşitli âyetlerinde, Allah’ın lütuf ve keremine güvenerek inkâr ve isyana düşülmemesi konusunda
635] 7/A'râf. 179
636] 68/Kalem, 10-13
637] Müsned-i Ahmed, II, 291, 392, 442
638] Buhârî, Rikak 16; Müslim, İman 132
639] 47/Muhammed, 12
640] 34/Sebe', 31-33; 38/Sâd, 64; 50/Kaf, 27-28
641] Müsned-i Ahmed, I/375, 407; II/55
642] Müsned-i Ahmed I/290
643] Müsned-i Ahmed bin Hanbel, III/ 13; Müslim, Cennet 33
644] Müslim, Cennet 44, 45; Tirmizi, Sıfatü Cehennem 3
- 154 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bütün insanlar uyarılmaktadır.645 İyilerle kötülerin hem dünya hayatında hem de âhirette farklı muamelelere tâbi tutulacakları ısrarla belirtilmektedir. Unutmamalıdır ki, Allah’ın, bağışlayıcı olması yanında, azabı da şiddetlidir.646 İnkârcı ve isyankâr kullara azap etmek, hem bir adalet hem de rahmet olarak düşünülebilir. Nitekim günahkârlardan ilahî azabın geri çevrilmeyeceği anlatılırken Allah’ın geniş bir rahmet sahibi oluşuna temas edilmesinde de647 böyle bir hikmet aramak mümkündür. Kur’an ile birlikte bütün semavî kitaplarda yer alan bu temel hükmü yok farzedecek bir yorum, tümüyle isabetsiz ve geçersizdir. Ancak, suçluya uygulanacak cezanın sonsuza kadar ateş ve cehennem olup olmaması tartışmalı konudur.648 Cehennemde görülecek azabın miktar, şiddet ve şekillerini ancak Allah ve Rasûlü’nün bizlere bildirmesiyle ve bildirdikleri kadarıyla bilebiliriz.
Âhiret hayatının her devresinde olduğu gibi cehennem azabını ruh, beden ile birlikte çekecektir. Ancak cehennem hayatında sözü edilen acı, ıstırap, azap, ateş vb. şeyler, bu dünyadakilerine tam benzetilemez. Bunların iç yüzünü insanların bilmesi mümkün değildir; ancak Allah bilir.
“O gün cehenneme: ‘Doldun mu?’ deriz, o: ‘Daha var mı?’ der.”649 Duyguları körelmemiş, hislerini kaybetmemiş hiçbir insan, bu ifadeleri okuduğu veya işittiği zaman, sakin olamaz. Ruhunda bir şeylerin uyandığını, kabardığını hisseder. Cehennem öyle anlatılmış ki, sanki insan azmanı. Gözünü dört açmış, etrafında, yakınında gördüğü her şeyi içine çeken ve yok eden bir canavar gibi. Görevi, insan yemek! İnsan bu ifadeleri okuyup, ruh dünyasında canlandırdığı zaman hiç o müthiş tuzağa doğru gider mi? Yakınından bile geçmez.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Benim halim ateş yakan bir adamın misali gibidir. Ateş, etrafını aydınlatınca, pervaneler ve şu küçük hayvanlar, başlar içine düşmeye. O adam onlara mani olmaya çalışır. Onlar adama galebe çalarlar da, düşünmeden kendilerini ateşin içine atarlar. İşte benimle sizin örneğiniz budur. Ben, sizi eteğinizden tutup ateşten çekiyor (alıkoymaya çalışıyorum). Ateşten uzak durun! Ateşten uzak durun! diye çağırıyorum. Sizler beni yeniyor ve düşünmeden kendinizi ateşin içerisine atıyorsunuz.” 650
Ya Rasûlallah, ne kadar merhametlisin! Sanki cehenneme karşı bize kalkan vazifesi görüyorsun. Çünkü sen cehennemin vehâmetini, dehşetini biliyordun. Onu her an görüyor gibi ona iman etmiştin. Böyle olduğu içindir ki “Benim bildiğimi bilseydiniz, çok ağlar; az gülerdiniz.” demiştin. Doğru, biz senin gibi ve senin kadar bilmediğimiz için ateşe doğru uçan kelebekler gibiyiz. Orada sanki bir şey var zannıyla koşuyoruz. Sen ise orada durmuş, gelenlere “gidin buradan, burada bir şey yok, değilse helâk olacaksınız” diyerek uzaklaştırıyorsun. Selâm olsun sana, ey Rasûl...
Kur’an’da Cehennem Tabloları
Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’de cehennem ve cennet hayatını idrâklerimize
645] 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5; 57/Hadid, 14
646] 15/Hıcr, 50
647] 6/En'âm, 147
648] İslâm Ansiklopedisi, T.D. V. c. 7, s. 225 ve devamı
649] 50/Kaf, 30
650] Sahih-i Müslim
CEHENNEM / NÂR
- 155 -
yaklaştırarak bütün ayrıntılarıyla bildirmektedir. Bu açıklamalar o derece canlıdır ki, bazen de ruhun etkileneceği şekilde tablolaştırılır ve seslendirilir. İslâm nizamına inanmayan ve bu Hak düzeni yaşamayanların atılacakları cehennemin azabını ve bu azabın kalplere korku salan dehşetini âyetlerden izleyelim:
“Cehennem o azgınların hepsinin buluşma yeridir. Onun yedi kapısı vardır. Her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır.”651 Dünya hayatında da o azgınlar hep aynı yerlerde buluşurlardı. Şeytanın süslü gösterdiği batakhanelerde, eğlence yerlerinde. Orada da aynı yerde buluşurlar. O cehennemin yedi kapısından her biri, başka bir koğuşa açılır. Her kapıya o azgınlardan bir miktar, nasıl olduklarına ve ne yaptıklarına göre, bölünüp ayrılmışlardır. Herkes konulduğu koğuşta cefa çeker. “Zaten onlar kıyamet saatini de yalanladılar. O saatin geleceğini yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırlamışızdır. Bu ateş onlara uzak bir yerden gözükünce, onun kaynamasını ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlanarak, dar bir yerden atıldıkları zaman, orada yok olup gitmeyi isterler. ‘Bir kere yok olmayı değil; birçok defa yok olmayı isteyin’ denir. De ki ‘Bu mu iyidir, yoksa ebedî cennet mi daha iyidir?”652 Cehennemin homurtusu ve uğultusu; kızdırılmış ve sinirlenmiş bir canavarın sağa sola saldırmaya hazırlanışını andırıyor. Haydi, yaklaşın bakalım! Böylesi bir canavarın önüne atılan avın halini bir düşünelim! Aynı şekilde cehenneme atılanların, cehennemin uğultusuna karışan, bitmek tükenmek bilmeyen feryatları... Sonsuza dek...
“O (cehennem) ne geri bırakır, ne de azaptan vazgeçer, insanın derisini kavurur.” 653 Adiy bin Hatem (r.a.)’den Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Ateşten korununuz!” Râvi: “Rasûlullah sanki ateşe bakıyor gibi cehennemden çekindi” dedi. Sonra böyle buyurdu. Sonra üç defa sakınıp yüzünü çevirdi. Hatta biz, cehenneme bakıyor zannettik. Sonra: “Yarım hurma ile de olsa ateşten korununuz: Onu da bulamayan güzel bir söz (söylemek)le (korunsun)” buyurdu.654
Bir defasında Peygamberimiz, gülen bir topluluğa uğradı da: “Aranızda cennet ve cehennem anılırken gülüyorsunuz ha?!” buyurdu. Artık bu kimselerden hiç biri ölünceye kadar gülerken görülmedi.
“Âyetlerimizi inkâr edenleri ateşe sokacağız, derilerinin her yanışında azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Allah güçlüdür, hakîmdir.” 655
“İşte Rableri hakkında tartışmaya giren iki taraf: O’nu inkâr edenlere, ateşten elbiseler kesilmiştir. Başlarına da kaynar su dökülür de bununla karınlarındakiler ve derileri eritilir. Demir topuzlar da onlar içindir. Orada, uğradıkları gamdan ne zaman çıkmak isteseler her defasında oraya geri çevrilirler. ‘Yakıcı azabı tadın’ denir.” 656
“Allah, şüphesiz kâfirlere lânet etmiş ve onlara içinde sonsuz olarak temelli kalacakları çılgın alevli cehennemi hazırlamıştır. Onlar bir dost ve yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateşte çevrildiği gün: ‘Keşke Allah’a itaat etseydik, keşke Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik. Fakat onlar bizi yoldan
651] 15/Hıcr, 43-44
652] 25/Furkan, 11-15
653] 74/Müddessir, 28-29
654] Buhâri; Müslim
655] 4/Nisâ, 56
656] 22/Hac, 19-22
- 156 -
KUR’AN KAVRAMLARI
saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lânete uğrat’ derler.”657 Çılgın alevli bir ateş, “imdat” diyerek yardım isteyecekleri hiçbir dost ve yardımcı yok. Böyle bir pozisyonda birileri ateşte evire çevire pişiriliyor. Tıpkı şişlere takılmış etlerin ateşte çevrilerek pişirilmesi gibi. “Yüzleri ateşte çevrildikleri gün...” Ve ardından faydası olmayan pişmanlık feryatları. “Rabbimiz biz Sana ve Rasûlüne itaat edeceğimize, yönetici ve büyükleri-mize itaat etmiştik, onları râzı etmeye çalışmıştık...” Kendilerinin bu duruma düşmesine sebep olan yönetici ve büyüklere öyle öfkelenmişler ki, Rablerinden onlara iki kat azap talebinde bulunuyorlar, onlara lânet edilmesinin, yüreklerine su serpeceğine inanıyorlar.
“Tâğîlere/azgınlara kötü bir gelecek vardır. Onlar için cehennemde bir döşek vardır, orası ne kötü döşektir.”658
“Kitapları soldan verilenler; ne yazık o sol ashabına! İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir dumanın gölgesinde bulunurlar. Çünkü onlar, bundan önce dünyada nimet içinde bulunurlar iken, büyük günah işlemekte direnir dururlardı.”659
Hava kavurucu sıcaktır. İnsanın derilerinin gözeneklerine işler ve vücutları kavurur. Su ise, son derece sıcaktır, ne serinletir ne de susuzluğu giderir. Orada bir gölge vardır. Kara dumandan bir gölge. Görünce çok sevinirler. Serinlemek için oraya doğru koşarlar. Fakat yakıcı, yalayıcı ve boğucu bir gölge olduğunu görünce müthiş bir hayal kırıklığı. Psikolojik azap. Azap içinde azap. Şüphe yok ki bu, alay ve eğlence mânâsıyla gölgedir. Bir gölge ki ne serinletir ve ne fayda verir. Şımarıklara bu sıkıntı ne acıdır. “Onlar için cehennemden bir yatak ve üstlerine de örtüler vardır. Zâlimleri böyle cezalandırırız.”660 Cehennem bir yatakhane gibi hazırlanmış. Konuklarının altına ateşten bir döşek, üstlerine ateşten bir yorgan ve başlarının altına ateşten bir yastık. Yatakhane, döşek, yorgan denilince insanın aklına istirahat, uyumak ve tatlı rüyalar gibi güzel şeyler gelir. Fakat böyle güzel şeyler düşman başına. Tabii yine aşağılayıcı alay sahnesi.
“Yakıcı ateşe yaslanırlar, kızgın bir kaynaktan içirilirler. Beslemeyen, açlığı gidermeyen kötü kokulu bir dikenden başka yiyecekleri yoktur.”661 Cehennem konuklarının altına minderleri, yatakları serilmişti. Tabii hava çok sıcak olunca hemen içecek bir şeyler ikram edilir. Meşrubatlar gelir, fakat o da ne, fokur fokur kaynıyor. Ardından konuklara yemek ikram edilir. Öyle bir yemek ki insanın boğazında durunca ne ileri gider ne geri çıkar. İnsana boğulma anını sürekli yaşatır. Dikenli olduğu için boğazı da parçalamış ve oraya takılmış duruyor. Yiyenlerin açlığını da gidermiyor. Ne ağırlama!
Sonra siz ey sapıklar, yalanlayanlar! Doğrusu zakkum ağacından yiyeceksiniz, karınlarınızı onunla dolduracaksınız.”662
Peygamberimiz: “Ey iman edenler, Allah’tan hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar
657] 33/Ahzâb, 64-68
658] 38/Sâd, 55-56
659] 56/Vâkıa, 41-45
660] 7/A'râf, 41
661] 88/Ğâşiye, 4-7
662] 56/Vâkıa, 51-53
CEHENNEM / NÂR
- 157 -
olarak can verin.”663 âyetini okudu ve şöyle buyurdu: “Zakkumdan bir damla dünya yurduna damlatılsa, dünyadakilerin yiyeceklerini acıtırdı. Öyle ise yiyeceği zakkum olan kimsenin hali nasıl olur?”664
“Cehennem halkı, cennet halkına: ‘Bize biraz su veya Allah’ın size verdiği rızıktan gönderin’ diye seslenir, onlar da; ‘Doğrusu Allah dinlerini oyun ve eğlenceye alan, dünya hayatına aldanan inkârcılara ikisini de haram etmiştir’ derler. Bu günle karşılaşacaklarını unuttukları, âyetlerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi biz de onları unutuyoruz.”665 Öteki dünyada unutulmamak için burada Allah’ı unutmamak ve sonu ateş olan işlerden kaçınmak gerekiyor. Şu dünyanın yaz sıcaklarında güneş altında durmaktan kaçınan insanın, cehennem sıcağına nasıl dayanacağının muhasebesini yapması gerekir.666
“Allah’ın Rasûlü’ne muhalefet etmek için (cihaddan) geri kalanlar, (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler; ‘bu sıcakta sefere çıkmayın’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi daha sıcaktır!’ Keşke anlasalardı! Artık kazanmakta olduklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar!” 667
“Kitabı solundan verilmiş olana gelince; o, ‘keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de, Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi! Malım bana fayda sağlamadı. Saltanatım (gücüm ve belgelerim) da benden ayrılarak yok olup gitti. (Böyle kimse hakkında, görevli cehennem bekçilerine şu İlâhî buyrukla hitap edilir:) Onu yakalayın da (ellerini boynuna) bağlayın; Sonra alevli ateşe atın onu! Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire sarın! Çünkü o, ulu Allah’a iman etmezdi. Yoksulu doyurmaya (kendi yanaşmadığı gibi, başkalarını da) teşvik etmezdi. Bu sebeple, bugün burada onun herhangi bir candan dostu yoktur. Ancak günahkârların yediği kanlı irinden başka yiyeceği de yoktur.” 668
Amel defterlerini sollarından alanlar okurla kitaplarını. Okudukça renkleri gider. İçlerini bir haşyet ve pişmanlık ateşi kaplar. Bir taraftan kapkara bir geçmişi okur, bir taraftan hatırlar yaptıklarını; sevap hanesinde bir şeyin olmadığını, öbür tarafta ise isyan, fücur ve tuğyanla dolu amellerini görür. Mücrimler o zaman bolluğun ve darlığın bir imtihan, gerçek hayatın ise âhiret hayatı olduğunu anlarlar. Dünya hayatını gerektirdiği gibi kullanamadıklarını, emanetlere ihanet ettiklerini hatırlarlar. Ama ne yazık ki, vakit çok geçmiştir. Bu ceza gününde hatırlamanın ve pişmanlık duymanın bir faydası yoktur. Sadece; dünya hayatında, amel yurdunda, fırsatların geçmesine yanmaktan başka bir şey gelmez ellerinden.
“O gün, gerçek hükümdarlık Rahman’ındır. İnkârcılar için yaman bir gündür o. O gün, zâlim kimse iki elini ısırarak; ‘ne olurdu ben de Peygamberlerle beraber bir yol tutsaydım’ diyecektir. ‘Vay başıma gelene! Keşke falancayı veli (dost ve lider) edinmeseydim. Andolsun ki bana gelen Kur’an’dan o saptırdı beni. Şeytan insanı yapayalnız ve yardımcısız bırakıyor. Nebî de: ‘Yâ Rabbim, kavmim, bu Kur’an’ı mehcur/terkedilmiş bıraktılar (buna
663] 3/Âl-i İmran, 102
664] Tirmizi, Nesai, İbn Mâce
665] 7/A'râf, 50-51
666] Hasan Eker, Âhiret Bilinci, Denge Y., s. 67 ve devamı
667] 9/Tevbe, 81-82
668] 69/Hakka, 25-37
- 158 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iltifat etmediler, inananları da buna gelmekten alıkoydular) demiştir.” 669
Kendilerine gelen Rasûle ve Kur’an’a bîgâne kalanların karşılaştıkları pişmanlık, kendilerini yiyip bitirir. Kur’an’ı terkeden, ona Rahman’ın tüm insanlığın hayat nizamı ve düsturları, esenliğe götüren hidâyet rehberi olarak değil; sıradan yazılan bir kitapmış gibi bakanların, ona yabancı kalanların, onu bırakıp beşerî ideoloji ve kanunlara sarılanların içerisine düştükleri pişmanlık ve hasret böyle tasvir ediliyor. Sonlarının korkunçluğunu gören, hassasiyet ve duyarlılıktan yoksun olarak yaşamış insanlar farkında olmadan iki ellerini birden ısırırlar. Akılları başlarına gelmiş, dehşet etraflarını sarmıştır. Ama bugün yapılacak bir şey yoktur artık.
“Onların, ateşin başında durdurulmuş iken: ‘Ahh ne olurdu keşke biz (dünyaya) geri çevrilseydik de Rabbimiz’in âyetlerini yalanlamasaydık, iman edenlerden olsaydık’ dediklerini bir görsen!”670 Ellerine geçirmiş oldukları güçle, haksız yere mal toplayıp biriktiren, insanlara zulmeden mütekebbirler, Karunların, tağutların ve onlara yardakçılık yapıp, onları yaşatanların, tuğyanın bizatihi Allah’ın dinine karşı galebesi için müslümanlara savaş açan pis sürüngenlerin acı sonu böyle ifade ediliyor. Ellerine geçirdikleri saltanatın biteviye devam edeceğini zannediyorlardı. Bugün ümitsizlik, hasret ve zillet içerisinde, yaptıkları zulmün, katliamın ve haksızlığın, şerri ayakta tutmanın karşılığını göreceklerdir. Allah dâvâsının erlerini mağlup etmek için zâlimlerin yanında yer aldıklarına, onlara itaat ettiklerine pişman olacaklardır. Kendilerini yüceltip, takdis ettikleri erkânın da aynı akıbette, güçsüz, hakir, aşağılanmış halini görünce pişmanlıkları daha da artacaktır. Mala ve mülke, saltanat ve dünyaya olan sevgisini ve zâfiyetini aşamayıp kullara kul olanlar hasretler içerisine yanmaya mahkûm olacaklardır.671
“İtaat edilenler (kendilerine) itaat edenlerden uzak durdular; azabı gördüler, aralarında-ki bağlar kesildi. İtaat edenler, şöyle dediler: ‘Ah keşke bir daha dünyaya dönmemiz mümkün olsaydı da şimdi onların bizden uzak durdukları gibi biz de onlardan uzak dursaydık.’ Böylece Allah, onlara işledikleri bütün fiilleri hasretler (pişmanlık ve üzüntüler kaynağı olarak) gösterecektir.”672; “Elleri boyunlarına bağlı olarak dar bir yerden atıldıkları zaman orada yok olup gitmeyi isterler.”673; O gün yok olup gitmek de aranıp ele geçmeyen bir arzudur. Bu tâkat götürmez sıkıntıdan kurtulmanın biricik yolu yok olup gitmektir. Ama, işte onların isteklerine karşı verilen cevap: “Bir kere değil, birçok kereler yok olmayı isteyin.”674; “Yüzleri ateşte (pişirilip) çevrildiği gün derler ki; ‘eyvah bize keşke Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etseydik”675; “Bir zaman gelir ki, inkâr edenler, ‘keşke müslüman olsaydık’ diye arzu ederler.”676; “Ateşe sürüldükleri zaman; ‘keşke dünyaya bir daha döndürülsek de, Rabbimizin âyetlerini inkâr etmeyip iman edenlerden olsak’ dediklerini bir görsen. Hayır, evvelce gizleyip durdukları işleri karşılarına çıktı da ondan böyle söylüyorlar. Eğer geri dönderilseler yine kendilerine yasak edilen
669] 25/Furkan, 26-30
670] 6/En'âm, 27
671] Hüseyin Özhazar, Âhiret Bilinci, 121 ve devamı
672] 2/Bakara, 166-167
673] 25/Furkan, 13
674] 25/Furkan, 14
675] 33/Ahzâb, 66
676] 33/Ahzâb, 66
CEHENNEM / NÂR
- 159 -
şeylere dönerler. Çünkü onlar şüphesiz yalancıdırlar.”677; “O gün kişi, ellerinin (yapıp) öne sürdüğü işlere bakar ve kâfir: ‘Keşke ben toprak olsaydım’ der.” 678
“Cehennem, (kendisine atılacaklara) uzak bir yerden gözükünce, onlar, onun kaynamasını ve uğultusunu işitirler.”679 İşitirler de tam bir nedâmet ve hüsran içerisinde şöyle vah ederler: “... Keşke ölüm kati olaydı (da bir daha dirilmeyeydim) Malım bana fayda vermedi, gücüm de kalmadı.” Allah da ilgili meleklere şöyle buyurur: “Onu tutun, bağlayın. Sonra da cehenneme yaslayın.” 680
İnkârcı ve isyancı kullar cehenneme atıldığında; azap onları kuşatacak: “... Azap, onları tepelerinden ve ayakları altından saracak.” 681
“İşte siz, ey sapıklar, yalanlayanlar! Doğrusu bu zakkum ağacından yiyeceksiniz, karınlarınızı onunla dolduracaksınız. Onun üzerine (erimiş maden tortusu gibi) kaynar su içeceksiniz. Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.” 682
“Bu içki, ne fena bir içki ve bu ateş de ne kötü konaklama yeridir.” 683
Tabiidir ki, azap görenler, bu korkunç acıdan kurtulmak, ıstırabı ölümden daha ağır olan cehennemden çıkmak isterler; ama nafile: “Oradan her çıkmak istedikçe, yine o ateş içine döndürülürler ve onlara: ‘tadın bakalım yalanlayıp durduğunuz o ateşin azabını’ denilir.” 684 Çaresizlik içinde bunalırlar da ilgili meleklere iltica ederler:
“Ateşte olanlar, cehennem bekçilerine: ‘Rabbinize yalvarın da hiç değilse bir gün azabımızı hafifletsin’ derler. Cehennem bekçileri de şöyle söyler: ‘Size peygamberleriniz belgelerle gelmemiş miydi?’ ‘Evet, gelmişti.’ ‘O halde kendiniz yalvarın. Ancak inkârcıların yalvarışı boşunadır.”685 Cehennem azabını çekenler, hiçbir dostun ve hiçbir yardımcının olmadığını anlarlar da Allah’a yönelirler ve şöyle yalvarırlar:
“Rabbimiz! Bizi, azgınlığımız yenmişti; sapık bir toplum olmuştuk. Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer (Seni inkâra ve Senin düzenine isyana) dönersek, artık şüphesiz biz zulmetmiş oluruz.’ (Allah da) buyurur ki: Alçaldıkça alçalın, sinin orada! Bana karşı konuşup mazeret beyan etmeyin. Zira kullarımdan bir zümre: ‘Rabbimiz! Biz iman ettik; öyle ise bizi affet; bize acı! Sen merhametlilerin en iyisisin, demişlerdi. İşte siz onları alaya aldınız; sonunda onlar (ile alay etmeniz) size beni hatırlatmayı unutturdu, siz onlara gülüyordunuz.” 686
“İnkâr edenlere cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler, cehennem azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez. İşte biz, küfürde ileri giden her nankörü böyle cezalandırırız. Onlar orada: Rabbimiz! Bizi çıkar, (önce) yaptığımızın yerine sâlih amel yapalım, diye feryad ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi?
677] 6/En'âm, 27-28
678] 78/Nebe', 40
679] 25/Furkan, 16
680] 69/Haakka, 27-31
681] 29/Ankebut, 55
682] 56/Vâkıa, 51-56
683] 18/Kehf, 29
684] 32/Secde, 20
685] 40/Mü'min, 49-50
686] 23/Mü'minun, 106-110
- 160 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Size uyarıcı (peygamber) de gelmişti. Artık tadın (azabı)! Zâlimlerin yardımcısı olmaz.” 687
“O (cehennem), insanlık için sizden ileri gitmek ya da geri kalmak isteyen kimseler için, gerçekten çok büyük bir uyarıcıdır. Her nefis, kazandığına (yaptığına) karşılık bir rehindir; ancak (hesap defteri/karnesi) sağ yanından verilenler başka; Onlar, cennetler içindedir. Günahkârlara), ‘Sizi şu Sakar’a/yakıcı ateşe sokan nedir?’ diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: ‘Biz namazımızı kılmıyorduk, yoksulu doyurmuyorduk, (bâtıla) dalanlarla birlikte dalıyorduk. Din/ceza gününü de yalan sayıyorduk. Nihâyet (bu haldeyken) bize ölüm gelip çattı. Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez. Böyle iken bunlara ne oluyor ki, âdetâ aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi (hâlâ) öğütten yüz çeviriyorlar? Güya onlardan her biri, kendisine (önünde) açılmış sayfalar (İlâhî vahiy) verilmesini istiyor. Elbette olacak şey değil! Aslında onlar, âhiretten korkmuyorlar. Ama bu, gerçekten bir ikazdır! Dileyen onu (düşünür) öğüt alır. Bununla beraber, Allah dilemeksizin onlar öğüt almazlar. Kendisinden sakınılması gereken O’dur; kendisine bağışlamak yaraşan da.” 688
“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelirse, bilsin ki ona (kendisi gibilerle birlikte) içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır.” 689
“Kitabı sol tarafından verilene gelince; o, ‘keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı. Saltanatım (gücüm ve belgelerim) da benden (koptu,) yok olup gitti. (Böyle kimse hakkında görevli cehennem bekçilerine şu ilahî buyrukla hitap edilir:) Onu yakalayın; (ellerini boynuna) bağlayın; sonra alevli ateşe atın onu! Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire sarın! Çünkü o, ulu Allah’a iman etmezdi. Yoksulu doyurmaya (kendi yanaşmadığı gibi, başkalarını da) teşvik etmezdi. Bu sebeple, bugün burada onun herhangi bir candan dostu yoktur. Ancak günahkârların yediği kanlı irinden başka yiyeceği de yoktur.” 690
Cehennemle İlgili Bazı Hadis-i Şerifler
“Şüphesiz ki kıyamet gününde cehennemliklerin azap itibariyle en hafif olanı, ayaklarının altına iki kor parçası konulan ve onların sıcağından beyni kaynayan kimsedir. O zanneder ki kendisinden daha şiddetli azap gören hiç kimse yoktur. Hâlbuki o, onlar içinde azabı en hafif olanıdır.” 691
“Yüce Allah, azabı en hafif olan kimseye ‘dünyada olan her şey senin olsaydı (kendini kurtarmak için) onu fidye olarak verir miydin?’ diye soracak. O: ‘Evet’ diye cevap verecektir. Bunun üzerine Allah Teâlâ: ‘Ben senden, sen henüz Âdem’in sulbünde iken bundan çok daha kolayını istemiştim. O da, Bana şirk koşmamandı. Fakat sen şirkten başkasını kabul etmedin.’ buyuracaktır.” 692
“Âdemoğlunun yaktığı ateş, cehennem ateşinin yetmiş cüzünden bir parçadır.” 693
“Sizin (şu dünya) ateşiniz, cehennem ateşinin yetmiş cüz’ünden bir parçadır.” Ashâb:
687] 35/Fâtır, 36-37
688] 74/Müddessir, 35-56
689] 72/Cin, 23
690] 69/Haakka, 25-37
691] Buhârî, Rikak 51; Müslim, İman 363, 364; Tirmizî, Cehennem 12
692] Buhârî, Rikak 49; Müslim, Müsafirûn 51, 52
693] Muvatta, Cehennem 1; Müsned-i Ahmed 2/ 467
CEHENNEM / NÂR
- 161 -
“Yâ Rasûlallah, Dünya ateşi (kâfirleri, fâcirleri azap için) herhalde kâfidir” dediler. Rasûlullah: “Cehennem ateşi (miktar ve sayıca) dünya ateşleri(nin tümü) üzerine altmış dokuz derece fazla kılındı. Bunlardan her birinin harareti, bütün dünya ateşinin harareti gibidir.” 694
“Kıyamet gününde bir kişi getirilip cehenneme atılır da cehennemde onun bağırsakları derhal karnından dışarı çıkar. Sonra o kişi (bağırsakları etrafında) değirmen merkebinin değirmende döndüğü gibi döner. Bunun üzerine cehennem halkı o kişinin başına toplanıp da: ‘Ey filan! Halin nedir? Sen bize (dünyada) iyilikle emredip bizi kötülükten nehyeden (bir öğütçü) değil miydin?’ derler. O da: ‘(Evet ben öyleydim, fakat) ben sizi ma’ruf ile emrederdim; hâlbuki kendim yapmazdım. Yine ben sizi münkerden nehyederdim de kendim işlerdim!’ diye cevap verir.” 695
“Cehennem irininden bir kova dünyaya dökülmüş olsa, dünyadakilerin hepsi kokardı.” 696
“Cehennem, şehvetlerin perdeleriyle örtülmüştür. Oraya şehvetler (irtikâbı) ile (girilir). Cennet de nefsin hoşlanmadığı ibâdetlerle korunmuştur. (Buraya da ibâdet meşakkatleriyle girilir)” 697
“(Ashâbım!) Cennet, sizin her birinize nalınının tasmasından (ayakkabısının bağından) daha yakındır. Cehennem de bunun gibi (yakın)dır (Tâat cennete; ma’siyet de cehenneme yaklaştırır).” 698
“Ateşle azâb vermek, sadece ateşin sâhibine (Allah’a) âittir.”699
Konuyla İlgili Birkaç Uyarı
Çocuklara, mükellef yaşlarında olmadıkları halde “Allah yakar!” diyerek, onu güya terbiye etmek, Allah’ın yakıcılığını ve cezasını önceliklemek en azından üç büyük yanlış içerir. Allah’a iftira atılmış olur; Allah, çocukları çok sever, onların yaptığı hiçbir şeyden dolayı yakmaz. Allah, azabıyla korkulan vasfından önce, sevilmesi gereken merhametli Rabbimizdir. Terbiye yönüyle de sevgi esasına dayanmayan, ceza ve korkutmaya dayanan terbiye çocuk üzerinde olumsuz etkileri olan bir yaklaşımdır, bu yönüyle de yanlıştır.
Cennet ve cehennem konusunda bazı vâizlerin ve halk kitaplarının mübalağalı tasvirleri sözkonusudur. Bunlar terğib ve terhib amaçlı ifadelerdir. Ama unutmamalıyız ki, cehennem gaybla ilgili bir konudur. Dinle ve özellikle de gaybla ilgili konularda delilsiz beyanlar çok yanlıştır.
Cehennem ve cennetle ilgili fıkralar anlatmak, anlatılan fıkralara tasvip ederek veya gülerek katılmak, dini, cennet ve cehennemi alaya almak ve küçümsemek demek olduğundan çok tehlikelidir. Bu tür Bektaşi fıkralarına veya güncel yakıştırmalara iltifat edilmemesi gerekir.
694] Buhârî, Tecrid-i Sarih c. 9, s. 50
695] Buhârî, Tecrid-i Sarih, c. 9, s. 51
696] Tirmizî, Cehennem 4; Müsned-i Ahmed, 3/ 28, 83
697] Buhârî, Tecrid-i Sarih, c. 12, s. 195
698] Buhârî, Tecrid-i Sarih, c. 12, s. 195
699] Ebû Dâvud, Cihad 122, h. no: 2675, Edeb 176, h. no: 5268
- 162 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ve Cehennemin Düşündürdükleri
Dünya hayatındaki inanç ve eylemlerin soncu olarak cennet ve cehennem iki önemli neticedir. Her ikisi de Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfatlarının gereğidir. Mü’min için hem cennet hem de cehennem rahmettir. Kur’an, cehennem azabının dehşetini belirttikten hemen sonra, cin ve inse “Rabbiniz’in hangi nimetlerini yalanlarsınız?”700 diye hitap ediyor. Burada kast edilen nimet: Cehennemin, bütün dehşetiyle insanın içinde bir ürperti meydana getirerek, mü’minin hayatını tanzim hususunda fikir ve ibret vermesidir. Cennet, yüce duygulu insanlar için, onları yüksek zirvelere sevketmekte sebep olduğu gibi, cehennem de, seviyesi olgunluğa ermemiş insanların ondan korkmaları sebebiyle hayatlarını ciddi bir kontrol altına almalarına sebeptir. Cehennem, tehlikeli bir yolda yakılmış bir ateş gibidir. O yola düşmekten insanı korur. Cennet ise, müstakim/dosdoğru yola kurulmuş bir sofradır; insanı o yola davet eder. Böylece her ikisi de neticeyi düşünebilen insanlar için ayrı ayrı birer nimet olmuş olur.
“Dünya hayatını ve güzelliklerini arzulayanlara, orada işlediklerinin karşılığını eksiksiz veririz. Ancak, âhirette onlara ateşten başka bir şey yoktur.”701 Hayatımız, sağ ve sol omuzlarımızdaki kameramanlarca filme alınmaktadır. “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.”702 Akıllı yatırım, âhirete yapılan yatırımdır. Kazançlı ticaret, Allah’la yapılan ticarettir; gerçek anlamda iman edip mal ve canla Allah yolunda cihad ederek cenneti satın almak, cehennemden kurtulmaktır. Kur’an’da anlatılan canlı cehennem tasvirleri, haram zevkleri insanın boğazına dizecek cinstedir. Haram-helâl demeden yiyip içmek, gezip tozmak, gülüp oynamak, nefsin her istediğini yapmak, dünyadan kâm almak belki önemli olurdu: Eğer cehennem olmasaydı. Ama unutmayalım ki cehennem var. Ve bize çok uzak da sayılmaz. İyi ki cehennem var; yoksa insanoğlunu hiçbir şey zaptedemezdi. Dünya lezzetleri, eğlence ve ziyafetleri, yatlar, katlar... için ibâdeti, yaratılış gayesini unutarak bütün gücünü sarfetmeye gelmediğimiz belli olacak, sınavın çileli zevki ortaya çıkacak. İyi ki cehennem var; yoksa insan azdıkça azar, ezdikçe ezerdi. “Zâlimler için yaşasın cehennem!”
Yanma acısı, belki acıların en dayanılmazıdır. Kibrit ateşine, bir kibrit sönünceye kadar dayanamıyor parmağımız. Küçük bir yanık günlerce nasıl acı vermektedir, hemen hepimiz biliriz. Günahlarla, haramlarla iç içe yaşayan insan, gözleri kapalı uçuruma koşan, elindeki benzin bidonuyla ateşle oynayan insandan daha feci bir durumdadır aslında. Hz. Yusuf, Rabbinin burhanını gördüğü, haramların iç yüzüne şahit olduğu için davet edildiği günahı dünya hapsine tercih etmişti. 703
Şeytan, haramlara sahte güzellik makyajı yapmakta, insan nefsinde bir çeşit hallüsinasyonlar oluşturup göz boyamaya çalışırken; müslüman, Allah’ın yasaklarında güzellik olmadığı bilinciyle oyuna gelmemeli, şeytanın taktığı maskenin altındaki çirkinliği görebilmelidir. Her haram, cehenneme düşme, ateşe atılma olarak gelmeli müslüman gözünde. Âhirete, cennet ve cehenneme yakînen iman etmek, gözle görür gibi iman etmektir. Mikroskopla dıştan temiz gibi görünen suya bakan insanın mikropları gördüğü gibi derin bakış, feraset ve hikmetle
700] 55/Rahmân, 35-36
701] 11/Hûd, 15-16
702] 99/Zilzâl, 7-8
703] 12/Yûsuf, 24
CEHENNEM / NÂR
- 163 -
görüş hâkim olmalı.
Cehenneme çok uzak sayılmayız. Dünyamız, ateş topunun üzerinde duruyor. 50 km.lik ince bir yer kabuğunun altı cehenneme benzer ateş yığınından ibaret. Volkanik dağlardan çıkan lavlar insana altımızdaki ateşi ve cehennemi hatırlatması açısından ne dehşet verici görüntüler sahneliyor! Bu yüzden cehennemin bulunduğu yerin yer altı olduğunu söyler bazı âlimler.
Şeytan, bazı mü’mine şöyle yaklaşabiliyor: “Nasıl olsa cehennem mü’mine ebedî değil; günahlarını zaten Allah affeder, affetmese bile kısa bir müddet yanıp cennete gidersin, çok önemli değil!” Dünyada 10-15 senelik hapis cezası ile bile karşılaştırıverelim durumu. Hangi akıllı biraz zevkleneyim diye bu kadar hapsi göze alır? Dünyadaki işkencelerle zebanilerin işkencelerini karşılaştırabiliriz. Dünya ateşinden 70 misli büyük ve güçlü ateşi, insanların cezası ile şedîdü’l-ıkab olan Allah’ın azabının büyüklüğünü mukayese edebilirsiniz.
Cehennem ehlinin pişmanlıkları, vicdanlarını kanatan ıstırapları hep ruhîdir; ancak, alev alev ateşin içine girmeleri, yanan derilerinin yerine azabın yenilenmesi için derhal yeni deri giydirilmesi ve organlarının kendi aleyhinde şahitlikte bulunması gibi hususlar ise tamamen cesede mahsus azap çeşitleridir. O yüzden cehennem azabı, hem cesede, hem ruha beraber etki edecektir.
Bizim için cennet garanti olmadığına, cehennemden kurtuluşumuzun kesinleşmediğine, ölümün de her an gelebileceğine, cennet ve cehennemin inanç ve yaşayışımıza bağlı olduğuna göre, her ânımızı müslümanca geçirmeli, az sonra ölecekmişiz gibi âhirete hazır olmalıyız.
Mü’minin Allah’a itaat etmek sûretiyle cehennem ateşinden kaçınması gerekir. Cehennemin Kur’an’da tasvir olunan dehşeti, insana gerçek anlamda iman ve sâlih amele sarılıp bu feci akıbetten korunması için bir öğüt olarak algılanmalıdır. İnsanın eğitimi ve iyi davranışlara yönlendirilmesi açısından cennet ve cehennem inancının dünya hayatına etkileri açıktır. Kişi, gizli ve açık yaptığı her şeyin karşılığını bulacağını ve cehennemdeki cezanın dehşetini hatırladığında, elbette hareketlerine çeki düzen verme ihtiyacını duyacaktır.
“Ey Rabbimiz! Bize dünyada da hasene (güzellik ve iyilik) ver, âhirette de hasene ver. Bizi cehennem azâbından koru!”704; “Ey Rabbimiz! İman ettik; bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azâbından koru!” 705
704] 2/Bakara, 201
705] 3/Âl-i İmran, 16
- 164 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nâr ve Cehennemle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Ateş (Azâbı) Anlamındaki “Nâr” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 145 Yerde): 2/Bakara, 17, 24, 39, 80, 81, 126, 167, 174, 175, 201, 217, 221, 257, 266, 275; 3/Âl-i İmrân, 10, 16, 24, 103, 116, 131, 151, 183, 185, 191, 192; 4/Nisâ, 10, 14, 30, 56, 145; 5/Mâide, 29, 37, 64, 72; 6/En’âm, 27, 128; 7/A’râf, 12, 36, 38, 38, 44, 47, 50; 8/Enfâl, 14; 9/Tevbe, 17, 35, 63, 68, 81, 109; 10/Yûnus, 8, 27; 11/Hûd, 16, 17, 98, 106, 113; 13/Ra’d, 5, 17, 35; 14/İbrâhim, 30, 50; 15/Hıcr, 27; 16/Nahl, 62; 18/Kehf, 29, 53, 96; 20/Tâhâ, 10, 10, 10; 21/Enbiyâ, 39, 69; 22/Hacc, 19, 72; 23/Mü’minûn, 104; 24/Nûr, 35, 57; 27/Neml, 7, 8, 90; 28/Kasas, 29, 29, 29, 41; 29/Ankebût, 24, 25; 32/Secde, 20, 20; 33/Ahzâb, 66; 34/Sebe’, 42; 35/Fâtır, 36; 36/Yâsin, 80; 38/Sâd, 27, 59, 61, 64, 76; 39/Zümer, 8, 16, 19; 40/Mü’min, 6, 41, 43, 46, 47, 47, 49, 72; 41/Fussılet, 19, 24, 28, 40; 45/Câsiye, 34; 46/Ahkaf, 20, 34; 47/Muhammed, 12, 15; 51/Zâriyât, 13; 52/Tûr, 13, 14; 54/Kamer, 48; 55/Rahmân, 15, 35; 56/Vâkıa, 71, 57/Hadîd, 15; 58/Mücâdele, 17; 59/Haşr, 3, 17, 20; 64/Teğâbün, 10; 66/Tahrîm, 6, 10; 71/Nûh, 25; 72/Cinn, 23; 74/Müddessir, 31; 85/Bürûc, 5; 87/A’lâ, 12; 88/Ğâşiye, 4; 90/Beled, 20; 92/Leyl, 14; 98/Beyine, 6; 101/Karia, 11; 104/Hümeze, 6; 111/Mesed, 3.
B- “Cehennem” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 77 Yerde): 2/Bakara, 206; 3/Âl-i İmrân,12, 162, 197; 4/nisâ, 55, 93, 97, 115, 121, 140, 169; 7/A’râf, 18, 41, 179; 8/Enfâl, 16, 36, 37; 9/Tevbe, 35, 49, 63, 68, 73, 81, 95, 109; 11/Hûd, 119; 13/Ra’d, 18; 14/İbrâhim, 16, 29; 15/Hıcr, 43; 16/Nahl, 29; 17/İsrâ, 8, 18, 39, 63, 97; 18/Kehf, 100, 102, 106; 19/Meryem, 68, 86; 20/Tâhâ, 74; 21/Enbiyâ, 29, 98; 23/Mü’minûn, 103; 25/Furkan, 34, 65; 29/Ankebût, 54, 68; 32/Secde, 13; 35/Fâtır, 36; 36/Yâsin, 63; 38/Sâd, 56, 85; 39/Zümer, 32, 60, 71, 72; 40/Mü’min, 45, 60, 76; 43/Zuhruf, 74; 45/Câsiye, 10; 48/Fetih, 6; 50/Kaf, 24, 30; 52/Tûr, 13; 55/Rahm3an, 43; 58/Mücâdele, 8; 66/Tahrîm, 9; 67/Mülk, 6, 72/Cinn, 15, 23; 78/Nebe’, 21; 85/Bürûc, 10; 89/Fecr, 23; 98/Beyyine, 6.
C- Isı Derecesi Çok Yüksek Ateş Anlamına Gelen ve Cehennemin Bir Adı Olarak kullanılan “Cehıym” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 26 Yerde): 2/Bakara, 119; 5/Mâide, 10, 86; 9/Tevbe, 113; 22/Hacc, 51; 26/Şuarâ, 91; 37/Sâffât, 23, 55, 64, 68, 97, 163; 40Mü’min, 7; 44/Duhân, 47, 56; 52/Tûr, 18; 56/Vâkıa, 94; 57/Hadîd, 19; 69/Haakka, 31; 73/Müzzemmil, 12; 79/Nâziât, 36, 39; 81/Tekvîr, 12; 82/İnfitâr, 14; 83/Mutaffifîn, 16; 102/Tekâsür, 6.
D- Cehennemin Bir Adı Olarak Kullanılan ve tutuşturulmuş, Alevli Ateş Anlamına Gelen “Seıyr” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 17 Yerde): 4/Nisâ, 10, 55; 17/İsrâ, 97; 22/Hacc, 4; 25/Furkan, 11; 31/Fussılet, 21; 33/Ahzâb, 64; 34/Sebe’, 12; 35/Fâtır, 6; 42/Şûrâ, 7; 48/Fetih, 13; 54/Kamer, 24, 47; 67/Mülk, 5, 10, 11; 76/İnsan, 4; 81/Tekvîr, 12; 84/İnşikak, 12.
E- Cehennem Yerine Kullanılan ve Yakıp Kavuran Anlamına Gelen “Sekar” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 4 Yerde): 54/Kamer, 48; 74/Müddessir, 26, 27, 42.
F- Uçurum, derin Çukur Anlamına Gelen ve Harâreti Yüksek Ateş Olarak Kur’an’da İzah Edilen “Hâviye” Kelimesinin Geçtiği Âyet (1 Yerde): 101/Karia, 9.
G- Yüreklere Kadar Tırmanan Tutuşturulmuş, Tahrip Edici Ateş Anlamına Gelen “Hutame” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (2 Yerde): 104/Hümeze, 4, 5.
H- Hâlis Ateş Anlamına Gelen Bedenin İç Organlarını Söküp Koparan Diye Nitelendirilen “Lezâ” Kelimesinin Geçtiği Âyet (1 Yerde): 70/Meâric, 15.
İ- Azap ve İşkence Anlamındaki “Azâb” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 371 Yerde -Azâb 312 Yerde-): 2/Bakara, 7, 10, 49, 85, 86, 90, 96, 104, 114, 126, 162, 165, 165, 166, 174, 175, 178, 201, 284; 3/Âl-i İmrân, 4, 16, 21, 56, 56, 77, 88, 91, 105, 106, 128, 129, 176, 177, 178, 181, 188, 188, 191; 4/Nisâ, 14, 18, 25, 37, 56, 93, 102, 138, 147, 151, 161, 173, 173; 5/Mâide, 18, 18, 33, 36, 36, 37, 40, 41, 73, 80, 94, 115, 115, 115, 118; 6/En’âm, 15, 30, 40, 47, 49, 65, 70, 93, 124, 157; 7/A’râf, 38, 39, 59, 73, 141, 156, 164, 164, 165, 167; 8/Enfâl, 14, 32, 33, 33, 34, 35, 50, 68; 9/Tevbe, 3, 14, 26, 34, 39, 39, 52, 55, 61, 66, 68, 74, 74, 79, 85, 90, 101, 101, 106; 10/Yûnus, 4, 15, 50, 52, 54, 70, 88, 97, 98; 11/Hûd, 3, 8, 20, 26, 39, 39, 48, 58, 64, 76, 84, 93, 103; 12/Yûsuf, 25, 107; 13/Ra’d, 34, 34; 14/İbrâhim, 2, 6, 7, 17, 21, 22, 44; 15/Hıcr, 50, 50; 16/Nahl, 26, 45, 63, 85, 88, 88, 94, 104, 106, 113, 117; 17/İsrâ, 10, 15, 54, 57, 57, 58, 58; 18/Kehf, 55, 58, 86, 87, 87, 87; 19/Meryem, 45, 75, 79; 20/Tâhâ, 47, 48, 61, 71, 127, 134; 21/Enbiyâ, 46; 22/Hacc, 2, 4, 9, 18, 22, 25, 47, 55, 57; 23/Mü’minûn, 64, 76, 77; 24/Nûr, 2, 8, 11, 14, 19, 23, 63; 25/Furkan, 19, 27, 42, 65, 65, 69; 26/Şuarâ, 135, 138, 156, 158, 189, 189, 201, 204, 213; 27/Neml, 5, 21, 21; 28/Kasas, 64; 29/Ankebût, 10, 21, 23, 29, 53, 53; 54, 55; 30/Rûm, 16; 31/Lokman, 6, 7, 21, 24; 32/Secde, 14, 20, 21, 21; 33/Ahzâb, 8, 24, 30, 57, 68, 73; 34/Sebe’, 5, 8, 12, 14, 33, 35, 38, 42, 46; 35/Fâtır, 7, 10, 36; 36/Yâsin, 18; 37/Sâffât, 9, 33, 38, 59, 176; 38/Sâd, 8, 26, 41, 61; 39/Zümer, 13, 19, 24, 25, 26, 40, 40, 47, 54, 55, 58, 71; 40/Mü’min, 7, 45, 46, 49; 41/Fussılet, 16, 16, 17, 27, 50; 42/Şûrâ, 16, 21, 26, 42, 44, 45; 43/Zuhruf, 39, 48, 50, 65, 74; 44/Duhân, 11, 12, 15, 30, 48, 56; 45/Câsiye, 8, 9, 10, 11; 46/Ahkaf, 20, 21, 24, 31, 34; 48/Fetih, 6, 16, 16, 17, 17, 25, 25; 50/Kaf, 26; 51/Zâriyât, 37; 52/
CEHENNEM / NÂR
- 165 -
Tûr, 7, 18, 27, 47; 54/Kamer, 16, 18, 21, 30, 37, 38, 39; 57/Hadîd, 13, 20; 58/Mücâdele, 4, 5, 8, 15, 16; 59/Haşr, 3, 3, 15; 61/Saff, 10; 64/Teğâbün, 5; 65/Talâk, 8, 8, 10; 67/Mülk, 5, 6,28; 68/Kalem, 33, 33; 70/Meâric, 1, 11, 27, 28; 71/Nûh, 1; 72/Cinn, 17; 73/Müzzemmil, 13; 76/İnsan, 31; 78/Nebe’, 30, 40; 84/İnşikak, 24; 85/Bürûc, 10, 10; 88/Ğâşiye, 24, 24; 89/Fecr, 13, 25, 25.
Nâr (Ateş) Konusundaki Âyetler:
Bakara, 17, 266; Âl-i İmran, 183; Nisa, 10; Maide, 64; A’raf, 12; Tevbe, 81, 109; Hud, 113; Ra’d, 17; Hıcr, 27; Taha, 10; Enbiya, 69; Nur, 35; Neml, 7; Kasas, 29; Yasin, 8; Sad, 76; Mü’min, 41; Rahman, 15; Vakıa, 71; Hadid, 13; Büruc, 5; Karia, 9.
K- Cehennem ve Cehennemlikler Hakkındaki Âyetler
Bakara, 24, 80-81, 126, 167, 206; Âl-i İmran, 10, 131, 185; Nisa, 14, 56, 169; Maide, 10, 72; En’am, 27, 70, 128; A’raf, 38, 41, 50, 179; Enfal, 37; Tevbe, 17, 35, 63, 68, 73, 109; Yunus, 4-8; Hud, 106-107, 119; Ra’d, 5, 18; Hıcr, 43-44; İsra, 8, 18, 97; Kehf, 29, 100; Meryem, 86; Enbiya, 98, 100; Hacc, 19, 22, 51, 72; Mü’minun, 104, 107-108, 112, 114; Furkan, 11, 14, 34, 65-66; Şuara, 91, 103; Ankebut, 54-55, 68; Secde, 13-14, 20-21; Ahzab, 64-65; Fatır, 36-37; Yasin, 59, 67; Saffat, 161, 163; Sad, 55, 61; Zümer, 15, 17, 61, 72; Mü’min, 6, 46, 60, 71-72, 76; Fussılet, 19; Şura, 45; Zuhruf, 74-75; Duhan, 43, 50; Muhammed, 15; Kaf, 23, 29-30; Tur, 13-14, 16; Rahman, 35, 43-44; Vakıa, 41, 56, 92, 95; Hadid, 15, 19; Mücadele, 8; Haşr, 17; Tahrim, 6; Mülk, 6, 11; Hakka, 31, 32, 35, 37; Mearic, 15, 18; Müddessir, 26, 31, 35, 37, 48; Mürselat, 29, 34; Nebe’, 21, 28, 30; Naziat, 39; Tekvir, 12; Beyyine, 6; Karia, 10-11; Hümeze, 4, 9.
L- Cehennemlikler Hakkındaki Âyetler
Cehennem, Kâfirler İçin Hazırlanmıştır: Âl-i İmran, 13; Kehf, 29; Fatır, 36; Sad, 55-56; Nebe’, 21-23.
Cehennemde Kâfirlerin Sözleri: Fatır, 37, Mü’min, 47-52; Fussılet, 29; Zuhruf, 77-78; Mülk, 8-10.
Cehennemliklerin Cennetliklerle Konuşmaları: A’raf, 44, 50, 51; Saffat, 50-59; Müddessir, 39-48.
Cehennemliklerin Özellikleri: Leyl, 15-16; Karia, 9-11; Hümeze, 4-9.
Cehennem, İnsanlar ve Cinlerle Dolacaktır: Hud, 119; Secde, 13.
Cehennemde Kâfirlerin Durumu: İbrahim, 16-17; Kehf, 29; Mülk, 6-11.
Cehennemde Ölmek ve Dirilmek Yoktur: Taha, 74; A’la, 12-13.
M- Cehennem Azâbı ve Cehennemin Özellikleri Konusundaki Âyetler
Cehennem Azabı Çetindir: Furkan, 66; Mülk, 7-8; Müddessir, 27-29, 32-37; Mürselat, 31-34; Karia, 9-11; Hümeze, 4-9.
Cehennemde Zakkum Ağacı: İsra, 60; Saffat, 62-67; Duhan, 43-46; Vakıa, 51-54.
Cehennem Şarabı: Saffat, 67-68; Sad, 57-58; Vakıa, 42, 54-55; Nebe’, 24-25; Ğaşiye. 5.
Cehennem Ziyafeti: Vakıa, 51-56; Hakka, 36-37; Nebe’, 24-25; Ğaşiye, 6-7.
Cehennem Zebanileri: Zümer, 71, 73; Duhan, 47-50; Tahrim, 6; Mülk, 8; Müddessir, 30-31; Alak, 18.
Cehennem, Kâfirleri Alacak Kadar Geniştir: Kaf, 30.
Cehennemin Yedi Kapısı Vardı: Hıcr, 44.
Cehennemin Yakıtı: Bakara, 24, Tahrim, 6.
Cehennemle Cennet Karşılaştırması: Furkan, 15-16; Fatır, 21.
Allah’ın Cehennem Azabından Koruması İçin Dua: Bakara, 201; Âl-i İmran, 16, 191-192; Furkan, 65.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 64
2. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 7, s. 225-233; c. 4, s. 302-309
3. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 280-282; 183-184
4. İslâmi Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 74-75
5. Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 159-164
6. İnanç ve Amelde Kur’ani Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 193-197
7. Kur’ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 40
8. İman Nurları ve Âhiret Sırları, Ali Küçüker, Bahar Y. s. 359-371
9. İlmihal 1, İman ve İbadetler, İsam Y. s. 130
10. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 362-367
11. İlmin Işığında İslâmiyet, Afif A. Tabbara, Kalem Y. s. 152-154
- 166 -
KUR’AN KAVRAMLARI
12. İslâm’da İnanç Esasları, B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, İFAV Y. 308-312
13. Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y. s. 67-74
14. Âhiret Bilinci, Hüseyin Özhazar, Bengisu Y. s. 121-126
15. Cehennem ve Cehennemlikler, Veysel Özcan, Mirfak Y.
16. Âyetlerle Ölüm ve Diriliş, Said Köşk, Anahtar Y.
17. Ölüm Sonrası Cennet ve Cehennem, Selim Al, Furkan Dergisi Y.
18. Ölüm ve Ölümden Sonraki Hayat, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
19. Ölüm ve Ötesi, Heyet, Sağlam Y.
20. Ölüm Ötesi Hayat, Abdülhay Nasih, Nil A.Ş. Y.
21. Ölüm ve Ötesi, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
22. Ölüm ve Sonrası, İmam Gazali, Vural Y.
23. Ölümden Sonra Diriliş, Subhi Salih, Kayıhan Y.
24. Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman Toprak, Esra Y.
25. Ölüm, Kıyamet, Cehennem, Hârun Yahya, Vural Y.
26. Dünya Ötesi Yolculuk, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
27. Dünya ve Âhiret Hayatı, Muhammed İhsan Oğuz, Oğuz Y.
CÂHİLİYYE
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
CÂHİLİYYE
• Câhiliyye; Anlam ve Mâhiyeti
• Câhiliyyenin Temel Özellikleri; Câhiliyye Âdetleri
• Câhiliyye Şirk; İlim de İslâmiyettir
• Kur’ân-ı Kerim’de Câhiliyye Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Câhiliyye Kavramı
• Câhiliyyenin Dünü Bugünü
• Firavun; Her Dönem ve Her Yerdeki Câhiliyye Toplumunun Önderi
• “Câhiliyye” İrticâ/Gericilik, İlkellik ve Bağnazlık Demektir
• Toplum Değerlendirmesinde Câhiliyye Kavramı
• Câhiliyye Asabiyeti; Irkçılık/Kavmiyetçilik
• Câhiliyyenin Zulüm Anlayışı
• Câhiliyye Teberrücü; Kadının Açılıp Saçılması
• Kadının Câhiliyye Tuzaklarından Kurtuluşunun Simgesi; Tesettür
• Câhiliyyenin Sanat Anlayışı
• Câhiliyye, Tarihte Olduğu Gibi, Yine Kur’an’la Yok Edilecektir!
• Tefsirlerden İktibaslar
• Câhilin Bazı Karakteristikleri
• Câhiliyye Demek…
“Yoksa onlar câhiliyye hükmünü/yönetimini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, Allah’tan daha güzel hükmü/yönetimi olan kim olabilir?” 148
Câhiliyye; Anlam ve Mâhiyeti
Câhiliyye; lügatte “bilgisizlik” mânâsına gelir, ilmin zıddıdır. Aklı kullanmamayı ve ahmaklığı da içine alır. Genellikle İslâm’ın hâkim olmasından önceki hayat, İslâm’ın ortaya çıkmasından önceki küfür ve sapıklık hali anlamında kullanılır. Istılah olarak: “Allah’ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip bunların yerine insanlar tarafından konulan hükümlere, düşüncelere ve sistemlere inanmaktır.”
Kur’an’da genellikle bu anlamda yer almıştır. Nitekim; “Onlar hâlâ câhiliyye devrinin hükmünü mü arzu ediyorlar? Şüphesiz doğru bir kanaate sahip olanlar için, hükmü Allah’tan daha güzel olan kim olabilir?”149 buyrulmuştur. Dikkat edilirse bu âyette iki hüküm ve bu hükümlerin mâhiyetleri ifade edilmektedir. İnsanlar ya câhiliyye hükmüne; ya da Allah’ın hükmüne boyun eğeceklerdir. Bu iki hükmün dışında, herhangi bir hükümden söz etmek imkânsızdır. Allah’ın koyduğu hükmü,
148] 5/Mâide, 50
149] 5/Mâide, 50
- 46 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hudûdu dikkate almayan bütün sistemler, câhiliyyeye dayanmaktadır. Helâl ve haram hudutlarını önemsemeyen bütün ekonomik kuruluşlar, câhilî sermayeye dayanmak durumundadır. İnsanları Allah’ın dinine göre eğitmeyen bütün eğitim sistemleri de câhilî eğitim durumundadır. Câhiliyye kavramı, hakka ve hakikate dayanmayan her türlü itikadî ve amelî unsurları içine alan bir kavramdır.
Câhiliyye, “bilgisiz olma”yla eş anlamlı görünmüş olsa da, temelde bir düşünme biçimi, bir sistem, bir yaşantı şeklidir. Kur’an’ın İslâm dışı toplumların ve kişilerin tutum, davranış, yaşantı ve kurdukları sistemi tanımlamak için kullandığı bir kavramdır. Değer yargılarını, ahlâk kurallarını, inanç, düşünme ve davranış biçimlerini bünyesinde toplayan ve kendine bağlı insanların yaşayışlarına yön veren iki sistemden biri İslâm; diğeri hangi ad altında olursa olsun “câhiliyye”dir. Şirk ve küfür, bu sisteme inanç ve itikad yönüyle ad olurken, câhiliyye de, kabul edilen değer yargıları ve davranış biçimleri, yani sosyolojik yönüyle ad olur.
Câhiliyye, “bilgisiz olmak”tır; evet, esas bilinmesi gerekeni bilmemek, yanlış bilgi sahibi olup, bilmediğini de bilmemek, hevâya, kuruntuya, zanna uymaktır. Esas bilinmesi gereken Hakk’ı hak olarak bilmemektir câhiliyye.
Câhiliyye, belli bir döneme ait bir olgu değil; insan hayatında sürekli var olan dinamik ve yaşayan bir olgudur. Peygamberimiz’den önceki dönem câhiliyye devri olduğu gibi; günümüz modern câhiliyyesi de en büyük ve en ilkel câhiliyyedir. Câhiliyyenin, kendine göre (Allah’a dayanmayan) inanç sistemi, yaşayış biçimi, ahlâk anlayışı ve devlet görüşü vardır. Câhiliyye kelimesi, Kur’an’da dört yerde geçer. Kur’an’da câhiliyye kelimesinin geçtiği dört âyet, câhiliyyenin temel dört görünüşünü ifade eder:
a- Câhiliyyenin inanç sistemi, Allah hakkındaki zannı: “...Kendi canlarının kaygısına düşmüş bir grup da, Allah hakkında haksız olarak câhiliyye zannına kapılıyorlardı.”150 Dolayısıyla vahye/ilme dayanan bir inanç değil; zanna ve cehâlete dayanan bir inanç câhiliyyenin özelliğidir.
b- Câhilî yaşayış biçimi, câhiliyye taassub ve barbarlığı: “O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyyet taassubunu yerleştirmişlerdi...”151 Dolayısıyla câhiliyyenin kendine has, İslâm dışı bir hayat tarzı, dünya görüşü söz konusudur.
c- Câhiliyye ahlâk anlayışı/ahlâksızlığı: “(Ey peygamber hanımları!) Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp saçılarak, ziynetlerini gösterecek tarzda yürüyüşü gibi yürümeyin...”152 İslâm ahlâkıyla bağdaşmayan modern bazı tavır ve kıyafetin/kıyafetsizliğin eski câhiliyyenin devamı olduğu anlaşılmaktadır.
d- Câhiliyyenin hüküm, yönetim ve devlet anlayışı: “Yoksa onlar câhiliyye hükmünü, idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü/hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”153 Demek ki, Allah’ın hükmüne dayanmayan câhiliyye yönetimi, İslâm öncesi câhilî yönetimin hortlatılmasından başka bir şey değildir.
İslâm’ın zıddı, câhiliyyedir. (Câhiliyye bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslâm’ın
150] 3/Âl-i İmran, 154
151] 48/Fetih, 26
152] 33/Ahzâb, 33
153] 5/Mâide, 50
CÂHİLİYYE
- 47 -
dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. Câhiliye küfür demektir.) İslâm’ın her parçasının karşısında mutlaka câhiliyye vardır. Hz. Ömer’in dediği gibi, “İslâm’la câhiliyyeyi bilmeyenler türeyince, İslâm’ın düğümleri teker teker çözülür.” İslâm tüm ayrıntılarıyla câhiliyyenin karşıtıdır. Çünkü İslâm’dan her bir cüz, Allah’ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı olan her düşünce ve hareket de, mutlaka câhiliyyedir. Çünkü o, sınırlı insan ilminin eseridir. Üstelik insanın hevâsı, kötü arzuları kendisine gâlip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir. “Yoksa onlar câhiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için, hüküm koyma yönünden Allah’tan daha güzel kim vardır?” 154
Bazı insanlar, câhiliyye yolunda gidenlerin bir kısmının hareket, yaşayış veya bazı sistemlerinde ortaya çıkan güzel ve olgunluğu görünce, şüpheye düşerler. Bunun sebebi, İslâmiyet’ten olan bir şey, bazen câhiliyye ile karışır. İslâm’dan olan o şey, orada da güzel görünür. Câhil kişi, İslâm’ın hakikatini bilmediği için bu düzene bağlanır. Şâyet bu insan, hakkı bilseydi, o câhiliyye düzeninde gördüğü kısmî iyiliklerin daha güzeliyle İslâm’a ait olduğunu anlayacak, kaynağa ve asla yönelecekti.
İnançlarda İslâm ve câhiliyye vardır. İbâdetlerde İslâm ve câhiliyye vardır. Ahlâkta, siyasette, öğretimde, savaş, barış ve sosyal meselelerde İslâm ve câhiliyye vardır. İnsanla ilgili bütün meselelerde, bütün kanun ve kurallarda İslâm ve câhiliyye vardır. İnanç ve ibâdetlerdeki câhiliyye, câhiliyyelerin en tehlikelisidir. Onun için Allahü Teâlâ, sağlam itikatla beraber bazı câhiliyye hareketlerinde bulunanları affeder, ama inanç ve ibâdetleri câhiliyye inanç ve ibâdetleri olan kimseyi, İslâm’ın tüm ahlâkıyla ahlâklansa dahi kesinlikle affetmez. “Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ama bunun dışında dilediğini affeder.” 155
Allah Teâlâ İslâm’ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü alırsa, işte o müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını almazsa, İslâm’la câhiliyyeyi birbirine karıştırmış olur. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezası dünyada rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise azabın en şiddetlisine atılacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.156 Her müslümanın, câhiliyyenin bütün âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslâm’ın bütününü alması gerekir. İslâm ümmeti de, İslâm devleti için mükemmel bir örnek olmalı ve yeryüzünden câhiliyye düzenini silmeye çalışmalıdır.
İslâm devlet düzeninden sapma ve giderek İslâm’ın hukuka, muâmelâta dair ahkâmının tümüyle kaldırılması, müslümanlar arasında câhiliyye düzeninin yayılmasına vesile oldu. “İslâm’ın halkaları teker teker çözülecek. İlk olarak yönetim halkası çözülecek ve en sonunda da namaz halkası sökülecektir.” Câhiliyye düzenini tüm yeryüzünden söküp atmak, fitneyi tümüyle kaldırmak için hücum edenin İslâm olması gerekirken,157 hücuma uğrayan kendisi oldu. Câhiliyye düzeni onu tamamen söküp atma, ya da her yönüyle tahrif ve tahrip etme çabasındadır. Bu gün İslâm topraklarında ne kadar çok câhiliyye idareleri vardır ve bu câhiliyyelere uyan ne kadar çok müslüman vardır. Câhiliyye düzenlerinin (bâtıl dinlerin) ortak
154] 5/Mâide, 50
155] 4/Nisâ, 48
156] 2/Bakara, 85
157] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
- 48 -
KUR’AN KAVRAMLARI
özellikleri, İslâm’a, tevhide düşman olmalarıdır.
Câhil Kelimesinin Anlam Sahası: ‘Câhiliyye’, ‘cehl’ fiilinden türemiş bir masdardır. Yaygın olarak ‘bilgisizlik’ anlamında kullanılmaktadır ama daha başka mânâları da vardır.
‘Câhiliyye’nin türediği ‘cehl’ fiili sözlükte; bilmemek, tanımamak, kaba davranmak, gücendirmek, fıkır fıkır kaynamak gibi anlamlara gelir. Bazılarına göre bu fiil, bilginin zıddı olarak bilgisizlik ve hafiflik, kendini bilmezlik gibi iki anlam sahasına sahiptir. Aslında ikinci anlam birincisini doğurmuştur.
Râgıb el-İsfehânî ‘cehl’e üç anlam vermektedir:
Birincisi, nefsin bilgiden boş olması,
İkincisi, gerçeğin dışında bir şeye inanma,
Üçüncüsü, bir konuda yapılması gerekenin veya hakkın tersini yapmadır. 158
‘Câhil’, ‘cehl’ sahibi, bilgiden mahrum olan, davranışları olgun olmayan, kendini bilmeyen demektir ki ‘cehl’ fiilinin fâil (özne) ismidir. Kur’ân-ı Kerim, bu fiili ve bunun türevleri olan ‘câhil’, ‘câhiliyye’, ‘cehâlet’, ‘cehûl’ kelimelerini kullanmaktadır. ‘Cehûl’ çok câhil demektir. ‘Cehâlet’ ise câhil olma halini, ‘cehl’ içinde olma durumunu ifade eder. Türkçe’de ‘câhillik’; cehâlet, bilgisizlik, bilmeme mânâsında, ‘câhil’ ise; bilmeyen, ilimden ve olgun davranıştan uzak, biraz da genç ve tercübesiz kimse anlamında kullanılmaktadır.
Câhiliyyenin Kapsamı: Birçok tefsir ve tercümede ‘bilgisiz olma, ilimden uzak olma’ diye anlaşılan ‘câhilliye’: Îslâm’a inanmayan kişi ve toplumların tutum, davranış, yaşantı, anlayış ve sistemlerini nitelemek üzere kullanılan bir kavramdır.
İslâm kültüründe ‘câhiliyye’, kendinden önceki dönemin inanç, tutum ve davranışlarını niteleyen ayırdedici önemli bir kavramdır. İslâm’dan önceki dönemin adı ‘câhiliyye dönemi’ dir. Bu niteleme, olmuş-bitmiş bir dönemin adı olmaktan ziyade; Îslâm dışı inanış ve davranışların genel adıdır. İnsanların düşünüş ve davranışlarına inançları ya da dünya hayatını algılayışları yön verir. Kişi hangi dünya görüşüne inanıyorsa tutum ve davranışları ona uygun olur. Onun kabul ettiği değer yargıları, ahlâk ilkeleri inancından kaynaklanır.
İşte birtakım değer yargılarını, inanç esaslarını, düşünme ve davranış biçimlerini, ahlâk kurallarını bünyesinde toplayıp onlara yön veren iki sistem vardır. Bunlardan biri Allah’ın dini İslâm, diğeri de hangi ad altında olursa olsun ‘câhiliyye’ sistemleri, ya da ‘câhiliyye’ dinleridir. Şirk bu sistemin daha çok inanç yönüne ad olurken, câhiliyye ise bu gibi sistemlerin tutum, davranış ve değer yargılarına ad olmaktadır.
İslâm’dan önce câhiliyye insanları hem gerçek bilgi ve bu bilginin kurduğu sağlıklı toplum ve uygarlıktan yoksundular, hem de kendilerine doğru yolu gösterecek kitap ve peygamberden mahrum olduklari için güzel davranışlardan uzaktılar. İnsana olgun hareket etme imkânı veren bilgiden ve anlayıştan mahrum olduklari için kaba ve serttiler. Erken kızarlardı, akıllı hareket etmeyi
158] Râgıb el-Isfehanî, Müfredât, s. 143
CÂHİLİYYE
- 49 -
bilmezlerdi, taassuba ve haksızlığa düşerlerdi.
Bu durum bir anlamda barbarlıktı. İslâm’dan uzak olan kişi ve toplumlar genellikle ‘hevâ’larına uyarlar. Onlar canlarının, yani keyiflerinin istediğini yapmaktan başka bir şey bilmezler. DolaysIyla, hak-hukuk, erdem ve iyilik, başkasına saygılı davranma ve olgunluk gösterme onların yapacağı iş değildir. Üstelik bu gibiler, hevâlarına uyduklari için yanlış inançlara düşerler, uydurma ilâhlar bulurlar ve Allah’tan başkasına ibâdet etmekten çekinmezler… Bütün bunlar ‘câhilliyye’nin görüntüsüdür.
Câhiliyye ve Hilm: Kimilerine göre câhiliyye’ ‘hilm’in karşıtıdır. ‘Hilm’ sözlükte, düşünerek hareket etme (teenni), sakinlik, yumuşak huyluluk, ahlâk ve karakter sağlamlığı, çok duygusal olmama, tedbirli davranma ve ılımlı olma gibi anlamlara gelir.
‘Câhillik’ ise bütün bu ahlâkî davranışların zıddıdır. Câhiliyye ‘hilm’ sahibi olmama durumudur. ‘Hilm’ sahibi olma bir anlamda ‘medeni’ insan olma sıfatıdır. Bunun tam karşıtı olan câhillik ise, azgın, arzularının esiri, taşkın içgüdülerine uyan, aceleci bir karakteri olan, olgun davranışlardan yoksun, vahşi ve kaba kimsedir.
Câhiliyye dönemi insanı, şirkten arınmış şekilde tevhîdî Allah inancından uzak olduğu için gerçek bilgiden, barış ve sakinlikten, adâletli bir sistemdan mahrumdur. O yüzden o dönemin insanı vahşi ve kabaydı. Kuvvetliler zayıfları eziyordu. Eline güç geçirenler başkalarına haksız yere saldırabiliyordu. Hak hep kuvvetlinindi. İnsanlar birbirine sevgi ve saygı değil, kan bağı ve çıkar bağı bağlıyordu. Yaptıkları yanlışların farkında bile değillerdi. Şiddet ve saldırganlığı erdem sayıyorlardı. Cehâletleri yüzünden putlara ilâh diye tapınıyor ve onlardan kaynaklandığını sandıkları bir dine inanıyorlardı.
Câhiliyye, iyiyi kötüden ayırmasını bilmeyen bir anlayışın adıdır. Bu anlayışa sahip olanlar kör bir inat üzerindedirler. Onlar gerçeğe karşı kör ve sağır gibi davranırlar. İslâm öncesi müşrikler öylesine kin ve saplantı içerisinde idiler ki, bu yüzden sonu gelmez kavgaların, kan dâvâlarının, şiddet ve baskınların arkasından koşup duruyorlardı.
İslâm ile şereflenen ashâb câhiliyye dönemine ait her şeyi terkettiklerini söylerken, câhiliyyenin kibir ve taassubunu, sürekli sürtüşmeye yol açan kabilecilik anlayışını, kaba ve hayırsız barbar davranışlarını, vahşi karakterini ve putçuluğuna ait her şeyi kasdediyorladı. Nitekim Habeşistan’a hicret eden Ca’fer İbn Ebî Tâlib (r.a.) oradaki krala: “Ey hükümdar! Biz câhiliyye düşüncesine sahip kimselerdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarını keser, komşu haklarına uymazdık, içimizde güçlü olanlar zayıfların (hakkını) yerdi. İşte biz böyle iken, Allah (c.c.) bize içimizden bir elçi günderdi…” 159
Kur’an; câhil, câhiliyye, câhillik etme kelimelerini farklı yerlerde benzer anlamlarda kullanmaktadır. Bu kullanımlardaki ortak nokta, cehâletin yanlızca bilgisizlik olmadığı, düşüncesizce haraket etme, işin doğrusu dururken yanlış yapma, ilme değil de zanna (sanrılara) ve hayallere (ümniyye’ye) dayanma ön plana çıkmaktadır. Zaten böyle yapmak câhillerin davranış özelliğidir.
159] İbn Hişam, 1/336
- 50 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Mûsâ (a.s.) İsrailoğullarını denizden ve Firavunun zulmünden kurtardıktan sonra, onlar puta tapan bir kavim (topluluk) gördüler ve Hz. Mûsâ’dan gördükleri gibi bir tanrı istediler. Hz. Mûsâ (a.s.) onların bu yanlış isteklerine “Siz gerçekten câhillikte bulunan bir kavimsiniz” dedi.160 Hz. Mûsâ gibi bir Allah rasûlünün yanında iken putları ilâh diye istemek câhillikten başka bir şey olamazdı.
Hz. Hûd’dan (a.s.), fakir kimseleri yanından kovmasını isteyenlerin tutumu,161 kadınları bırakıp da erkeklere şehvetle giden Lût (a.s.) kavminin çirkin işleri, putlara tapmaktan vazgeçmeyen ve peygamberini tehdit eden Âd kavminin davranışı cehâletten başka bir şey değildir. 162
Hz. Yûsuf (a.s.) kardeşlerinin kendisini kuyuya atmalarını ve onun hakkında kötülük düşünmelerini ‘câhillik’ diye nitelendiriyor. Çünkü kardeşleri bu yaptıklarının ne denli kötü olduğunu, kendilerine pek çok zarar verdiğini hesap etmemişlerdi, bu konuda câhil olmuşlardı.163 Allah’tan başkasına kulluk edenler câhillerdir: “De ki: Ey câhiller, Allah’ın dışında bir başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?” 164
Allah’ın vahy yoluyla bildirdiği âyetlerinden yüz çevirenler, yaptıkları hatanın farkında değillerdir. Allah’ın dışında başka tanrılara ibâdet yaparak elde ettikleri zararı hesap etmiyorlar. Allah’a ibâdette bulunarak elde edecekleri mükâfatları da bilmiyorlar. Bu konuda duyarsız ve Hakk’a karşı boşuna kör ve sağır gibi davranıyorlar.
Hz. Mûsâ (a.s.) kavmine “Allah (c.c.) size bir sığır boğazlamanızı emrediyor” deyince onlar, “bizimle alay mı ediyorsun?” dediler. Hz. Mûsâ’nın cevabı şöyle oldu: “Ben câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım.”165Allah (c.c.) adına yalan uydurmak O’nun emretmediği bir şeyi O’nun adına ortaya atmak ve O’nun adına din ve yeni ibâdet türleri uydurmak câhilliğin ta kandisidir. Hz. Nûh’a (a.s.) inanmayan ve kurtuluş gemisine binmeyen inkârcı oğlu için af dileyince Allah (c.c.) onu uyararak şöyle demişti: “O kesinlikle senin ailenden değildi. Çünkü o salih (doğru) olmayan bir iş yaptı. Öyleyse hakkınde bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Gerçekten, câhillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.” 166
Cahâlet, câhillik her zaman kişiye kötülük yaptırır, günah işletir. Böyleleri eğer tevbe ederlerse, Allah (c.c.) onların tevbesini kabul eder.167 Allah (c.c.) gönderdiği âyetlere iman ettiği halde kimileri câhillikleri ve yaptıklarının sonunu düşünmemeleri nedeniyle hataya düşebilirler.168Kur’an diyor ki: “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık (günahtan korkmayan, açıktan günah işleyen) birisi size bir haber getirirse onu araştırın. Yoksa cehâlet sonucu (farkında olmadan) bir topluluğa kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.” 169
160] 7/A’râf, 138
161] 11/Hûd, 29
162] 46/Ahkaf, 23; 6/En’âm, 111
163] 12/Yûsuf, 89
164] 39/Zümer, 64
165] 2/Bakara, 67
166] 11/Hûd, 46
167] 4/Nisâ, 17; 6/En’âm, 54
168] 16/Nahl, 119
169] 49/Hucurât, 6
CÂHİLİYYE
- 51 -
Mü’minler, kulaktan dolma mâlûmatla, uydurma haberlerle ve sağlam bir delile dayanmayan bilgilerle bir şey ve kişiler hakkında hüküm vermemeliler. Cehâletle verilen kararlar isabetli olmazlar. Kur’an’ın câhil dediği kimseler, insanın yeryüzündeki konumunu idrâk etmeyen, kaba ve sert, iyi düşünmekten ve akıllı uslu hareket etmekten mahrum kişilerdir. Onlar yaptıklerı işleri, gösterdikleri davranışları sağlam bir bilgiye uyarak yapmazlar. Kendi hevâlarına ve doğru sandıkları hayallerine uyarlar. Bu nedenle hem bilgisizce hatalara düşerler hem de davranışlarıyla bir sürü zarara yol açarlar. Hatta cehâletleri yüzünden, Allah’ın âyetlerinden yüz çevirir, elçilere ve onların tebliğ ettiklerine aldırmazlar, dünyada ve âhirette pek çok zarara uğrarlar. Bütün bu tutum ve davranışlar ‘câhilliye’ ahlâkıdır.
Allah’a hakkıyla kulluk yapan güzel insanlar, yeryüzünde vakarla, alçak gönüllü ve ciddiyetle yürürler. Câhiller kendilerine sataştığı zaman da yüksek bir olgunlukla, onların seviyesinde inmeden ‘selâm’ der ve geçerler.170 Allah (c.c.) Peygamberimiz’e şöyle emrediyor: “Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslâm’a) uygun olan örfü emret ve câhillerden yüz çevir.” 171
Câhiliyye, Allah’ı İdrâk Edememe İdeolojisidir: Câhiliyye, cehâlet mantığı üzerine kurulu dünya görüşünün, tutum ve davranışların genel adıdır. Bu görüşe sahip olanların davranışlarına câhilî düşünceler ve inançlar yön verir. Onlar sağlam bir bilgiye, insanı hakka ve en doğru bir yola götürecek bir ilme sahip olmadıkları için kendi hevâlarının ölçüsünü doğru sanırlar. O yüzden putlara tapmayı, peygamberlere ve Allah’ın âyetlerine karşı gelmeyi doğru zannederler. Zenginlik ve servetin üstünlük olduğunu düşünür ve yoksullarla bir arada bulunmak istemezler.172 Mü’minler, sabırlı, ağırbaşlı, teenni ile, düşünerek hareket ederlerken; câhiller, ‘câhiliyye hamiyeti/câhillik gayreti’yle davrandıkları için, sert ve kaba, düşüncesiz ve hafif meşrep davranırlar. Yerli-yersiz öfkelenirler, kızgınlık ve gazap sahibidirler. Bu yüzden Hakk’a ve adâlete göre iş yapamazlar.
Kur’an buna ‘câhiliyye hamiyyeti’ demektir. İnkârcılar kalplerine bu câhiliyye çabasını koydukları zaman Allah (c.c.) da mü’minler üzerine ‘sekine/kalbi sâkinleştirici’sini indirir ve onları ‘takvâ sözüne/tevhid kelimesine’ bağlı tutar. 173
Yukarıda geçtiği gibi ‘câhiliyye’ yalnızca İslâmdan önceki müşriklerin hayatının adı değildir. Kişilerin İslâmî hayatlarından önceki yaşantılarına da ‘câhiliyye’ denilir. Bununla beraber câhiliyye, cehâlet üzerine kurulu bütün tutum ve davranışların, İslâm’dan kaynaklanmayan bütün sistemlerin, bütün hükümlerin genel adıdır. Çünkü İslâm ve ona ait hükümler Allah’tan gelen sağlam bir ilme, diğerleri ise insanların hevâlarından kaynaklanan zanlara dayanır.
Câhilî davranışlar her devirde ve her yerde görülebilir. Câhil kimselerin özelliklerine bakarsak, câhiliyyenin her zaman ve her yerde olabileceğini daha rahat anlarız. Medine döneminde olan şu olay ilginç bir örnektir. Bu olay üzerine Peygamberimiz (s.a.s.) her zaman gündeme gelebilecek câhiliyye davranışlarına dikkat çekmiş ve ümmetini uyarmıştır. Câhiliyye döneminde birbirlerine düşman olan ve uzun seneler boyu süren kan dâvâları sebebiyle birbirlerine saldıran Evs
170] 25/Furkan, 63
171] 7/A’râf, 199
172] 11//Hûd, 20
173] 48/Fetih, 26
- 52 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve Hacrec kabileleri müslüman olduktan sonra kardeş oldular ve düşmanlığa son verdiler. Bir gün onların tatlı tatlı sohbetlerini gören ve bunu kıskanan bir Medineli yahudi birisini göndererek onlara eski günlerini hatırlatmalarını söyledi. O gönderilen kişi de denileni yapınca her iki taraf silaha sarılarak savaşa kalkıştılar. Bunu öğrenen Peygamberimiz (s.a.s.): “Ey müslümanlar! Allah, Allah! (Allah’tan korkun), ben aranızda iken, Allah (c.c.) size hidâyet verdikten sonra birbirinizi câhiliyyeye mi davet ediyorsunuz?…” 174
Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) ‘siyah kadının oğlu’ diyerek hakaret eden Hz. Ebû Zerr’e (r.a.) Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle demiştir: “Onu annesinin renginden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hâlâ câhiliyye ahlâkı bulunmaktadır.” 175
Yine Peygamberimiz (s.a.s.) câhiliyye dâvâsı; câhiliyye zamanında gibi kavmiyyetçilik ve asabiyye güdenler için ‘bizden değildir’ demektedir.176 “Ümmetimin içinde câhiliyye döneminden kalma, tamâmen terkedemeyecekleri dört âdet vardır: Asâletleriyle övünmek, başkalarının soyuna dil uzatmak, yıldızlar vesilesiyle yağmur istemek, ölünün arkasından yüksek sesle ağlamak.” 177
Kur’an, müslüman kadınlara ‘câhiliyye döneminde olduğu gibi açılıp saçılmayın’ diyor.178 Mü’minler, inançta, düşüncede, ahlâk ve davranışlarda, karar vermede ve insanlarla ilişkilerde Allah’ın indirdiği hükümlere uyarlar. Câhiliyye düşüncesine sahip olanlar ise Allah’ın hükümlerini tanımazlar, onları beğenmezler ve kendi hevâlarına uyarlar. Kur’an şöyle diyor: “Onlar hâlâ câhiliyye’nin hükmünü mü arıyorlar? Kesin bir bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?” 179
Günümüzde Câhiliyye: Câhiliyye’yi, yanlızca İslâm’dan önceki dönem diye çevirme yanlış olacaktır. O dönemin adı da ‘câhiliyye’dir. Ancak bu kavram, câhilî davranış ve inançların genel adıdır. Firavun nasıl, haddi aşan, azan, kibirlenip kendini Allah’a muhtaç görmeyen, zulmün ve tuğyanın (azıp sapıtmanın) sembolü ise; câhiliyye de bilgisizliğin, bilgisizce hareket etmenin, yaptığı şeyin sonucunu düşünmemenin, Allah’ı ve O’nun âyetlerini anlamamanın, Allah’a isyan etmenin ne kadar kötü olduğunu idrâk edememenin sembol kavramıdır.
İnsanların hevâlarına uyduğu, nefislerinin, isteklerinin kulu oldukları, Allah’ın hükümlerinin kabul edilmediği, çeşitli ilâhlara ibâdet edildiği, sömürü ve zulmün bulunduğu, kavmiyetçilik ve asabiyyenin (tarafgirliğin) yaygın olduğu, hüküm vermede hakkın ve adâletin uygulanmadığı her yer ve zamanda câhiliyye var demektir. Günümüzde de çeşitli yerlerde, tıpkı câhiliyye döneminde olduğu gibi Allah (c.c.) unutulmuştur. O ve O’nun hükümleri hayata ve insanların işlerine sokulmamaktadır. O’nun gönderdiği hükümlere uymayı bir tarafa bırakalım; o hükümler, yani şeriat yanlış, eksik ve hatta çağdışı sayılmaktadır. Günümüz insanlarının çoğu, unuttukları âlemlerin Rabbi Allah’ın yerine sayısız ilâhlar ve putlar bulmuşlar ya da koymuşlardır. Tıpkı eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi sahte tanrılara ibâdet edilmektedir. Ölçüler İlâhî kaynaktan değil,
174] İbn İshak, nak. İbn Hişam 2/555-556
175] Buhârî, İman 22
176] Müslim, İmâre, 53 hadis no: 1848; Buhârî, Cenâiz 39
177] Müslim, Cenâiz 29, hadis no: 934
178] 33/Ahzâb, 33
179] 5/Mâide, 50
CÂHİLİYYE
- 53 -
hevâlardan alınmaktadır. Güçlünün borusu ötmekte, sözü geçmektedir. Zayıflar yine ezilmekte, insanlar haklarına yine gereği gibi kavuşamamaktadır. Kumar, zinâ, fuhuş, hırsızlık en geniş şekilde yapılmakta, içki su yerine içilmekte, ribâ (fâiz) ekonominin can damarı kabul edilmektedir. İslâm’ın günah dediği pek çok şey çağdaş ahlâk sayılmaktadır. Kadınlar yine alınıp satılmakta, açılıp saçılmaları kadın hakkı, çağdaşlık kabul edilmektedir.
Kısaca, Kuran’ın câhiliyye toplumu dediği müşrik toplumun anlayışı ve ahlâkı az bir değişiklikle günümüzde de aynen devam ediyor. Allah (c.c.), O’nun yüce hükümleri ve Âhiret hesaba pek katılmıyor. Bu durum da ‘câhiliyye’den başka bir şey değildir. 180
Câhil: Bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen ve halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan haberdar olmayan kimse demektir. Cehâlet: Câhilin içinde bulunduğu hâle denir. Ayrıca cehâlet, ilmin karşısında olmak, bilmemek mânâsını taşır. İlim; bilmek, her şeyin en iyisi, en hayırlısı olduğu gibi; cehâlet de onun zıddı, her şeyin en fenâsıdır. İlim sahibi faziletli, yüce kişi sayılırken; câhil insanlar da bilgiye karşı daima aşağılanan kişiler olarak bilinirler.
Kur’ân-ı Kerîm, inkârcı kâfirleri: “...Cehâlet içerisinde kalmış (bilgisizliğe saplanıp kalan) gâfiller”181 olarak zikreder. Yine câhillerden sakınmak için; “Af yolunu tut, bağışla, mâruf olan şeyleri emret, câhillerden yüz çevir.”182 buyurulur. Bilgisiz insanlar körler gibidir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” 183 Aynen “görenle görmeyenin bir olmadığı gibi.”
Câhil kişiler faziletli, doğru ve ilmi kendine önder seçmiş, akıllı kişilerden kaçarlar. Çünkü, kendini olduğundan büyük görme hastalığına tutulan câhiller, tevâzu sahibi bilginlerden hiç bir şey anlayamazlar. Câhil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır. Her şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur. Ancak görünenin arkasında bir de hissedilenin varolduğunu bilemez. Câhilin tedbiri, düşüncesi köksüz ve çürüktür. Bundan dolayı câhiller için: “Câhil yaşayan ölüdür”, “Diri iken ölü” denilmiştir. Hazret-i İsa da: “Ben ölüleri dirilttim fakat câhilleri diriltemedim” buyurmuştur. Halk arasında hadis olarak bilinen yaygın bir sözde: “Akıllının düşmanlığı, câhilin dostluğundan daha hayırlıdır” denilmektedir.
Hazret-i Ali (r.a.): “Faziletli kişiler hakkında haset edilir. Câhiller de ilim sahiplerine düşman kesilirler” buyurmuştur. Eskiden İslâm toplumlarında âlimlerden birine kızıldığı zaman en büyük ceza olmak üzere onu câhil bir kişi ile hapsederler veya bir arada yaşamaya zorlarlardı. “Câhillere para verilse de yüz verilmez” deyimi çok kullanılan bir deyimdir.
Câhiliyye: Bilgisizlik, gerçeği tanımama. İslâm, tam bir aydınlık ve bilgi devri olduğu için, Arabistan’da İslâmiyet’in yayılmasından önceki devre, daha dar anlamı ile Hz. İsa’dan sonra peygamberimizin gelmesine kadar geçen zamana “câhiliyye” devri adı verilmiştir.
Câhiliyye, insanın Allah’ı gereği gibi tanımaması, O’na kulluk etmekten uzaklaşması, O’nun hükümlerine değil de, kişinin kendi hevâ ve hevesine uyması,
180] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 95-101
181] 51/Zâriyât, 11
182] 7/A'râf, 199
183] 39/Zümer, 9
- 54 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanların koyduğu emir ve yasaklara, siyasî sistem ve düşüncelere inanmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Onlar hâlâ Câhiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği bilen bir millet için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim var?”184 buyurulur. İslâm’ın hâkim olmadığı ortamlar câhiliyye çağlarıdır. Çünkü İlâhî bilginin kaynağından yoksun olan ortamlardır. İslâm’ın gelişinden önceki dönemde yaşayan müşrikler Allah’a isyan etmiş, O’nun hükümlerine sırt çevirmiş bir toplum olarak son derece ilkel ve câhilce hayat sürüyorlardı. 185
Câhiliyyenin Temel Özellikleri; Câhiliyye Âdetleri
Câhiliyye Arapları’nın sürdüğü hayattan ve içinde yaşadıkları ortamdan bazı örnekleri şöyle sıralamak mümkündür:
1) Putlara tapmak: Câhiliyye insanları Allah’ın varlığını kabul etmekle beraber putlara taparlardı. Onlar putlarının Allah katında kendilerine şefaatçı olacaklarına inanırlar ve: “Biz onlara ancak bizi daha çok Allah’a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz”186 derlerdi.
2) İçki içmek: Şarap içmek âdeti çok yaygındı. Şâirleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük bir kısmını teşkil ederdi. Hatta Enes b. Mâlik (r.a.)’in bildirdiğine göre İslâm’da içki, Mâide Sûresi’nin doksan ve doksan birinci âyetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hz. Peygamber (s.a.s) tellal bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medine sokaklarında sel gibi içki akmıştır. 187
3) Kumar oynamak: Câhiliyye çağında kumar da çok yaygındı. Câhiliyye Arapları kumar oynamakla övünürlerdi. Öyle ki kumar meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı. Onların şâirlerinden biri karısına şöyle vasiyette bulunur: “Ben ölürsem, sen, âciz ve konuşma bilmeyen, ikiyüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme.”
4) Fâiz yemek: Tefecilik almış yürümüştü. Para ve benzeri şeyleri birbirlerine borç verirler; kat kat fâiz alırlardı. Borç veren kimse, borcun vâdesi bitince borçluya gelir: “Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu artırayım mı?” derdi. Onun da ödeme imkânı varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katına, üçüncü sene için dört katına çıkarır ve artırma işlemi böylece kat kat devam ederdi. Tefecilik ve fâizin her çeşidini haram kılan Allah, özellikle Araplar’ın bu kötü âdetlerine dikkati çekerek “Ey iman edenler! Kat kat fâiz yemeyin.”188 buyurmuştur.
Fâizcilik Araplar arasında o kadar yerleşmişti ki ticaretle onun arasını ayıramıyorlar; “Fâiz de tıpkı alış-veriş gibi” diyorlardı. Bunun üzerine inen âyette: “Allah alış-verişi helâl, fâizi ise haram kılmıştır.” 189 buyrulmuştur.
5) Zinâ etmek: Câhiliyye Araplar’ı arasında fuhuş da nâdir şeylerden değildi. Câriyelerini zorla fuhşa sürükleyenler vardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususa işaretle: “İffetli olmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın.”190 buyurulur.
Kocanın birkaç metresi olduğu gibi, kadının da başkalarıyla ilişkide bulunması,
184] 5/Mâide, 50
185] Ahmed Ağırakça, Durali Pusmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 269
186] 39/Zümer, 3
187] Müslim, Eşribe 3
188] 3/Âl-i İmrân, 130
189] 2/Bakara, 275
190] 24/Nûr, 33
CÂHİLİYYE
- 55 -
bazı çevrelerce nefretle karşılanmayan bir davranıştı. Fuhuşla ilgili câhiliyye Araplarının şu âdetlerini zikredebiliriz:
Kadın, âdetinden temizlendikten sonra kocası ona (kendisinden çocuğu olmadığı ve asil bir çocuğa babalık yapmak istediği için) “şu adama git ve ondan hâmile kal” derdi. Kadın istenilen adamla beraber olduktan sonra kocası hamileliği belli oluncaya kadar ona yaklaşmazdı. Sonra yaklaşabilirdi. Bu, iyi bir çocuğa sahip olmak için yapılırdı.
Sayıları üç ila on arasında değişen bir grup erkek kadının evine girerek, sırasıyla hepsi de onunla cinsî münâsebette bulunurdu. Kadın hâmile kalıp da doğum yaparsa doğumdan birkaç gün sonra bu erkekleri çağırır, erkekler de zorunlu olarak bu dâvete iştirak ederlerdi. Sonra onlara: “Olanları biliyorsunuz, doğum yaptım” içlerinden birine işaret ederek “çocuğun babası sensin” derdi. O da bundan kaçınamazdı.
Bazı fuhuş yapan kadınlar da tanınmaları için kapılarına bayrak asarlardı. Bu tür kadınlardan biri doğum yaptığı zaman teşhis heyeti toplanıp çocuğun kime ait olduğunu tespit ederdi. O da çocuğun babası olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı. 191
6) Kadına hakkını vermemek: Kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, âdetâ bir eşya gibi telâkkî edilip miras alınırdı. Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin varislerinden gözü açık biri hemen elbisesini kadının üzerine atardı. Kadın daha önce kaçıp bu halden kurtulamazsa artık onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir, dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi. Dilerse, kocasından kendisine kalan mirası elinden almak için onu evlenmekten menederdi. Bunun üzerine inen âyette: “Ey inananlar! Kadınlara zorla mirascı olmaya kalkmanız size helâl değildir.” 192 buyurulmuştur. 193
7) Bazı yiyecekleri kadınlara haram kılmak: Yiyeceklerin bazısı yalnız erkeklere ait olup kadınlara yasak ediliyordu. “Onlar: ‘Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olur’ dediler.” 194
8) Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek: Câhiliyye Arapları’nın kötü âdetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarını korumak veya ar telâkkî ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de şu âyetlerde buna işaret edilir:
“Onlardan birine Rahman olan Allah’a isnat ettikleri bir kız evlât müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi.” 195
“Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu
191] Buhârî, Nikâh 36
192] 4/Nisâ, 19
193] Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, I/440
194] 6/En'âm, 139
195] 43/Zuhruf, 17
- 56 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zaman...” 196
“Ortak koştukları şeyler, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterirdi.” 197
9) Ekin ve hayvanlarından putlarına pay ayırmak: Ekin ve hayvanlarını iki kısma ayırıyor, bir kısmını Allah’ın böyle emrettiğini sanarak Allah’a veriyor ve bir kısmını da Allah’a eş koştukları putlarına bırakıyorlardı. Onlar bu bâtıl inanç ve âdetlerinde biraz daha ileri giderek Allah’ın payına düşeni alıyorlar, onu eş koştukları putların payına ekliyorlardı. Ama putlarının payından alıp öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu. “Allah’ın yarattığı ekin ve hayvanlardan O’na pay ayırdılar ve kendi iddialarına göre: ‘Bu Allah’ındır, şu da ortak koştuklarımızındır’ dediler. Ortakları için ayırdıkları Allah için verilmezdi. Fakat Allah için ayırdıkları ortakları için verilirdi. Bu hükümleri ne kötüydü!”198 Bir kısım hayvanlarla ekinlerin bazısını dilediklerinden başkasına yasaklıyorlardı. Ayrıca bir kısım hayvanlara binerken ve keserken Allah’ın adının anılmasına engel oluyorlardı. 199
10) Bahîra, Sâibe, Vasîle, Hâm gibi inançlara sahip olmak: Bunun dışında hayvanlarla ilgili şu âdetleri de vardı:
Bahîra; deve beş batın doğurup beşincisinde erkek doğurursa kulağını çentip serbest bırakırlardı. Artık ona binmeyi ve sütünü sağmayı haram kabul ederlerdi. Buna “Bahîra” derlerdi.
Sâibe; dileği yerine gelen kimsenin putlara adadığı deve idi. Buna da binilmez ve sütü sağılmazdı.
Vasîle; koyun dişi doğurursa kendileri için; erkek doğurursa putları için olurdu. Şâyet biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz doğurursa, dişinin hatırı için erkeği de kesmezler ve buna “Vasîle” derlerdi.
Hâm; bir erkek devenin soyundan on döl alınırsa onun sırtı haram sayılır, su ve otlakta serbest bırakılırdı. Kimse ona dokunmazdı.
11) Hac ile ilgili birtakım bâtıl inançlara sahip olmak: Bütün bunlardan başka müşrikler atalarından devraldıkları birtakım âdetleri devam ettirme konusunda direniyor ve hatta bunların bazılarının, kendilerini Allah’a (c.c.) daha çok yaklaştırdıklarını ileri sürüyorlardı.
İbn İshak şunları aktarıyor: “Kureyş, ya Fil olayından evvel veya daha sonra meydana geldiğini tahmin ettiğim bir bid’at ortaya çıkardı ki, tarihte (Hums) diye anılıp, asâlet-i diniye iddiasından ibarettir.” Bunlar: “Biz, İbrahim’in evlâdıyız, ehl-i Harem biziz, Beyt’in sahibiyiz, Mekke’nin de sâkini bulunuyoruz. Arap kabilelerinden hiçbir kabîle, bizim sahip olduğumuz bu şeref ve itibara sahip değildir. Binâenaleyh biz, bu müstesnâ mevkiimizin şeref ve itibarını korumalıyız. Bundan sonra Harem hâricinde hiçbir şeye ta’zim etmeyip bütün hürmetlerimizi Harem dâhilinde sunmalıyız. Meselâ, Arafat’ta halk ile bir sırada, yan yana, omuz omuza durup vakfe etmek, sonra halk ile geri dönüp gelmek bizim kadrimizi tenzil eder” diyorlardı.
196] 81/Tekvîr, 8-9
197] 6/En'âm, 137
198] 6/En'âm, 136
199] 6/En’âm, 138
CÂHİLİYYE
- 57 -
İbn İshâk devamla: “Kureyşliler bu asâlet fikrini ortaya koydu ve uygulamaya da başladı. Arafat’a çıkmayı, Arafat’tan ifazâyı terk ettiler. Herkes Arafat’ta vakfe ederken, bunlar Müzdelife’ye giderler, orada dururlardı. Ve “Biz ehlullahız, Harem-i Şerif’in hâdimleriyiz” diyerek, diğerleriyle eşitliği kabul etmezlerdi. Fakat bunlar, Arafat’ta vakfe etmenin İbrahim’in (a.s.) dini gereği olduğunu biliyorlardı. Kinâne ile Hüzâaoğuları da bu hususta Kureyş’e iltihak etmişlerdi.
Bunlar hac için, umre için gelen bedevîlere müdâhaleye kadar ileri gitmişlerdir. Harem hâricinden gelen herkesin, Beyt’in ilk tavafı Siyab-ı Hums ile tavaf etmelerini kararlaştırdılar ve uyguladılar. Bu kararın neticelerinden biri: Kim ki âdi bir elbise ile gelip tavaf ederse, tavaftan sonra o elbiseyi çıkarıp atması zarûrî idi.
Bu kararların ikinci neticesi ise; asilzâdelere mahsus bir elbisesi olmayan bedevî erkeklerin çıplak; kadınların da yalnız önü yırtmaçlı kısa iç gömleği ile tavafa mecbur edilmesidir.
Bu ve bunun gibi pek çok âdetler yürürlükte idi. Rasûlullah’a (s.a.s.) iletilinceye kadar da bu âdetler yürürlükte kalmaya devam etti. Daha sonra da A’râf sûresinin 26, 27, 28, 31 ve 32. âyetlerinde, çıplak tavaf ile birlikte diğer bid’atler de yasaklanmıştır.
Ebû Hüreyre (r.a.)’den gelen bir rivâyete göre, Ebû Bekr es-Sıddık (r.a.) Vedâ Hacc’ından (bir sene) evvel, Hz. peygamber tarafından Hac Emîri olarak (Mekke’ye) gönderildiğinde, Ebû Bekr de Ebû Hureyre’yi Kurban Bayramı’nın ilk günü Mina’da büyük bir cemaat içinde halka (şu iki maddeyi) ilâna memur kılmıştır. “Ey Nas! İyi biliniz, bu yıldan sonra müşriklerin haccetmeleri, çıplakların da Kâbe’yi tavaf etmeleri yasaktır” demiştir.200 Fakat onlar bunu kabule yanaşmamışlar, atalarını körükörüne taklide çalışmışlardır.
“Onlara: Allah’ın indirdiğine ve peygambere gelin dendiği zaman: ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mı?” 201 İslâm, topluma hâkim olunca bütün bu câhilî sistemin ilkel davranışlarını tamamen yasaklamıştır. 202
Bütün bunlara baktığımızda, câhiliyye’nin bir inanma biçimi olduğunu görüyoruz. Câhiliyye; bir şeyi gerçeği dışında bilmek, anlamak ve buna göre amel etmek demektir. Bu duruma göre câhiliyye; insanın ve toplumun İslâm öncesi ve İslâm dışı bir yaşayış biçimiyle yaşaması demektir. Doğru yolun zıddı, ilmin aksi olan, eskiyen ve değişken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayışlara göre kurulan her türlü İslâm dışı rejimler; câhilî sistemler ve hükümlerdir.
Câhiliyye; insanın insan irâdesinin dışındaki unsurlar üzerinde toplanmasını temine çalışan, insanı insana ve topluma köle yapan bir sistemin; beşeriyeti Allah’a ibâdetten uzaklaştırıp, herhangi bir adla anılan beşerî sistem ve prensiplere itaata zorlayan yönetimin adıdır. İnsanları, kavimlere, renklere, tarihlerinin karanlık çağı efsânelerine yönlendiren, ayrı ayrı dil farklılığı sebebiyle ümmet şuurundan uzaklaştırmaya çalışan her türlü despotizm, câhiliyyenin bir görüntüsüdür. Kısaca câhiliyye, Allah’ın hükmünden başka hüküm arayan ve Allah’ın
200] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, c. 6, s. 13
201] 5/Mâide, 104
202] 5/Mâide, 103
- 58 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hükmünden başka hükme rızâ gösterenlerin tavrı, hayat biçimi ve sistemidir. 203
Câhiliyye kavramı, hakka ve hakikate dayanmayan her türlü itikadî ve amelî unsurları içine alan bir kavramdır. Şimdi câhiliyye devrinin kanunları üzerinde duralım. Niçin “câhiliyye devrinin adâlet ve hukuk sistemi” demiyoruz? Buradaki incelik şudur: Adâlet ve hukuk kelimeleri, İslâmî birer ıstılâhtır. Adâlet, Allah Teâlâ’nın (c.c.) emrine uygun şekilde amel etmektir. Buna riâyet eden müslümana âdil, riâyet etmeyene de fâsık denilir. Hukuk ise, hak kelimesinin çoğuludur ve lugat mânâsı, bâtılın zıddıdır. Kanun mefhûmu, İslâmî bir ıstılâh değildir. Câhiliyye devrinin kanunları, bâtıl şeriatten çıkarılmış birer kuraldan ibarettir.
Câhiliyye devrinde gerek bedevî (göçebe), gerekse medenî (şehirli) hayat yaşayan Araplar arasında, yazılı metne dayanan bir kanun sistemi yoktur. Bu devirde Arap Yarımadası’nın her tarafında değişik kanunlar yürürlüktedir. Yemen bölgesinde kanunlar, hükümdarların emirleri ile sınırlıdır. 204
Kuzeyde, Suriye ve Filistin çevresinde Roma Kanunları tatbik edilmiştir. 205 Doğu ve Kuzey-doğu bölgelerinde ise Zerdüşt dini tesirindeki Sasani Kanunları mevcuttur. Öte yandan bu bölgede bulunan Hıristiyanlar, beşerî münasebetlerinde Roma Kanunları ile karışık kilise örf ve âdetlerini esas almışlardır. Hicaz bölgesine gelince, bu bölgedeki yahûdiler Tevrat ve şerhi Talmut hükümleriyle hareket etmişler, onlarla ihtilat halinde bulunan Araplar da Yahudi kanunlarına bağlı kalmışlardır. 206
Yazılı olmayan ve bir usûle dayanmayan câhiliyye kanunları, atalarından gelen örf ve âdete istinat etmektedir.207Nitekim, Mekke şehir devletinin kanunî müeyyideleri yazılı değildir. Tamamen örf ve âdete dayanan bir kanun devleti söz konusudur. Mekke’de yaşayan bütün kabile ve aşiretleri bağlayıcı kanunların, Dâru’n-Nedve adı verilen ve Kâbe’nin tam karşısında bulunan meclisten çıkarıldığı sâbittir. Bu meclisin üyeleri, kırk yaşını doldurmuş ve kabilelerinin tasvibini almış kimselerden oluşuyordu. Her kabilenin bir tâgûtu vardı. Dâru’n-Nedve meclisinin ilk başkanı Kusayy, ondan sonra yerine geçen oğlu Abdü’d-Dar’dır.208 Câhiliyye devrinin siyasî rejimi, kabile ve aşiret esasına dayanan ilkel bir demokrasidir. Örf ve âdete dayanan kanunî müeyyideleri uygulama yetkisi tâgût denilen kabile reisine bırakılmıştır. 209
Câhiliyye devrinde, ceza kanunları intikam esasına dayanmaktadır. Adam öldürme suçu, umumiyetle kan dâvâlarını gündeme getirmiştir. Ölenin velisinin, öldürenden intikam almaya kalkışması ile başlayan fesad,·çoğu zaman kabileler arası savaşa dönüşmüştür. Bununla beraber, kasıtsız adam öldürmede başvurulan tatbikat, diyet usûlüdür. 210
Eğer katil bulunamazsa, maktulün velisinin isteği üzerine kasame usûlüne
203] Ahmed Ağırakça, Durali Pusmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 269-270
204] N. Çağatay, İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliyye Çağı, s. 28
205] İslâm Ansiklopdesi, c. IV, s. 615 -Fuat Köprülü, "Fıkıh" maddesi-.
206] Ahmed Emin, Fecru'l-İslâm, Beyrut 1969, s. 227
207] Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara 1963, s. 17
208] Mustafa Çelik, Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, s. 32-33
209] İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkıîn, Kahire 1955, c. I, s. 52. Ayrıca Dr. H. İbrahim
210] Ahmed Emin, a.g.e., s. 225-226
CÂHİLİYYE
- 59 -
başvurulur. Bu usûl, maktulün bulunduğu yer ahâlisinden elli kişinin maktulü öldürmediklerine, öldüreni bilmediklerine dair yemin etmeleridir.211Bazı kaynaklarda, câhiliyye döneminde Zu’1-Mecasidi’l-Yeşkûri isimli birisinin, mirastan kız çocuğuna, erkek çocuğuna verdiği hissenin yarısı kadar hisse verdiği belirtilmektedir.212 Aynca câhiliyye döneminde Kureyşliler, hırsızlık yapanın elini kestikleri ve yol kesenleri astıkları zikredilmektedir.213 Bu haberler, bizi önemli bir mesele ile karşı karşıya getirmektedir. Acaba daha önce zikrettiğimiz câhiliyye devrindeki diyet ve kasame uygulaması veya hırsızın elini kesme cezası münferit vak’alar mıdır? Yoksa örfî kanuna dâhil bir tatbikat mıdır? Bir başka ifadeyle Allah Teâlâ’nın (c.c.) kitabı ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) tatbikatı ile teşrî edilmiş olan214 miras ve ceza hukukuna ait bu hükümleri, İslâm ibka mı etmiştir? Eğer ibka etti ise bunun kaynağı nedir?
İslâm ahkâmına uygun olan (sözkonusu tatbikatlar) câhiliyye devrinde meydana gelen münferid hâdiselerdir. Kitabu’l-Muhabber’de miras tatbikatıyla ilgili haber; “Câhiliyyede kız çocuğuna ilk defa miras veren... ilk defa kız çocuğuna bir, erkeğe iki hisse takdir eden kimse...” şeklindedir. Bu ifadelerdeki “ilk defa” kaydı, üzerinde durulan miras tatbikatının daha öncelerden gelen köklü bir tatbikat olmadığını gösterir. Diğer taraftan Sahih-i Buhari’de İbn Abbas’tan şöyle bir rivâyet vardır: “Öteden beri, ölenin malı erkek çocuğun olur ve vasiyet ana-babaya yapılırdı. Allah bu tatbikatı, irâdesine uygun bir şekilde neshetti. Erkek evlâda kıza verilen hissenin iki katını... takdir etti.”215 İbn Abbas’ın bu haberi, Kitabu’l-Muhabber’de verilen mâlûmatı cerh etmektedir. Zira nesh, mutlak mânâda bir hükmün yürürlükten kaldırılıp yerine yeni bir hüküm getirilmesidir. Dikkat edilirse İbn Abbas, “Allah Teâlâ (c.c.) bu tatbikatı, irâdesine uygun bir şekilde neshetti. Erkek evlâda kıza verilen hissenin iki katını takdir etti.” demiştir. O halde câhiliyye devrinde, İslâmî hükme uygun olan tatbikat, münferit bir vâkıa olarak kalır ve İslâm dininin bunları ibka etmesi diye bir şey sözkonusu olamaz. Nitekim Ebû Ca’feri’t-Tahâvî: “Bir miras, İslâm’dan önceki devirde İslâmî hükümlere uygun olarak taksim edilmiş veya hırsızlık yapan bir kimseye aynı şekilde İslâmî esaslara uygun ceza verilmişse, mâhiyeti itibariyle aynı bile olsalar, bunlar İslâmî hükümlere dâhil edilemezler. Çünkü teşrî kaynakları farklıdır.”216 diyerek bir inceliğe işaret etmiştir. Dolayısıyla “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesine göre teşekkül eden meclislerin çıkardığı kanunları, İslâmî bir hüküm olarak değerlendiremeyiz. Câhiliyye kavramının, bu mâhiyet içerisinde değerlendirilmesi gerekir. 217
Câhiliyye Şirk; İlim de İslâmiyet’tir
Cehâlet Nedir? Cehl, ilmin zıddıdır. Üç türlü cehâlet vardır. Birincisi, nefsin
211] İmam Nevevî, Şerhu Müslim, Kahire ty. c. IV, s. 227
212] İbn Habib, Kitabu'l-Muhabber, Beyrut ty., s. 324
213] Kurtubî, el-Câmii li Ahkâmi'l-Kur'ân, Kahire 1967, c. VI, s. 160. Ayrıca, İbn Habib, a.g.e., s. 327, 328
214] 4/Nisâ, 11; 5/Mâide, 38; Sahih-i Buharî, K. Hudud, c. VIII, s. 15-16; Sahih-i Müslim, K. Hudûd; Sünen-i Tirmizî, K. Tahâre 110/272, no: 145; İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. II/177
215] İbn Haceri’1-Askalânî, Fethu'l-Bâri, Kahire 1348, s. 197. Ayrıca Bedrüddin-i Aynî, Umdetü'l-Kari, İstanbul 1308, c. VI, s. 485; Sahih-i Buharî, K. Tefsir, c. V, s.178
216] Tahâvî, Şerh-i Meâni'1-Âsâr, Haydarabad 1333, c. IV, s. 245
217] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları, s. 75-79
- 60 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ilımden boş ve uzak olmasıdır. Aslolan da budur. İkincisi, hakikatin yani yapılması gerekenin hilâfına/zıddına bir şeyi yapmaktır. Bu hususta ister sahih bir itikada sahip olsun, isterse fâsit bir itikada sahip olsun durum mıüsâvidir. Namazı kasden terk etmek gibi. Şu âyeti buna misal verebiliriz. “Bizimle alay mı ediyorsun?’ demişlerdi. O da ‘câhillerden olmaktan Allaha sığıınırım’ demişti.” 218
Alay etmek cehâlet olarak belirtılmiştir. Üçüncüsü, hakikatın hilâfına bır şeye inanmaktır. “Câhil’ kelimesi bazen kötülemek yoluyla zikredilir ki, çoğunlukla bu şekilde kullanılır. Bazen de zem maksadı olmaksızın zikredilir. Şu âyette olduğu gibi: “… Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder...”219 Âyette geçen “câhil” kelimesinden, zemmedilen câhillik kast edilmemektedir. 220
Câhillik; bilgisizlik, görgüsüzlük, gençlik, toyluk, tecrübesizlik ve bu yüzden işlenen kusurları içerir.
Gazâli’ye gore insanları, Allah’ın nimetlerine şükretmekten alıkoyan, cehâlet ve gaflettir. Nimetleri bilmemeleri bu iki sebebe bağlıdır. Nimete şükür ise, ancak onu bildikten sonra mümkündür. Nimeti tanıyanlar olmuş ise de, şükürden maksadın, nimetle murat edilenin, Allah’a ibâdet hikmetini tamamlamaktan ibâret olduğunu bilmemişler ve yalnız “Allah’a hamdol sun, Allah’a şükrolsun” dernekle yetinmişler ve bunu da şükür sanmışlardır. Nimetten gaflete gelince, bunun da iki sebebi vardır. Birincisi, insanlar cehâletleri sebebiyle umûma âit olan ve kendilerini de sekînete erdiren birçok şeyi nimet saymamalarıdır. Umûmî olup yalnız kendilerine mahsus olmayan sebepleri nimet saymazlar. Örneğin; Hava nimetine karşı aldırış etmez ve bunun şükrünü edâ etmezler. Düşünmezler ki, boğazları sıkılıp bir an havasız kalsalar ölürlerdi. Şâyet bazı kimseler hamamın sıcak havasında veya kuyunun ağır rutûbetli havası içinde bir müddet alıkonsalar, havasızlıktan ölürlerdi. Şâyet onlardan biri, bu iki husustan biriyle sıkıntıya mâruz bırakılıp, sonra kurtularak temiz havaya kavuşsa, o zaman havanın ne büyük bir nimet olduğunu anlar ve hemen Allah’a şükrederlerdi. Zira böyle kimselere şükrettirebilmek için önce ellerindeki nimeti alıp bazen de iâde etmek lâzımdır. Hâlbuki devamlı elde bulunan nimete şükretmek daha evlâdır. 221
Gözleri gören bir kimse, bu nimete şükretmez. Ancak gözleri kör olduğu zaman, onun kıymetini takdir eder. Şâyet gözü tekrar ona iâde edilse o vakit nımetin kıymetını hısseder ve şükreder ve onun bir nimet olduğunu anmaya başlar ki, bu doğru bır davranış değildir. Doğrusu, devamlı olarak gören göz nimetine şükretmektir. Allah’ın rahmeti geniştir. Herkese her hal u kârda nimetini bol bol vermişitr. İnsanlar umûmî nimetleri görmemezlikten gelirler. Ancak özel olarak kendilerine verilen servetin azlığı veya çokluğu nisbetinde şükrederler. Yani çok olursa şükreder, az olursa şikâyet ederler. Ama Allah’ın herkese ve bu meyanda kendılerine verdiği umumî nimetin farkında olmazlar. 222
İnsanın fıtratında câhillik ve bildiğıni tatbik etmeme özelliği vardır. Onun câhilliği zâlimliği ile beraberdir. Yapıp yapamayacağını hiç düşünmeden bir görevi üstlenmesi, bu sıfatından kaynaklanır. Kendisini daima her şeye lâyık görür.
218] 2/Bakara, 67
219] 2/Bakara, 273
220] Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, s. 143; Firûzâbâdî, Besâir II/405-406
221] Gazâli, İhyâ, IV/129
222] Gazâli, İhyâ, IV/129
CÂHİLİYYE
- 61 -
Emâneti, ona lâyık olup olmadığına bakmaksızın yüklenir (üzerine alır ve yerinde kullanmayarak ihânet eder). Nitekim şu âyette insanın bu yönlerine işâret edilmektedir: “Biz emâneti göklere arz ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Ondan korktular da onu insan yüklendi (üzerine aldı ve yerinde kullanmayarak ihânet etti). İnsan cidden çok zâlim, çok câhil bulunur.”223İnsan yalnız, diğer yaratıkların, hatta kâinâtın kabul etmediği mes’ûliyeti yüklendiği (yani emâneti korumadığı) için câhil değildir. Bır şeyin doğruluğunu bildiği halde yapmaması da onun cehâletini ortaya koymaktadır. Şu âyeti buna misal verebiliriz. “Hûd da! ‘İlim/bilgi ancak Allah’ın katındadır. Ben size, bana gönderilen şeyi duyuruyorum. Fakat ben sizin câhil bir kavim olduğunuzu görüyorum’ dedi.” 224
İnsan, bazen inanmadığı bir şeyi kabul etmek için delil ister. Hatta görmek ister. Hâlbuki bu isteği, onun doğru yolu benimseyeceği için değildir. İşte böyle kabul etmeyeceği bir şeyi istemesi ânında cehâletini ortaya çıkarır. Yani, böyle bir durumu istemesinin temelinde cehâlet sıfatı yatmaktadır. Şu âyetleri bu konuya örnek verebiliriz: “Eğer hakikaten biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de kendileriyle konuşsaydı, bütün varlıkları karşında toplayarak senin doğruluğuna şâhit ve kefil gösterseydik, Allah dilemedikçe, yine şüphe yok ki, iman edecek değillerdi. Fakat onların çoğu câhillik ediyorlar.” 225
Çok câhil anlamına gelen “cehûl” sıfatının, ‘çok zâlim” mânâsına gelen sıfatla birlikte insanın özelliğini aynı âyette bildirmeleri,226 insanın mayasında cehâletin varlığına işaret ettiği düşünülebilir. Câhil, nimeti görmemezlikten gelip şükre yanaşmayan bir insandır. Bu karakter, onun fıtratında var olan cehâlet sıfatından neşet etmektedir. 227
İslâm’a Göre İlim/Bilgi: Bilgi (ilim) için birçok tanımlar yapılmakla birlikte, İslâm âlimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatini idrâk etmek” ve “mâlûm olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir.” Bu anlayışa göre, yanlış mâlûmâta ilim (bilgi) denilemez.
Ebû Cehil’e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir. “Rabbim ilimce herşeyi kuşatmıştır.”228 “İlim ancak Allah katındadır.” 229
Kur’ân-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, İlâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. Burada ilim, Allah’a, tam mânâsıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan İlâhî nur olan Allah’ın verdiği bilgiyi kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.
223] 33/Ahzâb, 72
224] 46/Ahkaf, 23
225] 6/En’âm, 111
226] 33/Ahzâb, 72
227] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Y. s. 119-121
228] 6/En’âm, 80
229] 46/Ahkaf, 28
- 62 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün olabilmiş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilâfet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir.
Câhiliyye toplumlarında, vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri, vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vâsıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı, bilim câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür. Her şeyi tümüyle bilen Allah’ı bilime karıştırmak istemeyenler, hiç uzlaşmaması gereken bilimle câhilliği (câhiliyyeti) bir arada barındırma şerefini(!) kazanabilmişlerdir.
Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi olmasına; kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine kadar birçok konuyu, vahyi reddetmenin sonucu olarak faraziyelere, dayanaksız teorilere dayandırmakta, bunları da bilim diye kitlelere yutturmaktadırlar. “…Onlar Kitab’ı bilmezler. Onların bildiklerinin hepsi, sadece zan ve tahminden ibârettir (bilmezler, fakat bilgiçlik taslarlar).”230; “Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını çok iyi bilendir.”231; “…Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.”232 Bu gerçekten dolayıdır ki, mü’minler uyarılır: “Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır…”233 Zâten şirkin temeli de zannın en kötüsü olan Allah hakkında kötü zanda bulunmaktır. 234
Mü’minler için Allah Teâlâ’nın kitabında ve Rasûl-i Ekrem’in sünnetinde kat’i olarak yer alan her haber (vahy) ilim hükmündedir. Hatta akıl ve duyu organları bu vahyî haberlerin mâhiyetini kavramasalar da vahy, kesin bilgi kaynağımızdır.
Şirk cehâletin; tevhid de ilmin arkadaşıdır: “İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”235 İbn Kesir, bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: “Yani, insanların çoğu cehâlet sebebiyle müşriktir.” Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde insanların çoğunun câhil olduğu ve bu yüzden şirke düştükleri bildirilmiştir. İşte bunlardan birkaçı: “Hamd Allah’a âittir, de. Fakat insanların çoğu bilmezler.”236; “Biz onları, yalnızca hak ile yarattık. Fakat insanların çoğu bilmezler.”237; “Onun (asıl) koruyucuları sadece korkup sakınanlardır. Ancak onların çoğu bilmezler.” 238
Allah birçok âyette, insanların çoğunu câhillikle ve ilimsizlikle vasfetmiştir; aynen insanların çoğunun müşrik ve doğru yoldan sapanlar olduunu zikrettiği gibi. “Onların çoğu ancak şirk koşarak Allah’a iman ederler.”239; “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar.”240 Bu zikredilen âyetler açıkça şuna delâlet eder: İnsanların çoğu şirk ve cehâlet vasfını birlikte taşımaktadır.
230] 2/Bakara, 78
231] 10/Yunus, 36
232] 53/Necm, 23
233] 49/Hucurât, 12
234] 3/Âl-i İmrân, 154; 48/Fetih, 6; 10/Yunus, 60
235] 12/Yusuf, 40
236] 31/Lokman, 25
237] 44/Duhân, 39
238] 8/Enfâl, 34
239] 12/Yusuf, 106
240] 6/En’âm, 116
CÂHİLİYYE
- 63 -
Gerçek anlamdaki ilim, tamamen bir Kur’an terimidir. Bu terim ilk defa Allah’ın kelâmında ve Rasûlü’nün lisanında kullanılmıştır. Bu kelimenin başka hiçbir dilde aslî mânâda karşılığı yoktur. Bu bakımdan Yüce Allah’ın, Peygamberi ile gönderdiği hakikatler olmasaydı, bu âlemde “ilim” diye bir kavram da olmazdı. Ve ilim haysiyetine sahip biri de bulunmazdı. Belki olsa olsa beşerî ve câhilî planda mâlumatlar ve bilgi yığınları bulunabilirdi ki, bunlar da derde devâ bir şey sayılmazdı.
İlim kelimesi, türevleriyle beraber Kur’ân-ı Kerim’de 854 yerde geçmektedir; hem de bunun zıddı olan “cehil” ve eş anlamlıları hâriç tutulmak üzere. Âlemlerin Rabbi’nin insanlığa bildirisi olmasaydı, bu âlemde “bilinecek” ve bilinmeye değer bir şey bulunmayacağı gibi, ilim kavramı da olmayacaktı. Çünkü vahyin bildirdiğinin dışında hakikat namına insanın bilme iktidarında olduğu bilinmeye değer bir nesne ve hakikat mevcut değildir. İnsanlık için anlamı olan, insanlığa felâh sağlayıcı, gerçeğin haberini veren, kurtuluş yollarını gösteren, insanlığa insanca bir hayatın disiplinini bahşeden bir ilme sahip olmayacaktı insanlık. Tıpkı şimdi küfür toplumlarının sergilediği hal gibi ki, bilgileri çok; fakat kurtarıcı ilimleri yoktur.
Allah’ın ve Rasûlü’nün insana tavsiye ettiği ilim, en sağlıklı bir şekilde konusu ve gâyesi ile tespit edilebilir. Konusu itibariyle müslümana mahsus ilmi tanımak için Saâdet asrına bakmamız en uygundur. Bu gözle incelendiğinde hemen kolayca anlaşılır ki, Kur’an’ın ve Peygamber buyruklarının insanlara tebliğ edildiği ilk dönemde, ortada vahiy metinlerinden ve Allah Rasûlü’nün söylediği ve yaptıklarından başka ilme konu olacak hiçbir malzeme mevcut değildi. Bütün mesele ve yegâne maksat, Allah kelâmı ile beraber “hadis” dediğimiz Peygamber tavsiyeleri ve buyruklarının, insanların kalbine ve zihnine nakşedilmesinnden ibâretti.
Sahâbe-i Kiramın bir kısmı Kur’an âyetlerini yazarak, çoğu da bunları ve Rasûlullah’ın söylediklerini ezberleyerek, bir yandan da aralarında müzâkere ederek “ilm”i koruyor, yayıyor ve geliştiriyorlardı. Daha da önemlisi, bu öğrendiklerini “yaşıyor”, eski bâtıllarını atıp yeni hayat tarzının gereklerine göre vaziyet alıyorlardı. Her öğrenilen yeni şey, mutlaka hayatlarında ve tavırlarında bir değişikliğe sebep oluyordu. İlim buydu, öğrenilen ve öğretilen Allah’ın kelâmı, Rasûlü’nün beyanı ve tavsiyeleri idi. Çünkü istenen ve emredilen de bundan başkası değildi. İlk emir “oku!” emri, vahy kitabı Kur’an dışında başka bir kitaba mı işaret ediyordu? Rasûlullah ve ashâb “oku!” emrinden neyin okunmasını anlıyordu?
Rasûlullah’ın dönemindeki durumdan da kolaylıkla anlaşılıyor ki, ilme konu olan, birinci planda Allah’ın Kitabı ile Rasûlü’nün sünneti idi. Kadın-erkek her müslümana farz olan ilmin de öncelikle bundan başkası olduğu söylenemez. Bu bakımdan, özellikle müslümanlar için ilim söz konusu olduğu ve İslâmî bir ilke olarak ilmin kıymetinden bahsedildiği zaman, ilim lafzının kapsamı olarak: Allah’ın kelâmını, Rasûlü’nün sözlerini ve tavırlarını bilmeliyiz. Bu iki esasın özünü ve ruhunu, mânâsını ve mesajını aksettiren her nevi kitap ve yazılı ürünler de bu cümledendir. Herhangi bir yazılı eser, ancak bu ölçüye göre ve sadece bu şartla müslümanın ilmine esas konu olabilir. Unutmamalı ki, bütün kitaplar, tek bir Kitab’ı daha iyi anlamak ve yaşamak için okunur, okunmalıdır.
- 64 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir müslümana göre, ilmin İslâm’dan ibâret olduğu herhalde anlaşılmıştır. Yüce Allah, insanlığa bir din gönderdi. Peygamber de o dinin öğretimi ile görevli idi. Peygamber’in risâlet görevi, ancak “getirdiği şeyler”i insanlara anlatması ve öğretmesiyle tamamlanıyordu. Allah’ın gönderdiğini insanlara tebliğ ve telkin etmekle din tamam olacaktı. Allah, insanlara içlerinden bir Elçi göndermişti ve bu Elçi onlara “Kitabı ve hikmeti öğretiyor”du.241 Görülüyor ki O’nun öğrettiği Kitap’tır ve dalâletten ancak bu Kitap’la kurtulabilir insan. Onlar da önce açık bir dalâlet içinde idiler ve bu Kitap’la kurtuldular. Bu demektir ki, çağlar boyunca gelmiş geçmiş ve Kıyâmete kadar da gelip geçecek olan her toplum, yalnız bu öğreti ile kurtulacaktır sapıklıktan. İnsanlık, bu vahyi kalbine yerleştirmekle gerçek kurtuluş yolunu bulacak, sonu felâha çıkan dosdoğru yola girmiş olacaktır.
İlmin, özü ve aslı itibariyle İslâm’dan ibâret olduğunu, Peygamberimiz’e “Onlar sana uymazlar; eğer sen de sana ilim geldikten sonra onlara uyarsan zâlimlerden olursun.”242 şeklinde hitap edilmesinden de anlıyoruz. Buradaki “sana ilim geldikten sonra” ifadesinden, ilmin İslâm mânâsına olduğu açıkça görülüyor. Çünkü Peygamberimiz’e gelen ilim İslâm’dı. Bu ölçüyle, İslâm’ı konu ve yine onu gâye edinmeyen bilgilerin bir müslümana göre ilim olmayacağı prensibini benimsiyoruz. Bu ölçüye uymayan diğer mâlumatlar, bilgi yığınlarından, kafa hamallığından ibarettir. Kişiye Allah’ı ve kendi sorumluluklarını hatırlatmayan, onu Allah’tan uzaklaştıran bilgi yığınlarına ilim denilebilir mi? Ve İslâm bunların faziletli olduklarını söyler mi? Kur’an ve Sünnet temel kaynaktır müslüman için, müslümanın ilmi için. Bu temel kaynakları anladıktan ve onların ruhuna nüfuz ettikten sonra, artık ikinci derecede önemli kitaplarla ilim yolunda ilerlenebilir. Bu sağlam ölçü ile öğrenilen bütün bilgiler ve karşılaşılan fikirler doğru istikamete yönlendirilir.
Sağlam ölçüye, mutlaka sahip olmalıyız; buna sahip olunmadan okunan şeyler zararlı olacaktır. Midesi bozuk olan bir insana yediği şeyler zararlı olduğu ve bozukluğu artırdığı gibi, sağlam bir inanç ve İslâmî hassâsiyete sahip olmayan kimsenin okuduğu şeyler de onun fesâdını arttırır. İslâm, temel kaynaklarıyla okunup anlaşıldıktan sonra insana hiçbir şey zarar veremez. Çünkü Hak bulunmuştur, ölçü ve terazi mevcuttur, sağlama yapabileceğimiz mikyas belirlenmiştir; bâtıllar kolayca seçilip reddedilebilir.
Yüce Allah’ın Kitab’ında, “ilm” kökünden gelen lafızların bulunduğu âyetlere dikkatle bakıldığı zaman görülür ki, Allah’ın kullarından öncelikle istediği, kendi birliğinin ve sıfatlarının bilinmesi, Rab’lığının kabul edilip O’na teslim olunmasıdır. Bu cümleden olarak insanın, imanını olgun ve kuvvetli hale getirmesi de ilk istenen şeylerdendir. Yani, mutlak ve niteliksiz olarak soyut “bilgi”, ne olursa olsun bilinip öğrenme, hiçbir zaman övülmemiş, mutlak sûrette belli nitelikleri olan muayyen, yani hayırlı ve faydalı bir ilim tavsiye edilmiştir. Allah katında değerli olan ilim, insanın yakîn derecesinde bir imana sahip olmasını sağlayacak ilimdir. 243
Zaten İmam Gazali’nin de belirttiği gibi asr-ı saâdettte de “ilim” sözü, Yüce Allah’ı, Kitabını ve kulların fiillerinin hükümlerini kapsayan ilme verilen bir
241] 3/Âl-i İmran, 164; 62/Cum'a, 2
242] 2/Bakara, 145
243] Ekrem Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, Timaş Y. s. 50 ve devamı
CÂHİLİYYE
- 65 -
isimdi. Fakat zamanla insanlar özellikle ilim kelimesini istismar ederek diledikleri mânâya kullanmaya başladılar.244 Bunun doğal bir sonucu olarak da, ilimdeki öz ve gâye çoğu zaman kaybedilmiş; ilim, bir gerçeğe ulaşmak için kullanılan “araç” olmaktan çıkarak başlı başına bir “amaç” ve bir “meslek” haline gelmiştir.
Bir sosyal realitedir ki, bilimin kucağında yetişmiş küfür çok daha etkinleşip azmanlaşıyor. Bilgi ile donanmış küfür, tahribatını çok boyutlu ve yaygın olarak yürütme avantajına da sahip bulunuyor. O yüzden İslâm, “câhil” ünvanını hiç bilmeyen bilgisize değil; yanlış bilene, İslâm’la ilgili “ilm”e sahip olmayan ve vahyi kabul etmeyene veriyor. Bunun için mutlak bilgisizlik ve hatta ilkellik, bilgili şerre nazaran daha az zararlıdır denilebilir.
İlim, maldan çok daha hayırlıdır. Onun için ilim, kendinden daha düşük bir şeye âlet ve köle yapılmamalı; ilmi basit dünya menfaati uğrunda kullanmamalı, ilmi ve ilim sahibini harcamamalıdır. İlmin kapısı Hz. Ali, şu tavsiyelerde bulunur: “Sana söyleyeceklerimi iyi belle. İlim maldan hayırlıdır. İlim seni korur; malı ise sen korursun. İlim amel edildikçe ve başkalarına verildikçe artar; mal ise harcandıkça eksilir. İlim âlime hayatında itibar kazandırır, ölümden sonra da hayırla anılmasına vesile olur; malın sağladığı yalancı itibar malla birlikte tümden kaybolur. Nice zenginler vardır ki hayatta iken ölüdürler; Âlimler ise dünya durdukça hayattadırlar.” 245
Kur’ân-ı Kerim’de Câhiliyye Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de câhiliyye kelimesi, toplam 4 yerde geçer. 246 Câhiliyye kelimesinin kökü olan “c-h-l” ve türevleri ise toplam 24 yerde zikredilir.
Câhiliyye, belli bir döneme ait bir olgu değil; insan hayatında sürekli var olan dinamik ve yaşayan bir olgudur. Peygamberimiz’den önceki dönem câhiliyye devri olduğu gibi; günümüz modern câhiliyyesi de en büyük ve en ilkel câhiliyyedir. Câhiliyyenin, kendine göre (Allah’a dayanmayan) inanç sistemi, yaşayış biçimi, ahlâk anlayışı ve devlet görüşü vardır. Kur’an’da câhiliyye kelimesinin geçtiği dört âyet, câhiliyyenin temel dört görünüşünü ifade eder:
a- Câhiliyyenin inanç sistemi, Allah hakkındaki zannı: “...Kendi canlarının kaygısına düşmüş bir grup da, Allah hakkında haksız olarak câhiliyye zannına kapılıyorlardı.” 247 Dolayısıyla vahye/ilme dayanan bir inanç değil; zanna ve cehâlete dayanan bir inanç câhiliyyenin özelliğidir.
b- Câhilî yaşayış biçimi, câhiliyye taassub ve barbarlığı: “O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyyet taassubunu yerleştirmişlerdi...”248 Dolayısıyla câhiliyyenin kendine has, İslâm dışı bir hayat tarzı, dünya görüşü söz konusudur.
c- Câhiliyye ahlâk anlayışı/ahlâksızlığı: “(Ey peygamber hanımları!) evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp saçılarak, zînetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin...”249İslâm ahlâkıyla bağdaşmayan modern bazı tavır ve
244] Gazâlî, İhyâ-i Ulûmi’d-Dîn, c. 1, s. 54
245] M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü's-Sahâbe, 4/1503
246] 3/Âl-i İmrân, 154; 5/Mâide, 50; 33/Ahzâb, 33; 48/Feth, 26.
247] 3/Âl-i İmrân, 154
248] 48/Fetih, 26
249] 33/Ahzâb, 33
- 66 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kıyafet/kıyafetsizliğin eski câhiliyyenin devamı olduğu anlaşılmaktadır.
d- Câhiliyyenin hüküm, yönetim ve devlet anlayışı: “Yoksa onlar câhiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü/hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”250 Demek ki, Allah’ın hükmüne dayanmayan câhiliyye yönetimi, İslâm öncesi câhilî yönetimin hortlatılmasından başka bir şey değildir.
Kur’an’ın ifâdelerinden anlaşılan odur ki; câhiliyye mensûbu câhil insan, puta tapmakta ısrar eder,251 azap, mûcize istemekle Allah’ı ve Peygamber’i kendine göre âciz bırakmaya çalışır. Tuzak kurar, yalancıdır, kıskançtır.252 Şirke dâvet eder.253 Allah’a yalan isnad eder.254 Peygmaberlerden insan gücünün sınırlarını aşan olağanüstü şeyler göstermelerini talep eder.255 Allah hakkında kötü zanda bulunur.256 Kavmiyetçidir.257 Ayrıca açılıp saçılmak,258 zinâ etmek259 de câhilî birer davranıştır. Fâsıklar câhiliyye hükmünün özlemi içinde olan, câhilî bir hayat tarzını benimseyen insanlardır.260Mü’minler câhil olmamak için, bu kötü hasletlerden uzak durmanın yanında, şirke dâvet edenlerden yüzçevirmeli,261 Allah’tan kâfirleri bağışlamasını istememeli262ve fâsıkların getirdikleri haberleri aslını araştırmadan kabul edip kullanmamalıdırlar. 263
“Sana kederin ardından üzerinize bir güvenlik (duygusu) indirdi, bir uyuklama ki, içinizden bir grubu sarıveriyordu. Bir grup da, canları derdine düşmüştü. Allah’a karşı haksız yere câhiliyye zannıyla zanlara kapılarak: ‘bu işten bize ne var ki!?’ diyorlardı. De ki: ‘Şüphesiz işin tümü Allah’ındır.’ Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizli tutuyorlar. ‘bu işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik’ diyorlar. De ki: ‘Eğer evlerinizde de olsaydınız, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine devrilecekleri yerlere gidecekti. (Bunu) Allah, sînelerinizdeki denemek ve kalplerinizde olanı arındırmak için (yaptı). Allah, sînelerin özünde saklı duranı bilendir.” 264
“Yoksa onlar câhiliyye hükmünü/yönetimini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, Allah’tan daha güzel hükmü/yönetimi olan kim olabilir?” 265
“Allah bahîra, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şey (meşrû) kılmamıştır. Fakat kâfirler, yalan yere Allah’a iftirâ etmektedirler ve onların çoğunun da kafaları çalışmaz. Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ denildiği vakit: ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter’ derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler
250] 5/Mâide, 50
251] 46/Ahkaf, 23; 6/En’âm, 111
252] 12/Yusuf, 89
253] 25/Furkan, 63
254] 2/Bakara, 67
255] 6/En’âm, 35
256] 3/Âl-i İmrân, 154
257] 48/Fetih, 26
258] 33/Ahzâb, 33
259] 12/Yusuf, 33; 4/Nisâ, 17
260] 5/Mâide, 50
261] 7/A’râf, 119
262] 11/Hûd, 46
263] 49/Hucurât, 6
264] 3/Âl-i İmrân, 154
265] 5/Mâide, 50
CÂHİLİYYE
- 67 -
de mi?” 266
“(Ey peygamber hanımları!) evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp saçılarak, zînetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin...” 267
“O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyyet taassubunu yerleştirmişlerdi...” 268
“Ey iman edenler! Eğer bir fâsık (günahtan korkmayan, açıktan günah işleyen) birisi size bir haber getirirse onu araştırın. Yoksa cehâlet sonucu (farkında olmadan) bir topluluğa kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.” 269
“Ey kavmim, ben sizden buna karşılık bir ücret/mal istemiyorum. Benim ecrim, yalnızca Allah’a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim. Onlar gerçekten Rablerine kavuşacaklar. Ancak ben sizi câhillik etmekte olan bir kavim görüyorum.” 270
Câhilî değerlere sahip böylesi bir zihniyet aynı zamanda korkunç bir ahlâkî çöküşün de temelini oluşturmaktadır. “Siz gerçekten kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz câhillik etmekte olan bir kavimsiniz.” 271
“Dediler ki; ‘Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan tehdit ettiğin şeyi bize getir.’ Dedi ki: ‘İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum, ancak sizi câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.” 272
“İçinizden kim bir cehâlet sonucu bir kötülük işler, sonra tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse kuşku yok, O, bağışlayandır, merhamet edendir.” 273
“Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemen tevbe edenlerinkidir.” 274
“(Nuh, boğulmak üzere olan müşrik oğlu için dedi ki:) ‘Rabbim şüphesiz benim oğlum âilemdendir ve Senin vaadin de doğrusu haktır. Sen hâkimlerin hâkimisin.’ Dedi ki: ‘Ey Nûh, kesinlikle o senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir iş (şirk işlemiştir). Öyleyse hakkında ilmin olmayan şeyi Benden isteme. Gerçekten Ben, câhillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.’ Dedi ki: ‘Rabbim, ilmim/bilgim olmayan şeyi Senden istemekten Sana sığınırım. Ve eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, hüsrâna uğrayanlardan olurum.” 275
“Eğer onların yüzçevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir âyet getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven dayamaya gücün yetiyorsa (öyle yap). Eğer Allah dileseydi, onların tümünü hidâyet üzere toplardı. Öyleyse sakın câhillerden olma.” 276
“(Yusuf) dedi ki: ‘Rabbim, zindan bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana
266] 5/Mâide, 103-104
267] 33/Ahzâb, 33
268] 48/Fetih, 26
269] 49/Hucurât, 6
270] 11/Hûd, 29
271] 27/Neml, 55
272] 46/Ahkaf, 22-23
273] 6/En’âm, 54
274] 4/Nisâ, 117
275] 11/Hûd, 45-47
276] 6/En’âm, 35
- 68 -
KUR’AN KAVRAMLARI
daha sevimlidir. Onların kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan onlara (korkarım) eğilim gösterir (böylece) câhillerden olurum.” 277
“Onları hidâyete çağırsanız işitmezler. Onların sana baktıklarını sanırsın, oysa onlar görmezler. Sen affı tut, ma’rûfu emret ve câhillerden yüzçevir.” 278
“Yoksa Allah, yarattıklarından kızları kendisine aldı da oğulları size mi ayırdı?! Rahmân’a isnat edilen kız çocuğuyla, onlardan biri müjdelenince hiddetinden yüzü simsiyah kesilir. Süs içinde yetiştirilip savaş edemeyecek olanı istemiyorlar mı? Onlar, Rahmân’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışını mı gördüler? Onların bu şâhitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir.” 279
“Onlar (müşrikler), kızları Allah’a -ki Allah bundan münezzehtir-, beğenip hoşlandıklarını (erkek çocukları) da kendilerine nisbet ediyorlar.”280 (Huzâa ve Kinâne kabîleleri, ‘melekler, Allah’ın kızlarıdır’ diyorlardı. Hâlbuki kendileri kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Nitekim bundan sonraki âyetler onların kız çocuklarına karşı takındıkları tavrı çok iyi tasvir etmektedir.)
“Onlardan biri kız ile müjdelendiği zaman, öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde kalarak yanında tutacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? (Bunu düşünür durur). Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!” 281
“Diri diri toprağa gömülen kızlara, ‘suçunuz neydi, hangi günah sebebiyle öldürüldünüz?’ diye sorulduğunda... her kişi (hayır ve şerden) neler yapıp getirdiğini anlar.” 282
“Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer ittika ediyor/(Allah’tan) korkuyorsanız, sözü, (yabancı erkeklere karşı) yumuşak söylemeyin ki kalbinde hastalık bulunan kimse kötü ümide kapılmasın. Mar’rûf/güzel ve münâsip sözler söyleyin. Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp saçılarak ziynetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, ricsi/şek ve şüpheyi (kötü huyları) gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, her şeyin iç yüzünü bilendir ve her şeyden haberi olandır.” 283
“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.” 284
“Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta
277] 12/Yusuf, 33
278] 7/A’râf, 198-199
279] 43/Zuhruf, 16-19
280] 16/Nahl, 57
281] 16/Nahl, 58-59
282] 81/Tekvîr, 8-9, 14
283] 33/Ahzâb, 32-34
284] 7/A’râf, 26-27
CÂHİLİYYE
- 69 -
olduklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısımları hâriç olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mü’min kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler yahut henüz kadınların gizli kadınlık husûsiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey mü’minler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” 285
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 286
“Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” 287
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ denildiği vakit, ‘babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter’ derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?” 288
“Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” 289
“(Âd kavmi, peygamberleri Hûd (a.s.)’a) Dediler ki: ‘Sen bize tek Allah’a kulluk etmemizi ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azâbı) getir. (Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gazab/hışım inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” 290
“Kıyâmet gününde, ‘Biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şâhit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Onlar da), ‘Evet (Rabbimiz olduğuna) şâhit olduk’ dediler. Yahut (ne yapalım) daha önce babalarımız Allah’a şirk/ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik, (onun için biz de onların izinden gittik. Ahd’i) iptal edenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?” 291
“Onlar (Firavun ve toplumu) dediler ki: ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (dinden)
285] 24/Nûr, 31
286] 33/Ahzâb, 59
287] 2/Bakara, 170-171
288] 5/Mâide, 104
289] 7/A'râf, 28
290] 7/A’râf, 70-71
291] 7/A’râf, 172-173
- 70 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bizi döndüresin ve yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin? Hâlbuki biz size inanacak değiliz.” 292
“(Medyen halkı) Dediler ki: ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları) bırakmamızı yahut mallarımızda (eksik veya fazla verme hususunda) dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Hakikaten sen yumuşak huylusun, çok akıllısın, (diyerek alay ettiler).” 293
“O halde onların tapmakta oldukları şeylerden (bu şeylerin onları azaba götürdüğünden) şüphen olmasın. Çünkü onlar ancak daha önce babalarının taptığı gibi tapıyorlar. Biz onların (azaptan) nasiplerini mutlaka eksiksiz olarak vereceğiz.” 294
“(Yusuf dedi ki:) Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Siz, Allah’ı bırakıp sadece sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlere tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm Allah’tan başkasının değildir. O da Kendisinden başkasına ibâdet etmememizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 295
“Dediler ki; ‘Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan tehdit ettiğin şeyi bize getir.’ Dedi ki: ‘İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum, ancak sizi câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.” 296
“Gerçek şu ki, Biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık -Allah’ın dilediğ dışında- yine onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu câhillik ediyorlar.” 297
“Onların da (Allah evlât edindi diyenlerin), atalarının da bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. (Onların küfür ve iftira husûsunda) ağızlarından çıkan bu söz ne büyük oldu! Çünkü yalandan başka bir şey söylemiyorlar.” 298
“Andolsun Biz, daha önce İbrâhim’e de hidâyet, dürüstlük ve bilgi gücü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.’ ‘Doğrusu, dedi, siz ve babalarınız, açık bir sapıklık içindeymişsiniz.” 299
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse!” 300
“Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman demişlerdi ki: ‘Bu, sizi babalarınızın taptığı (putlardan) çevirmek isteyen bir adamdan başkası değildir. Bu (Kur’an) da uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir.’ Hak kendilerine geldiğinde hakkı inkâr edenler de: ‘Bu, apaçık bir büyüdür, başka bir şey değildir’ dediler.” 301
“Sonra kesinlikle onların dönüşü, çılgın ateşe olacaktır. Kuşkusuz onlar atalarını
292] 10/Yûnus, 78
293] 11/Hûd, 87
294] 11/Hûd, 109
295] 12/Yûsuf, 39-40
296] 46/Ahkaf, 22-23
297] 6/En’âm, 11
298] 18/Kehf, 5
299] 21/Enbiyâ, 51-54
300] 31/Lokman, 21
301] 34/Sebe’, 43
CÂHİLİYYE
- 71 -
dalâlette buldular da peşlerinden koşup gittiler. Andolsun ki, onlardan önce eski toplumların çoğu dalâlete düştü. Kuşkusuz, Biz onlara uyarıcılar göndermiştik. Uyarılanların âkıbetinin ne olduğuna bir bak! Allah’ın ihlâslı kulları müstesnâ” 302
“Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar? Hayır! Sadece, ‘biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz’ derler. Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: ‘Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi. ‘Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?” 303
“Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.” 304
“Biz, insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak Banadır. O zaman, size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.” 305
“Eğer onlar (ana-baban) seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” 306
Hadis-i Şeriflerde Câhiliyye Kavramı
“Dikkat edin! Bütün câhiliyye emirleri (kanunları, yasaları, hükümleri ve bakış açıları) ayaklarımın altındadır ve hepsi de kaldırılmıştır...” -Vedâ Hutbesinden- 307
“Kim imama bey’at etmeden ölürse, câhiliyye ölümü (gibi bir ölüm) ile ölür.” 308
“Ümmetimin içinde câhiliyye döneminden kalma, tamamen terk edemeyecekleri dört âdet vardır: Asâletleriyle övünmek, başkalarının soyuna dil uzatmak, yıldızlar vesilesiyle yağmur istemek, ölünün arkasından yüksek sesle ağlamak.” 309
“Câhiliyye dâvâsı (câhiliyye zamanındaki gibi kavmiyyetçilik ve asabiye) güdenler bizden değildir.” 310
Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) ‘siyah kadının oğlu’ diyerek hakaret eden Hz. Ebû Zerr’e (r.a.) Peygamberimiz (s.a.s.): “Onu annesinin renginden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hâlâ câhiliyye ahlâkı bulunmaktadır.” 311
302] 37/Sâffât, 68-74
303] 43/Zuhruf, 21-25
304] 53/Necm, 23
305] 29/Ankebût, 8
306] 31/Lokman, 15
307] Müslim, Hacc 194, h. no: 1218; Tirmizî, Fiten 2, h. no: 2610; Tefsîr 2, h. no: 3087
308] Müslim, İmâre 58, hadis no: 1851
309] Müslim, Cenâiz 29, hadis no: 934
310] Müslim, İmâre 53, hadis no: 1848; Buhârî, Cenâiz 39
311] Buhârî, İman 22, Edeb, 79, Itk 28; Müslim, Eymân, 38-40; Ebû Dâvud, Edeb 133, h. no: 5157
- 72 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Her kim tâatten çıkar ve cemaatten ayrılırsa, câhiliyyet ölümüyle ölür. Kim körükörüne (çekilmiş) bir sancağın altında harbeder, bir asabe (-baba tarafından akrabâ-; kavim, ırk) nâmına kızar veya bir asabeye dâvet eder ya da bir asabeye yardımda bulunur da öldürülürse, bu da, bir câhiliyyet ölümüdür. Kim de benim ümmetime karşı çıkar, iyisini-kötüsünü vurur, mü’minden çekinmez, ahid sahibine verdiği sözü de yerine getirmezse o, benden değildir, ben de ondan değilim.” 312
“Câhiliyye dâvâsıyla hak iddia eden kimse bizden değildir.” 313
“Kimin bir kız çocuğu olur, onu (diri diri) gömmez, hor ve hakir görmez ve oğlan çocuğunu ona tercih etmezse, Allah bu kız çocuğu sebebiyle onu Cennete koyar.” 314
Dârimî’nin rivâyet ettiği bir hadis-i şerife göre; ashâbdan biri Allah Rasûlü (s.a.s.)’nün huzuruna geliyor ve câhiliye dönemindeki geçmişine âit bir vahşeti dile getiriyordu: “Yâ rasûlallah! Biz câhiliyye döneminde kız çocuklarımızı diri diri gömerdik. Benim de bir kız çocuğum vardı. Annesine, ‘bunu giydir, dayısına götüreceğim’ dedim. (Kadın bunun ne demek olduğunu bilirdi. Ciğerpâresi, evlâdı biraz sonra bir kuyuya gömülecek ve orada çırpına çırpına can verecekti. Fakat kadının böyle bir vahşetin önüne geçmek hak ve selâhiyeti yoktu. Yapabileceği tek şey, için için ağlayıp gözyaşı dökmekti.) Hanımım dediğimi yaptı. Çocuk hakikaten dayısına gideceğini zannediyor ve cıvıl cıvıldı. Elinden tutup daha önce kazdığım bir kuyunun yanına getirdim. Ona kuyuya bakmasını söyledim. O tam eğilip kuyuya bakayım derken, sırtına bir tekme vurdum ve onu kuyuya yuvarladım. Fakat nasılsa, eliyle kuyunun ağzına tutundu. Bir taraftan çırpınıyor, diğer taraftan da ‘babacığım üzerin tozlandı’ deyip elbisemi silmeye çalışıyordu. Buna rağmen bir tekme daha vurdum, onu diri diri toprağa gömdüm.”
Adam bunu anlatırken Allah Rasûlü ve yanındakiler hıçkıra kıçkıra ağlıyorlardı. Orada oturanlardan birisi ‘be adam Rasûlullah’ı hüzün içinde bıraktın!” deyince, Efendimiz adama: “Bir daha anlat” dedi. Adam hâdiseyi bir kere daha anlattı. Rasûlullah’ın gözlerinden akan yaşlar mübârek sakalını ıslattı.315 (Rasûlullah (s.a.s.), olayı tekrar anlattırmakla sanki şunu anlatmak istiyordu: “İşte siz İslâm’dan öce câhiliyye döneminde böyleydiniz. Tekrar anlattırdım ki, İslâm’ın kazandırdığı insanlığı bir kere daha hatırlamış olasınız.”
“Kim körükörüne (dikilmiş) bir sancağın altında asabiyete davet veya bir asabiyete yardım ederken ölürse, bu câhiliyyet ölümüdür.” 316
“Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık dâvâsı üzerine birbirini öldürenler, bizden değildir. Irkçılık üzerine ölenler de bizden değildir.” 317
Ensâr ile muhâcirler arasında meydana gelen bir tartışma üzerine de Hz. Peygamber şöyle söylemiştir: “Şu câhiliyye çığlığını bırakınız! O ne kötü şeydir!” 318
312] Müslim, İmâre 53; İbn Mâce, Fiten h. no: 3948; Neseî, Tahrîmu'd-Dem, h. no: 4097
313] Buhârî, Cenâiz 39
314] Ebû dâvûd, Edeb 121
315] Dârimî, Mukaddime 1
316] Müslim, İmâre, 57; Neseî, Tahrîmu'd-Dem, h. no: 4098
317] Ebû Dâvud, Edeb, h. No: 5121
318] Buhârî, Menâkıb 8
CÂHİLİYYE
- 73 -
“Insanların câhiliyye devrinde hayırlı olanları İslâm devrinde de hayırlıdır.” 319
Bir zamanlar düşman iki kabile iken Hz. Peygamber’in önderliğinde güçlü sevgi bağlarıyla birbirine bağlanmış olan Evs ve Hazrec’den bazı kimseler dostane bir şekilde sohbet ettikleri sırada müslümanların birlik ve beraberliğini kıskanan bir yahûdi, iki kabilenin eski rekabetlerini hatırlatan bazı şiirlerle onları tahrik etmişti. Tarafların silâha sarılarak dövüşmek üzere harekete geçtiklerini öğrenen Hz. Peygamber kendilerine şöyle hitap etti: “Ey müslüman topluluk, Allah’tan korkun! Ben aranız da bulunuyorken, Allah sizi İslâm’a kavuşturmuş, onunla müşerref kılmış, câhiliyye zihniyetinden kurtarmış, küfürden uzaklaştırmış ve sizi birbirinize dost kılmışken nasıl oluyor da yine câhiliyye dâvâsıyla birbirinize düşebiliyorsunuz!” 320
Habeş muhâcirleri adına Necâşî ile konuşan Ca’fer b. Ebû Tâlib şöyle demişti: “Ey hükümdar! Biz câhiliyye zihniyetine sahip bir kavimdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık; akrabalık bağlarına riâyet etmez, komşularımıza kötülük ederdik, güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi” 321
Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) Ahmes’li bir kadın şöyle bir soru sormuştur: “Câhiliyyeden sonra Allah’ın getirdiği bu iyi ve uygun işin (İslâm’ın) bekası ne kadar sürer?” Hz. Ebû Bekir (r.a.): “İmamlarınız sizi (İslâmî) istikamet üzere doğru tuttuğu müddetçe” diye cevap vermiştir. 322
Selman’dan (r.a.) rivâyet edilmiştir ki, Halîfe Ömer İbn Hattab (r.a.), Selman’a (r.a.), “halîfe ile melik/kral arasındaki farktan sorduğunda Selman (r.a.) şu cevabı vermiştir: “Müslümanların arazisinden bir dirhem veya daha az veya daha çok toplarsan, sonra da onu lâyık olmayan yere koyarsan (sarfedersen) işte sen bu halinle kralsın demektir. Halîfe ise, halka adâletle davranandır, aralarında adâletli ve düzgün bir şekilde taksimat yapandır, erkeğin ev halkına ve ananın çocuğuna olan şefkati gibi halkına şefkat ve merhamet eden ve Allah’ın kitabıyla hükmedendir.” Kâ’b, bu cevap üzerine şöyle dedi: “Bu mecliste halîfe ile melikin arasını ayırt edecek kimseyi zannetmiyordum. Fakat Allah Selman’a cevabı ilham etti.” 323
Ebû Mes’ud el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü dendi, biz câhiliye devrinde yaptıklarımızdan hesaba çekilecek miyiz?” Şu cevabı verdiler: “Müslüman olduktan sonra iyi olana, câhiliye devrinde yaptıklarından sorulmayacaktır. Kötü amel işleyene, hem İslâm’daki ameli hem de önceki ameli sebebiyle hesap sorulacaktır.” 324
Açıklama: Hadis, daha önceleri kâfir iken, sonradan Müslüman olan bir kişinin daha önceki hayatından suale maruz kalıp kalmama meselesine kayıtlı ve şartlı olarak cevap getirmektedir. İslâm olduktan sonra amel-i sâlih sahibi ise sual yok, değilse var. Hattâbî der ki: “Bu hadisin zahiri, ümmetin icmâ ettiği “İslâm, öncesini siler” hükmüne muhâlefet eder. Allah Teâlâ: “O küfredenlere söyle ki: Eğer
319] Buhârî, Enbiyâ 8, Menâkıb 1
320] İbn Hişam, I/555-556
321] İbn Hişâm, I/335-336
322] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 25; Dârimî, Mukaddime 23
323] et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/306; Târihu’l-Hulefâ, es-Süyûtî, s. 140
324] Buhârî, İstitâbe 1; Müslim, İman 189, h. no: 120
- 74 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(sana düşmanlıktan) vazgeçerlerse geçmiş (günahları) affedilecektir” 325 buyurmuştur.”
Hattâbî devamla der ki: “Bu hadisin mânâsı şöyle olmalıdır: “Kâfir Müslüman oldu mu geçmişinden muâheze olunmaz. İslâm’da çok fazla günah işler ve Müslümanlığına devamla birlikte, aşırı, şiddetli mâsiyetlere girerse, İslâm’da işlediği cinâyeti sebebiyle muaheze olunur ve küfür sırasında yaptığı başına kakılır. Sanki şöyle denir: “Sen şu kötü işleri kâfirken yapmadın mı? Müslümanlığın seni bunlardan men etmedi mi?”
İbn Hacer, bu görüşü: “Önceki amelinden yapılacak evvelki muaheze, başa kakma sûretiyle, sonraki günahların muahezesi, cezâlandırma sûretiyle olacaktır” diye özetledikten sonra der ki: “Evla olanı, başkasının görüşüdür. Hadiste geçen “isâe” (günah, kötülük) kelimesinden murad küfürdür, çünkü “küfür”, “isâe”nin nihâyeti, günahların en şiddetlisidir. Adam irtidat eder ve küfrü üzerine de ölürse, sanki Müslüman olmamış gibidir ve hayatı boyunca yaptığı bütün amellerden muaheze olunur. Buhârî, bu hadisi “Büyük günahların en büyüğü şirktir” hadisinden hemen sona zikretmek sûretiyle, bu söylediğimiz açıklamaya işaret etmiş olmaktadır.” 326
Câhiliyye Asabiyetiyle/Irkçılıkla İlgili Hadis-i Şeriflerden Seçmeler
“Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran Bizden değildir; ırkçılık için savaşan Bizden değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen Bizden değildir.” 327
“Asabiyet (kavmiyetçilik) dâvâsına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ yolunda mücâdeleye girişen Bizden değildir.” 328
“Bir kimsenin câhiliyye âdetince kavim ve kabilesine intisab ederek onlardan yardım talep ettiğini (ırkçılık yaptığını) duyacak olursanız ona: ‘babanın zekerini/penisini ye’ deyin ve bunu açık açık söyleyerek îmâ ve kinâyede de bulunmayın.” 329
“Câhiliyyetin kavmiyet iddiasını yapana açık sövünüz, ona kapalı sövmeyiniz (ona, kinâye yapmayınız).” 330
“Aziz ve Celîl olan Allah, sizden câhiliyyet devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mü’min olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan ise, şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız, Âdem de topraktan yara-tılmıştır. Bir kısım erkekler, bir kavimle (kâfir olarak ölenlerle) övünmeyi terk etsinler. Çünkü onlar, cehennem kömüründen bir kömürdürler yahut onlar, Allah indinde, burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” 331
“Kim kâfir olan dokuz atasını, onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur.” 332
325] 8/Enfâl, 38
326] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y. 14/391
327] Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28
328] Ebû Dâvud, Edeb 112
329] Ahmed bin Hanbel, 5/136
330] İmam Buhârî, Edebü'l-Müfred, Bab, 436, hadis no: 963
331] Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 5116; Tirmizî, Menâkıb, h. no: 4212-4213, Tefsiru'l-Kur'ân, h. no: 3486; Ahmed bin Hanbel, c. 2, s. 361
332] Ahmed bin Hanbel, 5/128
CÂHİLİYYE
- 75 -
“Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandırmaz.” 333
“Şüphesiz Allah, sizin sûretinize ve mallarınıza bakmaz. Lâkin kalplerinize ve amellerinize bakar!” 334
Vasîle bin el-Eskâ (r.a.) anlatıyor: “Ben, ‘Yâ Rasûlallah! Adamın kendi kavmine bir zulüm üzerine yardım etmesi asabiyetten (ırkçılıktan) mıdır?’ diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Evet” buyurdu.” 335
Rasûlullah (s.a.s.)’a soruldu: “Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir.” 336
“Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir.” 337
“Kim kâfir olan dokuz atasını onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur.” 338
“Aziz ve Celil olan Allah, sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mü’min olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan ise şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bazı adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle övünmeyi terketsinler. Çünkü onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler yahut onlar, Allah indinde burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” 339
“Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terketmiş olarak ölen kimsenin ölümü, câhiliyye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek mü’minin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefâ göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse Benim ümmetimden değildir. Asabiyet/ırkçılık duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut ırkçılık dâvâsı güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü câhiliyye ölümüdür.” 340
“Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenkeder, kavmiyetçiliğe (asabiyet) çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, câhiliyye ölümü üzere (kâfir olarak) ölür.” 341
“Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez.” 342
333] Müslim, Zikr 38; İbn Mâce, Mukaddime 225; Ebû Dâvud, İlm, h. no: 3643; Dârimî, Mukaddime 351
334] Müslim, Birr ve's-Sıla, 34
335] İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949; Ebû Dâvud, Edeb 121, hadis no: 5119; Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160
336] Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949
337] Ebû Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117
338] Ahmed bin Hanbel, 5/128
339] Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116; Ahmed bin Hanbel, II/524
340] Müslim, İmâre 57; Nesâî, Tahrim 27; İbn Mâce, Fiten 7; Ahmed bin Hanbel, 2/306, 488
341] İbn Mâce, Fiten 7
342] İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225
- 76 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Her doğan çocuk millet (İslâm fıtratı) üzere doğar.” 343
“Allah’ın ismi ile Allah(’ın yardımı) ile ve Rasûlullah’ın milleti (dini) ile gidin, yürüyün.” 344
“Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir.” 345
Câhiliyyenin Dünü Bugünü
İslâm literatürünün etkisiyle Türkçeye giren kelimeler, ekseriyetle tarihsel süreç içinde asıl anlamlarını koruyamamışlar, ya da anlamı deforme olmuş bir halde kullanılagelmişlerdir. “Câhil” kelimesi de anlamından büyük oranda uzaklaşmış ve öğrenim görmemiş, tecrübesiz, genç-toy, bilgisi olmayan346 anlamında kullanılagelmiştir. Gerçi “cehl” Kur’an’da câhillikle hareket etmek, olayların içine nüfuz edememek ve daima sathî düşünmek, dolayısıyla her zaman basit ve isâbetsiz hükümler vermek anlamında da kullanılmaktadır ki, ilmin zıddı anlamında cehlin yaygın anlamı da budur.347 Fakat Kur’an’da bu anlam çok önemli bir rol oynamaz.
Cehl, cehâlet, câhil, câhiliyye aynı kökten gelen kelimeler olduğu için, ayrı ayrı kelime çözümlemelerine gerek yoktur. Bu, cehl kelimesi ve türevlerinin Kur’an’da nasıl kullanıldığının ortaya konulmasıyla açıkça görülecektir. Kur’an’da câhiller, hakikati aramayan mahrumları değil, onları aşağılayan,348 insan yerine koymayan müstekbirleri ifâde eder. İsrâiloğulları’nın puta tapma arzusu da Kur’an’da câhilce bir tavır olarak zikredilmektedir. 349
Câhil insan, puta tapmakta ısrar eder,350azap, mûcize istemekle Allah’ı ve Peygamber’i kendine göre âciz bırakmaya çalışır. Tuzak kurar, yalancıdır, kıskançtır.351 Şirke dâve eder.352 Allah’a yalan isnad eder.353 Peygmaberlerden insan gücünün sınırlarını aşan olağanüstü şeyler göstermelerini talep eder.354 Allah hakkında kötü zanda bulunur.355 Kavmiyetçidir.356 Ayrıca açılıp saçılmak,357 zinâ etmek 358 de câhilî birer davranıştır. Fâsıklar câhiliyye hükmünün özlemi içinde
343] Müslim, S. Müslim Terc ve Şerhi, c. 8, s. 135
344] Ebû Dâvud, 3/38
345] Cem'u'l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632
346] TDK Türkçe Sözlük
347] 4/Nisâ, 17; 6/En’âm, 54
348] 11/Hûd, 29
349] 7/A’râf, 138
350] 46/Ahkaf, 23; 6/En’âm, 111
351] 12/Yusuf, 89
352] 25/Furkan, 63
353] 2/Bakara, 67
354] 6/En’âm, 35
355] 3/Âl-i İmrân, 154
356] 48/Fetih, 26
357] 33/Ahzâb, 33
358] 12/Yusuf, 33; 4/nisâ, 17
CÂHİLİYYE
- 77 -
olan, câhilî bir hayat tarzını benimseyen insanlardır.359 Mü’minler câhil olmamak için, bu kötü hasletlerden uzak durmanın yanında, şirke dâvet edenlerden yüzçevirmeli,360Allah’tan kâfirleri bağışlamasını istememeli361 ve fâsıkların getirdikleri haberleri aslını araştırmadan kabul edip kullanmamalıdırlar. 362
Câhiliyye kelmesi “İslâm’dan önce” diye tercüme edilemez. Çünkü o daha çok şimdiyi gösterir. Câhiliyyede teslimiyet ve tevâzuya aykırı düşen özellikler baskındır. İnsanın kendi gücüne güvenmesi, sınırsız benliği, İlâhî ölçü tanımazlığı ile kulluğa aykırı düşen her şeyi câhiliyyede vardır.363Câhiliyye insanından kimse İslâm’daki kulluk, teslimiyet ve alçakgönüllülüğü isteyemez. O, kendi kendisinin Rabbidir.364 Tevâzu ve teslimiyet kime karşı olursa olsun, ona göre hür doğmuş Arab’ı köleleştirmekten başka bir şey değildir.365 Çağımızdaki benmerkezci ve ferdin inanç ve amellerinin sadece kendisini bağlayacağı, dolayısıyla sorgulanamayacağı anlayışı, eskinin aynen benzeridir.
Kur’an’da sürekli olumsuzlanan câhillik, kâfirlerin küfrünün temelidir. Gerçekten gururlu isyankârlık rûhu, İlâhî hiçbir otoritenin önünde eğilme duygusudur ki kâfirleri yeni dine karşı şiddetli bir muhâlefete itmiştir. Cehl, aynı zamanda en ufak bir kızgınlık ânında irâdesini kaybedip parlayan, kontrolsüz bir ihtirasla öfkesine kapılıp sonucunu düşünmeden hemen körü körüne atılan, ateşli, sabırsız kişinin sorumsuz davranışı anlamına gelir. Bu, duygularına/hırslarına hâkim olamayan aşırı bir insanın davranışıdır. Bu insan, doğruyu yanlıştan ayırt etme ölçüsünü yitirip kendisini öfkenin pençesine düşürür.
Hılm ise bu tür cehl kavramının tam karşıtıdır. Hılm, cehl patlamasını dizginleyebilen insanın ahlâkıdır. Halîm, duygularını frenlemesini, kör ihtiraslarını yenmesini bilendir. Önce câhil iken sonra İslâm’ı kabul eden şâir Amr bin Ahar el-Bahîlî şiirinde cehl ve hılmi bir arada şöyle kullanıyor: “Câriyelerimizin servis yaptığı büyük kazanlar bir kere ‘câhil’ odlumu (kaynadımı) bir daha ‘halîm’ (sükûnet içinde) olmaz.” 366
Hılm kuzu gibi olmak değil; aksine ruhun öyle aktif ve olumlu gücüdür ki, insan onunla kendisini şaşkına çevirecek olan ihtiras ve öfkesine gem vurup onu dindirir. Hılm, üstün bir akıl gücünün işaretidir. Muhabbet şiirinde hılmin bu olumlu özelliğini şöye ifade eder: “Birden Rababi hatırladı ve onu hatırlaması bir hastalıktır. Ve derin bir aşka düştü, artık onun için hılm (sükûnet) kalmaz.”
Gücün olmadığı yerde, hılm de yoktur. Hılm, başkalarını idâre edenlerin vasfıdır. Başkaları tarafından yönetilenlerin vasfı değildir. Yaratılış bakımından zayıf ve güçsüz olan kişiye, kızdırdırıldığı zaman ne kadar sâkin durursa dursun, halîm denmez. O sadece zayıftır.367 Hılmin dış görünüşü vakar ise, cehlin belirtisi de zulümdür. Yani zulüm cehlin özel bir görünüşüdür.
359] 5/Mâide, 50
360] 7/A’râf, 119
361] 11/Hûd, 46
362] 49/Hucurât, 6
363] Toshihiko İzutsu, Kur’an’da İnsan ve Allah, Yeni Ufuklar Neşriyat, s. 190
364] 25/Furkan, 43
365] Toshihiko İzutsu, a.g.e., s. 191
366] İzutsu, a.g.e., s. 194
367] İzutsu, a.g.e., s. 198
- 78 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Câhiliyye Hükmü ve Câhiliyyede Toplum Hayatı: İnsanın Allah’a kul olma yerine, kendi bilmezliğini temel ölçü edinmesinin ifâdesi olan câhiliyyenin hayata müdâhale ettiği en somut olan hüküm koyma konusundadır. Rabbimiz insan ilişkilerini belirleyen hükümlerin beşerî kökenli değil, Rabbânî ölçekli olduğunu ve vahyî hükümleri uygulama konusunda şaşkınlığa düşmemizi belirterek bizleri ikaz etmektedir: “Onlar hâlâ câhiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle iman eden eden bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?”368 Rabbimiz daha inzâl olan ilk âyetlerde hukuk alanındaki câhilî sapmaya hayatın içinden canlı örnekler vererek vahyin muhâtaplarını uyarmış ve insanları câhilî uygulamalara karşı köklü bir tavır alışa yöneltmiştir: “Kendisini tek olarak yarattığımı Bana bırak ki Ben ona, alabildiğine geniş kapsamlı bir mal verdim. Göz önünde hazır çocuklar ve sayısız imkân ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha arttırmam için tamah eder. Hayır, çünkü o, Bizim âyetlerimize karşı kesin bir inatçıdır. Onu alabildiğine sarp bir yokuşa süreceğim. Çünkü o, düşündü ve bir ölçü tespit etti. Kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Yine kahrolası, nasıl bir ölçü koydu?”369 Bugün çevremize baktığımızda bu müstağnî ve câhilî tavrın alabildiğine kurumlaştığını görebiliriz.
Câhiliyye hayatında âile, ataerkil idi. Erkeğe şavaşan, ganimet getiren; kadına da tüketen olarak bakılırdı. Kadın olmak, utanç verici bir durumdu. Bu yüzden bazı kabilelerde kız çocukları diri diri toprağa gömülürdü. Kadının miras hakkı yoktu. Hind gibi istisnâlar hâriç, kadın erkeğin kölesi durumundaydı.370Kadınlara verilen “mihr”e, alım-satım akdi olarak bakılırdı. Mihr’i baba alırdı. Koca mihri verdiği sürece istediği kadar kadın alabilirdi. Günümüz câhiliyyesinde kadın üretime katılmaktadır, adı köle veya câriye değildir. Fakat kadından beklenen daha çok, tüketimi arttırıcı bir fonksiyon yüklenmesidir. Kadim câhiliyyeden kızlar toprağa gömülerek öldürülürken modern câhiliyyede onu ayakta tutan ruhunu, erdemini öldürerek, onu sırf bedenden ibâret kabul ediyor. Erdemli insan olmaya değil; câzip, duyguları tahrik edici olmaya çağırıyor.
Araplarda kocanın karısıyla evlilik ilişkilerini terk ettiği halde, onu nikâhı altında ve evinde kalmaya mecbur kılan iki âdet vardı. Bunlardan birisi zıhardı. Koca, karısına “sen bana anamın sırtı gibisin” derdi. Böylece kadın nikâhtan çıkmaz, ama mullâkta kalırdı. Müfessir ve râvîlerin görüşlerinden anlaşıldığına göre, onlar bu işi, karısı kız doğurduğunda öfkelerinden yapıyordu. Karısı, kız doğurduğunda ona çocuğunu gömmesini emrederlerdi. Gömmezse “sen bana anamın sırtı gibisin (dünya âhiret bacımsın)” derlerdi.371 Çin’in bazı kesimlerinde kız çocuklarını toprağa gömme âdeti hâlâ devam etmektedir. Doğum kontrolüne getirilen sıkı kısıtlama ile bebek doğmadan cinsiyeti öğrenilebildiği için, kız ise kürtajla, doğmadan öldürülebilmektedir. Bu da nüfus dengesini ciddî bir şekilde bozmaktadır.
Câhiliyye erkekleri için en büyük zevk içki içmekti. Onlar için şarap tâlihin üstün hediyesiydi. Sürekli içerlerdi. İstedikleri şarabı içmekle hem övünür, hem de
368] 5/Mâide, 50
369] 74/Müddessir, 11-20
370] Salih Akdemir, Tarih Boyunca ve Kur’ân-ı Kerim’de Kadın, İslâmî Araştırmalar Dergisi, c. 5, s. 4, sayfa, 263
371] İzzet Derveze, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, Yöneliş Y. c. 1, s. 130
CÂHİLİYYE
- 79 -
gurur duyarlardı. Şaraba büyük paralar harcanırdı.372Abid’in şiirlerinden birisi o dönem ile birlikte âdeta modern câhiyyeyi tasvir etmektedir: “Ayıkken yıllanmış güzel kokulu şarabın fiyatını yükseltiriz. Ve zevkini aldığımız zaman, hesabını tutmayız heder olan servetin.” 373
Misâfirperverlik, hürriyet aşkı, cesâret, mertlik vasfılarına önem veren câhiliyye insanı, bir taraftan misâfirine her türlü ikrâmı yaparken, diğer taraftan yolcuyu çevirip soyuyordu. Tam bir muammâ içinde olan câhiliyyenin sosyal yapısı, özde kavmiyetçi idi. Kan yoluyla yakınlık bağı üzerinde binâ edilmiş olan ve bir kişinin haklı ya da haksız olsun kavimdaşlarından yana olmasını zorunlu kılan o yıkıcı haysiyet duygusu, kişinin kendi kavmine olan sevgisi, başkalarına dil uzatması, câhiliyyenin kişisel değerleri ölçmekte kullandıkları nihâî kriterlerdi. Putperestlik devrinde, kavmiyetçiliği aşan bir “iyi” ölçüsü hiç yok gibi gözükmektedir.374Bu sapkın anlayışın modern temsilciliğine örnek olarak Almanya’da Hitler’i, İtalya’da Mussolini’yi, Arap ülkelerinde de Baas rejimlerini gösterebiliriz. Câhiliyyenin bu yanı, Türkiye’de “Ne mutlu Türküm diyene!”, “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur”, “Bir Türk dünyaya bedeldir!” ifâdelerinde somutlaşmaktadır. Türk’ün Türk’ten başka dostunun olmadığı, Arap Müslümanların Türkleri her zaman arkadan vurdukları türünden anlayışlar kadim câhiliyyenin bölgedeki bu topraklardaki yansımasıdır. Bunun en uç ifâdesi de “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya yeter” ifadesidir.
Câhiliyyede Hurâfeler: “Tıyera”, bir yolcunun sefere çıktığında önünden geçen bir kuşu hayra yormamasıdır. “Hame”, Muharrem ayını uğursuz sayma ve bütün işlerin bu aylarda olduğu inancıdır. Gul, cin ve şeytanlardan bir cinstir. “Gul”, tenha ve ıssız çöllerde insana görünür, şaşırtır ve sonunda helâk eder. Peygamber böyle bir varlığın olmadığını belirtmiştir.375 Günümüz câhiliyyesinde kuşlardan baykuşun ev yakınına konması ve ötmesi, diğer hayvanlardan da kara kedinin insanın önünden geçmesi uğursuz sayılır. Gul efsânesi, gul-i yabânî adıyla günümüze kadar gelmiş, film ve hikâyelere konu olmuştur.
Bir ölünün ardından üstü başı parçalamak, yüzü tırmalamak, yanakları, yüzü, başı ve dizleri dömek gibi câhilî davranışlar, bugün de devam etmektedir.
Kâbe’de 360 kadar put vardı. Her kabilenin kendine has bir putu vardı. Bundan başka her evde birput bulunur, âile fertleri buna ibâdet ederdi. Putperestlik câhiliyye Arabının ikinci tabiatı olmuştu ve günlük hayatın her konumunda nüfûzunu icrâ etmekteydi. Câhiliyye Arap inancının esası hastaya şifâ, çocuk edinme, kıtlık, vebâ gibi belâları kaldırma işini başka ilâhlara devrederek, dünyanın idâresini onlara taksim etmekten ibâretti. Cenâb-ı Hakk’ın yardımının ancak bu putlardan şefaat dilemekle elde edilebileceğine inanırlardı. Araplar bu putlara secde ederler, bunlar adına kurban keserler, ekinlerinin bir kısmını, sürülerinin bir kısmını bunlara tahsis ederlerdi. Günümüzde benzer şekilde kabirlere gidilip kabir ehline duâ ederek onların tasarrufuyla çocuk sahibi olmak istenmektedir. Ayrıca bazı şeyhlerin nefeslerinden şifâ umulmakta, diri veya ölü olsun şefaatlerine sığınılmaktadır. Kur’an’da Yüce Rabbimiz şefaati ancak izin
372] T. İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Pınar Y. s. 79
373] T. İzutsu, a.g.e., s. 79-80
374] T. İzutsu, a.g.e., s. 88
375] S. Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Terc ve Şerhi, DİB Y. c. 4, s. 418-420
- 80 -
KUR’AN KAVRAMLARI
verilenlerin yapabileceğini ve yetkiyi sadece kendine has kıldığını belirtirken, günümüz câhiliyyesinde dünyada iken bazı efendi veya şeyhlere bu makam verilmiştir. Bu yanlış anlayış, İslâmî kesime hitap eden kitap, dergi, radyo ve televizyonların büyük bir kısmınca sürdürülmekte ve yaygınlaştırılmaktadır.
Bir taraftan putperestlik, en yaygın şekliyle Arapların dimağına hâkimken, Arapların içinde Allah’ın varlığını inkâr eden, hesap gününü inkâr edenler de vardı. Bunlar, taptıkları putlarla bile alay ederlerdi. Arapların meşhur şâiri İmru’l-Kays, babası öldürüldüğü zaman Arap âdetlerine göre putu ile istişâre ederk babasının intikamını almak veya almamak hususunu ilâhın hükmüne bağlı kılmıştı. Şair, birinin üzerine “evet”, diğerinin üzerine “hayır” yazılan bir de üzerinde istişârenin tekrarını ifade eden üç ok almış ve bunları üç defa atmıştı. Sonuç, hep olumsuz çıkıyordu. Bu duruma hiddetlenen şâir oku ilâhının yüzüne atarak, ona hitâben: “Sefil! Öldürülen senin baban olsaydı, intikamını almaktan beni men etmezdin” demişti. 376
Bir Câhiliyye Klasiği; Ebû Cehil: Asıl adı Amr, künyesi Ebû’l-Hakem olan şahsa Peygamberimiz, Ebû Cehil adını vermiştir. Dâru’n-Nedve üyesi olan Ebû Cehil, Rasûlün dâvetine başından beri karşı çıkmış ve Müslümanlar aleyhinde hazırlanan komploların çoğunda yer almıştı. Velid bin Muğîre ile Ebû Cehil, kendi kabilesine mensup olmayan birinin peygamberliğini hazmedemedikleri için Rasûl’e inanmayacaklarını açıkça söylemişlerdi.
Ticarî nüfuz ve servetinden güç alan Ebû Cehil, hayatı boyunca İslâmiyet aleyihen çalıştı, halkın Müslüman olmasını engelledi. Müslüman olanları da inançlarından vazgeçirmeye çabaladı. İslâmiyet’i kabul eden kişi, toplumda itibarlı biri ise ona saygınlığını yitireceğini söyleyerek, ticaretle uğraşıyorsa kendisini iflâs ettirmekle tehdit ederek, güçsüz ve kimsesiz ise onu döverek İslâm’dan döndürmeye çalıştı.
Ebû Cehil, Mekke’ye gelip ticaret yapanlara düşük fiyat biçiyor, diğer müşteriler de ondan çekindikleri için o tâcirin malına tâlip olduklarını gizliyorlardı. Böyle bir durumda kalan tüccarın birisi, durumu Peygamber’e bildirmiş ve malını asıl değerinden satmıştı. Bu Ebû Cehil’in Peygamber’in evine giderek onunla kavga etmesine sebep oldu. Günümüzde de çiftçinin, üreticinin ürününü tüketiciye direkt ulaştırması engellenmektedir. Sözgelimi, Adana’da, Antalya’da üreticinin İstanbul’daki manavdaki satış fiyatının onda birine alıcı bulamayan çiftçilerin meyve ve sebzelerini, diğer bölgelerdeki tüketiciye doğrudan ulaştırmaları hemen hemen imkânsızdır. Aradaki büyük fark, Ebû Cehil veya onun özelliklerini taşıyan rantçıların cebine girmektedir. Ya da Türkiye’nin Arap ülkelerinden petrol almasını da buna örnek verebiliriz. Türkiye, komşularından direkt değil; BP (British Petrol), Shell (Hollanda şirketi), Mobil ve Total (Fransız şirketi) gibi büyük Batılı şirketlerin aracılığıyla petrol alabilmektedir. Bu şirketler, Müslümanların kaynaklarının kaymağını yemekte ve artıklarını da yerli rantçılara bırakmaktadırlar. Bunun yanında çok büyük oranda devletin petrole vergi yükü bindirmesi de ayrıca zulmü büyütmektedir.
Câhiliyyenin Bir Başka Yönü: İslâm Dininin hedefi, insanın dünyaya, nimetlere bakış açısını değiştirmektir, olması gereken aslî yapıya döndürmektir. İslâm,
376] M. Muhammed Ali, peygamber’in Hayatı, Nur Y. s. 23
CÂHİLİYYE
- 81 -
geldiği bölgedeki her şeyi değil; vahye muhâlif olan fikir ve eylemleri değiştirmeye, ıslah etmeye çalışır. Çünkü İslâm, insanın tecrübesini sıfırlamaz. Meselâ İslâm, câhiliyyedeki mihri iptal etmemiş, ama mihrin kadının hakkı olduğunu ifâde etmiştir ve verilen mihrin geri alınmamasını istemiştir.377 Çok eşle evliliği iptal etmemiş, fakat dörde kadarla sınıra balayarak, bir tane almayı tavsiye etmiştir. 378
Câhiliyye Arapları arasında en yaygın suçlar, adam öldürme, zinâ, kabile disiplinine, örf ve âdetlere karşı gelme gibi suçlardı. Uygulanan cezâî müeyyideler suçun ve suçlunun durumuna göre ölüm, dayak, hapis, diyet, sürgün ve kabile himâyesinden çıkarma gibi cezalardır. İslâm’ın gelişiyle bu cezalandırma usûllerinden sadece sonuncusu terk edildi. Sami kavimlerinde, Yahûdi ve Roma hukukunda bulunan adam öldürmeye kısas yapılması câhiliyyede de uygulanırdı. İslâm bunu devam ettirdi. İslâm, diyeti hataen öldürme ve kısastan vazgeçme sözkonusu olduğunda uyguladı. Câhiliyyeden farklı olarak diyet konusunda bazı kabilelerin ayrıcalıklı ve farklılığını ortadan kaldırdı. Kureyşin İslâm öncesi dönemlerine âit birtakım ölçü birimleri vardı ki, İslâm geldiğinde Müslümanlar bunu olduğu gibi kabul ettiler. 379
Hz. Peygamber, câhiliyye döneminde var olan -Hanif dininden kalma- bazı ibâdetleri de sürdürdü. Mina’da şeytan taşlama, Kâbe çevresini tavaf etme, tavaf sayısını Hacerü’l-Esved’e göre ayarlama, Safâ ve Merve arasında gidip gelme, rifâde (hacıları ağırlamak) ve sikaye (hacılara su dağıtma) gibi haccın bazı menâsiklerini korudu. Câhiliyyede değer verilen misâfirperverlik, hürriyet sevgisi, cesâret ve mertlik gibi değerleri İslâm da fazilet saydı. İslâm, câhiliyye döneminde var olan her şeye tepkisel olarak karşı çıkılmamış, neyin doğru neyin yanlış olduğu vahiy süzgecinden geçirilerek belirlenmiştir. 380
Firavun; Her Dönem ve Her Yerdeki Câhiliyye Toplumunun Önderi
Kur’an, tarihî olayları bir tarih kitabı gibi belli bir olayı aktarma amacıyla değil; insanları uyarma, düşündürme, evrensel gerçekleri kavratma gibi amaçlarla konu edinir. Hz. Mûsâ ve Firavun kıssası, bütün bu amaçların gerçekleştirildiği en kapsamlı kıssalardan birisidir. Kur’an bu kıssa ile müslümanların imanını güçlendirme, İslâmî tebliğe karşı çıkan müşrikleri uyarma gibi amaçlarının yanı sıra, İslâm dışı câhilî toplumsal yapılanmaların, yönetim biçimlerinin, eşdeyişle Firavunî toplumların değişmeyen özelliklerini de ortaya koymayı amaçlar. İslâm dışı toplum ve yönetim biçimleri, tarihin hangi döneminde bulunursa bulunsun, hangi adla adlandırılırsa adlandırılsın, Firavun’a ve onun temsil ettiği siyasal sisteme, bu sistemle şekillendirilen topluma özgü inanç ve düşünceleri, özellikleri yansıtır. Bu nedenle özü bakımından Hz. Muhammed’in (s.a.s.) karşısında yer alan kişilerle kökten değiştirmeyi amaçladığı toplumsal yapı, Hz. Mûsâ döneminin Mısır’ından pek farklı olmadığı gibi, günümüzde dünyanın herhangi bir yerinde varlığını sürdüren İslâm dışı bir toplumsal ve siyasal sistem, yani modern câhiliyye de Mekke’dekinden çok farklı değildir.
377] 4/Nisâ, 4, 20, 21
378] 4/Nisâ, 3
379] Buhârî, c. 5, s. 43
380] Murat Kayacan, Câhiliyyenin Dünü Bugünü, Haksöz, sayı 62, Mayıs 96
- 82 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Çağdaş Firavunlar ve Firavunî Toplumlar: Kur’an, bize Firavun kıssası ile Firavunî toplumların temel özelliklerini belirleme imkânı veriyor. Buna göre bu tür toplumların en temel özelliği, Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetini reddetmeleridir. Firavun’un ilâhlık ve rablık iddiası, gerçekte Allah’ı ya da o toplumda varlığı kabul edilen ilâhları yok saydığını değil; yeryüzünde kendisinden başka itaat edilecek, kanun koyacak, yönetecek güç tanımadığını ifade eder. Allah’ın hâkimiyetini ve İlâhî kanunları reddeden toplum, bu yetkiyi ister Firavun örneğindeki gibi tek kişiye, isterse belli bir topluluğa, bir sınıfa, bir partiye tanısın, sonuç değişmez. Firavun’un, içinden akan ırmaklara varıncaya kadar bütün Mısır mülkünün kendisine ait olduğu yolundaki sözleri, Firavunî toplumların başka bir özelliğini gösterir. Bu tür toplumlarda mülk Allah’ın değil; hâkim gücün sayılır. Hâkim/ egemen güç, mülk üzerinde dilediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Bu mülkiyet ve tasarruf anlayışının doğal sonucu olarak belli bir azınlık servet içinde yüzerken, büyük halk çoğunluğu açlık ve sefalet içinde kıvranır. Firavun’un, böylesine mutlak bir hâkimiyet ve mâlikiyeti yalnız başına sürdürmesi mümkün değildir. Bu nedenle Kur’an, Firavun ile birlikte “mele” adını verdiği işbirlikçilerine de dikkat çeker. Bugünkü karşılıkları ile söylenirse mele’, büyük sermaye sahipleri, meclis üyeleri, yüksek rütbeli subaylar, üst düzey bürokratlar, halkı etkileme ve yönlendirme imkânına sahip gazeteci, yazar, aydın, sanatçı, din adamı ve benzeri kişilerden oluşan topluluktur. Bunlar, Firavun’un, firavunî düzenlerin kendilerine sağladığı çıkarlar karşılığında onun hâkimiyetinin sürmesine yardım ederler. Bu da firavunî toplumların başka bir özelliğidir.
Firavunî düzenler, yapıları gereği varlıklarını ancak zulüm ve zorbalıklarla sürdürebilirler. Adâlet, eşitlik, insan hak ve özgürlükleri bu tür düzenler için hiçbir anlam taşımaz. Toplumda her şey düzenin korunması ve sürdürülmesi amacına uygun biçimde düzenlenir. Tıpkı Firavun’un Mısır’ındaki gibi toplum, çeşitli sınıflara bölünür; özellikle düzen için tehlikeli görülen unsurlar baskı ve zulümlerle zayıf düşürülür; gerektiğinde çocukların öldürülmesi için nüfus planlaması gibi yöntemlere başvurulur. Peygamberler ya da onların takipçisi mü’minler tarafından adâlet, özgürlük, insanca yaşama adına yapılan her çağrı, Firavun ve mele’i için mülk, saltanat ve hâkimiyetlerine yönelik bir saldırı anlamına geleceğinden hemen susturulması gerekir. Firavun’un, Hz. Mûsâ’nın dâveti karşısındaki tutumu, firavunî düzenlerin bu yolda uygulayacakları bütün yöntemlerin bir özetini verir: Psikolojik baskı, dâveti etkisiz kılacak karşı propaganda, suçlama, hapis ve öldürme tehditleri ve uygulamaları, çeşitli baskılar, işkenceler ve nihâyet soykırım.
Firavun kıssası, Firavun ve işbirlikçilerinin kaçınılmaz âkıbetlerini de gözler önüne serer. Onlar, galip ve güçlü olan’ın yakalayışı ile yakalanır381ve azabın en kötüsü ile kuşatılırlar.382 Sonunda bütün yaptıklarının intikamı alınır ve hepsi boğulur, yok olup giderler.383 Âhiretteki durumları ise daha da kötüdür. Onlar azabın en şiddetlisine sokulurlar.384 Hz. Mûsâ ve mü’minler ise imanlarının, sabır ve mücadelelerinin bir ödülü olarak esenliğe çıkar, Firavun ve işbirlikçilerinin
381] 54/Kamer, 42
382] 40/Mü’min, 55
383] 43/Zuhruf, 55
384] 40/Mü’min, 46
CÂHİLİYYE
- 83 -
mülküne vâris ve hâkim olurlar. 385
Firavunluk, her zaman ve her yerde mevcuttur. Herhangi bir zaman dilimiyle sınırlı olmadığı gibi, yeryüzünün herhangi bir bölgesine de özgü değildir. O bir yaşam tarzıdır. Siyasal ve toplumsal bir düzen, ekonomik strüktür, hukuk sistemi, yönetim biçimi, kişilik karakteri ve bir ahlâk yapısıdır. Kısaca o, toplumu çepeçevre kuşatan bir hayat tarzıdır. Eski Firavunluk örnekleri, Kur’ân-ı Kerim’de ve tarihte sadece Mısır ile ilgili olarak gelmişse de, bu başka yerlerde bulunmadığı anlamına gelmez. Ülkeden ülkeye, çağdan çağ kimi ayrıntılarda farklılıklar olabilir. Birçoğu iç, pek azı da dış faktörlerden ötürü aralarında nicelik ve nitelik açısından birbirinden değişik yönleri vardır. Fakat her ne olursa olsun, neticede hepsi de Firavunluktur. Firavunların hal ve hareketleri toplumlarına da yansır ve o toplumlar ahmakça uyuşmuş; sürekli uyuyan, bilinçlerine perde düşen Firavunlaşmış toplumlar olurlar.
Firavun ve çevresinin İlâhî mesaja muhatap olduklarında, ilk itirazlarından, bahânelerinden biri, Hz. Mûsâ’yı nankörlükle suçlamak olmuştur. “Biz seni içimizden bir çocuk olarak yetiştirmedik mi? Ömründe nice yıllar aramızda kalmadın mı? Ve sonunda yapacağını yaptın. Sen nankörlerden birisin.”386 Bu itiraz, günümüzde de olduğu gibi, tarih boyunca tüm müstekbirlerin ortak itirâzıdır. Bu, devlete, devletin sağladığı imkânlara karşı nankörlükle suçlamak, kurulu düzenlerinin bekası noktasında endişe sahibi olanların ileri sürdükleri yegâne suçlamalardan biridir. Bugün muvahhidlere yöneltilen fundamentalistlik, bölücülük, ayrımcılık, aşırılık ve hatta teröristlik suçlamaları “birlik ve beraberliğin biricik düşmanları” olarak gösterilmeleri, sadece zamanımıza ait yaftalamalar değildir. Firavunî düzenlerin temsilcileri, her dönemde atalarının izinden gitmişler, peygamberleri ve onlara uyanları yeryüzünde bozgunculuk yapmakla itham etmişler,387 zindana atmakla tehdit etmişlerdir.388 Her dönemde farklı versiyonlarıyla zâlimlerin sünneti, Firavun’un şu sözünde özetlenmektedir: “Biz daima onların üzerinde eziciler olacağız.” 389
Sihirbazlardan Medet Uman Firavun: “Firavun kavminden ileri gelenler dediler ki: Bu çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor; ne buyurursunuz? Dediler ki: O’nu da kardeşini de beklet, şehirlere toplayıcı (memurlar) yolla. Bütün bilgili sihirbazları (toplayıp) sana getirsinler. Sihirbazlar Firavun’a geldi ve ‘eğer üstün gelen biz olursak, bize kesin bir mükâfat var mı?’ dediler. (Firavun:) ‘Evet, hem de siz mutlaka yakınlarımdan olacaksınız’ dedi.” 390
Firavun’un yardımcıları ona, Mûsâ ve Hârun’u halkın önünde rezil olana kadar bırakmasını öğütlediler. Firavun da polislerini göndererek sihirbazları getirtti.
Firavunlar, günümüzde bu tür bir sihirden medet ummuyorlar. Dâvet sahiplerine karşı çağdaş Firavunların kullandıkları büyücüler, eskisinden daha iğrençtir. Yazarlar, gazeteciler, sanatçılar, televizyon yayıncıları, emniyet yetkilileri ve
385] Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 2, s. 193-195
386] 26/Şuarâ, 18-19
387] 7/A’râf, 127; 40/Mü’min, 26
388] 26/Şuarâ, 29
389] 7/A’râf, 127
390] 7/A’râf, 109-114
- 84 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istihbarat büroları vs. bunlar sihirden daha etkili ve güçlüdür. Belki bütün dünya sihri bir araya getirilse, bunlardan yalnız birinin verdiği zehiri verebilmesi mümkün değildir.
Sistemini korumaya çalışan Firavun’la, sihirbazlar arasında artık pazarlık başlamıştır. Yalan düzmede uzman bir sihirbaz ne isteyebilir? Hediyeler, ödüller, bahşişler... “Eğer biz kazanırsak, kesin bir mükâfat var mı?” Ne ödülü? Bu, bir devlet sorunudur. İslâm dâvetine karşı tâğutî düzeni koruma meselesidir. Cevap, kesinlikle ‘evet’tir. Belki binlerce evet... Ödüller, bahşişler, armağanlar değil sadece; makam ve mevkiler de var. (“devlet sanatçısı” ilân edilecektir sihirbazlar.) Onların devlet başkanına yakınlaşmalarını sağlamak, makam ve rütbe...
Bu tablo aynı zamanda bize, Firavnî-şeytanî rejimlerde makam sahibi olmanın ölçülerini de öğretiyor. Firavunu ve onun küfrünü, zulmünü, işkencesini ve yoksulları ezmesini sağlayanlar ve koruyanlardır ona yakın olanlar. Dolayısıyla makam ve mevkiler onlarındır. Bu kişiler kara câhil, sihirbaz, yalancı ve dalkavuk olsa bile durum değişmez.
Mûsâ’nın (a.s.) büyücülerle buluşma zamanı, bayram günü insanların toplandığı kuşluk vaktidir.391 Vaktin tâyini, Hz. Mûsâ’ya aittir. Rasûlün böyle bir vakti seçmesi, o ortamda insanlara tebliğ etmenin uygun zamanını kolladığını göstermektedir. Büyücüleri Allah’a karşı yalan uydurmamaya dâvet eder ve azapla uyarır.392 Ancak Firavun onların etkilenmesini ve misyonlarını terk etmelerini önlemek için gizli bir görüşmede bulunarak onları şeytan yolunda sâbit kılmaya çabalar. Firavun’un verdiği moral destek ve vaadlerle393 Allah’ınki kıyaslanabilir mi? 394
“(Sihirbazlar,) ‘Ey Mûsâ, sen mi (önce hünerini ortaya) atacaksın, yoksa önce atanlar bizler mi olalım?’ dediler. ‘Siz atın’ dedi. Onlar atınca insanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir (ortaya) getirdiler. Biz de Mûsâ’ya, ‘asanı at’ diye vahyettik. Bir de baktılar ki; bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor. Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları yok olup gitti.” 395
Kur’an, burada başka bir çehre sergiliyor. Mûsâ (a.s.) ve sihirbazların karşılaşma sahnesi. Bütün insanlar etraflarına toplanmışlar ve geniş halkalar oluşturmuşlardı. Ve artık yarışma başlıyor. “Ey Mûsâ, önce ya sen at, ya da biz!” “Siz atın” dedi. Böylece kendisi sonra atıp, onlarınkini bozacak ve yarışmayı kazanacaktı.
Sihirbazlar ip ve sopalarını atınca insanların gözlerini -bir çeşit onları kandırma yöntemiyle- büyülediler ve onları korkuttular. Sanat ve çeşit itibariyle büyük bir sihir ortaya koymuş oldular. O sırada da Allah “asanı at” diye Hz. Mûsâ’ya vahyetti. Asa da onların büyüsünü yok etti. Sihirbazlar yenilgiye uğradı, Mûsâ (a.s.) kazandı.
“(Firavun ve kavmi) orada yenildi ve küçük düşerek geri döndüler. Sihirbazlar ise secdeye kapandılar. ‘Mûsâ ve Hârun’un da Rabbi olan âlemlerin Rabbine inandık’ dediler. Firavun dedi ki: ‘Ben size izin vermeden O’na iman mı ettiniz? Bu hiç şüphesiz şehrin
391] 20/Tâhâ, 59
392] 20/Tâhâ, 61
393] 20/Tâhâ, 62-64
394] 20/Tâhâ, 68
395] 7/A’râf, 115-118
CÂHİLİYYE
- 85 -
(Mısır’ın) kıptî olan halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında (başınıza gelecekleri) bileceksiniz! Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım.’ Onlar, ‘Biz zaten Rabbimiz’e döneceğiz. Sen sadece, Rabbimiz’in âyetleri geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür’ dediler.” 396
Bu karşılaşmada Firavun ve zümresi kaybetmekle, halkın önünde rezil olmuştu. Sihirbazların ise kalpleri uyandı; hakikat onları kuşatarak teslime zorladı. Secde etmeleri bunu gösteriyor. Sanki biri onları secdeye itmişti. Kur’an’ın buradaki ifadesi gâyet açıktır. Bu âyette Firavun’un, sihirbazların âlemlerin Rabbine iman etmelerini engelleyecek hiçbir tepkisi yok. Onu kızdıran tek şey, izni olmaksızın iman etmeleridir. Bu da Firavunluğun boyutunu tasvir ediyor. Zira o, kalplere ve vicdanlara hükmetmeyi istiyor ki; onun emri olmaksızın kimse hakka inanıp bağlanmasın.
Hz. Mûsâ, Rabbinin yardımıyla muzaffer olur. Bunun üzerine büyücüler secdeye kapanarak iman ederler.397 Hem de ne iman! Firavun’un onların ellerini ayaklarını çaprazlama kesip hurma dallarına asma tehdidine karşı, zerre kadar imanlarından kuşkuya düşmezler. Şerefi, ezelî ve ebedî olan’ın yanında ararlar. Firavun’un zor kullanmasına rağmen, dayatılan gayr-ı resmî ajanlığa, bir daha geri dönmezler.398 Çünkü onların kalbine artık iman yazılmıştır.
Büyücüler, meslekleri icabı büyü ile büyü olmayanı ayırt edebilirler. Onlar iman ettiği halde, Firavun’un iman etmemesi gösteriyor ki Firavun, inanmak için mucize istemesinde samimi değildir. Hz. Mûsâ’yı âciz kılacağını düşünerek böyle bir istekte bulunmuştur.
Firavun’un tuzağı geri tepince, bu sefer kendisinin ve rejiminin şerefini içine düştüğü pisliklerden kurtarmak için bahaneler aramaya başladı. İnsanlara, “Mûsâ bâtıl üzeredir’ mi diyor; sihirbazlar Firavun’un adamları olduğu halde ‘niçin iman ettiler’ mi diyor? Hayır! O takdirde bir kurnazlık gerek. Ve iftiraya başvuruyor: “Bu yenilgi, devlet aleyhine bölücü bir grubun yaptığı tezgâhın sonucudur. Onlar, devlet yetkililerini yönetimden uzaklaştırmak ve hükümetin yasal başkanını alaşağı etmek için aralarında anlaştılar.” Görüldüğü gibi Firavun’un bu buluşu, tarih boyunca süregelen bütün Firavunların yöntemlerine son derece uygundur.
Firavun’un iman eden sihirbazlara tehdit ettiği ve sonra uyguladığı “taslib” asarak idam etmektir. Genelde, kişinin boynuna ip geçirerek asıp ölmesini sağlamak şeklinde uygulanır. İbnül-Münzir ve başkalarının da İbn Abbâs’tan naklettiklerine göre bu tür idamı ve organları parçalama şeklini Firavun başlatmıştır. Anlaşıldığı gibi Firavun, muhâliflerini bastırmak için birçok işkence çeşidi icad etmiştir. Bunları ister kendi kafasıyla bulsun, isterse içişleri bakanlıklarının, istihbaratçıların, emniyet güçlerinin yardımlarıyla bulsun ve hatta yabancı devletlerden getirtsin, durum değişmez.
Sihirbazlar, Rablerine duâda bulunuyorlar: “Ey Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür.” Bize sabır ve tahammül yağdır ki, işkence acıları,
396] 7/A’râf, 119-126
397] 20/Tâhâ, 60
398] 20/Tâhâ, 73
- 86 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sopa ağrıları, bıçak kesikleri ve boyunların vurulmasından doğan dehşet, bize caydırıcı etki etmesin. İbn Abbas ve Süddî’den nakledildiğine göre, Firavun bu tehditlerini uyguladı, kimini parçaladı kesti, kimini de idam etti. Suç? Hakkı görüp teslim olmak, müslümanlığı kabul etmek.
Firavun, muvahhidleri altetmek için cedeli, kitle haberleşme araçlarını (büyücüler) kullanmış ve son çare olarak da sâdık askerlerini devreye sokmuştur.399 Kendisi, kesin çözümden yanadır. İktidarını ordusuna ve halkına borçlu olmasına rağmen, ordusuyla tuzak kurarken, Allah’ın ondan çok daha etkili tuzak kurabileceğini 400 gözardı etmektedir. 401
Tüm Firavunların Göz Boyama Aracı Olan Medyası; Sihirbazlık: Günümüzde başta televizyon kanalları olmak üzere medya, yani dünkü adlandırma ile sihirbazlık/büyücülük, halkın bağlılığını sağlamak ve sürdürmek yolunda Firavunların ve firavunî düzenlerin vazgeçemedikleri bir araçtır. Hz. Mûsâ’nın hak dine çağrısı sırasında göster-diği mûcizelere karşı, O’nu halkın gözünden düşürmek ve kamuoyunda etkinliğini azaltmak üzere bir yarış/gösteri düzenlenmesi kararlaştırılır ve bunun için de ülkenin her yanındaki büyücüler çağrılır.
Firavunların dayanakları, hilesi zayıf olan şeytanın taktikleridir. Türlü hileler, nutuklar, vaadler, yalanlar, entrikalar, karayı ak ve akı kara gösteren şarlatanlıklar. Gösteriş/şov yaparak halkın gözünü boyamak, aldatarak kamuoyu oluşturmak, Firavunları ve düzenlerini güçlü göstermek, avutma ve uyutma araçları, hakkın değil; güçlünün egemenliği... eski ve çağdaş tâğutların sarıldıkları ipler/yılanlardır.
Firavun zamanındaki büyü, bir güç gösterisinin ögesi olarak kullanılmakla, doğrudan doğruya Firavun düzeninin güvenlik önlemi niteliği kazanmaktadır. Ancak, bir de dikkat çekici bir başka nokta vardır bu olayda. Büyünün devlet desteğine sahip olmasına karşın, Hak Din’i getirmiş olan Peygamber’in gösterdiği mûcizeler için “büyü” denilmekle kalınmamakta, Peygamber de “büyücü” olmakla suçlanmaktadır. Kendileri için doğal, olağan, gerekli ve yararlı, kim bilir belki de bir ayrıcalık sebebi gördükleri büyüyü, egemen güçler, kendilerine karşı çıkanlarda suç kabul etmekte ve onları bununla suçlayıp karalamaktadırlar. Eski ve çağdaş Firavunların bir şarlatanlık örneği de propaganda sanatı(!)dır.
Propaganda; Firavunların Hakkı Etkisizleştirme ve Bâtılı Savunma Silâhı: Firavunlar toplumunda “iyi tezgâhlanmış” propagandanın da bir güvenlik önlemi olarak gündemde tutulduğuna tanık olmaktayız. Karşı tarafı aşağılamak, küçümsemek, alaya almak veya aldırtmak, delilik/meczupluk damgası vurmak, yalancılığını ileri sürmek gibi yollarla mesajı ve dâvetçiyi yıpratma taktikleri her dönemin taktikleridir. Bu propagandalar sonucu, “hak olan” gözden düşürülmekte veya gizlenmekte, etkisizleştirilmektedir. Hakkı bâtıl; bâtılı hak göstermek, hakkı gizlemek ve hakkın hâkimiyetine engel olmak, hep propagandaya ihtiyaç duyacaktır.
Firavun’un bu kabilden yaptığı propagandalara bakalım: Firavun, “ben sizin
399] 20/Tâhâ, 68
400] 3/Âl-i İmran, 154
401] Mevdudi, Kur’an’da Firavun, s. 9, 38-43
CÂHİLİYYE
- 87 -
en yüce rabbinizim!”402 diyebilmekte ve propagandalarında Mısır ülkesi hükümdarlığının kendisine ait olduğunu, hatta kendine ait olanlar içinde akan ırmaklara kadar her şeyin bulunduğunu döne döne vurgulamaktadır.403 Ufak tefek kimi insanî eksiklikleri büyüterek kamuoyuna sunmak ve böylece puan kaybına yol açmak. Sözgelimi, duygusallığı arttığında veya kendi ana lisanı olmadığı için yabancı şive ile konuştuğundan Firavunların dilini konuşmakta zorlanan Hz. Mûsâ için “şu konuşamayan adam” gibisinden ifadelere başvurup rakibinin etkisini zayıflatmaya çabalamak. Kule yapma örneğini de bir propaganda malzemesi olarak ele almak doğru olacaktır.
Olaya olumlu yaklaşıyormuş izlenimi vererek olumsuz sonuca vardırıcı bir tutum izleme taktiğidir kule yapma olayı. Firavun, Hâmân’dan yüksek bir kule yaptırmasını ister.404 Propaganda gereği, o kuleye çıkacak, “Mûsâ’nın ilâhı”na ulaşmanın yollarını arayacaktır, görünüşte. Elbette ki amaç, bu bulacağı yola gidip, sözü edilen ilâhın bulunmadığını görmek, daha doğrusu O’nu görmediğini söyleyerek inkârını bir gerekçe üzerine oturtmaktır; hem de düşünmekten uzaklaştırılan kalabalıklara inandırıcı olması düşünülen bir gerekçe ile. Daha kulenin yapım emrini verirken kullandığı “doğrusu ben onu yalancılardan sanıyorum”405 ifadesi, hem bu amacının belirtisi, hem de kuleden inişinde ifade edeceği inkârına önceden bir zemin hazırlama taktiği olarak alınmalıdır. 406
Firavunların düzenlerine karşı çıkanlar, Firavun ve çevresi/egemen güçler tarafından çeşitli propagandalarla küçük düşürülmeye ve toplumda yalnız bırakılmaya çalışılmışlar, kitleler nezdinde gayr-ı meşrû olarak lanse edilmişlerdir. “Ben onun dininizi değiştireceğinden, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum. Ben sizi doğru bir yola götürüyorum ve size doğru gördüğümü gösteriyorum.”407Bunlar, Firavun’un cümleleridir. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, Firavun’un propagandasından ziyade, kitlelerin bu seslenişe olan teveccühleridir. Yığınlar, Kur’an’ın tabiriyle “ateşe çağıran önderler”in peşinden gitmektedir.
Rabbimiz, Firavun’un propagandalarına kanan Mısır toplumunu şu şekilde tanımlamaktadır: “İşte Firavun kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar fâsık (yoldan çıkmış) bir kavim idiler.”408 Kitleler, şu ya da bu şekilde Firavun düzeninin devamından yarar sağlamakta veya yararları olduğu şekilde kandırılmaktadır. Toplum psikolojisi, rüzgâr nereden kuvvetle esiyorsa onun etkisiyle kitlenin o şekilde rüzgâra kapılıp sürüklendikleri şeklindedir. Böylece ateşe çağıranların izinden gitmeye devam etmektedirler. Ama bu, Mûsâ’yı da mü’minleri de etkilememektedir.
“Câhiliyye” İrticâ/Gericilik, İlkellik ve Bağnazlık Demektir
Gerici; geriye dönmek isteyen, geride kalan dönemi ve bu dönemin değer yargılarını benimseyen, özleyen kişi ve bu kişinin niteliğine denir. Gerici ve gericilik kavramları mürteci ve irtica kelimeleriyle de dile getirilir.
402] 79/Nâziât, 24
403] 43/Zuhruf, 51
404] 28/Kasas, 38
405] 28/Kasas, 38
406] Zübeyir Yetik, Her Nemruda Bir İbrahim, s. 90-91
407] 40/Mü’min, 26, 29
408] 43/Zuhruf, 54
- 88 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gericilik, kavram olarak zamansal bir geriye dönüş isteğini de içermekle birlikte, temelde değerlerle ilgilidir. Bu nedenle savunduğu değerlerin geçmişe, geride kalan bir döneme ait olup olmaması değil; bu değerlerin mâhiyeti, niteliği kişiyi gerici ya da mürtecî yapar. Bu temel anlamına karşılık İslâm toplumlarının Batılılaşmasından, Batılı câhilî değerlerin egemenliği altına girmesinden sonra gerici ve gericilik deyimleri İslâm dışı yönetimler ve işbirlikçisi kimseler tarafından tam tersi anlamda, siyasal ve ideolojik bir suçlama ve sindirme aracı olarak kullanılmaya başlandı. Gerçek anlamdaki gericiler, siyasal güçlerine dayanarak bu kullanımla İslâm’ı topluma yeniden hâkim kılma mücâdelesi veren müslümanlara gerici, mürtecî; İslâm’a da gericilik, irticâ nitelikleri yamamaya çalışmaktadırlar.
Gericiliğin temel nitelikleri, câhiliye kavramının ihtivâ ettiği anlamlarla ifâde edilebilir. Bunlar, Râğıb el-İsfehânî izlenerek söylenirse; bilgisizlik, gerçek dışı ve yanlış inanç, yanlış davranış olarak tesbit edilebilir. Kur’an’a göre bilgisiz insanlar kişisel arzu ve hevâları peşinde koşar; diledikleri gibi yaşamak, istedikleri gibi kanunlar koymak isterler ve bu nedenle doğru yoldan saparlar.409Diğer bir özellikleri de hevâlarına uygun çeşitli ideolojiler (emâniy, ümniye) geliştirmek410 ve bunu yaparken zanlarına dayanmaktır.411 Bu etkenler câhilî bir sistem, bir hayat, düşünce ve inanç biçimi oluşturur. Bu sistemin temel özelliği şirktir. Şirk, ya Allah’ın ilâhlığını, Rablığını, Melikliğini tanımama ya da Allah’a bu ve benzeri konularda ortaklar tanıma biçiminde kendini gösterir. Şirkin toplum hayatındaki başlıca pratik sonuç ve işaretleri evrende ve insan hayatında Allah’tan başka bir yaratıcı, öldürücü, tasarruf edici, boyun eğilecek, sevilecek, korkulacak, tevekkül edilecek, hüküm ve kanunlar koyacak varlık, kişi ya da kurumlar tanımaktır. Şirkin davranışlar alanındaki sonucu ise, bu tür kişi ve kurumların koydukları kanun ve kurallara gönüllü olarak boyun eğmek, itaat etmektir.
Kur’an’ın öngördüğü inanç, düşünce ve hayat biçiminin dışında beşerî istekler, ideolojiler ve zanlara dayalı bilgiler doğrultusunda oluşturulan toplumsal düzenler, şirk düzenleri, eş deyişle câhiliye düzenleridir esas irticâ/gericilik. Böyle bir toplum modeli peşinde koşan insan, bu model; ister geçmişte uygulanan bir model olsun, ister henüz uygulanma imkânı olmayan bir tasarı olsun; adı ister Demokrasi, ister Sosyalizm; isterse Komünizm ya da Faşizm olsun, gericidir, mürtecidir.
Gerici ve gericilik kavramları İslâmî terminoloji içerisinde mürtecî ve irticâ kavramlarının yanısıra mürted-irtidâd, münâfık-münâfıklık, fâsık-fısk, tâğî-tuğyân, mücrim-cürm gibi başka kavramlarla da anlam ilişkileri içindedir. Bir İslâm toplumunda câhilî eğilimler, önlemler içindeki kişi, itikadî ve amelî durumuna göre mürted, münâfık, fâsık gibi adlar alır. İslâm’ın öngördüğü inanç ve toplum yapısını kabul ettiği halde sonradan bunu reddederek herhangi bir câhilî inanç sistemini, toplum modelini benimseyen kişi, İslâm’la bütün bağlarını keserek geriye dönmüş, irtidâd etmiş, mürted olmuştur. İrtidâd, gericiliğin en kesin ve açık biçimini oluşturur. Câhili inanç esaslarını terketmeden çeşitli nedenlerle İslâm’ı benimsemiş görünen ve hayatını müslümanlar arasında sürdüren
409] 6/En'âm, 119
410] 2/Bakara, 78
411] 6/En'âm, 116
CÂHİLİYYE
- 89 -
münâfıklar da gericidirler. Bunlar, içlerinde taşıdıkları inançları ve bu inançların yansıması olan gerici eğilimleri zaman zaman davranışlarında, düşünce ve hayat biçimlerinde göstermek zorunda kalırlar. Gericiliğin bu biçimi gizli, ama İslâm toplumu için en tehlikeli olamdır. İrtidâd ve münâfıklık boyutlarına ulaşmayan kimi gericilik biçimleri de kişinin İslâm hüküm ve kuralları karşısındaki tutumu; benimseyerek sürdürdüğü câhiliye gelenek, görenek ve davranışlarına göre fısk, tuğyân, cürm gibi çeşitli adlarla ifâde edilir. Bütün bunlar kişiyi İslâm’ın doğru ve aydınlık yolundan saptırıcı ve belli bir cezayı gerektirici gerici davranışı belirtirler.
İslâm’ın değerler açısından baktığı gerici ve gericilik kavramlarına çağdaş câhil ve gerici dünya daha çok zamansal açıdan, eskilik-yenilik, gerilik-ilerilik kavramlarının yedeğinde bakar. Buna göre gerici, yeni olana direnerek eski olanı korumaya çalışan ya da tarihin tekerleğini geriye döndürmeye çalışan kişidir. Bu tanıma göre gerici, ilericinin karşısında yer alır ve gericilik; bilgisizlik, tutuculuk, sağcılık gibi kavramlarla ilişkilendirilir. Tanım, doğal olarak eski olanın kötülüğü, yeni olanın iyiliği kabulüne dayanmaktadır. Buna göre müslümanlar gerici, İslâm da gericiliktir. Bu yargı şöyle açıklanır: “Kendilerinin değerli buldukları düzeni ve kurumları değişime karşı şiddetle savunan muhâfazakârlar, bu uğraşlarında başarısızlığa uğradıkları takdirde, bir kısmı yeni beliren düzeni evrenin işleyişinin kaçınılmaz sonucu olarak kabul edecektir. Fakat eski ideallerini hâlâ benimsemekte devam eden mağlup olmuş muhâfazakâr ister istemez bir “gerici’ olacaktır. Yeni gelişen dünyayı tenkid edecek ve gelecekte, eskiden varolmuş olduğuna inandığı “altın bir çağı’ tekrar yaşamak için harekete geçecektir.” 412
Alışılmış Batılı bakışı yansıtan bu değerlendirmenin, yanlışlığı, tutarsızlığı açıktır. Çünkü belli bir inanç biçiminin ve buna bağlı değerler düzeni ile toplum modelinin zaman bakımından önce ya da sonra oluşu, onun iyilik ya da kötülüğünün, gerilik ya da ileriliğinin ölçütü olamaz. İslâm’ın Türkiye’de terkedilmiş bir inanç ve toplum modelini temsil etmesi, doğal olarak, onun kötülük ve geriliğini göstermez. Bu nedenle Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde mevcut sistem yerine İslâm’ı öngören, İslâm’ı geçirmeye çalışan müslümana gerici denemez. Müslümanlar, toplumu tarihin belli bir zamanına döndürme amacı peşinde değillerdir. Tam tersine, insanların, içinde bulundukları koşullara göre oluşturdukları bir inancı ve toplumsal düzeni değil, zaman ve mekânın üstünde bir kaynaktan gelen ve bütün zamanlar için geçerli olan evrensel bir inanç ve değerler düzenini amaçlamaktadırlar. Bu inanç ve değerler düzeni ise Garaudy’nin deyişiyle “bilim, teknik, millet, para, cinsellik, büyüme gibi sahte tanrılar üretilerek oluşturulan politeizm (çok tanrıcılık) üzerine kurulan çağdaş uygarlığın iflâsının artık iyice anlaşıldığı günümüzde bütün insanlığın önünde duran kurtarıcı tek seçenektir.”413 Dolayısıyla müslümanların gerici, İslâm’ın gericilik gibi gösterilmesi, Kur’an’ın terimleriyle söylenirse zanlarına dayanan, hevâları ve ideolojileri (ümniye) peşinde koşan sapkın kişilerin câhilî değerlendirmelerinin bir işaretinden başka birşey değildir.414 Nakıl ve akıl çerçevesinde irticâ/gericilik, başta mürtedlik ve her çeşit şirk için bir sıfat; mürtecî/igerici de, adı, dünya görüşü, diploması, kültürü ve yaşadığı zamanı ne olursa olsun her çeşit mürted ve müşriğin temel vasfıdır.
412] Ahmet Yücekök, Türkiye'de Din ve Siyaset, s. 90
413] Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, s. 29
414] Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 232-233
- 90 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Toplum Değerlendirmesinde Câhiliyye Kavramı
Şirk, küfür, iman, tevhid gibi kavramlara yüklenilen anlamlarla bazıları Allah diyen herkesi İslâm dairesine sokarken, kimileri de bilinçli olsun ya da olmasın, toplumun büyük çoğunluğunu müşrik olarak nitelendirmektedir. Tarihin belli bir dönemine hapsedilen “câhiliyye” kavramı, bu tartışmaların doğru bir zemine oturtulmasında önemli bir rol oynamaktadır.
Kavramlar üzerinde semantik çalışmalarıyla tanıdığımız İzutsu, câhiliyye kavramının başlıca semantik yapısını üç şekilde ifâde etmektedir. Ona göre cehl kelimesinin birinci ve en belirgin anlamı, insanın hareket tarzıyla ilgili olandır ki, bu da en ufak bir kızgınlık ânında irâdesini kaybedip parlayan, hırslarına hâkim olamayan insanların davranışıdır. Bu anlamda kavram, duygularını frenlemesini bilen ve akıl gücünün işâreti olan hılmin zıddıdır. İnsan hayatını bütünüyle kapsayan bir kavram olan “cehl”, “zulm”ü de anlamamıza yardımcı olur. İkinci anlamı olayların içine nüfuz edemeyen, daima sathî düşünen ve dolayısıyla her zaman basit ve isâbetsiz hükümler veren insanın entelektüel kapasitesiyle ilgilidir. Cehlin üçüncü anlamı “bir şeyi bilmeme”dir ki, İzutsu bu şekliyle kelimenin ilmin karşıtı olduğu, fakat Kur’an’da önemli bir rol oynamadığını söylemektedir. 415
Kur’an’da “câhiliyye”, İslâm öncesi döneme ad olmakla beraber,416 daha genel anlamda hangi zaman diliminde olursa olsun, vahyî ilkelere sırt çevirmiş her türlü zihniyete verilebilecek geniş bir kavramdır. Nitekim Rabbimiz, geçmiş kavimlerden peygamberlerin karşısında yer alıp mücâdele edenleri anlatırken sık sık bu kelimeyi kullanmıştır.
İlimden değil de hevâya uymanın sonucu zandan kaynaklanan câhilî değerler insanların hayatlarına yön vermekte ve dünya görüşlerini biçimlendirmektedir. Burada Kur’an’ın ilme yüklediği anlamın ne “tür ve nitelikte olursa olsun, bilgi birikimine sahip olmak” anlamına gelmediğini hatırlamak gerekir. Âlimler vahye tâbi olan mü’minlerdir. İslâm’ın getirdiği vahyi merkezli bu ölçü, fayda sağlayan bilgiyi doğru kabul eden pragmatist bilgi anlayışına sahip zihinlerin anlamlandıramayacağı bir ölçüdür. Bizlere Kur’an’ı nasıl yaşayacağımızı öğreten rehberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ümmî olması, bu açıdan önemlidir. Zâten bilgiyi İlâhî hedefleri için araç haline getirmeyip ona sahip olmayı hayatının amacı haline getirenler Kur’an’ın ifadesiyle “kitap yüklü eşekler”417sıfatına uygun düşmüyorlar mı? O halde câhil olmak, bilgiden yoksun olmaktan ziyâde, zanna dayanan bilgilerle beslenmektedir.
Hevâ ve heveslerine uyarak zannî bilgiyle akaidini oluşturan câhiller, tarih boyunca peygamberlerin ve dinin şâhitliğini yapan muvahhidlerin karşısında olagelmişlerdir. Câhilî değer yargılarına sahip bu zümre, menfaatleri gereği atalarının dininden tâviz vermezler ve kendilerine İlâhî mesajı tebliğ edenlere de kafa tutarlar. “Dediler ki; ‘Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan tehdit ettiğin şeyi bize getir.’ Dedi ki: ‘İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum, ancak sizi câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.”418Aynı zamanda câhillerin vahye karşı takındıkları sarsılmaz, inatçı
415] T. İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, Kevser Y., s. 197-204
416] 33/Ahzâb, 33
417] 62/Cum’a, 5
418] 46/Ahkaf, 22-23
CÂHİLİYYE
- 91 -
tutumlarını Kur’an şöyle ifâde etmekte: “Gerçek şu ki, Biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık -Allah’ın dilediğ dışında- yine onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu câhillik ediyorlar.” 419
Bu âyetlerin günümüzde yaşayan tabloları âdeta sergiliyor olmasına rağmen, Kur’an’ı sadece nüzul sebebine bağlı olarak, tarihî bir metin gibi algılayan hâkim zihnî alışkanlıkların varlığı sebebiyle bir kez daha hatırlatmak gerekir ki âyetler, insanlık tarihinin başlangıcından itibaren devam eden tevhid-şirk mücâdelesinin şirk cephesindeki câhillerden bahsetmektedir. Hayatın içinde İslâmî mücâdeleyi ağır bedeller ödeyerek sürdürenler ise câhiliyyenin ne demek olduğunu bilmektedirler. İşte bu Müslümanlardan Allah’a canını sunarak dinin şâhitliğini yapan ve hâlâ Müslüman gençliği fikirleriyle etkilemeyi sürdüren şehid Seyyid Kutub, câhiliyyeyi şöyle tanımlıyor: “Bütün câhiliyyeler, ilk önce kulların kullara kulluğu esasına ve Allah’tan başkalarının ilâhlaştırılması temeline dayanır. Peygamberlerin dâveti ise, her zaman Allah’ın birliği ve sahte tanrıların yıkılması esâsına dayanır. Yani yalnız ve yalnız Allah’ın dinine bağlanıp Allah’tan başka ilâhın bulunmadığı esâsına istinad eder. İşte bunun için temelden câhiliyyenin dayandığı esaslarla çatışır. Ve bu yüzden onların varlığı câhiliyyenin varlığı için en büyük tehlike olur.”420Hayatının noktalanışı, söyledikleri ile uyum içerisinde bulunan şehidin varlığı câhiliyye için büyük bir tehlike olarak görülmüş ve idam edilerek şehid olmuştur. Ancak bu idam, beklenenin aksine, Müslümanların câhiliyyeye karşı bilinçlenmesinde ve tavır almasında bir büyük etken olmuştur.
Servet ve güç sahibi mağrur azınlık güya vahyi kabul etmemelerini sosyal statüleri düşük yoksul insanların bu dine mensup olmalarına bağlamaktadırlar. Onlara peygamberlerin cevabı ise şöyledir: “Ey kavmim, ben sizden buna karşılık bir ücret/mal istemiyorum. Benim ecrim, yalnızca Allah’a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim. Onlar gerçekten Rablerine kavuşacaklar. Ancak ben sizi câhillik etmekte olan bir kavim görüyorum.” 421
Câhilî değerlere sahip böylesi bir zihniyet aynı zamanda korkunç bir ahlâkî çöküşün de temelini oluşturmaktadır. “Siz gerçekten kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz câhillik etmekte olan bir kavimsiniz.”422Günümüz modern câhiliyyesinde de açıkça gördüğümüz ahlâkî değerlerin gittikçe ivme kazanan ifsâdı, câhiliyyenin belirgin özelliklerindendir. Tapınma duygularını kendilerine sunulan ve kendileri gibi âciz varlıklarla tatmin eden zavallı insanlar onların getirdikleri ahlâksız tutumları bir ibâdet coşkusu içerisinde îfâ etmektedirler.
Defalarca tebliğ edildiği halde, artık yola gelmeyen bilinçli olarak tercihini kullanmış olan câhilî bir topluluğa nasıl tavır alınacağı konusunda Allah, Rasûle ve dolayısıyla bize şunu emretmektedir: “Onları hidâyete çağırsanız işitmezler. Onların sana baktıklarını sanırsın, oysa onlar görmezler. Sen affı tut, ma’rûfu emret ve câhillerden yüzçevir.”423 Câhillerden yüzçevirmek, onlardan, öncelikle zihinsel olarak kopuşu gerektirmektedir ki, onların diniyle Müslümanların dini arasında
419] 6/En’âm, 11
420] Seyyid Kutub Külliyatı, Hikmet Neşriyat, c. 3, s. 316
421] 11/Hûd, 29
422] 27/Neml, 55
423] 7/A’râf, 198-199
- 92 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hiçbir alâka kalmasın.
Buraya kadar bahsettiğimiz câhiliyye; İslâmî düşünüş, davranış ve ahlâkına aykırı tüm değer yargılarına sahip, vahye karşı alınmış bilinçli bir tavrın adıdır. Bu tavırda vahiyle bir çatışmaya girilmiştir. Bu câhilî yaşayış biçimi bir çağda olup geçen ve bir daha tekerrür etmeyen tarihî bir olay değil; bir sistemdir, bir inançtır ve her zaman da aynı organik yapıya ve güçlere sahiptir. 424
Câhilî Tutum: Kur’an’ın konuyla ilgili diğer âyetlerinde değer yargıları vahyî olduğu halde çeşitli zaaflardan dolayı câhilce tutum sergileyen Müslümanlardan, hatta peygamberlerden bahsedildiğini görüyoruz. Burada Râgıp el-Isfehânî’nin kavramı tanımlarken verdiği üçüncü anlam, dikkati çekmektedir. O, “cehl”in anlamını kişinin ilim sahibi olmaması ve gerçeğin dışında bir şeye itikat etmesi olarak verdikten sonra kavramı, itikad doğru veya yanlış olsun “gerekenin, hak olanın dışında davranışlarda bulunmaktır” şeklinde tanımlamıştır. İsfehânî’nin verdiği bu anlamın âyetlerle örtüşmesi ve cehl kelimesinin bu anlam boyutu önem taşımaktadır. Bununla ilgili olarak, Nuh kıssasını örnek verebiliriz. Allah, Nuh’tan gemi yapmasını ve ona yalnızca iman edenleri almasını emretmiş ve şöyle demiştir: “Zulme sapanlar konusunda da bana hitapta bulunma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır.”425 Buna rağmen Nuh (a.s.), gemi dağın üzerinde durup zâlimler topluluğuna da “uzak olsunlar!”426denildiğinde bir baba şefkatiyle Rabbine seslendi; “Rabbim şüphesiz benim oğlum âilemdendir ve Senin vaadin de doğrusu haktır. Sen hâkimlerin hâkimisin.’ Dedi ki: ‘Ey Nûh, kesinlikle o senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir iş (şirk işlemiştir). Öyleyse hakkında ilmin olmayan şeyi Benden isteme. Gerçekten Ben, câhillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.”427 Rabbimiz akrabalık bağlarına göre değil; inanç üzere kurulmuş bir birlikteliğin, cemaatin kurulmasını istediğinden, daha önceden uyarılmasına rağmen Hz. Nuh’un içine düştüğü câhilce düşünüşü eleştirmiştir. Allah’ın Hz. Nuh’u uyarısından sonraki davranışı bugün bizi de ilgilendiren önemli bir tavırdır: “Dedi ki: ‘Rabbim, ilmim/bilgim olmayan şeyi Senden istemekten Sana sığınırım. Ve eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, hüsrâna uğrayanlardan olurum.” 428 Hz. Nuh, hatasını anlayınca hemen tevbe etmiş ve davranışını ıslah etmiştir.
Peygamberimiz de Allah’ın câhilce gördüğü bir tavrından dolayı uyarılmıştır: “Eğer onların yüzçevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir âyet getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven dayamaya gücün yetiyorsa (öyle yap). Eğer Allah dileseydi, onların tümünü hidâyet üzere toplardı. Öyleyse sakın câhillerden olma.” 429 Hz. Yusuf ise, câhilce bir tutuma meyletmemesi için Allah’tan yardım dilemektedir: “(Yusuf) dedi ki: ‘Rabbim, zindan bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir. Onların kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan onlara (korkarım) eğilim gösterir (böylece) câhillerden olurum.” 430
Buradan da anlıyoruz ki, kişi her ne kadar vahyî değerleri kendisi için
424] S. Kutub, a.g.e., s. 315
425] 11/Hûd, 37
426] 11/Hûd, 44
427] 11/Hûd, 45-46
428] 11/Hûd, 47
429] 6/En’âm, 35
430] 12/Yusuf, 33
CÂHİLİYYE
- 93 -
belirleyici kabul etmiş olursa olsun, değişen hayat şartları ve insan olmanın getirdiği zaaflardan dolayı zaman zaman câhilî tutumlar içerisinde bulunabilmektedir. Bu vâkı, tabii ki hataları meşrû göstermez. Kişinin hatalarından dolayı tevbe etmesi ve nefsini ıslah etmesi gerekmektedir ki, burada ifsad ve ıslah önem arzeden anahtar kavramlardır. Müslümanın davranışlarında zaman zaman sapmalar görülüyorsa, bu mutlaka düzeltilmelidir. Bu ıslah ise, iyi bir otokontrol ve kişiyi yanıldığında uyarıp düzeltmesini sağlayacak bir Müslüman topluluğun varlığı ile olur. İman, bir kere kabul edildikten sonra kişide durağan olarak kalmamakta, aksine, hayatta İslâmî mücâdeleyi sürdürürken karşılaştığımız çeşitli zorluklarla denenmektedir. Ve Müslümanların bu imtihanlar konusundaki dirençleri oldukça önemlidir. Direnemeyenlerin kaybolup gittiklerini görmekteyiz. Bu yüzden kişinin sürekli bir çabası ve kendisini Kur’an’la uyarabilecek mü’minler ile birlikteliği oldukça önemlidir.
Câhilî tutum ve sapmalar Rasûl’ün ashâbında da görülmüş ve Peygamberimiz tarafından uyarılmıştır. İbn Hişam’da yer alan bir rivâyete göre, İslâm’la şereflendikten sonra kardeş olmuş Evs ve Hazrec’ten bazı kimselerin sıcak sohbetlerini kısakanan bir Yahûdi, bu iki kabilenin eski rekabetlerini hatırlatan bazı şiirlerle onları tahrik etmişti. Taraflar birbirleriyle çatışmak üzere iken durumu haber alan Rasûlullah, onlara hitâbında Allah’ın kendilerini İslâm’la müşerref kıldıktan sonra, câhiliyyeden kurtardığını, yaptıklarının ise bir câhiliyye dâvâsı olduğunu hatırlatmıştır.
Uhud savaşına katılan bir grup da can derdine düşüp câhilî düşüncelere dalmışlardı: “Sana kederin ardından üzerinize bir güvenlik (duygusu) indirdi, bir uyuklama ki, içinizden bir grubu sarıveriyordu. Bir grup da, canları derdine düşmüştü. Allah’a karşı haksız yere câhiliyye zannıyla zanlara kapılarak: ‘bu işten bize ne var ki!?’ diyorlardı. De ki: ‘Şüphesiz işin tümü Allah’ındır.’ Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizli tutuyorlar. ‘bu işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik’ diyorlar. De ki: ‘Eğer evlerinizde de olsaydınız, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine devrilecekleri yerlere gidecekti. (Bunu) Allah, sînelerinizdeki denemek ve kalplerinizde olanı arındırmak için (yaptı). Allah, sînelerin özünde saklı duranı bilendir.”431 Allah bu câhilî tutumlarını vurgulamış, âyetleriyle mü’minleri eğitmeye devam etmiştir.
Günümüzde ise, toplumun Yâsîn Sûresindeki: “Babaları uyarılmamış, böylece kendileri de gâfil kalmış bir kavmi uyarman için (gönderildin).”432 âyetindeki “uyarımamış toplum” özelliğiyle benzeştiğini söyleyebiliriz. Kur’an’ın varlığına rağmen, yüzyıllar boyunca insanlarla Kur’an arasına aşılması güç engeller koyulmuştur. İnsanların mezhebe ya da şu veya bu kitaba dayanarak oluşturulmuş düşünce biçimlerine çağrıldığını biliyoruz. Ancak bu ağrı, Kur’an’a olmadıktan sonra, toplumun uyarıldığını söyleyemeyiz. Aynı şekilde Rasûl’ü de gerçek şekliyle tanımak, -zayıfıyla, uydurmasıyla- hadis külliyâtı içinde kaybolmak zannedilmiştir. Bu zorluklarla karşılaşanlar herhangi bir mezhebî taassuba kendilerini teslim etmektedirler. Bütün bu câhilî ve mutlaka ıslah edilmesi gereken tutumların giderilmesi için, muvahhid Müslümanlara önemli görevler düşmektedir.
Düşünce netliğine ulaşılsa bile Müslümanların Uhud savaşı örneğinde olduğu gibi, câhilce davranışlar sergilediğini söyleyebiliriz. Eğer bu davranışlar düzeltilmez ve bu şekilde yaşamanın doğruluğuna dâir hayat felsefesi oluşturulursa
431] 3/Âl-i İmrân, 154
432] 36/Yâsîn, 6
- 94 -
KUR’AN KAVRAMLARI
işte o zaman istikamet tehlikeli boyutlara yönelir. Özellikle modern yaşantının getirdiği olumsuz anlamda bireyselleşme ve birey olarak kaldıkça da âtıl duruma gelme, kişilerin ümmet bilincini oluştur, zulüm karşısında direnme gibi hayâtî sorumluluklarında bir umursamazlık meydana getirmektedir.
Allah’ın sınamalarına karşı tevhidî kimliğimizle tavır takınmamız, câhilî eğilimlerimizde ise hemen davranışımızı ıslah için çaba sarfetmemiz gerekir. Aksi halde ıslah edilmeyen câhilî birikimlerimiz bir gün câhilî değer yargılarına sahip kişilerin davranış biçimleriyle ortak bir paydada buluşabilir. Burada Müslümanların özellikle güçlü modern dayatmalar sonucu nereye savrulacağını şaşıran kimselere ‘ma’rûfu emretme, münkerden sakındırma” konusunda duyarlı olmaları gerekir. Bu görev, Müslümanların hayatında gevşeyen, çözülen İslâmî değerlerin sağlamlaştırılması için bugün daha da zorunlu bir hal almıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de “bilgisizlik” anlamıyla “cehâlet” kelimesinin kullanıldığını da görüyoruz: “İçinizden kim bir cehâlet sonucu bir kötülük işler, sonra tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse kuşku yok, O, bağışlayandır, merhamet edendir.”433 ve “Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemen tevbe edenlerinkidir.”434 Demek ki cehâlet nedeniyle bile olsa, işlediğimiz kötülüklerin bağışlanması için Rabbimiz tevbeyi ve davranışın ıslahını şart koşmaktadır. Davranışını düzeltmeyen tevbe, tek başına bir anlam taşımamamaktadır.
Konumuzla ilgili bir âyet de şudur: “Ey iman edenler, eğer bir fâsık size bir haberle gelirse, onu etraflıca araştırın. Yoksa cehâlet sonucu bir kavme kötülükte bulunusunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.”435Bu âyet, günümüz Müslümanlarının haber kaynaklarını değerlendirme açısından dikkate alınması gereken önemli bir husustur. Bize gelen haberlerin etraflıca araştırılması ve dikkatli yorumlanması gerekir. Yoksa, işkence gören nâmuslu Müslümanlar savunulacağı yerde, provakasyon söylemlerinin etkisiyle insanlara iftirâ edilebilir. Bu tür câhilî tutumların, kişisel planda kalmayıp Müslümanların onurunu zedelemesinden dolayı, mutlaka farkına varılması ve ıslah edilmesi gerekmektedir.
Allah’tan daha güzel hüküm veren olmadığının436 bilincinde, imanlarını amelleriyle sâbitleştiren, sapma ve gevşeme gösteren çevre içinde direnip sabır gösteren ve hakkın Müslümanlar arasında kaim olmasında imkânlarını ortaya koyarak bireysel ve toplumsal planda hüsrâna uğramayacağımız bilen fedâkâr Müslümanların birliktelikleriyle karşı koyabileceğmizi hatırlatıyoruz. 437
Câhiliyye, Sosyal Çevre ve Geleneğin Putlaştırılmasıdır
Sosyal Çevre: İnsan, her türlü zihinsel ve duygusal yapıya sahip olarak gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu gelişim sürecini devam ettirebilmek için toplum içerisinde yaşamak ve diğer insanlardan faydalanmak zorundadır. Bu yönüyle toplumsal bir varlık olarak değerlendirilen insan; inancını, bakış açısını, her türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı toplumdan alır. Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde toplum, insanın benliğini, irâdesini, idrâkini kuşatır, âdeta esir alır, hapseder. İnsanın, toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele haline gelir. Zira toplumlar kendi normlarını bireylere benimsetmek
433] 6/En’âm, 54
434] 4/Nisâ, 117
435] 49/Hucurât, 6
436] 5/Mâide, 50
437] Hülya Koç, Toplum Değerlendirmesinde Câhiliyye Kavramı, Haksöz, 46-47, Ocak-Şubat 95
CÂHİLİYYE
- 95 -
onların düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek ister. Bu, toplumun putlaşması demektir.
Toplum, binlerce yıllık birimini, tecrübelerini, örf ve âdetlerini, inançlarını, değer yargılarını bireylere aktardıktan sonra, bu sosyal değer ve normların eleştirilmesine tahammül edemez, kendine mensup bireylerden mutlak itaat bekler. Bu normlar karşısında şüpheye düşülmesini bile istemez. Sosyal çevre, insanın her yönüyle gelişimine uygun bir ortam olmakla birlikte, belli bir aşamadan sonra yetersiz kalmakta, hatta fertlere alternatif tanımadığı zaman da zararlı olmaktadır. Hür düşünme ve araştırma imkânlarını ortadan kaldıran toplumsal çevre baskısı, hiçbir zaman hoş karşılanmamaktadır.
Kur’an kültürüne dayalı bir perspektiften baktığımızda, yapılarına göre iki tür toplumun varlığından söz edebiliriz. Biri normları İlâhî öğretiye dayalı toplumlar (İslâmî toplum/ümmet), diğeri normları câhilî öğretiye dayalı toplumlar (câhiliye). Câhiliye toplumlarında insanı doğruluktan, iyilikten, güzellikten uzaklaştırıcı bir baskı vardır. İşte böylesi toplumlarda toplumun yanlışlığına rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne ve çirkinliğine rağmen iyiyi ve güzeli tercih etmek, söz konusu topluma ve toplumsal değerlere karşı çıkmayı, baskılara göğüs germeyi gerektirir. Ayrıca kişiliğini içinde bulunduğu toplumla özdeşleştirmiş kimseler için böyle bir durum geçerli değildir. Bunlar için, içinde yaşadıkları toplumu reddetmek kendi kişiliğini reddetmek gibi imkânsızdır. Bu tip insanlar İlâhî bir mesajla, hak sözle karşılaştıklarında kendilerine göre bir değerlendirme yapma yeteneklerini işlevsiz hale getirmişlerdir. Böyle bir durumda zihinlerinin ilk çağrıştırdığı şey, içinde yaşadıkları toplumun yaklaşımlarıdır. Doğru da olsa yanlış da olsa toplumun reddettiği her şey, toplumun bireylerince kabul edilemezdir; bu toplumun yazılı olmayan yasasıdır/nassıdır.
Hak bir sözle, İlâhî bir mesajla câhiliye toplumunun karşısına çıkanlar şu tür sorulara muhâtap olurlar: “Bu kadar insan bilmiyor da sen mi biliyorsun? Bunca insan yanlış yolda da, sen mi doğru yoldasın, yani bu kadar insan aldatıldığının farkında değil de, bunu bir sen mi farkettin? Daha senin yaşın kaç? Biz bu yaşa kadar atalarımızdan buna benzer bir şey duymadık, böyle bir şey görmedik...”
Evet, bu kimselerin anlayışına göre iyi ve doğru, çoğunluğun kabul ettikleridir. Peki nedir çoğunluğun özellikleri? Kur’ân-ı Kerim, çoğunluğun “yoldan çıkmış, fısk ehli”,438 “vahiy bilgisine karşı ilgisiz”,439”Allah’ın verdiği sayısız nimetlere nankörlük eden”440 ve “kâfir”441 kimseler olduğunu belirtir. “Muhakkak ki Biz, bu Kur’an’da insanlara her türlü misali, çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu küfürden/inkârcılıktan başkasını kabullenmediler.”442; “Andolsun ki eski milletlerin çoğu dalâlete düştü.”443; “Sen iman etmelerine düşkün olsan bile yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir.”444; “Elif Lâm Mîm Râ, Bunlar Kitab’ın âyetleridir. Sana
438] 5/Mâide, 59; 7/A'râf, 102; 9/Tevbe, 8
439] 7/A'râf, 187; 12/Yûsuf, 21; 30/Rûm, 6; 34/Sebe', 28
440] 2/Bakara, 243; 7/A'râf, 17; 12/Yûsuf, 38; 40/Mü'min, 61
441] 12/Yûsuf, 103; 13/Ra'd, 1; 17/İsrâ, 89
442] 17/İsrâ, 89
443] 37/Sâffât, 71
444] 12/Yûsuf, 103
- 96 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rabbinden indirilen haktır, fakat insanların çoğu iman etmezler.” 445
Kur’an ölçülerine göre itikadî ve ahlâkî açıdan olumsuz kimlik taşıyan, normları câhiliye esaslarına göre belirlenmiş toplumlar, çoğunluğun câhil, gâfil ve kâfir olması sebebiyle insanları Hak yoldan saptırabilecek bir etkinliğe sahiptir. Yüce Allah konu üzerinde mü’minlerin dikkatini çekecek uyarılarda bulunur: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan; seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.”446 Bu âyet, aynı zamanda, hakkın tek, bâtılların ise birden fazla olduğuna, yerküre üzerinde yaşayanların çoğunluğunun da kâfirler topluluğuna mensup olduğuna işaret eder. İnsanın bâtıl inançlara mensup toplumla etkileşiminden genellikle bâtıl inançlar doğar. Her insanda çoğunluğa ayak uydurma, çoğunluğun beğenisini kazanma eğilimi, çoğunluk tarafından dışlanma korkusu vardır. İnsanın içerisinde yaşadığı toplum inanç açısından Tevhid üzere ise, toplumun yapacağı etkileme olumlu olur. Fakat toplum dalâlet ehli insanlardan oluşuyorsa etkileşim de bu doğrultuda olacağından, dalâlet ehli toplum, inkâr motivi işlevini görür. Bu durumda İslâm, çoğunluğun değer yargılarına değil, Kur’an öğretilerine itibar etmeyi öngörür.
Bireyin kimlik ve kişiliğinin oluşmasında çoğunluğun, yani sosyal çevrenin rolü inkâr edilemez. Sosyal çevre, doğrudan doğruya olmasa bile, dolaylı olarak etkide bulunur. İslâmî açıdan bozuk bir çevre, öncelikle ruhu bozar. Ve bozulan ruhî ortamda, kutsal duyguların, yüce düşüncelerin gelişimi zayıflar, âdi düşünceler güçlenir, bayağı duygular revaç bulur. Böyle bir ortamda kişinin inkâra düşmesi kolaylaşır. Hatta olumsuz sosyal çevre, bireyin inkârcılığının bir motivi olur.
Atalar Kültü: Her doğan insan, bir toplum içerisinde, o topluma özelliğini veren kültür ortamı içerisinde bulur kendisini. Birey kültür ortamıyla başlattığı etkileşim sürecini bir ömür boyu devam ettirir. Fertler bir yandan mevcut kültürle hayatlarını şekillendirirken, diğer yandan bu kültürü yeni yetişen nesle aktarma uğraşına girerler. Başta yetişen nesil olmak üzere bütün toplum bireyleri kültür ortamına adapte olmaya çaba harcarlar. Zira sosyal bir varlık olan insan, doğal olarak, önceki nesillerin devretmiş olduğu fikirleri, inançları, davranış kalıplarını benimser, sahiplenir. Sahiplenilen bu sosyal normlar nesileller boyu sürekliliğini korur. Geçmiş nesilden alınan sosyal normların en belirgin özelliği süreklilik arzetmesi ve sürekliliği sağlayan ataların üstünlüğü fikridir. 447
Kültürün insana kazandırdığı normlardan insanın bir anda sıyrılması, onları terketmesi oldukça zor bir iştir. Bu tür değerler önceki nesillerden miras alınmış ve bireylerin benliğine ayrılmamacasına yerleşmiş, onların kişiliklerinin bir parçası olmuştur. Aynı şekilde toplumda bâtıl inançlar, kötü alışkanlıklar hâkim olunca, bu insanları atalarından taklit yoluyla devraldıkları bu inanç ve alışkanlıklardan uzaklaştırmak, ayırmak imkânsız gibidir. İşte toplumun yapısını oluşturan bâtıl inanç ve kötü davranışlar insanları hakikatleri idrâk etmekten ve hakka itaatten alıkoyan en önemli sosyal motivlerden birisidir. Bireyin içinde yaşadığı câhiliye toplumunun normları, insandaki inanma kabiliyetinin uyanmasını ve gelişmesini engelleyen etkili bir perdedir. Kur’ân-ı Kerim bu toplumsal yapıyı Hakk’ın
445] 13/Ra'd, 1
446] 6/En'âm, 116
447] Mustafa Armağan, Gelenek, Ağaç Y. s. 19
CÂHİLİYYE
- 97 -
tezâhüne en büyük engel kabul etmiş; aklî incelemeyi, delillere sarılmayı, bilinçli ve insanca yaşamayı önermiştir.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse?!” 448 Eski atalarına tapıyor olmalarının hiçbir aklî dayanağı yoktur.449 Saf, katıksız mücerret taklide yöneliyorlar.450 Öyle bir taklit ki, taklit ettikleri şey doğru mu, yanlış mı bunun üzerinde hiçbir şekilde düşünmüyorlar. İnsan bir şeyi taklit edebilir, fakat bir yandan da onu sorgular veya taklit etmeden önce üzerinde düşünür. Fakat kâfirler kendilerine gelen İlâhî mesajı kabul etmedikleri gibi, taklit ettikleri gelenek ve değerlerin doğru olup olmadığı üzerinde düşünmek de istememişlerdir.
Câhiliye toplumlarında gelenekçi anlayış, geçmişin tartışılmasına, atalardan miras alınan sosyal normların analiz edilmesine ve seçmeciliğe tâbi tutulmasına karşı çıkar: “Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”451 Kur’an’a, Peygamber’in getirdiklerine tâbi olmaları istendiğinde atalarını taklitle yetinmişlerdir.
Taklitçilik, câhiliyye ve şirkin ayrılmaz niteliklerinden birisidir. Kur’ân-ı Kerim, ataları taklit ve onlara uyma bahanesiyle dünya ve âhiretle ilgili hakikatleri inkâr etme anlayışını pek çok âyette değişik vesilelerle kınar. “Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar? Hayır! Sadece, ‘biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz’ derler. Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: ‘Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi. ‘Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?” 452
Aynı zamanda atalar kültü, tarihin belli bir dönemiyle belli nesille sınırlı olmayıp, sosyal etkileşim kuralı gereği nesilden nesile geçerek süreklilik özelliği gösterir: “Bizden önce babalarımız Allah’a şirk/ortak koşmuştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz, işleri bâtıl olanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mı edeceksin?” 453
Kur’ân-ı Kerim, her inanç ve davranışta delile başvurmayı öngörürken, müşrikler inanç ve davranışlarında atalarını taklit etmeyi ölçü almışlardır. “İbrâhim sordu: ‘Nelere tapıyorsunuz?’ Onlar: ‘Putlara tapıyoruz. Onlara bağlanıyoruz.’ ‘Çağırdığınız vakit sizi duyuyorlar mı? Yahut size bir fayda ve zarar verirler mi?’ ‘Hayır, ama babalarımızı da bu şekilde bulduk.”454Müşrikler putların geçerliliğini geleneğe bağlıyorlar. Delil yerine taklitçiliği tercih etmeleri, şirkte kalmanın motivi olup, aynı zamanda Allah’a ortak koşanların düşünce esasını teşkil eder.
448] 31/Lokman, 21
449] İbn Kesîr, III/458
450] Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, IV/241
451] 2/Bakara, 170
452] 43/Zuhruf, 21-25
453] 7/A’râf, 173
454] 26/Şuarâ, 70-77
- 98 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Atalardan miras olarak alınan sosyal normların ve bunlara bağlılığın en olumsuz tarafı, toplumun yahut bireyin hidâyete ermesi için bir aşama olan sosyal veya bireysel değişimi engelliyor olmasıdır. Meselâ, câhiliye toplumlarını hidâyete çağıran, onlarda bir değişim süreci başlatmak isteyen bütün peygamberle bu sosyal motiv ile karşı karşıya kalmışlardır. Geçmişi üstün görme ve beğenme duygusu, sosyal değişme karşısında kalan toplumlarda sıkça görülen bir olaydır. Çünkü âdetlerine bağlı olan toplumlar değişiklikten rahatsız olur. Fakat bu durum âdetlerin niteliğine göre de değişiklikler arzeder. Kendisine veya geçmişine kusur isnad etmek, insana zor gelir. Dolayısıyla önceden beri yürürlükte olan çok sayıdaki âdetlerden insanı vazgeçirmek güç bir meseledir. Özellikle köklü bir geçmişe sahip toplumların, yıllar öncesi, hayat normlarının bir birikimi olan geleneksel yapıyı değiştirmenin kolay olmadığı görülüyor. Çünkü söz konusu geleneksel yapı toplum bireylerinin tamamının katılımyla bir kültür birikimi meydana getirmiştir. İşte toplum vicdanında kemikleşen bu dâhilî geleneksel yapıyı değiştirmeyi başaran, aynı zamanda toplumu İlâhî geleneğe dâvet eden İslâm olmuştur.
İslâm’ın ilk dönemde değiştirmeyi başardığı toplumun geleneksel yapısı içerisinde dinin konumunu incelediğimizde, dinî inanç ve davranışların samimi bir insan ifadesi olmadığı, körü körüne atalara bağlılık olduğu görülür. Psiko-sosyal açıdan bir değerlendirme yapıldığında, İslâm öncesi Araplarda putperestliğin gerçek mânâda bir “din” olmaktan ziyade, kutsallaştırılmış geleneklere bağlı ve bir dereceye kadar sosyal düzeni sağlayan davranış kuralları olduğu sonucuna varılır. Câhiliye devri Araplarında “din” ferde göre değişen bir inanç olmaktan çok, kollektif kabile şuurunun davranışlar şeklinde tezâhür eden bir görüntüsüdür; realitenin üstünde sadece vicdana hitap eden bir duygu veya düşünüş biçimi değildir. Kısacası inanç, sosyal çevrenin empoze ettiği bir davranış şekliydi. Rasyonel değerlendirmelerden uzak, körü körüne robotvari mekanik bir taklitçilik geçerliydi. Önemli olan atalara bağlı kalarak örf ve âdetlere uygun şekilde hareket etmekti.
Özellikle İslâmî tebliğin Mekke devrinde nâzil olan âyetler, İslâm öncesi Arap toplumunun din anlayışına ışık tutmaktadır. “De ki: ‘Allah’ı bırakıp da taptığınız putlarınıza hiç baktınız mı? Yeryüzünde yarattıkları nedir? Bana göstersenize.’ Yoksa onların Allah’la ortaklığı göklerde midir? Yoksa Biz onlara kitap verdik de ondaki delillere mi dayanırlar? Hayır! O zâlimler, birbirlerine sadece aldatıcı söz söylerler.”455; “(Ey inkârcılar!) Şimdi Lât, Uzzâ ve bundan başka üçüncüleri olan Menât’ın ne olduğunu söyler misiniz? Bunlar (bu putlar), sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar sadece zanna ve nefislerinin hevâsına (canlarının isteğine/arzusuna) uymaktadırlar.”456; “Âyetlerimiz onlara apaçık olarak okunduğu zaman; ‘Bu adam sizi babalarınızın taptıklarından alıkoymaktan başka bir şey istemiyor’ derlerdi. ‘Bu Kur’an düpedüz bir uydurmadan başka bir şey değildir’ derlerdi. Hak, inkâr edenlere geldiğinde, onun için; ‘bu apaçık bir büyüdür’ demişlerdi.” 457
Kur’ân-ı Kerim’in ısrarla, hidâyetin önüne bir engel olarak dikilen atalar kültü üzerinde durduğunu görüyoruz. Kur’an’da en çok üzerinde durulan inkâr
455] 35/Fâtır, 40
456] 53/Necm, 19-20, 23
457] 34/Sebe', 43
CÂHİLİYYE
- 99 -
motivi olan atalar kültü, inkârın tarihî sebebi de sayılabilir. Gelenekçi toplumlar, bâtıl değer yargılarına son derece bağlı ve yeniliğe kapalıdırlar. Aslında her toplum bu özelliğe az çok sahiptir. İnsanların gelenek ve göreneklerinden vazgeçip yeni düşünceleri kabul etmeleri zor bir iştir. Özellikle toplumun yaşlı kesiminde eskiye bağlılık hissi gençlerden daha güçlüdür. Atalarından devraldıkları gelenek ve değerleri körü körüne izleyenler, bu gelenekleri uyulması gerekli bir otorite olarak kabul ederler. Geleneklerin otoritesini benimsemiş olmak Allah’ın otoritesini benimsemeye engel olur. 458
Günümüzün din kültürü ve din içerikli ihtilâf ve tartışmalar konusunda biri ifrat, biri tefrit iki bâtıl çizgi göze çarpmaktadır. Bir tarafta geleneği ve içinde çeşitli bid’atlar, hurâfeler, isrâiliyat ögeleri bulunan geleneksel din anlayışını (içine bolca bâtıl karışmış, dolayısıyla hak olmaktan çıkmış, hak görünümündeki sentezi) bağnazca savunan dindar görünümlü insanlar; diğer tarafta bunlara tepki olarak çıkan, İslâm dışı çevrelerce, düzen ve medya tarafından destek gören ve gittikçe yaygınlaşma eğilimindeki modernist ve reformcu din anlayışı. Bize düşen, hakkı hak bilerek, ona hiçbir bâtılı karıştırmadan, eğer karıştırılmışsa Kur’an ve sahih sünnet ölçeğiyle yeniden ayıklayarak katıksız, hurâfelerden arınmış, atma ve katmalardan arınmış “hâlis din”e sahip çıkmak, “hak üzere”, orta yol olan sırât-ı müstakîm çizgisinde yaşamaktır.
Zan ve vehimlerle veya doğrudan doğruya cehâletin verdiği telkinlerle, atalardan miras alınan din anlayışının sorgulanmadan kabulüyle görülen hurâfe inançlar, ameller ve bunları savunanlar, dini hurâfeler yığını olarak takdim edenler maalesef hayli yaygındır. Cehâlet ve küfür devrinde görülen hurâfeler, her zaman diliminde de görülebileceği için Kur’an, “atalar yolu” olarak ifade ettiği bu taklitçiliği, ecdatperestliği şiddetli bir şekilde kınamış, şirk sebeplerinden biri olarak göstermiştir.
Sadece sokaklarda ve vitrinlerde değil, hayatın hemen her alanında ve en önemlisi gönüllerde çeşitli putların sergilendiği ve yerleştiği çevrelerde ve zaman diliminde artık hurâfelerin hakikat, hakikatlerin de hurâfe kabul edilir hale gelmesi sürpriz sayılmaz. Kur’an’ı, hadisi, İslâm’ı bilmediği halde yahûdi, hıristiyan, ateist ve müşriklerin bâtıl fikir ve hurâfeleri ile kafalarını ve kalplerini dolduran birtakım zavallılar, dinin gerçek hükümlerini efsâne ve bâtıl inanç kabul etmekte; bâtıl yorum, uydurma ve hurâfeleri ise hak zannetmektedirler.
Hurâfelerin tümü din açısından tehlikeli olmakla birlikte, itikadı ilgilendiren hususlar, şirke yol açmaları yönüyle en çirkinleridir. Aslında her hurâfenin, hatta bir ölçüde bid’atın kabul ve uygulanışı, İslâm itikadına zarar verir. Kur’an’da da tevhid dâvetine, sadece Allah’a ibâdet/kulluk çağrılarına itiraz edenlerin temel gerekçe olarak “atalarının yolu”nu göstermeleri, onların örf-âdet, gelenek ve göreneklerini, onlardan miras aldıkları inanç ve yaşayış biçimlerini alternatif olarak ileri sürmelerini bir ecdatperestlik, körü körüne taklitçilik kabul etmenin yanında, hakkın karşısında en önemli şeytanî gerekçe olarak görmekteyiz.
Halk, herşeyden önce kasıtlı olarak câhil bırakılmış, halkı gerekli İslâmî bilgilerden mahrum bırakanlar, dünya ve âhirette lâzım olacak kültürden mahrum bırakanlar bununla yetinmeyip, nice dayatmalar ve yönlendirmelerle halkı
458] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur'an'da İman Psikolojisi, s. 202-211
- 100 -
KUR’AN KAVRAMLARI
saptırmışlar, doğruyu eğri ve eğriyi doğru olarak göstermişlerdir. Halk, kızılmaktan daha çok acınacak bir zavallı, düzen ve çevrenin kurbanı durumundadır. Onlara tevhid öğretilmeden, tevhidî bilinç ve ibâdet anlayışı kazandırılmadan, sahih bir din öğretilmeden bâtıl inançların ve hurâfelerin önünün alınamayacağı bilinmelidir. Bununla birlikte görülen bâtıllara müdâhale edilmeli, halkın hurâfeci yaklaşımları en güzel üslûpla önlenmeye çalışılmalıdır. Ama, bataklık kurutulmadan sivrisineklerle mücâdelede ciddîi bir mesafe kat edilemeyeceği unutulmamalıdır. Hurâfe üreten düzen ve çevre şartları değiştirilmeden eski ve yeni câhiliyye hurâfelerinin, bâtıl inanış ve bid’atların önünün alınamayacağı bir gerçektir.
Câhiliyye Asabiyeti; Irkçılık/Kavmiyetçilik
Türkçede daha çok “ırkçılık” olarak ifadelendirilen kavram, Arapçada “asabiyyet” ve “kavmiyyet” olarak kullanılır. “Asabiyye”, akrabalık, soy yakınlığı demektir. Kavram olarak “asabiye”, “kavmiyetçilik” ve “ırkçılık”; akraba, soy, ırk ve vatan gayreti gütmek, kendi yakınlarını, kendi içinde bulunduğu topluluğu önde görmek, onlara daha fazla ilgi göstermek, tarafgir olmak demektir.
‘Asabiye’, sözlük mânâsıyla kavim, kabile, grup ve benzeri konulardaki aşırı düşkünlük ve bağlılıktır. Kişinin kendi akrabalarını ve içinde bulunduğu toplumu öne çıkarması, onlara ait olan şeyleri savunması, onlara yardımda öncülük tanıması demektir. İslâm’dan önce yaşayan ve düzenli siyasî ve hukukî otoriteden mahrum câhiliyye Arapları kendi akrabalarına çok düşkündüler. Kabilecilik duygularıyla, başka kabileler tarafından tecâvüze uğrayan kendi akrabalarını korurlar, o tecâvüzün doğurduğu maddî ve mânevî zararları asabiye duygusu ile giderirlerdi. Zulme ve haksızlığa uğradığını iddia edenin çağrısına kabilenin diğer üyeleri cevap verirlerdi. Hatta haklı da olsalar, haksız da olsalar; mutlaka kendi akrabalarının tarafını tutarlardı. Bu duygu sebebiyle çoğunlukla zâlimle beraber olup, mazluma karşı olurlardı.
Asabiyyenin Olumlu Yönü: Kimilerine göre asabiye duygusu, tümüyle olumsuz bir anlayış değildir. Kişide din gayreti olmazsa cihada isteksiz olur, akraba sevgisi olmazsa, onlara yardım etmeyebilir. Kabile sempatisi olmazsa, onlarla ilgilenmez. Aile bağlarının, akrabaya ilginin, toplumların dayanışmasına katkısı vardır. Bu duygu soy bağlılığına dayandığı için, kimileri soylarını korumayı başarmışlardır. Bu duygu, meşrû sınırlar içinde değerlendirilebilirse, cemaatler ve gruplar arasındaki işbirliğini artırır, onları mânevî yönden birbirine bağlar. Asabiye duygusu ile birbirine bağlı olan ve bir ortak dine inananlar, diğer toplumlara karşı daha güçlü olurlar, onlar karşısında daha bütünleşmiş bir şekil alırlar. Yerine göre siyasî ve hukukî otorite boşluğu olduğu ve zulüm sözkonusu olduğu zaman, insanların mal ve can güvenliklerinin sağlanmasında akraba ve asabiye duygusu önemli rol oynar.
Ancak, bilindiği gibi İslâm, asabiyyeti olumsuz ve sınırsız anlamıyla hoş görmemiş, kan ve soy kardeşliği yerine; din kardeşliği bağını ön plana çıkarmıştır. Tüm mü’minleri kardeş ilan ederek, aralarındaki ilgi, yardımlaşma ve adâletin bu kardeşlik üzerine binâ edilmesini emretmiştir. 459
459] 49/Hucurât, 9-10; 4/Nisâ, 58; 5/Mâide, 2; 65/Talak 2
CÂHİLİYYE
- 101 -
Olumsuz Anlamıyla Asabiyye: Asabiyye; başka aile, aşiret veya benzer toplulukların hak ve menfaatlerine tecâvüz etmek, onlara haksız yere üstünlük sağlama, atalarıyla ve soyuyla övünme ve gururlanıp başkalarına büyüklük taslama amacına yönelik ise, İslâm bunu kesinlikle tasvip etmez. İslâm, dar anlamda kavmiyetçilik mânâsına gelen asabiyyeyi yasaklamış, bunun câhiliyye âdeti olduğunu vurgulamıştır. Allah (c.c.) insanları bir ana-babadan yaratmıştır. İnsanların ayrı ayrı soy ve kabileler halinde yaratılmasının sebebi tanışmaları, bilinmeleri kolay olsun diyedir. Dil, renk, kavim, grup, bölge veya toprak; insan için üstünlük sebebi değildir. Üstünlük takvâda, Allah’tan hakkıyla korkup sakınmadadır. 460
Kavmiyetçilik, ya da ırkçılık; bir ırkı diğerine üstün tutma, bir ırkın özelliklerini ön plana çıkararak diğerlerine karşı övünme, kendi ırkından olanı haksız olduğu halde başkasına tercih etme, ya da ırkını sevmeyi bir ideoloji haline getirmek demektir.
Bu duygu ve anlayış, câhiliyye toplumlarında her zaman var olagelmiştir. İslâm bu anlamdaki asabiyyeyi kaldırdığı halde, Peygamberimizin vefatından fazla bir zaman geçmeden, siyasî güçler ve çıkar grupları tarafından müslümanlar arasında yeniden hortlatıldı. Buna karşın İslâm’ın ölçülerine göre hareket ederek bunun zararını idrâk eden kişi ve toplumlar bu kötü duygu ve düşünceden uzak kalmışlar ve böylelikle de asabiyyenin getirdiği maddî ve mânevî yıkımlardan kendilerini korumuşlardır.
Irkçılık ve Asabiyye: 1789 Fransız ihtilâlinden sonra kavmiyetçilik, daha yaygın deyimiyle milliyetçilik (aslında ulusçuluk ve ulusalcılık demek gerektiği halde bu ifade meşhurdur) daha da gelişti ve yaygınlaştı. Milliyetçi ideolojilerin çoğalmasından ve yaygınlaşmasından sonra büyük devletler parçalandı. Ulus unsuru üzerine devletler kuruldu, bir ırkın üstünlüğü fikri devletlerin ideolojisi oldu. Bu çirkin asabiyye yüzünden nice zulümler işlendi, nice savaşlar oldu, nice toplumun kimliği inkâr edildi, nice kesimler baskı ve hile ile asimile edildi. Günümüzde bu sakat anlayışın hâlâ devam ettiğini üzülerek görmekteyiz.
Günümüzde ırkçılık veya kavmiyetçilik düşüncelerine olan bağlılık, İslâm’da şiddetle kınanmış olan asabiye anlayışıdır. Burada söz konusu olan zararlı asabiyye; kendi kavmini, kendi akrabalarını sevip ilgi göstermek değildir. İslâm, akrabaya iyilik etmeyi, onlara ilgi göstermeyi, sıla-i rahmi (akrabalık bağını yardımla sürdürmeyi) emreder. Akrabalar arasındaki meşrû ve makul sevgi, bereketi artırır.461 Ancak, akraba haksız da olsa onu savunmak, kendi soyunu üstün görmek, başkalarını aşağılamak; belli bir grubu, bir aileyi veya soyu, bir kesimi en üstün saymak, bu yüzden de zulme dalmak asabiyyedir, ırkçılıktır; İslâm’ın lânetlediği bir tavırdır. ������������������������������������������������������������������Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), “Bir kimsenin kavmini sevmesi asa-asabiye (ırkçılık) midir?” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Hayır, fakat asabiye; kişinin zulümde kendi kavmine yardım etmesidir.”462Asabiyye gayreti, asabiyeye dâvet câhiliye anlayışıdır. Bir hadiste şöyle buyuruluyor: “İnsanları asabiyye/ırkçılık için toplanmaya çağıran, asabiyye için savaşan ve ırkçılık uğruna ölen Bizden değildir.” 463
460] 49/Hucurât 13
461] Tirmizî, Birr 49, hadis no: 1979, 4/351
462] İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949, 2/1302
463] Müslim, İmâre 57, hadis no: 1850, 3/1478; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948, 2/1302; Nesâî, Tahrim 28, 7/112
- 102 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Atalar ile övünmek, hatta müslüman olmayan atalarının özellikleriyle iftihar edip başkalarına üstünlük taslamak, hava atmak asabiyedir. Onlarla övünmek insana hiç bir şey kazandırmaz. Onlarda sağlam bir inanç ve iyi bir ahlâk var idiyse onu almak bir şey kazandırsa da; eğer onlar yanlış inanç içinde ise, bilerek veya bilmeyerek kötülük ve zulüm yapmışlarsa, o kötülükleri savunmak daha da büyük bir hatadır. Asabiyye/ırkçılık duygusu yüzünden, birçok kişi, atalarının inandıkları bâtıl dinlere, kötülüklerine, yaptıkları zulümlere bile sahip çıkmakta ve atalarının yolunu izlemekteler. “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” 464
Milliyetçilik ve ulusalcılık denilen, aslında doğru ifadelendirmeyle kavmiyetçi fikir ve ideolojiler Avrupa’dan ithal birer frenk mikrobudur. Kur’an, câhiliyyenin her çeşidi ile savaşmış ve insanlara vahyin, yani hakkın, yani ilmin nûrunu ulaştırmıştır. Peygamberimiz her çeşit ırkçılık ve kavmiyetçiliği câhiliyye âdeti olarak değerlendirmiş ve tümünü yasaklayıp kaldırmıştır. İran’lı Selmân (Fârisî), Bizans’lı Süheyl (Rûmî) ve Habeşistan’lı Bilal’ı (Habeşî) hiçbir yönden ırklarından dolayı farklı bir ayrıma tâbi tutmamış, herhangi bir Mekke’li veya Medine’li Arapla her yönden eşit görmüştür. “Arabın Acem’e (Arap olmayan), Acem’in de Araba üstünlüğü yoktur; üstünlük sadece takvâdadır” hükmünü koyan İslâm, bu kardeşliğin tatlı meyvelerini dünya huzuru şeklinde de insanlığa sunmuştur. Osmanlı’nın altı yüz sene gibi ülkeler tarihi açısından uzun sayılabilecek bir medeniyetinin, temel sebep ve dayanaklarından biri her ulustan müslümanları hiçbir ayrıma tâbi tutmadan “İslâm milleti”nin bir ferdi ve tüm müslümanların birbirleriyle “kardeş” olduğu anlayışıdır. Türkiye’nin cumhuriyet sonrası önmeli sancılarından birisi, kendi vatandaşlarına ulusçu, ırkçı yaklaşımları ve millet tanımındaki yanlış tutumlarıdır.
Asabiyye/Irkçılık ve Tarafgirlik: Asabiyye, aşırı tarafgirlik demektir ki işin olumsuz yanı da burasıdır. Aşırı tarafgir, güncel deyimle fanatik olan birisi de haksızlık yapar, adâletten ayrılır, başkalarına karşı övünür, boşu boşuna kibirlenir durur. Kendi kavmi için, ırkçılık uğruna savaşıp ölenlerin Cehenneme gideceği hadis-i şeriflerde açıkça belirtilmektedir. Çünkü böyle bir çaba, Allah rızâsından uzaktır. Hâlbuki İslâm’a göre bütün amellerin Allah (c.c.) rızâsı için işlenmesi, bütün ölçülerin İslâmî hükümlerden alınması gerekir.
Kur’an, mü’minlere, kendi akrabalarınız aleyhine bile olsa adâletten ayrılmayın diye emretmektedir.465 Mü’min, diğer insanları Âdem’in çocukları olarak insanlıkta eş, mü’minleri dinde kardeş bilir. Diğer insanlar da inanmasalar bile Allah’ın kullarıdır. Hepsi de bir ana-babadan dünyaya gelmiştir, hepsi de hukuk önünde eşittirler. İnsanların doğuştan sahip olduğu bütün özellikler Allah’ın onlara verdiği fıtrat (yaratılış)tır. Kimse kendinde olan bu yaratılış özelliğinden dolayı başkasına karşı üstünlük taslayamaz. Kimin hangi ana babadan dünyaya geleceği, hangi ülkede/vatanda doğacağı ve hangi ırktan olacağı kendi elinde değildir. İnsanın elinde olmayan ve kendi seçeneği ve irâdesinin dışındaki şeylerden dolayı fazilet veya eksiklik sözkonusu olamaz.
Olumlu asabiyye duygusu, akraba ve cemaat arasında dayanışmayı sağlar,
464] 2/Bakara, 170
465] 4/Nisâ, 135
CÂHİLİYYE
- 103 -
işbirliğini artırır; Ancak tarafgirliğe, övünmeye ve adâletsizliğe kaçmadan. Olumsuz asabiyye ise; ırkçılığa, yobazlığa, milliyetçiliğe (yani ulusçuluk ve ulusalcılığa), ayrımcılığa, baskıya, kültür katliamına, sömürüye, adâletsizliğe ve insan hakları ihlâllerine yol açar. 466
Son dönemlerde Türkçede kullanılan “taassub” ve “mutaassıb” kelimeleri de “asabiyyet” kelimesinin türevleridir, aynı kökten gelmişlerdir. Asabiyye göstermeye “taassub”, taassub sahiplerine de “mutaassıb” denir. “Taassub”, aşırı bağlılık, aşırı tarafgirlik, bağnazlık; körü körüne bağlılık, bâtılda ısrar etme demektir. İslâm asabiyyete ve bu kökten gelen taassuba kesin şekilde karşı çıktığı halde, İslâm düşmanları ve onların taklitçilerince son dönemlerde müslümanlara, aşağılayıcı mâhiyette mutaassıp (bağnaz, körü körüne bağlı) denmektedir. Müslüman, asabiyyeti, taassubu kabul etmez ve kesinlikle mutaassıp olamaz.
Asabiyyenin ve taassubun bir anlamı da bağnazlık, körü körüne taraftarlık, fanatiklik olduğu için asabiyye; yalnızca ırk, soy veya kabile sevgisinde olmaz. Günümüzde çok sık görüldüğü gibi parti, grup, cemaat, vatan, ülke, bayrak, spor takımı, hatta lider sevgisinde bile olmaktadır. Aslında bu tür taraftarlığa sevgi denmez; tutku, hayranlık ve putlaştırma demek daha doğru olur: “İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a endâd/eşler ve benzerler edinirler ve onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise Allah’ı daha çok severler. Keşke zâlimler azâbı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah’a âit olduğunu ve Allah’ın azâbına dayanmanın zorluğunu önceden anlayabilselerdi. O zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve o anda her iki taraf da azabı görmüşler, nihâyet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır. Uyanlar şöyle derler: ‘Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!’ Böylece Allah onlara işledikleri bütün işlerini kendilerine hasret, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkmazlar.” 467
Adına nasyonal faşizm de denilen ve Türkçede yanlış olarak “milliyetçilik” kavramıyla ifadelendirilen ırkçılık ve kafatasçılık; nice kavga, savaş ve zulümlere yol açmış şeytanî bir anlayış ve ilkel bir câhiliyye ideolojisidir. Kur’an’ın atalarıyla övünüp onların yolunu körü körüne tâkip etmeyi ısrarla kınaması468 bu konudaki hassâsiyeti gösterir. Arap câhiliyyesi dönemindeki kabile savaşlarının sebebi ırkçılık olduğu gibi, hemen her dönemdeki soykırımların temelinde de ırkçılık vardır. Bu asra kadar bütün dünyadaki savaşların toplamından daha çok ölüme ve vahşete sebep olan 20. asırdaki iki dünya savaşının her ikisinin de temel sebebi, ırkçılıktır.
Irkçılık Dâvâsını İlk Başlatan Şeytandır: Bilindiği gibi İblis, Allah’ın Âdem’e secde emrine itaat etmedi. Gerekçe olarak da kendisinin ateşten, Âdem’in de (a.s.) topraktan yaratıldığını gösterdi. Bu, kendi elinde olmayan yaratılışında maddî özelliklere itibar etmek, yani ırkçılık yapmaktı. İblis’in bu üstünlük ölçüsü geçersizdir. Kişiye değerini kendi hammaddesi veya soyu değil; Allah’ın koyduğu ölçü verir. O yüzden ilk ırkçı, şeytandır. Irkçılık ve soy üstünlüğü iddiası, şeytanî bir mantıktır.
466] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 47-50
467] 2/Bakara, 165-167
468] 2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 11/Hûd, 1097/A’râf, 70, 173...
- 104 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’a göre üstünlük takvâda,469 ilimde470ve cihadadır.471 Kim, kendi aslını, soyunu, ırkını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi sayarsa, onda İblis/şeytan anlayışı var demektir. İblis, bu yanlış çıkarım sonucu Rabbine istikbar edip isyan ettiği gibi, her çeşit ırkçılık da istikbâra ve isyana yol açan tehlikedir.
İblis, Âdem’in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün görmüş ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır. Hâlbuki Allah’ın bütün işlerinin hikmetleri, her birinin kendine ait sırları vardır. Âdem’i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Materyalizm/maddecilik şeytanî bir felsefedir. Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi.472 Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen, Âdem’in halifelik ve İlâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden gelmişti.
Şeytan, Âdem’de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet görmemiş; ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri bahşeden Allah’ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, İlâhî hükümleri, kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis tarafından böyle atılıyordu. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmak, şeytanca bir yanılgıdır.
Câhiliyyenin Zulüm Anlayışı
Câhiliyyenin adâlet ve zulüm anlayışı, birçok çarpıklıklarla ve çifte standartlı nifakla hastalıklı bir anlayıştır. Zulmü sadece fizikî bir yaptırım olarak ve hiç sebep yokken yapılan bir haksızlık olarak değerlendiren câhiliyye, özellikle müslüman müstaz’aflara inanç ve psikolojik zulümleri zulüm olarak kabul bile etmez. Câhiliyye zihniyetine sahip olanlar, kendi içinde bulundukları zulmün farkında bile değillerdir. Kendi kurtuluşları için çabalayan dâvetçilere ise kendi haklarına saldırıyor ithamında bulundukları çokça görülür. Allah’a şirk koşmanın büyük bir zulüm olduğunu hiçmi hiç düşünüp kavramazlar. Müslüman olduğunu iddia eden câhiliyye mensupları, müşrikce inanç ve yaşayışı, küfür ahlâkını (ahlâksızlığını) bir hak olarak görür, müslümanların bunlara tavır almasını ise zulüm olarak değerlendirir.
Câhiliyyenin zulüm hakkındaki anlayışını Kur’an’dan bir örnekle sergileyelim: Kur’an’a göre put kırmak değil; puta tapmak zulümdür, hem de en büyük zulüm. Müslüman da zulme tepki gösteren kişidir. Zâlimin zulmüne engel olmak, kahramanca bir iş kabul edilmesi gerektiği halde, Hz. İbrahim’in putları kırmasının, putperest câhiliyye mensuplarınca bir zulüm olarak nitelendiğini Kur’an bize haber verir. “Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Kim cür’et etti ilâhlarımıza bunu yapmaya! Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler.”473 Görülüyor ki, zulmü ortadan kaldırmaya çalışmak, putperestlerin bakış açısından büyük bir zulüm
469] 49/Hucurât, 13
470] 39/Zümer, 9
471] 4/Nisâ, 95
472] 38/Sâd, 71-85
473] 21/Enbiyâ, 59
CÂHİLİYYE
- 105 -
olarak değerlendirilmektedir.
İzutsu bu konuda şunları söyler: Zulüm, esasen kişinin meseleye bakış için seçtiği mihenge/ölçüye göre izâfî/görecelidir. Kâfirlere göre putların tahribi bir zulüm eylemi teşkil etmektedir. Zira, müşrikler açısından bakıldığı zaman, bunun yapılması için hiçmi hiç neden yok iken, mü’minler açısından aynı hareketi haklı gösterecek birçok sebep bulmak mümkündür. Benzer biçimde, müslümanların, sadece “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için kâfirler tarafından evlerinden çıkarılmaları onlar için, hiçbir haklı sebebe dayanmayan inkârı imkânsız bir zulüm fiilidir. Ancak, kâfirlerin bakış açısından, İslâm’ın tek Allah inancı, kendilerinin mü’minlere karşı bu şekilde davranmaları için yeterli sebebi rahatlıkla sağlamaktadır.474 “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere), zulme uğradıkları için (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar ki, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” 475
Firavun’un İsrâil oğullarını köleleştirmesi, erkek çocuklarını öldürüp kız çocuklarını sağ bırakmaya varan zulümleri,476 Firavun ve ona bağlı olanlarca normal bir durum olarak kabul edilirken; bu apaçık zulme karşı çıkan Hz. Mûsa, fitne ve fesad çıkaran bir nankör olarak nitelenir.477 Meselenin hakikatini ve içyüzünü Hz. Mûsâ Firavun’un suratına şöyle çarpar: “O başıma kaktığın nimet, İsrâil oğullarını köle yapman (yüzünden)dir.” 478
Kur’an, şirkin ve dolayısıyla zulmün sebeplerinden birinin, ataların yolunu körü körüne sürdürme ve taklit olduğunu belirtir. Geleneği sürdürme alışkanlıkları, câhiliyye tarafından bir hak ve haklılık olarak benimsenir. O yüzden câhiliyye düşüncesinde, zulüm normal bir vaka, câhiliyye yönetiminde de doğal bir icraat olarak kabul edilir. Zulme adâlet, adâlete de zulüm dendiği, kavramların ters yüz edildiği de sıkça görülür. Câhiliyye anlayışında câhiliyyet hamiyyeti/taassubu söz konusudur.479 İster haklı ister haksız olsun, yakın akrabasını, hatta kendi sülâlesini, hemşehrisini, vatandaşını kayırma duygusu vardır. Dolayısıyla “kendi yakınları, hata etmez, zulm etmez, her zaman haklıdır; ona karşı olanlar da her durumda zulüm içindedir” anlayışı câhiliyyenin bu konudaki yaklaşımlarından biridir.
Câhiliyye Teberrücü; Kadının Açılıp Saçılması
Câhiliyye dönemi Arap toplumunda Kadın; genellikle bütün tarihçilerin kabul ettiği üzere kadının hiçbir değeri yoktu. Öyle ki kadın olmak utanç verici bir durumdu. Bu yüzden kız çocukları diri diri toprağa gömülüyorlardı. Kadının miras hakkı yoktu. Kısaca kadın, erkeğin kölesinden başka bir şey değildi.
Kur’an’dan anladığımıza göre, müşrik Araplar kendi zihinlerinde düşük ve değersiz saydıkları kızları Allah’a lâyık görüyorlar, beğenip hoşlandıkları erkekleri ise kendilerine izâfe ediyorlardı.480 Meleklerin de Allah’ın kızları olduğunu
474] Ahmed Ağırakça, Durali Pusmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 269-270
475] 22/Hacc, 39-40
476] Bk. 2/Bakara, 49-51
477] 26/Şuarâ, 18-19
478] 40/Mü'min, 26; 26/Şuarâ, 22
479] 48/Fetih, 26
480] 16/Nahl, 57
- 106 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iddiâ ediyorlardı.481 Allah Teâlâ ise Arapların kendilerince değersiz bulduklarını Allah’a, değerli saydıklarını kendilerine ayırmalarını kendilerine ayırmalarını “çarpık bir paylaşma” olarak niteliyor.482 Ve kızları diri diri toprağa gömecek kadar aşağılamaları hakkında “bak ne kötü hüküm veriyorlar!” 483 buyuruyor.
Yine Kur’an, çeşitli konuları işlerken, kadının toplumsal, hukukî uygulamalarda uğradığı zulümlere işaret ediyor. Meselâ: “Kadına zorla mirasçı olmanız size helâl değildir.”484 mealindeki âyetten, kadının mal gibi miras kalması ve kadına zorla mirasçı olunması şeklindeki zulmün câhiliyye döneminde yürürlükte olduğunu anlıyoruz. Zıhar’ı yasaklayan âyetler de Kur’an’ın tâbiriyle “çirkin” bir geleneğin varlığına işaret ediyor. Boşanma ile ilgili âyetlerde, kadınların haklarını koruma noktasında mü’minlere Allah’tan korkmalarını emrediyor. Bu ve bunun gibi birçok âyetlerle, kadının câhiliyye dönemindeki, hukukî uygulamalarda zulme mâruz kaldığını, yaratılış itibarıyla da hor ve hakir görüldüğünü anlıyoruz.
Batıda ve Batılılaşmış Toplumlarda Kadın: Eski câhilî düşünceler, modern dünyanın “izm”lerinde de farklı biçimlerde bütün çirkinliğiyle gözler önüne serilmiştir. Bilindiği gibi Rönesansla başlayıp Aydınlanma Çağı ve Endüstri Devrimiyle günümüze kadar devam eden, akılcı ve pozitivist temele oturan modernizm; Batının geçirdiği tarihî sürecin doğal bir sonucudur. Modernizm hayatı sekülerleştirip, her türlü dogmaya karşı olduğunu söylerken sahih-muharref ayrımı yapmamış, tahrif edilmiş dinî düşüncelerden topladığı verileri, sahih din için de genelleştirmiştir. Artık modernizm, sadece Ortaçağ kiliselerinin ruhban sınıflarını değil; tarihte oluşmuş tüm geleneksel değerler yanında sahih din değerlerini de karşısına almaktadır. Modern insanın kadına bakış açısında hiçbir zaman sahih-muharref ayrımı yapılmadığı görülmektedir.
Batı mâcerasında kadın konusundaki yaklaşımlara bir göz atacak olursak, Hıristiyanlığın, Yunan ve Eski Roma kültüründeki “kadının ikinci sınıf bir varlık” olduğu anlayışını düzeltmemiş olduğunu hatta kadının aşağılanmasının Hıristiyanlıkta daha da güçlendiğini görürüz. Kadın öylesine kötülenmiştir ki 6. Yüzyılda Mason meclisinde kadının ruhu var mı, yok mu diye ciddî bir şekilde tartışılmıştır. Batı tarihinde kadına yapılan zulümler önemli bir yer tutar. Acaba bu zulümler, tarih sayfaları arasında mı kalmıştır, yoksa kılık değiştirerek başka şekillerde mi devam etmektedir? Eşitlik, özgürlük, bağımsızlık söylemlerinin bayraklaştırıldığı günümüzde kadının aşağılanması ve sömürülmesi bitmiş midir?
Modernizm bütün değerleri tüketerek, dünya genelinde yepyeni bir sistem oluşturma iddiasında. Bunu yaparken de insanın varoluş nedenini çarpıtarak “insan”ı sömürmektedir. Ve modern düşünce, insanın tüm zaaflarını kışkırtarak korkunç bir tüketim alışkanlığını “moda” adı altında sunmaktadır. Bu çerçeveden bakıldığında “çağdaş kadın” aldatmacası içerisinde kadının sömürülmesi ciddî boyutlara ulaşmıştır. Sanayi Devrimi ile ucuz iş gücüne duyulan ihtiyacı karşılamak üzere kullanılan kadınların, bugün de bir reklam aracı olarak kullanıldığı herkes için âşikârdır. Kadın fizikî güzelliğini sağlamak için kendisine sunulan kozmetikleri tüketirken, başkalarının da tüketmesi için hazırlanan her türlü
481] 16/Nahl, 59
482] 53/Necm, 21-22
483] 16/Nahl, 59
484] 4/Nisâ, 9
CÂHİLİYYE
- 107 -
reklamda bir nesne olarak cinsel kimliği ile kullanılır. Kapitalizmin hayatiyeti için gerekli olan sınırsız tüketim “reklam” ile sağlandığına göre kadın, reklamcıların dolayısıyla kapitalizmin kullandığı vazgeçilmez bir sömürü unsurudur.
Modern düşüncede genellikle kadın, bilgisi, görgüsü ve ahlâkıyla değil; kendi güzelliğini pazarlayabildiği oranda değer kazanır. Öyle ki günümüzde haremin değil; harem duvarlarının kaldırıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. “Modernizmin evleri, işyerlerini ve sokakları kaplayan hareminde sadece genç, güzel ve bu özelliklerini bir şekilde pazarlamaktan kaçınmayan kadınlara yer vardır.”
Modernizmde hayat bulan feminist hareketler kadın-erkek arasındaki uyum yerine, haksız bir rekabet ortamı oluşturarak iki cinsi birbirine düşman hale getirip fıtratı bozmaktan başka bir fonksiyon görmemektedirler. Dünyada ve yaşadığımız toplumdaki kadının problemlerini bu şekilde ortaya koymak ise tam bir çözümsüzlüktür. Feminizm, ahlâkî kuralları kadının özgürlüğünü sınırladığı gerekçesiyle protesto etmektedir. Kadın özgürlüğünden anlaşılan ise onun eğitim, sosyal ve siyasî hayata katılımı değil; âile, eş ve çocuğun sınırlayıcılığının(!) keşfedilerek câzibesini kullanma yolunda serbestliğidir.
Türkiye’de kadın özgürlüğü ve bağımsızlığından dem vuran dergilerdeki ağırlıklı konular kadınların gerçek problemleri değil; cinsellik, moda gibi konular olmakta, siyaset ile ilgili verilen haberler ise ancak dedikodu düzeyinde sunulmaktadır. Dergilerin genelinde oluşturulmaya çalışılan kadın tipi ise “akleden, sorgulayan, bilgili” tanımlamalarının çok ötesinde “çağdaş, câzibeli, tehlikeli ve yasak ilişkiler deneyebilen, sıradışı” kadın tiplemesidir. Bu da kadının özgürleştirileceği yerde, kelimenin tam anlamıyla “kullanıldığı”nın göstergesi değil midir?
Kısacası, çağımız câhiliyyesinde kadın, özgürlüğü ve kendi kimliğini bulma adına, onurlu, şerefli konumunu bir kenara itip câhilî oyunların kurbanı olmuştur. Arap toplumunda diri diri toprağa gömülen kadın bugün, kendi mutluluğu ve bağımsızlığı iddiâsıyla tezgâhlanan oyunlarla toplum bataklığına yine diri diri gömülmektedir. Ancak bir farkla; bu defa kadın gerçekten diri diri bir batağa girdiğinin farkında değildir. Modern dünyanın kendisine sunduğu imaj ve kimliği, kutsadığı ve onu gerçekleştirebilmek için tüm değerlerini fedâ ettiği müddetçe de bunu farketmesi mümkün olmayacaktır.
Modern dünyanın, geleneği sorgulayıp reddetmesiyle, kadının İslâm’daki konumu gündeme gelmiş ve temel amacı İslâm’a saldırı olan bu zihniyet, kadın konusunda kültürel İslâm’da kullanılmaya elverişli noktalar yakalayabilmiştir. Müslümanlar yapılan saldırılara cevap verme çabasıyla çeşitli kaynaklara başvurmuşlar, ancak çoğunlukla gerçek İslâm’ın kadına biçtiği konumu yansıtır mâhiyette güncelliği olan veriler ortaya koyamamışlardır. Çünkü pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da kalkış noktaları, tarih içinde şekillenen yorumlar olmuş ve bu yorumlar Kur’ânî çerçeveyi ortaya koymada yardımcı olacağı yerde engelleyici bir etki oluşturmuştur. Bu etkinin oluşması, gerek insanların bu yorumları ele alış tarzından, gerekse yorumların bizzat içeriklerinden kaynaklanmıştır. 485
Câhiliyye Döneminde Fuhuş: Câhiliyye döneminde erkekler çoğunlukla zinâyı ayıp saymazlar, hatta bununla övünürlerdi. Nitekim bu husus İmru’ulkays’ın
485] H. Koç, F. Candan, Kur'an Çerçevesinde Kadın, Haksöz, sayı 31, Ekim 93, s. 25-27
- 108 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şiirlerinde açıkça görülmektedir. Câhiliyye devrinde fâhişelik yapan câriyeler öksürerek ilişki teklifinde bulundukları için kendilerine “kahbe” de denirdi. Aralarında sahipleri tarafından para kazanmak amacıyla zorla bu işe itilenler de vardı. Kur’an’da; “...Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye nâmuslu kalmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın”486 meâlindeki âyet bunlarla ilgilidir.
Câhiliyye devrinde dost hayatı yaşayan çiftler de vardı. Erkek, kadının dostu ve arkadaşı (haden) olduğu için bu tür kadınlara “zevâtu’l-ahdân” veya “muttehızâtü ahdân” adı verilirdi. Kur’an’ın iffetli yaşamaları, zinâ etmemeleri ve gizli dost tutmamaları şartıyla câriyelerle evlenmeye izin veren,487 açık ve gizli kötülükleri (fevâhiş) yasaklayan488 âyetlerinde dolaylı olarak bunlardan söz edilir. Bu dönemde metres hayatı yaşayan evli kadınlar da vardı. “Dımd” denilen bu kadınlar kocalarından başka bir veya birkaç erkekle beraber olurlar, özellikle kıtlık zamanlarında karınlarını doyurmak için bu tür ilişkide bulunurlardı.
İslâm öncesinde livâta, sevicilik, hayvanlarla ilişki şeklindeki cinsî sapıklıklara da rastlanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim bunlardan özellikle livâta üzerinde durmakta ve bu çirkin ilişkiyi ilk defa başlatan Lût kavminin489 bu yüzden helâk olduğunu anlatarak bundan ibret alınmasını istemektedir.490Câhiliyye devrinde birçok yerleşim merkezinde ve ticaret kervanlarının uğrak yerlerinde “mâhûr” (muhtemelen Farsça “mey-hor”dan -içki içen-) denilen işret ve zinâ âlemlerinin yapıldığı evler vardı. Buralarda câriyeler içki sunar, rakseder ve gayrı meşrû ilişkide bulunurlardı. Bu tür ilişkilerde pezevenklik (kıyâde) yapan kimseler de vardı. Bunlara “kavvâd” (Türk argosunda “kavat”) veya “kavvâde”; âilesini kıskanmayan ve fuhşa itenlere de “deyyûs” denirdi.
Bazı fâhişeler evlerinin veya panayırlarda kurdukları çadırların kapılarına bayrak asarak ücret karşılığı ilişkide bulunmak isteyenleri dâvet ederlerdi. Hz. Âişe, Câhiliyye dönemindeki nikâh türlerinden söz ederken bunlar hakkında da bilgi vermektedir.491 Aynı rivâyette, eşlerini kıskanmayan ve asil gördüğü bir kimseden çocuk sahibi olmak için onunla ilişkiye zorlayan ve eşi o kimseden hâmile kalıncaya kadar bunu sürdüren erkeklerle (buna nikâhu’l-istibdâ’ denirdi), on kadar erkekle ilişki kuran kadının doğurduğu çocuğun nesebinin nasıl tâyin edildiği hakkında da bilgi vardır. Kadın çocuğu doğurduktan sonra ilişki kurduğu erkekleri çağırır ve içlerinden birini çocuğun babası olarak belirlerdi. Doğan çocuk erkekse o kişi bunu kabullenmek zorundaydı. Kız çocuğu olması durumunda ise birtakım problemler ortaya çıkardı. Kız çocuğuna sahip olmanın utanç vesilesi sayılması ve doğan kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi âdeti de toplumda fuhşun yaygın olması, kız çocuklarının ileride fuhşa sürüklenmesi ihtimalinin bulunması ile açıklanabilir. 492
Kadının Câhiliyye Tuzaklarından Kurtuluşunun Simgesi; Tesettür
Tesettür Nedir? “Tesettür”; örtmek, gizlemek, saklamak anlamlarına gelen
486] 24/Nûr, 33
487] 4/Nisâ, 25
488] 6/En'âm, 151; 7/A'râf, 33
489] 27/Neml, 54; 7/A'râf, 80-84
490] 29/Ankebût, 28-35
491] Buhârî, Nikâh 36
492] Nebi Bozkurt, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 13, s. 210
CÂHİLİYYE
- 109 -
‘setr’ kökünden gelmektedir. “Tesettür” sözlükte; örtünmek gizlenmek, bir şeyle kapanmak demektir. Bir şeyi saklayan ve gizleyen nesnelere ‘setr’ denildiği gibi, kapatılması gereken bir şeyi gizlemeye de ‘setr’ denilir. Nitekim namazda ‘avret’ denilen, bedenin gizlenmesi gereken kısımlarını örtmeye de ‘setr-i avret -avret yerlerini örtmek-’ denilmektedir. ‘Mestûr’ veya ‘mestûre’; kapalı, gizlenmiş anlamına gelmektedir. Aynı kökten gelen ‘settâr’, gizleyen, örten, saklayan demektir ki, Kur’an’da geçmemekle beraber Allah için ‘Setttâru’l-uyûb -ayıpları gizleyip örten, ayıpları ortaya dökmeyen’ denilmektedir.
‘Tesettür’ kavram olarak, kadın ve erkek müslümanların ‘avret’ yerlerini örtmelerini ifâde eder. Kur’an’da örtünmeyi emreden âyetlere ‘hicab’ âyetleri denir. Birçok İslâmî kaynakta kadınların örtünmesi anlamında ‘hicab’ kavramı geçmektedir. Ancak Türkçe’de ‘tesettür’ kelimesi daha yaygındır. ‘Hicab’ sözlükte, bir şeyi örtmek veya bir şeye engel olmak demektir ki, tesettüre yakın bir anlamı vardır. ‘Hicab’ isim olarak, örten, gizleyen, saklayan, görülmeye engel olan şey demektir.
Avret Ne Demektir? “Avret”, Ìslâm’a göre insanların örtmeleri ve dinen yabancı sayılan kimselere göstermemeleri gereken organlarına verilen addır. “Tesettür” ise, avret yerlerini örtme, gizleme, saklama ve koruma konusundaki İslâmî prensiptir. İslâm’a göre müslümanlar, yıkanma, tabiî ihtiyaç ve temizlenme (tahâret) gibi durumlar dışında avret yerlerini başkalarına -bir zarûret olmaksızın- gösteremezler. Bu, Kur’an’ın müslümanlara getirdiği bir ölçü, bir hüküm ve aynı zamanda bir fazilettir.
Avret yerleri neresidir? Kadın veya erkek, avret yerlerini kimlere gösterebilir, kimlere gösteremezler? Tesettür emrinin sebeb-i hikmeti ne olabilir? Şimdi bu sorulara kısa cevaplar bulmaya çalışalım:
Esasen insan için örtünme fıtrî (yaratılıştan gelen) bir özelliktir. Sebebi ne olursa olsun, insan örtünürse yaratılışına daha uygun hareket eder. Birçok hayvanın örtüleri tüyleridir, kılları veya telekleridir. Onlar, bu dış örtüleri ile güzel, bu dış örtüleri ile doğal olmaktadırlar. İnsan da böyledir. O da örtünmeye yarayan araçlar (elbiseler) giyerek kendisini değerli kılar, yaratılışına uygun davranmış olur.
Kur’an, örtünmesi gereken yerlere çirkin yerler deyip, bunları örtecek elbisenin Allah (c.c.) tarafından verildiğini açıklamaktadır: “Ey Âdemoğulları Biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size ‘süs kazandıracak bir giyim’ indirdik (var ettik). Takvâ ile kuşanıp donanmak ise daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp düşünürler.”493 Rabbimiz, kendi yarattığı insanın bazı organlarına çirkin demekle onların saklanması, gizlenmesi gerektiğini haber veriyor. Bu, insanı aşağılamak değildir. İnsanın böyle oluşu normal bir durumdur. Çevremizde, insanların çirkin veya güzel dediği binlerce bitki ve hayvan bulunmaktadır. Çirkin diye nitelenenler asıl itibariyle çirkin değildir. İnsan duygusu onları öyle gördüğü için çirkin denilmektedir.
Başkalarının görmekle rahatsız olacağı, insan cinsini belli eden, bir kusur değil ama insana ait bir sır olan ‘avret’ yerlerinin gösterilmesi hoş karşılanmamış, bunu örtecek elbise var edilmiş, sonra da böyle bir giyimin insan için
493] 7/A’râf, 26
- 110 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yüceltici, değer kazandırıcı bir süs olduğu vurgulanmıştır. Bütün bunların olabilmesi için de insanın teslim olduğu Rabbinden hakkıyla çekinmesi anlamında ‘takvâ elbisesi’ni kuşanması gerekir. İlk insanlar; Hz. Âdem ile O’nun eşi, cennette giyinmiş olarak yaşıyorlardı. Ancak şeytan onları aldattı ve onların yasak ağacın meyvesinden yemelerini sağladı. Böylece onlar cennetten çıkmak zorunda kaldılar ve ‘ayıp yerleri’ kendilerine göründü. “Ey Âdemoğulları, şeytan, anne ve babanızın ayıp/çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de fitneye/belâya uğratmasın...” 494
Tesettür İbâdeti: Mü’min erkek ve mü’min kadın, Kur’an’ın örtünme (tesettür) emrinden sorumludurlar. Tesettür emri Kur’an’da çok açıktır ve başka bir yoruma ihtiyaç yoktur. Şüphesiz Kur’an, Allah’ın sözü ve hükmüdür ve Rabbimiz insanlara ne vahyettiğini bilmektedir.
İnsanların tesettür (örtünme) ile ilgili yorumları, ileri-geri söz söylemeleri tamamen kendi nefislerinin dürtüleri, imanlarının yokluğu veya zayıflığının bir sonucudur. Allah’a hakkıyla teslim olmuş, O’nun azâbından korkan ve O’nun va’dine güvenen bir takvâ sahibi mü’min, nasıl olur da Rabbinin emrini tartışır? Nasıl olur da kendi arzusuna göre Allah’ın âyetlerini sağa sola büker? Kendini Kitab’a uyduracağı halde Kitabı kendine uydurmaya kalkar. Bir insan, nasıl olur da Allah’ın hükmünü kendi aklına, kendi pozisyonuna, kendi zevkine, kendi hükmüne, kendi sistemine, kendi prensibine uydurmaya çalışır? Böyle bir tavır mü’min kimselerin tavrı olamaz!
Kur’an şöyle buyuruyor: “Müm’in erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Böyle (yapmak) kendileri için daha temizdir.”495 Kadınların örtünmesi ile ilgili olarak da şöyle buyruluyor: “Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve mü’min kadınlara dış elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; bu, onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olanıdır. Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir.”496 Bu ifâdeyi tamamlayan bir başka âyette de şöyle buyruluyor: “Mü’min kadınlara da söyle; gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Ziynet yerlerini açmasınlar. Bunlardan kendiliğinden görünen kısımlar hâriç. Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar (örtsünler)...” 497 Âyetin devamında ziynet yerlerini kimlere gösterebileceği sayılıyor.
Peygamberimiz (s.a.s.) bu âyetleri hem açıklayıp tefsir etti, hem de bizzat uygulayıp uygulatarak maksadın ne olduğunu gösterdi. Bu konudaki haberler hem sağlamdır, hem de açıktır. Bu güne kadar gelen iyi niyetli bütün âlimler de meseleyi Kur’an doğrultusunda böyle anladılar ve bu şekilde açıkladılar. Peygamberimiz’den bu yana hiçbir İslâm âlimi tesettür ve başörtüsünün dinin gereklerinden olduğunu reddetmediği gibi, bütün dünya müslümanları da tarihten günümüze buna uymaya çalışmışlardır.
İslâm Dininin ölçülerinin gâyesi ahlâkî olduğu içindir ki, mü’min bayanların yanlarında mahremleri bulunsa bile yabancı erkeklere karşı İslâmî ölçülere göre giyinmeleri ve ihtiyatlı davranmaları da görevleridir. İslâm Dini, bayan-erkek beraberliğini yasaklarken pek tabiîdir ki, bu beraberliğin sonucu olabilecek vücut
494] 7/A’râf 27
495] 24/Nûr, 30
496] 33/Ahzâb, 59
497] 24/Nûr, 31
CÂHİLİYYE
- 111 -
ve el temasını da haram kılmıştır. Genel olarak dokunma duyusunun insanı etkilediği bir gerçek olduğu gibi, cinsî bakımdan uyardığı da bir hakikattir. Bu sebeple oynaşma niteliğinde olsun veya olmasın cinsî münâsebet çağını geçirmemiş olan kadınla erkeğin birbirlerine dokunması da haramdır. Yaşadığımız topraklarda folklor, horon gibi bölgesel oyunlarda ve cinsî bir oyun vasfındaki dansta görülen vücut teması ve kadının cinselliğini öne çıkaran erkeklerin göreceği şekilde eğlence ve oyunları kuşkusuz haramdır. Bu haramları, müslümanlar eşlerine ve çocuklarına çok öğretmeli ve sakındırmalıdır.
İslâm, bütün insanları ölçü alarak yasalar ve yasaklar koymuştur. Böylece ahlâkî sakıncaların doğup gelişebileceği ortamların oluşmasına imkân vermemiştir. “Zinâya yaklaşmayın. Zira zinâ açık bir hayâsızlıktır. Pek kötü bir yoldur.” 498
Kalpleri hançerleyen, ihlâs nûrunu söndüren, şehvetli bakışlardır. Devrimiz câhiliyye hayatında gerek erkekler ve gerekse kadınlar için gözleri haramdan sakındırmak oldukça güçleşmiştir. Zira Rabbimizin örtünme emrine itaat etmeyen kadın ve erkeklerin yanı sıra, göze hitap eden ve özellikle gençlerde cinsî arzuları azgınlaştıran, hayâ duygularını yaralayan filmler, şehvet saçan resimli ve resimsiz romanlar, hikâyeler, duvar takvimlerinden her türlü ticaret malına kadar yayılan müstehcen resimli reklâmlar, ilânlar, her gün yüzbinlerce basılan ahlâk dışı gazete ve dergiler göz ve kalp fesâdına sebep teşkil eden ahlâk katili araçlar haline gelmiştir. Bütün bunlar arasında yıkıcılığı tarif edilemez boyutlara ulaşan gazete ve dergilerle televizyon özel bir yer işgal etmektedir.
Gözlerimizi, kadın vücudunda mahrem nokta kabul etmeyen giysilere bürülü dişilere karşı korumakla mükellef olduğumuz kadar, hayâ duygularını çatlatan resimlerle, haberler ve yazılarla dolu gazete ve dergilerden de korumakla mükellefiz. Hele hele televizyon, sakınmamız gereken bir ateş çağlayanı olmuştur. Bitmez tükenmez, ar-hayâ tanımaz dizi filmleri ve eğlence programlarıyla insanımızın hayatına giren televizyon, İslâmî inançları, ahlâkî değerleri, İslâmî gelenekleri yakıp eritmektedir. Bizzat kendisine değil de, devrimizdeki kullanım tarzına karşı çıktığımız televizyona ve özellikle inancımıza ve ahlâkımıza zarar verici programlarına direnç göstermeyen, gözlerini ekrandan koruyamayan fertlerin ve âilelerin müslümanca bir hayat sürmelerinin mümkün olmadığını üzülerek ifâde etmek isteriz.
Başta televizyon programları ve vücut organlarını teşhir eden kadınlar olmak üzere gözlerimizi korumamız gereken şeyler hiç de az değildir. Peygamberimiz bir müjdeli hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Gözleri bir kadının güzelliklerine takılan, fakat hemen bakışlarını koruma altına alan her bir müslümana, Allah, tatlılığını kallbinde duyacağı bir ibâdet yaptırır.” 499
Gözlerimizi, eşlerimiz ve çocuklarımızın gözlerini korumak Rabbimizin emridir. Bu sebeple ibâdettir ve âhiret saâdetimize sebeptir. Aldığımız ve aldırdığımız ahlâk dışı gazeteler ve dergilerle, sinema ve televizyonda izlediğimiz ve izlettirdiğimiz programlarla haramlara gözlerimizi açarsak sonuçta göreceğimiz, ancak İlâhî azap olacaktır. Haram bakışlardan gözlerini korumayanın cezâsı, suç cinsinden olacak, cehennemden kurtulsa bile cemâlullah’ı gözleriyle seyretme
498] 17/İsrâ, 32; A. Rızâ Demircan, İslâm Nizamı, III/117-128
499] İbn Kesir, Tefsîr, 3/282
- 112 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zevkinden mahrum kalacaktır. Haramlara bakarsak ve zevcelerimizin, kız çocuklarımızın şehvetli bakışlara muhâtap olacak giysiler içinde toplum içine çıkmalarına râzı olursak, azâp görmeksizin Cennete giremeyiz. “(Kıyâmet Günü’nde) Bütün gözler ağlayacaktır. Ancak, Allah yolunda uyanık kalan gözler, Allah’ın azâbına uğramak korkusuyla sinek başı kadar yaş akıtan gözler ve bir de Allah’ın haram kıldıklarına bakmaktan korunan gözler ağlamayacaktır.” 500
Üzülerek görmekteyiz ki, artık günümüzde edep ve terbiye, utanma ve sakınma, nâmus ve mahremiyet gibi çok önemli konulardaki hassâsiyet, son derece azalmıştır. Çarşı ve pazarlarda, moda deyimle kaMûsâl alanlarda gencecik kızlar, dekolte kıyâfetlerle yarı giyinik halde, şehveti galeyâna getirecek bir görünümde, rahatça gezebilmekteler. Ne kadar erkeği kendine baktırıyorsa, o kadar kahraman görüyor kendini; görevini yapmış bir şeytan edâsıyla. Mantık da şeytana pabuç bıraktıracak cinsten: “Vücut benim değil mi, istediğim gibi giyinirim. Zevk ve özgürlük meselesi. Hem demokrasi var. İstemeyen bakmasın canım!”
Ayrıca, her yolu mubah sayıp ahlâksızlık meydanında at oynatan, ahlâksız kadınları ücret karşılığında satan şehvet tüccarı pezevenk ve deyyuslar veya zinâyı sanat edinip geçim vâsıtası olarak kullanan fâhişeler... Bununla birlikte, cinsel konuları işleyen ve bu konuda değişik fantezilelere yer veren kitaplar, açık-saçık resimleri neşreden gazete ve dergiler, kanalizasyon çukurundan farksız kanalların televole, yarışma, müzik-eğlence programları, şehveti gıdıklayan ve fuhşa teşvik edici mâhiyetteki dans, bale ve benzeri oyunlar... Nikâhsız beraberlikler, cinsel sapmalar, eşine ihânet etmeler ve daha neler...
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanın şehevî arzularını kontrol etmesi, nefsini zaptederek disiplin altına alması, gerçekten çok zorlaşmıştır. Öyle ki, önceleri bir fazilet olarak telâkki edilen iffet ve nâmus kavramı neredeyse alay konusu olmuştur. Evlilik öncesi cinsel ilişki, bazı çevrelerce normal karşılanmaktadır. Hatta bu, âdet haline getirilerek bekâretin bir kıymeti bulunmadığı bazı yazar taslakları tarafından yazılıp çizilebilmektedir. Fâhişe kadınların, travestilerin, yol kenarında para karşılığı kendilerini pazarlamaları sıkça rastlanan normal olaylar haline gelmiştir. Arap câhiliyye döneminde, belli olsun diye kapılarına bayrak asan fâhişelerin izinden giden çağdaş fâhişeler, girişlerde bekçi ve polis savunması, yani devlet himâyesi ve korumasıyla, yine kapılarında bayraklar olan kaMûsâl alanlarda sanatlarını(!) icrâ edebiliyorlar. Genelev patronları, senelerce vergi rekortmeni oluyor. “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır” denilerek, bu meslek de böylece kutsallaştırılmış oluyor. Sadece eski bâtıl dinlerin tarihteki unvânı değil, kutsal fâhişelik. Şirk ve haram cephesinde yeni bir şey yok; eski câhiliyye herşeyiyle modern kimlikle sanatını(!) icrâ ediyor.
Dalâlet/sapıklık ne kadar yaygın hale gelirse gelsin, müslümanı bağlayan şey “zaman ve zemin”, “düzen ve çevre” değil, Rabbinin hükümleridir, Peygamberinin tavsiyeleridir. Müslümanın ölçüsü Kur’an ve Sünnettir. Özellikle gençler, bu ölçü üzere hareket ederse, geçici zevklerin peşinden koşmak yerine, ebedî zevklerin tâlibi olursa, hayatları bir anlam kazanacaktır. Bu sâyede müslümanın iffet ve nâmusuyla, haysiyet ve şerefiyle, huzur ve saâdet içerisinde yaşaması mümkün olur.
500] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y. 10/227; Câmiu’s-Sağîr, I/94; İbn Kesir, Tefsîr, 3/282; A. Rızâ Demircan, İslâm Nizamı, III/111-116
CÂHİLİYYE
- 113 -
Günümüzde müslüman gençler için en büyük tehlikelerden biri, zinâya düşme riskidir. Zira ortam buna çok müsâittir. Bu sebeple bu tehlikeden kurtulmanın en güzel yolu ve çaresi de, bu ortamları terk etmek ve zinâya götüren yollara girmemektir. Zâten Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de “Zinâya yaklaşmayın. Zira o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur” 501 buyuruyor. Âyet, “zinâ yapmayın” demiyor da, “zinâya yaklaşmayın!” buyuruyor. Öyle ya, şartlar oluştuktan sonra, bütün yasaklar, engeller aşılıp bir kadın ve bir erkek, kimsenin olmadığı uygun bir yerde, baş başa kalınca, elbette ki, zinâdan kaçabilmek, bu azgın nefse (hevâya) söz geçirebilmek çok zor olacaktır. Herkes Yusuf (a.s.) değil ki... Nitekim Yusuf (a.s.) bile Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla zinâdan kurtulmuştur. Kur’an’da bu durum şöyle anlatılıyor: “Andolsun ki kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhânını görmeseydi o da kadına meyledecekti.”502 İş buraya kadar geldikten, zinâya yaklaştırıcı haramlara meylettikten sonra, zinâ kaçınılmaz olur. Bu sebeple İslâm’da zinâdan önce, zinâya götüren yollar haram kılınmıştır.
“Mü’min erkeklere söyle; gözlerini (haram bakışlardan) sakınsınlar. Mü’min kadınlara da de ki; (helâl olmayan bakışlardan) gözlerini sakınsınlar. İffet ve nâmuslarını korusunlar.”503 İslâm, işe harama bakmayı yasaklamaktan başlıyor. Erkek olsun, kadın olsun gözleri haram bakışlardan sakındırıyor. Hiç kimse “göz benim değil mi canım!? İster bakarım, ister yumarım, kime ne?” diyemez. O gözü ve diğer organları bizlere emânet olarak veren Allah, bu emânetleri kendi arzumuz (hevâmız) doğrultusunda değil; O’nun rızâsı yönünde kullanmamızı istiyor. Haram bakışlardan sakınmak, Allah için değil; bizim için gerekli olduğundan merhametli Rabbimiz bunları bizim için yasaklamıştır. Aksi davranışların hesabını soracağını da bize bildiriyor: “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve kalp bunların her biri, yaptığından sorumludur.” 504
Câhiliyyenin Sanat Anlayışı
İnsanî duygu ve düşüncelerin, estetik biçimde ve ruhu besleyecek tarzda dışa vurulması demek olan sanat, bugün daha çok hayvanî duyguların, hayvanî çıplaklığın, hayvanî böğürtülerin ve hayvanî tepinmelerin en bayağı şekliyle icrâ edilmesi olarak görülmekte. İlkel câhiliyye çıplaklık ve fuhşunu modernize ederek taklit edebildiği oranda kişi, büyük sanatçı olabilmekte. Herhangi bir yeteneğinin olmasına gerek yok; eğer fiziği yerinde ise genç kızın(!) orasını burasını cömertçe göstermesi, cıvıkça kahkahalar atması, dilimizin varmadığı buna benzer bir-iki şey yapması yetiyor yıldız, güneş, kraliçe vb. olmasına. Medyanın desteğini de mâlum yollarla aldımı, tamam!
Allah biraz ses, biraz fizik vermişse yeter. Kültür, eğitim, nota vb. müzik ve sanat için gerekli tüm şeyleri ne oranda bilmiyorsa o kadar kolay ses sanatçısı olur aday. Çünkü o oranda kullanılabilecek, eğlence dünyasının sömürü çarklarının önemli dişlisi haline gelecektir. Ahlâk mı? Güldürmeyin beni (daha doğrusu, ağlatmayın beni). “Ahlâk”, demokrasi darağacında özgürlük denilen cellât tarafından modern yaşam kanunlarına muhâlefet suçundan idam edileli hayli zaman oluyor Batıda ve onun kör taklitçisi Türkiye Cumhuriyeti’nde.
501] 17/İsrâ, 32
502] 12/Yusuf, 24
503] 24/Nûr, 30-31
504] 17/İsrâ, 36
- 114 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bale ve dans gibi gösteriler ne kadar bayağı, erotik özellikler taşıyorsa o kadar makbul. Çılgınlıklar, özgürlük maskesi takmış, sınır ve ayıp tanımıyor. Diğer sanat dalları bu kokuşmuşluktan elbette nasibini alıyor. Öyle ya, hangi asırda yaşıyoruz? Modern dünya, çağdaşlık, özgürlük, tabuları yıkma bu modern câhiliyyenin nassları.
Allah’a kul olabilme ve her an ibâdet/kulluk yapabilme bilincinden uzaklaştırılan günümüz insanı, çok tanrılı dinlerin kucağına düşmüş, bir sürü sahte ilâhların yanında hevâsını da tanrı kabul ederek hevâî isteklerin dışına çıkamaz bir duruma gelmiş. Müstekbir güçler, tâğûtî düzenler insanları kolay sömürebilmek ve rahat güdebilmek için afyon-sanattan yararlanıyorlar. Daha açıkçası, sanatı uyuşturucu fonksiyona indirgiyorlar. Her tarafı kuşatan dejenerasyon sanatta da kendini gösteriyor.
Özellikle yaşadığımız topraklarda spor denilince akla hemen futbol gelir. Spor sadece futbol demektir. Hem de kumara, israfa, kavgalara, ilâhlaştırılan futbolculara, “en büyük”, yani “ekber” kabul edilen takımlara, yani tüm çirkinliklere batmış şekliyle futbol. Aynen bunun gibi, sanatçı denilince, iki tip akla gelir: Şarkıcı veya artist. Sanat denilince de bunların cıvıklıkları.
Beş-on sahâbînin adını sayamayan gençler, Michael Jackson’ın ayakkabı numarasını biliyor, Madonna’nın video kliplerini ezbere sayabiliyor. Popstar yarışmasına katılanların yedi sülâlesini tanıyor. Bir-iki TV. dizisinde veya filmde rol alan aşüfteleri ise göklere çıkartıp “yıldız”laştırıyor. Bu yıldızlara aktrist de değil, artist deniyor. “Art” batı dillerinde “sanat” demektir; artist de sanatçı. Türkçe’de başka hiçbir sanat dalıyla uğraşana artist denmez, sadece filmlerde boy gösterenlere denir. Filmde rol yapmanın dışında başka sanat kabul edilmediğinin çok kesin göstergesidir bu.
Şâire, edebiyatçıya, mimara, hattata, tezhipçiye, çini işleyen ressama... sanatçı diyen yoktur artık. Sadece şarkıcı ve artist bu unvânı alır. Yalnız, burada biraz durmak gerekiyor. “Sanatçı” damgası bunlar için güzel bir yanlış sıfat olmalı. “Sanatçı” ile “sanatkâr” arasında büyük fark var gibi geliyor bana. Sanatkâr, sözlüğe bakılırsa sanatçı demektir ama, kullanılışta hiç de aynı değil. “Sanatkâr”ın kitle nazarında bir ağırlığı, bir saygınlığı vardır. Ciddî bir sanat dalında veya ustalık isteyen bir meslekte (zanaatta) mâhir birine “sanatkâr” denilir de “sanatçı” denmez. Ama fâhişe rollerini çok iyi beceren, iki şarkı ezberleyip hoplayıp zıplayan veya orasını burasını gösterme sanatını(!) icrâ eden, bunların dışında hiçbir mârifeti olmayan orta mallarına “sanatkâr” dendiğini duydunuz, gördünüz mü? Onlara olsa olsa “sanatçı” denilmekte. Sanatçı! Domatesçi, patatesçi dediğimizde, nasıl onları satan zerzevatçı aklımıza geliyorsa, aynen onun gibi, sanat adına köşeyi dönen, yani sanat alıp satan veya sanat adına alınıp satılan tüccar veya kölelere sanatçı deniyor.
Günümüzde halk yığınlarına mal olmuş şekliyle sanatçı diye ya şarkıcıya denir, ya artiste. Sanat da ya sinemadır, ya müzik. Bunların her ikisinin sanat olabilmesi için sadece tek şart vardır. O da cinselliğin, seksin alabildiğine serpilmiş olması. Yoksa, ağzıyla kuş tutsa kişi sanatçı olamaz. Sanat, mânâ ve hakikat âleminin penceresi değildir artık, kasap vitrinidir. İnsan sadece maddedir, tendir. Mânevî kimlik çoktan unutulduğundan, sanat, teşhir ve şov demektir. Müzik sadece sesle söylenen, çalgı âletleriyle çalınan ezgiler değildir; eşek dansı ve hayvansal
CÂHİLİYYE
- 115 -
çıplaklık olmadan müzik düşünülemez hale gelmiştir. Yedinci sanat kabul edilen sinema da beyaz değil, kara perdedir; ahlâksızlığın, çirkefliğin aksettiği perde. Televizyon da, gazino ve sinemanın evin içine girmesi.
“Bekri Mustafa imam olmuş deyin, onlar anlar memleketin halini!” cinsinden yukarıdaki manzarayı düşünün. Sanatın(!) ne olduğunu ârifler anlar; daha doğrusu, ne hale geldiğini sanatın ve memleketin. Bu ortam, bu anlayış içinde sanat, emperyalizmin kötü emellerinin âletinden başka bir şey değildir artık. Emperyalizm sanatı istismar, insanı da istihmar etmek (eşekleştirmek) için devreye girmiştir.
Çağdaş Firavunlar, propaganda ve eğitim kurumlarıyla insanları gerçek dinden uzaklaştırarak âhiretlerini mahvettikleri gibi, oyun ve eğlence kurumlarından oluşan emniyet sübapları aracılığıyla dünyalarını da mahvetmektedirler. Koyun sürüsü haline getirilen milyonlarca insan, kendilerine en büyük zulümleri revâ gören müstekbirleri bu şekilde alkışlayabilmektedirler. İspanya’nın meşhur diktatörü General Franco şöyle diyordu: “Futbol, seks ve piyango olmasaydı, ben kırk yıl bu halkı nasıl istediğim gibi yönetebilirdim?” Bu taktik, sadece Franco’nun değil; her asırdaki ve her ülkedeki tâğutların ortak prensibidir. Halkın ayaklanmasına giden yolu tıkamak için milât öncesi Yunan idareleri zamanında bile halkı lüzumsuz oyunlar, spor yarışları ve çılgın eğlencelerle uyutma ve uyuşturma politikaları güdülmüştür. Futbolla birlikte günümüzdeki sanat da çağdaş tâğutların can simidi. Sanat emperyalist güçlerin elinde bir atom bombası, bir kitle imhâ silâhıdır. Artık savaşlar, sanat denilen silâhlarla dolaylı olarak psikolojik alanda yapılmaktadır. İnsanlar dünyada dönen zulüm çarklarının farkına varmasın diye müzik ve sinema ile iğdiş edilmekte, uyutulmakta ve uyuşturulmaktadır. Halk yığınlarını afyon yutmuş Hint horozuna çeviren bir sihirbaz değneği olan sanat, aynı zamanda büyük bir propaganda aracıdır.
Medya, fuhuş sektörü, düzen ve egemen güçlerden oluşan emperyalist koalisyon, sanatçı(!)yı kullanıyor; Sanatçı da birazcık onları. Ya da, kullanılan sanatçı, kullandığını sanıyor. Sanatçı, emperyalist sektörün kuklasından başka bir şey değildir; yığınlar da kukladan zevk alan, ipleri fark edemeyen çocuk akıllılar.
İçki ve esrar cinsinden uyuşturucuların haram kılınmasının hikmetleri; aklı gidermesi, insanı uyuşturması, düşünceden ve iyi şeylerden alıkoyması ve bağımlılık yapmasıdır. Bu sayılan özelliklerin tümü, günümüzdeki sanatta ve en çok da müzikte bulunmaktadır. Müzik kafalı müzikomaniler, daha da ileride müzikomanyaklar, yeni türeyen varlıklardır. Yarınlarımız da bu türedilere emânet. İzinden gittikleri Ata’larının emirlerini daha çağdaş hale getirip uygulama içindedirler: Ey Türk gençliği! Birinci vazifen müzik dinlemek, maça gitmek, TV seyretmek, chat yapmak ve atari oynamak; böylece boşvermiş gençlik olmaktır. Her türlü rezâlet için muhtaç olunan araç Yeni Dünya Düzeni ve T.C. düzeni tarafından ortaklaşa karşılanacaktır. Her aradığın, medyada mevcuttur...
Uluslar arası emperyalizm, Türkiye’ye sık sık övgüler, birincilikler, madalyalar dağıtır. Hangi konuda mı? Sanat konusunda. Durun, hemen sevinmeyin, sanatımız Avrupa’da bile takdir ediliyor diye. Daha çok cinselliği, dini karalamayı, ahlâksızlığı ön plana çıkaran o biçim sanatlardadır bu ödüllendirilenler. Festivallerde başarılı olan filmlerin hemen hepsi o biçimdir ya da insanımızı karalayan, inancına düşmanlık edilen cinstendir. Güzellik(!) yarışmalarında ön sıralarda
- 116 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yarışmalı Türk kızları ki, Batı uygarlığına yaklaşılsın! Folklorda (halk danslarında), Eurovision yarışmasında birincilikler verilir, halk bunlara daha fazla önem versin diye.
Emperyalistler sadece rûhu sömürmezler; onların dini-imanı para olduğuna göre, sanat, ayaklarıyla insanın parasına da sülük gibi yapışacaklardır. İlmî bir kitap 70 milyonluk ülkede bin beş yüz basıp satamazken, bir arabesk müzik kaseti iki milyon, üç milyon satabiliyorsa, gerisini siz düşünün; hem maddî yönünü, hem mânevî yönünü. Bir kaset kaç liradır; yüzlerce sanatçı(!)nın binlerce kasetinin tüketimini hesaplayın. Milyonlarca lira vererek aldığı biletle bir gece önce stadyum kapılarında sıraya giren on binlerce gençliğin rock starını dinlemek için mânevî fedâkârlıklar yanında, maddî kayıplarını toplamaya çalışın. Bunun hemen göze çarpmayan yönleri de var. Aylardır insanlar, her türlü çözüm bekleyen sorunlarını bir kenara bırakmış, bayağı mı bayağı, pespâye mi pespâye “Popstar Yarışması”nın dedikodularıyla meşgul. Uydurma ses ve güzellik yarışmalarıyla kandırılıp dolandırılanlar, hayranı olduğu şahıs gibi sanatçı, artist olmak için evden kaçıp kötü yola düşenler, hayranı olduğu sanatçının giydiğini giymek için varını yoğunu verenler, hem parasından, hem başka şeylerinden olanlar...
Kapitalist düzenlerde her şey menfaat ve kâr amacına yöneliktir. Çok lüzumsuz şeyler bile ihtiyaç zannettirilerek tüketimini sağlamak için insanlar zayıf yanlarından yakalanacaktır. Göz ve kulak, hakkı görüp işitmeyeli, iyice zayıflamış; kalp ibâdetlerle gıdâlanmadığından kendine tuzak kuran avcıları hissedemez olmuştur. Emperyalistlere kolay yem olmak için, insanların, gerçek dinden uzaklaşmaları gerekir. Bu iş, sanat ve düzen işbirliğiyle sağlanarak altyapı oluşturulmuştur çoktan. Cinsel duygular sömürülerek, sanat ve güzellik anlayışı daha da bayağılaştırılarak bir sektör geliştirilir: Fuhuş sektörü. Fuhuş sektörü deyince sadece genelev patronunun kaç yıldır vergi rekortmeni olması aklınıza gelmesin. O aysbergin sadece görünen küçük parçasıdır. Müziğin, eğlencenin, sinemanın, gece hayatının, TV. programlarının, makyaj ve her türlü güzellik malzemelerinin, modanın, daha sayılabilecek buna benzer şeylerin oluşturduğu büyük bir sektördür bu.
Büyük şehirlerin caddelerinde küçük bir gezinti yaparsanız, dükkânların en az yarısının cinsellik ve fuhuş sektörüne (pardon, sanata) hizmet ettiklerini görecek, gariban halkın paralarının hangi yollarla nereye aktığını anlayacaksınız. Modayı düşünün. Özgür olduğunu zanneden insanlar, neyi giyeceğine bile kendileri karar veremiyor. Onları kimler kukla gibi kullanıyor?! Paris’teki modacının isteği dışına çık bakalım kolaysa. Tabii, moda sık sık değişecek, birkaç defa giyilen tuvalet, artık tuvalete giderken bile giyilemez olacak, yerine bir başka giysi gelecek. Paralar da sektöre akacak. Mankenler ve sanatçılar bu sektörün başrol oyuncuları; modacılar, kumaş satıcıları, dokuma sanayicileri ve terziler de figüran kadrosu.
Sanat maskesi takan fuhuş sektörü (fuhuş, Kur’ânî kavram olarak her türlü aşırılığı, özellikle günah yoluyla aşırılıkları ifâde eder), sadece inançsızlığın, ahlâksızlığın değil; aynı zamanda enflasyonun da en önemli sebebidir. Sanat da arz-talep işidir. Sanat ticârî bir metâdır. Halkı çağdaş uygarlığa çıkarmak hedefiyle fuhuş sektörünün kurbanı yapan düzenin kendisi de, bu sektör için ne
CÂHİLİYYE
- 117 -
bütçeler ayırmaktadır... 505
Devletin izin ve kontrolünde “umumhâne” veya “genelev” denilen ücret karşılığında fuhuş yapılan yerler, Batılılaşma ile birlikte önce İstanbul’un Galata semtinde Karaköy’de açılmış, sonra giderek Anadolu’nun hemen her vilâyetine yayılmıştır. İlk açılan resmî (devlet kontrol ve izniyle) fuhuş yerlerinin I. Dünya Savaşı esnâsında olduğu, Osmanlıların fiilen kendileriyle savaştığı ülkelerden ve özellikle Rusya’dan çok sayıda fâhişenin bu evlerde Türk gençlerine hizmeti, üzerinde düşünülmesi gereken hususlardan biridir. Müslümanlarla esas savaşın inanç ve ahlâkî esaslarda Kur’an’ın yasakladıkları şeyleri yayarak yapılacağını bilen düşmanlar, savaş cephelerinde yardım adı altında şimdilerin AIDS’i kadar yıpratıcı ve öldürücü olan frengili kadınları hemşire kılıfıyla cephelere sürmüşler, onlar da Türk askerlerine hizmet(!) sunarak, ordunun büyük ölçüde belsoğukluğu da denilen frengi hastalığına yakalanıp telef olmasına sebep olmuşlardır. Ayrıca zinâ yapan askerlerin Allah için savaş yapacak dinamikleri ne ölçüde yitireceğini hesap eden düşmanlar, insanî yardım maskesi altında ordunun gücünü büyük ölçüde fuhuşla kırmayı başarmışlardır. Eş zamanlı olarak çok sayıda fâhişeyi başta İstanbul olmak üzere Osmanlı şehirlerine ihraç eden kâfirler kaleyi içten çökertmenin yolunu bulmuşlar, top ve tüfekle yapamadıklarını fâhişeler eliyle daha kolay yoldan halletmişlerdir. Osmanlı Devletinin can çekiştiği ve savaş cephelerinden başka işlere vakit ayıramadığı kargaşa ortamından yararlanan ve halkın asâyiş ve inanç yönüyle yaşadığı kargaşadan yararlanmışlar, iman ve takvâya dayanan arka planı giderek güçsüzleşen örf ve ahlâkî anlayışın Batılılaşma istek ve anlayışına güç yetiremediği bir ortamda fuhuş silâhının tahribi en çok hasar veren truva atı olmuştur.
Göğsüne indirdiği sert yumruklarla “ben de müslümanım el-hamdü lillâh” diyen nice erkeğin evlenmeden ilk deneyimlerini pis fâhişelerin yanında tatmaları, hatta nicelerinin evlendikten sonra da bu çirkin işe devam etmeleri, müslümanlıkla nasıl bağdaşacaktır? Kendi hanım ya da kızları bu işi yapmış olsa hiç çekinmeden silâha sarılıp yıllarca hapis yatmayı seve seve kabul eden nâmuslu(!) erkeklerin aynı işi hiç sıkılmadan yapmaları, hangi nâmus anlayışıyla izah edilebilir? Türkiye’de kaç erkek, gerçekten bekâr olarak evlendikleri belki hiçbir anketle tespit edilmemiştir, ama oran her halde müslümanlara yakışacak kadar az değildir. Kaç kız babası, kendi kızının nâmusu kadar dâmâdının da nâmuslu olup olmadığını araştırıyor? Nûr Sûresi, 3 ve 26. âyetlerin yasakladığı bir nikâha kapı açanların sayısı ne kadardır? Yani erkeğin ve babasının aradığı kızın bâkireliği kadar erkeğin “bâkir(e)liği” önemseniyor? İslâm, her konuda adâletli bir dindir, cinslerden birine haksızlık yapacak şekilde ayrım yapmaz. Zinâ suçu ve cezâsı için kadınlara nasıl bakıyorsa, erkeğe de her yönden aynı şekilde bakar. Her ikisinin de yaptığı ahlâksızlığa fâhişelik der. Evet, bayan gibi bu çirkin işi yapan her erkek de fâhişedir, nâmussuzdur.
Homoseksüellik ve her çeşit fuhşun sebep olduğu AIDS gibi korkunç hastalıklar bile, İslâm’a inanıp teslim olmuş kimselerin dışındakilere caydırıcı olamıyor. Âhiretteki cehennemi önemsemeyen akılsız kimsenin, ölümcül hastalıklara atılması da sürpriz ve anormal sayılmamalı. İslâmî devlet ve toplum anlayışının
505] İslâm'da ve günümüzde sanat anlayışı ile ilgili geniş bilgi almak için bk. Ahmed Kalkan, Müslümanın Sanat Anlayışı, Rağbet Y.
- 118 -
KUR’AN KAVRAMLARI
önemi bu konuda da kendini gösteriyor. Din düşmanı düzen ve câhiliyye toplumuna dönüşmüş sosyal çevre, devamlı fuhuş üretiyor. Fuhuş, sektör olmuş, “bacasız sanâyi” ve “dünyanın ilk mesleği” gibi yanlış ifâdelerle reklâmı yapılan bu dal, helâl-haram kelimelerine lügatında yer ayırmayan Kapitalizmde pis de olsa çok para getiriyor. Fakir halkın da bu sektöre bilinçli-bilinçsiz varını yoğunu akıttığını, kirli de olsa çok parayı, temiz olan helâla tercih eden kapitalistlerin fuhşu nasıl sömürüleri için bir araç olarak gördüğünü tespit için caddelere çıkıp göz atmak yeterli olacaktır.
Balık baştan kokmakta, düzen, resmî kurumlar, kapitalistleşmiş çevre sivrisinek üretmektedir. Bataklık kurutulmadan fâhişe sivrisineklerle mücâdele sonuç getirmeyecektir. Tevhîdî iman hâkim kılınmadan ahlâkî öğütler, delik kaba su doldurmaya çalışmak demektir. Fuhşa bulaşmış insanların zührevî hastalıklar yanında rûhî hastalıklar, psikolojik anormallikler içine düşüp her konuda sapıklaştıkları ve çevrelerini de her yönden rahatsız ettiklerini gözönünde tutmak gerekir. “Utanmıyorsan, dilediğini yap!” diyen Rasûlullah, hayâsız kişinin mânevî yönden ölüme terkedilen kişi gibi olduğunu söyler. Doktorun ölümü beklenen hastaya: “Ne istersen ye, serbestsin!” demesi gibi der. Dolayısıyla iffetin kaybolması kişinin toplum içinde şeref ve itibarını kaybetmesine, bu yüzden de başka ahlâkî kusurları yapabilecek hale gelmesine yol açar. Fuhuş, sevgisiz olarak vücudunu satmak olduğundan insanî özelliğin her yönünü tahrip eder. İnsanın et ve deriden ibâret olan bir varlık, bir eşya hükmüne konulmasıyla; kişilik şuurunu yıkan insanlık şerefine vurulan en ağır darbedir.
Giderek globalleşen ve Amerika’nın yön verdiği yeni dünya düzen(sizliğ)i içine giren, vahşî ve gayr-ı insanî Batı değerlerinin dinsiz ve ahlâksız kriterlerine kurtarıcı diye sarılan günümüz dünyası, kıyâmeti, kaos ve rezilliği yaşamaktadır. Bundan büyük helâk olur mu? Dinin fert, toplum ve devlet hayatındaki etkisini büyük ölçüde ortadan kaldıran modernist hayat felsefesiyle birlikte son yüzyılda fuhşun bin bir çeşidi giderek meşrûlaşma zemini ve daha çok yayılma imkânı bulmuştur. Modern Batı’da harâretle savunulan bireycilik, saptırılmış özgürlük anlayışı ve bunların sonucu olarak gençlerin âile ilgisinden, terbiye ve himâyesinden yeterince faydalanamaması, aynı dünya görüşünün bir ürünü olan lüks ve pahalı yaşamanın ev ve âile kurmayı zorlaştırması, ekonomik ve siyasî başarının en yüksek ideal kabul edilmesi ve cinselliğin bu amaç için sömürülmesi gibi sebepler yüzünden modernizmin benimsendiği toplumlarda veya kesimlerde fuhşun da yaygınlaştığı görülmektedir. Aslında bazı çevrelerde din ve ahlâk gibi kurumlara karşı çıkmanın temelinde, modern zihniyet yanında uyuşturucu pazarıyla da yakın ilgisi olan fuhuş sektörünün çıkarları bulunmaktadır. Fuhşa karşı ahlâk terbiyesi, güçlü âile yapısı, toplumsal kontrol gibi mekanizmaları canlı tutması yanında kesin hukukî ve sosyal önlemler de alan İslâmiyet fuhuş sektörünü özellikle rahatsız etmektedir. Fuhşu günah, ayıp ve en sonunda yasak olmaktan çıkarma eğiliminde olan modern zihniyet, sözde özgürlük adına fuhuşta sadece zor kullanma ve zarar vermeyi reddetmekte, fuhşun fert ve toplum üzerindeki yıkıcı etkileri bu düşünce sahiplerini fazla ilgilendirmemektedir.
Henüz tam Batılılaşamamış Türkiye gibi ülkelerde, özellikle hâlâ Doğulu kafasını değiştirememiş kesimde kadınların zinâsı suç ve nâmussuzluk sayılırken erkeklerinki delikanlılık ve övünç meselesi kabul edilebilmektedir. Türkiye gibi Batılılaşmaya çalışan ülkelerde resmî işlem yaptırmayan dinî nikâhlı evlilikler
CÂHİLİYYE
- 119 -
kanunen suç sayılır ve doğan çocukları “piç” muâmelesi görülürken; bekârların kendi isteğiyle zinâsını suç sayan bir kanun yoktur. Evli kimselerin metres hayatları, sevgililik ve arkadaşlıkları, “ay boşandık, ama yine birlikteyiz, bilseniz ne kadar mutluyuz!” tavırları fazilet gibi sunulmaktadır. Evli-bekâr herkes için genelevler veya randevu evleri devletin koruması altındadır. Kadınlara hak ve özgürlük, kadın-erkek eşitliği gibi parlak sloganlar arkasına gizlenen İslâm dışı dünya görüşleri, kadına fâhişelik sıfatını kendi istediği zaman ve istediği kişilere kullandığı halde, erkeğe benzer bir suçlama yapmaz. Bu ülkede de fuhuş ve zinâ konusunda hem halk anlayışı ve hem resmî kanunlar açısından kadınla erkek arasında çük büyük farklar vardır. İslâm erkekle kadının tüm hayır ve ibâdetlerine eşit sevaplar vaad ederken, kadın olsun erkek olsun, aynı suça aynı dünyevî ve uhrevî cezâyı öngörmekte ve bu gibi konularda tümüyle eşitliği uygulamaktadır. Kadın haklarına yeterli önemi vermediğini iddiâ ederek kasıtlı şekilde İslâm’a çamur atan Batı zihniyeti, kadını seks kölesi haline getirmek için her yolu mubah gören tavırlar sergilemekte, kadını, kadın özgürlüğü ve kadın hakları kavramını istismar ederek bu cinse en büyük zulümleri revâ görmektedir.
Batı, seks hürriyeti, bir başka ifadeyle cinsel özgürlük ile ortaya çıkan ciddi anormalliklere çözüm bulamamanın ıstırabını yaşıyor. Âile hayatı, Batıda tarihe karışmak üzere, Erkekler ve kızlar, evlilik sorumluluğu ve görevlerinin altına girmektense, evlilik dışı beraberlik ve yaşam sürdürmenin hafifliği içinde tatmin aramakta. Şehvetin doyma hissini temsil eden bir midesi olmadığı için, akla gelmedik değişiklikler ve tatmin için farklılık peşinde koşturan nefis/hevâ, sahibini perişan ediyor. Homoseksüel evliliklere izin veren otoriteler, kiliseler ortaya çıktı. Uyuşturucu ve fuhuş ile kriminal suçlar arasında sıcak ve yakın bir ilişki sözkonusu. Birleşmiş Milletler, AIDS’in Batı Avrupa’da yeniden yayılmaya başladığını, Doğu Avrupa ve Orta Asya’da da büyük tırmanışa geçtiğini 2004 yılında, hâlâ duymak istemeyenlere olanca yüksek sesle haykırıyor. HIV salgınının en hızlı geliştiği yerler olan Doğu Avrupa ve Orta Asya’da, 1998’de 30.000 olan kayıtlı HIV taşıyıcısı sayısı, 2003 yılında tam bir buçuk milyona yükseldi. Sadece kendileri için değil, âileler ve sosyal çevresi için de ciddî bir tehdit oluşturan hastalık, en çok gayri meşrû ilişki, yani fuhuş yoluyla geçiyor ve kan ürünleri yoluyla mâsum insanları da tehdit edebiliyor. Bu işin tedâvisi için halk, devletler ve sigorta şirketleri olağanüstü büyük paralar ödemek zorunda kalıyor. Hastalar, âileleri ve arkadaş çevresi için uzun süren acılı günler yaşanmasına sebep oluyor. Fuhuş ve uyuşturucunun önüne geçilmediğinde modern Sodom-Gomore’ler ortaya çıkacak, bu sınır tanımayan cinsel özgürlük, toplumların feci şekilde intiharı olacaktır. Sigara ile başlayıp bira, alkollü içki, uyuşturucu ve fuhuş şeklinde gelişen ve hırsızlık, cinâyet gibi her çeşit kötülüğe ortam hazırlayan bataklıktan kultulmak için İslâmî değerlerin hâkim kılınmasından, fuhşa dur diyemeyen beşerî düzenlerden kurtulmaktan başka çare yok. Bu temel çözüme kadar, en azından âilelere çok iş düşmekte, İslâmî esaslara göre kurulacak âilenin güçlendirilmesi ve okul haline dönüşmesi gerekmektedir. Allah korkusu olmayan insanın kendini, çevresini ve içinde yaşadığı toplumu helâke ve her çeşit felâkete atması özgürlük olamaz, olmamalıdır. Bu, üreterek veya başka yolla ele geçirerek sahip olduğu bombaları çevresindeki insanlara rasgele atıp bombalama özgürlüğünden daha hafif bir suç değildir. Çocuklar, âile yapısı içinde İslâmî terbiyeden geçmeli ve içinde yaşayacağı toplumun her çeşit pisliklerine direnebilecek, onlarla mücâdele edebilecek bilinç aşılanmalıdır.
- 120 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kadın cinselliğiyle uzaktan yakından hiç ilgisi olmayan sözgelimi araba tekerleğinin reklâmlarına kadın bacağını yerleştirmekten çekinmemektedir. Kadına sadece cinsel obje gözüyle bakılma sonucu doğuran yaklaşım, Batı kaynaklı her çeşit faâliyette göze çarpmaktadır. Spordan ticarete, modadan eğlenceye, iş ve eğitim hayatından tatile, basından televizyona, müzikten değişik sanat anlayışına... kadar her şeyde kadın cinselliği öne çıkartılarak kadını sömürmekten ve erkekleri tahrik ederek toplumu ifsad etmekten geri durmamaktadır. Zinâ ve fuhuş sektörü denilince sadece genelevler ya da soyetenin tercih ettiği lüks randevu evleri akla gelmesin. Bavul ticareti kılıfıyla iş yapan Nataşa’lar, nice oteller, turistik yerler, plajlar ve akla gelebilecek hemen her şey bu sektöre âlet edilebiliyor. Arkadaşlık ve sevgili adıyla nikâhsız birliktelikler, metres hayatı, çıkmalar, müstehcen filmler, pornografik dergiler, internet üzerinden kadın pazarlamalar, telekızlar, televole kültürü, gece klüpleri, akla gelebilecek seksle ilgili her şeyi pazarlayan sex-shoplar, zengin kadınlara hizmet veren jigolo denilen erkek fâhişeler, travestiler, transseksüeller, eşcinseller, mankenler, sanat anlayışı, uyuşturucu kullanımı gibi konular düşünüldüğünde fuhuş fitnesinin boyutu değerlendirilebilir. Bütün bunlar özgürlük adına düzen ve çevreden tavır yerine destek alırken, karşı çıkanlar suçlanabilmekte. Meşhur tâbirle itler salıverilmekte, taşlar ise bağlanmakta. Bakılıp seyredilecek yerleri okunacak yerlerinden daha çok olan boyalı basının İslâm’a, tesettüre her fırsatta saldırmasının arkasında, bu fuhuş sektörüne dayalı kirli para ve çıkarlar sözkonusudur. Kadını en büyük ticaret ve kullanım eşyası gören anlayış, kendine düşman olarak tek zinde gücün İslâm olduğunu bildiği için İslâmî olan en küçük bir faâliyete tahammül gösteremiyor. Başörtüsü düşmanlığının arkasında da bu çıkarcı zihniyetin olduğunda hiçbir şüphe yoktur.
Komünizmin prangasından kurtulunca kapitalizmin pençesine düşen eski Sovyetler Birliği halkları, 20. asrın başında olduğu gibi 21. yüzyılın başlarında da “Nataşa”larıyla Anadolu’ya çıkartma yaparak yeni bir işgali gerçekleştirdiler. Sadece kadınların çalıştığı sektör olmaktan çıkıyor fuhuş. Adına “jigolo” denilen erkekler de para karşılığı metres ve bayan müşteri buluyorlar. Demokrasilerde, bu tür çare tükenmez: Bir türlü tatmin olmayı bilmeyen azgın sapıkların sapkın arayışlarına sunulan bir başka çözüm daha sunulur; Kadın, erkek fâhişeler yanında iki cinsin arasında kalmış travestiler fuhuş sektörünün alternatifidir. Grup seks denilen çağdaş mum söndü âyinleri, çocuk yaşta fuhşa zorlanan, kandırılan, tuzağa düşürülen körpe çocuk ve gençler. Seks turizmi, fuhuş otelleri, Bodrum, Marmaris ve Antalya gibi üstsüz ve altsızların cirit attığı yerler, beyaz kadın ticareti, uyuşturucular ve daha neler neler...
Dizi filmlerde, pembe dizilerde, sinema filmlerinde cinsellik ve gayr-ı meşrû ilişkiler, ahlâksız bir hayat alabildiğine normalleştirilir ve hatta özendirilir. Bâtıl Batı zihniyeti, homoseksüellere, “gay” ve “travesti”lere verdiği hak ve özgürlüğün onda birini başörtüsüne niye vermiyor, anlamak zor değildir.
Filmlerde, halk arasında, askerler ve öğrencilerin birbirleriyle konuşmalarında, şakalaşma ve kavgalarda, hiç yeri ve suçu olmadığı halde, kişilerin anasına “or...” ve benzeri kelimeler söylemeleri, analarına ve karılarına sövmelerini, ya da kızılan bir kadına “fâhişe, kaltak, sürtük” vb. kelimeler kullanarak bu suçlamayı tereddüt etmeden yapmaları, İslâm’la bağdaşmayacak ve çok büyük cezâsı olan bir suçtur. İslâm’ın hâkim olduğu bir toplumda kadınlara uluorta böyle hakaret
CÂHİLİYYE
- 121 -
edilip suçlanmasına, onlara sövülmesine müsâade edilmeyeceğini belirtelim. Kadın haklarını öne çıkarttıklarını iddiâ eden ve İslâm’ı bu konuda suçlayan kimselerin kulakları çınlasın! Vatanın nâmusunu bekleyip koruduğunu iddiâ eden askerlerin, erbaş ve subayları tarafından sık sık analarına, avratlarına sövülmesi gibi olaylarda, kendi karılarının ve analarının nâmuslarını bile koruyamadıklarının nasıl bir tezat teşkil ettiğinin düşünülmesi gerektiğini ifade edelim. Ayrıca, nâmus cinâyetlerinin, töre cinâyetlerinin câhiliyye toplumunun özelliği olduğunu, dinimizin nâmus problemlerine karşı kadının yakınlarının uluorta bu pisliği kanla temizlemek(!) istemelerini kesinlikle onaylamadığını belirtelim.
Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir bilmez hale getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı tek çıkar yol olarak düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet zevkinden mahrum bırakılmış, kısacağı çağdaşlaştırılmış insanın şu veya bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin istismârına yönelik kapitalist tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir. Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir. İman olmadan ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın Kur’an’ı yaşamak olduğunu bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak, inandırmak, benimsetmekten başka çıkar yol gözükmüyor. Tevhidî anlamda gerçek bir iman olmadan insanın ahlâklı, nâmuslu ve şerefli olması da mümkün değildir. Çünkü izzet; ancak Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir.506Seks manyağı haline gelmiş erkeklerden çok, onların hanımları ve çocukları acınacak durumdadır. Nice aile var ki, içinde kıyâmetler kopuyor. Zinâ yapan, fuhuş evlerine giden, turistik beldelerde bitli turistlerle yatanların yarısından çok fazlasının evli insanlar olduğu belirtilir. Tertemiz değilse bile en azından kocası gibi fâhişe olmayan, az-çok nâmuslu ev kadınları, uykusuz gecelerde kocalarının yolunu beklerken, kocaları kim bilir kimlerin yanında neler arıyor? Böyle ailelerin çocukları da potansiyel suçlu ve ahlâksız adayı olarak yetişiyor. Kim, bu seks manyağına dönüşmüş, zinâkâr sarhoş adamların evli ama dul karılarına ve babalı ama yetim çocuklarına el uzatacak? İslâm’a düşman Batı hayatının hiçbir suçu olmasa bu suçlar yeter de artar. İslâm Devleti ve İslâmî değişim ve dönüşüm olmadan bu bataklık kurutulamaz. İslâmî iman ve yalnız Rabbe kulluk olmadan insanın dünyada da âhirette de durumu hüsrândır. Kurtuluş, Allah’ın dininde, O’nun Kitabına uygun hayatta, Allah’ın indirdiklerinin tatbik edilmesindedir.
Her çeşit aşırılık ve azgınlık, fahşâ ve fuhuş insanı Allah’a ibâdetten alıkoyduğu gibi; namaz da insanı her çeşit kötülükten, fahşâ ve fuhuştan alıkoyar.507 Biri varsa, ötekine yer yoktur. Ya Allah’a kulluk, ya hevâya kulluk.
Müslümanın kaybedeceği zamanı yoktur. Kendisini dünya ve âhirette kurtaracak inanç ve ilme sahip olmalı ve sâlih amellerle takvâsını arttırıp bildiklerini gerek sözle gerekse örnek davranışlarıyla çevresine tebliğ etmelidir. Zinânın cezâsının ne olduğu, yani recmin cezâ olarak kabul edilip edilmemesi konusunda gereksiz tartışmalar müslümanlara bugün için pratik hiçbir fayda sağlamaz. Bu teorik tartışma, iki yönüyle uygulama dışı olduğundan gereksiz ve hatta zararlı kabul edilebilir. Birincisi, zinâ suçuna cezâ verebilmek için bir kadın ya da erkeğin kendi özgür irâdesiyle yetkili makamlar önünde zinâ suçunu itiraf etmesinin
506] 63/Münâfıkun, 8
507] 29/Ankebût, 45
- 122 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dışında, en az dört kişi tarafından bilfiil çok net olarak bu çirkin işin en mahrem şekilde görülmesi ve ağız birliğiyle dört kişinin şikâyeti ve sonuna kadar ısrarı gerekmektedir. Bu, günümüzde genelevlerden çıkanlar açısından bile uygulanamayacak bir durumdur. Hele İslâmî kanun, kural ya da ahlâkın az-çok önemsendiği bir ülke ve ortamda yüz senede bir belki ancak uygulanabilecek bir cezâ olmasıdır. Yani, ister yüz değnek, ister taşla öldürme olsun, zinâ ve fuhuş gibi bireyleri ve toplumu çok yönden tahrip eden çirkin bir eyleme uygun görülen cezânın psikolojik olarak caydırıcı bir cezâ olması, pratik olarak uygulanmaktan daha çok, teorik olarak caydırıcı bir cezâ olarak sunulmasıdır. İkincisi; Bu cezânın verilmesi için Allah’ın indirdiği bütün hükümlerle hükmeden İslâm Devletinin varlığı gerekmektedir. Zinâya giden yolların tıkanmadığı, tersine câzip kılındığı gayr-ı İslâmî düzenlerde zinâ suçu, birinci maddedeki zorluk tümüyle aşılsa bile İslâm’ın öngördüğü cezâ verilmeyecektir. İslâm, günümüzdeki düzen ve ortam kurbanı zavallılara cezâ ile yaklaşıp onları ürkütüp soğutan bir din değildir. Onları her türlü câhiliyye çirkefliğinden kurtarmak isteyen, şirk dâhil, her çeşit pislik ve günahtan pişmanlık duyanları affedip kurtamaya hazır merhamet dinidir. Yoksa, kimilerinin zannettiği gibi, tedric gibi süreci öngörmeden, gelir gelmez insanlara cezâ veren, sözgelimi kerhânelerin önüne idam mangaları yerleştiren bir din değildir İslâm. Hazırlayacağı inanç, kültür ve ahlâk altyapısı, ekonomik destek, evliliği kolaylaştırma, zinâya yaklaştıran her türlü şehevî ortamları yok edip insanı fıtrat çizgisine yerleştirme gibi tedbirler almadan İslâm, kimseye cezâ vermez, verilmesini onaylamaz. Fâhişeler ve seks manyağı haline gelmiş gençler dâhil, günümüzün insanı kızılmaktan çok acınmaya lâyık zavallı düzen kurbanlarıdır. Onlara da İslâm’ın güzelliği ulaştırılabilse bu çirkinlikler kendiliğinden uzaklaşacaktır. Ayrıca şunu bir tercih olarak belirtelim ki; Kur’an zinanın cezasını net olarak belirlemiştir.
Ne mutlu, dilini ve belini koruyan, ağzına gireni ve ağzından çıkanı İslâmî ölçülere göre tanzim edip nâmusunu muhâfaza eden edepli gençlere! Gözünde haram bakışların isi olmayan erkeklere ve yüzünde haram bakışların lekesi olmayan kızlarımıza selâm olsun!
Câhiliyye, Tarihte Olduğu Gibi, Yine Kur’an’la Yok Edilecektir!
Bütün mûcizelerinin yanında Kur’an, tarihin akışını değiştirmiş, en köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan bir ağaçtır. Kendisine yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam bir sofradır. Göklere doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah’ın uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şahid olduğu en büyük devrim, Kur’an’ın gerçekleştirdiği inkılâbdır. Kur’an, kişileri kısa zamanda, tepeden tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nuruyla ihya etmiş, diriltmiş, değiştirmiş, dönüştürmüştür.
Fert planında sözgelimi, Ebu Cehil’in samimi arkadaşı, eli silahlı katil adayı Ömer, Peygamber’i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği Kur’an onu bir anda değiştirivermiştir. Kızını toprağa diri diri gömen Ömer, Kur’an sayesinde insanları ihya eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet ve adalet timsali Hz. Ömer oluvermiş. Fert planında tek tek yaşanan bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur’an, toplumu da, düzeni de kökten değiştirmiştir.
CÂHİLİYYE
- 123 -
Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine saldıran, o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur’an’ın gerçekleştirdiği inkılâp sayesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada at koşturan, en büyük devlet ve medeniyet olmuşlar.
Gerçek Anlamda Çağ Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur’an’dır: Kur’an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, câhiliyyenin çağ anlayışı da cahilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak değerlendirir. İslâm’ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü’l-azm denilen büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını yeniden oluşturan inkılâbın köşe taşıdır. Mûsâ (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılâb, Kur’an’ın yaptığı inkılâb; en büyük inkılâbçı da Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Kur’an’la câhiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur’an’la birlikte Kur’an’ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saâdet; inkılâbçı insanın adı da müslüman’dır artık. Diğer devrimler, adına inkılâb denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye başlanmıştır. Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin adına devrim; küçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman dilimlerinin adı çağ olamaz.
İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı câhiliyye çağının karanlıklarında yaşıyor. Câhiliyye, İslâm’a zıt, putçu bir inanç sistemidir.508 Câhiliyye bir hayât felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir.509 Câhiliyye ahlâksızlık, hayâsızlıktır.510 Ve câhiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir.511 Câhiliyyenin temel vasıflarından kölelik hâlâ hükmünü sürdürmektedir. İnsanlar bugünkü modern câhiliyyede şeytanın, nefislerinin, heva ve heveslerinin kölesi durumunda yaşarlarken; bir yandan da kullara kulluk-kölelik yapmaktalar. Yabancı emperyalistler ve yerli sömürücüler modern köleliği devam ettiriyorlar. Eski câhiliyye devrinde bazı insanlar kızlarını diri diri toprağa gömüyorlar, kızlarının dünya hayâtlarını yok ediyorlardı. Günümüzdeki modern câhiliyyede kız-erkek bütün çocuklar, öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor. Çocukların fıtratları bozulduğu ve mü’mince yaşatılmadığı için âhiretleri, ebedî hayâtları mahvediliyor. (Tabii, kürtaj, intihar, uyuşturucu gibi şeyleri saymaya gerek görmüyorum.) Kısaca, Kur’an gelip câhiliyyeyi değiştirmeden neler varsa, modern biçimde bugün de, buralarda da arz-ı endam etmektedir.
Peki, Kur’an, aynı Kur’an olduğuna göre, bugünkü câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur’an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur’an, niye artık inkılâb yapamıyor? Kur’an değişmemiştir, ama Kur’an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur’an anlayışı, Kur’an’a bakış, Kur’an’a yaklaşım değişmiştir. Kur’an, aynı Kur’an’dır, ama Kur’an’a yönelmesi gereken insan, Kur’an’a sahâbe gibi yönelmiyor. Çeşme, bin
508] bk. 3/Âl-i İmran, 154
509] bk. 48/Fetih, 26
510] bk. 33/Ahzâb, 33
511] 5/Mâide, 50
- 124 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayât veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları fark eden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur’an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.
Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez. “Kur’an şifâdır.”512 Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşamıza. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor.
Kur’an’ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü’minin Kur’an’a imanı, zaten onu yaşamak içindir. “İşte bu Kur’an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır. Artık Kur’an’a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız.”513 Mü’min, Kur’an’ı, musikisinden yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir. “Allah, şu Kur’an’la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır.” 514
Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur’an’dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. “Benim zikrimden (Kur’an’ımdan) yüz çeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayât ve geçim sıkıntısı vardır.” 515
Bir ilke, bir kanun fert ve cemiyet hayâtında ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır. Yok, sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum hayâtının akışına yön vermiyorsa onun mevcudiyetinin fiilî bir önemi yoktur. İnanılan ve kabul edilen bu ana kaideyi iman ve amel hayâtımıza uygulayarak şu soruları kendimize yöneltebiliriz:
Yüce Allah’ın varlığına, birliğine, yaratıcılığına, bilgisi ve gücü sınırsız, ortağı olmayan bir Rab olduğuna inanmamızın hayâtımızdaki rolü nedir? Onun bildirdikleri, emirleri ve yasaklarını ihtivâ ettiğine inandığımız Kur’ân-ıKerim’in kişisel ve sosyal hayâtımızdaki etkinliği nedir? Kur’ân-ıKerim vicdanların hâkim düzeni ve pratik hayâtın tatbik edilir nizamı olmadan mâziyi, hali, istikbali bilen Allah’ı fiil ve hayâtımızda biricik ma’bud; ortaksız ilâh tanımamız mümkün
512] 10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44
513] 6/En'âm, 155
514] Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II, 341
515] 20/Tâhâ, 124
CÂHİLİYYE
- 125 -
müdür? Elbette ki değildir. Zira Allah’ın haram kıldıklarını helâl kılan, helâl kıldıklarını da haram kılan kişileri ve sosyal kurumları meşrû tanımak, onları ma’bud edinmektir. İlâhî yasaları yürürlükten düşürmek ve bu yasalarla çelişen prensipleri yüceltmek ise Allah’a şirk koşmaktır.
Devrimiz müslümanları, ilâhlar edinip Allah’a ortak koşmayı, sadece putlara tapmak gibi eksik ve kısır bir anlayış içinde kabul eder olmuşlardır. Bu kabulden ötürüdür ki, Allah’ın ferdî, ailevî ve ictimaî hayâtı tanzim edecek emir ve yasaklarını içeren Kur’ân-ıKerim, düzenleyicisi olması gereken günlük hayâttan çekilmiştir. Dirileri canlılığa ve ebedîlik aşkına erdirmesi gerekirken mezarlık kitabı olmuştur. “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucu olanı, Allah’a şirk koşmalarıdır. Dikkat edin, ben size onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklar. (Bu da onlar için Allah’a bir nevi şirk koşmak olacak.)” 516
Allah’ın yanısıra ilâhlar tanımak, bağışlanmayacak ve cehennem azabına uğratacak pek büyük bir suç olduğu içindir ki, ilk mü’minler ilâhlar edinme anlamına gelebilecek davranışlardan şiddetle kaçınıyorlardı. Bu sebepledir ki Kur’an’la bildirilen helâllar ve haramlarla çelişen inançları, gelenekleri ve uygulamaları hemen bırakıyorlardı. Kur’ân-ıKerim’in yasalarına uymayı Allah’ı ma’bud tanımanın gereği görüyorlardı. Bu şuurlarından ötürüdür ki Rabbimizin Kur’an’da “Namaz kılınız” emri gelince bütün mü’minler namaz kılmaya başlamıştı. “Zekât veriniz” emri gelince, şartlarını taşıyan mü’minler, vermeyi bir iman zevki ve vicdan neşesi haline getirmişlerdi. “Savaşınız” buyruğu ise bütün mü’minleri iman saflarında savaşmaya hazırlamıştı.
Kadın ve erkek, Peygamber devrinin her mü’mini, Kur’an’ın ferdî ve ailevî hayâtı tanzim eden her emrini, sosyal, iktisadî ve hukukî münâsebetleri düzenleyen her düsturunu aynı iman ve şuurla derhal tatbik ediyor ve Kur’an’ı yaşanan bir nizam haline getiriyordu. Onlar biliyorlardı ki, Kur’an’ın yüce emir ve yasaklarını tatbik etmemek; şanlı Peygamber’in önderliğinde yaşamamak, imanı anlamsız kılmak, hayâtı gayesiz bir mâceraya sürüklemek, âhiret saâdetini putperestliğe feda etmektir. Biz de bugün kişilerin putlaştırıldığı, düzenlerin ilâhlaştırıl-dığı modern câhiliyette yaşıyoruz. Dünya ve âhirette hor ve hakir olmaktan kurtulmak için ashâbın Kur’an’a yaklaştığı gibi yaşamalıyız. Sadece Allah’a kul olabilmek, özgürlüğe kavuşup yükselmek için Kur’an’ı harfiyyen ve aynı heyecanla hayâtımıza geçirmeliyiz. “(Siz) O’nun Kitabı Kur’an’a uyun. O’nun emirleri ve yasaklarına aykırı gitmekten de sakının ki merhamet olunasınız (da dünya ve âhirette mutluluğa eresiniz.)” 517 Kur’an gölgesinde hayâtını sürdüren canlı Kur’an adayı müslümanlar, câhiliyyenin önce kendi içlerindeki etkilerinden arınarak görevlerine başlamalıdır. Tüm câhiliyyeye karşı Kur’an’ın aldığı tavrı alan hamele-i Kur’an olan mü’minler, câhiliyye ile tüm bağlarını koparmalı, onun her çeşidi ve görüntüsüyle ölünceye kadar mücâdelelerini sürdürmelidirler. O zaman Kur’an’ın gerçekleştirdiği o en büyük inkılâbı, câhiyyeyi yerle bir edip saâdeti asra taşımayı çevrelerinde değilse bile, mutlaka kendi içlerinde gerçekleştirmiş olacaklar, âhiretteki bitmeyen saâdete ulaşacaklardır.
516] İbn Mâce, Hadis no: 4205
517] 20/Tâhâ, 98; 6/En'âm, 155
- 126 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tefsirlerden İktibaslar
“Onlar hâlâ câhiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?” 518
Mevdûdi diyor ki:
Bu bölümde519 Allah, kendi indirdiğiyle hükmetmeyenlerin 1- Kâfir, 2- Zâlim, 3- Fâsık olduklarını belirtmektedir. Aynı şekilde, Allah’ın indirdiğini bırakıp, kendisinin veya başkalarının ortaya koyduğuyla hükmeden kişi bu üç suçu da işlemiş olur. Önce, Allah’ın indirdiğini reddetmekle küfr suçu işlemiştir. İkinci olarak, bütünüyle adil olan Allah’ın indirdiğini çiğnemekle zulüm suçunu işlemiştir. Üçüncüsü olarak ise, Allah’ın kulu olduğu halde, üzerine Hâkim olanın indirdiğini bırakıp, kendisinin veya bir başkasınınkini benimsemekle fâsık olmuştur. Böylece uygulamada Rabbine bağlı ve tâbi olmaktan çıkmış ve otoritesini inkâr etmiş olmaktadır ki, bu da fısktır.
Bu küfür, zulüm ve fısk, İlâhi hükmü çiğnemenin parçalarıdır. Bu yüzden böylesi bir çiğnemenin olduğu yerde bu üç suçtan kaçınmak mümkün değlidir. Değişen niteliğine ve reddedişin boyutuna göre suçun cinsidir. Eğer bir kişi İlâhî hükmün yanlış, kendisinin veya başkasının hükmünü doğru kabul ederek, İlâhî hükme aykırı hükümde bulunursa, kelimelerin tam anlamıyla bu kişi hem kâfir, hem zâlim ve hem de fâsıktır. Bununla birlikte, eğer bir kişi İlâhî hükmün doğruluğunu kabul eder ve buna aykırı bir hüküm verirse, böyle biri İslâm toplumunun dışına çıkmış olmazsa da imanını küfr, zulüm ve fıskla karıştırmış olur. Aynı şekilde, eğer bir kişi hayatın her alanında Allah’ın hükmünü reddederse her bakımdan kâfir, zâlim ve fâsık sayılacaktır. İlâhî hükmü bazı noktalarda kabul eder, bazılarında reddederse, bunu kabul ve reddi oranında iman ve İslâm’ı küfr, zulüm ve fıskla karıştırmış olur.
“Her biriniz için kanun ve hayat tarzı kıldık” cümlesi, “Bütün peygamberler ve kitaplar aynı yaşama şeklini öğrettiği ve hepsi de birbirini doğrulayıp desteklediği halde, neden kanunlarının ayrıntılarında farklılıklar vardır?” şeklinde gelebilecek bir soruya cevap vermek için konmuş bir ara cümledir. Söz gelimi, yukardaki soru bir örnekle şöyle sorulabilir: Çeşitli peygamberlerin ve kitapların getirdiği kültürel ve sosyal düzenlemelerde, meşru ve gayri meşrunun sınırlarında ve ibâdet biçimlerinde neden bazı farklılıklar vardır?
Bu sorunun cevabı şöyledir:
1) Çeşitli konuların ayrıntılarındaki sözü edilen farklılıklardan, bunların ayrı kaynak ve kökenlerinin bulunduğu sonucuna varmak yanlıştır. Gerçekte hepsi de farklı toplumlara ve farklı zamanlara uygun düşsün diye farklı düzenlemeler getirici Allah’tandır.
2) Hiç şüphesiz Allah, başlangıçtan beri tüm insanlar için tek ve aynı Kanun’u koyabilir ve onların hepsini tek bir ümmet yapabilirdi; fakat pek çok gerekli nedenlerle böyle yapmamıştır. Buradaki hikmetlerden biri, kendilerine Allah tarafından verilene itaat edecekler mi, etmiyecekler mi diye insanları denemektir.
İlâhî Sünnet’in ruhu ve niteliğiyle birlikte, taşıdığı düzenlemelerin yerini
518] 5/Mâide, 50
519] âyet 44-47
CÂHİLİYYE
- 127 -
anlayan ve önyargılı olmayanlar, hangi biçimde gelirse gelsin gerçeği tanıyacak ve kabul edeceklerdir. Böyleleri Allah’ın öncekilerin yerini almak üzere gönderdiği yeni düzenlemelere teslim olmakta tereddüt göstermezler. Buna karşılık, Sünnet’in gerçek ruhunu anlamayıp, yalnızca düzenlemeleri ve ayrıntılarını Sünnet’in kendisi yerine koyanlar ve kendi yaptıkları eklentilerden dolayı bağnazlaşıp önyargıya kapılanlar, ellerindekini değiştirmek üzere Allah’tan gelen herşeyi reddedeceklerdir. Ve, bu tür bir deneme yukarda sözü edilen iki tür insanı birbirinden ayırdetmek için gerekliydi. Bu yüzden değişik kanunlar ve düzenlemeler yapılmıştır.
3) Kanunların hepsinin gerçek hedefi, görünürde taşıdıkları farklılıklara bakmadan, Allah’ın insanlara üzerinde yarışmalarını emrettiği faziletlerin yeşertilmesidir. Bu yüzden, Kanun’un gerçek amacını göz önünde bulunduranlar, İlâhî Kanunların ve düzenlerin gösterdiği çizgide bu amaca doğru yürümelidirler.
4) Önyargıların, inadın ve yanlış zihni tavırların ürettiği farklılıklar ne polemikçi sempozyumlarda, ne de savaş alanlarında çözülebilir; bütün bunlar nihaî hükmüyle Allah tarafından karara bağlanacaktır. Bu son Hüküm günü, gerçek açıklanacak ve insanlar hayatları boyunca daldıkları tartışmalarda yatan Hakk’ın veya Bâtıl’ın miktarını öğreneceklerdir.
Câhiliyye: Arapça Câhiliyye kelimesi İslâm’ın zıddıdır. İslâm’ın yolu bütünüyle her gerçekliğin bilgisine sahip olan Allah’ın gönderdiği ilme dayanırken, İslâm’ın yolundan ayrılan ve ona karşı olan her yol câhiliyyetin yoludur. Arabistan’daki İslâm öncesi döneme, halkın yaşama yollarını sadece zan ve hevâya dayanarak kendilerinin icat etmiş olması anlamında Câhiliyye dönemi denir. Bu yüzden ne zaman bu yollardan biri benimsense, bu zaman “câhiliyye” zamanı olacaktır. Aynı şekilde, bugün okullarda ve üniversitelerde verilen bilgi yalnızca cüz’î, kısmî bir bilgi olup, hiçbir şekilde insanlığa yol gösterebilecek bir bilgi değildir. Bu yüzden, İlâhî bilgiyi hiçe sayarak, cüz’î bilginin yardımıyla oluşturulmuş hayale, zanna ve tahmine dayalı tüm hayat sistemleri, İslâm öncesi sistemler gibi câhilî sistemler olmaktan kurtulamayacaktır.
Bu böyle iken o ilim ve din iddiasında bulunanlar, Allah’ın hükmüne râzı olmayıp da kötülüğe meyletme, dalkavukluk, garazkârlık, eşitsizlik gibi haksız dâvâya tâbi olan câhiliyyet hükmü, câhiliyyet kanunu mu istiyorlar? Hâlbuki hüküm ve hâkimiyeti Allah’tan daha güzel olan kim vardır? Allah’ın hükmünden daha güzel hangi hüküm, Allah’ın hükmüyle hükmeden hâkimden daha güzel hükmedecek hangi hâkim düşünülebilir? Fakat bu soru herkese değil, îkân (sağlam bilgi) sahibi olan kimseler, topluluklar içindir. Bunu ancak sağlam bilgi ehli olanlar takdir eder. Yoksa küfür ve şüphe içinde bulunanlar, kalblerinde hastalık olanlar, bir zâlimin haksız hükmüne “daha güzeldir” demekten çekinmezler.
Rivâyete göre bu âyet, Benî Nadîr ve Benî Kureyza yahudiler i arasındaki adam öldürme olayından dolayı Peygamberimizden hüküm talep etmeleri ve Peygamberimiz tarafından Mûsâvat (eşitlik) ile hükmedilmesi üzerine Benî Nadir’in bu eşitlik hükmüne râzı olmayarak câhiliyye âdeti üzere üstünlük sevdasında bulunmaları se b ebiyle nazil olmuştur. Bu sebebe göre, yahudilerin İslâm yoluna, Muhammed Aleyhiselâm’ın hükmüne iman ve ittiba etmemekle yalnız Kur’ân’a ve Muhammed Aleyhisselâm’a değil, kendi dinleri ve kitapları olduğunu iddia ettikleri Tevrat’ı ve Mûsâ şeriatını da tanımayıp mutlak İlâhî
- 128 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hükmü inkâr ederek câhiliyye hükümleri peşinde koşmak istediklerini beyan ve isbat etmekle; hem iman iddialarına rağmen küfür, hem ilim ve şeref iddialarına rağmen cehâlet, bozgunculuk ve azabı haketmeleriyle cezalandırmış ve sebebin özelliğiyle beraber mefhumun genelliğine göre de bu hükmün yalnız yahudilere mahsus olmayıp hıristiyan ve diğerleri hakkında da böyle olduğunu ve dolayısıyla İslâm şeriatının, umumun şeriatı ve herkesin yolu olup, bunu tanımayan yahudi ve hıristiyanların kendi din ve şeriatlerini de tanımamış olacaklarını anlatmış ve bu şekilde müslümanların ümmetler arası vazifelerindeki genişliğin önemini göstermiştir. 520
“Sana da daha önceki kutsal kitabı onaylayıcı ve içeriğini koruyucu olan bu hak kitabı indirdik. Buna göre onların arasında Allah’ın indirdiği âyetlere göre hüküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi arzularına uyma.
Her ümmet için ayrı bir şeriat, ayrı bir ana yol belirledik. Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat belirlediği yolda sizleri denemeyi diledi. Buna göre hayırlı işlerde yarışınız. Çünkü hepiniz Allah’a döneceksiniz ve O anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin içyüzünü size haber verecektir.
O halde onların arasında Allah’ın indirdiği âyetlere göre hüküm ver, onların keyfi arzularına uyma, onların seni Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakın, eğer sana sırt çevirirlerse bil ki, Allah, günahlarının bazısı yüzünden onları cezalandırmak istiyor. Kuşku yok ki, insanların çoğu fâsıktır.
Yoksa istedikleri câhiliyye düzeni midir? Kesin inançlılara göre Allah’ın düzeninden, Allah’ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?” 521
Seyid Kutub diyor ki:
Anlatımdaki bu netlik, ifadedeki kesinlik, kimi durumlarda ve koşullarda kişiyi bu şeriattan -küçük çapta da olsa- herhangi bir hükmü terk etmeye özendirebilecek aldatıcı gerekçeler karşısında bu denli kesin önlemler alınmış olması, insanı ister istemez duraksatıyor... Bu âyetler karşısında insan elinde olmaksızın oturup düşünmek zorunda kalıyor. Kimi insanlar, koşullar ve durumlar bunu gerektiriyor diyerek Allah’ın şeriatını tümüyle inkâr etmelerine karşın, hâlâ nasıl oluyor da müslümanlık iddiasında bulunabiliyorlar, şaşırmamak elde değil!.. Kişi, Allah’ın şeriatını tümüyle terk etmesine karşın, nasıl oluyor da hâlâ müslüman olduğunu iddia edebiliyor? Bu tür insanlar kendilerini, nasıl oluyor da hâlâ “müslüman” olarak niteleyebiliyor? İslâm’la hiçbir bağları kalmamasına karşın, Allah’ın şeriatını tamamen terk etmelerine karşın, her koşulda her durumda geçerliliğini koruyan ve her koşulda her durumda uygulanmak zorunda olan Allah’ın şeriatını reddederek O’nun ilahlığını inkâr etmiş olmalarına karşın, hâlâ nasıl “müslümanlık” iddiasında bulunabiliyorlar? Bu tür insanlara, şaşırmamak, hayret etmemek elde değil.
“Sana da bu hak kitab (Kur’an)’ı indirdik”. Âyetteki “hak” kelimesine, ilahlık açısından yani şeriat belirleme, kanunlar koyma yetkisinin Allah’a ait olacağının belirtilmesi açısından bakmamız gerek. “Hak”, Kur’an’ın içeriğinde, ondaki inanç ve şeriat esaslarında, orada anlatılan her olayda ve verilen her buyrukta
520] Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an
521] 5/Mâide, 48-50
CÂHİLİYYE
- 129 -
somut bir biçimde ortadadır.
Kur’an, “daha önceki kutsal kitabı onaylayıcı ve içeriğini koruyucu” olarak indirilmiştir. Kur’an, Allah’ın dininin, nihâî biçimidir. Allah’ın dini ve de yaşam biçimi ile insanların uyacakları şeriat ve sistem noktasında nihai kaynak, Kur’an’dır. Artık Allah’ın dininde hiç bir değişikliğe gidilmeyecektir.
Semâvî dinlere mensup insanlar arasında, ister inanç esasları, isterse şeriat prensipleri noktasında bir anlaşmazlık baş gösterdiğinde, bunu çözümleyebilmek için müracaat edilmesi gereken kitap Kur’an’dır. Müslümanlar arasında bir anlaşmazlık çıkarsa başvurulacak kitap Kur’an’dır. Yaşama ilişkin herhangi bir meselede görüş ayrılıkları olduğunda, müracaat edilmesi gereken kitap, Kur’an’dır. Bu noktalarda, temelde söz konusu nihai kaynaktan beslenmeyen kişilerin sunacağı görüşlerin hiçbir “kıymet-i harbiye”si yoktur.
Âyette hemen ardından, bu gerçeğin getirdiği zorunluluklar ekleniyor: “Buna göre onların arasında Allah’ın indirdiği âyetlere göre büküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi arzularına uyma!” Bu buyruk, kendisine o dönemde aralarında hüküm vermesi için başvurmakta olan hristiyanlar hakkında, öncelikle peygamberimize yöneliktir. Ancak, âyeti salt bu olaya özgü kılmak doğru değildir. Mademki artık nihai kaynak olan Kur’an’ı değiştirmek üzere yeni bir peygamber ya da yeni bir şeriat gönderilmeyecektir, öyleyse bu âyetteki hüküm, kıyamete dek geçerliliğini koruyacak genel bir hükümdür.
Allah’ın dini Kur’an’la tamamlanmış bulunmaktadır. Allah’ın bu noktada kendisine teslim olanlara verdiği nimet Kur’an’la son bulmuştur. Allah, Kur’an’ın tüm insanlar için bir yaşam düzeni olmasını uygun görmüş bulunmaktadır. Kur’an’ı değiştirmek, onun hükümlerinden herhangi birini terk etmek, ya da başka bir şeriatı bu şeriata yeğleyebilmek için, artık hiçbir gerekçe bırakılmamıştır. Allah bu dini insanlara uygun gördüğünde, onun tüm insanları kapsayacağını biliyordu. Yine Allah, bu kitabı nihai kaynak olarak uygun gördüğünde, bunun tüm insanların yararına olacağını, kıyamete dek bütün insanları kapsayacağı biliyordu. Bu kitaptan, değil uzaklaşmak, bir bölümünü değiştirmek bile, İslâm’a ilişkin bu bilginin bulunması hasebiyle, kişiyi inkâra götürür. Buna yeltenen bir kişi, diliyle bin kez müslüman olduğunu söylese bile dinden çıkmış demektir.
Allah, bazı insanların, Allah’ın indirdiklerinden ödün vermeye götürecek kimi mazeretler ileri süreceklerini ve de yönetenlerin ya da yönetilenlerin keyfï arzularına kapılabileceklerini biliyordu. Kitabında belirttiği hükümleri -hiçbir ödün vermeksizin- yürürlüğe koymak, zorunlu olmasına karşın, bazı insanların kimi durumlarda kendi duygularına kapılarak bu zorunluluğun gereğini ihmal edebileceklerini biliyordu. Bu nedenle de söz konusu âyetlerde peygamberimizi, yönetilenlerin keyfî arzularına kapılmaması için uyarıyor ve de kendisinden, insanların onu Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakınmasını istiyor...
İnsanları buna yeltenmeye iten faktörlerin başında, aynı ülkedeki değişik grupları, fraksiyonları ve öğretileri benimsemiş olan farklı kimselerin tümünü uzlaştırıp biraraya toplama noktasında insanların içgüdüsü gelmektedir. Buna kapılan kimseler, karşılarındaki insanların istemleriyle şeriatın hükümleri çatıştığında işi basitleştirme ya da ayrıntı gibi görünen meselelerde –bunlar anladığımız
- 130 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kadarıyla şeriatın temel meselelerinden değildir deyip- işi kolaylaştırma yoluna başvururlar.
Rivâyete göre yahudiler peygamberimize gelerek, belirli bazı hükümlerin uygulanmasında kendilerine hoşgörülü davranacak olursa, iman edebileceklerini söylediler. Peygamberimizi bu noktada uyaran âyet de, yahudilerin bu önerileri üzerine indirilmişti.. Ama meseleye -açıkça görüldüğü üzere- daha genel bazda bakmak gerekir. Zira bu şeriata inananlar da değişik vesilelerle her zaman için bu meseleyle karşılaşabilirler. Bu nedenle Allah, meseleyi son derece net bir biçimde ortaya koymayı ve de belirli koşulları göz önünde bulundurarak ya da farklı istemlerle, farklı arzularla karşılaşıldığında bir orta yol bulup insanları uzlaştıracağız diyerek ihmalkârlığa itebilecek beşerî içgüdülerin yolunu kesinkes kapatmayı uygun görmüş ve peygamberimize şöyle buyurmuştur: Allah, dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Ama O, onların her biri için ayrı bir yol, ayrı bir yöntem belirledi. O, gönderdiği din ve şeriatla, yaşam boyunca verdiği nimetlerle, insanları sınamayı diledi. Her insan kendi seçtiği yolda yürüyecektir. Sonunda ise tüm insanlar Allah’a döneceklerdir. Orada, gerçek, kendilerine bildirilecektir. Her biri dünyada seçtikleri yol ve benimsedikleri sistem konusunda sorguya çekilecektir. Öyleyse, değişik görüşlerdeki değişik düşüncelerdeki kimseleri birleştirebilmek için şeriattaki herhangi bir hükmü kolaylaştırmayı düşünmek doğru değildir. Onlar zaten birleşmezler:
“Her ümmet için ayrı bir şeriat, ayrı bir anayol belirledik. Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat belirlediği yolda, sizleri denemeyi diledi. Buna göre hayırlı işlerde yarışınız. Çünkü hepiniz Allah’a döneceksiniz ve O, anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin içyüzünü size haber verecektir.”
Allah’ın şeriatı bâkîdir, herşeyden daha değerlidir. Onun bir bölümünü de olsa, Allah’ın uygun görmediği bir şey uğruna kurban etmeye değmez! İnsanlar Allah tarafından yaratılmıştır. Her birinin kendine göre bir yeteneği, mizacı, kafa yapısı ve seçtiği bir yol vardır. İnsanlar, Allah’ın hikmeti gereği, birbirlerinden farklı yapılarda yaratılmışlardır. Allah onlara doğru yolu göstermiş ve bu noktada onları serbest bırakmıştır. Bu, onları sınamak istediğindendir. İnsanlar sonuçta Allah’a döneceklerdir. Ve o gün dünyada benimsedikleri yola göre, yaptıklarının karşılığını göreceklerdir.
Öyleyse bir kimsenin, Allah’ın şeriatını gözetme adına, bir başka deyişle insanların yararını ve kurtuluşunu gözetme adına, tüm insanları aynı çatı altında birleştirebilmek için çırpınması, boşa kürek çekmek demektir. Allah’ın şeriatından ödün vermek yada onda bazı değişiklikler yapmak, neticede, yeryüzünde bozguna neden olmak, biricik sapasağlam sistemi bırakıp sapıtmak, insanların yaşamında adâleti ortadan kaldırmak, insanların birbirlerine köle olmalarına, Allah’ı bırakıp birbirlerini rabb edinmelerine zemin hazırlamak dışında hiçbir işe yaramayacaktır. Bu ise en büyük kötülük, en büyük yıkımdır..: Sonu gelmeyecek, olmayacak girişimler peşinde koşmak, doğru değildir. Çünkü insanın doğası için Allah, bu tür girişimleri uygun görmemiştir. Bu, Allah’ın hikmeti gereği insanların farklı kafa yapılarına, farklı mizaçlara, farklı görüşlere, farklı eğilimlere sahip olmalarına da terstir. İnsanları yaratan Allah’tır. Onların geçmişlerini de geleceklerini de çok iyi bilmektedir. Sonuçta herkes O’na dönecektir.
Böylesi bir amaçla, Allah’ın şeriatındaki herhangi bir hükmü kolaylaştırmaya
CÂHİLİYYE
- 131 -
kalkışmak -bu âyetten anlaşıldığı ve de yaşamın her noktasında- görüldüğü kadarıyla, boşa yorulmaktır. Böylesi bir girişim, realiteyle bağdaşmamaktadır. Allah’ın irâdesine de uymamaktadır. Böyle bir girişimi, -Allah’ın isteklerini gerçekleştirmek için didinen- müslümanlar da onaylayamaz. Bu durumda, kendilerini “müslüman” olarak yaftalayan bazı kimseler, nasıl oluyor da örneğin şöyle laflar edebiliyorlar: “Turistleri kaybetmek istemiyorsak, şeriatı tatbik etmeyi düşünmemiz hiç de doğru olmaz” Abartmıyorum! Aynen böyle laflar eden insanlar var bugün!
Burada, daha net bir biçimde, aynı gerçeğin altı bir kez daha çiziliyor. Bu konudaki ilk âyette: “Buna göre onların arasında Allah’ın indirdiği âyetlere göre büküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi arzularına uyma!” denilmiştir. Kısacası, Allah’ın şeriatını bütünüyle onların keyfî arzusuna terk etmek yasaklanmıştı. Şimdi ise peygamberimiz, insanların kendisini Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakınması için uyarılıyor: “O halde onların arasında Allah’ın indirdiği âyetlere göre hüküm ver, onların keyfi arzularına uyma, onların seni Allah’ın indirdiği bükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakın!”
Buradaki uyarı, daha kesin ve daha vurguludur. Burada mesele, tüm çıplaklığıyla ortaya koyuluyor. Bu fitneden, böylesi şaşırtmacalara kanmaktan, özenle kaçınmak gerekir. Bu meselede iki olay söz konusudur: Ya Allah’ın indirdiği hükmü aynen vermek ya da insanların -Allah tarafından sakınılması istenen- keyfî arzularına ve şaşırtmacalarına tâbî olmak.
Âyette daha sonra keyfî arzulara uyma konusuna açıklık getirilerek, peygamberimizin, kendisine gelen yahudilerin önerileri meselesini çözümleyebilmesi kolaylaştırılıyor. Artık söz konusu yahudiler, bu şeriattaki küçük büyük herşeye bütünüyle bağlanmazlarsa, İslâm’ı benimsemeyip sırt dönerlerse, Allah’ın şeriatıyla yargılanmaktan yüz çevirirlerse, peygamberimizin yapacağı bellidir. (O dönemde, bu konuda serbestlik vardı. Ancak daha sonra, “daru’l-İslâm”da İslâm şeriatıyla hüküm vermek zorunlu kılındı): “Eğer sana sırt çevirirlerse bil ki, Allah, günahların bazısı yüzünden onları cezalandırmak istiyor. Kuşku yok ki, insanların çoğu fâsıktır.”
Sana sırt çevirirlerse, yapabileceğin bir şey yoktur. Onların bu tutumları seni, Allah’ın hükmüne ve şeriatına bütünüyle sarılmaktan ödün vermeye itmesin. Onların getirdikleri öneri, senin gücünü kırmasın, tavrını değiştirmesin. Onlar, sırtlarını dönüp yüz çevirmekteler. Çünkü Allah onları, işledikleri kimi günahlardan ötürü cezalandırmak istiyor. Bu tutumları nedeniyle başı derde girecek olanlar, onlardır. Onların bu tavırları ne sana zarar getirir, ne Allah’ın şeriatına, ne dinine; ne de dinlerine bağlı müslümanlara... İnsanın yapısı böyledir: “İnsanların çoğu, fâsıktır.”
Onlar dinden çıkarlar, sapıtırlar. Çünkü yapıları böyledir. Bu noktada sen, onların bu durumuna bir çare bulamazsın. Bunda şeriatın da günahı yoktur. Onların doğru yolu bulmaları da mümkün değildir. Böylece şeytanın, müslüman yüreğine girebileceği tüm pencereler kapatılıyor. Hangi amaçla ve hangi durumda olursa olsun, bu şeriatın hükümlerinden herhangi birini terk etmeye yol açabilecek tüm gerekçeler, ortadan kaldırılmış bulunuyor.
- 132 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sonra insanlar, bu yol ayrımı üzerinde iyice düşünmeye sevk ediliyor. Ya Allah’ın hükmü ya da câhiliyyenin hükmü... Bu ikisinin ortası olamaz. Bu ikisi dışında başka bir alternatif yoktur. Ya, yeryüzünde Allah’ın hükmü egemen olacak, insanların yaşamında Allah’ın hükmü yürürlüğe konacak, insanların yaşamı Allah’ın sistemine göre yönlenecek... Ya da, câhiliyye hükmü, keyfï arzulara göre belirlenmiş bir şeriat, kölelik sistemi yürürlükte olacak... Bu iki alternatiften hangisini istiyorlar? “Yoksa istedikleri, câhiliyye düzeni midir? Kesin inançlılara göre Allah’ın düzeninden, Allah’ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?”
Câhiliyyenin anlamı bu âyette belirgin bir biçimde ortaya konuluyor. Câhiliyye -Allah’ın belirttiği, Kur’an’da ifade edildiği üzere- insanların insanlar için hüküm belirlemesi, insanın insana köle kılınması, Allah’a kulluğun bırakılması, Allah’ın ilahlığının reddedilmesi ve de buna karşılık, kimi insanların ilah kabul edilmesi ve -Allah’a değil- onlara tapılmasıdır.
Olaya bu âyetin ışığında baktığımızda, câhiliyyenin tarihsel bir süreçten ibaret olmadığını görüyoruz. Câhiliyye, bir olgudur. Geçmişte yaşanmış olan bu olguyla, bugün de yarın da yine karşılaşılacaktır. Câhiliyyenin niteliği, İslâm la çelişme, İslâm’a karşı olmadır.
Nerede ve hangi zamanda olursa olsun eğer insanlar, tek bir konuda bile ödün vermeksizin Allah’ın şeriatına göre hükmediyorlarsa, bu şeriatı benimsiyorlar ve ona gerçek anlamda teslim oluyorlarsa, Allah’ın dinine mensup olmuş demektirler. Yok eğer, beşer aklının ürünü olan bir şeriat, bir öğretiye göre hüküm veriyorlarsa -hangi şekilde olursa olsun- söz konusu öğretiyi benimsiyorlarsa, onlar câhiliyye sınıfındadırlar. Onlar, öğretisi doğrultusunda hüküm verdikleri kişinin dinini benimsemiş durumdadırlar, Allah’ın dinini değil! Allah’ın hükmünü istemeyen, câhiliyye hükmünü istiyor demektir. Allah’ın şeriatını reddeden, câhiliyye düzenini kabul ediyor, câhiliyyeyi yaşıyor demektir.
Bu, yolların ayrılış noktasıdır. Allah bu noktada, insanlardan iyice düşünmelerini istiyor. Gerisi insanlara kalmıştır. Diledikleri yolu seçmekte özgürdürler. Ardından Allah bu tür insanlara, câhiliyye düzenini istemelerinden ötürü kınayıcı bir soru yöneltmektedir. Yine bu soru, Allah’ın hükmünün daha üstün olduğunu vurgulamaya yöneliktir: “Kesin inançlılara göre Allah’ın düzeninden, Allah’ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?”
Evet! Allah’tan daha iyi hüküm koyabilecek olan kim vardır? İnsanlar için Allah’ın şeriatından ve hükmünden daha iyi bir şeriat ve hüküm belirleyebileceği iddiasında bulunmaya kim kalkışabilir? Böylesi büyük bir iddiaya kalkıştığında, bunu hangi gerekçeyle açıklayabilir? Bu iddiaya kalkışan, insanları, onların yaratıcısından daha iyi tanıdığını söyleyebilir mi? İnsanlara karşı, onların rabbinden daha hoşgörülü olduğunu ileri sürebilir mi? İnsanlar için en uygun olanı, onların yararını Allah’tan daha iyi gözetiyorum diyebilir mi? Nihai şeriatını gönderen, son peygamberini gönderen, onu peygamberlerin sonuncusu, getirdiği mesajı kitapların sonuncusu kılan, İslâm şeriatını kıyamete dek geçerli olarak niteleyen Allah’ın durumların değişebileceğini, yeni gereksinimlerin ortaya çıkacağını, farklı koşullar söz konusu olabileceğini bilemediğini iddia edebilir mi? Bir insan, Allah tüm bunları bilemediği için şeriatında belirtmemişti, ancak bugün işte tüm bunlar bizler tarafından kavranmıştır diyebilir mi?
CÂHİLİYYE
- 133 -
Allah’ın şeriatını yaşamdan koparan, onun yerine câhiliyye şeriatını, câhiliyye hükmünü ikame eden, kendi keyfî arzusunu ya da herhangi bir halkın veya neslin keyfî arzularını Allah’ın şeriatından, Allah’ın hükmünden üstün tutan kimseler, bu tür sözler söyleme cüretini nasıl gösterebiliyorlar?
Özellikle de kendini müslüman olarak adlandıran bir insan, bu türden sözler edebilir mi? İçinde bulunduğumuz koşullarmış. Durum çok değişmişmiş! İnsanların istememesiymiş! Düşmanlardan çekinmemiz gerekirmiş! Allah müslümanlardan kendi aralarında şeriatını yürürlüğe koymalarını, Kur’an doğrultusunda hayat sürmelerini, onlardan kimi insanların kendilerini indirdiği şeriatından ufacık bir noktada bile şaşırtmalarından sakınmalarını isterken, daha sonra olup bitecek herşeyi bilmiyor muydu?
Beklenmedik gereksinimler, yenilenen koşullar ve görmezlikten gelinemeyecek durumları, Allah’ın şeriatı ihata edemeyecek denli eksikmiş! Bu nasıl iddia edilebilir? Şeriatından ödün verilmemesi için bu denli kesin bir ifâde ‘ kullanan ve insanları özenle uyaran Allah, tüm bunların olacağını bilmiyor muydu?
Bu konuda, müslüman olmayan bir kimse dilediğince konuşabilir. Ama müslüman olan ya da müslüman olduğunu iddia eden bir kimse bu türden sözler edebilir mi? Bu türden sözler edebiliyorsa onun İslâm’la artık ne ilgisi kalmıştır? Tüm bunlardan sonra, onda İslâm’ın en ufak bir izi görülebilir mi?
Bu, tam bir yol ayrımıdır. Kişi seçimini yapmak zorundadır. Seçimini yapmışsa artık tartışmanın gereği yoktur. Ya İslâm, ya câhiliyye! Ya iman, ya küfür. Ya Allah’ın hükmü ya câhiliyye düzeni.
Allah’ın indirdiği âyetlere göre hüküm vermeyenler, kâfirlerin, zâlimlerin, fâsıkların ta kendileridirler. Yönetilenlere karşı Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler, kesinlikle mü’min değildirler. Bu meseleyi müslüman, kesin ve net bir biçimde kafasına yerleştirmelidir. Yaşadığı çağda, insanlara karşı Allah’ın hükmünü uygulama noktasında asla tereddüde düşmemelidir. Bu gerçeğin zorunlu sonucu olarak, dosta da düşmana da Allah’ın şeriatını uygulamalı ve de bunun neticesine katlanmalıdır.
Müslüman bu meseleyi kafasına net olarak yerleştiremezse, bir türlü istikrara kavuşamayacak, kendini yöntem kargaşasının içinde bulacak, hak ile batılı birbirinden ayıramayacak, doğru yolda bir adım bile ilerleme kaydedemeyecektir... Bu meselenin sıradan insanların kafasında bu denli netleştirilemeyeceği doğru kabul edilse bile, “müslüman” olmayı isteyen, müslümanlığın gereklerini yerine getirmeye azmeden insanların kafasında iyice netleştirmeyi savsaklamak asla doğru değildir...
Buradaki âyetlerin tümü, sûrenin başında belirttiklerimizi doğrulamaktadır. Orada da ifade ettiğimiz üzere, bu sûredeki âyetlerin tümü, hicretin altıncı yılında Hudeybiye’de indirilen Fetih sûresinden sonra indirilmiş olamaz. Tam tersine bu sûrenin pek çok bölümü, -Uhud savaşının ardından Benî Nazîr, Bedr savaşının ardından da Benî Kaynuka yahudilerinin sürülmelerinden önce indirilmemişse de- Fetih sûresinden -en azından- Ahzab savaşının meydana geldiği hicrî dördüncü yılda Benî Kureyza yahudilerinin Medine’den sürülmelerinden önce indirilmiş olmalıdır.
- 134 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Buradaki âyetlerde, birtakım olaylara, Medine’deki İslâm toplumunun tanık olduğu gelişmelere, ayrıca yahudilerin, münafıkların tutumlarına ve konjonktürel durumlarına değiniliyor. Söz konusu tutumlar ve konjonktürel durumlar, yahudilerin gücünün kırılmasıyla bertaraf edilecekti. Bunun son örneği Beni Kureyza sorunuydu.
Bu âyet, yahûdilerin ve hristiyanların dost edinilmelerine ilişkindir. Âyetteki uyarıda -hatta tehditte- onları dost edinenin onlardan biri olacağı vurgulanıyor. Bu vurgu, onlarla dostluk kuran ve bunu başlarına bir bela geleceğinden korkmakla gerekçelendiren, kalpleri hastalıklı kişilere yöneliktir. Yine âyette müslümanların, dinlerini hafife alıp alay konusu yapan kimselerle dostluktan nefret etmeleri istenmektedir. Bununla da, -müslümanlar namaza durduklarında- onların namaz kılmalarını hafife alan ve alay konusu yapan kimselere işaret ediliyor. Tüm bu olumsuzluklar, Medine’de yahudilerin güçlü, etkin ve çeşitli imkânlara sahip oluşlarından kaynaklanıyordu. Dolayısıyla, bu tür kargaşaların olması, böylesi olayların yaşanması, ayrıca âyetlerde böylesine sert bir uyarı ve tekrar tekrar tehdide gerek görülmesi, ardından yahudilerin gerçek durumlarının açıklanması, teşhir edilip kınanmaları, bu bağlamdaki binbir komplolarının, entrikalarının, manevralarının, her türlü kirli çamaşırlarının ortaya dökülmesi son derece olağandır.
Buradaki âyetlerin iniş nedenlerine ilişkin çeşitli rivâyetler vardır. Bunların kimisinde bu âyetlerin, Bedir savaşından sonra ortaya çıkan Benî Kaynuka sorunu, Abdullah bin Ubey bin Selûl’un tavrı ve kendisi ile yahudiler arasındaki dostluk ilişkisini, “Doğrusu ben başımı belaya sokmak istemiyorum, bu nedenle de onlarla dostluğumu kesemem” diyerek aklamaya çalışması üzerine indiği belirtilir.
Aslında, bu rivâyetler olmaksızın da, âyetlerin yapısını ve içeriğini nesnel bir yaklaşımla incelemek ve de bu âyetleri peygamberimizin Medine’deki yaşamında tanık olduğu olayların kronolojik sırasına göre ele almak bile, söz konusu âyetlerin iniş zamanına ilişkin bu sûrenin girişindeki tesbitlerimizi doğrulamaya yeterlidir.
İslâm Toplumunun Ana İlkeleri: Buradaki âyetlerde, İslâm toplumunun eğitimine ve bu toplumun, kendilerine Allah tarafından belirlenmiş misyonu yerine getirmeye hazırlanmasına ilişkin Kur’an’ın öngördüğü metod dile getiriliyor. Ayrıca söz konusu metodun, müslüman bireyin ve İslâm toplumunun kimliğinde her zaman için kesinkes yarleşmesi istenen ana ilkeleri ve prensipleri belirtiliyor. Bu ana ilkeler ve prensipler, sâbittir. Bunlar, sadece tek bir ulusa ya da tek bir kuşağa özgü değildir. Tam tersine bu ana ilkeler ve prensipler, her kuşakta müslüman bireyin ve İslâm toplumunun oluşumunun temeli niteliğindedir.
Kur’an’da müslüman bireyin eğitimine ilişkin belirlenen metot temelde şöyledir: Müslüman, rabbine, peygamberine, inancına ve İslâm toplumuna içtenlikle bağlanmalıdır. İçinde yer aldığı saftaki insanlar ile Allah’ın sancağını taşımayan, peygamberimizi önder kabul etmeyen, Allah’ın taraftarları konumundaki gruba katılmayan saftaki insanlar arasında mutlaka kesinkes bir ayrım yapmalıdır. Müslüman, Allah’ın gücüne bir örtü, ayrıca insanlığın yaşamı ve tarihsel olaylara ilişkin Allah tarafından belirlenmiş yazgının gerçekleştirilmesi için bir araç olmak üzere, Allah’ın seçtiği bir kimse konumunda bulunduğunu bilmelidir. Ona böylesi bir konum belirlenmiş olması -tüm yükümlülüklerle birlikte- Allah’ın
CÂHİLİYYE
- 135 -
dilediği kimselere verdiği bir lütfu, bir bağışıdır. Müslüman olmayan kimselerle dost olmak, Allah’ın dininden dönüş, o yüce konumdan kaçış ve Allah’ın o güzelim lütfunu bir kenara bırakış demektir.
Müslüman bireyin, yukarıda anlattığımız doğrultuda yönlendirildiği, buradaki âyetlerin çoğunda açıkça görülüyor:
“Ey mü’minler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zâlimleri doğru yola iletmez.”
“Ey mü’minler! İçinizden kim dinden dönerse bilsin ki, yakında Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O’nu severler. Bunlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, biç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah’ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir.”
“Sizin dostunuz ancak Allah, O’nun peygamberi ve namaz kılan, zekât veren, rükûa varan mü’minlerdir.”
“Kim Allah’ı, Peygamber’i ve mü’minleri dost edinirse bilsin ki gâlip gelecek olanlar, yalnız Allah’ın tarafını tutanların grubudur.”
Sonra Kur’an, düşmanlara ilişkin gerçek, kendisinin onlara ve onların da ona karşı verecekleri savaşa ilişkin gerçek konusunda müslümanın bilincini kristalize ediyor. Bu savaş, bir inanç, bir öğreti savaşıdır. Müslüman ile düşmanları arasındaki bitmeyen sorun, inançtır. Karşısındakiler ona, her şeyden önce inancından ve dininden ötürü düşmandır. Onların bu durmak bilmeyen düşmanlıkları, fâsıklıklarından, Allah’ın dininden sapmalarından, Allah’ın dinine uyup doğru yol üzere yürüyenlerden hoşlanmamalarından kaynaklanıyor.
“De ki; Ey kitap ehli! Bizden hoşlanmamanızın tek sebebi Allah’a, bize indirilen kitaba ve daha önce indirilmiş olan kitaplara inanmamız değil mi? Gerçekten çoğunuz fâsık, yoldan çıkmış kimselersiniz.”
İşte, meselenin düğüm noktası budur. İşte, temel faktörler bunlardır! Bu metodun, bu temel direktiflerin değeri gerçekten büyüktür. Bu doğrultuda Allah’a, dinine, peygamberine ve İslâm toplumuna bağlılıktaki içtenlik ve de savaşın, ayrıca düşmanların niteliğini kavramak, imanın gereğini yerine getirme, müslüman bireyin eğitme ve İslâmcı grubun örgütsel etkinlikleri açılarından son derece önemlidir. İslâm sancağını taşıyan kimseler, kendileri ile kendilerinin taşıdıkları sancağı taşımayan karşıt komplolar arasında kesinkes bir ayrımı benliklerine yerleştiremedikleri, sadece Allah’a, peygamberine ve kendi mü’min liderlerine bağlı kalamadıkları, düşmanlarının, bu düşmanlığı doğuran nedenlerin, onlarla aralarındaki savaşın niteliğini kavrayamadıkları, onların tümünün müslümanlara düşman, müslümanlara ve İslâm inancına karşı mücadele konusunda ise birbirlerine dost olduklarını anlayamadıkları sürece, gerçekte iman etmiş olamayacak, müslümanlıkları hiçbir değer ifade etmeyecek ve yeryüzünde hiçbir şey gerçekleştiremeyeceklerdir.
Buradaki âyetlerde, İslâm düşmanlarını müslümanlarla savaşa iten faktörlerin ortaya koyulmasıyla yetinilmiyor. Buna ek olarak, müslümanın savaştığı kimseyi gerçek yüzüyle tanıması, gireceği savaşta vicdanının rahat olması, vicdanında bu
- 136 -
KUR’AN KAVRAMLARI
savaşın zorunluluğuna ve kaçınılmazlığına ilişkin en küçük bir kuşku kalmaması için, söz konusu düşmanların nitelikleri ve sapıklıklarının boyutları da dile getiriliyor: “Ey mü’minler, yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar.”
“Ey mü’minler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlar ile kâfirlerden dininizi alaya alanları eğlence konusu yapanları dost edinmeyiniz. Eğer gerçekten mü’min iseniz, Allah’tan korkunuz. Birbirinizi namaza çağırmak için ezan okuduğunuz zaman onlar, bu çağrınızı alaya alırlar, eğlence konusu yaparlar. Bu davranış, onların aklı başında olmayan kimseler olmalarından kaynaklanıyor.”
“Onlar yanınıza geldiklerinde, ‘inandık’ dediler. Oysa yanınıza kâfir olarak girmiş ve yine kâfir olarak çıkmışlardır. Allah onların gizli tuttukları duyguları herkesten iyi bilir. Onlardan çoğunun günahta, ölçüleri aşmakta ve haram yemekte birbirleri ile yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar kötüdür!”
“Yahûdiler, ‘Allah’ın eli sıkıdır’ dediler. Bu sözlerinden ötürü elleri bağlansın, onlara lanet olsun! Tersine, O’nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Rabbin tarafından sana indirilen âyetler, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır.”
İşte, söz konusu niteliklerinden, İslâm toplumuna karşı takındıkları tavırlardan, müslümanlara karşı oluşlarından, onların dinleriyle, namazlarıyla alay etmelerinden ötürü müslümana düşen, vicdanı rahat bir biçimde onları kesinkes başından defetmektir...
Yine âyetlerde, mü’minler ile karşıt güçler arasındaki savaşın sonucunun ne olacağı ve de -âhirette herkesin yaptığının karşılığını görmesinden önceki bu dünya hayatında toplumların akıbetleri açısından da imanın ne denli değerli olduğu ifade ediliyor: “Kim Allah’ı, Peygamber’i ve mü’minleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar, yalnız Allah’ın tarafını tutanların ruhudur.” “Eğer kitap ehli, iman edip kötülüklerden sakınsalar, günahlarını siler, onları nimetlerle dolu cennetlere koyardık.”... “Eğer onlar Tevrat’a, İncil’e ve Rabbleri tarafından kendilerine indirilen Kur’an’a uygun yaşasalardı, başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler yerlerdi...”
Buradaki âyetlerde, Allah’ın, kendi dini için seçtiği, böylece yüce bir misyon yükleyerek büyük bir lütufta bulunduğu müslümanın niteliği de dile getiriliyor: “Ey mü’minler, içinizden kim dinden dönerse bilsin ki yakında Allah böyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O’nu severler, bunlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu, Allah’ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir. 522
Câhilin Bazı Karakteristikleri
Cehl ya da cehâlet, toplumumuzda genellikle ümmî karşılığında anlaşılmıştır. Bunun yanlışlığını biliyoruz.
Gerçekten, ‘câhil’in, okuma-yazma bilmeyen (illiterate) ya da mevki-makam sahibi olmayan kişi olmadığı, İslâmî muhtevâyı kavrayan insanlar için daha da kesinlik kazanmaktadır.
522] Fî Zılâli’l-Kur’an
CÂHİLİYYE
- 137 -
Kimdir câhil o halde?
Câhilin genel ve kapsamlı bir tarifini aramak yerine, en belirgin karakteristiklerini sergilemek daha uygun olacaktır:
Câhil ilme ve akletmeye karşıdır. Arzu ve hevâsı onun akıl fekkürünü köreltmiştir. İlimden, düşünceden hep köşe-bucak kaçmaktadır. “Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan”
Câhil dogmacıdır. İnanç ve davranışlarına esas aldığı öncüllerini akıl ve tefekkürle oluşturamaz. Her inanç ve davranışında a piori’lik vardır.
Câhil kolaycıdır. Tefekküründeki yozlaşmadan ötürü her sonuca kolay ulaşmak çabasındadır. Dolayısıyla slogancı ve şabloncudur. Kendine yön veren esaslar için mahdut sayıda slogan ve şablon oluşturmuş olup bunlara uygun düşmeyen her fikri, her davranışı mahkûm etmektedir.
Câhil statükocudur. Bozulmuş çevrelerin ürünü olan fıtrî ve fikrî bozulmuşluğunu değiştirmeye zorlayan her şeyden rahatsız olmaktadır. “… elden gidiyor!” huzursuzluğunu iliklerine kadar hissetmektedir. Bunu kamufle etmek için -sözüm ona- geleneğini ve ecdâd mirası (!)’nı savunmaktadır.
Câhil kalabalıkçıdır, kemmiyetçidir. Ona göre, bir fikrin doğruluğu, sahip çıkanların kalabalık oluşu ya da onu onaylayan parmak sayılarının çokluğu ile; bir eserin ilmîliği ise sayfa sayısının bolluğu, ciltlerinin taşınamaz ağırlığı ile belirlenir. Bir noktada ‘bâtıl’ının farkına varsa bile “elle gelen düğün-bayram” enjeksiyonuyla statüsünü korumaya devam eder.
Câhil hoşgörüsüzdür. Kendi fikri ve zikrine aykırı her ‘karşı’nın yokedilmesi gereğine inanır. Kendine alternatif gibi görünenlere “urun kellesini!” formülü uygulanır.
Câhil yaftacıdır. Başka usûllerle yok edemediği rakibine yakıştıracağı yaftalar icad etmede üzerine yoktur. Karşısındakini dinler görünürken bile, aslında onu ne ile itham edeceğini hangi yaftalarla taltif edeceğini kurmaktadır.
Câhil iftirâcıdır. Rakibi bildiğine iftirâ ederken tek endişesi maddî müeyyide ve tehlikelerdir. İlâhî muhâsebe yönünden bir endişesi yoktur.
Câhil telâşlıdır. Becerebileceği herhangi bir önlemle engelleyemediği fikir ve eylemler karşısında telâşı büyüktür. Bunun sonucunda provokatör bir karakter ortaya çıkar.
Câhil maddecidir. Bütün değer ölçülerine madde ve yakın menfaatler temel teşkil etmektedir. Kendisine ‘madde’ ya da ‘mîde’ yoluyla etki yapmak en kolay iştir.
Ve...
Câhil putçudur. Yalnız Yaratıcı’sına kul olmasını bilemediği için başka ma’budlara köle olmuştur. Servet, şöhret, şehvet, iktidar hırsı ve benzerlerinden oluşan ma’budlar panteonunda kulluğunu sürdürmektedir.
Asr-ı Saâdet’in câhil prototipi Ebû Cehl’in Bedir’de öldürülüp tarihe karıştığını; câhiliyye döneminin, İslâm’a takaddüm eden dönemden ibâret olduğunu
- 138 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sanırsak günümüzdeki cehâlet psikozlarına bir yenisini ilâve etmiş oluruz.
Allah’a teslim olmuş ‘müslim’lerin imtihanları gereği her devirde var olması mukadder olan Cehâlet’le yapılacak sürekli savaşta Allah’tan muvaffakiyetler diliyoruz. 523
Câhiliyye Demek…
Câhiliyye kavramının anlam yönüyle bir değil; birkaç zıddı vardır. Bu, diğer kavramlarda pek görülmez. Câhiliyye kelimesinin zıtlarından yola çıkarak câhiliyyenin ne anlama geldiğini rahatlıkla değerlendirmek mümkündür. Şöyle ki:
Câhiliyye; Zıddı Hılm. Hılm, insanın duygularını frenlemesi, kör ihtiraslarını yenmesi demektir. Hılm, akıl gücü ve kontrolü demek olduğundan, buna göre; Câhiliyye: Barbarlık, vahşet, bağnazlık, zulüm demektir
Câhiliyye; Zıddı İslâm. İslâm, Allah’a şirk koşmadan iman edip O’nun hükümlerine teslim olmak, yalnız O’na ibâdet edip kulluk yapmak demek olduğundan, buna göre Câhiliyye: Hakkı örtmek, inkâr, Allah hakkında kötü zan, yani her çeşit şirk demektir.
Câhiliyye; Zıddı Saâdet (Asr-ı Saâdet). Bilindiği gibi, ilk câhiliyye asrı, İslâm’ın hâkimiyetiyle sona ermiş, Medine İslâm Devletiyle birlikte asr-ı saâdet (mutluluk çağı) başlamıştır. İslâm hâkimiyetinin olmadığı yer, câhiliyyenin hükmünün geçtiği yerdir. Bu yerlerdeki câhiliyye siyâseti, uygulama ve değer yargıları, hangi zaman diliminde olursa olsun, o ülkenin câhiliyye asrını yaşadığını gösterir. Buna göre Câhiliyye: Gayr-ı İslâmî düzen olduğu gibi; aynı zamanda saâdetin, huzur ve mutluluğun zıddı olan huzursuzluk, fitne, kargaşa, fesat, sıkıntı, stres ve bunalım demektir.
Câhiliyye; Zıddı ilme/vahye mensûbiyet. Câhiliyye, vahye dayanmayan, akıl ve ilim gibi araçları uygun biçimde kullanmayan insanların oluşturduğu uydurmalara, arzulara dayanan bir dünya görüşüdür. Buna göre Câhiliyye: Bilgisizlik, özü ve lâzım olanı bilmemektir, bilinçsizlik, zanna ve hevâya, kalabalığa (asabiyeye, kabileye, topluma, ırka, atalara) dayanmaktır. Bilinmesi gerekeni, bilinmesi gerektiği gibi bilip kabul etmemektir, câhilliktir câhiliyye.
Câhiliyye; düzendir, düzensizlik/nizamsızlıktır, hükümdür, dindir/şirktir, ahlâk(sızlık)tır, çıplaklıktır, ırkçılıktır, bağnazlıktır, saplantıdır, bâtıldır, uydurmadır, hevâdır, zandır, bilgisizliktir.
Modern çağda ilericilik adıyla sergilenen câhiliyye hükmü, ahlâk(sızlığ)ı, dünya görüşü ve değer yargıları, her çeşit müşriğin çok ilkel olduğunu, on dört asır öncesinin câhiliyye hayatına dönmek isteyen gericilik olduğunu göstermektedir. Müslümanlara gerici diyerek akılları sıra hakaret edenler, eski câhiliyyeyi hortlatmak isteyen kimselerdir. Bilindiği gibi, her dönemdeki İslâm dışı değer yargıları demek olan câhiliyyenin kendine göre inanç sistemi, yaşayış biçimi, ahlâk anlayışı ve düzen/yönetim şekli vardır. Câhiliyyenin itikadı/inanç sistemi, cehâlete dayanan, Allah hakkında câhiliyye zannı ve inancı ile şirke giden bir bâtıl inançtır.524
523] Hikmet Zeyveli, Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler, Birun Y. s. 251-252
524] Bk. 3/Âl-i İmrân, 154
CÂHİLİYYE
- 139 -
Câhiliyyenin kendine göre ilimden/vahiyden kaynaklanmayan, hevâya dayanan ahlâk anlayışı vardır. Özellikle kadınların toplumu ifsad edecek şekilde açılıp saçılması şeklinde kendini gösteren, kadınları orta malı olarak değer(siz)lendiren, kadınları hor gördükleri için kız çocuklarını küçükken toprağa diri diri gömmekten çekinmeyen bir yaklaşım sergileyebilirler. 525
Câhiliyyenin temel özelliklerinden biri de yönetim şekli, düzen konusundadır. Her dönem câhiliyyesi, Allah’ın indirdikleriyle değil, kendi hevâlarından kaynaklanan câhiliyye yönetimini isterler, böyle bir yönetimin en iyi idâre sistemi olduğunu iddiâ ederek insanları onunla yönetip zulmetmekten vazgeçmezler.526 Câhiliyyenin bir diğer temel özelliği gayr-ı İslâmî (câhilî) yaşayış biçimidir, değer yargıları ve dünya görüşüdür. Bu, daha çok câhiliyye taassubu, barbarlığı, ataların yolunu körü körüne sürdürmek isteyen taklitçik şeklinde ortaya çıkar.527 Her dönem câhiliyyesi ilme/vahye dayanmadığı, câhilliğe, zanna dayandığı için toplum, esas bilinmesi gerekeni bilmeyen, esas inanması gerekene gerektiği gibi inanmayan, özden ve özünden kopan, bilgi kirliliği içinde kaybolup Haktan uzaklaşan insanât bahçesidir. Onun için câhiliyyede putlara tapma, sömürü, fâizcilik, ırkçılık, kan dâvâsı, câhilliğin temel görüntüsü olan Kitapsızlık, Kitapsız toplum, zulüm, şiddet ve zorbalık, (fallar, burçlar, astroloji, yıldızların kader belirlediği anlayışı gibi) bâtıl inanç ve hurâfeler, tahrifatçı din anlayışı, geleneğin din yerine geçmesi gibi hususlar sözkonusudur.
Seyyid Kutub’un dediği gibi; şimdi tam bir yol ayrımındayız. Kişi seçimini yapmak zorundadır. Seçimini yapmışsa artık tartışmanın gereği yoktur. Ya İslâm ya câhiliyye! Ya iman ya küfür. Ya Allah’ın hükmü ya câhiliyye düzeni.
Câhiliyyenin açtığı ve kıyâmete kadar sürdüreceği savaşın bilincinde olup her çeşit câhiliyyeyi terk eden, safını Allah’tan yana seçip İslâm’a teslim olan ve toplumu yeniden Saâdet Asrı’na dönüştürüp saâdeti/İslâm’ı asra taşımaya çalışanlara selâm olsun!
525] Bk. 33/Ahzâb, 33; 16/Nahl, 58-59; 81/Tekvîr, 8-9, 14
526] 5/Mâide, 44, 45, 47, 50
527] Bk. 48/Fetih, 26
- 140 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Câhiliyye Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Kur’ân-ı Kerim’de Câhiliyye Kelimesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 4 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 154; 5/Mâide, 50; 33/Ahzâb, 33; 48/Feth, 26.
Câhiliyye Kelimesinin Kökü “c-h-l” ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (Toplam 24 Yerde): 2/Bakara, 67, 273; 3/Âl-i İmrân, 154; 4/Nisâ, 17; 5/Mâide, 50; 6/En’âm, 35, 54, 111; 7/A’râf, 138, 199; 11/Hûd, 29, 46; 12/Yûsuf, 33, 89; 16/Nahl, 119; 25/Furkan, 63; 27/Neml, 55; 28/Kasas, 55; 33/Ahzâb, 33, 72; 39/Zümer, 64; 46/Ahkaf, 23; 48/Feth, 26; 49/Hucurât, 6.
Câhiliyye Konusu:
Câhiliyye Âdetleri: 5/Mâide, 103-104.
Allah Hakkında Câhiliyye Zannı: 3/Âl-i İmrân, 154.
Câhiliyye Hükmü: 5/Mâide, 50
Kadınların Câhiliyye Kırıtması ile Yürümesi: 33/Ahzâb, 33.
Câhiliyye Asabiyeti/Irkçılığı: 48/Fetih, 26.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Câhiliyenin Hükmünü mü İstiyorlar? Ziyâeddin el-Kudsi, Hak Y.
2. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y./Yenda Y.
3. Câhiliyye Düzenini terk etmek, Cavit Yalçın, Vural Y.
4. Câhiliyyenin Değişmeyen Yüzü, Faruk Köse, Birleşik Dağıtım, Ankara
5. 20. Asrın Câhiliyesi, Muhammed Kutub, Hilal Y.(?)
6. İslâm’a Göre Câhiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
7. İslâm’dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Ank. 1982
8. Yaşayan Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y.
9. Toplum-Hukuk İlişkisi Açısından Câhiliyye Hukuku Örneği, Zihniyet Değişiklikleri ve Çağdaşlaşma, Ensar Vakfı Y. Bursa
10. İslâm Hukuku Açısından Cehâlet, Ebû Yusuf Midhat b. El-Hasan Ali Ferrac, Kayıhan Y.
11. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
12. İslâm Hukukunda Kanuna Karşı Hile, Saffet Köse, Birleşik Y.
13. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 4, s. 244-260
14. TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 17-19
15. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 269-270
16. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 95-101
17. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 383-388
18. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 75-79
19. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda Y. c. 1, s. 523-528; c. 2, s. 27-36, 291-299
20. Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Kerim Buladı, Pınar Y. s. 119-121
21. Düşünce Kaymaları, Heyet, Kaynak Y. S 237-243 (Âdil Öksüz, Câhiliyyede Kız Çocukları)
22. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 256-259
23. Kur’an’da İnsan ve Allah, Toshihiko İzutsu, Yeni Ufuklar Neşriyat, s. 190-200
24. Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet Zeyveli, Birun Y. s. 251-252
25. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 140
26. Kur’an’da İhya Hareketleri, Mevdudi, (Câhiliyyenin Tekrar Canlanışı) s. 20-24, 40-48
27. Câhiliye Kelimesinin Mânâ ve Menşei, Nafiz Danışman, AÜİFD 1-4, 1956, s. 192-197
28. Câhiliye Kelimesinin Mânâ ve Menşei, Süleyman Tülücü, İİFD, 4, 1980, s. 279-285
29. Câhiliyyenin Dünü Bugünü, Murat Kayacan, Haksöz, sayı 62, Mayıs 96
30. Toplum Değerlendirmesinde Câhiliyye Kavramı, Hülya Koç, Haksöz, 46-47, Ocak-Şubat 95
31. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, Hayreddin Karaman, İz Y., s. 134-137
32. Her Nemruda Bir İbrahim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 80-100
33. Kur’an’da Firavun, Mevdudi, Çizgi Y.
34. Kitabu’l-Esnâm, İbn Kelbî, Tevhid Y.
35. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
CÂHİLİYYE
- 141 -
36. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
37. İslâm Devlet Yapısı, M. Beşir Eryarsoy, İşaret/Bunuc Y.
38. İslâm’da Siyasî Düşünce ve İdare, Hârun Han Şirvani, Nur Y.
39. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.
40. Hâkimiyet Allah’ındır, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
41. Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
42. Hâkimiyet Allah’ındır, Âyetullah eş-Şiran, İhtar Y.
43. İslâm’da Hükümet, Mevdûdi, Hilâl Y.
44. İnanç Sorunları, Hudaybi, İnkılâb Y.
45. İslâm ve Siyasi Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y.
46. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
47. İslâm’ın Siyasi Yorumu, Ebû’l-Hasan Ali Nedvi, Akabe Y.
48. Siyasi Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
49. Devlet ve Devrim, Münir Şefik, Dünya Y.
50. Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, Lokman Tayyib, İlke Y.
51. Anayasa ve Demokrasi, Abdurrahman Dilipak, Emre Y.
52. Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
53. İslâm’da Hükümet, Mevdudi, Hilal Y.
54. Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün/İnkılâb Y.
55. İslâm İnkılâbının Süreci, Mevdudi, Özgün Y.
56. İslâm Nizamı, Mevdudi, Hilal Y.
57. İslâm’da Siyasi Sistem, Mevdudi, Özgün Y.
58. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan Y.
59. İslâm’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y.
60. İslâm Düşüncesinde İnkâr Problemi, İbrahim Coşkun, Tekin Kitabevi, s. 54-55, 144-146
61. Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları, Hasan Cirit, Çamlıca Y.
62. Yeryüzü Tanrıları Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y.
63. İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir/Arslan Y.
64. Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.
65. İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.
66. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
67. İslâm - Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.
68. İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber Y.
69. İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.
70. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.
71. Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
72. Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.
73. Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.
74. Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.
75. İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu (Sadreddin Yüksel), Özel Y.
76. Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.
77. Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı Kalacağıma, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
78. Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
79. Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.
80. Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık, Objektif Y.
81. Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru, Beyan Y.
82. Müslüman Laik Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.
83. Sosyalizm Bitti Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.
84. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevseranî, Denge Y.
85. Medenî Vahşet, Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.
- 142 -
KUR’AN KAVRAMLARI
86. Çağdaş Truva Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.
87. Demokrasi Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.
88. Alaturka Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
89. Demokrasi ve Totalitarizm, Raymond Aron, Kültür Bakanlığı Y.
90. İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.
91. İslâm Işığında Hareketler ve İdeolojiler, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.
92. Değişim Sürecinde İslâm, J. Esposito, J. Donohue, İnsan Y.
93. İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
94. Lâ 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
95. İslâm’a Göre Partinin Hükmü, Muhammed Fatih, Tevhidî Çekirdek Y.
96. Siyasal Katılım, Zübeyir Yetik, Fikir Y.
97. İslâm’da İmâmet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan Y.
98. Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Fehmi Şinnavi, İnsan Y.
99. Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.
100. Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif Y.
101. Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak, Araştırma Y.
102. Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum, Hizbü’t-Tahrir Y.
103. Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Âlem Y/Araştırma Y.
104. Hilâfetin İlgâsının Arkaplanı, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, İnsan Y.
105. Hilâfet-i İslâmîyye ve T.B.M. Meclisi, İsmail Şükrü, Bedir Y.
106. Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
107. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.
108. Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, Vecdi Akyüz, Dergâh Y.
109. Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı Y.
110. Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı, 1-2, Murat Çulcu, Kastaş Y.
111. Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik, Seçil Akgün, Turhan Kitabevi Y.
112. İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
113. Devlet ve Din, Çetin Özek, Ada Y.
114. Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında Laiklik İlkesi, Çetin Özek, 1978, İstanbul
115. Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza Hükümleri, Çetin Özek, 1961, İstanbul
116. İslâm Dininin Yasak Ettiği Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y.
117. Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, İsmail Lütfi Çakan, Marifet Y. / Büşra Y.
118. Yaşayan Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y.
119. İslâm’a Sokulan Bid’at ve Hurâfeler, Mustafa Uysal, Uysal Y.
120. Dilek Taşları, Sabiha Ünlü, İnkılâb Y.
121. Kavram ve Mâhiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Ali Çelik, Beyan Y.
122. Dünden Bugüne İbâdetlerde Bid’at, Abdülhay Leknevî, Vahdet Y.
123. İslâm’dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Ank. Ün. İlâhîyat Fak. Y.?
124. Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
125. İslâm Hukukunda Örf ve Âdet, Selâhattin Kıyıcı, İşaret Y.
126. Taklitlerin Çarpışması, Muhammed Kutub,
127. Kur’an ve Hadise Göre Bid’at, Hârun Ünal
128. Kitabu’l-Esnâm: Putlar Kitabı, İbnü’l-Kelbî, Terc. Beyza Düşüngen, s. 28, 48, 62
129. Sosyal Âdet ve Gelenekler, Nermin Erdentuğ, Kültür Bakanlığı Y.
130. Geleneğin Direnişi, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Neşriyat
131. Geleneğin Dünyası – Yeniliğin Ufukları, Necmettin Türinay, Akçağ Y.
132. Gelenek, Mustafa Armağan, Ağaç Y.
133. Gelenek ve Modernlik Arasında, Mustafa Armağan, İnsan Y.
134. Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin Arpaguş, Çamlıca Y.
135. Eski, Yeni ve Ötesi, Orhan Şaik Gökyay, İletişim Y.
CÂHİLİYYE
- 143 -
136. Eski Türk Dini Tarihi, Abdülkadir İnan, s. 1-4
137. Eski Türk Dini ve Alevilik-Bektaşilik, Mehmet Eröz, Türk Dünyası Araştırma Vakfı Y.
138. Eskiçağ Türkiye Tarihi, Ekrem Memiş, Selçuk Ün. Y,/Öz Eğitim Y.
139. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
140. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y. s. 54-69
141. Din İstismarı (Özel sayı), İslâmiyât, c. 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
142. Atalar Dini Üzerine, Mustafa Başbekleyen, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7
143. Anadolu Örf ve Âdetlerinde Eski Kültürlerin İzleri, A. Ü. İlâhîyat Fak. Sayı 17, Yıl, 1969
BEY’AT
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
BEY’AT
• Bey’at; Anlam ve Mâhiyeti
• Akabe Bey’atleri
• Bey’atu’r-Rıdvân
• Tasavvufta Bey’at Anlayışı
• Kur’ân-ı Kerim’de Bey’at Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Bey’at Kavramı
• Bey’at’le İşbaşına Gelen İslâm Devlet Başkanı: Halife
• Tefsirlerden İktibaslar
“Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefâ gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” 1
Bey’at; Anlam ve Mâhiyeti
Bey’at/Biat Nedir? “Biat”in aslı, satmak, satın almak anlamına gelen bey’ masdarıdır. “Biat”, yöneticiliği birine vermek, bir kimsenin yöneticiliğini benimsemek demektir. Kavram olarak ‘biat’, müslümanların devlet başkanını (veliyyü’l-emr’i) seçme, belirleme ve İslâmî hükümlere uygun işlerde ona bağlılık göstermedir. Müslümanların içerisinden çıkan ehl-i hal ve’l akd (müslümanların işlerini görmek üzere seçilen yetkili şûra -danışma topluluğu-) tarafından tesbit edilen bir imama (halifeye ) itaat ve bağlılık sözüdür.
Bey’, yani alım-satım; bir değer karşılığında bir değeri vermek demektir. Araplar önceden alış-verişlerde yaptıkları satış akdini (anlaşmayı) kuvvetlendirmek üzere el sıkışırlardı. Buradan hareketle, müslümanlar da bir başkan seçerken el sıkışma örneğini almışlar ve aralarındaki benzerlikten dolayı buna da ‘biat/bey’at’ demişlerdir. Sorumlu başkanı seçme konusunda yönetilenler haklarını seçtikleri kişiye, seçilen kişi de onların hakkına ve Allah’ın koyduğu sınırlara uymak şartıyla bunun karşılığını yönetilenlere, yani biat edenlere verir.
Bu, tıpkı rızâ ile bir mal alım-satımındaki anlaşma gibidir. Bir taraf kendi isteği ile, yönetim emanetini hakka-hukuka uyma şartıyla biat ettiği kimseye verir ve ona bağlı kalacağını ilân eder. Kendisine biat edilen de biat edenleri Allah’ın hükümleri doğrultusunda yöneteceğine söz verir. 2
Arapça bir kelime olan bey’at; “kabul etmek, bir akitten (anlaşmadan) râzı olmak ve tasdik etmek” gibi mânâlara gelir. İslâmî ıstılahta: “Bir mükellefin, ehil bir cemaat (ehl-i hal ve’l akd) tarafından tesbit edilen halifeye, (imama,
1] 48/Fetih, 10
2] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 82
- 2 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ulü’l-emr’e) itaat edeceğine dair, söz vermesine bey’at denilir.” Bu bir anlamda mükellefin, meşrû (şer’i) olan her emirde (hoşuna gitse de, gitmese de) itaat edeceğine dair sadâkat yeminidir. Zira Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): “Müslümanlar, gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler. Bununla yükümlüdürler. Ancak günah işlemeleri emredilirse, itaat etmezler.” 3 buyurduğu bilinmektedir. Yine diğer bir hadis-i şerifte “Allah Teâlâ’ya isyan hususunda mahlûka itaat yoktur. İtaat ancak ma’rûftadır.”4 buyurulmuştur. Dolayısıyla bey’at sonucu ortaya çıkan itaat, İslâmî hükümlerle sınırlıdır. Şeriata ittiba esastır. 5
Biat’in Bağlayıcılığı: Peygamberimiz (s.a.s.) müslümanların hoşlarına gitse de gitmese de, kendilerinden olan, yani Allah’ın hükmüyle hükmeden emir sahiplerine, yani yönetim işinin kendilerine biat ile verildiği yöneticilere itaat etmek zorunda olduklarını, ancak onlar günah olan bir şeyi emrederlerse onlara itaat etmemeleri gerektiğini söylüyor. 6
Biat aslında müslümanların peygamber aracılığıyla Allah (c.c.) ile yaptıkları bir alış-veriştir. Nitekim Kur’an Allah’ın (c.c.) mü’minlerin mallarını ve canlarını Cennet karşılığı satın aldığını haber veriyor.7 Burada biat kelimesinin kökü olan bey’ fiilinin kullanılması dikkat çekicidir.
Peygamberimiz (s.a.s.) Hicret’ten önce Medineli müslümanlardan Akabe denilen yerde, yine bazı önemli siyasî ve dinî olaylar öncesinde sahâbelerden biat almıştır. Avf ibni Mâlik el- Eşcaî (r.a.) diyor ki: “Biz bir keresinde Hz. Peygamberin (s.a.s.) huzurunda yedi, sekiz veya dokuz kişiydik. “Allah’ın elçisine biat etmiyor musunuz?” dedi. Ellerimizi uzatarak; ‘Hangi şartlara uymak üzere biat edeceğiz ey Allah’ın elçisi?’ dedik. Buyurdu ki: “Allah’a ibâdet etmek ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak, (verilen emirlere) kulak verip itaat etmek üzere (biat edin).” Bu sırada kulağımıza fısıldayarak “halktan bir şey istemeyin!” buyurdu.” 8
Peygamberimiz zamanında biat, daha çok O’na ve O’nun tebliğ ettiği dinî hükümlere itaat şeklinde gerçekleşiyordu. Şüphesiz Peygamber’e biat etmek, hem O’nun peygamberliğini kabul etmek, hem tebliğ ettiklerine uymak, hem de O’nun o günkü şartlarda verdiği emirlere kesinlikle karşı gelmemek anlamını taşıyordu. Kur’an şöyle diyor: “Allah’a ve O’nun Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zayıflığa düşersiniz, rüzgârınız (kesilip) gider. Bir de sabredip katlanın. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” 9
Mü’minlerin bu itaatinin somut bir şekilde görülmesi için, Peygamber onlardan zaman zaman biat alırdı. Nitekim Akabe ve Rıdvan biatleri bu konuda oldukça meşhurdur. Akabe biatleri Hicretten önce Medineli müslümanlarla yapılmıştı.
3] Buhârî, Ahkâm 4
4] Müslim, İmâre 39, hadis no: 1840; Ebû Davûd, Cihad 87, h. no: 2625-2626; Nesâî, Bey'at 34; İbn Mâce, Cihad 40, h. no: 2864
5] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılâp Y., s. 68. Y. Kerimoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 1/230
6] Buhârî, Ahkâm 4
7] 9/Tevbe, 111
8] Müslim, Zekât 108, hadis no: 1043; İbni Mâce, Cihad 41, hadis no: 2867; Ebû Dâvud, Zekât, hadis no: 1642
9] 8/Enfâl, 46
BEY’AT
- 3 -
Daha sonradan Ensar adını alacak olan bu müslümanlar, Peygamberimize itaat edeceklerine, İslâm’ın emirlerini dinleyeceklerine, Hz. Peygamber’i koruyacaklarına, bu konuda gerekli yardımı yapacaklarına söz vererek biat etmişlerdi. Bu biatlerden sonra Hicret gerçekleşti. İslâm Medine’de siyasî bir güç oldu ve çevreye daha rahat yayılmaya başladı. Akabe biatleri, Medineli müslümanların o günkü şartlar içerisinde son derece tehlikeli, riskli bir tercihleriydi. Onlar bunu göze aldılar ve karşılığında Cenneti hak ettiler.
Rıdvan biati de son derece önemli bir olaydır. Peygamberimiz (s.a.s.) Hicretin altıncı yılında sahâbelerle beraber Kâbe’yi ziyaret etmek üzere silahsız olarak yola çıktı. Ancak Kureyşliler O’nu Mekke’ye sokmadılar ve baskı altında tutmaya çalıştılar. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.) sahâbelerden yeniden biat aldı. Onlar Allah için gerekirse savaşacaklardı, ölüm olsa geriye dönmeyeceklerdi. Savaş silahlarına sahip olmamalarına rağmen İslâm uğruna, Peygamber’i korumak için her şeyi yapmaya söz vermişlerdi.
Kur’an, Rıdvan biatine katılanları şöyle övüyor: “Andolsun, Allah sana o ağacın altında biat ederlerken mü’minlerden râzı olmuştur, kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine sekîne (güven duygusu ve huzur) indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılık) olarak vermiştir.” 10
Bu fetih, Fetih Sûresine adını veren Mekke’nin fethinden başkası değildi. Peygamber’e Rıdvan ağacının altında veya başka yerlerde biat edenler aslında Allah’a biat ediyorlardı. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s.) bir peygamberdi, insanları Allah’a dâvet ediyor ve kendi başına bir iş yapmıyordu. Bunu Kur’an açık bir biçimde vurguluyor. Peygamber’e biat edenler Allah’a biat etmiş olurlar. Kim verdiği sözden cayarsa, yani biatini bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği sözde durursa, o büyük bir ecir (sevap) alır. 11
Peygamber (s.a.s.) mü’minlerden biat aldığı gibi, mü’minlerin işlerini yürütmekle ve Allah’ın hudutlarını (koyduğu hükümleri) uygulamakla görevli ülü’l-emr, bir başka deyişle veliyyü’l-emr (müslüman yetki sahibi) de, müslümanlardan Allah’ın hükümleri doğrultusunda onların işlerini yerine getirmek üzere biat alır. Müslümanların, din ve dünya işlerini yürütmek, Allah’ın hudutlarını uygulamak, müslümanların çıkarını ve İslâm vatanını korumak, mazlumlara yardım etmek ve zâlimlerin zulmünü önlemek üzere aralarında uygun bir başkan seçmeleri gerekir. Bunun İslâmî bir görev olduğu noktasında İslâm âlimleri arasında icmâ, yani söz birliği bulunmaktadır. Bu yetkili kimseye imam, halîfe, başkan, veliyyü’l-emr ya da emîru’l-mü’minîn denilmesi yalnızca bir nitelemedir.
Müslümanların işlerini görmek üzere kendisine biat edilen başkan, bey’at denilen ümmetin bir çeşit serbest seçimi ile göreve gelir. Bu biat işinde karşılıklı rızâ esastır. Tıpkı alış-verişte olduğu gibi. Zorla ve dayatma ile alınan biatler geçersizdir, bir faydası da yoktur. Biat olayı, biat edenleri bağlar ve onlara bazı sorumluluklar yükler. Seçilen yetkili kişilere İslâm’a aykırı olmayan konularda itaat etmek gerekir. Biat ettikten sonra haklı bir gerekçe olmadan onlara karşı gelmek, onların tutarlı ve adâletli yönetimlerine keyfî tutumlarla isyan etmek,
10] 48/Fetih, 18
11] 48/Fetih, 10
- 4 -
KUR’AN KAVRAMLARI
toplumda kargaşa doğurur ve zulme sebep olur. 12
Allah Teâlâ’nın indirdiği hükümlerin hakkı ile edâ edilmesi ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemesi için, bey’at zarûrîdir. İbn Hümâm: “Mü’minlerin kendi içlerinden bir imam seçmelerinin lüzumunun sebebi, İslâmî emirleri hakkı ile edâ etmek içindir”13 diyerek, meselenin hassâsiyetine işaret eder. Dolayısıyla bey’at, müslüman kadın ve erkeğin, müslüman lidere karşı görev ve sorumluluğu, Kur’an’da belirtilip sünnet ile açıklanarak uygulandığı şekilde, kabul etmek için yaptıkları sözleşmedir.
Bey’at, cemaatin selâmeti ve muhâfazası, hudûdullah’ın tatbiki için mü’minlerin kendilerine bir emîr tayini ile bu emîre itaat etmek üzere ahidleşmeleridir. Hudûdullah’ın tatbiki, mutlaka organize edilmiş kurumları ve yetkileri belirtilmiş bir sosyal olgu gerektirdiğine göre; inanan müslümanların böyle bir sosyal olguyu gerçekleştirmek için bir lider ve başkana meşrû hududlar içinde bey’at etmeleri şart olmaktadır.
Kur’an, merkezî bir itaati gündeme getirmiştir. Toplumun selâmeti; emrine itaat edilen bir imamın varlığı ile mümkündür. Herkes o imamın işareti ile hareket eder. İmama itaat edilmesi için; onun kendisine itaat edilecek derecede doğru ve bilgi sahibi, cesur ve dirâyetli olması, hür olması, kendisine bey’at edenler arasında bir ayrım yapmadan onlardan herhangi birine bir zarar geldiği zaman bunun bütün topluma geldiği ve toplum için bir tehdit oluşturduğu görüşünde bulunması, düşmanın her türlü hile ve metodunu anlayacak kapasitede olması ve tâğûtî metotlardan uzak olarak işlerini şûrâ ile yapması gerekmektedir.
Kendisine bey’at edilen, mü’minlerden bey’at alırken bu göreve ehil olup olmadığını düşünmeli, Kur’an ve sünnete bağlı kalıp kalamayacağını, Râşid halifelerin yollarını takip edip edemeyeceğini değerlendirmelidir. Eğer İslâmî hükümler ve selef-i sâlihîni izleyebileceğini düşünebiliyorsa bey’at almalıdır. Çünkü bey’at alması, mü’minlerin düşmandan kaçmayacaklarına, kendisini destekleyeceklerine, hakkın ikamesine çalışacaklarına, yalan söylemeyeceklerine, zâlimlerden intikam alacaklarına, kısaca hudûdullahı muhâfaza edeceklerine dair söz ve and vermeleriyle yapılmaktadır. Onların bu andını kabul ettikten sonra bu prensipler dâhilinde musâfahalaşırlar.
Bey’at; kitap, sünnet ve sahâbe-i kirâm’ın icmâı ile sâbit olan sâlih bir ameldir. Bey’at, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ve siyasî otorite ile olan münasebetlerinde, İslâm’ın hükümlerine râzı olduklarını ihlâsla ortaya koyan bir akiddir. Bilindiği gibi mü’minlerin kendi aralarından seçtikleri bir Ulû’l-emr’e (siyasî otoriteye) itaat etmeleri kat’î nasslarla farz kılınmıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’ de: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (ulu’l-emr’e) de (itaat edin).”14 emri verilmiştir.
İslâm’ın temel hedeflerini gerçekleştirebilecek ve bu uğurda her türlü engeli aşabilecek vasıftaki insanın tesbiti önemli bir hâdisedir. Bu sebeple fukahâ, bey’at edilecek kimsede aranan vasıflar hususunda titizlik göstermiştir. Şurası muhakkak ki, halîfe (ulû’l-emr), mü’minlerin irâde beyanı ve rızâları sonucu
12] H. Ece, e.g.e., s. 82-84
13] İbn Hûmam, Kitâbu'l-Musâyere, İstanbul 1979, s. 265
14] 4/Nisâ, 59
BEY’AT
- 5 -
ortaya çıkabilir. Zorbalıkla ve kılıç zoruyla (ikrahla) alınan bey’at geçerli değildir. Zira Hz. Ömer (r.a.): “Bir kimse müslümanlara danışmadan ister kendisi başkan olmaya, isterse de başkasını başkanlığa geçirmeye kalkışırsa (vazgeçmediği tadirde) onu öldürmelisiniz” demiştir.15 Öldürülmeye müstehak olan tiplerin “meşrû bir ulu’lemr” olarak değerlendirilebilmesi imkânsızdır.
Fukahâ’dan bazıları “zarûret” halinde, zorbalıkla (kuvvet kullanarak) başa geçen, fakat İslâmî hükümleri tatbik eden kimselere itaat edilebileceğini zikretmişlerdir. Nitekim İbn Âbidin “Reddü’l Muhtar” da: “Zarûretten dolayı zorbanın sultanlığı sahihtir” demektedir. Ancak İmam’da bulunması gereken vasıflar kendisinde mevcut olmalıdır. Hilâfete tayinde asıl olan, mü’minlerin seçmesidir. İmamlık akdi ya halîfenin kendi yerine birini seçmesiyle olur -nitekim Hz. Ebû Bekir (r.a.) böyle yapmıştır- yahut ûlemâdan ve söz sahiplerinden bir cemaatin bey’atiyle olur. İmam Eş’arî’ye göre şâhidler huzurunda olmak şartı ile söz sahiplerinden meşhur bir âlimin bey’ati yeterlidir. Şâhidler huzurunda olması, şâyet inkâr vâki olursa, onu defetmek içindir. Mûtezile ise, beş kişinin bey’atini, hanefilerden bazıları da, bir cemaatin bey’atini şart koşmuş, belli bir sayıya itibar etmemişlerdir. Zarûretten maksat, fitneyi önlemektir. Bir de Peygamber (s.a.s.): “Size burnu kesik Habeşli bir köle bile yönetici olsa dinleyin ve itaat edin!”16 buyurmuştur, diyerek konunun mâhiyetini izah eder. İleriyi görebilen İslâm âlimleri, “zarûret” mefhumunun sınırlarının bir hayli nazik olduğunu bilir. Zâlimlerin, fâsıkların, delilerin ve çocukların halîfeliğine; “fitne çıkmasın” gerekçesiyle râzı olmanın faturasını ümmet çok ağır ödemiştir. İslâm topraklarındaki tâğutî iktidarların oluşmasında, farz olan “emaneti ehline verme” fiilinin terkedilmesinin büyük payı vardır. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “İş, ehil olmayanın eline geçti mi, kıyameti gözetleyiniz”17 mealindeki tesbiti üzerinde iyi düşünülmelidir. Kaldı ki sadece mü’minlerin emîrinin (halifenin) muttakî olması kâfi değildir. Bu muttakî olan halîfenin her sahada, mü’minlerin en ehliyetli olanlarına görev vermesi zarûrîdir. Nitekim bir hadîs-i şerifte: “İdaresi altında bulunan müslümanlardan daha ehliyetlisi bulunduğu halde, bir başkasına vazife veren hakikaten Allah’a, O’nun Rasûlüne ve İslâm milletine ihânet (hâinlik) etmiş olur” 18 hükmü beyan buyurulmuştur.
Günümüzde “bir kimseye, bey’atin farz olabilmesi için İslâmî bir yönetimin (devletin) bulunması şarttır” tezini ileri süren anlayışlar vardır. Hâlbuki Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) ile mü’minlerin yaptığı ilk bey’at, Akabe’de gerçekleşmiştir. Bu tevâtür derecesindeki haber bütün sahîh kaynaklarda mevcuttur. Aksini iddia eden hiç kimsenin varlığından söz edilemez. Bu bey’atin Mekke tebliğ döneminin sonlarına rastladığı da bilinmektedir. Mekke dönemiyle ilgili olarak İmam Serahsî: “O dönemde Mekke İslâm ahkâmının tatbik olunmadığı bir darû’ş-şirkti”19 tesbitini gündeme getirmektedir. İbn Abbâs’dan (r.a.) rivâyet edilen bir hadîs-i şerîf’te, Medine’nin de aynı dönemde “darû’ş-şirk” özelliği taşıdığı kaydedilmektedir.20 Dolayısıyla ilk bey’atin gerçekleştiği dönemde, İslâmî bir devlet mevcut değildi. O şartlar altında, Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) bey’at alması,
15] Muhammed Ravvas Kal’aci, Mevsûatu fıkh Ömer b. el-Hattâb, 1401/1981, 103
16] Buhârî, Ahkâm 4
17] Buhârî, İlim 2
18] İbn Humâm, Fethü'l-Kadîr, V, 457
19] İmam Serahsî, el-Mebsüt, XIV, 57
20] Nesâî, el-Bey'a 13
- 6 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mü’minlerin her durumda, kendi içlerinden bir emir seçmelerinin zaruretini ortaya koymaktadır. Günümüzde emperyalist kâfirlerin istilâsı altında yaşayan milyonlarca müslüman vardır. Bu müslümanlardan bazıları kendi içlerinden bir cihat emîrine bey’at ederek istilâyı ortadan kaldırma hususunda gayret sarfederken, bazıları kâfirlerin kültürlerine boyun eğmiş ve tâğûtî iktidarları kabullenerek zilleti seçmiştir. Hâlbuki mü’minlerin kime ve hangi şartlarda itaat edecekleri kat’i naslarla sâbittir. Kâfirlerin kültürlerine boyun eğerek ve tâğûtî iktidarları kabullenerek yaşamayı esas alanların, “câhiliye ölümüyle ölmeleri” kaçınılmazdır. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “Her kim ülü’l-emr’e itaatten bir karış kadar ayrılırsa kıyamet gününde Allah’a ameli hususunda, lehinde hiçbir hücceti olmaksızın kavuşacaktır. Her kim de (ülü’l-emr’e) bey’at sorumluluğu olmadan ölürse, câhiliye ölümüyle ölür”21 buyurduğu sâbittir. Mü’minler için iki yol vardır: Eğer meşrû bir ulu’l-emr mevcut ise, O’na bey’at etmeleri ve meşrû emirlerine itaat hususunda gayretli olmaları esastır. Yok, eğer tağûtî bir yönetimin istilâsı altında iseler; kendi içlerinden bir ulu’l-emr (cihad emîri) seçmek ve istilâyı ortadan kaldırmak için, dilleriyle, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek zorundadırlar. 22
Biat’in Kapsamı: Kendisine biat edilen kimse bu işe uygun olmalı. Yani onda İslâm’a göre yönetici sıfatları olmalı, veliyyü’l-emr şartlarını taşımalıdır. Bu konuda baskı, hile ve adam kayırma gibi yöntemler geçersizdir. Veliyyü’l-emr olma hakkı güçlünün, daha çok propaganda yapanın, daha zengin olanın, ya da belli bir kesimin değil; gerekli şartları taşıyan ve ümmetin biatle tasvibini almış, onların yetki verdiği kimselerindir. Yeterli şartları taşımayan kimselerin iş başına gelmesiyle insanlar zarar görür, haklar sahibine ulaşmaz ve insanların muhtaç olduğu hizmetler yapılamaz.
Kendisine biat edilen kimse biatin gereğini yapmazsa, ya da veliyyü’l-emr olmanın sıfatlarını kaybederse biat geçersiz olur. Biat edilenler Kur’an’a, Sünnet’e ve toplumun menfaatine uygun iş yaptıkları sürece de biat bozulmaz. Ancak gerekirse biat yenilenir, ümmetin serbest görüşüne yeniden başvurulur. Böylece ümmetin işlerini yürütme hususunda daha yetkin ve daha becerikli kimselerin iş başına gelmeleri sağlanır. İslâm’ın hâkim olduğu yerlerde biatin işleyişi böyledir. Ümmet, yeterli özellikleri taşıyan bir ülü’l-emr (imam, veliyyü’l-emr) seçme durumundadır.
Müslümanların çoğunlukta olmadığı veya yönetimin müslümanların elinde bulunmadığı yerlerde müslümanlar kendi aralarında bir emîr (başkan) seçerek ona biat edebilirler. Böylece hem cemaat olarak dinlerini yaşama imkânını bulurlar, hem de kimliklerini korumaları kolaylaşır. Bir araya gelmenin, birlikte hareket etmenin ve bir başkanın ya da yetkili kılınan kimselerin organizesiyle çalışmanın faydası inkâr edilemez. Birlikler, dernekler, vakıflar ve benzeri teşkilatlanmalar oldukça faydalıdır. Müslümanlar nerede olurlarsa olsunlar, sorunlarını çözmek ve varlıklarını daha sağlıklı bir şekilde korumak için meşrû yollara başvurmalı, faydalı organizelerle bir araya gelmeliler. Kendi aralarında sürekli işleyen biat mekanizmasına da işlerlik kazandırmalılar.
“Aynı zamanda birkaç imama (halifeye) biat edilir mi, edilmez mi, yani bütün
21] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, el-İmâre 58, h.no: 1851
22] Yusuf Kerimoğlu, Şamil İslâm Ansiklpedisi, c. 1, s. 230-231; Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılap Y., 68-71
BEY’AT
- 7 -
ümmet tek bir halifeye mi biat etmeli, aynı anda birkaç imam olabilir mi?” sorusuna kesin bir cevap verilememiştir. Birçok İslâm bilginine göre her devirde tek bir imam (halife) olur. Bazıları da ihtiyaçtan dolayı aynı anda bir’den fazla imam olabilir demişlerdir. Bunun tarihte bir-iki örneği görülmüştür.
Bugün İslâm âlemi parça parçadır. Bir sömürge dönemi geçirmiştir. Sömürgecilik dönemi bitmesine rağmen, müslümanları yöneten siyasal sistemler sömürgecilerin etkilerinden kurtulamamaktadırlar. Hatta bazı kuruluşlar sömürgecilerin işini gören kurumlar, bazı yöneticiler ise sömürgecilerin genel valisi konumundadırlar. Bu bakımdan bugün ‘bütün müslümanlar tek bir imama biat etmeliler’ iddiası yeniden gözden geçirilmelidir.
Müslüman ülkeler sömürge kültüründen ve bâtıl anlayışların işgalinden tam anlamıyla kurtulduktan sonra, kendi aralarında bir önderlik kurumu oluşturmalılar. Bu önderlik kurumu başlangıçta konsey; ‘ehl-i hal ve’l-akd’ görevini yapacak bir kurum şeklinde olabilir. Ya da bütün müslüman ülkeleri temsil edecek bir meclis şeklinde de olabilir. Bu kurum, konsey veya meclis zaman içerisinde bütün müslümanların kabul edebileceği bir satatüye kavuşturulabilir. Zamanla biat şuuru geliştikçe bu kurumun tüzel kişiliğine, ya da bir kişiye müslümanların önderi (imamı) görevi verilir. Böyle bir yöntem bütün müslümanların maslahatı açısından daha gerçekçi görünmektedir.
Bugün müslümanların böyle bir kuruma ihtiyaçları var. Çünkü çıkar ve sömürge savaşını hâlâ sürdüren zenginler ve dünün emperyalistleri, dünya düzeninin bugünkü haliyle devam etmesini istiyorlar. Hâlbuki bugünkü durum fakir ülkelerin ve özellikle müslüman halkların aleyhinedir.
Seçim Olayı ve Biat: Peygamberimiz zamanında ve O’nun yanında olanlar el tutup tokalaşarak biat ediyorlardı. Tarihî akış içerisinde çeşitli şekillerde biatler olmuştur. Esasen biat, bir kimseyi yönetici olarak onaylamak, ona itaat etmeye söz vermektir. Bunun şekli çok önemli değildir.
Biat olayı bir anlamda, bir iş ve vazife için insanlar arasında en uygun, en yetkin olanını hür bir irâdeyle seçmek ve ona halkın sorumluluğunu verme işidir. İnsanlar serbest irâdesiyle seçtikleri kimselere gönül rızâsıyla itaat ederler. Onun hizmetlerinden memnun olurlar. Eksikliklerini fazla görmezler. Böyle bir seçimin, ya da yetkin insanlara görev vermenin faydaları sayılamayacak kadar çok, bu seçimi terketmenin zararları ise sayılamaycak kadar fazladır. Bir iş konusunda serbest irâdeye dayalı seçim varsa; orada en iyiyi, en yetkini bulmak mümkün olur. Tayin ve seçim işi bir kişiye veya bir zümreye bırakılırsa, insanlar bir kişinin veya bir zümrenin becerisine, ya da beceriksizliğine mahkûm olurlar. Bunun da pek çok işin aksamasına, pek çok kimsenin kutsanmasına, hatta pek çok yıkıma yol açtığı bilinen bir şeydir.
Bir toplumda, bir teşkilatta, bir cemaatte veya herhangi bir yönetimde biatin (özel seçimin) olmaması; orada işlerin zorlaşması, çözümlerin azalması, fikirlerin donuklaşması anlamına gelir. İnsanlardan kendiişlerine ilişkin karar ve çeşitli konularda seçim ve tercih hakkını almak onlara zulüm yapmanın ötesinde, hem onlara güvenmemek, hem de birilerinin despotluğuna ve tepeden buyurmacılığına onay vermek demektir. Bu, aynı zamanda sorumluluktan kaçmak ve kabiliyetlere sınır koymak demektir. Hâlbuki Rabbimiz (c.c.), bırakın insanlara kendi
- 8 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dünya işleriyle ilgili seçim hakkını vermeyi; dinlerini ve tanrılarını bile (sonucuna katlanmak şartıyla) seçmede onları serbest bırakmış, zorlamamıştır.
Biat, hem güven yenileme, hem irâdelerin ve fikirlerin önünü açma, hem de emanatleri emin kişilere teslim etme çabasıdır. Müslümanlar hayatın pek çok alanında biat imkânını terkettiler. Yönetim gibi çok ciddi bir emaneti zorbalar ve işin ehli olmayan sultanlar ele geçirdi. Sultanların hâkim olduğu beldelerde halkın ve bilginlerin görüşüne değer verilmedi. İnsanlar onların irâdelerine, zâlim de olsa yönetimlerine katlanmak zorunda kaldı. Bu durum saltanat kavgalarını, fitneleri, hırsları ve rekabetleri artırdı. İslâm âlemi bunun zararlarını çok çekti ve hâlâ da çekmektedir. (Hatırlatmak gerekir ki biz hakkaniyet ölçülerine uygun biatlerden söz ediyoruz. Günümüzde çeşitli ülkelerde gerçekleştirilen seçimlerdeki ayak oyunlarını, seçim rüşvetlerini, göz boyayıcı propagandaları, göstermelik oy vermeleri kasdetmiyoruz.)
Biat metodu aynı zamanda insanların (özelde mü’minlerin) bir konu üzerinde düşünüp anlaşmalarını, bir araya gelmelerini sağlar. Onların işlerini istişare ile yapmalarına kapı açar. Bu nedenle İslâm’ın biat metodu üzerinde, kapsamı genişletilerek yeniden düşünülmeli ve konu iyi değerlendirilmelidir.
Tarihte ümmetin velâyetini (halifeliği, yönetimi) zorla ele geçiren bazıları, insanlardan kılıç zoruyla biat aldılar. Bazı âlimler de buna fetvâ verdiler ya da verdirildiler. Bugün ise iş o noktaya vardı ki, bırakın zorla biat alan müslüman birini; İslâm’a karşı olan, İslâmî olan her şeyi hayata ve kamuya sokmamaya çalışan, böyle bir çabayı suç haline getiren ve asla Allah’ın indirdiği hükümlere yüz vermeyen nicelerine ‘ülü’l-emr, veliyyü’l-emr’ diye kayıtsız şartsız itaat edilmekte, onların iş başına gelmeleri için çalışılmakta ve onların verdikleri hükümlerden râzı olunmaktadır. Müslümanlar ‘biat’ şuuruyla, kime ve nasıl destek olacaklarını, din ve dünya işlerini kime bırakacaklarını, kamu velâyeti anlamına gelen yönetme yetkisini kime vereceklerini imanlarına uygun bir şekilde bilmek zorundadırlar.
Peygamberimizin (s.a.s.) biatle ilgili önemli bir hadisini de nakledelim: “Kim (meşrû bir yöneticiye) itaatten elini çekerse, Kıyamet günü elinde hiçbir delil olmadan Allah’a kavuşur. Kim de boynunda biat (meşrû bir emîre bağlı) olmadan ölürse, câhiliyye ölümüyle ölmüş olur.” 23
Seçim olayı ve biat konusunda önemli olan bir husus da, biatin/bey’atin bugünkü demokratik seçimlerle hiçbir şekilde uyum göstermediğidir. Demokrasi ile İslâm, hâkimiyet hakkının kime ait olduğu ve hangi ilkelerle hükmedileceği, kimin hakem ve ölçü olacağı gibi temel hususlarda birbiriyle tümüyle çelişen sistemlerdir. Biri, beşerî ideoloji, diğeri Allah’ın nizamıdır. Bu sistemlerin seçim sistemlerinin de farklı olacağı gâyet doğaldır. Biat, İslâm’a has özel bir seçim sistemidir; demokratik seçim sisteminden ayrılan birçok yönü vardır.
Bey’at; İslâmî terminolojide “siyasî veya askerî şartların gerektirdiği vasıflardan biriyle ehliyeti olan lidere, her türlü şartlarda itaat etmek üzere, ehl-i hal ve’l-akd sınıfına girenlerin ahidleşmesi”dir. Gündemdeki konuya göre bey’at’in de mâhiyeti değişebilir. Rasûlullah (s.a.s.) döneminde yapılan bey’atleri beş
23] Müslim, İmâre 58, Hadis no: 1851; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 82-87
BEY’AT
- 9 -
bölümde incelemek mümkündür:
1- İslâm’a yapılan bey’atler (ancak, bu tür bey’atler, Peygamberimiz’den sonra gerçekleşmemiştir. İslâm’a girecek olanlar bey’atsiz girmişlerdir. O’nun döneminde de, bey’atle müslüman olmanın herkes için söz konusu olduğu sâbit değildir.),
2- Yardım ve korumaya yapılan bey’atler,
3- Cihada yapılan bey’atler,
4- Hicrete yapılan bey’atler,
5- İtaat ve bağlılık bey’atleri.
Bey’at, mutlak olarak işlendiğinde yukarıdaki bölümlerden son şık kastedilmektedir. Tam anlamıyla ilk bey’at, Akabe bey’atidır. Akabe bey’ati Medine İslâm Devleti’ne zemin oluşturması, devletin kurulmasında ilk isimler olacak dâvetçilerin belirlenmesi bakımından Siyer’de önemli konular arasındadır.
Bir bey’atin şer’îlik vasfı alabilmesi için şu şartları hâiz olması gerekir:
1- Bey’at edilen şahısta, imâmet’te aranan şartlar bulunmalıdır (Darbe ve galebe yoluyla imâmet makamını işgal edenlerle ilgili özel fıkhî hükümler bu kayıttan istisnâ edilmiştir).
2- İmama bey’at eden kişiler -bey’atin resmiyet alabilmesi noktasında- Ehl-i Hal ve’1-Akd’den olmalıdır. İmam Buhârî’’nin Hz. Ömer’den (r.a.) rivâyet ettiği şu söz, bu şarta ışık tutmaktadır: “Müslümanların meşvereti olmadan bey’at eden, -o ve bey’at eden kimse- kendini aldatıp ölüme itmiştir.” 24
3- Bey’at edilen bey’ati kabul etmelidir. Farz-ı ayın olmadıkça kimse bey’at edilmeye zorlanamaz.
4- Bey’atin bir kişiye olması gerekir. Yeryüzünde aynı anda iki kişiye, “mü’minlerin imamı” vasfıyla bey’at edilemez.
5- Bey’atin söz ve eylem olarak, Allah’ın kitabı ve Rasûlü’nün (s.a.s.) Sünneti üzerine olması şarttır. Bu kayıtla, bey’at edilen kişinin uygulamalarında daha sonra Kur’an ve Sünnete ters eylemler görülmesi halinde, azllin şer’î bir sorumluluk olarak gündeme gelmesi garanti edilmiş olmaktadır.
6- Bey’at edenin tam bir hürriyete sahip olması gerekir. Zorlama yolu ile insanlardan bey’at alınamaz.
7- Bey’at şâhidlerle kuvvetlendirilmelidir. Ancak, bey’atin kalabalık bir kitle tarafından yapılacağı gözönüne alınmış ve bu şart, ulemânın çoğunluğunca şartlar listesine dâhil edilmemiştir.
Kur’an’da ahde vefâyı emreden âyetlerin yekûnünden bey’ati bozmanın câiz olmadığı kanaati hâsıl olmaktadır.25 Şer’î bir gerekçe olmadan itaat, vefâ ve yardım üzere bey’at eden bir müslümanın bey’atini geri alması büyük günahlardan sayılmıştır. Buhârî ve Müslim’in rivâyet ettiği bir hadiste şöyle denmiştir:
24] Fethu'1-Bârî, 12/149
25] bk. 17/İsrâ, 34; 5/Mâide, 1; 16/Nahl, 91
- 10 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Emîrinden hoşlanmadığı bir şeyi gören sabretsin. Çünkü cemaati bir karış terkedip ölen, câhiliye ölümü ile ölür.”
Bey’ati imamın kendisi alabildiği gibi tayin ettiği temsilciler de alabilir. Bey’at genelde üç türlü gerçekleşegelmiştir.
1- Elle musâfaha/tokalaşma ve sözleşme ile. Bey’at-ı Rıdvan böyle gerçekleşmiştir. 26
2- Yalnızca konuşma ile. Kadınların bey’ati böyle olmuştur. Sahih hadislerde Rasûlullah (s.a.s.)’in hiçbir yabancı kadının elini tutmadığı haber verilmiştir.
3- Yalnızca yazı ile bey’at.
Şer’î bir bey’at normalde iki merhalede sonuçlanır: Birinci merhalede Ehl-i hal ve’l-Akd bey’at eder. Asıl olan da bu bey’attir. İkinci merhalede de diğer insanların bey’atine geçilir. İslâm tarihinde günümüze örnek teşkil edip uygulanabilirliği açısından en güzel bey’at örneği, Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) yapılan bey’attir. 27
Bey’atin Kapsamı: Mümtehine sûresinin ilk bölümünde, mü’minlerin gayri müslimlerle dostluk ve ittifak ilişkilerini ve hicretin ortaya çıkardığı sosyal ve siyasî sorunları gündeme getirildikten sonra, sûrenin son bölümünde Akabe Bey’ati’ni sözkonusu eden âyet, aynı zamanda bu bey’atin içeriğini de vermektedir: “Ey peygamber! Mü’mine kadınlar, Allah’a hiçbir şirk/ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına isnadda bulunmamak (hiç yoktan yalan uydurup iftira atmamak) ve iyi (ma’ruf) işlerde sana karşı gelmemek şartıyla, sana bey’at etmek üzere geldikleri zaman, onların bey’atini kabul et. Onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Doğrusu Allah, bağışlayan ve merhamet edendir.” 28
Bu âyeti, bey’atin tarafları, içeriği ve amacı açılarından ele almak uygundur:
1) Bey’atin tarafları, siyasî-dinî otoriteyi temsil eden Hz. Peygamber ile mü’min kadınlardır. Kadınların özel olarak âyette zikredilmesi, erkeklerin de böyle bir bey’at yapmasına engel değildir. Anlaşılan; kadınların özellikle belirtilmesi, onların da etkin bir siyasî katılım gerçekleştirmelerinin istenmesine dayalıdır. (Kadınların bey’ati, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi için Batı dünyasının 20. yüzyıllara kadar beklemesi ile karşılaştırma yapılarak kadın hakları konusunda değerlendirmeler için bir başka ölçü yapılmalıdır.)
2) Bey’at, kapsamı açısından incelendiğinde, imanın temeli, ana ahlâk kuralları ile iyi işlerde itaat konularını içerdiği görülür.
3) Bu bey’at, siyasî otoritenin belirlenmesi amacıyla bir irâde beyanı değildir. Siyasî otoriteye kapsamı belli konularda bir söz verme (ahd), bir sadâkat yemini, bir bağlılık andı, başka bir deyişle siyasî destek sağlayıcı bir irâde açıklaması görünümündedir. Aynı durum, Rıdvan Bey’ati açısından da geçerlidir.
Bey’atin Bağlayıcılığı: Fetih sûresinin başlangıç bölümünde, Allah’ın peygambere ve mü’minlere olan dünyevî ve uhrevî nimetleri, münâfıkların ve
26] 48/Fetih, 19
27] Nureddin Yıldız, Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, Risale Y.
28] 60/Mümtehine, 12
BEY’AT
- 11 -
müşriklerin dünyevî ve uhrevî kötülükleri, Allah’ın göklerdeki ve yerdeki ordulara sahipliği, güçlü ve bilge oluşu, peygamberin şâhit, müjdeci ve uyarıcı özellikleri belirtildikten, bütün bunlar sonunda da insanlara, Allah’a ve peygambere inanma, yardım, saygı ve tesbih çağrısı yapıldıktan sonra, övgüyle anılan Rıdvan Bey’ati (Allah Rızâsı Andı) şöylece anlatılır: “Şüphesiz sana bağlılık bildirerek ellerini verenler (bey’at edenler, bağlılıklarını bildirenler) Allah’a el vermiş sayılırlar. Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir. Verdiği bu sözden (ahidden) dönen, ancak kendi aleyhine dönmüş olur. Allah’a verdiği sözü yerine getirene, o büyük ecir (ödül) verecektir.” 29
Bu âyetin en önemli özelliği, akasya ağacı altında yapılan Rıdvan Bey’ati’nin, hatta bunun da ötesinde, tarihî şartlarını aşıp, verilen bey’atin bağlayıcılığı konusuna değinmiş olmasıdır. Çok nazik şartlarda yapılan bu bey’at, gerçekte Allah’a yapılmış bir bey’ate eş değerdir. Peygamber’in şahsında, Allah’a bağlılık andıdır. Nitekim Muhammed Esed de, şu açıklamayı yapıyor: “Bu, ilk bakışta, Hudeybiye’de toplanan müslümanların Hz. Peygamber’e sundukları inanç ve bağlılıklarına (bey’atu’r-rıdvan) işaret etmektedir. Bu tarihsel delâleti dışında yukarıdaki cümle, aynı zamanda kişinin, Allah’ın elçilerine inanmasının, anlam ve amaç olarak bizzat Allah’a inanmakla eşanlamlı olduğunu ve böylece Allah’a itaat etme isteğinin, onun elçisine de itaati gerektirdiğini anlatır. “Allah’ın eli onların elleri üzerindedir” ifadesi, yalnızca Hz Peygamber’in bütün arkadaşlarının kendisine bağlılıklarını bildirmek için el sıkışmalarına işaret etmeyip, aynı zamanda Allah’ın, onların bağlılıklarına şâhit olduğunun da mecâzî bir ifadesidir.” 30
Âyetin son bölümü, verilen bey’at sözünden dönmenin kötü, sözü tutmanın ise iyi sonuçlarını, bey’atin bağlayıcılığını bir kere daha vurgulayarak anlatır.
Bey’atin Karşılığı: Bey’at eden, peygamberin bağışlanma dileği çerçevesine girer.31 Allah verdiği sözü tutana büyük ecir (ödül) verecektir.32 Ayrıca Allah, râzı/hoşnut olmuş ve dolayısıyla mü’minlere, maddî ve mânevî nimetler vermiştir: “Allah iman edenlerden, ağaç altında sana bağlılık bildirerek el verenlerden and olsun ki râzı/hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı da bilmiş, onlara güvenlik (sekinet/iç huzuru) vermiş, yakın bir zafer ve ele geçirecekleri bol ganimetler bahşetmiştir. Allah, güçlüdür ve hakîmdir/bilgedir.” 33
Birçok müfessir, âyetteki “zafer”in, Hudeybiye Andlaşması’ndan birkaç ay sonra meydana gelen Hayber’in Fethi’yle bağlantılı olduğunu düşünür. Ama aslında burada kastedilen anlamın, daha geniş olması kuvvetle muhtemeldir; yani h. 8. yılda Mekke’nin kansız bir şekilde fethedilmesi, İslâm’ın bütün Arap Yarımadası’nda üstünlük sağlaması ve nihâyet, Hz. Peygamber’in halifeleri döneminde İslâm Birliğinin olağanüstü genişlemesi 34
Allah, urvet’ül-vüska’yı insanlara, aralarından seçtiği elçileri (rasûl) aracılığıyla gönderir. Her insanla Allah konuşmaz, Kendi’ni O’na açmaz, her insana açık yahy’de bulunmaz; fakat, her insan Allah’a yükselebilir, O’na seslenebilir. Bu seslenme, bu çıkış, akidleri ve mîsakı yerine getirmekle olacaktır. Rasûllerin
29] 48/Fetih, 10
30] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, c. 3, s. 1046, 8 nolu dipnot
31] 60/Mümtehıne, 12
32] 48/Fetih, 10
33] 48/Fetih, 10
34] Esed, a.g.e., 3/1048-1049 -22-; Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Kitabevi Y., s. 202-209
- 12 -
KUR’AN KAVRAMLARI
risâletlerine, yani, rasûl olduklarına öncelikle Allah şâhiddir ve bu bakımdan, insanlar kabul etseler de, etmeler de rasûller rasûldürler. Allah’ın Din’i İslâm; usûl (esaslar, asıllar) ve ahkâm (hükümler) olmak üzere iki bölümde ele alınır. Usûl, inanç esaslarıdır. Usûl’e inanmış bir cemaat oluştuğunda ve bu cemaat ahkâmı alabilecek, yani Allah’ın hükümetini yeryüzünde kurabilecek düzeye geldiğinde, bu düzey için gerekli sınavları başarıyla verdiğinde, rasûller bu cemaatle ahdleşirler. Bu ahid, rasûlü ne olursa olsun koruyacakları, onun emirlerinden dışarı çıkmayacakları, mallarını ve canlarını istediği biçimde verecekleri, hırsızlık yapmayacakları, yeryüzünde fesat çıkarmayacakları... gibi hükümleri içerir. Daha doğrusu, rasûlün getireceği, Allah’tan alıp tebliğ edeceği her hükmü yerine getirmek konusundadır bu ahd. Aslında, bu ahd, Allah’la ahidleşmedir; ama nasıl, Allah’la ahidleşmenin sembolü olarak, Haceru’l-Esved’e/Kara Taş’a el uzatılıyorsa, Allah adına rasûlle yapılan ahidde de, rasûlün eline el verilir ki, bu ahidleşmenin adı biat’tir.
Bi’at, ‘bâ-a (be-ye-a)’ fiil kökünden gelir. Masdarı olan ‘bey’, veya biat’ ‘alış-veriş’ demektir; ‘bir değer karşılığında bir değeri vermek’ demektir. Alana ‘müşteri’, verene ise ‘bâyi’’ denilir. Kelime, bu anlamda Kur’ân-ı Kerim’de çok geçer; söz gelimi, “Allah bey’i (alışverişi) helâl, ribâyı/fâizi haram kıldı”35 buyurulur. İşte, ‘biat’ bir alış-veriştir; mü’minlerin rasûl aracılığıyla Allah’la yaptıkları bir alışveriştir; bu ‘alış-veriş’, şu âyette en güzel anlamını bulur: “Muhakkak Allah, Cennet karşılığında mü’minlerden canlarını ve mallarını satın aldı.”36 Bundandır ki, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Akabe biatlerinde, Ensar’dan, “Allah’tan başka ilâh olmadığına, kendisinin Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmeleri, namaz kılıp mallarından infakta bulunmaları, her zaman sözlerini dinleyip emirlerine itaat etmeleri, muhtaçlara yardımda bulunmaları, Allah yolunda Allah için hakkı söylemeleri, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaları ve öz canlarını, kadınlarını ve çocuklarını korudukları gibi, kendisini de korumaları” hususunda söz almış; “bunların karşısında ne var ey Allah’ın Rasûlü?” sorusuna da, “Cennet” cevabını vermiştir. 37
İslâm’da, gerek Rasûl, gerekse O’ndan sonra gelen veliyy’ül-emr olsun, ümmetten Allah’ın hükümlerini kendi önderliği altında yerine getirmeleri için biat alır; yani mü’nıinler, canlarını ve mallarını Cennet karşılığında Allah’a satmaya söz verirler.
Alış-veriş her iki tarafın rızâsıyla olur ve sonunda ‘aldım, verdim’ denilerek el sıkışılır. Biat de Allah’la mü’minlerin alış-verişi olarak, aynen böyledir. Bu bakımdan, biat’in bazı şartları olması gerekir:
1. İslâmî hükümet biatsiz olamaz ve zorla biat alınmaz; insanlar da biate zorlanmaz. Bu, iman sorunudur. Nitekim Hz. Ali, kimseyi kendisine biate zorlamadığı gibi, biat ettikleri halde, kendine yardım etmeyenleri de zorlamamıştır. Kılıç zoruyla alınan biatler geçerli değildir.
2. Biat edecekler niçin biat ettiklerini bilmelidirler. Artık, bundan sonra, öncelikle Allah’a karşı sorumludurlar.
3. Biat herkese edilmez. Allah’ın hükümlerini en iyi bilen, yani emr’in sahibi
35] 2/Bakara, 275
36] 9/Tevbe, 111
37] Buhârî, Kitab'ül-İman I/12; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. S. Mutlu, I/118
BEY’AT
- 13 -
olana, zikir ehli’ne biat edilir. Kendisinde, bu nitelik olmayan kimselerin biat istemeleri bir zulümdür.
4. Nasıl, alış-verişte, satan malın eksikliğini söylemez, bu da sonradan ortaya çıkar ve bunun sonucunda, alan anlaşmadan dönebilirse; kendisine biat olunan kişi, şartların gereğini yerine getirmezse, biat edenler onu buna zorlayabilir veya biati feshedebilirler.
5. Biatten dönülmez. İki taraf da biat şartlarına bağlı kaldıkça, biatten dönen olursa ve biatine rağmen, biatinin gereklerini yerine getirmezse, bu Allah’a verilen sözden dönme olur ve Allah’ın azâbını gerektirir. 38
Biat, ahkâm indikten, hükümet kurma aşamasına gelindikten sonradır. Rasûlüllah daha önce kimseden biat almamıştır. Fakat gerek Rasûlün, gerekse veliyy’ül-emr’in görevi her zaman hükümet kurmak değildir. Öyle zamanlar olur ki, yeni bir Mekke’nin yaşanması gerekir. Bu noktada, tüm rasûllerin ana görevi, insanlara Allah’ın âyetlerini okumak, onları tezkiye etmek, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretmektir. Bu noktada, rasûlün rasûllüğü için insanların biati gerekmez; şartsız iman etmeleri gerekir. Rasûl’e biatten sonra, emrde ortaklık yoktur; Rasûl neyi emreder ve hangi şeyden sakındırırsa, mü’minler onu yapmak zorundadırlar. Rasûl’den sonra aynı yetki veliyy’ül-emr’e geçer. Tekrar belirtmek gerekir ki, veliyy’ül-emr’in zikir ehli, yani Kur’an ve Sünnet ehli olması, Kur’an ve Sünnet’i en iyi derecede bilme, âdil ve takvâ sahibi olma niteliklerini de kendinde barındırması gerekir. Biat, belirli durumlarla ilgili olarak yenilenebilir; Biat-ı Rıdvan olayında olduğu gibi. 39
Tasavvufta bey’at mürîdin mürşide intisabını ilânıdır ki, genellikle el öpmeyle, bazen de bir merasimle ortaya konur. Kur’ân-ı Kerim bey’ati iki yerde40 hukuksal anlamda, diğer yerlerde ise Hz. Peygamberle her konuda irâde uyuşumunu ifade etmek mânâsında kullanmaktadır. 41
“Dünyanın ücrâ bir köşesinde bile olsa, üç kişinin içlerinden birini kendilerine emir tayin etmeden yaşamaları câiz olmaz” 42 hadis-i şerifinin hükmü umumîdir. Her mükellef (ister erkek, ister kadın olsun) bey’ate muhataptır. Rasûlullah’ın (s.a.s.), bülûğa eren her çocuktan, derhal bey’at aldığı da bilinmektedir. İbn-i Hümam: “Mü’minlerin kendi içlerinden bir imam seçmelerinin sebebi; İslâm’ın emirlerini hakkı ile edâ etmektir.” hükmünü zikretmektedir. Bu husustaki hassasiyet, İslâmî birçok hükmün, ancak imamın varlığı ile tatbik edilebilmesine dayanır. Nitekim imâmet ile ilgili meseleler, “akaid” kitaplarına konu olmuştur. 43
Biat, İslâm devletinde idare edenle idare edilenler arasında yapılan, seçim veya bağlılık karakteri taşıyan sosyopolitik akid demektir. Türkçe’de biat şeklinde kullanılan kelimenin Arapça aslı bey’attir. Bey’at “satmak; satın almak” mânâsındaki bey’ masdarına bağlı olarak “yöneticilik tevdî etmek, birinin
38] Ebu'l-Hasan el-Mâverdî, Ahkâmu’s-Sultâniyye, çev. A. Şafak, Bedir Y., s. 6-14; Ö. Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, Bilmen Y., c. 6, s. 4-28
39] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Y., s. 109-117
40] 2/Bakara, 282; 9/Tevbe, 111
41] Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 68
42] el-Müsned, İstanbul 1401, c. II, s. 177
43] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılab Y., s. 70
- 14 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yöneticiliğini benimsemek” anlamında kullanılmıştır. Sosyopolitik bir akid olarak ise devlet başkanını seçme, belirleme ve İslâm hukuku çerçevesinde ona bağlılık gösterme anlamına gelmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de bey’at kelimesi geçmemekle birlikte bey’ kökünden türeyen mubâyea masdarının türevleri “biatleşme, getirdiği emir ve yasaklarda peygambere itaat arzetme ve bu konuda onunla ahidleşme” anlamında kullanılmıştır.44 Hadislerde ise bey’ kökünden türemiş birçok kelime hem sözlük anlamında hem de terim olarak kullanılmıştır.45 Hz. Peygamber’in önemli dinî-siyasî olaylar arefesinde veya İslâmiyet’i kabul eden kimselerle ilk defa görüştüğünde biat aldığı bilinmektedir. Bu türün örnekleri olarak Akabe biatleri ve Bey’atü’r-rıdvân zikredilebilir.
Hz. Peygamber döneminde daha çok dinî hükümlere bağlı kalmak ve Rasûlullah’a itaat etmek anlamında kullanılan biat, Hz. Ebû Bekir’in halife seçilmesinden itibaren sonraki kullanışlarına esas olacak siyasî bir mâhiyet kazanmış, bir devlet başkanını seçme yahut seçilmiş veya bu makama herhangi bir yolla gelmiş devlet başkanına bağlılık sunma anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Gerek dört halife döneminde görülen, gerekse sonraki dönemlerde ortaya çıkan uygulamalar bu kurumun teorik esaslarının belirlenmesinde önemli rol oynamıştır.
Biatin Unsur ve Şartları: Devlet başkanlığı makamı boşaldığında bu makama bir başkan seçmeyi veya iş başında bulunan başkana İslâm hukuku çerçevesinde bağlılık sunmayı amaç edinen biatin oluşması ve geçerli sayılması için gerekli görülen unsur ve şartlarla, konu ile ilgili diğer hükümler şöylece özetlenebilir: Biat akdinin unsurlarından birincisi, bir yanda halife, diğer yanda biat eden kimseler olmak üzere iki tarafın mevcut olmasıdır. İslâm hukukçuları devlet başkanında bulunması gereken şartlar üzerinde durmuşlar, bunlardan müslüman ve âdil olmak, beden ve ruh sağlığına, ictihad derecesinde ilmî yeterliliğe sahip bulunmak, erkek olmak gibi şartlar üzerinde görüş birliğine varmışlar, Kureyş kabilesine mensup ve zamanının en faziletlisi olma gibi şartlarda ise birbirinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu şartlarda meydana gelecek herhangi bir eksiklik, şartın esasla ilgili olup olmamasına göre farklı sonuçlar doğurmaktadır. Biat eden tarafta aranan genel şartlar ise müslüman ve hür olmak, temyiz gücüne sahip bulunmaktır. İslâm hukukçuları müslüman olma şartını Mümtehine sûresindeki46 âyete, hürriyet şartını da Hz. Peygamber’in durumunu bilmeden biat aldığı bir köleyi statüsünü öğrendikten sonra iki köle karşılığında satın alarak âzat etmesi ve bir daha hür olduğunu bilmediği hiç kimseden biat almaması şeklindeki uygulamasına47 dayandırmaktadırlar. Temyiz gücüne gelince, bazı hukukçular biat eden kimsenin diğer akidlerde olduğu gibi tam ehliyetli olmasını şart koşarken diğer bir kısmı Hz. Hasan, Hüseyin, İbn Abbas, Abdullah b. Ca’fer ve Abdullah b. Zübeyr’in küçük yaşlarda Rasûlullah’a biat etmelerine bakarak sadece temyiz gücünün biat için yeterli olduğunu söylemişlerdir.
Biatin geçerli olabilmesi için ona katılması gerekli olan kimselerin sayısı
44] Meselâ bk. 48/Feth, 10; 60/Mümtehine, 12
45] bk. Wensinck, Mu’cem, "bâyea' md
46] 60/ Mümtehine 12
47] bk. İbn Mâce, Cihâd 41; Tirmizî, Siyer 36; Nesâî, Bey’at 21
BEY’AT
- 15 -
hakkında bir kişiden başlayarak şartlarını taşıyan herkese varıncaya kadar değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bir, üç, beş gibi sınırlı sayıda kişinin yapacağı biatin yeterli olduğunu söyleyen İslâm âlimleri Hulefâ-yi Râşidîn dönemindeki bazı uygulamalara dayandıklarını ifade ediyorlarsa da onları böyle bir hükme götüren asıl âmil, sonraki dönemlerde fiilen verâsete dayanan bazı saltanatları meşrû bir seçimle yapılmış gibi gösterme gayreti olmalıdır. Çünkü dört halife döneminde Medine’de bulunanların çoğunun biatlere katıldığı, ondan kaçınanların sayısının çok az olduğu bilinen bir husustur.
İkinci unsur tarafların halife seçme ve seçilme konusundaki irâdelerini ortaya koymaları, yani irâde beyanlarıdır. Biat sırasında irâde beyanının sözlü olması şart değildir, uygulamada bu beyan daha çok el sıkma şeklinde ortaya konmuştur. Burada önemli olan, rızâyı bozan hallerin özellikle ikrah’ın bulunması durumunda bu biatin geçerli ve ona dayanan hilâfetin sahih olup olmadığıdır. İslâm hukukçuları, umûmiyetle ikrah altındaki biatin geçerli olmadığını söylemektedirler. Gerek Hz. Peygamber gerekse dört halife, zor kullanarak biat almamışlardır. İmam Mâlik cebir altında yaptırılan yeminin ve dolayısıyla alınan biatin geçerli olmadığını söylemiş, bu sebeple de çeşitli baskılara mâruz kalmıştır.48 Bununla birlikte daha sonra ortaya çıkan fiilî durumlar sebebiyle böyle bir biate dayanan hilâfetin zarûreten geçerli olduğunu söyleyen hukukçular da olmuştur. Biat genellikle herhangi bir şart koşulmaksızın yapılmakla birlikte, belirli durumlarda şartlı olması da mümkündür. Nitekim Amr b. Âs’ın Hz. Peygamber’e, affolunması şartıyla biat ettiği rivâyet edilmektedir. 49
Biat halifeye bizzat yapılabileceği gibi asil adına vekil, bir topluluk adına mümessil tarafından da icrâ edilebilir. Hz. Peygamber, Bey’atü’r-rıdvân’a katılamayan Hz. Osman’a vekâleten kendi kendine musâfaha yapmak suretiyle biat etmiştir.50 Aynı şekilde Dımâd b. Sa’lebe, kabilesi Ezd-i Senûe adına Hz. Peygamber’e biatte bulunmuştur.51 Biatin mektupla yapılması da mümkündür. Necâşî Hz. Peygamber’e, Abdullah b. Ömer de Halife Abdülmelik’e52 biatlerini mektupla bildirmişlerdir. Öte yandan halifenin şahsen olduğu gibi bir temsilcisi vâsıtasıyla biat alması da mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber ensar kadınlarından biat almak üzere Hz. Ömer’i temsilci olarak tayin etmiştir. 53
Biatte önemli olan seçim veya bağlılık irâdesinin belirtilmesidir. Bu sebeple biatin icrâsı için belli bir şekle uymak gerekli görülmemiştir. Hz. Peygamber ve dört halife zamanındaki uygulama genellikle el sıkışma şeklinde olmakla birlikte Rasûlullah’ın başka şekillerde biat aldığı da vâkidir. Nitekim cüzzamlı bir müslümandan sözlü olarak biat aldığı,54 kadınlardan biat alırken de bir bez üzerinden musâfaha yaptığı veya bir kap suya birlikte ellerini soktukları bilinmektedir. 55 Biat Hz. Peygamber ve dört halife döneminde mescidde herkesin katılımına açık
48] İbn Haldun, II, 609
49] Müslim, İman 192; Ümmü Atıyye'nin yapmış olduğu şartlı biat için de bk. Buhârî, Ahkâm 49; Nesâî, Bey'at 18; Müslim, Cenâ'iz 33
50] Tirmizî, Menâkıb 18
51] Müslim, Cum’a 46
52] Buhârî, Ahkâm 43
53] Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/85; VI/409
54] Müslim, Selâm 126; İbn Mâce, Tıb 44
55] Kurtubî, Tefsir, XVIII/71
- 16 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak düzenlenirdi. Rasûlullah döneminde biate iştirak eden kadınların ilk halife döneminden itibaren fiilen bu uygulamanın dışında kaldıkları görülmektedir.
Biat akdinin yazı ve yeminle tevsiki tamamen sonraki dönemlerin ürünüdür. İlk defa Haccâc’ın Halife Abdülmelik b. Mervân adına zorla aldığı biatleri yeminle tasdik ettirmeye ve yazılı olarak düzenlemeye başladığı bilinmektedir. Abbasîler döneminde de veliahtlar için alınan biatler ahidnâme veya fermanla tevsik edilir, halife ve akrabalarınca mühürlenerek veliahta verilir, gerektiğinde kasa, mescid veya Kâbe gibi güvenli yerlerde saklanırdı. Meselâ Hârûn Reşid’in, oğulları için almış olduğu ahidnâme Kâbe’de saklanmıştı.
Biat ferdî olarak yapılabileceği gibi toplu olarak da akdedilebilir. Hz. Peygamber hem tek tek fertlerden,56 hem de topluca cemaatlerden57 biat almıştır. Ayrıca biat, şartlar gerektirdiğinde yenilenebilir. 58
Biat akdinin üçüncü unsuru ise akdin bir konusunun bulunmasıdır. Bu da ya hilâfet makamının boşalması halinde yeni bir halife seçmek veya iş başındaki halifeye bağlılık sunmaktır.
Biatin Çeşitleri: Biat icrâ ettiği fonksiyona göre ikiye ayrılmaktadır. Birincisi, ehlü’l-hal ve’l-akdin gerekli şartlara sahip bir kimseyi devlet başkanı olarak belirledikleri seçim biatidir (bey’atü’l-in’ikad). Sınırlı sayıda kimselerin katılması sebebiyle buna “bey’atü’l-hâssa” da denilmektedir. Hz. Peygamber’in ölümünden sonra Ebû Bekir’in halife olarak seçilmesi için yapılan biat bu türdendir. Bazılarına göre bu biat Benî Sâide toplantısındaki biattir; bazılarına göre ise Benî Sâide’de Ebû Bekir’in sadece adaylığı kesinleşmiş, seçim ertesi gün mescidde yapılmıştır. Dolayısıyla mesciddeki biat seçim biatidir. Bu biatte aynı zamanda bağlılık anlamı da vardır. İkincisi, seçim veya başka bir yolla devlet başkanlığını elde etmiş bulunan kimseye bağlılık sunmak için yapılan biattir (bey’atü’t-tâa). Çok sayıda kimsenin katılmasından dolayı buna “bey’atü’l-âmme” de denilmiştir. Hilâfetin zorla ele geçirilmesi durumunda halkın yapmış olduğu biat bu gruba girer. Halifenin veliaht tayin etme (istihlâf) yoluyla belirlenmesi durumunda ise yapılan biatin hangi gruba girdiği hususu tartışmalıdır. Bazı hukukçulara göre yalnızca veliaht tayin etme devlet başkanı olmak için yeterli değildir; ayrıca ehlü’l-hal ve’l-akd tarafından biat edilmesi de gerekir.59 Bu durumda çağdaş bazı hukukçuların belirttiği gibi veliaht tayini bir aday göstermedir;60 başkan olmayı sağlayan asıl unsur biattir. Bu açıdan bakıldığı takdirde söz konusu biat bir seçim biatidir. Emevîler ve Abbasîler döneminde de istihlâf usulü böyle anlaşılmış ve önceki halifenin veliaht tayin edip biat aldığı kimse, hilâfet makamına geçtikten sonra meşrû bir halife olabilmek için tekrar biat alma gereğini hissetmiştir. Mâverdî’nin de içinde bulunduğu diğer bir grup hukukçuya göre ise halifenin kendi çocuğu veya babası dışındaki veliaht tayinleri biate ihtiyaç göstermeksizin halife olmak için yeterlidir.61 Dolayısıyla böyle bir halifeye yapılan biat sadece
56] Müslim, İman 98; Nesâî, Tatbik 35
57] Buhârî, Cihâd 110, Ahkâm 43; Müslim, İmâre 80; Nesâî, Tahrîmü'd-dem 14, Bey’at 8, 17; Tirmizî, Siyer 34
58] Buhârî, Ahkâm 44; Müslim, Zekât 108; Ebû Dâvûd, Zekât 27; İbn Mâce, Cihâd 41
59] Ebû Ya'lâ, s. 25
60] Senhûrî, s. 150
61] el-Ahkâmü's-Sultâniyye, s. 11
BEY’AT
- 17 -
bir bağlılık biatidir. Hz. Ömer ve Osman’a göreve başlarken yapılan biat bu türdendir.
Devlet başkanının seçimle belirlendiği durumlarda seçim biatini umûmiyetle geniş kitlelerin zaman içerisinde yaptıkları bağlılık biati takip etmektedir.
Biatin Sonuçları: Hukukî yönü itibariyle alım satım, vekâlet ve hibe gibi çeşitli akidlere benzetilmesine rağmen aslında kendisine has sosyopolitik bir akid olan biat, gerekli şartları taşıyan bütün müslümanlar için vâciptir. Ayrıca gerçekleştirilmiş sahih bir biat akdine vefânın hükmü de budur. Bu hususun Kur’an’daki delili şu âyettir: “Ey Peygamber! Sana biat edenler aslında Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Şu halde biatinden dönen kendi aleyhine dönmüş olur. Allah’a verdiği ahde vefâ gösterene ise O büyük bir ecir verecektir.”62 Bu âyette belirtildiği üzere Hz. Muhammed ile ashâbı büyük bir tehlike ile karşı karşıya bulundukları bir sırada İslâm inancını ve müslümanların varlığını korumak üzere biatleşmişler ve ne pahasına olursa olsun bundan caymayacaklarına kesin söz vermişlerdir. Benzer nitelikler taşıyan, müslümanların dinî ve dünyevî işlerini idare edecek bir otoriteyi seçmek ve ona bağlılık sözü vermek anlamına gelen biatler ise daha sonra Hz. Peygamber’in halifeleriyle ashab arasında akdedilmiştir. Biatin vâcip olduğunu ifade eden hadislerin birinde meşrû bir devlet başkanına bağlılığı olmadan dünyadan ayrılan kişinin İslâm dışı sayılan bir ölümle hayata vedâ etme durumuna düştüğü ifade edilmiştir.63 Çeşitli hadis metinlerinden ve Asr-ı saâdet’le Hulefâ-yi Râşidîn dönemi uygulamalarından anlaşılacağı üzere biatte aslolan meşrû devlet başkanını tanımak, kendini ona bağlı hissetmek ve bu hissi hayatının sonuna kadar korumaktır. Buna göre milletin her ferdinin devlet başkanı ile musâfaha ederek veya başka bir şekilde biate fiilen katılması şart değildir.
Biatin hem biat eden hem de edilen kimse için doğurduğu hukukî sonuçlar çeşitli durumlara göre farklılık göstermektedir. Halife, üzerine aldığı görevi yürüttüğü ve İslâm hukukunun çizdiği yoldan ayrılmadığı sürece biat edenlerin ahidlerinden dönmeleri mümkün değildir. Buna göre biat bunlar için bağlayıcı (lâzım) bir akiddir. Nitekim bütün baskılara rağmen Emevî halifelerine biat etmekten kaçınan bazı kimseler bu tutumlarını daha önce Abdullah b. Zübeyr’e yapmış oldukları biatin kendilerini bağlayıcı olmasıyla açıklamışlardır. Hukuk çizgisinin dışına çıkmayan (âdil) halifeye yapılan biatten dönme ve silâhla karşı çıkma isyan suçunu (bağy) oluşturur. Fakihlerin büyük çoğunluğu hukuk çizgisinin dışına çıkan (fâsık) halifeye yapılan biatin bağlayıcı niteliğini kaybettiği ve onun değiştirilmesinin gerektiği görüşündedir. Ancak, fitneye yol açacağı endişesiyle silâhla değiştirilmesini câiz görmezler. Onları bu konuda tereddüde sevkeden âmillerden biri, İslâm tarihinin ilk dönemlerindeki dinî-siyasî ihtilâfların müslümanları bölmesi ve çok kan dökülmesine yol açması diğeri de kendi dönemlerindeki yöneticilerin baskıları olmalıdır. İslâm bilginleri hukuk çizgisinin dışına çıkan devlet adamlarıyla fiilen mücadele edememişlerse de onların meşrûiyetlerini yitirdiklerini söyleyebilmişler ve bu yolla idare edenle edilenleri uyarma görevlerini yerine getirmişlerdir.
62] 48/Feth, 10
63] Müslim, İmâre 58; diğer hadisler için bk. Buhârî, Enbiyâ 50; Müslim, İmâre 44, 46; İbn Mâce, Fiten 9
- 18 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Aynı anda iki halifeye biat edilmesi hilâfetin tekliği prensibini bozacağı için ilk dönem İslâm hukukçuları tarafından kabul edilmemiştir. Onlar bu konuda Hz. Peygamber’in, “İki halifeye birden biat edilmişse sonrakini öldürün”64 hadisine ve Benî Sâide toplantısında ensârın, “Bizden bir emîr, sizden bir emîr olsun” teklifini Hz. Ebû Bekir’in, “Emirler bizden, vezirler sizden” diye reddetmesi vâkıasına dayanmaktadırlar. Mutezile mensupları ile diğer bazı âlimler ise Hz. Ali ile Muâviye’nin aynı zamanda halife olduklarını öne sürerek iki halifeye biati kabul etmektedirler. Endülüs Emevî Devleti’ne meşrûiyet kazandırmak isteyen sonraki dönem âlimleri Endülüs’ün konumuna uygun bir istisna getirmek mecburiyetini hissetmişler ve aralarında deniz bulunması şartıyla iki halifenin, dolayısıyla iki İslâm devletinin olabileceğini kabul etmişlerdir. Bu görüş tabiatiyla Mısır’daki Fatımî hilâfetini meşrûiyet sınırları dışında bırakmaktadır. Zeydîler de başlangıçta aynı anda iki halifenin gayri meşrû olduğunu söylerken Yemen ve Mâverâünnehir’de iki ayrı Zeydî imamın ortaya çıkması karşısında iki halifenin meşrûluğunu benimsemişlerdir. Bütün bu farklı görüşlerin, hukukçuların bunları ortaya koyarken dayandıkları teorik esasları içinde bulundukları sosyal ve siyasî ortamın etkisiyle farklı yorumlamış olmalarından kaynaklandığını söylemek mümkündür. Çağdaş Mısırlı hukukçu Abdürrezzak Ahmed es-Senhûrî ise hilâfeti sahih ve nâkıs olmak üzere ikiye ayırmakta, iki halifenin ancak nâkıs hilâfet düzeninde olabileceğini, sahih hilâfet esasen bütün ümmetin ehlü’1-hal ve’l-akdinin iştirakiyle gerçekleşeceğinden aynı anda iki halifenin hukuken ve fiilen mümkün olamayacağını söylemektedir. 65
İslâm Tarihinde Biat: Hz. Peygamber’in Akabe’de aldığı ilk biatten sonra yeni müslüman olanlardan Allah’a ortak koşmamak, ölünceye kadar cihad etmek, haktan ayrılmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocukları öldürmemek, Peygamber’e karşı gelmemek gibi İslâm’ın çeşitli hükümleri üzerine ve önemli siyasî olaylar arefesinde biat aldığı bilinmektedir.66 Hulefâ-yi Râşidîn döneminde halife daima bir biatle vazifeye başlamıştır. Emevîler’den itibaren İslâm devletlerinde de halifenin değişimi sırasında biat daima başvurulan bir prosedür olmuştur. Ancak gerek Emevîler’de gerekse sonraki devirlerde biatin seçimden çok bağlılık sunma fonksiyonu göze çarpar. Çünkü bu dönemlerde halife çoğunlukla veliaht tayin etme yoluyla belirlenmiştir. Bu şekilde belirlenen halifelerin aynı aileden olmasına özen gösterilmesiyle de hilâfet verâsetle intikal eder bir hale gelmiştir.
İlk dönemlerde veliaht için biat alınırken halifede bulunması gereken şartların veliahtta da arandığı, bu şartlan taşımayanlar adına biat istenmediği veya şartlı biat yoluna başvurulduğu görülür. Nitekim Emevî Halifesi Yezîd b. Abdülmelik, yaşı küçük olduğu için doğrudan veliaht tayin edemediği oğlu Velîd’i veliaht seçmesi şartıyla kardeşi Hişâm için biat almıştır. Ancak daha sonra buna dikkat edilmemiş ve çocuklar için dahi biat alınmıştır. Abbasî Halifesi Emîn veliaht seçilip kendisi için biat alındığında henüz beş yaşındaydı. Genelde tek bir kişi veliaht tayin edilmekle birlikte sıralı olarak birkaç kişinin tayin edildiği de olurdu. Nitekim Hârûn Reşîd, oğulları Emîn ile Me’mûn’u ardarda halife olmak
64] Müslim, İmâre 61
65] Fıkhü'l-hilâfe, s. 136, 177
66] bk. 60/Mümtehine, 12; Wensinck, Mu'cem, "bâyea" md.; a.mlf., Miftâhu künûzi's-sünne, bey’at md.
BEY’AT
- 19 -
üzere veliaht tayin etmiş, diğer oğlu Kasım’ın veliahtlığını ise Me’mûn’un tasvibine bırakmıştır.
Emevîler ve Abbasîler döneminde biat merasimine çeşitli bölge ve kabilelerin temsilcileri başta olmak üzere çok sayıda kimsenin katıldığı tarihî kaynaklarda belirtilmektedir. Özellikle siyasî problemlerin fazla olduğu dönemlerde halifelere imkân nisbetinde çok kimsenin biat etmesine özen gösterilmiştir. Abdullah b. Zübeyr’in bertaraf edilmesinden sonra Kûfe’de Abdülmelik b. Mervân’a yapılan biat merasimine temsilcileri vasıtasıyla katılan kabileler kaynaklarda teker teker sayılmaktadır. Genellikle biate ilk önce devlet büyükleri başlar, onları hiyerarşik sıraya göre diğer makam sahipleri takip ederdi. Abbasîler’deki biat merasimlerinde protokolün başında vezirler, askerler, serdarlar ve Bağdat kadıları gelirdi. Sivil halktan da ulemâ ve ileri gelenler hazır bulunurdu. Bu merasimlerin çoğunda ordu kâtibi biat edenlerin yemin törenlerini düzenler ve herkesi ismen dâvet ederek yemin verdirirdi. Biat merasiminin tamamlanmasından sonra halifeye birtakım lakaplar arzedilir, o da bunlardan birini seçerdi. Merkezde biat alan halife diğer bölge emîr ve vezirlerine yazı gönderip kendi adına biat almalarını bildirirdi. Aynı şey veliahtlık için de söz konusu idi.
Biat usûlü her zaman ve her yerde aynı olmamış, bazan çok sade bir merasimle yetinilirken bazan da debdebeli törenler düzenlenmiştir. Emevî ve Abbasî halifelerinin resmî törenlerle biat alarak hilâfet saraylarına girdikleri tarih kaynaklarının incelenmesinden anlaşılmaktadır. Endülüs Emevî Devleti’nde biat merasimlerinin önemli bir yer tuttuğu ve günlerce sürdüğü bilinmektedir. Fâtımîler’de de biat uygulaması vardır. Ancak Fâtımîler’de devlet başkanının seçimle gelmesi söz konusu olmadığından biat tamamen bağlılık anlamını taşımaktadır. Tarihî seyir içinde biat törenleri sırasında teklif edilen yeminler esas itibariyle aynı olmakla birlikte kullanılan ifadeler ve teferruat bakımından farklılık arzetmiştir. Nitekim Haccâc’ın başlattığı yeminli biat merasimlerinde yemininden dönenin karısının boş, kölelerinin âzat, malının sadaka olacağı ve üzerine hac terettüp edeceği belirtilmiştir. İlk önceleri birkaç kelimeden ibaret ve sözlü olan yeminler daha sonra yapılan birtakım değişiklik ve ilâvelerle uzadıkça uzamış ve yazılıp ezberlenmeye başlanmıştır. Öyle ki Mısır Abbasî Halifesi Hâkim-Billâh’a yapılan biat yemininin sûreti dört sayfaya ulaşmıştı. Her şeyin şekil şartlarına bağlandığı Fâtımîler döneminde de biat yazıları kompozisyon kaidelerine varıncaya kadar en ince ayrıntılarıyla belirlenmişti.
Biat merasimlerinde Emevîler dönemininin başlangıcından itibaren “biat resmi” veya “biat hakkı” uygulaması ile de karşılaşılmaktadır. Biat alan halifenin, başta askerler ve devlet ricali olmak üzere çeşitli kesimlere ulûfe dağıtmasından ibaret olan bu uygulama Abbâsîler’in son dönemlerinde askerî ayaklanmalara yol açacak kadar kontrol dışına çıkabilmiştir. Nitekim babası hiçbir şey bırakmadığından biat resmi veremeyen Kâim Biemrillâh’a karşı isyan başlatılmış, ancak Melik Celâlüddevle’nin onun yerine 3000 dinar gibi külliyetli bir miktar dağıtması üzerine fitne önlenebilmiştir. Yine biatleri için câize isteyerek Muktedir Billâh’a karşı isyan eden askerlerden bir grup öldürülmüştür.
Osmanlılar’da genellikle Hırka-i Saâdet Dairesi’nde veziriazam ve şeyhülislâm’ın biatiyle başlayan merasime Topkapı Sarayı’ndaki Bâbüssaâde önünde devam edilirdi. Bu merasimde de önce nakîbü’l-eşraf biat eder, onu
- 20 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vezirler ve diğer devlet erkânı takip ederdi. Padişah Bâbüssaâde önüne konan tahta oturur, biat edenler tahta yanaşır ve padişahın eteğini öperlerdi. İlmiyeye mensup kimselerin padişahın bizzat elini öperek veya sıkarak biat ettiklerinin örneklerine de rastlanmaktadır.
Medine, Şam, Bağdat, Kahire, Kurtuba, İstanbul gibi değişik hilâfet merkezlerinde biat müessesesi zaman içinde değişiklik arzetmiş, şeklî bir merasimden öte gitmese de bütün İslâm devletlerinde uygulanmaya devam etmiştir. 67
Akabe Bey’atleri
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Medine’den gelip ilk müslüman olanlarla 621-622 yıllarında Mekke’nin Akabe adı verilen mevkîinde yaptığı iki anlaşma ve ahidleşme, Akabe Bey’atleri diye tarihe geçmiştir.
Mekke’ye üç km. kadar uzaklıkta bulunan Mina ile Mekke arasındaki bir mevkiye verilen “Akabe” adına, bölgenin başka yerlerinde de rastlanmaktadır. Aynı adı taşıyan birçok yer bulunmasına rağmen Akabe denince ilk defa bu meşhur ahidleşme ve anlaşmaların yapıldığı mevkî hatıra gelmektedir.
İslâm’ı çeşitli kabile ve gruplara anlatmaya çalışan Rasûlullah (s.a.s.) özellikle Hac mevsiminde Mekke’ye gelen kabileler arasında dolaşıyor ve onlara bu yeni mesajı iletmeye uğraşıyordu. Bu hac mevsimlerinin birinde Yesrib (Medine)’den gelen ve bu şehirde yaşayan iki Arap kabilesinden biri olan Hazrec kabîlesine mensup bazı kimselerle karşılaşan Hz. Peygamber, onları İslâm’a davet etti. Peygamberliğinin on birinci yılında onun bu çağrısına adı geçen kabîleden altı kişi icâbet edip büyük bir samimiyetle bu yeni dine sarıldılar. Zira yıllardır Yesrib’teki diğer Arap kabîlesiyle aralarında sürüp gitmekte olan Buas savaşlarından bezmiş olduklarından bu yeni dinin aralarında bir barış ortamı oluşturacağını ümit ediyorlardı. Yesrib’e geri döndüklerinde bu olaydan ve yeni dinlerinden kardeş kabîle Evs’e bahsedip onları da İslâm’a dâvet edeceklerine ve gelecek yıl yine Hac mevsiminde aynı yerde Rasûlullah’la buluşacaklarına dair söz verip ayrıldılar.
Medine’de yaşayan bu iki kabîlenin dışında ayrıca üç Yahûdi kabîlesi daha bulunuyordu. Bunlar müşrik Arapları dinlerinden ve putperestlik anlayışlarından dolayı hep hor görüyorlardı. Yahûdiler ellerindeki Tevrat’a, ayrıca âlimlerinden ve atalarından işitip durduklarına göre yakında bu bölgede zuhur edecek bir peygambere iman edeceklerini ve bu peygamberin desteğiyle putperestliğe son vererek Arapları ortadan kaldıracaklarını söyleyip duruyorlardı. Yahûdilerin bu sözleri Yesrib’li Evs ve Hazrec kabilelerinin zihninde yer etmişti. Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Akabe’de görüşünce, yahûdilerden önce davranıp bu peygamberin yanında yer almakta hiç tereddüt etmediler. Bu ilk müslüman Yesribliler Rasûlullah’a iman ederek şöyle dediler: “Kavmimiz çok zor günler yaşıyor, hiç iyi bir durumda değiliz. Yıllardır süren çatışmalar aramızda sonu gelmez bir anlaşmazlığa sebep oldu. Bu yeni dinin bizleri bir araya getireceğine ve bizleri barıştırıp kaynaştıracağına inanıyoruz.” Gerçekten Yesribliler Buas savaşlarının artık son bulmasını istiyorlardı. Hz. Peygamber’e iman eden Hazrecliler şu kişilerden ibaretti: Es’ad b. Zurâre, Avf b. Hâris, Râfi’ b. Mâlik, Ukbe b. Âmir, Kutba b. Âmir ve Câbir b. Abdullah b. Riab. Bunlardan ilk ikisi Neccaroğullarına mensup idi.68
67] Cengiz Kallek, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 120-124
68] İbn Hişâm, Sîre, II, 70 vd.; İbn Sa'd, Tabakât, I, 217 vd.
BEY’AT
- 21 -
İslâm’a gönül veren bu ilk Medineli müslümanlar memleketlerine geri dönerek bütün güçleriyle bu yeni dini tanıtmaya ve akrabalarının da iman etmelerini temine çalıştılar. Bu küçük grubun Yesribliler üzerinde büyük etkileri oldu. Evs ve Hazrec’ten birçok kimse bunların aracılığıyla İslâm’a girdi. Özellikle Rasûlullah’ın dayılarından olan Neccaroğullarına mensup Es’ad b. Zurâre ile Avf b. Hâris müslümanlıklarını asla gizlemeksizin büyük bir gayretle insanları İslâm’a davet ettiler. Gerçekten İslâm akîdesi Yesrib’de yıllardır süren savaşların sona ermesinde büyük bir etken oldu. Düşmanlıklar sona erdi ve insanlar Allah’ın rahmeti sâyesinde kısa zamanda kardeşler oluverdiler. Ertesi yıl, yani peygamberliğin on ikinci yılında yine Hac mevsiminde Mekke’ye gelen Yesrib’li on iki kişi Akabe mevkiinde Rasûlullah (s.a.s.) ile geceleyin gizlice buluştular. Bunlardan altısı bir önceki yıl müslüman olan kişilerdi. Birinci Akabe Bey’ati adı verilen bu bey’atte bulunan sahâbelerden Ubâde b. es-Sâmit, hadiseyi söyle anlatır:
“Refahta olduğu kadar sıkıntıda, sevinçte olduğu kadar üzüntüde de onu destekleyecek ve her konuda emirlerine itaat edeceğimize, Rasûlullah’ı kendi nefislerimizden aziz tutup, durum ne olursa olsun ona muhâlefet etmeyeceğimize, Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayacağımıza, Allah’a asla şirk koşmayacağımıza, hırsızlık ve zina yapmayacağımıza, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize, kendiliğimizden uyduracağımız yalan ve dolanlarla hiç kimseye iftirada bulunmayacağımıza, hiçbir hayırlı işte Rasûlullah’a muhâlefet etmeyeceğimize dair bey’at ettik. Ayrıca bizden birinin verdiği sözünde durmasına karşılık onun ecir ve mükâfâtının Allah’a ait olduğuna ve ona Cennet nimetinin verileceğine; kim insanlık haliyle bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya çarptırılırsa bunun ona keffâret olacağına; kim de yine bunlardan birini işler de işlediği o suçu Allah açığa vurmazsa onun işinin Allah’a kalacağına; Allah’ın dilerse onu bağışlayıp dilerse azaba uğratacağına dair Rasûlullah’ın bize bildirdiği hususlara sâdık kalacağımıza da söz verdik.”
Bu birinci Akabe Bey’atine katılan on iki kişiden altısı bir önceki yıl iman eden kimselerdi. Diğer altısı ise Muaz b. Hâris, Zekvân b. Kays, Ubâde b. es-Sâmit, Yezid b. Sa’lebe, Abbâs b. Ubâde ve Ebû’l-Heysem Mâlik b. Teyyihan idiler. Bazı kaynaklarda bir önceki yıl Rasûlullah ile tanışan altı kişiden biri olan Câbir b. Abdullah yerine Uveym b. Saide’nin birinci Akabe Bey’atinda bulunduğu ifade edilir.
Medineliler, hacdan geri dönerlerken, yanlarında, İslâm’ı öğretmek üzere Rasûlullah tarafından tayin edilen Mus’ab b. Umeyr’i götürdüler. Kısa sürede Medine-i Münevvere’de İslâmiyet hızla yayıldı. Mus’ab b. Umeyr, Rasûlullah’ı Medine’deki her hareketten haberdar ediyordu. Kısa zamanda Evs ve Hazrec kabilesinin bütün evleri İslâm’ın nuruyla aydınlanmaya başladı. Artık Medine, bir İslâm devletinin doğuşuna hazır hâle gelmişti. Mus’ab b. Umeyr’in gayret ve etkisiyle Yesrib’in ileri gelenlerinden Sa’d b. Muaz ve Useyd b. Hudayr müslüman oldular. Bu iki büyük reisin İslâm’a girmesiyle İslâm, Medine’de bir hayli kabul gördü. Bunun üzerine Medineliler Hz. Peygamber’i şehirlerine dâvet etmeye karar verdiler.
Birinci Akabe Bey’atinden bir yıl sonra Medineliler yeniden hac için Mekke’ye geldiler. İçlerinde ikisi kadın, yetmiş beş müslüman vardı. Allah Rasûlünün bu defa onlarla ilgi kurması İslâm’ın tebliğinden ibâret değildi. Çok önemli kararlar
- 22 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arifesindeydiler. Buluşma yeri yine Akabe mevkii oldu. Buluşma gizli yapılacak ve hiç kimseye haber sızdırılmayacaktı. Gece yarısına doğru, Medineliler, gâyet tedbirli hareket ederek kararlaştırılan yerde toplandılar.
Rasûl-i Ekrem Akabe’ye bu defa amcası Abbâs ile birlikte geldi. Abbâs henüz ya müslüman olmamış yahut müslümanlığını gizliyor, ancak yeğenini himâye ediyordu. Böylesi bir toplantıda bulunmayı bir aile borcu kabul etmişti. Toplantıda ilk sözü Hz. Abbâs aldı: “Ey Hazrecliler, Muhammed’in (s.a.s.) aramızdaki mevkii bildiğiniz gibidir. Biz, onu düşmanlarından koruduk ve koruyacağız. Kendisi burada, ailesinin yanında, nezdimizde izzet ve ikrâm içindedir. Fakat sizinle bir andlaşma yapmak ve size katılmak istiyor. Ona verdiğiniz sözü tutmak, kendisine muhâlefet edenlere karşı gelmek hususunda azminiz kuvvetli ve sağlam ise buna bir diyecek yoktur. Fakat onu ele verecek, yanınıza geldikten sonra yalnız başına bırakacaksanız, bunu şimdiden söyleyiniz ve onu kendi haline bırakınız.”
Medineli Müslümanların cevabı şöyle oldu: “Dediklerinizi dinledik. Ey Allah’ın Rasûlü, siz söyleyin! Kendiniz adına, Allah adına istediğiniz andı bizden alınız. Biz hazırız.” Rasûlullah Hz. Muhammed (s.a.s.) Kur’ân-ı Kerim’den bazı âyetler okuduktan sonra şöyle buyurdular: “Kadınlarınızı ve çocuklarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumak üzere size elimi veriyorum.”
Elini ilk uzatan, Berâ b. Ma’rur oldu. O, şöyle dedi: “Bey’at ettik ya Rasûlullah, seni Hak dinle gönderen Allah’a yemin ederiz ki kendimizi, çocuk ve hanımlarımızı koruduğumuz gibi seni de koruyacak ve savunacağız. Biz, zaten harp içinde yoğrulmuş kimseleriz. Zırha alışkınız. Bu, bize atalar mirasıdır.” Bera’dan sonra söz alan Ebû’l Heysem de: “Yâ Rasûlallah, dedi. Bizim yahudilerle birtakım bağlantılarımız vardır. Bu bağlantıları keseceğiz. Biz bunu yaptıktan sonra siz de Allah’ın inâyetiyle muvaffak olunca bizi bırakıp kendi kavminizin yanına döner misiniz?” Rasûlullah (s.a.s.) gülümsediler ve dediler ki: “Kanım sizin kanınızdır. Siz bendensiniz, ben de sizdenim. Kiminle dövüşürseniz ben sizin yanınızdayım. Kiminle barış yaparsanız, ben de onunla barış yaparım.”
Rasûlullah (s.a.s.)’in bu sözlerini duyan herkes, bey’at etmek üzere elini uzatıyordu. Bu sırada Abbâs b. Ubâde ortaya atılarak şunu söyledi: “Hazrecliler! Bu zâta niçin bey’at ettiğinizi biliyor musunuz? Ona bey’atle insanların kırmızısına ve siyahına, yani Arap ve Arap olmayana (bütün dünya insanlarına) karşı savaşa hazır olmayı kabul etmiş oluyorsunuz. Bir felâkete uğradığınız ve ulularınızın maktul düştüğünü gördüğünüz zaman onu yalnız başına bırakacaksanız şimdiden bırakınız. Bu, daha doğru olur. Yoksa dünyada ve âhirette rüsvay olursunuz. Fakat ona verdiğiniz sözü tutacak, malca felâkete uğramayı, büyüklerinizin ölümüyle karşılaşmayı göze alacaksanız, bunu yapınız. Çünkü dünya ve âhiret hayrı bundadır.” Hepsi kabul ettiler ve sordular: “Ey Allah’ın Rasûlü, buna karşılık bize ne va’d ediyorsunuz?” Rasûlullah: “Cennet” dedi.
Bey’at kısa zamanda tamamlandı. “Hepsi de darlıkta ve genişlikte her durumda itaate, sözün ancak doğrusunu söylemeye ve Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmamaya” söz verdiler. Bey’atten sonra Rasûlullah (s.a.s.), Hazrec’den dokuz, Evs’den üç kişi olmak üzere on iki nakip seçtiler. Es’ad b. Zurâre de hepsinin başı ve emîri seçildi. Bunlardan her biri bir kabîlenin reisi idiler. Bunun anlamı, on iki kabilenin İslâmiyeti kabul etmesiydi.
BEY’AT
- 23 -
Bey’at gece karanlığında tenhada ve gizlilik içinde yapılmıştı. Fakat bey’atin bitiminde bir çığlık karanlığın perdesini yırttı: “Ey Kureyş, Muhammed ile atalarının dininden çıkanlar, sizinle dövüşmek için andlaşma yaptılar!” Fakat müslümanların artık kimseden çekindikleri yoktu. Bu sesi duyar duymaz Abbas b. Ubâde şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah, seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki istersen sabah olur olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır üzerlerine saldırırız.” Rasûlullah (s.a.s.) ise şöyle buyurdular: “Hayır... Bize savaş izni henüz verilmiş değildir. Şimdi hepiniz yerlerinize dönünüz.”
İslâm’a teslim olup Rasûlullah’a tam anlamıyla bey’at eden bu ilk müslüman kitle için emre itaat mutlak idi. Akabe’deki bu toplantı dağıldı ve herkes yerine döndü. Sabah olunca Kureyşli müşrikler bu bey’atten haberdar olmuşlardı. Müşrikler bu anlaşmanın mâhiyetini araştırmaya başladılar. Fakat henüz müslüman olduğunu bilmedikleri Yesribliler’in Hz. Peygamber ile anlaşmalarına bir türlü anlam veremiyorlardı. Mekkeli müşrikler bu gizli anlaşma hakkında bir bilgi alamadan Yesrib’li müslümanlar şehri terk etmişlerdi.
İslâm Devleti’nin kurulmasında önemli bir dönüm noktası olan ikinci Akabe bey’atine, Rasûlullah’ın savaş ve barışta korunacağına dair prensiplerin tesbit edildiği ve kararların alındığı bir bey’at olmasından dolayı, “Bey’atü’l-Harb” adı da verilir. İkinci Akabe bey’atinin gerçekleşmesiyle İslâm tarihinde yeni bir dönem başlıyor ve o gün İslâm Devleti’nin temeli atılmış oluyordu. 69
Bey’atu’r-Rıdvân
Rıdvân Bey’ati; Ashâbın, Allah’ın râzı olacağı şekilde, Kur’an’ın hükümlerine uyacaklarına ve Rasûlullah’ı koruyup onun yanında düşmanlarına karşı sonuna kadar savaşacaklarına dair Hudeybiye’de Hz. Peygamber (s.a.s.) ile ahidleşmeleri olayıdır.
Rasûl-i Ekrem Hz. Muhammed (s.a.s.) Kâbe’yi ziyaret ve Umre yapmak gayesiyle Hicret’in altıncı yılı Zülkade ayında ashâbıyla Medîne-i Münevvere’den çıkıp Mekke’ye doğru yola koyuldu.70 Hudeybiye’ye indiğinde Hudâalılardan Hıraş b. Umeyye’yi elçi olarak müşriklere gönderdi. O, müşriklere, savaşmak niyetinde olmayıp yalnızca Kâbe’yi ziyaret için geldiklerini ve Umre yapıp döneceklerini bildiriyordu. Elçi İbn Umeyye, Mekke’ye varıp bunu söyleyince müşrikler devesine vurup onu yere düşürerek öldürmek istediler. Mekkeli olmayan çoğu Habeşli bazı kimseler araya girip bu elçiyi kurtardılar, geri dönerek durumu Rasûlullah’a (s.a.s.) anlattı. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem. Hz. Ömer’i (r.a.) göndermek için yanına çağırdı. Hz. Ömer (r.a.): “Ya Rasûlallah, onlar benim kendilerine olan kin ve düşmanlığımı bilirler. Ben onlara güvenemem, şâyet onlar tarafından bir işkenceye uğrarsam Mekke’de bana yardımcı olacak akrabalarım Adiyyoğulları’ndan kimse yoktur. O yüzden, Osman b. Affân’ı gönderirseniz, orada onun akraba ve yakınları çoktur. Hem onu severler. İrâde ve arzunuzu daha rahat tebliğ edebilir.” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Osman b. Affân’ı (r.a.) çağırıp, onu Kureyş’e gönderdi. Osman b. Affân (r.a.) Mekke-i Mükerreme’ye varınca önce Rasûlullah’ın emrini tebliğ etti ve: “Biz Hudeybiye’ye muhârebe için gelmedik.
69] Ahmet Ağırakça, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 79-81
70] İbn Hîşam, Sîre, III, 321
- 24 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yalnız ziyaret ve umre yapmak için geldik.” dedi. Bu arada Osman b. Affân (r.a.) Mekke’de iman edip İslâm’a girmiş olanlara fethi müjdelemek istiyordu. Bu da Hz. Osman’ın görevleri arasındaydı. Bu arada Kureyş Hz. Osman’a, “İstersen sen Beytullah’ı tavaf et; ancak hepinizin, üzerimize gelip tavaf etmenize izin veremeyiz.” dediler. Hz. Osman b. Affân’ın verdiği cevap bir elçiye yakışır nitelikte ve gâyet vakurdu: “Allah’a yemin ederim ki Rasûlullah ve ashâbı tavaf etmedikçe ben de Beytullah’ı tavaf edemem.” 71
Hz. Osman b. Affân’ın bu cevabı üzerine müşrikler onu göz hapsinde tutup Mekke’de alıkoydular. Diğer taraftan Hudeybiye’ye “Osman öldürüldü” diye yanlış bir haber ulaştı.72 Bu haber, mü’minleri ziyâdesiyle üzdü ve Rasûlullah (s.a.s.): “O kavim ile çarpışmadan gidemeyiz” dedi. 73
Bir çağrıcıyı görevlendiren Rasûlullah (s.a.s.), ashâba şunu ilân ettirdi: “Haberiniz olsun ki Rasûlullah’a Ruhu’l-Kudüs indi. Ona bey’ati emretti.” Ashâbı Rasûlullah’a Bey’at’e dâvet etti. Bütün ashâb Allah adına ona bey’at ettiler. Bey’atleşme, semûre ağacı altında olmuştu. Rasûlullah, ağacın altında oturmuş, ashâbından bey’at alıyordu. Ashâb, Hz. Peygamber’e, “Ölmek pahasına da olsa savaştan kaçmamak ve asla çekinmemek üzere” söz verdiler. Bu bey’at, bir rivâyete göre “ölüm üzerine”,74 bir başka rivâyete göre ise “savaştan kaçmamak üzere”75 idi. Rasûlullah onlara şöyle dedi: “Siz bugün yeryüzündekilerin en hayırlısısınız.”76 Bu bey’at, hicretin 6. yılı Zilkade ayında, (Milâdî 628 yılı Mart ayı) meydana geldi.
Ashâbından herbirini bir söz, bir ahd ve bir birlik üzere olmak için bey’ate çağıran Hz. Muhammed (s.a.s.) en sonunda sağ elini öbür eli üzerine koyup, “Bu da Osman’ın bey’ati” demesi Hudeybiye’deki mü’minleri çok heyecanlandırdı.77 Onun bu ifadelerini işiten Mekkeli müşrikler, Osman b. Affân (r.a.) ve Mekke’deki müslümanlardan birkısmını serbest bıraktılar. Arkasından, Suheyl b. Amr’ın başkanlığında bir heyeti antlaşma yapmak üzere Rasûlullah’a gönderdiler. Burada İslâm tarihinde meşhur olan Hudeybiye Andlaşması yapıldı.
Rasûlullah (s.a.s.), Hudeybiye’de yapılan ve adına Bey’atu’r-Rıdvân denen bu olay ve bey’atleşme için şöyle buyurmuşlardır: “Bey’atu’r-Rıdvân’da bulunan kimse ateşe (cehenneme) girmez.” 78
Bey’atu’r-Rıdvân, müslümanların, devlet şuurunda oldukları ve İslâm’ı sonuna kadar savunup koruyacaklarını gösteren bir olaydır. Burada yalnız Selemoğulları’ndan Cedd b. Kays adındaki münâfık devesinin karnı altına saklanarak79 devlet başkanı Rasûlullah’a (s.a.s.) bey’at etmemiştir. Osman b. Affân (r.a.) ise tek başına Kâbe-i Muazzama’yı tavaf etmemişti. Çünkü kâfirler
71] Vakidî, Kitâbu'l-Meğâzî, II, 602
72] İbn Hişam, Sîre, III, 329
73] Taberî, Tarih, III, 77; İbnü'l-Esir, el-Kâmil, II, 203
74] Buhârî, Meğâzî 35
75] Buhârî, Cihâd 110; Müslim, İmâre 67
76] Buhârî, Meğâzî 35
77] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 120
78] Buhârî, Meğâzî 19, 35; Fadâilü's-Sahâbe 7; Müslim, Cihâd 52; Tirmizî, Menâkıb 18; Nesâî, İhbas, 4; Ahmed bin Hanbel, I/59, V/423
79] İbn Hişam, Sîre, III, 330
BEY’AT
- 25 -
müslümanlara ve onların devlet başkanına tavafı yasaklamışlardı. Böyle olunca, müslümanın tek başına, kâfirler ve tâğutî güçlerin müsaadesi ile ve onlar istediği için Kâbe’yi ziyareti söz konusu olamazdı. 80
Kaynaklardaki rivâyetlerde biat eden sahâbîlerin sayısı 700, 1300, 1400, 1525 ve 1600 olarak gösterilir. Güvenilir kaynaklarda ise 700 rivâyeti yoktur. 1400 kişi olduklarına dair rivâyet daha yaygındır. 81
Hz. Peygamber ve müslümanlar yapılan antlaşmadan sonra Hudeybiye’den ayrılıp Medine’ye dönerlerken yolda Feth sûresi nâzil oldu. Bu sûrenin 10’uncu ve 18’inci âyetinde Bey’atürrıdvân’dan söz edilmiştir: “Ey Muhammed! Şüphesiz ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmiş olurlar; Allah’ın eli onların elleri üstündedir...”82; “Ey Muhammed! And olsun ki Allah seninle ağaç altında biat ederlerken mü’minlerden râzı olmuştur...”83 Bundan dolayı bu biate “Bey’atü’r-rıdvân” (rıdvân -râzı olma- biati) veya “Bey’atü’ş-şecere” (ağaç altındaki biat); biat eden sahâbîlere “Ashâbü’ş-şecere” (ağaç altında Hz. Peygamber’e biat edenler); gölgesinde bu biatin yapıldığı ağaca da “Şeceretü’r-rıdvân” denilmiştir.
Altında biat yapılan ağaç hakkında kaynaklarda iki ayrı rivâyet bulunmaktadır. Bir rivâyete göre müslümanlar ertesi yıl veya Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında (634-644) Hudeybiye’ye giderek bu ağacı aramışlar, fakat bulamamışlardır. Bunun üzerine Hz. Ömer onu sel sularının veya benzeri bir şeyin alıp götürmüş olabileceğini söyleyerek aranmasından vazgeçilmesini istemiştir. Diğer rivâyette ise müslümanların ziyaretleri sebebiyle bu ağacın kutsiyet kazanmasından endişe eden Hz. Ömer, hilâfeti sırasında onun kesilip imhâ edilmesini emretmiştir. Bugün bu ağacın bulunduğu yerde Hudeybiye Mescidi vardır.
Sahâbîleri fazilet ve derece bakımından çeşitli gruplara ayıran hadis âlimleri arasında Hâkim en-Nîsâbûrî’nin on iki basamaklı kronolojik taksimi daha fazla kabul görmüştür. Buna göre “Ehlü Bey’ati’r-rıdvân” (Rıdvan bey’atine katılanlar) dokuzuncu sırayı oluşturmaktadır. 84
Tasavvufta Biat Anlayışı
Biat, tasavvufta el almak; şeyhine sâdık ve bağlı kalacağına, ona kayıtsız şartsız teslim olacağına, her dediğini itiraz etmeden yapacağına dair mürîdin mürşidine söz vermesi demektir. Aynı zamanda, bu maksatla tarikat mensupları arasında düzenlenen tören anlamında da kullanılır. Ankaravî biati şöyle tanımlar: “Biat, el alıp şeyhle muâhede kılıp, şeyhin dostuna dost, düşmanına düşman olup, gerek rahat, gerek sıkıntılı zamanlarda ona itaat edip emrinden dışarı çıkmamaktır.” 85
Biat, tasavvufta mürid adayının (tâlip, muhib) şeyhe ve onun vereceği emirlere tam anlamıyla bağlı kalacağına dair verdiği söz mânâsında kullanılır. Mubâyaa, ahz-ı tarik, ahid, intisap, intimâ, telkîn-i zikr, inâbe ve el almak, ikrar
80] A. Ağırakça, a.g.e., c. 1, s. 231-232
81] Buhârî, Meğâzî 35
82] 48/Fetih, 10
83] 48/Fetih, 18
84] Mustafa Fayda, TDV İslâm Ansiklopedisi, Bey’atü’r-rıdvan maddesi
85] Ankaravî, 34, Mirâtu’l-Makasıd, 259, 268; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Y., s. 99
- 26 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vermek gibi terimler de aynı anlama gelir.
Mutasavvıflar ve tarikat ehli, biatin Kur’an ve Sünnet’e dayandığı görüşündedirler. Kur’ân-ı Kerîm’de biate ve taşıdığı öneme işaret edilmiştir.86 Hz. Peygamber’in İslâm’a girmek isteyen kişilerden, hicret ve cihad gibi önemli faâliyetlere karar verirken sahâbîlerden, iyi ve temiz bir dinî hayat yaşamak isteyenlerden biat alması, tarikatlerde şeyh ile mürid adayları arasında akdedilen bir çeşit bağlılık yemini kabul edilen biat için örnek teşkil etmiştir. 87
Aralarında bazı önemsiz farklar bulunmakla beraber biatin şekli ve gayesi bütün tarikatlerde hemen hemen aynıdır. Tarikate girmek isteyen mürid adayının intisaba ehil olup olmadığı araştırılır. Araştırmalar olumlu sonuç verirse tâlip bir deneme ve müridliğe hazırlık dönemi geçirir. (…) Şeyh, sağ elini uzatıp müridle musâfaha eder, ondan söz alarak biat hakkındaki âyetleri okur.88 Tâlibe şeyhinin dostuna dost, düşmanına düşman olmasını, refahta ve sıkıntıda ona itaat etmesini, hiçbir emrine karşı çıkmamasını tenbih ederek89 kelime-i tevhidi üç defa okur, peşinden tâlip bunu tekrar eder. Şeyh, “Allah’ı rab, İslâm’ı din, Muhammed’i peygamber, Kur’an’ı rehber, Kâbe’yi kıble, efendimiz falan zâtı (meselâ Abdülkâdir-i Geylânî) şeyh, mürebbî ve rehber olarak gönül hoşluğuyla kabul ettim” der;90 tâlip de bunu tekrarlar. Sonra ellerini kaldırırlar, şeyh duâ eder, mürid de “âmin” der. Bu merasimden sonra tâlip mürid olarak ihvan arasına girer, sohbetlere katılır. Biat sırasında mürşidin tâlibe verdiği öğütlere vasiyet (tavsiye) denir.
Biat merasimine genellikle “ağyar” (yabancılar, o tarikatte olmayanlar) alınmaz. Kadınların biati musâfaha yapılmadan sözlü olarak yerine getirilir. Mevlevîler’de biat töreninde tâlibe tekbir getirilerek sikke giydirilir; musâfaha yapılmaz. Bununla beraber Mevlevîlik’te de ilk zamanlarda musâfaha bulunduğundan daha sonraki dönemlerde bu tarikatte de biat merasiminde musâfaha yapmaya cevaz verilmiştir. 91
Tasavvuf anlayışına göre biat, tâlibin şeyhine mânevî bağlılık ve teslimiyetini simgeler ve bu yolla mürşidin mâneviyatından tâlibin kalbine akan feyiz onu psikolojik olarak yeniler. Tâlibin elinin üstünde şeyhin eli bulunduğu gibi şeyhin elinin üstünde tarikat pirinin eli bulunduğu ve tarikatin silsilesiyle bu durumun Hz. Peygamber’e kadar ulaştığı kabul edilir. Bu sebeple şeyhin eli aynı zamanda Hz. Peygamber’in, onun eli de “yedullah” sayılmış92 ve bu anlayış “el ele, el Allah’a” deyimiyle ifade edilmiştir.
Biat tam anlamıyla şeyhe bağlılık sözleşmesi olduğundan biati bozmanın manevî sorumluluğunun da ağır olduğu kabul edilir.
Tasavvufun ilk dönemlerinde sûfîler arasında yukarıda tasvir edildiği şekilde bir biat töreni uygulaması olmadığından, tasavvufun kaynak niteliğindeki ilk
86] bk. 9/Tevbe, 11; 48/Feth, 10; 60/Mümtehine, 12
87] Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, s. 38-40
88] 9/Tevbe, 111; 48/Feth, 10; 60/Mümtehine, 12
89] Ankaravî, s. 34
90] Harîrîzâde, I, vr. 4a
91] Ankaravî, s. 34
92] bk, 48/Feth, 10
BEY’AT
- 27 -
eserlerinde bu konuya yer verilmemiştir. Sühreverdî’nin de işaret ettiği gibi bu dönemlerde hırka giyme töreni biat yerine geçiyordu.93 Biat uygulaması ise tarikatler döneminde yaygınlaşmıştır. 94
Kur’ân-ı Kerim’de Bey’at Kavramı
Bâyea fiili, alış-veriş yapmak mânâsına gelmekle birlikte, içerisinde hukuk mübâdelesi bulunduğundan ve değişik anlamda bir alış-verişi içerdiğinden dolayı biat etmek, antlaşmak mânâsında kullanılır. Bey’at anlamında “bâyea” fiili ve türevlerinin Kur’ân-ı Kerim’de dört âyette toplam 6 yerde kullanılır.95 Bey’at kelimesinin türediği “b-y-a” kökü ise, değişik biçimlerde Kur’ân-ı Kerim’de toplam 15 yerde geçer.
Bey’at konusunu ele alan âyetler, çok sınırlı sayıdadır. Bu âyetlerde Medine’ye hicretten az önce yapılan Akabe Bey’ati ile hicretin altıncı yılındaki Hudeybiye Andlaşması sırasındaki Rıdvan Bey’ati sözkonusu edilir. Her iki bey’at de, bağlılık andı niteliğindedir. Oysa İslâm siyaset edebiyatında bey’at kavramı, bundan daha geniş bir anlam kazanmış, “iktidara lâyık olanı serbest irâde ile toplumun işbaşına getirmesi, İlâhî irâdeden sapmadıkça ona itaat sözü vermesi” biçiminde tanımlanmıştır.
“Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefâ gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” 96
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (ulu’l-emr’e) de (itaat edin).” 97
“Allah’a ve O’nun Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zayıflığa düşersiniz, rüzgârınız (kesilip) gider. Bir de sabredip katlanın. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” 98
“Andolsun, Allah sana o ağacın altında biat ederlerken mü’minlerden râzı olmuştur, kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine sekîne (güven duygusu ve huzur) indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılık) olarak vermiştir.” 99
“Ey peygamber! Mü’mine kadınlar, Allah’a hiçbir şirk/ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına isnadda bulunmamak (hiç yoktan yalan uydurup iftira atmamak) ve iyi (ma’ruf) işlerde sana karşı gelmemek şartıyla, sana bey’at etmek üzere geldikleri zaman, onların bey’atini kabul et. Onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Doğrusu Allah, bağışlayan ve merhamet edendir.” 100
93] Avârifü'l-ma'ârif, s. 95
94] Osman Türer, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 124-125
95] 9/Tevbe, 111; 48/Fetih, 10, 10, 18; 60/Mümtehıne, 12, 12
96] 48/Fetih, 10
97] 4/Nisâ, 59
98] 8/Enfâl, 46
99] 48/Fetih, 18
100] 60/Mümtehine, 12
- 28 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hadis-i Şeriflerde Bey’at Kavramı
“Müslümanlar gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta, kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler. Bununla yükümlüdürler. Ancak günah işlemeleri emredilirse itaat etmezler.” 101
“Allah Teâlâ’ya isyan olan hususta mahlûka (hiç kimseye) itaat yoktur. İtaat ancak ma’ruftadır, yani dinin ve aklın güzel gördüğü işlerdedir.” 102
“Kim ülü’l-emr’e (müslümanların meşrû yöneticisine) itaatten bir karış kadar ayrılırsa kıyâmet gününde Allah’a ameli hususunda, lehinde hiçbir hücceti olmaksızın kavuşacaktır. Kim de boynunda (ülü’l-emr’e) bey’at olmadan ölürse, câhiliye ölümüyle ölmüş olur.” 103
“Size burnu kesik Habeşli bir köle bile hükümdar olsa dinleyin ve itaat edin!” 104
“İş, ehil olmayanın eline geçtimi, kıyameti gözetleyiniz.” 105
“İdaresi altında bulunan müslümanlardan daha ehliyetlisi bulunduğu halde, bir başkasına vazife veren hakikaten Allah’a, O’nun Rasûlüne ve İslâm milletine ihânet (hâinlik) etmiş olur.” 106
“Bey’atu’r-Rıdvân’da bulunan kimse ateşe (cehenneme) girmez.” 107
Ubadetu’bnu’s-Sâmit (r.a.) anlatıyor: Biz, bir seferinde Hz. Peygamber’le (s.a.s.) aynı cemaatte beraber oturuyorduk ki: “Allah’a hiçbir şey ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina fazîhasını işlememek, Allah’ın haram ettiği cana meşrû bir sebep olmaksızın kıymamak şartları üzerine bana biat edin” buyurdu.
Bir diğer rivâyette “...Çocuklarınızı öldürmemek, halde ve istikbalde iftirada bulunmamak, meşrû dairedeki emirlerde -ne bana ne de vazifelilere- isyan etmemek üzere biat edin. Kim vereceği bu sözlere sâdık kalır, ahdine vefâ gösterirse karşılığını Allah’tan alacaktır. Kim de bu yasaklardan birini işleyecek olursa artık işi Allah’a kalmıştır, dilerse affeder, dilerse azab verir, cezalandırır” buyurdu. Biz de bu şartlarla biat ettik.”
Nesâî, bir başka rivâyette “...karşılığını Allah’tan alacaktır” ifadesinden sonra şu ziyâdeyi kaydeder: “Kim bunlardan birini işler, sonra da dünyada cezalandırılırsa, çektiği bu ceza onun için keffâret ve o günahtan temizlenme olur.”
Buhârî, Müslim, Muvatta ve Nesâî’de gelen bir diğer rivâyette şu ifade mevcuttur: “Hz. Peygamber (s.a.s.)’e zor durumlarda olsun, kolay durumlarda olsun, hoş şartlarda olsun nâhoş şartlarda olsun, aleyhimize kayırmaların yapılıp hakkımızın çiğnendiği hallerde olsun itaat etmek, idareyi elinde tutanlara karşı iktidar kavgası yapmamak, nerede olursak olalım hakkı söylemek, Allah’ın emrini yerine getirmede kınayanların kınamalarından korkmamak üzere biat ettim.”
Bir başka rivâyette şu ifadeye rastlanmaktadır: “..İktidar sahibine karşı onda,
101] Buhârî, Ahkâm 4 Buhârî, Ahkâm 4
102] Müslim, İmâre, 39, hadis no: 1840; Ebû Davûd, Cihad 87, h. no: 2625-2626; Nesâî, Bey'at, 34; İbn Mâce, Cihad, 40, hadis no: 2864
103] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, el-İmâre 58, h. no: 1851
104] Buhârî, Ahkâm 4
105] Buhârî, İlim 2
106] İbn Humâm, Fethü'l-Kadîr, V, 457
107] Buhârî, Meğâzî, 19, 35; Fadâilü's-Sahabe, 7; Müslim, Cihâd 52; Tirmizî, Menâkıb, 18; Nesâî, İhbas, 4; İbn Hanbel, I, 59, V, 423
BEY’AT
- 29 -
Allah’ın kitabında gelmiş bulunan bir delil sebebiyle te’vil götürmeyen açık bir küfür görülmedikçe iktidar kavgası yapmamak...” 108
Açıklamalar:
1- Türkçemizde biat diye bilinen kelimenin Arapça aslı bey’at’dır. Aslında herhangi bir satış akdinin el sıkışması ile tamamlanmasına denir. Siyasî mâhiyette imamla teba’a arasında cereyan eden itaat anlaşması da ticarete benzetildiği için bey’at adını almıştır ki buna mübâya’a denir. Taraflardan biri olan Hz. Peygamber (s.a.s.) sevab vaadetmiş, öbür taraf da itaat sözünde bulunmuştur.
Rasûlullah (s.a.s.), ashâb ile Akabe bey’atleri ve Rıdvan bey’ati yapmıştır. Bunlardan başka, hicreti müteakip Medineli kadınlarla yaptığı bey’at de belirtilmesi gereken toplu bey’atlerden biridir. Ayrıca pekçok ferdlerle de münferid bey’at akitlerini yapan Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bazan çocuklarla da bey’at yaptığı olmuştur.
Hz. Peygamber’e (s.a.s.) Akabe’de yapılan biat’de Ensar şöyle demişti: “Ey Rasûlullah! Diyarımıza gelinceye kadar senin hak ve hürmetinden mesul değiliz. Bize gelirsen hak ve hürmetin üzerimize vâcib olur. Kendimizi, çocuklarımızı, kadınlarımızı her neden korursak seni de ondan koruruz.” Yukarıda metni Ubâdetu’bnu’s-Sâmit’in rivâyeti olarak kaydedilen bey’at de Akabe’de akdedilmiştir ve bu Bey’atu’n-Nisâ diye meşhurdur. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu bey’atle, İslâm’ın ana meselelerinin tatbikatını ve kendisine itaati garanti altına almıştır. Bu akdi, İslâm devletinin ortaya çıkmasında atılmış ilk ciddî adım, ilk temel olarak görebiliriz.” 109
2- Hadiste geçen, izaha muhtaç bir husus, işlenen cinâyetlerin cezası dünyada çekildiği takdirde, âhirette bu suçtan muâheze edilip edilmiyeceği meselesidir. Yukarıdaki hadiste, dünyevî cezanın kişiyi temizleyeceği açık bir dille ifade edilmiş olmasına rağmen, başka hadislerde beyan edilen tereddüd sebebiyle, âlimler hududun keffâret olup olmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ancak, çoğunluk, yukarıda kaydedilen hadisin sıhhatçe üstünlüğünden hareketle, irtidad sebebiyle tatbik edilen ölüm cezası dışındaki had cezâlarının keffâret sayılacağı görüşünü benimsemiştir. Mürtedin haddi hariç tutulmuştur, çünkü yukarıdaki hadiste muhâtap mü’minlerdir. Hâlbuki mürted İslâm’dan çıkmakla mü’minlik vasfını kaybetmiş ve dolayısıyla mü’mine vaad edilen “keffâret” lütfunun dışında bırakılmıştır.
3- Temas etmemiz gereken bir diğer husûs, her çeşit şarta, hakkımızın çiğnenmesine rağmen (İslâmî hükümlerle hükmeden müslüman) idarecilerle (silahlı) mücâdelenin yasaklanması, sabretmenin emredilmiş olmasıdır. Âlimler, bunu, “daha büyük zararı önlemek için” diye izah ederler. Bununla birlikte, “Fitneye meydan vermeden bertaraf edilebilecekse zâlim sultana karşı konmalıdır” diyen âlimler de mevcuttur.
Avf ibni Mâlik el- Eşcaî (r.a.) diyor ki: “Biz bir keresinde Hz. Peygamber’in
108] Buhârî, İman 11; Müslim, Hudud 41, h. no: 1709; Nesâî, Bey'a 17, h. no: 7, 148; Tirmizî, Hudud 12, h. no: 1439; Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 2/272
109] Biat'ın târihi gelişimi, Osmanlılarda biat şekli vs. hakkında geniş bilgi için Mehmet Zeki Pakalın'ın Osmanlı Tarih deyimleri ve Terimleri Sözlüğü adlı ansiklopedik lügatine bakılabilir c. 1, s. 228-231; İbrahim Canan
- 30 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(s.a.s.) huzurunda yedi, sekiz veya dokuz kişiydik. ‘Allah’ın elçisine biat etmiyor musunuz?’ dedi. Ellerimizi uzatarak; ‘Hangi şartlara uymak üzere biat edeceğiz ey Allah’ın elçisi?’ dedik. Buyurdu ki: “Allah’a ibâdet etmek ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak, (verilen emirlere) kulak verip itaat etmek üzere (biat edin).” Bu sırada kulağımıza fısıldayarak “halktan bir şey istemeyin” buyurdu. Avf İbn Mâlik ilâveten der ki, Hz. Peygamber’i (s.a.s.) benimle dinleyen o cemaatten öylelerini biliyorum ki, bineğinin üzerinde iken kazara kamçısı düşse kimseye “Şunu bana verir misin?” diye talepte bulunmaz (iner kendisi alır)dı.” 110
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Biz Hz. Peygamber (s.a.s.)’e kulak vermek ve itaat etmek şartıyla biat ederken “Gücünüzün yettiği şeylerde” diyordu. 111
Ümeyme bintu Rukayka (r.a.) dedi ki: “Ensâr’dan bir grup kadınla Hz. Peygamber (s.a.s.)’e gelip kendisine: “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, çalmamak, zina etmemek, çocuklarımızı öldürmemek, halde ve istikbalde iftira atmamak, sana meşrû emirlerinde isyan etmemek şartları üzerine biat ediyoruz” dedik. Hemen ilâve etti: “Gücünüzün yettiği ve takatınızın kâfi geldiği şeylerde”. Biz: “Allah ve Rasûlü bize karşı bizden daha merhametlidir, haydi biat edelim” dedik. Süfyan merhum der ki: Kadınlar, biati (erkekler gibi) musâfaha ederek yapmayı kasdetmişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Ben kadınlarla müsâfaha etmem, benim yüz kadına toptan söylediğim söz her kadın için ayrı ayrı söylenmiş yerine geçer”112 buyurdu.
Açıklama:
1- Hz. Peygamber (s.a.s.) gerek kadınlarla ve gerekse erkeklerle biat yaparken, onlara, “gücünüz yeten hususlarda” kaydını koymuş, hatta bunu söylemelerini telkin etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu ümmete güç yetiremiyeceği teklifte bulunmamıştır.113 Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu kaydı koyması, hanım sahâbeler üzerinde iknâ edici tesir bırakmış olmalı ki onlara: “Allah’ın Rasûlü bize, kendimizden çok daha merhametli” dedirtmiş ve bazı rivâyetlerde görüldüğü üzere “Haydi ey Allah’ın Rasûlü elini uzat sana hemen biat edelim” diye acele ile biat kararını vermelerine sebep olmuştur.
2- Yukarıdaki metinden de anlaşıldığı üzere, kadınlar da erkekler gibi el sıkışarak biat etmek istemişler, ancak Hz. Peygamber (s.a.s.) belki de ilk defa, bu vesîle ile İslâm’ın yeni bir âdabını teşrî buyurmuştur: Birbirlerine nikâh düşen kadın ve erkeklerin el ele tutuşması uygun olmaz. Zürkânî, bu hâdiseyi açıklayıcı başka rivâyetler sunar. Bunlardan birine göre “Kadınlar mubâya’a (biat) sırasında Rasûlullah’ın (s.a.s.) elini, elbisesinin üstünden tuttular.”
Bir başka rivâyette de: “Rasûlullah (s.a.s.) elinde bir sevb (giyecek parçası) olmadıkça, bey’at sırasında kadınlarla müsâfaha etmezdi (tokalaşmazdı)” der. Keza Buhârî’de Hz. Aişe’den gelen bir rivâyette “Rasûlullah (s.a.s.) kadınlarla “Ey Peygamber! Mü’mine kadınlar, Allah’a hiçbir ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmememk, çocuklarını öldürmemek, başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına
110] Müslim, Zekât 108, hadis no: 1043; İbn Mâce, Cihad 41, hadis no: 2867; Ebû Dâvud, Zekât 27, hadis no: 1642; Nesâî, Salât 5, h. no: 1, 229
111] Buhârî, Ahkâm 42; Müslim, İmâret 90, h. no: 1867; Nesâî, Bey'at 18, h. no: 7, 148; Tirmizî, Siyer 37, h. no: 1597; Muvatta, Bey'at 1, h. no: 2, 982; İbn Mâce, Cihâd 43, h. no: 2874
112] Muvatta, Bey'a 2, h. no: 2, 982; Tirmizî, Siyer 37, h. no: 1597
113] 2/Bakara, 286
BEY’AT
- 31 -
isnadda bulunmamak ve ma’ruf olanı işlemekte sana karşı gelmemek şartıyla sana bey’at etmek üzere geldikleri zaman, onları kabul et; onlara Allah’tan mağfiret dile...”114 mealindeki âyetle bey’at yapardı. O’nun eli, ailesine mensup olanlar dışında hiçbir kadının eline değmedi” buyurulur.
Hülâsa, bütün rivâyetler, ittifakla, Rasûlullah (s.a.s.)’ın bey’at sırasında kadınların ellerine çıplak olarak değmediğini ifade eder. 115
“İki halifeye birden biat edilmişse sonrakini öldürün.” 116
“İnsanlar üzerinde olan büyük imam, çoban (gibi)dır. (Çobanın sürüden sorumlu olduğu gibi) O da halkından sorumludur.” 117
“Üç kişi sefere çıktıkları zaman içlerinden birini emir tâyin etsinler.” “Üç kişi, yeryüzünde bir çölde oldukları vakit, içlerinden birisini emir tâyin etmemeleri onlara helâl olmaz.” 118
“Kim Bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur; kim Bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Kim Benim emîrime itaat ederse Bana itaat etmiş; kim de Benim emîrime isyan ederse Bana isyan etmiş olur.” 119
“Dinleyin ve itaat edin! Üzerinize tâyin olunan vâli/yönetici, başı siyah kuru üzüm gibi Habeş’li bir köle olsa bile, sizin aranızda Allah’ın kitabını uyguladığı müddetçe dinleyin ve itaat edin.” 120
“Üç kişi vardır ki, kıyâmet gününde Allah onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları tezkiye etmez/temize çıkarmaz. Hem onlara elîm bir azap vardır. Bunlar: 1- Kırda fazla suyu olup da onu yolcuya vermeyen, 2- İkindiden sonra bir kimseye bir mal satan ve o malı ‘(kendim) şu kadara aldım’ diye Allah’a yemin ederek, gerçek bunun aksine olduğu halde müşteriyi kendisine inandıran, 3- Bir imama, yalnız dünyalık için bey’at eden, dünyalık verirse sözünde duran, vermezse durmayan kimsedir.” 121
“Bir kimse imama bey’at eder de ona şaklayan elini ve kalbinin semeresini verirse, elinden geldiği takdirde hemen ona itaat etsin! Başka biri gelir de onunla çekişirse sonradan çıkana itaat etmeyin!” 122
“Benden sonra sizin (yönetim) işinizi birtakım insanlar üzerine alacaklar, sünneti söndürecekler, bid’ati ihdâs edecekler (uyduracaklar), namazı vakitlerinden geciktirecekler.” Bunun üzerine İbn Mes’ud Rasûlullah’a sordu: “Ben onlara yetişirsem ne yapmalıyım?” Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Abd’in oğlu! Allah’a isyan edene itaat olmaz!” 123
114] 60/Müntahine, 12
115] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 2/275-276
116] Müslim, İmâre 61
117] Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre, hadis no: 1705; Ebû Dâvud, İmâre 1; Tirmizî, Cihad 7, hadis no: 1705; Ahmed bin Hanbel, 2/54
118] Ebû Dâvud, Cihad 87; Ahmed bin Hanbel, 2/177
119] Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 33; Nesâî, Bey’at 26
120] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 37; Nesâî, Bey’at 27
121] Buhârî, Ahkâm 48; Müslim, İman 173; Tirmizî, Siyer 35, hadis no: 1595; İbn Mâce, Ticâret 30, hadis no: 2207
122] Müslim, İmâre 46; Ebû Dâvud, Bey’at 25; İbn Mâce, Fiten 9; Nesâî, Bey’at 25; Ahmed bin Hanbel, 2/161
123] Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2865
- 32 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Sizden kim yaşarsa çok ihtilâf görecektir. Size vâcip (gerekli) olan Benim sünnetim ve hidâyette olan râşid halîfelerimin sünnetine uymanızdır. Bu sünnetlere tutunun ve azı dişlerinizle ısırırcasına bunlara sıkı sıkı sarılın. Dinde sonradan uydurulan işlerden (bid’atlerden) sakının. (Din ve ibâdet olarak) Sonradan çıkarılan şey bid’attir. Ve her bid’at dalâlettir/sapıklıktır.” 124
“Nübüvet hilâfeti otuz senedir. Sonra krallık olur.” 125
“Sizin aranızda Allah’ın, olmasını dilediği kadar nübüvvet olacak, sonra peygamberliği kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra nübüvvet metodu üzerine hilâfet olacak; o da Allah’ın olmasını istediği kadar olacak. Sonra hilâfeti, kalkmasını dileyince kaldıracak. Sonra ısırıcı krallık olacak. O da Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak. Sonra ısırıcı melikliği, kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra zorba/zâlim krallık olacak. O da Allah’ın, olmasını dilediği kadar olacak. Onu da kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra nübüvvet metodu üzere hilâfet olacak.” 126
“Benî İsrâili peygamberler yönetirdi. Bir peygamber vefât ettiği zaman yerine (başka) bir peygamber geçerdi. Şu muhakkaktır ki, Benden sonra peygamber yoktur. Ama halîfeler gelecek, hem de çok olacaklardır.” Ashâb: “O durumda bize ne emredersin?” diye sordular. “Birinciye ve ondan sonra gelene yaptığınız bey’ati tutun! Onlara haklarını verin. Çünkü Allah halka, gözetmelerini istediği şeyden soracaktır.” 127
“Müslüman bir halka, Allah’ın görüp gözetmek üzere idâreci kıldığı hiçbir kul yoktur ki, onları aldatıp (zulmetmiş) olduğu halde ölürse muhakkak Allah ona cenneti haram etmiş olmasın.” 128
“Müslümanların idare işini üzerine alıp da onlar için çalışmayan ve hayır istemeyen hiçbir âmir yoktur ki, onlarla (müslümanlarla) birlikte cennete girebilsin.” 129
“İslâm’ın tutunulması gereken kulpları (yapılması gereken emirleri) tek tek çözülecek; her bir kulp koptukça insanlar önlerindekilere benzeyecekler. O kulpların ilki hüküm (hâkimiyetin Allah’ın olması, Kur’an’la hükmedilmesi), sonuncusu da namazdır.” 130
Hz. Peygamber’e “cihadın hangisi efdaldir?” diye sorulunca: “Zâlim sultana karşı hakkı söylemektir” buyurdu. 131
Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) Ahmes’li bir kadın şöyle bir soru sormuştur: “Câhiliyyeden sonra Allah’ın getirdiği bu iyi ve uygun işin (İslâm’ın) bekası ne kadar sürer?” Hz. Ebû Bekir (r.a.): “İmamlarınız sizi (İslâmî) istikamet üzere doğru tuttuğu müddetçe” diye cevap vermiştir. 132
Hz. Ömer bin Hattab (r.a.) şöyle diyor: “İmamları (yöneticileri) ve rehberleri
124] Tirmizî, İlim 16, hadis no: 2676; Ebû Dâvud, Sünnet 5; İbn Mâce, Mukaddime 6, hadis no: 42; Dârimî, Mukaddime 6
125] Ebû Dâvud, Sünnet 8; Tirmizî, Fiten 48, hadis no: 2226
126] Ahmed bin Hanbel, 4/273
127] Buhârî, Enbiyâ 5; Müslim, İmâre 44, hadis no: 1842; İbn Mâce, Cihad 42, hadis no: 2871; Ahmed bin Hanbel, 2/97
128] Buhârî, Ahkâm 8
129] Müslim, İman 229, hadis no: 142
130] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Hibban, Sahih, hadis no: 257; Hâkim, el-Müstedrek, 4/92
131] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten 20, hadis no: 4011-4012; Tirmizî, Fiten 13, hadis no: 2175; Ebû Dâvud, Melâhim 17
132] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 25; Dârimî, Mukaddime 23
BEY’AT
- 33 -
istikamet üzere oldukları müddetçe, insanlar istikamet üzere olmaya devam edecektir.” 133
Selman’dan (r.a.) rivâyet edilmiştir ki, Halîfe Ömer İbn Hattab (r.a.), Selman’a (r.a.), “halîfe ile melik/kral arasındaki farktan sorduğunda Selman (r.a.) şu cevabı vermiştir: “Müslümanların arazisinden bir dirhem veya daha az veya daha çok toplarsan, sonra da onu lâyık olmayan yere koyarsan (sarfedersen) işte sen bu halinle kralsın demektir. Halîfe ise, halka adâletle davranandır, aralarında adâletli ve düzgün bir şekilde taksimat yapandır, erkeğin ev halkına ve ananın çocuğuna olan şefkati gibi halkına şefkat ve merhamet eden ve Allah’ın kitabıyla hükmedendir”. Kâ’b, bu cevap üzerine şöyle dedi: “Bu mecliste halîfe ile melikin arasını ayırt edecek kimseyi zannetmiyordum. Fakat Allah Selman’a cevabı ilham etti.” 134
Bey’at’le İşbaşına Gelen İslâm Devlet Başkanı: Halife
Siyasî anlamda “halife”: Bey’at sonucu mü’minler adına tasarruf (yönetme) yetkisine sahip olan ve Allah’ın indirdiği ahkâmın adalet ve istişare ile tatbikini sağlayan kimse demektir.
Hilâfetin akdî temeli, ümmetin halifeyi seçme hakkı bulunduğu esasına dayanır. Halife, özel bir seçim olan bey’atla seçilir. Ehl-i Hal’ ve’l-Akd denilen ümmetin seçkin temsilcileri tarafından bey’atla seçilerek görev alır. Bu kurumun; halife küfre meyleder, açıkça fısk olan işleri yapar, yönetimi hakkıyla icra edemeyecek duruma düşerse halifeyi azletme (hal’ etme) yetkisi vardır. Halife, şeriatı, bu seçkin temsilcilerden oluşan organla istişare ederek icra eder. Bu organ, aynı zamanda şûrâ organıdır.
Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek şekilde, dini ve müslümanları, tüm insanî özellikleri korumak, sosyal hayatı idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir. İslâmî devlet yönetiminde olmazsa olmaz olan temel esaslar: Bey’atle başa geçen halifelik/imamlık, adalet (Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek) ve şûra prensipleridir.
Tefsirlerden İktibaslar
Elmalılı diyor ki:
“Her durumda sana bey’at edenler ancak Allah’a bey’at etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” 135 Muhakkak ki o sana bey’at edenler yalnız Allah’a bey’at ederler. Çünkü Rasûle Rasûl olması yönüyle boyun eğmek, gönderene itaat edip boyun eğmektir. “Kim peygambere itâat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”136 Bunun indirilmesi biraz sonra geleceği üzere Hudeybiye’de ağacın altında yapılan rıdvân bey’ati hakkındadır. Kaçmamaya veya ölüme söz vererek bey’atleşmiş idiler. Fakat mânânın genel olması gerekir. Allah’ın eli onların elleri üzerindedir, yani bey’atleşme bir alım-satım gibi elele vererek karşılıklı bir antlaşma ve şartlaşma halinde ise de hakikatte
133] et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/292; Beyhakî, Sünen
134] et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/306; Târihu’l-Hulefâ, es-Süyûtî, s. 140
135] 48/Feth, 10
136] 4/Nisâ, 80; Yine Tevbe Sûresi'nde "Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını... satın almıştır." (9/Tevbe, 111) âyetlerinin tefsirine bkz.
- 34 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bundan faydalanacak olanlar onlardır. Çünkü Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. İbnü Cerir tefsirinde der ki; bunda iki vecih vardır, birisi: Bey’at yaparlarken Allah eli onların ellerinin üzerinde demektir. Çünkü onlar Allah’ın peygamberine bey’at etmekle Allah’a bey’at etmiş oluyorlardı. Birisi de: Allah’ın kuvveti onların kuvvetinin üzerindedir, demektir. Birincisine göre cümle, bey’ati tasvir halinde bir te’kid olarak peygamber, Allah Teâlâ’nın bir elçisi, hükümlerini uygulamaya memur bir âleti olmak itibariyle Allah’ın bir eli tasvir edilmiş, bir hayal ettirilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, kendisinden bir cüz olmak mânâsına uzuvlardan berîdir. İkinci mânâya göre ise istinaf (başlangıç) cümlesi olarak “yed” kuvvet ve kudret veya nimet mânâsına tevil olunmuştur ki ikisinin de sonucu bu bey’atten oluşan asıl faydanın bey’at edenlere ait olacağını açıklamaktır. Onun için buna ilişkin olarak buyuruluyor ki: Bunun üzerine her kim cayarsa yalnız kendi aleyhine caymış olur, her kim de Allah’a verdiği ahde vefa gösterirse O, ileride ona büyük bir mükâfaat verecektir ki Cennet ve rızâsıdır. Orada gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan kalbine henüz düşmemiş şeyler vardır.
“Andolsun o ağacın altında (Hudeybiye’de) sana bey’at ederlerken Allah, mü’minlerden râzı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır.”137
“Andolsun ki o ağacın altında sana bey’at ederlerken Allah, mü’minlerden râzı olmuştur.” İşte yukarıda adı geçen bu bey’at, Hudeybiye’de yapılan ve bu âyet sebebiyle Allah Teâlâ’nın rızâsıyla müjdelenmiş olduğundan dolayı Bey’atü’r-Rıdvân ismi verilmiş olan bey’attır. Kıssayı tefsirciler şöyle özetlemişlerdir: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Hudeybiye’ye indiğinde Huzâîler’den Hıraş b. Ümeyye’yi Sa’leb adındaki devesine bindirip Mekke’lilere gönderdi. Harp niyetinde olmayıp yalnız Kâbe’yi ziyaret ve Umre için geldiğini bildiriyordu, bunu varıp onlara söyleyince deveyi vurdular, kendisini de öldürmek için hücum ettiler; fakat Ehâbiş (Habeşliler) araya girip kurtardılar. O da gelip durumu Rasûlullah’a haber verdi, Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Hz. Ömer’i göndermek için çağırdı: Hz. Ömer (r.a.): “Yâ Rasûlallah! dedi; onlar benim kendilerine olan hiddet ve düşmanlığımı bilirler. Ben onlara güvenemem, şâyet bir ezâya uğrarsam Mekke içinde beni savunacak hısımlarım Adiy oğullarından kimse yoktur. Bundan dolayı Osman b. Affân’ı gönderseniz, orada onun akraba ve taallukatı çoktur, hem onu severler, irâdenizi o bildirebilir.” Bunun üzerine Rasûlullah Hz. Osman’ı çağırdı, Kureyş’e gönderdi “Biz onlarla muharebeye gelmedik, yalnız ziyaret ve Umre için geldik, bunu haber ver ve kendilerini İslâm’a davet eyle!” dedi ve Mekke’de imana gelmiş bir kısım erkeklere ve kadınlara varıp fethi müjdelemesini ve Allah Teâlâ’nın dininin yakında Mekke’de ortaya çıkacağını haber vermesini de emretti. Bu suretle Hz. Osman, Kureyş’e gitti, kendisini Ebân b. Said b. Âs karşıladı, hayvanından indi, onu bindirdi ve kayırdı (himayesine söz verdi), böylelikle Kureyş’e vardı, emrolunduğu haberi bildirdi, dediler ki: “İstersen sen beyti tavâf et fakat hepinizin üzerimize gelip girmeniz olmaz, ona yol yok!” Hz. Osman (r.a.) “Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) tavaf etmedikçe ben tavaf edemem.” dedi. Bunun üzerine onu alıkoydular, göz hapsinde tuttular, beriden ise Rasûlullah’a ve müslümanlara “Osman katlolunmuş.” diye duyuldu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.), “O kavimle çarpışmadan gitmeyiz.” dedi ve Peygamber (s.a.s.)’in nidâcısı şöyle çağırdı: Haberiniz olsun ki Rasûlullah’a Rûhu’l-Kudüs indi de ona bey’ati emretti,
137] 48/Feth, 18
BEY’AT
- 35 -
hemen çıkın Allah Teâlâ adına Peygamber’e bey’at edin. Derhal müslümanlar fırladılar ve Rasûlullah’a bey’at ettiler. Bu bey’at bir ağacın altında olmuş idi ki bir “semûre” ağacı idi. Denilmiştir ki, Rasûlullah ağacın dibine oturmuştu dallarından bir dal sırtının üzerine geliyordu, Abdullah b. Mugaffel (r.a) demiştir ki: Ben başucunda dikiliyordum ve elimde ağaçtan bir dal vardı, koruyordum, dalı sırtından kaldırdım. Önünde ölmek ve kaçmamak üzere kendisine bey’at ettiler, Rasûlullah onlara “Siz bugün dünya ehlinin en hayırlısısınız.” buyurdu. Müslim ve diğerlerinde rivâyet edildiği üzere Câbir b. Abdullah (r.a.) “Biz Rasûlullah’a bey’ati kaçmamak üzere yaptık, ölüme bey’at etmedik.” demiştir. Buhari’de Seleme b. Ekvâ (r.a)’tan da şöyle rivâyet edilmiştir: “Ben Rasûlullah’a ağacın altında bey’at ettim” demiş, “ne üzerine bey’at ettiniz?” denildiğinde de, “kaçmamak üzere” demiştir. Müslim, Ma’kıl b. Yesâr’dan da: Bey’at ederlerken Rasûlullah’ın yüzünden ağacın dallarını tuttuğunu rivâyet etmiştir. İlk bey’at eden Ebu Sinan-ı Esedî olmuştur ki Ukâışe b. Muhsin’in kardeşi Vehb b. Muhsin’dir. Beyhakî’nin Delâil’inde, Şa’bi’den rivâyetine göre, bu zat Hz. Peygamber’e “Elini uzat sana bey’at edeyim” dedi. Hz. Peygamber “Ne üzerine bey’at edeceksin?” buyurdu. “Nefsindeki ne ise onun üzerine” dedi. Müslim’in rivâyet ettiği Câbir hadisinde: Hz. Câbir: “Biz Peygamber (s.a.s.)’e bey’at ettiğimizde mübarek ellerini Ömer (r.a.) tutuyordu” demiştir. Fakat bu, bey’atin sonlarına doğru olduğu anlaşılıyor. Zira Sahih-i Buhari’de Nafi’den: Ömer (r.a.) Hudeybiye günü oğlu Abdullah’ı, Ensar’dan bir kimsenin yanında bulunan atını, üzerinde savaş yapmak üzere getirmeye göndermişti, Rasûlullah (s.a.s.) ağacın yanında bey’at alıyor, Ömer bilmiyordu, Abdullah bey’ati yaptı, sonra gitti, atı getirdi, Ömer (r.a.) savaş için zırh giyiyordu. Kendisine Rasûlullah’ın ağaç altında bey’atleştiğini haber verdi, hemen beraber gitti, Rasûlullah’a bey’at etti.” diye de rivâyet edilmiştir. Demek ki ondan sonra Hz. Ömer, Rasûlullah’ın yorulmaması için mübarek elini tutmuştu. Bir de Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) sağ elini öbür eline vurup bu da Osman’ın bey’ati demişti, müşrikler bu bey’ati işitip korktular ve Hz. Osman ile müslümanlardan bir topluluğu da salıverdiler, bu Bey’at-i rıdvan’ı yapan mü’minlerin adedi en sahihi rivâyete göre bin dört yüzdür. Binbeşyüz kadar ve daha fazla rivâyetleri de vardır. Denilmiştir ki birinde küçükler ve tâbiler sayılmamış, diğerinde hepsi sayılmıştır, orada olanlardan hiç bey’at etmeyen kalmamış, yalnız Cedd b. Kays adında bir münâfık devesinin karnı altına gizlenmiş kalmış idi. Nâfi’den rivâyet edildiğine göre altında bey’at yapılan semüre ağacına daha sora insanlar gidip yanında namaz kılar olmuşlardı. Hz. Ömer işitti, o ağacın kesilmesini emrediverdi, henüz cahiliyye âdetini unutmayanların fitneye tutulup Allah’tan başkasına ibadet etmesinden sakınmıştı. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) hadiste geçmiştir ki; “Rıdvan bey’atinde bulunan kimse ateşe girmez.” Bu âyette de yemin ile “Allah râzı oldu.” buyurmuştur. Ebu Hayyân der ki: Burada rızâ üzerlerine nimetlerin açıklanması mânâsına İlâhî sıfattır; Zâtî sıfat değildir. Çünkü “Sana bey’at ettikleri zaman...” diye zaman ile kayıtlanmıştır. Netice olarak; ism-i celiline yemin olsun ki Allah, o mü’minlerden hoşnut oldu, o ağacın altında sana bey’at ederlerken çünkü kalplerindekini bildi, doğruluk ve samimiyetlerini ve müşriklerin hareketlerine karşı üzüntü ve heyecanlarını bildi de üzerlerine o sekineti indirdi, sulha yatıştırdı. Ve onları yakın bir fetihle mükâfatlandırmıştır. Mekke’den dönüşte Hayber’in fethini kendilerine bir mükâfat olarak vaad etti. Bir de harpsiz olarak Hecr arazisi fetholunmuştu ki, birçok zaman hâsılâtından faydalandıkları güzel bir fetihtir. Hasan-ı Basrî; “yakın fetih”ten maksadın, bu olduğunu söylemiştir.
- 36 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Diğerleri ise Hayber demişlerdir. 138
Seyyid Kutub diyor ki:
“Sana biat edenler, Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim Allah’a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.”139 Rasûlullah gönderilmiş olduğu şu insanlığa şâhidtir. Kendisine emredileni onlara bildirdiğine, kendisini nasıl karşıladıklarına, içlerinden mü’minler, kâfirler ve münâfıklar olduğuna, iyiler ve bozguncular olduğuna şâhidlik edecektir. Peygamberliğini yerine getirdiği gibi şâhidlik de edecektir. Rasûlullah, mü’minler için hayır, bağışlanma, hoşnutluk ve iyi mükâfat müjdecisi; kâfirler, münâfıklar, isyankârlar ve bozguncular için de kötü âkıbet, gazap, lânet ve ceza ile korkutucu ve uyarıcıdır.
Rasûlullah’ın görevi bunlar... Sonra Yüce Allah kitabını mü’minlere çevirmekte, bu peygamberlikten güdülen hedefi onlara açıklamaktadır. Bu hedef; Allah’a ve Rasûlüne iman etmek, sonra imanın gereklerini yerine getirmektir. Buna göre mü’minler, Yüce Allah’ın şeriatını ve sistemini destekleyerek Yüce Allah’a yardım edecekler, O’nun yüceliğini gönüllerinde duyarak O’na tanzim edecekler, sabah-akşam tesbih edip hamdederek, O’nu noksan niteliklerden tenzih edeceklerdir. Sabah-akşam deyimi bütün günü üstü kapalı olarak anlatan bir terimdir. Çünkü bir günün iki ucu olan sabah ve akşam o günün bütün zamanlarını içermektedir. Bundan gaye, kalbin her an Yüce Allah’a bağlı olmasıdır. İşte bunlar; Rasûlullah’ı müjdeci, şâhid ve korkutucu olarak gönderilirken mü’minlerin imanından umulan semerelerdir.
Rasûlullah onları Yüce Allah’a bağlamak ve kendisinin aralarından ayrılması ile kopmayacak sürekli bir biati Yüce Allah ile onların aralarında oluşturmak için gelmiştir. Dolayısı ile Rasûlullah biat için elini onların elleri üstüne koyunca, bunu ancak ve ancak Allah adına yapmaktadır. Sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir.” Bu anlatım Rasûlullah ile aralarındaki biati canlandıran çok ürpertici ve yüceltici bir anlatımdır. Biate katılan her kişi, elini Rasûlullah’ın eline koyarken, Allah’ın elinin kendi elinin üstünde olduğunu ve Yüce Allah’ın bu biatte hazır olduğunu, biatin asıl sahibinin O olduğunu ve onu Yüce Allah’ın aldığını ve O’nun elinin mü’minlerin elleri üstünde olduğunu hissedecektir. Kimin? Yüce Allah’ın. Aman Allah’ım! Ne müthiş, ne hoş ve ne yüce bir olay bu!
İşte bu manzara, insanın aklından, biati bozma düşüncesini kökünden söküp atmaktadır. Çünkü Rasûlullah, kişi olarak ortadan kalksa bile Yüce Allah mevcuttur ve diridir. Allah almakta bu biati ve O vermektedir. Biati gözetleyen de kendisidir. “Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur.” Her yönden zarar görecek olan odur. Kendisi ile Yüce Allah arasındaki kârlı alış-verişten dönmekle zararlı çıkacak olan da odur. Yüce Allah ile kulu arasındaki her biatte ve her sözleşmede sürekli Allah’ın fazlından yararlanıp kârlı çıkacak olan kuldur. Çünkü Yüce Allah âlemlere hiç muhtaç değildir. Allah’a vermiş olduğu ahdi bozup cayınca zararlı çıkacak olan kulun kendisidir. Bunun sonucu olarak Yüce Allah’ın gazab ettiği ve çirkin gördüğü caymaya karşılık O’nun gazabına ve cezasına uğrayacak olan da
138] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
139] 48/Feth, 10
BEY’AT
- 37 -
kuldur. Çünkü Allah vefâyı ve sözünde sâdık olanları sever. “Ve kim Allah’a. verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.”
Evet, ifadede yer aldığı gibi, niceliği belirtilip açıklanmayan “Büyük bir mükâfat…” Bu karşılık Yüce Allah’ın “büyük” diye nitelediği bir karşılıktır. Yeryüzünün insanlarının az olanı kavrayabilen, sınırlamaya mahkûm ve fâni akıllarının onu kavrayacak seviyeye asla çıkamayacağı Yüce Allah’ın ölçüsü, tartısı ve nitelemesine göre “Büyük bir mükâfat”tır.
Söz “biatin içyüzü”ne, biatten dönekliğin tehlikesine ve ahde vefanın önemine gelmişken, ifadenin akışı Allah’a kötü zan beslemeleri ve kendi anavatanında olan ve daha önce iki yıl arka arkaya Medine’ye saldıran Kureyş üzerine gitmekten, Rasûlullah ile çıkacak olanların başlarına zarar gelecek diye tahmin yürütüp de geri kalan bedevilere yönelmektedir. Evet, ifadenin akışı Rasûlullah’a, kendisi ve beraberinde bulunanlar sağ-sâlim geri dönünce onların özür dileyeceklerini haber vermek için onlara yönelmektedir. Kureyşliler Rasûlullah ile kavgadan vazgeçmiş, onunla savaşmamıştı. Kendisi ile bir anlaşma imzalamıştı. Şartları ne olursa olsun bu anlaşmadan açıkça görülen Kureyşliler geri adım atmışlar, Muhammed (s.a.s.)’i kendileri ile savaşı bırakma anlaşması yapılacak ve düşmanlığından çekinilen kendilerine denk bir güç kabul etmişlerdir. Sonra ifadenin akışı, onların asıl, neden kendisi ile gelmediklerini Rasûlullah’a ifşa etmekte ve onları rezil etmekte, Rasûlullah ve mü’minlerin önünde kirli çamaşırlarını ortaya dökmektedir. Öte yandan ifadenin akışı, Rasûlullah ve kendisi ile sefere çıkanlara müjdeli haberler vermektedir. Buna göre onlar yakında kolay ganimetler elde edecekler, onlara katılmayıp geri duran bedeviler bu kolay ganimetlerden elde etmek için kendisi ile gelmeyi isteyeceklerdir. İşte burada İlâhî ifadeler, Rasûlullah’a onlara ne şekilde davranacağını ve nasıl cevap vereceğini göstermektedir. Bu İlâhî telkine göre Rasûlullah onların kendisi ile birlikte yakında ve kolay elde edilecek ganimet için gelmelerini kabul etmeyecektir. Çünkü bu sadece daha önce kendisi ile yola çıkan ve Hudeybiye’de bulunanlara özeldir. Buna karşın Yüce Allah onlara başka bir hedef göstermektedir. Bu hedefte güçlük vardır. Ve güçlü kuvvetli bir toplulukla savaş vardır. Eğer itaat ederlerse büyük mükâfat elde edecekler, yoksa daha önce karşı geldikleri gibi yine karşı gelirlerse kendilerine şiddetli bir azap verilecektir.
“Andolsun ki, o ağacın altında sana biat ederken, Allah, mü’minlerden râzı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi.”140 Bu dersin tamamı, mü’minlerden söz etmekte, mü’minlerle konuşmaktadır. O ağacın altında Rasûlullah’a biat eden şu eşsiz, mutlu insan kitlesi ile konuşmaktadır. Yüce Allah o biatte bulunmuş, tanıklık etmiş ve kudret eli onların elleri üstünde kendisi almıştır biati. Bu ders, Yüce Allah’ın elçisine kendilerinden “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederken, Allah, mü’minlerden râzı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi” diye söz ettiğini işitme bahtiyarlığına eren kitle ile konuşmaktadır. Yine bunlar, Rasûlullah’ın kendileri hakkında “Sizler bugün yeryüzünün en hayırlı insanlarısınız.”141 övgüsünü işiten bahtiyar kitledir.
140] 48/Feth, 18
141] Buhârî, Meğâzi 64, hadis no: 1685
- 38 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu derste Yüce Allah bu kitle hakkında hem Rasûlü ile ve hem de kendileri ile konuşmaktadır. Yüce Allah bu sözlerde kendilerine birçok fetihler ve ganimetler müjdelemekte ve yine bu seferde ve daha sonra çıkacakları diğerlerinde asla değişmez İlâhî adâletine bağlı olarak takdir etmiş olduğu zaferlerdeki himayesi ile onları kuşatma müjdesi vermektedir. Ve bu insanların küfre sapan düşmanlarını da şiddetle kınamaktadır. Ve o yıl savaşı bırakıp barışı tercihteki hikmetini onlara beyan etmektedir. Yine bu bahtiyar insanlara, Rasûlullah’ın Mescid-i Haram’a gireceklerine dair görmüş olduğu rüyanın doğruluğunu ve müslümanların oraya korkusuzca güven içinde gireceklerini, Yüce Allah’ın dininin yeryüzünde tüm dinlere üstün geleceğini vurgulamaktadır.
Hem ders ve hem de sûre, Rasûlullah’ın ashâbından şu mutlu ve eşsiz insan topluluğunun parlak ve değerli manzaraları ve Tevrat ve İncil’deki nitelikleri ile Yüce Allah’ın kendilerine bağış ve büyük mükâfat va’di ile son bulmaktadır.
O Ağacın Altında Biat Edenler: “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederken, Allah, mü’minlerden râzı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi.”142; “Yine onlara alacakları birçok ganimetler bahşeyledi. Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.” 143
Bugün ben, geçen bin dört yüz küsur senenin ardından o kutsal ânı, bütün varlık âleminin Yüce Allah’tan, emîn Peygamberine bu topluluk hakkında gelen bu ulvî bildirisine tanık olduğu ânı kavramaya çalışıyorum. Varlık âleminin o andaki sayfasına ve gizli dünyasına bakmaya çalışıyorum. Varlık âlemi tüm benliği ile o anda bu âlemin belirli bir köşesinde bulunan o insanlar hakkındaki, şerefli ve kutsal İlâhî sözü nasıl karşıladılar, izlemeye çalışıyorum. Ve yine ben, âyette sözü edilen o insanlar kendileri olduklarını kulakları ile işiten bizzat, kendileri işiten, o mutlu insanların ruhsal duygularını bir parça hissetmeye çalışıyorum. Yüce Allah onlardan söz ederken, kendilerinden hoşnut olduğunu söylemekte, bulundukları yeri ve bu hoşnutluğu elde ederken bulundukları durumu “Onlar o ağacın altında biat ederken” diye belirtmektedir. Onlar bu sözleri doğru ve doğrulanmış Peygamberlerinin ağzından azametli ve yüce Rabblerinin sözcükleri ile işitmektedirler. Aman Allah’ım! Acaba bu bahtiyar insanlar o kutsal ânı ve bu İlâhî bildiriyi nasıl karşıladılar? Herkese teker teker bizzat işaret eden ve “Sen, bizzat sen... Allah sana bildiriyor... Senden hoşnut olmuştur O. Sen biat ederken... O ağacın altında... Senin içinde geçen duyguları bildi O. Bildi de senin üzerine gönül huzuru indirdi” diyen, bildiriyi nasıl karşıladılar acaba? İçimizden herhangi biri “Yüce Allah mü’minlerin yardımcısıdır.”144 âyetini okur veya duyabilir; sonra da mutlu olur. Ve kendi kendine “Âyette yer alan o insanların arasına ben de dâhil olmayı neden ummayayım?” der. Ve yine, “Yüce Allah sabredenlerle birliktedir.”145 âyetini okur veya duyar da içine güven gelir. Ve kendi kendine “Bu sabredenlerden birinin de ben olduğumu neden ummayayım?” der. Oysa bu biate katılanlar, öyle midirler? Evet, Yüce Allah’ın bizzat kendilerini kastettiği ve kendilerinden hoşnut olduğu, içlerindeki duyguyu bildiği ve içlerinden geçen şeylerden hoşnut olduğunu tek tek kendilerine bildirdiği söylenmekte ve belirtilmektedir. Aman Allah’ım! Bu ne müthiş bir hal?
“Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederken, Allah, mü’minlerden râzı olmuştur.
142] 48/Feth, 18
143] 48/Feth, 19
144] 2/Bakara, 257
145] 2/Bakara, 153
BEY’AT
- 39 -
Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi.” 146
Yüce Allah onların kalplerinde kabaran izzet-i nefsin kendi benlikleri için değil, dinleri uğruna olduğunu bilmiştir. Biat ederlerken, niyetlerinin içten ve samimi olduğunu ve Rasûlullah’ın çağrısı karşısında birer müslüman, sabırlı ve itaatkâr kimseler olmak amacı ile duygularını frenlediklerini kışkırtmaya karşı oluşan reaksiyonlarını yendiklerini görmüştür. “Onların üzerine huzur ve güven indirdi” Güvenin indirilişi öyle bir ifade ile anlatılıyor ki, sanki yukarıdan kolayca, sakin ve ağır başlılıkla bir güven iniyor ve o tutuşmuş heyecanlı, kavgaya hazır coşkun kalplere dolarak huzur getiriyor, güven getiriyor, rahat ve sevinç getiriyor.
“Ve onları pek yakın bir fetihle mükâfatlandırmıştır.” Bu, sağladığı şartlar itibarı ile Hudeybiye ile barış anlaşmasını “Feth”e çeviren ve onu birçok fetihlere başlangıç yapan Hudeybiye barış anlaşmasıdır. Hayberin fethi de bu fetihlerden biri olabilir. Ki tefsircilerin çoğunluğu, Yüce Allah’ın müslümanlara bahşettiği yakın fethin bu fetih olduğunu söylerler. “Alacakları birçok ganimetlerle” “Yakın Fetih”ten maksat, Hayberin fethi ise, bu fetih ile birlikte alacakları bol ganimetlerle birlikte demektir. Eğer “Yakın fetih” müslümanlara birçok fetihlerin kapısını aralayan şu Hudeybiye barış anlaşması ise bu anlaşmayı izleyen fetihlerle elde edecekleri bol ganimetler demektir. “Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.” Bu ifade daha önce geçen âyetlerin sonuna çok uygun düşen bir ifadedir. Çünkü hoşnutluk, fetih ve ganimet va’dinde Yüce Allah’ın hikmeti ve idaresi yanında, kuvvet ve kudreti de ortaya çıkmaktadır. Zaten kutsal ve şerefli va’d hikmet ve izzet ile gerçekleşir.
Biate katılan mü’minler hakkında, emîn olan Rasûlüne bu şerefli ve yüce bildiriden sonra, Yüce Allah sözünü bizzat mü’minlerin kendilerine yöneltiyor. Bu barış anlaşmasından ya da bir başka deyimle, teslimiyet içinde sabırla karşıladıkları şu “Fetih”ten sözediyor, onlara: “Allah size elde edeceğiniz birçok ganimetler va’detti. Bunu size hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir ki bu mü’minlere bir işaret olsun ve Allah sizi dosdoğru yola iletsin: “Bundan başka sizin güç yetiremediğiniz, ancak Allah’ın sizin için kuşattığı ganimetler de vardır. Allah her şeye kadirdir.”
Mü’minlerin Yüce Allah’tan duydukları ve açıkça gördükleri bir müjdedir bu... Ve mü’minler Yüce Allah’ın kendilerine birçok ganimetler hazırlamış olduğunu öğrenmişler ve bundan sonra bu değişmez va’din doğru olduğuna dair birçok delilleri göre göre diledikleri gibi yaşamışlardı. Burada Yüce Allah onlara şu ganimetleri ivedi ve peşin olarak verdiğini belirtiyor. Burada Yüce Allah İbn Abbas’ın da söylediği gibi, Hudeybiye barış anlaşmasının başlıbaşına bir fetih ve bir ganimet olduğunu vurgulamak için, Hudeybiye barış anlaşmasını “hemen verilmiş ganimet” olarak değerlendirmiş olabilir. Daha önce belirttiğimiz gibi Rasûlullah’ın sözünden ve bu anlayışımızın doğruluğunu kendilerine özgü dilleri ile ifade eden olaylardan anlaşılacağı üzere, gerçekten de Hudeybiye barışı böyle bir fetih ve ganimettir.
Öte yandan Mücâhit’ten rivâyet edildiğine göre, Hudeybiye barışından sonra en yakın ganimet olması bakımından bu “hemen verilmiş ganimet”ler Hayber’in fethi de olabilir. Fakat birinci ihtimal gerçeğe daha yakın olmakta ve daha ağır basmaktadır. Yüce Allah onlara insanların ellerini kendilerinden çektiğini, yüce katından bir
146] 48/Feth, 18
- 40 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ihsan ve iyilik olarak hatırlatıyor. Gerçekten Yüce Allah kureyş müşriklerinin ellerini onlardan çektiği gibi, onlardan başka kendileri için üzerlerine belâlar gelmesini bekleyen düşmanlarının da elini çekmiştir... Sözün kısası, onlar azınlıkta, düşmanlar çoğunluktaydılar. Fakat müslümanlar biatlerini tutarak görevlerini yapmışlardır. Ve Allah da insanların ellerini (düşmanların ellerini) onlardan çekmiş ve kendilerini emniyete kavuşturmuştur.
“Ki bu mü’minlere bir işaret olsun: Yüce Allah başlangıçta hoş karşılamadıkları ve kendilerine çok ağır gelen bu olayın onlara bir ibret olacağını, hem de içinde Yüce Allah’ın kendileri hakkında gerçekleştireceği şeyleri ve Rasûlullah’a itaat ve teslimiyetlerinin mükâfatını görecekleri bir ders olacağını ifade ediyor. Ki bütün bunlar Yüce Allah’ın bu olayı gönüllerine önemli bir gelişme, bol hayır olarak yerleştirmesine ve kalplerine iç huzuru, mutluluk, hoşnutluk ve iman vermesine yol açan unsurlar olmuştur.
“Allah sizi dosdoğru yola iletsin.” İtaatinizin, emre sarılmanızın ve içinizdeki samimiyetinizin karşılığı olarak sizi doğru yola çıkarsın... Böylece Yüce Allah onlara hem ganimet veriyor ve hem de hidâyet bahşediyor. Ve hoşlanmadıkları ve çok ağır kabul ettikleri bir anlaşma onlara her yönden tam bir hayır olarak ortaya çıkıyor. Böylece Yüce Allah onlara bildiriyor ki; onlar için kendi tercihi, tercih edilmesi gereken yararlı bir şeydir. Ve kalplerini mutlak itaat ve emre sarılmaya hazırlayan da kendisidir.
Yüce Allah ayrıca onlara yine ihsanda bulunmuş ve bundan başka bir ganimetin daha müjdesini vermiştir. Fakat bu ganimeti onların adına kudreti ve takdiri ile bizzat kendisi üstlenmektedir: “Bundan başka sizin güç yetiremediğiniz ancak Allah’ın sizin için kuşattığı ganimetler de vardır. Ve Allah her şeye kadirdir.” Burada geçen “başka ganimetler” hakkında rivâyetler çeşit çeşittir. Acaba bu, Mekke’nin fethi mi, yoksa Hayber’in fethi mi yahut da Kisra ve Kayserlerin ülkelerinin fethi mi? Yoksa bu Hudeybiye barışının ardından müslümanların elde ettikleri tüm fetihler mi diye rivâyetler çeşit çeşittir.
İlâhî ifadenin akışına en uygun düşeni, bu ganimetin Hudeybiye barışını izleyen Mekke’nin fethi olayıdır. Yürürlükte ancak iki yıl kalabilen ve sonra müşriklerin bozduğu bu anlaşma nedeni ile Yüce Allah Mekke’yi müslümanlara hemen hemen savaşsız açmış ve nasib etmiştir. Bilindiği gibi, bu Mekke önceleri müslümanlara boyun eğmemiş, onlara Medine’de kendi evlerinin önünde saldırmış ve Hudeybiye yılı kendilerini Mekke’ye sokmadan geri çevirmişti. Sonra Yüce Allah Mekke’yi çepeçevre kuşatmış ve onlara savaşsız olarak orayı teslim etmiştir. “Allah her şeye kadirdir.” Burada bu müjde kapalı bir müjde idi, Yüce Allah bunu açıkça belirtmemiştir. Çünkü bu âyetin indiği sıralarda bu müjde Yüce Allah’ın, bilgisini vermediği şeylerden biri idi. Yüce Allah onların kalbine iç huzuru, hoşnutluk, ümit ve sevinç vermek için bu şekilde bir ifade ile îmâda bulunuyordu.
Bu peşin olan ganimete ve Yüce Allah’ın kendisinin bildiği ve müslümanların da beklemekte oldukları ganimete iman edilmesi münasebeti ile, Yüce Allah onlara üstün geleceklerini ifade etmekte ve o yıl barış yapmaları, onların güçsüzlüğü ya da müşriklerin üstünlüğü nedeni ile değil, fakat kendisinin gözetmiş olduğu bir hikmet nedeni ile olduğunu ve küfre sapanlar eğer kendileri ile savaşırlarsa onların yenileceklerini açıklıyor. Mü’minlerle kâfirler birbirleri ile ne zaman kesin amaçlı, ölüm-kalım savaşına tutuşurlarsa Yüce Allah’ın yasası hep böyle olmuştur. 147
147] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an
BEY’AT
- 41 -
Bey’at Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Bey’at Anlamında Kullanılan “Bâyea” Fiili ve Türevlerinin Kullanıldığı Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde): 9/Tevbe, 111; 48/Fetih, 10, 10, 18; 60/Mümtehıne, 12, 12)
B- Bey’at kelimesinin Türediği “B-y-a” Kökünün Değişik Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 15 Yerde): 2/Bakara, 254, 275, 275, 282; 9/Tevbe, 111, 111; 14/İbrâhim, 31; 22/Hacc, 40; 24/Nûr, 37; 48/Fetih, 10, 10, 18; 60/Mümtehıne, 12, 12; 62/Cum’a, 9.
C- Kur’ân-ı Kerim’de “İmam” ve Çoğulu “Eimme” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (12 âyet): 2/Bakara, 124; 9/Tevbe, 12; 11/Hûd, 17; 15/Hıcr, 79; 17/İsrâ, 71; 21/Enbiyâ, 73; 25/Furkan, 74; 28/Kasas, 5, 41; 32/Secde, 24; 36/Yâsin, 12; 46/Ahkaf, 12.
D- Kur’ân-ı Kerim’de Halîfe Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 2/Bakara, 30; 38/Sâd, 26.
a- Halîfe Kelimesinin Çoğulu Halâif ve Hulefâ’ Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 6/En’âm, 165; 7/A’râf, 69, 74; 10/Yûnus, 14, 73; 27/Neml, 62; 35/Fâtır, 39.
b- Halife Kelimesinin Türevlerinin Geçtiği Diğer Âyet-i Kerimeler (+Toplam Yerde) 6/En’âm, 133; 7/A’râf, 129, 169, 169; 9/Tevbe, 118, 120; 11/Hûd, 57; 19/Meryem, 59, 64; 24/Nûr, 55, 55; 34/Sebe’, 39; 57/Hadîd, 7.
c- Halife Kavramıyla İlgili Konular: 2/Bakara, 30; 6/En’âm, 133, 165; 7/A’râf, 69, 74, 129, 169; 10/Yûnus, 14, 73; 11/Hûd, 57; 19/Meryem, 59; 24/Nûr, 55; 27/Neml, 62; 35/Fâtır, 39; 38/Sâd, 26.
Bey’at Konusuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, Ahkâm 43, 44, 46, 49, Cihâd 110, Enbiyâ 50;
Müslim, İmâre 44, 46, 58, 61, 80; Cenâ’iz 33, Cum’a 46, İmân 98, 152, 192; Zekât 108, Selâm 126;
İbn Mâce, Cihâd 41, Fiten 9, Tıb 44; Nesâî, Bey’at 8, 17, 18, 20, 21; Tahrîmü’d-dem 14, Tatbik 35;
Ebû Dâvûd, İmâre 9, Zekât 27;
Tirmizî, Menâkıb 18, Siyer 34, 36
Ahmed bir Hanbel, Müsned, V/85; VI/409;
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Bey’at ve Seçim Sistemi, M. Ali Kapar, Beyan Y.
2. İslâm’ın İlk Döneminde Siyasal Katılma, Davut Dursun, Beyan Y.
3. Siyasal Katılım, Zübeyir Yetik, Fikir Y.
4. İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
5. Din-Devlet İlişkileri Sempozyumu, Beyan Y.
6. Asr-ı Saâdette İslâm, 5 cilt, Beyan Y.
7. Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm, Heyet, Kahraman Y.
8. İslâm’da Siyasî Düşünce ve İdare, Harun Han Şirvani, Nur Y.
9. Biat, 1, 2, 3, Nuri Pakdil, Edebiyat Dergisi Y.
10. Sonsuz Biat, Ahmet Taşgetiren, Erkam Y.
11. Osmanlı Tarih deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Mehmet Zeki Pakalın, M.E.B. Y., c. 1, s. 228-231
12. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y., s. 82-87
13. Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, Nureddin Yıldız, Risale Y., Bey’at Maddesi
14. Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y., s. 202-209
15. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Beyan Y., s. 109-117
16. TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 120-125; Akabe Biati ve Bey’atü’r-rıdvan maddeleri
17. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Ahmet Ağırakça, Şamil Y., c. 1, s. 79-81, 231-232
18. Rasûlullah’ın Diplomatik Münasebetleri, Abidin Sönmez, İnkılap Y.
19. Hâkimiyet Allah’ındır, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
20. Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
21. Hâkimiyet Allah’ındır, Âyetullah eş-Şiran, İhtar Y.
22. İslâm’da Hükümet, Mevdûdi, Hilâl Y.
23. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda Y. c. 1, s. 523-528; c. 2, s. 27-36, 291-299
24. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
- 42 -
KUR’AN KAVRAMLARI
25. İslâm Devlet Yapısı, M. Beşir Eryarsoy, İşaret/Bunuc Y.
26. İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
27. İslâm’ın Siyasî Yorumu, Ebû’l-Hasan Ali Nedvi, Akabe Y.
28. Devlet ve Devrim, Münir Şefik, Dünya Y.
29. Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, Lokman Tayyib, İlke Y.
30. İslâm’da Hükümet, Mevdudi, Hilal Y.
31. İslâm İnkılâbının Süreci, Mevdudi, Özgün Y.
32. İslâm Nizamı, Mevdudi, Hilal Y.
33. İslâm’da Siyasî Sistem, Mevdudi, Özgün Y.
34. İslâm Düşüncesi Sempozyumu, Beyan Y.
35. İslâm’ın İlk Asrında İktidar Mücadelesi, Adnan Demircan, Beyan Y.
36. Çağdaş Haricilik Düşüncesi, A. Celi, Beyan Y.
37. Hz. Ali’nin Hilâfeti Hakkında, Gadir-i Hum Olayı, Adnan Demircan, Beyan Y.
38. Din-Siyaset İlişkisi, Adnan Demircan, Beyan Y.
39. Ali-Muaviye Kavgası, Adnan Demircan, Beyan Y.
40. Emeviler Döneminde Saray Hayatı, M. Koyuncu, Beyan Y.
41. El-İmâmetü’l-Uzmâ, İslâm’da Devlet Başkanlığı, Süleyman ed-Demirci, trc. İbrahim Cücük, Ravza Y.
42. İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
43. İmamet ve Rehberiyyet Reçetesi, Murtaza Mutahhari, çev. Ünal Çetinkaya, Endişe Y.
44. İmamet ve Rehberiyet Felsefesi, Muhammed Beyşehri, çev. Ünal Çetinkaya, Endişe Y.
45. İmam En Büyük Önder, Ensari Kirmani, çev. İrfan Keser, Endişe Y.
46. İslâmî Siyaset Teorisi ve Sorunlar, Heyet, Ekin Y.
47. Ümmet Bilinci, Atasoy Müftüoğlu, Denge Y.
48. Ulemâ ve Dinî Otorite, Derleme, İnsan Y.
49. İslâm ve Siyasî Durumumuz, Abdülkadir Udeh, terc. M. Beşir Eryarsoy, Pınar Y.
50. Ahkâmu’s-Sultâniyye, İmam Mâverdi, Bedir Y.
51. Kur’an’da İmam ve İmamet, Cafer Tayyar Soykök, Haksöz, sayı 62, 64 (Mayıs, Temmuz, 1996)
52. İslâm’da İmâmet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan Y.
53. Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Fehmi Şinnavi, İnsan Y.
54. Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.
55. Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif Y.
56. Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak, Araştırma Y.
57. Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum, Hizbü’t-Tahrir Y.
58. Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Âlem Y/Araştırma Y.
59. Hilâfetin İlgâsının Arkaplanı, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, İnsan Y.
60. Hilâfet-i İslâmîyye ve T.B.M. Meclisi, İsmail Şükrü, Bedir Y.
61. Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
62. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.
63. Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, Vecdi Akyüz, Dergâh Y.
64. Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı Y.
65. Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı, 1-2, Murat Çulcu, Kastaş Y.
66. Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik, Seçil Akgün, Turhan Kitabevi Y.
67. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 4, s. 244-260
68. TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 17-19
69. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 269-270
70. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 95-101
71. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 383-388
72. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 75-79
73. İnanç Sorunları, Hudaybi, İnkılâb Y.
BEY’AT
- 43 -
74. İslâm ve Siyasî Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y.
75. Anayasa ve Demokrasi, Abdurrahman Dilipak, Emre Y.
76. Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
77. Siyasî Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
78. Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün/İnkılâb Y.
79. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan Y.
80. Yeryüzü Tanrıları Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y.
81. İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir/Arslan Y.
82. Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.
83. İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.
84. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
85. İslâm - Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.
86. İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber Y.
87. İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.
88. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.
89. Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
90. Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.
91. Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.
92. Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.
93. İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu (Sadreddin Yüksel), Özel Y.
94. Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.
95. Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı Kalacağıma, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
96. Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
97. Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.
98. Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık, Objektif Y.
99. Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru, Beyan Y.
100. Müslüman Laik Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.
101. Sosyalizm Bitti Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.
102. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevseranî, Denge Y.
103. Medenî Vahşet, Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.
104. Çağdaş Truva Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.
105. Demokrasi Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.
106. Alaturka Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
107. Demokrasi ve Totalitarizm, Raymond Aron, Kültür Bakanlığı Y.
108. İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.
109. İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
110. Lâ 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
111. İslâm’a Göre Partinin Hükmü, Muhammed Fatih, Tevhidî Çekirdek Y.
112. Devlet ve Din, Çetin Özek, Ada Y.
113. Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında Laiklik İlkesi, Çetin Özek, 1978, İstanbul
114. Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza Hükümleri, Çetin Özek, 1961, İstanbul
115. İslâm’da Bey’at (Seçim Usûlü) Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi Sayı:4, Konya, 1991, s.73-83.
116. Hz.Peygamber Döneminde Bey’at, Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:5, Konya,1994, s.75-83.
117. İktibas Dergisi, c. 5, sayı 97, 98, 99
118. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y., c. 2, s. 271-302, c. 4, s. 317-319, c. 6, s. 415-417, c. 13, s. 63-65, c. 16, s. 344-346, c. 17, s. 364-36
BESMELE
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
BESMELE
“Besmele: Tâğutun adıyla değil; Allah’ın ismiyle ve izniyle”
• Besmele: Tâğutun Adıyla Değil; Allah’ın İsmiyle ve İzniyle
• Kur’an ve Besmele
• Besmelenin Anlam Derinlikleri
• Besmele, Allah’la Yapılan Bir Sözleşme Gibidir
• Besmele, Her Peygamber ve Ümmetinin Kullandığı Bir Şifredir
• Besmele, Allah’tan İzin ve Onay İstemektir
• Besmele, Laik Mantığı Protestodur
• Besmele Çekmenin Hükmü
• Fâtiha ve Sûrelerin Başında Geçen Besmele Kur’an’dan Bir Âyet midir?
• Besmelenin Namazda Okunmasının Hükmü Nedir?
• Besmele Şuurunun Mü’mine Kazandırdıkları
Rahim: Rahman: Allah’ın adıyla:
“Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla (başlarım)”
“Besmele: Tâğutun Adıyla Değil; Allah’ın İsmiyle ve İzniyle”
Besmele: “Bismillâhirrahmânirrahîm” sözünün kısaltılmış şekli. Hayırlı ve helâl bir işe başlarken, Allah’ın adını anmak ve bu adla işe başlamak için besmele çekilir. Bismillâhirrahmânirrahîm: “Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla (başlarım)” anlamına gelir. Besmeleyi “esirgeyen, bağışlayan Tanrı’nın adıyla” gibi yanlış; yanlış olduğu kadar gaflet ve cehâlet kokan tercümeyi kabul etmek mümkün değildir. “Allah” lafzı, özel isim olduğu ve Yaratıcımızın tüm güzel isimlerini içinde barındıran bir anlam taşıdığı için başka bir dile tercüme edilemez. Ayrıca “esirgeyen” tâbiri çok yanlış bir tercümedir. Türkçede “esirgemek”, daha çok olumsuz bir sıfat anlamında kullanılır. Saklamak, korumak gibi anlamlarından daha çok; kıyamamak ve cimrilik yapmak mânâlarında kullanılır ki Allah’ın Rahmân sıfatının kesinlikle karşılığı değildir.
Kur’ân-ı Kerim’in ilk nâzil olan âyet-i kerimesi, “Yaratan Rabbinin adıyla (bes-
1046 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mele çekerek) oku!”3888 mealindeki âyettir. Bu “Rabbinin ismiyle oku” emri, sadece Önderimiz, Peygamberimiz için değil; bütün mü’minleredir. Mü’minler, meşrû (şer’î, mubah) herhangi bir işe başlarken besmeleyi unutmazlar. Çünkü bilirler ki, “besmeleyle başlanmayan herhangi bir işte bereketsizlik ortaya çıkar.” 3889 Kur’an okurken, hayvan keserken, abdest alırken, namaz kılarken, avcılık yaparken... besmeleyi ihmal etmezler.
Kur’ân-ı Kerim’de “Fir’avn” kıssası haber verilirken, sihirbazların “bi-izzet-i Fir’avn” (Fir’avn’ın izzeti için) diyerek asalarını yere bıraktıkları beyan edilir.3890 Fir’avn, Mısır’ı tanrı kabul ettikleri “Ra” adına yönetirdi. Tabii bu, bugünkü çağdaş ideolojilerden farklı bir tutum değildi. Sosyalist ülkelerin yöneticileri, başta Karl Marx olmak üzere, Lenin ve diğer teorisyenler adına sistemi sürdürürler(di). Kapitalizmde de durum bundan farklı değildir. Genel olarak her ülkede iktidar durumunda olan ideoloji, aynı metodla ayakta tutulur. Her işe başlarken, o ideolojinin kurucusunun adını anmak zarurettir. Dolayısıyla Fir’avn’a bağlı olan sihirbazların kıssasında bu hususun beyan edilmesi, sürekliliğinin bir belgesidir. 3891
İslâm’dan önce Araplar, işlerine “bismi’l- Lât ve’l-Uzzâ” diye putlarının adıyla başlarlardı. Hanifler ise, Tevhid dininin kalıntısı olarak, “bismikellahümme” derlerdi. Haniflerin bu âdeti İslâmiyet’in ilk yıllarında da devam etmiştir. Neml sûresindeki besmele âyeti3892 nâzil olduktan sonra besmele son şeklini almıştır. Hz. Peygamber, hayatının sonuna kadar hep bu ibareyi kullanmış, besmelenin yazıldığı ilk satıra başka hiçbir şeyin yazılmamasını da emretmiştir. “Besmele ile başlanmayan her iş bereketsiz ve güdüktür.”3893 buyuran Efendimiz’in, günlük hayatındaki birçok iş münasebetiyle besmele çektiği ve besmeleyi tavsiye ettiği bilinmektedir.
Bir müslüman besmele çekmekle, “nefsim veya başka bir varlık adına, tâğut adına değil; Allah adıyla, O’nun rızâsı için ve O’nun izniyle başlıyorum.” demek ister. O’nun Rahmân ve Rahîm isimlerinin tecellî etmesini beklediğini, böylece hem dünya hem de âhiret saâdeti dilediğini ifade etmiş olur. Giriştiği işe güç yetirebilmesi için gerekli olan kudretin yüce Allah tarafından ihsan edilmesini temenni ettiğini belirtmiş olur. Kendisinin devamlı olarak O’nun yardımına muhtaç olduğunu bildirmiş, böylece ezelî kudretin yardımını celbetmiş olur. Besmele çeken mü’min, “O’nun müsaadesiyle bu işi yapıyorum. Çünkü, bu başladığım işin tamamlanmasında gerekli olan kuvvet O’nun tarafından bana verilmiştir. O bana bu kuvveti vermezse, ben bu işi tamamlayamam” demek ister. 3894
Kur’an ve Besmele
Bismillâh ifadesi, Kur’an’da 3 yerde geçer.3895 Bilindiği gibi, bismillâh
3888] 96/Alak, 1
3889] İbn Mâce, Hadis no: 1894
3890] 26/Şuarâ, 44
3891] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler, Kavramlar, İnkılâb Y., 1/41
3892] 27/Neml, 30
3893] İbn Mâce, hadis no: 1894
3894] Şâmil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 1, s. 226, 227
3895] Bismillâh İfâdesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 3 Yerde:) 1/Fâtiha, 1; 11/Hûd, 41;
BESMELE
- 1047 -
“Allah’ın ismiyle demektir. Bu anlamdaki ifâdeler Kur’an’da toplam 18 yerde kullanılır.3896 Besmele’yi oluşturan kelimeler Kur’an’da en çok tekrar edilen kelimelerdir. “Bismillâhirrahmânirrahîm” cümlesini meydana getiren kelimelerden “ism” (isim) kelimesi, türevleriyle birlikte 71 yerde geçer; aynı kökten gelen semâ ve çoğulu semâvât kelimelerini de ilâve edersek, isim kelimesinden türeyen kelimeler toplam olarak 381’e çıkar.
Besmeleyi meydana getiren ikinci kelime olan “Allah” lafzı ise, Kur’an’da tam 2697 yerde kullanılır; ayrıca “ey Allah’ım” anlamına gelen “Allahümme” kelimesi de 5 yerde geçer. Üçüncü kelime olan “Rahmân” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 57, “Rahîm” kelimesi ise 115 yerde tekrar edilir. Rahmân ve Rahîm kelimelerinin kendisinden türediği “rahmet” ve türevleri ise Kur’an’da toplam 339 yerde geçer.
Helâl ve hayırlı bir işe başlarken Allah’ın adını anmak, her müslümanın üzerinde titizlikle durması gereken görevlerindendir. Kur’ân-ı Kerim’de buna işaret eden pek çok emir vardır.3897
İlk inen âyette besmele çekmek emredildiği gibi, mushaf olarak tertip edilen Kur’ân-ı Kerim’in ilk âyeti de besmeledir. Besmele, Kur’ân-ı Kerim’in 114 sûresinden 113’ünün giriş cümlesi olarak yer almaktadır. 27/Neml sûresin 30. âyetinin de bir bölümüdür. Dolayısıyla Kur’an’da 114 yerde “bismillâhirrahmânirrahîm” vardır.
“O (mektup) Süleyman’dandır, ve o “bismillâhirrahmânirrahîm”le (Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla) (başlamakta)dır.” 3898
“(Nuh) dedi ki: ‘Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da bismillâh ile/Allah’ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek merhamet edendir.” 3899
“Atalarınızı andığınız gibi, hatta daha çok, daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı zikredin/anın.” 3900
“Namazı kıldıktan sonra da, ayakta, otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken (daima) Allah’ı zikredin/anın.” 3901
“Rabbinin adını an. Bütün varlığınla, ihlâsla O’na yönel.”3902
“Sabah akşam Rabbinin adını an.” 3903
Besmeleye vücut veren 4 kelime (isim, Allah, Rahmân, Rahîm) ‘den 3’ü Allah’ın isimleri olup, bunların 2’si bağış, merhamet, cömertlik, affetmek gibi anlamlar taşımaktadır. Kur’an’ın ilk cümlesine bunları koyarak, temel konusu 27/Neml, 30.
3896] İsmullah veya İsmu Rabbike Terkiplerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 18 Yerde:) 5/Mâide, 4; 6/En’âm, 118, 119, 121, 138; 22/Hacc, 28; 34, 36, 40; 55/Rahmân, 78; 56/Vâkıa, 74, 96; 69/Haakka, 52; 73/Müzzemmil, 8; 76/İnsân, 25; 87/A’lâ, 1, 15; 96/Alak, 1.
3897] 2/Bakara, 200; 4/Nisâ, 103; 73/Müzzemmil, 8 gibi
3898] 27/Neml, 30
3899] 11/Hûd, 41
3900] 2/Bakara, 200
3901] 4/Nisâ, 103
3902] 73/Müzzemmil, 8)
3903] 76/İnsan, 25
- 1048 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ülûhiyet ve insan - Allah ilişkisi olan Kur’an’da hâkim olan ögenin rahmet ve merhamet olduğuna Rabbimiz dikkat çekmektedir. Rahmân ve Rahîm’in kökü olan rahmet kelimesi Kur’an’ın açık beyanlarına göre Allah’ın hâkim niteliğidir. 21/Enbiyâ sûresi 107. âyette Son Peygamber’i de Kur’an “âlemlerin rahmeti” olarak nitelendirmektedir. O halde, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kur’an’ın tanıttığı Allah, yarattığı mahlûkata, her şeyden önce rahmet sıfatıyla tecellî etmektedir.3904 İslâm’ı korku dini, Allah’ı sadece korkulacak bir zât olarak göstermeye çalışan besmelesizlere en büyük darbe, besmeledeki rahmet ve merhamet ifadeleridir.
Besmelenin Anlam Derinlikleri
İslâm ahlâkı, incitme, öldürme ifade edecek davranışlarda ve bu davranışlara müsaade eden sözlerde besmeleyle başlamayı yasaklamıştır. Savaşmaya müsaade eden ve putperestlere ültimatom içeren Tevbe sûresi, besmelesiz başlayan tek sûredir. Eti yenen hayvanların kesimi ve avlanması sırasında besmeledeki Rahmân ve Rahîm sıfatlarının anılması uygun görülmemiştir. Hayvan keserken “bismillâh” veya “bismillâhi Allahu Ekber” denilir.
Kur’ân-ı Kerim’in konusunun; Allah ile evren, özellikle de insanlık âlemi arasındaki münasebeti bildirmekten ibâret olduğunu söylemek mümkündür. Besmelenin başındaki “ba” edatı (“b” harfi) bu münasebeti ortaya koymakta ve kulun, Yaratanından yardım isteyerek hep O’na bağlı kalışını ifade etmektedir. Hz. Ali’ye atfedilen meşhur bir söz vardır: “Kur’an’ın tümü Fâtiha sûresinde eksiksiz özetlenmiştir. Fâtiha’nın özeti de besmeledir. Besmele de “b” harfinde özetlenmiştir. Dolayısıyla besmele’nin b’si Kur’an’ın özetidir.” İlk planda abartılı gibi gelen bu ifade doğrudur. Arapçada harf-i cer olan “b” ilsak içindir. Türkçe tam karşılığını, “..... ile .....” şeklinde gösterebiliriz. Kendi başına bir anlamı olmayan bu harf, en az iki kişi arasındaki bir ilişkiyi belirten bağlaçtır. “Ahmed ile Mehmed” örneğinde olduğu gibi. Aralarında bir münasebet, bir bağ olmadan bu bağlaç kullanılmaz. Besmele’de deki “B” aralarında alâka olan iki tarafı belirtir. Bu tarafların biri, besmeleyle işe başlayan kul; diğeri Allah’tır. “B” Allah ile kul arasındaki ilişki ve bağı anlatır. Kur’an’ın ana konusu ve temel vurgusu, insanla Rabbi arasındaki kulluk-ilâhlık münasebetidir. Rubûbiyet ve ubûdiyet alâkasıdır. “B” harfi de bu ilişki ve bağı içerdiği için Fâtiha ve Kur’an’ın özeti olmuş olur.
Arapça cümle yapısı itibariyle besmeleden önce “ba”nın ilgili bulunduğu mahzuf bir fiil vardır. Bu, besmele ile başlanacak herhangi bir fiildir: “Bismillâh diye başlıyorum”, “Allah’ın ismiyle kalkıyorum, okuyorum, hayvan kesiyorum...” gibi. Böylece Allah ile kul arasında sevgiye dayalı olan derûnî münasebeti ifade eden besmele, İslâm’ın bir sembolü ve her iyiliğin anahtarıdır. Kişi ile Allah arasındaki bu ilişki, sadece Allah’tan yardım istenip O’ndan medet umulacağını3905 idrâk etmektir. Kendisi âciz olan, korunmaya muhtaç kimselerin başkalarını koruması mümkün olmadığını bilip her şeye kaadir Allah’ın kapısını çalmaktır besmele. Besmele, bütün iyiliklerin, tüm güzelliklerin O’ndan olduğunu kabul edip O’nun müsaade ettiği şeylerin O’nun adıyla yapılması sâyesinde daha da güzelleşeceğini anlamaktır.
3904] Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 66
3905] 1/Fâtiha, 5
BESMELE
- 1049 -
Besmele, Allah’la Yapılan Bir Sözleşme Gibidir
Evet, Besmele, Allah’la yapılmış bir sözleşme gibidir. Allah, Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla bize merhametle muâmele edeceğini vaadediyor; biz de, imtihan için bize verilen irâdeyi istismar etmeyeceğimizi ve O’nun ilkelerine bağlı kalacağımızı besmeleyle kabullenmiş oluyoruz. Besmele, Allah’ın tesbit ettiği kulluk programını kabul etmektir. Besmele çeken kul, şöyle demiş olur: “Yâ Rabbi, şu an, kulluk maddelerinden birini işleyeceğim. Senin ismini anıyor ve iznini istiyorum.”
O yüzden haramlara besmele çekilmez. Besmeleden maksat, yapılan işte bereketin artmasını taleptir. Haram veya mekruh bir fiilin çoğalması ve bereketi istenemez. Haram meclislerde, meyhane ve kumarhane görevi yapan kahvehanelerde otururken, faizli işlemlerde bulunurken, yalan ve kandırma içeren ticari ilişkilerde, haram sayılan programlar izlerken besmele çekilmez. Haram olduğu tartışmalı olan hususlarda ve harama yakın mekruhlarda da besmelenin çekilmesi, vebali büyütür.
En doğrusu, Allah’ın isminin anılamayacağı bu tür davranış ve eylemleri terk etmektir. Unutulmamalıdır ki, haram olan eylemlerde besmele çekilmez. Kâmil bir müslüman da, besmele çekemeyeceği bir işi yapmamaya özen gösterir. O yüzden, besmele insanı eğitir, terbiye eder, kötülüklerden uzak tutar. Çünkü besmele çeken bir kimse, ağzından çıkan ifade ile yaptığı eylem arasında bir paralellik kurmak zorunda olduğunu, eliyle dilinin birbirini yalanlamaması gerektiğini düşünür. Besmele, kötülük ve haramları işlemeye hakkımız olmadığını bize hatırlatır.
Besmele, “Allah’ın adı ile” demektir; “Allah’ın adına” değil. Bu ikisi arasında önemli fark bulunmaktadır. Müslüman her yaptığı şeye, her söylediği söze Allah’ın adı ile başlar. Allah’tan izin alarak; Ama Allah adına değil. İnsan beşer ve âciz olduğu için hatalar yapabilir. Allah adına demek; yapılana bir anlamda ilâhî özellik, günahsızlık, hatasızlık iddiası atfetmektir. O’nun adına iş iddiası, Allah’ın temsilcisi olma anlayışını, bu da ruhban sınıfını oluşturur. Tarihte Allah adına nice zulümler işlenmiştir. Teokrasi de budur. Kulun yaptığı iş, müslümanca olmalıdır ama beşerî özellik taşıdığından iddiasız olmalıdır.
Besmeledeki “isim” kelimesi; ad, ad vermek anlamına geldiği gibi, -bi harf-i cerri ile de- yüceltmek, yükseltmek anlamına gelmektedir. Nitekim gökyüzü anlamında “semâ” kelimesi aynı kökten gelmektedir. O yüzden, “bismillâh”ın anlamı, “Allah’ı yücelterek” şeklinde de anlaşılabilir. 3906
Besmele, Her Peygamber ve Ümmetinin Kullandığı Bir Şifredir
Besmele, sadece Muhammed (s.a.s.) ümmetine has bir anahtar değil; önceki ümmetlerin de kullandığı bir şifredir. Besmele’nin Hz. Muhammed (s.a.s.)’den önceki peygamberler döneminde de kullanıldığını Kur’ân-ı Kerim’den anlıyoruz: Hz. Süleyman’ın, Saba kraliçesi Belkıs’a yazdığı İslâm’a dâvet mektubu bu cümleyle başlamaktadır. “O (mektup) Süleyman’dandır ve o bismillâhirrahmânirrahîm
3906] İhsan Eliaçık, İslâm ve Sosyal Değişim, Bengisu Y., s. 24
- 1050 -
KUR’AN KAVRAMLARI
-Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla- (başlamakta)dır.”3907 Hz. Nuh da tufandaki gemi yolculuğuna bu ifadeyle başlıyor. Gemiyi bu cümleyle hareket ettiriyordu: “(Nuh) dedi ki: ‘Gemiye binin! Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ -Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah’ın adıyladır.-”3908 Bu vesileyle ifade edelim ki, ister sürücü ve ister yolcu olarak bindiğimiz tüm araçlara binerken besmele çekmek, Kur’an’ın işaret yollu tavsiyesidir.
İnsanlık tarihi boyunca İslâm peygamberlerinin tümü tarafından bir şifre, bir anahtar olarak kullanılmıştır besmele. O yüzden, değişmez evrensel değerlerin öbür ismi olan İslâm’ın, değişmez değerlerinden biri de besmelenin verdiği bakış açısıdır. Bu bakış açısı, bize şu gerçekleri gösterir: Allah, insanın her işine karışır. İnsan, eğer Allah’ın yardımını istiyorsa, her hayırlı işine Allah ile başlamak durumundadır. İnsan yaptığı her bir şeyde Allah’a olan borcunu hatırlamak ve O’na teşekkür etmek durumundadır. İşte bunlar, insanlığın değişmez değerlerinin değişmez göstergesidir.
Her değerli iş gibi, Kur’an okumaya başlarken de Eûzü Besmele çekmek gerekir. “Kur’an okuduğun zaman kovulmuş şeytandan Allah’a sığın (Eûzü çek).”3909 diye emreden Allah, okumaya besmeleyle başlamamızı da emretmektedir: “Yaratan Rabbinin adıyla oku.” 3910
Kur’an’a başlarken, besmeleden önce istiâze gelir. Çünkü istiâze’yi aşmadan besmeleye geçilmez. Eûuzü ile Allah’ı yardıma çağırdıktan, O’nun yardımı ile şeytanları etkisiz hale getirdikten sonra, şirki ve şirke götüren şeytanî isyanları kendimizden uzaklaştırarak Allah’ı lâyıkı ile anabileceğimizi düşünüyoruz.
Gönlümüzde ve düşüncemizdeki, dilimizde ve davranışlarımızdaki şeytanî pisliklerden temizlenerek tertemiz bir şekilde Allah’la beraber oluyoruz. Eûzü süpürgesiyle temizlediğimiz gönül ve dil sarayımıza Allah’ın ismini yazıyoruz. Tıpkı kelime-i tevhidde önce “lâ ilâhe” (hiçbir ilâh yok) deyip Allah dışındaki ilâh taslaklarını kaldırıp atarak gerçekleştirdiğimiz tevhidî temizlikten sonra, “illâllah” (ancak Allah var) dediğimiz gibi.
Kur’an’a besmele ile başlarken, kullarına rahmet, acıma, lütuf ve bağışlaması sonsuz olan Allah’ı hatırlıyoruz. Kur’an’ın nüzûlünün bu sonsuz rahmetin bir yansıması olduğunu düşünüyor ve bu büyük nimeti anarak O’na hamdimizi, şükrümüzü vurguluyoruz. O’nun Rahmân sıfatıyla dünyada mü’min-kâfir herkese merhametine şahid oluyor, dünya hayatında bu nimetlerin kadrini bilerek verene teşekkür edip kulluğa/ibâdete, Kur’an’a yöneliyoruz. Rahîm sıfatının ise, âhirette adâleti gereği sadece mü’minlere merhamet edip, kâfirlere azab etmesi olduğunun bilincine vararak âhireti, cennet ve cehennemi hatırlayıp ümit ve korku arasında Kur’an okumaya, tefekküre başlıyoruz.
Sadece Kur’an okurken değil; insan ve evren kitaplarını okurken, hayat mektebinde öğrencilik ve öğretmenlik yaparken de besmele şuuruna uygun davranmalıyız. Tüm eylemlerimizin dünyada O’na yaraşır, âhirette de O’nun rızâsını kazandırır özelliklerde olmasına gayret etmeliyiz. Kur’an, besmeleyle başlıyor,
3907] 27/Neml, 30
3908] 11/Hûd, 41
3909] 16/Nahl, 98
3910] 96/Alak, 1
BESMELE
- 1051 -
biz de Allah’ın Kitabını Allah’ın ismiyle okuyoruz.
Eğitimle ilgili eserler başta olmak üzere nice kitaplar, gazeteler, dergiler, besmele ile mi başlıyor? Öğrenciler için hazırlanan bazı din kültürüyle ilgili kitaplar, bir müslümanı “bu, benim dinim değil!” diye isyan ettirecek modern hurâfe ve tuğyanla dolu olabiliyor. Peki, İslâm’a ters içeriği kalarak yayınların besmele ile başlamasını tercih edebilir miyiz?
Laiklik, resmî din kabul edilmediği için ve bazı İslâmî âdetlere ses çıkarılmadığından Arap ülkelerinin çoğunda televizyonlarda sunucular besmele ve hamdele ile başlıyor programlarına. Besmele ile başlanan programda ise Allah’ın yasakladığı neler yok ki?! Düşünün bir kere, İslâm düşmanlığını her fırsatta en rezil şekilde gösteren bir tv. kanalı, programlarını sunarken besmele ile başlıyor. İslâm’a her gün hakaretler yağdıran, ahlâksız bir gazetenin ilk satırında besmele yazıyor. Bu Allah ile, din ile alay olmaz mı? Haram katmerleşmez mi bu tavırlarla? Peki, “onlar besmele ile başlamasınlar da biz onlara bakarken besmele çekelim” diyebilir misiniz?
“Yaratan Rabbinin ismiyle oku.” 3911 âyeti bizden sadece şekil ve lafızla değil; muhtevâ ile ilgili tavır beklemektedir öncelikle. Okuduklarımızın Allah’ın ismiyle okunması; Allah’ın izniyle, O’nun rızâsı için, O’nun yolunda, O’nu unutturmayan, O’na yaklaştıran yapıda olmasını gerektirir. Okumak gibi, artısı büyük olan bir eylemde besmele bilinci bunu gerektiriyorsa, diğer eylemlerimizde bu özelliklerin aranma zorunluluğu daha fazla olmaz mı?
Besmele, Allah’tan İzin ve Onay İstemektir
Bismillâh, “Evvel Allah (önce Allah)” deyip, O’na danışmak, yapacağımız herhangi bir işte Allah’ın onayını istemektir. Allah’ın adını her şeyin önüne geçirip yüceltmektir. Müşriklerin putlar adına yaşamaları ve onlar adına iş yapmalarına karşılık, biz Allah adına yaşayacağımıza, O’nun adıyla iş yapacağımıza söz vermiş oluyoruz. Bu yüzden, dilimiz “Allah’ın adıyla” derken, diğer organlarımız da aynı şeyi söyleyebilmelidir. Bu ise, her şeyimizle O’nun ölçülerine uygun olarak yaşamakla mümkündür. Aksi takdirde dilimiz “Allah’ın adıyla” derken; elimiz, ayağımız şeytan veya Allah’ın dışında başkaları adına iş yaparsa bu, tevhidle bağdaşmaz.
“Bismillâh” diyor ve sonra ekliyoruz “Rahmân, Rahîm” sıfatlarını. Aslında “Allah” ismi, Cenâb-ı Hakkın tüm isim ve sıfatlarıyla birlikte Rahmân ve Rahîm sıfatlarını da içermektedir. Ama bunlar özellikle hem besmelede, hem Fâtiha sûresinin ilk âyetlerinde özel yer alır. Kur’an, Allah’ın rahmetle ilgili sıfatlarını öncelikle ve ısrarla vurgular. O’nun başka isim ve sıfatları değil de, özellikle Rahmân ve Rahîm sıfatları! Çünkü varlığımızı O’nun Rahmân ve Rahîm oluşuna borçluyuz. O’nun üzerimizdeki merhametiyle varız ve varlığımızı bu sâyede sürdürüyoruz. O’nun merhameti olmadan, nefes alıp vermemiz bile imkânsız. Bedenimiz, aklımız, ruhumuz hep O’nun rahmetinin birer eseri. Peygamberimiz’in ve vahyin bize gelişi de O’nun rahmetiyledir. İşte bunları hatırlamak için “Rahmân” diyoruz, “Rahîm” diyoruz.
Rahmet, her çeşit âfetlerden kurtulup her türlü hayra ermektir. Rahmân,
3911] 96/Alak, 1
- 1052 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mü’min-kâfir ayırt etmeden tüm herkese hayat hakkı tanıyan, yaşaması için gereken şartları hazırlayıp nimetleri veren demektir. Rahîm ise, hak edenlere ve lâyık olanlara nimetini bol bol, sürekli olarak veren demektir. Bu yüzden Rahmân sıfatı, O’nun dünyadaki tecellîsi; Rahîm ise âhiretteki tecellîsidir. Rahmân ve Rahîm derken, hem dünyayı, hem âhireti hatırlıyoruz. Dünyanın âhiretten ayrı değil; âhiretin tarlası, hazırlık safhası olduğunun bilincinde dünyada da O’nunla, O’nun ölçüleriyle olmaya gayret ediyoruz. 3912
Besmele, Laik Mantığı Protestodur
Bir mü’min, her eyleminin başına besmeleyi yerleştirmekle laik mantığa en büyük protestoyu yapmış olur. Besmele, insanın Allah’la iş yapması, Allah’ı işine karıştırmasıdır. Dolayısıyla besmele; ateizmi, materyalizmi, laisizmi reddir. Bu mânâda besmele, İslâmî dünya görüşünün anahtarı mesabesindedir. Laik dünya görüşü “besmelesiz” olmaktır. Laik olmakla olmamak arasındaki fark, besmeleli olmakla olmamak arasındaki fark kadardır. Besmeleli yapılan iş, meşrûiyetini Allah’tan alır ve meşrû işlere besmele çekilir. Besmelesiz işlerse şeytana lâyıktır.
Besmelesizlik demek olan laisizm, aynı zamanda şeytanî bir dünya görüşüdür. Bunun için Allah Rasûlü her eylemine “Rahmân, Rahîm Olan Allah’ın adıyla” başlayarak bu sapkınlığı mahkûm etmiştir. 3913
Besmele, müslümanın alâmet-i fârikalarından (ayırıcı özelliklerinden) birisidir. Mü’min, her vesileyle ve sık sık besmele çeker. Günümüzde “müslümanım” diyen insanların çoğu, yemek vb. bir iki şeyin dışında besmele çekme gereği duymuyor, her hayırlı şeye başlarken besmele çekmek, tarihe karışıyor. Yine, günümüzdeki insanların ağızlarından çıkan besmele, formalite icabı, âdet ve alışkanlık gereği söylenmiş gibi, ruhsuz ve cansız kelimelerden ibâret kalıyor. Mekanik bir telaffuzdan ibâret, şuursuzca dudaklardan dökülüveriyor. Adını andığı Allah’a isyanla meşgul bir işyerinin açılışında besmele okunarak kurdela kesilmesi, örneklerden sadece biri. Günlük hayatımızın her zaman diliminde Allah’ın ilkelerine ve hükümlerine bağlı olduğunu göstermek için her çeşit hayırlı işlere besmele ile başlar. Besmele ile Allah’a ilticâ eder, şeytânî düşünce ve eylemlerden O’na sığınarak, O’nun yüceliğini itiraf eder ve O’ndan yardım ister. Allah’ın rahmân sıfatını düşünerek, her çeşit nimetin Allah tarafından kendisinin istifadesine sunulduğunu düşünür, O’na şükürde bulunur. Rahîm sıfatını düşünerek de ümitsizliğe giden yolu tıkar, dünyada başına gelen musîbet ve zorlukların geçici olduğunu, esas ve sonsuz rahmetin âhirette tecelli edeceğini değerlendirir.
Besmele Çekmenin Hükmü
Besmelenin yerine göre farz, vâcip, sünnet, mendup, haram ve mekruh gibi hükümleri vardır. “Üzerlerine Allah’ın adı anılmayan hayvanların etinden yemeyin. Çünkü bunu yapmak Allah’ın yolundan çıkmaktır.” 3914 mealindeki âyet, hayvan keserken besmelenin farz olduğunu gösterir. “Yetiştirdiğiniz avcı hayvanların size tutuverdiklerinden de yiyin ve üzerine Allah’ın adını anın.” 3915 âyeti de av üzerine hayvanı gön3912]
Ali Akpınar, Namaz Duaları ve Sûreleri, Suffe Y., s. 23-24
3913] Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Y., s. 180
3914] 6/En’âm, 121
3915] 5/Mâide, 4
BESMELE
- 1053 -
derirken veya av için silâh kullanırken, yani avcılık yaparken besmele çekmenin farz olduğunu belirtmektedir. Hayvan keserken besmelenin kasten terkedilmesi halinde, o hayvanın etinden yemek haramdır. Namaz dışında Kur’an okumaya başlarken sûrenin başında istiâze ve besmele âlimlerin çoğuna göre sünnettir. Namazda ise, Hanefî mezhebine göre her rekâtta Fâtiha’dan önce besmele sünnet; Şâfiî mezhebine göre farzdır.
Önemli sünnetlerden ve yaygın muâşeret kurallarından biri de yemek yemeye başlarken besmele çekmektir. Konu ile ilgili hadis-i şerifte belirtildiği üzere3916 başlanırken unutulduğu takdirde hatırlandığı zaman, “Başında da sonunda da Allah’ın adıyla” anlamında “Bismillâh fî evvelihî ve âhirihî” demek gerekir. Herhangi bir işe başlarken besmele çekmenin hükmü işin mâhiyetine göre değişir. Meselâ içki içmek, gasbedilen veya çalınan bir şeyi yemek gibi yasak fiillere besmele ile başlamak, onları meşrû saymak anlamına geleceği veya dinle alay hükmüne gireceği için haram kabul edilmiştir.
Abdest almak, duâ okumak gibi ibâdetlerle, yenilmesi helâl olan gıdaları yemek, helâl şeyleri içmek gibi fiillere besmele ile başlamak sünnettir. Besmele, Allah’ı hatırlattığı, zikr olduğu, kul-ilâh ilişkisi ve kurallarını düşündürdüğü için, her meşrû eylemimize besmeleyle başlamak, sürüden ayrılıp seviye kazanmak ve işimize bereket katıp ibâdet sevâbı almaktır. Necâset mahallerinde besmele çekmek ise mekruh sayılmıştır. Cünüp ve âdetli olanların duâ ve senâ maksadıyla besmele çekmesinde bir sakınca yoktur. 3917
Fâtiha ve Sûrelerin Başında Geçen Besmele Kur’an’dan Bir Âyet midir?
Sûre başlarında yazılı bulunan besmelenin, Kur’ân’dan bir âyet olup olmadığı üzerinde ihtilâf edilmiştir. el-Mushafu’l-imâm (ilk ve esas Kur’ân nüshası) yazıldığı zaman Berâe Sûresi dışında kalan sûrelerin başına besmele yazılmıştı. O ana nüshadan İstinsah edilen bütün nüshalarda da sûre başlarına besmele yazılmıştır. Sahâbîler, Mushaftan olmayan bir şeyi Mushafa yazmazlardı. O zaman Kur’ân’da nokta ve öteki işaretler de yoktu. Daha sonra konulan nokta ve diğer işaretler, Kur’ân’ın metninden ayrılsın diye, metin mürekkebinden ayrı mürekkeple yazılmıştı.
Ebû Dâvud’un ibn Abbâs’tan rivayetine göre: “Peygamber (s.a.s.), kendisine ‘Bismillahirrahmanirrahim’ ininceye dek bir sûreyi diğerinden ayırmayı veya bir rivayete göre sûrenin bittiğini bilmezdi.”3918 Ümmü Seleme’nin de “Peygamber’in (s.a.s.), besmeleyi Fâtiha’dan bîr âyet olarak okuduğunu söylediği rivayet edilir.3919 Ebû Hüreyre’nin rivayetinde ise Peygamber (s.a.s.): “Fâtiha’yı okuduğunuz zaman ‘bismillâhirrahmânirrahîm’i de okuyun. Çünkü Fâtiha Kur’ân’ın anası, Kitabın anası, yedişerli iki (es-Seb’u’l-mesânî)dir. Bismillâhîrrahmânirrahîm de onun âyetlerinden biridir.” 3920
İbn Abbas’ın (r.a.) nakline göre Rasûlullah (s.a.s.), namaza besmele ile baş3916]
Ebû Dâvud, Et’ıme 15; Tirmizî, Et’ıme 47
3917] İslam Ansiklopedisi, Diyanet Vakfı Y. c. 5, s. 531
3918] Ebû Dâvud, Salât 122
3919] el- Fethurrabbani, 3/189
3920] Dârekutnî, Salât, Bâbu Vucûbi Kırâat-i Bismillâh
- 1054 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lardı. 3921
Enes’den (r.a.), Rasûlullah’ın (s.a.s.) namazda nasıl okuduğu soruldu. O da, Rasûllah (s.a.s.), namazda çok uzun okurdu, diyerek besmele ile başladı ve: Fâtiha sûresini okuduktan sonra da ‘Rasûlullah’ın (s.a.s.) okuduğunu ben de size aynen okudum’ dedi. 3922
Enes (r.a.): “Birgün Rasûlullah’ın (s.a.s.) huzurundaydık. Rasûlullah bir ara hafifçe uyudu. Uyanınca tebessüm etti. Biz, ‘seni tebessüm ettiren nedir?’ diye sorunca Rasûllah (s.a.s.): “Şu anda bana bir sûre nazil oldu” diyerek, “Bismillâhirrahmânirrahîm İnnâ a’taynâke’l-kevser…” (Kevser) sûresini okudu.”3923 der.
Şâfiîlere göre bu hadis, besmelenin bütün sûrelerden bir âyet olduğuna işaret eder. Çünkü Resullah (s.a.s.), onu Kevser sûresi ile beraber okumuştur.
Şâfiîlerin naklî delilleri kadar aklî delilleri de vardır, imam Şâfiî’nin yazmış olduğu Kur’an-ı kerimde besmele, Fâtiha’nın başında yazıldığı gibi, Berâe sûresinin dışında bütün sûrelerin başında da yazılmıştır. Bu nüshanın çoğaltılarak diğer şehirlere gönderilen sûretlerinin hepsinde de sûrelerin başında besmele yazılıdır.
İmam Şâfiî (r.a.) ve benzeri büyüklerin Kur’ân-ı Kerim’den olmayan şeyleri sûre aralarına yazmayacakları bilinmektedir. Hatta onlar, Rasûlullah’ın (s.a.s.) zamanında olmayan bir şeyin Kur’an’da bulunmasını istemedikleri için Kur’an’ı aşır halinde, sûreleri ve isimlerini harekeli olarak yazmazlardı.
Böyle bir titizlikle yazılan Kur’an-ı Kerim’lerde besmelenin Fâtiha’nın ve diğer sûrelerin başlarında yazılması, onun her sûreden bir âyet olduğunu gösterir.
İşte bu kanıtlara dayanan İmam Şâfiî, Besmele’yi Fâtiha’dan bir âyet saydığı gibi, diğer sûrelerdeki besmeleleri de Kur’an’dan birer âyet kabul etmiştir.3924
Hz. Peygamber’in, Besmele çekmeden Fâtiha okuduğu hakkında da hadisler vardır. Hz. Âişe’nin: “Allah’ın Elçisi (s.a.s.) namaza tekbir ile, okumaya da (Elhamdu lillâhi rabbi’l-âlemîn) ile başlardı”3925 sözleridir. Enes İbn Mâlik de şöyle demiştir: “Peygamber’in (s.a.s.), Ebû Bekir’in, Ömer’in ve Osman’ın arkasında namaz kıldım. Bunlar (Elhamdu lillâhi rabbi’l-âlemîn) ile başlardı, namazın ne önünde, ne de sonunda (Bismillâhirrahmânirrahîm) demezlerdi.”3926 “Onlardan hiçbirinin, (bismillâhirrahmânirrahîm) dediğini duymadım.”3927 “Onlar okumaya (elhamdülillâhi rabbi’l-âlemîn) ile başlardı. 3928
Ebû Hureyre, Peygamberimiz’den şu hadisi nakletmiştir: “Yüce Allah buyurdu ki: Namazı benimle kulum arasında ikiye ayırdım. Yarısı benim için, yarısı kulum içindir.
3921] Timizî
3922] Buhârî, Enes’den rivâyet etmiştir.
3923] Müslim; Nesâî; Tirmizî ve İbn Mâce. Tirmizî: “Sahih ve hasen hadistir” demiştir. Cem’u’1-Fevâid, c. 2, s. 285
3924] Muhammed Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, Şamil Y., c.1, s. 29
3925] Müslim. Hz. Aişe’den.
3926] Müslim, Salât 52; Nesâ’î, Iftitâh 20
3927] Buhârî; Müslim, Salât 51, Enes bin Mâlik’ten.
3928] Dârimî, Salât 34
BESMELE
- 1055 -
Kulumun dilediği, kendisine verilecektir. Kul, ‘Elhamdu lillâhi rabbi’l âlemin’ dediği zaman Allah: Kulum bana hamdetti, der. Kul, ‘er-Rahmâni’r-rahîm’ dediği zaman Allah: Kulum benim şerefimi andı, der. Kul, ‘mâliki yevmi’d-dîn’ dediği zaman Allah: Kulum işini bana havale etli, der. Kul, ‘iyyâke na’budu ve iyyâke neste’în’ dediği zaman Allah: Bu, benimle kulum arasında (bir sır)dır. Kulumun istediği kendisine verilecektir, der. Kul, ‘ihdinâ’s-sırâta’l-mustakîm...’ dediği zaman Allah: Kuluma dilediği verilecektir, der.”3929 Burada Hz. Peygamber (s.a.s.), Fâtiha’nın âyetlerini sayarken besmeleyi zikretmemiştir.
Malîkilere göre hadisteki “Namazı ikiye ayırdım” cümlesinde geçen “namaz”dan maksat, Fâtiha sûresidir. Fâtiha sûresi okunmadan kılınan namazın sahih olmaması sebebiyle hadiste ona namaz ismi verilmiştir. Eğer besmele, Fâtiha sûresinden bir âyet olsaydı, bu hadiste zikredilirdi.
Malîkilere göre, Besmele Fâtiha sûresinden bir âyet olsaydı, Fâtiha sûresindeki “Rahmân ve Rahîm” kelimelerinin tekrarlanmaması lâzım gelirdi. Bu sûrenin “Rahmân ve Rahîm Allah’ın ismiyle. Hamdolsun âlemlerin Rabbi olan Allah’a. Rahmân ve Rahîm...” şeklinde dizilişi demek olurdu ki, bu da Kur’an’ın edebî üslûbuna aykırı olurdu.
Besmelenin sûrelerin başında yazılması ve herhangi bir şeyin başlangıcında okunması, Rasûlullah’ın (s.a.s.) sünnetine uymak ve bereket içindir. Onun sûrelerin başında tevatürle yazılması Kur’an’dan olduğuna tevatürî bir delil sayılmaz.
Kurtubî, bununla ilgili olarak: “Şâfiî ve Mâlik’in görüşlerinden en sahihi, İmam Mâlik’indir. Zira Kur’an âyetleri âhad haberlerle tespit olunamaz. Kur’an âyetlerinin tespit yolu, ihtilaf kabul etmeyen kâfi tevâtürle olur.” der.
Ahkâmu’l Kur’an sahibi İbnu’l-Arabî ise: “Âlimlerin besmelenin Kur’an’dan sayılıp sayılmayacağı hakkındaki münakaşaları, onun Kur’an’dan sayılmayacağına kâfi bir delildir. Zira Kur’an âyetleri münakaşa kabul etmez. Nitekim sahih haberler besmelenin Neml sûresinin dışında Fâtiha’dan da, herhangi bir sûreden de bir âyet olmadığına işaret eder. Bizim mezhebimiz (Mâlikî) diğer mezheplere aklın kabul edeceği bir tarzda tercih edilir. Medine-i Münevvere’de, Rasûlullah (s.a.s.) zamanından İmam Mâilk (r.a.) dönemine kadar besmeleyi Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in sünnetine ittibâen hiçbir şahıs okumamıştır. Bu da diğer mezheplerin görüşünü redde kâfidir. Bizim mezhebin görüş sahipleri, besmelenin nafile namazlarda okunmasına müstehab demişlerdir. Besmelenin okunması hakkında vârit olan hâdis ve rivâyetler, nâfile namazlarda kıraatinin müstahab olduğuna işaret eder.”3930 demektedir.
İmam Mâlik, bu delillere dayanarak Neml suresinin 30’uncu âyeti dışındaki besmelenin, âyet olmadığı kanâatine varmıştır. Ona göre besmelenin sûre başlarına yazılması, Hz. Peygamber’in böyle emretmesi ve her işe besmele ile başlanmasını buyurması yüzünden olabilir. Gerçi besmelenin, sûre başlarına yazılması mütevatir olarak nakledilmişse de sûre başlarındaki besmelenin Kur’ân’dan bi3929]
Ebû Dâvûd, Salât 132; Tirmizî, Tefsir; Nesâî, İftitâh 23; İbn Mâce, Edeb 52; Müslim, Süfyan bin Üyeyne’den, o da Ulâ bin Abdurrahman’dan, o da Ebû Hüreyre den nakletmiştir. Geniş bilgi için: Kurtubî, Tefsir. c. 1, s. 94; Cessas, Ahkâmu’l-Kur’âniyye, c. 1, s. 9
3930] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, c. 1, s. 103
- 1056 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rer âyet olduğuna dair tevâtür yoktur.
Peygamberimizin, namazda besmeleyi okumadığına dair hadisler de, okuduğuna dair hadisler de vardır. Fakat okuduğuna dair hadisler daha kuvvetlidir. Kendisinin ve sahâbîlerinin, namazda besmeleyi gizli okuduğuna dair hadisler de mevcuttur. Bu rivâyetlerden, Hz. Peygamber’in, namazlarında bazen besmeleyi açık, bazen gizli okuduğu anlaşılır.
Hanefîlere göre besmelenin Kur’ân’a yazılması, onun Kur’ân olduğunu gösterirse de her sûreden bir âyet olduğunu göstermez. Besmelenin, namazda Fâtiha ile bareber açıktan okunmadığına dair hadisler de onun, Fâtiha’dan bir âyet olmadığına delildir. Sûre başlarında bulunan besmele, müstakil bir âyettir, sûreye dâhil değildir. Yalnız Neml Sûresinin ortasında geçen besmele, o sûrenin bir âyetidir.
Hz. Peygamber (s.a.s.), Mülk Sûresinin otuz âyet olduğunu söylemiştir. Kurrâ’ ve âyet sayıcılar, “Mülk Sûresinin, besmele hâriç otuz âyet olduğunda birleşmişlerdir. Yine Hz. Peygamber, Kevser Suresinin üç âyet olduğunu söylemiştir. Kevser Sûresi de besmele hâriç, üç âyettir. Eğer besmele bu sûrelere dâhil olsaydı, Mülk Sûresinin otuz bir, Kevser Sûresinin de dört âyet olması lâzım gelirdi.
Besmelenin âyet olup olmadığı, âyet ise sûrenin bir parçası olup olmadığı hakkındaki bu görüş farkları yüzünden besmelenin namazda okunması meselesinde de görüş ayrılıkları doğmuştur:
İmam Mâlik, besmeleyi âyet kabul etmediği için farz namazlarda ne açıktan, ne de gizli olarak besmele okunmasını câiz görmemiştir. İmam Şâfiî ve İmam Ahmed de besmeleyi, her sûreye dâhil bir âyet gördükleri için açık okunan namazlarda açıktan, gizli okunan namazlarda gizliden besmele okunmasının farz olduğunu söylemişlerdir. Ebû Hanife ise besmeleyi müstakil âyet kabul ettiği için Fâtiha’dan önce gizli olarak besmele çekmenin sünnet olduğunu söylemiştir.
Hanefilerin Delilleri
Hanefilere göre besmelenin Kur’an’da yazılışı ve ondan bir âyet oluşu, her sûreden bir âyet oluşuna işaret etmez. Nitekim besmelenin gece namazlarında sesli okunmamasını emreden hadisler, onun Fâtiha’dan olmadığını gösterir. Hanefiler, Neml sûresinin dışında Kur’ân-ı Kerim’den tam bir âyet olduğuna ve sûreleri birbirinden ayırmak için nâzil olduğuna hükmetmişlerdir.
Hanefîlerin görüşünü teyid eden delillerden bir kısmı şunlardır:
Ashâb-ı kiramdan nakledilen: “Biz, besmele nâzil olana kadar sûrelerin başlangıcını ve sonunu bilmiyorduk.”3931 sözleri ile İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyet edilen: “Rasûlullah (s.a.s.), besmele nâzil olana kadar sûrelerin birbirinden ayırılmasını bilmiyordu. Ancak, besmele nâzil olunca bildi.” 3932 sözleri Hanefîlerin görüşünü takviye ediyor.
İmam Ebû Bekr er-Râzi 3933 ise bu konuda şöyle demektedir: “Âlimler, bes3931]
Ebû Dâvud; el-Camiu li Ahkâmi’l Kur’an, c. 1, s. 95
3932] Hâkimin Müstedrek’inde Ebû Dâvud’un İbn Ayaş’tan sahih bir senetle rivâyet ettiği yazılıdır.
3933] Ebû Bekr er-Râzi, Ahkâm Âyetlerinin müfessiri Cessas’tır.
BESMELE
- 1057 -
melenin Fâtiha’dan bir âyet olup olmadığı konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Kûfe kıraat âlimleri onu Fâtiha’dan bir âyet sayarken, Basra kıraat âlimleri saymamışlardır. İmam Şâfiî, besmelenin Fâtiha’dan bir âyet olduğuna, onu terkedenin namazını iâde etmesi gerektiğine hükmetmiştir. Ebu’l Hasan el-Kerhî ise, besmelenin namazlarda açıktan okunamayacağını söyler. Şeyhin bu sözü, besmelenin Fâtiha’dan bir âyet olmadığına işaret eder. Bizim mezheb âlimlerinin görüşüne göre besmele, sûrelerin başında bir âyet değildir. Çünkü onu namazlarda açıktan okumuyorlar. Besmelenin Fâtiha sûresinden olmaması, başka sûrelerden de olmadığına da işaret eder kanaatindedirler.
“Yalnız İmam Şâfiî, besmelenin her sûreden bir âyet olduğunu söylemiştir. Bu görüşü İmam Şâfiî’den başka hiçbir âlim söylememiştir. Zira selef arasındaki görüş ayrılığı da besmelenin Fâtiha sûreninden bir âyet olup olmadığı şeklindedir. Nitekim hiçbir âlim, besmelenin sûrelerin başından bir âyet olduğunu kabul etmemiştir.” diyerek sözlerine şöyle devam eder: “Rasûlullah’dan (s.a.s.) rivâyet edilen “Kur’an’da 30 âyetli bir sûre vardır ki, okuyucu affolununcaya kadar şefaat eder. Bu sûre Tebarekellezî bi yedihil mülk’tür” hadis-i şerifi, besmelenin sûrelerin başından bir âyet olmadığına işaret eder. Kıraat âlimleri ile diğer âlimler Tebâreke sûreninin besmele dışında 30 âyet olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Eğer besmele sûreden bir âyet olsaydı, Tebareke’nin 31 âyet olması lâzım gelirdi. Bu da, Rasûlullah’tan (s.a.s.) rivâyet edilen hadise aykırı düşerdi. Yine bütün beldelerin kıraat ve Fıkıh âlimleri Kevser sûresinin 3, İhlâs sûresinin 4 âyet olduğunda ittifak etmişlerdir. Eğer besmele bu sûrelerden bir âyet olsaydı, Kevser sûresinin 4, İhlâs sûresinin 5 âyet olması lâzım gelirdi.” 3934
Yukarıda naklettiğimiz mezheb görüşlerinden tercih edilecek olan Hanefî’nin görüşüdür. Zira baştan sona birbirine muârız olan iki görüşün (Şafiî-Mâlikî) ortasıdır. Şafiîier, besmelenin Fâtiha’dan, hatta her sûreden bir âyet olduğunu savunurlarken Mâlikîler de, Fâtiha’dan da Kur’an’dan da bir âyet olmadığını iddia ederler.
Dikkatli bir gözle, sâlim bir zekâ ile besmelenin Kur’an-ı kerimde tevâtüren yazılışına baktığımız zaman, hiçbir âlimin bugüne kadar ona karşı çıktığı ve inkâr ettiği görülemez. Nitekim ashâb-ı kirâmın Kur’ân-ı Kerim üzerinde nasıl titizlikle durdukları, hatta her harfi üzerinde dahi inceden inceye araştırma yaptıkları bilinmektedir. Bu da göstermektedir ki, besmele, Kur’ân-ı Kerim’den bir âyettir. Her sûreden ve Fâtiha’dan bir âyet değildir. Sûrelerin arasını ayırmak için gönderilmiştir. Bu görüşü Abdullah bin Abbas’dan (r.a.) “Rasûlullah (s.a.s.), besmele gönderilene kadar sûrelerin başlangıç ve sonlarını bilmiyordu. Ancak besmele gönderilince bildi.” hadisi de teyid etmektedir.
Besmelenin her sûrenin başından bir âyet olmadığını. Belâgat kaidelerinden de çıkarmak mümkündür. Çünkü Araplar sözlerinin çok belîğ olması için ifade ve imlâlarının başında değişik üslublar kullanırlardı. Eğer besmele her sûrenin başından bir âyet olsaydı, bütün sûreler tek bir üslubla başlardı. Bu ise Kur’an’ın edebî üslûbunun mûcizellğine ters düşerdi.
Mâlikîlere göre, besmelenin Kur’an’dan bir âyet olduğu tevâtüren sâbit değildir. Öyleyse Kur’an’dan değildir. Bu görüş imam Cessas’ın dediği gibi açık
3934] Cessas, Ahkâmü’l-Kur’an, c. 1, s. 9-11
- 1058 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve tercih olunabilecek bir görüş değildir. Zira “bir âyetin Kur’an’dan oluşunun tevatüren rivâyet edilmesi gerekir” şeklindeki delil geçersizdir. Bizim için Rasûlullah’ın (s.a.s.) yazılmasını emretmesi ve emrinin tevâtüren bize ulaşması kâfidir. Ümmet, “Kur’an’da yazılı olan her şey Kur’andır” diye ittifak etmiştir. Besmele, Kur’an’da müstakil bir âyettir. Sûrelerin ve kitapların başında yazılması ve okunması hayır ummak içindir. Bütün bu açıklamalar, besmele hakkında gelen bütün nassların mânâlarını toplar.3935
Besmelenin Namazda Okunmasının Hükmü Nedir?
Fakihler besmelenin namazda okunması konusunda birkaç görüşe ayrılmışlardır.
a) İmam Mâlik’e göre besmele yalnız farz namazlardaki Fâtiha ve diğer sûrelerin başında gizli ve açık olarak okunmaz. Farz dışındaki sünnet ve nâfile namazlarda isteyen okuyabilir.
b) Ebû Hanife’ye göre besmele namazlardaki her rekâtta Fâtiha sûresinden önce okunur. Diğer sûrelerin başında okumak ise güzeldir. 3936
c) İmam Şâfiî’ye göre besmelenin gizli okunacak yerde gizli, açık okunacak yerde açık okunması farzdır.
d) İmam Ahmed bin Hanbel’e göre besmele namazda gizli okunur Açık okunması sünnet değildir.
Adı geçen imamların besmele hakkındaki görüş ayrılıklarının sebepleri birinci hükümde delilleriyle beraber açıklanmıştır. Bu hususta selefin görüşleri arasında da ayrılık vardır.
İbn Cevzi, Zâdü’l Mesir’inde: Âlimler arasında besmelenin Fâtiha’dan olup olmadığı konusunda görüş ayrılıkları vardır. Bununla ilgili olarak Ahmed bin Hanbel’den rivâyet edilen iki görüş bulunmaktadır. Birisi, besmelenin Fâtiha’dan olduğunu, dolayısıyla namazda okunmasının farz olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. Diğeri ise Fâtiha’dan olmadığını, bundan dolayı namazda okunmasının sünnet olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. Bu görüşe yalnız İmam Mâilk (r.a.) karşıdır. Hatta ona göre besmelenin farz namazlarda okunması müstehab bile değildir.
“Besmelenin namazda açıktan okunması da âlimler arasında ihtilâf konusu olmuştur. Âlimlerin bir kısmı Ahmed bin Hanbel’in “Besmelenin namazda açıktan okunması sünnet değildir” görüşünü nakletmişlerdir. Bu görüş Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali ve İbn Mes’ud’un (radıyallahu anhum) sözlerine dayanır. İmam Sevri ve İmam-ı Azam’ın görüşleri de bu yoldadır. İmam Şâfiî’ye göre de besmelenin namazda açıktan okunması sünnettir. Bu da Muaviye, Âtâ ve
3935] Daha fazla bilgi edinmek isteyenler Ibnü’l Arabî’’nin Ahkâmü’l Kur’an’ına, Kurtubî’nin tefsirine, Fahreddin er-Râzi’nin Mefâtihu’l Gayb’ına ve Cessâs’ın Ahkâmu’l Kur’an’ına bakabilirler. Ed-Dâru Kutnî de besmelenin Kur’anda bir âyet olduğunu gösteren bütün delilleri bir araya toplamıştır. Muhammed Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, Şamil Y., c. 1, s. 32-38
3936] Cessas, age, c. 1, s. 15; Kurtubî, age., c. 1, s. 98
BESMELE
- 1059 -
Tâvûs’un rivâyetine dayanır.”3937 demektedir.3938
Besmele Şuurunun Mü’mine Kazandırdıkları
Besmele şuuru, bize şu anlayış ve davranışları kazandırır (kazandırmalıdır):
Müslümanın her işi Allah’ın adıyla ve O’nun emir ve müsaadeleri doğrultusunda olmalı.
Müslümanın her işinde ‘evvel Allah’ olmalı. Yani mü’min, başlayacağı işi yapıp yapmama konusunda önce Allah’a danışmalı.
Harama besmele çekilmeyeceği için, besmele çekemeyeceğimiz hiçbir işe girişmemeliyiz.
“Besmelesiz iş ebterdir, yok olmaya mahkûmdur”3939 hadisinden anlıyoruz ki besmelesizler ve onların düzenleri devrilip yıkılmaya mahkûmdur.
Kesilirken besmele çekilmeyen her hayvan murdardır, pistir. Besmeleyle ve besmele doğrultusunda olmayan her düşünce, fikir, iş ve düzen de murdar ve leş hükmündedir.
Besmele Allah’tan yardım dilemedir. Allah ise, ancak Kendi yolunda olanlara yardım eder. 3940
Müslüman, her türlü davranışa İslâmî ölçüler ışığında başlamalı, eylem, hizmet ve faâliyet yaparken İlâhî rahmet ve merhamet üzere bulunmalıdır. Besmele bu bilinci yansıtmalıdır.
Müslüman, bütün düşünce ve davranışlarında merhametle hareket etmek zorunda olduğunu besmeledeki rahmetle ilgili iki sıfatla idrâk etmelidir.
Müslüman, besmeleyi hayatının tamamına yansıtmalıdır. Şuursuz bir şekilde söylenen besmelenin, istenen faydayı sağlamayacağını bilmelidir.
Besmele, müslümanın elini attığı her işte, adımını attığı her yolda Allah ile beraber olduğunun, O’nun yardımıyla iş yaptığının şuurunda olmasını sağlar/sağlamalıdır.
Besmelenin her işte sürekli tekrar edilmesi, Allah’ı zikir olduğu gibi, müslümanın Allah’la rahmet üzerine iş yapacağına, O’nun izin verdiği şekilde davranacağına dair sözleşme yenilemesidir.
Besmele, her işte Allah’tan yardım istemenin gerekliliğini, başarı ve zaferin Allah’a ait olduğunu unutmamak demektir. 3941
Besmeleyle, yapılan işi kendi adımıza, fakat Allah’ın ismi ve izniyle, Allah’tan yardım dileyerek yaptığımızı belirtiyoruz.
Allah’ı yücelterek başladığımızda o iş, Allah için oluyor. O’nun dini için yapı3937]
İbni Cevzî, age., c. 1, s. 7-8
3938] Muhammed Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, Şamil Yayınları, c. 1, s. 38-39.
3939] İbn Mâce, hadis no: 1894
3940] Ali Akpınar, a.g.e. s. 28
3941] Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, Suffe Y., s. 19
- 1060 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lan bir gayret şeklini alıyor.
Şeytanın iğvâsına karşı direnme bilinci yenileniyor. Her işe besmeleyle başlamak hayatı anlamlandırıyor.
Allah’ın sözünü toplum hayatının dışına iten kökten laik anlayış reddedilmiş, tüm müşrikler ve putperestlere muhâlefet etmiş oluyor. 3942
Mü’minler istiâze ve besmelenin şuuruna erdikleri gün, yeryüzünde hiçbir tâğutî iktidar gücünü muhafaza edemez. Çünkü eûzü-besmeleyi duyan şeytan ve tâğut çılgına döner, mahvolur. 3943
3942] İhsan Eliaçık, a.g.e. s. 22
3943] Yusuf Kerimoğlu, a.g.e. 1/42
BESMELE
- 1061 -
Besmele ile İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Bismillâh İfâdesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 3 Yerde:) 1/Fâtiha, 1; 11/Hûd, 41; 27/Neml, 30.
B- İsmullah veya İsmu Rabbike Terkiplerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 18 Yerde:) 5/Mâide, 4; 6/En’âm, 118, 119, 121, 138; 22/Hacc, 28; 34, 36, 40; 55/Rahmân, 78; 56/Vâkıa, 74, 96; 69/Haakka, 52; 73/Müzzemmil, 8; 76/İnsân, 25; 87/A’lâ, 1, 15; 96/Alak, 1.
Besmele ile İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları
Sünen-i İbn-i Mace, Hadis no: 1894;
Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 2, 259
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Tefsir-i Kebir (Mefâtihu’l-Gayb), Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c.1, s. 139-241
2. Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Eser Y. c. 1, s. 15-49
3. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 57-61
4. Ahkâm Tefsiri, M. Ali Sabuni, Şamil Y. C. 1 s. 13-14
5. Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 34-36
6. Tefhimü’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. C. 1 s. 40-41
7. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. C. 2, s. 35-73
8. Fatiha Suresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 23-27
9. İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Y. C. 5 s. 529-540
10. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 1 s. 226-229
11. Sorularla Fatiha Suresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. S. 36-59
12. Fatiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. S. 75-104
13. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. C. 1 s. 41
14. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. S.180
15. Cahiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y. S. 21-24
16. Namaz Duaları ve Sureleri, Ali Akpınar, Suffe Y. S. 21-26
17. İslâm ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y. S. 20-24
18. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 135-136
19. Müslümana Mesajlar, Abdullah Büyük, Suffe Y. s. 15-26
20. Kendimizi Tartışmak, Selâmi Çekmegil, Timaş Y. s. 200-201
21. Besmele Şuuru, Mustafa Çelik, Fütüvvet Y.
22. Besmele ve Fatiha Tefsiri, Ebulleys Semerkandi, Sezgin Neşriyat
23. Besmelenin Şerhi, Abdülkerim b. İbrahim Cili, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.
24. Besmele Tefsiri, Hacı Bektaş Veli, Kültür Bakanlığı Y.
25. Besmele Albümü, Ziya Bilgiç, Osmanlı Y.
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE
RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
• Bel’am Kimdir
• Kitab Bilgisine Rağmen Azgınlaşan Kimse
• Bel’am; Bir “Devlet Âlimi” Prototipi
• Kimlikten Karaktere Bel’am ve Bel’amlık
• Bel’am; Bir Din Tüccarı
• Kur’ân-ı Kerim’de Bel’am Karakteri; Sorumlu ve Sorunlu Âlimler
• Hadislerde Bel’am Tipli Kötü Âlimler ve İlmin Sorumluluğu
• Bel’amların Râzı Olduğu Devlet Dini ve Diyânet
• Çağından Sorumlu Kişiler; Âlimler
• En Korkunç Felâket: Âlimlerin Dünyevîleşmesi
• İlme İhânet Edenler
• En Korkunç Felâket: Âlimlerin Dünyevîleşmesi
“Onlara (Yahûdilere) kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın tâkibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin (Bel’am’ın) haberini oku.”
Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevâsınınn/hevesinin peşine düştü. Onun durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.”
Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmekte olan kavmin durumu ne kötüdür!”
Allah kimi hidâyete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.” 3528
“Kendilerine Tevrat yükletilen, sonra onu, taşımayanların (Kitab’ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.” 3529
3528] 7/A’râf, 175-178
3529] 62/Cum’a, 5
- 950 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bel’am Kimdir?
Bel’am; Hz. Mûsâ (a.s.) zamanında yaşamış ve sonradan irtidat etmiş olan ilim adamıdır. A’râf suresinin 175-176’ncı âyetleri münâsebetiyle ismi çeşitli tefsir ve tarih kitaplarına girmiş olan Bel’am İbn Bâura (veya Bel’am İbn Eber)’nın, İsrâiloğulları’ndan, Yemen diyarından veya Ken’an ilinden Allah’ın dinini öğrenmiş, ilim ve irfan sahibi, duâsı müstecap, yanında Allah’ın ismi a’zamı bulunan ve fakat sonradan itaatsizliğe düşmüş bir kimse olduğu şeklinde rivâyetler vardır. Her ne kadar Lût’un (a.s.) kızlarından biri ile evlenmiş olduğu söylenirse de, bunun yahûdiler tarafından müslümanlar aleyhine uydurulmuş bir iftira olduğu bilinmektedir. 3530
Bel’am’a konu teşkil eden âyet meâlleri şöyledir: “Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin olayını anlat. Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hâli böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.” 3531
Bel’am’la ilgili olarak İslâmî kaynaklarda şunlar anlatılmaktadır: “Rivâyete göre Mûsa (a.s.), Ken’âniler’in Şam’daki topraklarına girmişti. Bu sırada Bel’am, el-Belkâ köylerinden Bal’â’da bulunuyordu. Ken’âniler’den bazıları Bel’am’ın yanına gelerek: “Ey Bel’am, Mûsa İbn İmrân İsrâiloğulları’nın başında olduğu halde bizi yurdumuzdan sürmek ve öldürmek üzere geldi. Bizim ülkemize İsrâiloğulları’nı yerleştirecek. Senin kavmin olan bizlerin ise yerleşecek bir yerimiz yok. Sen duâsı kabul edilen bir kimsesin. Onları defetmesi için Allah’a duâ et”, dediler. Bel’am: “Yazıklar olsun size! O Allah elçisidir; melekler ve mü’minler de onunla beraberdir; onlar aleyhine nasıl duâ edebilirim! Bildiğimi bana Allah öğretti” diye red cevabı verdi. Kavmi duâ etmesi hususunda ısrar ettiler. Bel’am da eşeğine binerek, İsrâiloğulları’nın çıkmakta olduğu dağa doğru ilerledi. Bu dağ, Husban dağıdır. Biraz gittikten sonra eşeği yere çöktü. Eşeğine binerek biraz ilerledikten sonra hayvan yine çöktü. Bel’am biraz evvelki gibi hareket ettikten sonra tekrar hayvanına bindi. Biraz yol alınca eşek yine çöktü. O, yine eşeği yerinden kalkıncaya kadar dövdü. Nihâyet eşek, Bel’am aleyhinde bir delil teşkil etsin diye, Allah’ın izni ile konuşarak şöyle dedi: “Ey Bel’am, nereye gidiyorsun? Meleklerin önümde durarak beni yolumdan çevirdiklerini görmüyor musun? Allah elçisi ile mü’minler senin kavmin aleyhinde duâ etmektedirler.” Fakat Bel’am, buna aldırış etmeden eşeğini döverek yoluna devam etti. Nihâyet eşek onu Husban dağına çıkardı, Mûsâ’nın (a.s.) ordusunun ve İsrâiloğulları’nın karşısına götürdü. Bel’am onlara bedduâ etmeye başladı; fakat İsrâiloğulları’na beddûa ederken Allah onun dilini kendi kavmi aleyhine çevirdi. Yanında bulunan halk, onun kendi aleyhlerine bedduâ etmekte olduğunu görünce: “Ey Bel’am! Ne yaptığını biliyor musun? Sen İsrâiloğulları’na hayır duâda, bize bedduâda bulunuyorsun” dediler. O: “Ben bunu kendi ihtiyarımla yapmıyorum, Allah dilime hâkim oldu” dedi. Bunun üzerine dili ağzından çıkarak göğsü üzerine sarktı. Sonra kavmine: Dünya ve âhiret benim elimden gitti, artık hileye başvurmaktan
3530] Taberî, Tefsiru’t-Taberî, Mısır, 1373/1954, IX, 119-120; Fahruddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, Mısır, 1308, XV, 54; D. B. Macdonald, İA, “Bel’âm İbn Bâura” Mad.
3531] 7/A’râf, 175-176
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 951 -
başka çare yoktur...” dedi. 3532
Her ne kadar müfessirler âyetlerin nüzûl sebebi olarak daha çok Bel’am’ın ismi üzerinde durmuşlarsa da, sözkonusu âyetlerle anlatılmak istenenin Bel’am olduğu yolundaki rivâyetleri ve onunla ilgili olarak anlatılan kıssaları doğrulayacak -güvenilir- hiç bir eser yoktur. Aynı şekilde yalnız Bel’am’ın, âyetlerin nüzulüne sebep teşkil etmiş olması da doğru değildir. 3533
Öte yandan, âyetlerde bahsi geçen kişinin, Bel’am’ın dışında, Ümeyye İbn Ebi’s-Salt, er-Râhib Ebû Amr, İsrâiloğulları’ndan duâsı makbul bir kişi, münâfık olan her kişi veya yahûdi, hristiyan ve haniflerden olup da Hakk’tan ayrılan herkes olduğu şeklinde de rivâyetler vardır. 3534
Öyle anlaşılıyor ki âyetler, Bel’am ve hareketleri itibariyle onun gibi olan herkese şâmildir. Çünkü Allah’ın âyetlerini yalnız bir veya birkaç kişiye hasretmek doğru olmaz; onlar geniş kapsamlıdırlar. Burada asıl üzerinde durulması gereken konu; Bel’am’la ilgili olarak söylenen ve İslâmî kaynaklara girmiş olan bilgilerin büyük çoğunluğunun İsrâiliyyâta dayanmış olmasıdır.3535 Çünkü İslâmî kaynaklarda zikredilen bilgiler -bazı isim ve ifade değişiklikleri hâriç- Kitab-ı Mukaddes’te geçen bilgilerin tamamen aynısıdır. 3536
Ancak Bel’am, dünyevî çıkar ve hesaplar için Allah’ın dinini tahrif eden bir ilim ve din adamını küfür sistemlerine ve kâfir yöneticilere yaranmak maksadıyla Allah’ın hükümlerini çiğneyen ve asıl gayesinden saptıran kimseleri temsil etmektedir.
İnsanları “Allah (c.c.) adını kullanarak”’ aldatan, hevâ ve heveslerini tatmin için “Tevhid akîdesini” tahrip eden “Bel’am’ın” etkisi korkunçtur. İslâm topraklarında; kâfirlerin istilâsını hazırlayan güç, “Bel’am”dır.
Allah’ın (c.c.) indirdiği hükümlere karşı ayaklanan ve İslâm’a küfreden yönetimlerle yani tâğûtî güçlerle din adına uzlaşan ve müslümanları da “Allah (c.c.) adını kullanarak” aldatan, Kur’ân’daki ifâdeyle “köpek sıfatlı” kimselerin ortak ismi Bel’am’dır. Bu köpek sıfatlı kimseler de; Allah’ın (c.c.) indirdiği hükümlerin bir kısmını kabul, bir kısmını “zamanın değişmesi” gerekçesiyle sükûtla geçiştirirler. Günümüzde, başta resmî ideolojiyi kabul eden ve İslâm’ı o ideolojiye hizmetçi kılmaya çalışan müesseseler olmak üzere, çok sayıda Bel’am benzeri vardır. Bunlar “çok dindar” görünmekle birlikte, tâğut’a itikad ve iman etme noktasında titizdirler. “Ulü’l-Emr” kavramını İslâm’a karşı ayaklanan güçlere izâfe ederek, mü’minleri yanıltırlar. İşte bunlar çağdaş Bel’am’lardır. 3537
3532] Taberî, a.g.e., IX, 124-126; Râzî, a.g.e., XV, 54; İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut 1385/1965, I, 200 vd; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Riyad 1966, I, 322 vd.
3533] Kasımî, Mehâsinü’t-Te’vil, VII, 2906
3534] Taberi, a.g.e., IX, 119 vd; Râzî, a.g.e, XV, 54; Zemahşeri, el-Keşşaf, Beyrut 1366/1947, II, 78; Mes’üdî, Mürûcü’z-Zeheb, Mısır 1384/1964, I, 52; İbni Kesir, a.g.e., I, 322
3535] D. B. Macdonald, İ A, II, 464-465; Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Ankara 1979, s. 242
3536] Kitabı Mukaddes, İstanbul 1981, Sayılar XXII, 2-41; XXIII 1-30; XXIV, 25; XXII, 16; Yeşu XXIV, 9
3537] Ahmed Güç, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 221-222
- 952 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kitab Bilgisine Rağmen Azgınlaşan Kimse
Bel’am, Tevrat ve İslâmî kaynaklarda, önceleri iyi bir mü’min iken, daha sonra Hz. Mûsâ ve kavmi aleyhine hile tertiplediği için cezâlandırıldığı rivâyit edilen kişidir. Müfessirlerın çoğunluğuna göre Kur’ân-ı Kerim’de ismi zikredilmeksizin, 7/A’râf, sûresinin 175-176. âyetlerindeki ifadelerde kendisinden söz edilen kişi Belam bin Bâûrâ’dır. Kaynaklarda Bel’am, Bel’âm, Bel’âm bin Bâurâ, Bel’am bin Eber veya Bel’âm bin Bâûrâ’ şeklinde kaydedilen bu kişi,3538 Tevrat’ta Beor’un oğlu Balaam olarak geçmektedir.3539 Ve peygamber3540 diye takdim edilen Bel’am’ın kehânetlerine büyük önem verilmektedir.3541 Bel’am’ın kıssası Tevrat’ta en az iki ayrı rivâyet halinde nakledilir ki, bu rivâyetler birbirinden farklıdır.3542 Elohist denilen rivâyete göre o Ârâmî veya Amorî bir kâhindir. Tanrı’ya inanmakta ve O’ndan ilham almaktadır. Moab Kralı Balak’ın İsrâiloğulları’na lânet etmesi husûsundaki ısrarlarını ancak Tanrı tarafından müsaade edilince kabul eder.3543 Yahvist denilen rivâyete göre ise o Midyanlı (Medyen’li) bir kâhin olup3544 Balak’ın dâvetine Tanrı’nın izni olmaksızın icâbet etmiştir.3545 Tevrat’taki kıssaya göre, Hz. Mûsâ başkanlığındaki İsrailoğulları’nın çölde Ken’an diyarına doğru ilerlediklerini gören Moab kralı endişeye kapılır. İsrâiloğulları’na karşı kendilerine yardım etmesi için Bel’am’ı dâvet eder. Zira Bel’am’ın mübârek kıldığı mübârek olmakta, lânetlediği ise lânetlenmektedir.3546 Bel’am ise Rabden alacağı emre göre hareket edeceğini bildirir; ne var ki bu konuda kendisine müsâade verilmez. Moab kralının ikinci defa ısrârı üzerine yine Rabbe danışan Bel’am’a bir rivâyete göre gitme izni verilir,3547 diğer bir rivâyete göre ise o, izin verilmeksizin yola çıkar.3548 Yolda eşeği melek tarafından durdurulur. Sonra yoluna devam eder ve Balak’a sadece, Allah’ın kendisine söyleteceği şeyleri söyleyebileceğini ifâde eder. Söylediği dört meselin hepsinde de kralın beklediğinin aksine, İsrâiloğulları’na lânet edeceğine onları mübârek kılar.3549 Bel’am, Allah’ın lânet etmediğine lânet edemeyeceğini, Rabbin bedduâ etmediğine bedduâda bulunamayacağını, O’ndan emir aldığını, Allah’ın sözlerini işittiğini, yüce olanın bilgisini bilen kişi olduğunu, Rabbin sözünden öteye geçemeyeceğini ifâde eder.3550 Bununla beraber Kitâb-ı Mukaddes’te Bel’am’ın İsrâil’e düşman olarak tasvir edildiği de görülür. İsrâiloğulları’nın Midyan kadınlarıyla zinâ ederek felâkete uğramaları Ruhban metninde Bel’am’ın bir hilesi olarak gösterilir.3551 Balak’a, İsrâiloğulları’nın Moablı kadınlarla zinâ etmelerini, putlara kesilen kurbanlardan yemelerini sağlamasını, böylece onların günahkâr olup cezâlandırılacaklarını öğreten Bel’am’dır.3552 Bel’am ile ilgili
3538] Taberî, Tefsir, IX/82; Kurtubî, Tefsir, VII/319
3539] Sayılar, 22/5), Kâhin (Yeşu), 13/22
3540] Petrus’un İkinci Mektubu, 2/15
3541] Sayılar, 22/6
3542] Sayılar, 22-24
3543] Sayılar, 22/5-21
3544] Sayılar, 31/8
3545] Sayılar, 22/22-34
3546] Sayılar, 22/6
3547] Sayılar, 22/20
3548] Sayılar, 22/22
3549] Sayılar, 23/7-10, 18-24; 24/3-9, 15-24
3550] Sayılar, 23/8, 20; 24/4, 12, 16
3551] Sayılar, 31/16
3552] Vahiy, 2/14
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 953 -
kıssada bu husûsa yer verilmez, ancak İsrâiloğulları’nın Moablı kızlarla zinâ ettikleri, onların ilâhlarına eğildikleri ifâde edilir.3553 Bel’am İsrâiloğulları tarafından öldürülmüştür. 3554
İslâmî kaynaklar umûmiyetle yukarıda meâli verilmiş olan 7/A’râf sûresinin 175 ve 176. âyetlerinde kastedilen kişinin Tevrat’ta da zikredilen Bel’am bin Bâûrâ olduğunu, söz konusu âyetlerden önce Hz. Mûsâ ve İsrâîloğulları’ndan bahsedilmesinin de bunu gösterdiğini belirtirler. Fakat bu kişinin Ümeyye bin Ebü’s-Salt es-Sekafî veya Nu’mân bin Sayfî er-Râhib olduğuna dâir görüşler de vardır. 3555
İslâmî kaynaklarda Bel’am bin Bâûrâ ile ilgili çeşitli rivâyetler yer almaktadır. Bu rivâyetlerden birine göre Hz. Mûsâ’nın, Kur’ân-ı Kerim’de “cebbar bir kavim” şeklinde nitelendirilen bir toplulukla savaşmak için hazırlanması üzerine Bel’am’ın kavmi ona durumu anlatarak Mûsâ’nın etkisiz kılınması için duâ etmesini isterler. Ancak Mûsâ’nın peygamberliğine inanan ve iyi bir mü’min olan Bel’am bu isteği reddeder. Allah’ın kendisine Mûsâ’ya bedduâ konusunda izin vermediğini belirterek öteki isteklerini de geri çevirirse de, kavmi onu hediyelerle kandırıp bedduâ etmesini sağlarlar. Ancak Allah bu bedduâyı onun kavmine çevirir; Bel’am’ın da Allah tarafından bir cezâ olmak üzere dili göğsüne doğru sarkar. Artık dünya ve âhiretinin yıkıldığını düşünen Bel’am, hiç olmazsa kavmini kurtarmak için onlara Hz. Mûsâ ve İsrâiloğulları’na karşı kullanılmak üzere bir hile öğretir. Buna göre bu kavim, kadınları süsleyerek Mûsâ’nın sefer halinde olan askerleri arasına gönderecek ve bu kadınlar onları baştan çıkaracaktır. Gerçekten Şimeonîler’in reisi Zimri, Sur kızı Kozbi ile zinâ etmiş ve bu yüzden İlâhî bir cezâ olmak üzere baş gösteren vebâ salgınında 70.000 kişi ölmüştür. 3556
Bir başka rivâyete göre ise Bel’am Hz. Mûsâ’ya bedduâ edemeyeceğini, çünkü aynı dine mensup olduklarını belirtmiş, çarmıha gerilerek öldürülme tehdidi üzerine ise ism-i a’zam’ı okuyarak Hz. Mûsâ’nın şehre girmemesi için duâ etmiş, duâsı kabul olunmuş ve böylece İsrâiloğulları çölde kalmışlardır. Bunun üzerine Hz. Mûsâ, Bel’am’dan ism-i a’zam ile imanın alınması için duâ etmiş ve ilgili âyette belirtildiği gibi Bel’am’a verilen “âyetler” geri alınmıştır. 3557
Bel’am’ın İsrâiloğulları’ndan, Ken’ânîler’den veya Yemenli olduğu, ona verilen âyetlerden maksadın ise “ism-i a’zam”, “suhuf” veya “kitap” olduğu da rivâyet edilmiştir. Hatta ona peygamberlik verildiği de söylenir. Ancak İslâm inancına göre kendisine peygamberlik verilen bir kişinin hak dini terketmesi mümkün olmadığından bu rivâyete itibar edilmemektedir. 3558 gerekmektedir.
Söz konusu âyetlerde kıssası anlatılan kişinin Bel’am bin Bâûrâ olduğuna dâir bir işaret yoktur. Burada hak ve hakikati gördükten sonra onu bırakıp şeytanın peşine düşenin kötü durumu ifade edilmektedir. Mutasavvıflar ise Bel’am bin Bâûrâ’yı, kibir ve dünyevî arzular sebebiyle sapıklığa düşenlerin bir örneği
3553] Sayılar, 25/1-3
3554] Sayılar, 31/8; Yeşu, 13/22
3555] Taberî, Tefsir, IX/83, Kurtubî, Tefsir, VII/320, İbn Kesîr, Tefsîr, III/507; Sa’lebî, Arâisu’l-Mecâlis, s. 182
3556] İbn Kesîr, Tefsir, III/511; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IX/112
3557] Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IX/112
3558] Kurtubî, Tefsir, VII/320; İbn Kesir, Tefsir, III/509
- 954 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak takdim etmektedirler. 3559
Bel’am; Bir “Devlet Âlimi” Prototipi
Bel’am’la ilgili olduğu değerlendirilmesi yapılan âyet meali şudur: “Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku. Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevâ/hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Eğer üstüne varsan, dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.” 3560
Âyetlerde, Hz. Peygamber’den, geçmişte yaşanmış bir olayın kahramanını anlatması isteniyor. Olayın kahramanının adı geçmiyor. Onun yerine, tavır ve davranışı geçiyor. Kur’an’ın üslûbu budur. Nedeni de, dikkatler özel isimler, özel yerler, özel zamanlar ve toplumlar üzerinde değil de, tavırlar üzerinde yoğunlaşması içindir. Âyetin çizdiği hastalıklı tipin belirgin özellikleri şunlardır: Kendisine mûcize, vahiy, kitap, ya da birtakım olağanüstü ve herkeste olmayan yetenekler verilen bir ulu, önder ve âlim kişi, daha önce bu İlâhî ödülü hak eden bir davranış içerisinde olduğu halde sonradan bozuluyor. Kendisine verilen âyetlerle amel etmeyip onlara sırtını dönünce, şeytanın askeri oluyor. Vahiyden uzaklaştıkça azgınlaşıyor. Âyetleri ihtirasları uğruna kullanıyor.
Azgınlığının temel sebebi makam-mevkî, mal-mülk, şöhret-servet sevdâsı. O, dünyalığı Allah’a tercih edip Allah’ın verdiği âyetleri menfaat temininde kullanınca, Allah da ona verdiği âyetleri, o âyetlerle gelen tüm meziyet ve faziletleri alıyor. Adam şahsiyetini kaybederek, “köpek gibi”, bir çanak yal uğruna her türlü zillete eyvallah eder hale geliyor. Kovsan da, sevsen de, dövsen de onun için fark etmiyor. Tabiatı köpekleştiğinden, kendisini tutanla kendisini iten arasındaki farkı göremeyip, her ikisine de dilini sarkıtıp soluyor. Âyette yapılan bu keskin tasvir, “İşte âyetlerimizi yalanlayanların hali budur” cümlesiyle tamamlanıyor. Hz. Peygamber’e de bu kıssayı anlatması emrediliyor ki, bu âyetlerin nâzil olduğu Mekke döneminin sonlarında tıpkı bu adam gibi bilgi ve hikmet sahibi olup da ilmini şeytana satan kimseler “belki düşünür, öğüt alırlar” diye...
Âyette geçen şahsın gerçek kimliği hakkında farklı rivâyetler var. Bel’am bin Baura (Eber), Ümeyye bin ebi’s-Salt es-Sakafî, Ebû Amir bin Sayfî bu isimlerin başında geliyor. Bel’am, âyette anlatılan kıssanın gerçek sahibi ve mâzideki sebeb-i nüzûlü, Ümeyye bin Ebi’s-Salt, haldeki sebeb-i nüzûlü, Ebû Amir ise istikbaldeki sebeb-i nüzûlüdür.
Hz. Ali, İbn Ömer, İbn Abbas, Mücâhid, İkrime ve müfessirlerin büyük bir çoğunluğu, kıssası anlatılması istenen bu adamın, Benï İsrail bilginlerinden Bel’am bin Baura olduğunu kabul ederler. Mücâhid, Abdullah bin Amr, Kelbî ise Ümeyye bin Ebi’s-Salt’tır diyorlar. Said bin Müseyyeb ise Ebû Âmir’de karar kılıyor. 3561
Tevrat ve İncil’de Bel’am, Boer oğlu Balam olarak geçer. 3562 İslâmî
3559] Encyclopédie de l’İslam, Leiden, 1954, I/1014; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 389
3560] 7/A’raf, 175-176
3561] Taberî, Câmiu’l-Beyan, 6/118-121; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 7/319-320
3562] Kitab-ı Mukaddes, Sayılar, 22-23
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 955 -
kaynaklarda anlatılan rivâyetler de, Tevrat’ta verilen Bel’am portresiyle uyuşmaktadır. Tevrat’ta anlatılanları biraz daha detaylandıran İslâmî rivâyetler de Bel’am’ın resmî din adamı kimliğini tescil eder. Duâsı makbul bir bilgin olan bu kişi, kavminin ısrârı üzerine Hz. Mûsâ’ya bedduâ etmiş, o yüzden dili göğsüne kadar sarkmış.
Moab’lılar, “onlara bedduâ et” dediler. O dedi ki: “Benim elimde olmayan bir şeyi bana emrediyorsunuz.” Onlar dediler: Eğer Rabb’in onlara bedduâ etmenden hoşlanmazsa daha önce olduğu gibi bundan seni alıkoyacaktır.” Başladı İsrâiloğullarına bedduâya. Lâkin onlara bedduâ ederken dili sürçüp kendi halkına bedduâ ediyordu. Kendi halkının zaferi için duâ etmek istediği zaman da, dili sürçerek Allah’ın izniyle Mûsâ ve ordusunun muzaffer olması için duâ ediyordu. Toplumu: “Sen onlara değil, bize bedduâ ediyorsun” dediklerinde, “Benim dilim bundan başkasına dönmüyor. Kaldı ki onlara bedduâ etseydim bile kabul olunmayacaktı” diye yakındı. “Lâkin” dedi, “size bir yol göstereyim. Eğer yaparsanız onları yenersiniz. Allah zinâya çok gazaplanır. Eğer onlar zinâya düşürülebilirse, helâk olurlar. Allah’ın onları bu şekilde helâk etmesini umuyorum. Kadınlarınızı çıkarıp onların üzerine gönderin. Onlar yılları yollarda geçmiş seferî bir toplumdur; bu yüzden zinâya meyledip helâk olmaları daha kolaydır. 3563
Bundan sonrası kolay oldu. İsrâiloğulları, peygamberlerini dinlemeyerek Moab’lı fahişelerle zinâya koştular. Moab’lı fahişelerin sunduğu putlara adanmış muhtemelen mikroplu etleri yedikleri için İsrâiloğulları içerisinde salgın bir hastalık çıkmış ve kitlesel ölümlere (Taberî’ye göre 70 bin) sebep olmuştu. Âyetteki “hevâsına uydu” ibâresini Kurtubî “mala çok düşkün olan hanımının müslüman İsrâiloğullarına bedduâ etmesi için yaptığı ısrarlı taleplere uymuştu” şeklinde açıklar. 3564
Tüm bu bilgiler, 7/A’râf 175-176. âyetleri desteklemektedir. Âyette sözü edilen kimsenin Bel’am olduğuna hükmetmek, -diğer şahısların âyette belirtilen tüm özelliklere sahip olmadığı için- en uygun görünmektedir.
Âyetlerin sebeb-i nüzûlü olarak görülen ikinci isim de Ümeyye bin Ebi’s-Salt es-Sekafî. Olumsuz bir prototip olan “Bel’am” tipini iyi tanımak için Ümeyye’den kısaca söz etmemiz gerekecek:
Tâif’teki Sakîf kabilesinin en ünlü şâiri olan Ümeyye bin Eb’s-Salt bi’setten önce hanîf olarak bilinenler arasındaydı. Rasûlullah onun şiirini dinlerdi. Hatta birgün onun şiirini dinledikten sonra “Onun şiiri müslüman olmuştu” buyurur. Hadisin bir başka varyantında şöyle bir ziyâde var: “Keşke kendisi de müslüman olsaydı.”3565 Müslim’deki bu ibâre, İbn Mâce’de temennî edâtıyla “neredeyse müslüman olmuştu” biçiminde gelir. 3566
İbn Kuteybe, eş-Şi’r ve’ş-Şuarâ adlı eserinde Ümeyye bin Ebi’s-Salt’ın şiirlerine üç sayfa ayırmış. Oradan öğreniyoruz ki Ümeyye câhiliyye Araplarından tamamen farklı bir inanca sahipti. “İlâhu’l-âlemîn” olarak andığı Allah’tan “ferdun ve muvahhadun: Bir başına ve tek” olarak söz eden Ümeyye; cennete,
3563] Taberî, Câmiu’l Beyân, 6/123
3564] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, 7/322
3565] Müslim, Kitâbu’ş-Şiir, 41-1
3566] İbn Mâce, Edeb 41, hadis no: 3757
- 956 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cehenneme, meleklere, peygamberlere inanmaktadır. “O yeryüzünün tamamına egemendir” dediği Allah’ı “göklerin ve yerin meliki” olarak anar. İbranca ve Süryanca’ya vâkıf olup Tevrat ve İncil’i asıllarından okuyabilmektedir.
Câhiliyye döneminde hiç puta tapmayıp içki içmemiştir. İslâm’ın zuhûrunda 8 yıl Bahreyn’de ikamet etmiştir. Rasûlullah’ın nübüvvetini haber alır-almaz Mekke’ye gelen Ümeyye, onun ağzından Kur’an’ı dinlemiş, Kureyş müşrikleri kendisine fikrini sorunca da “O hak üzeredir” demiştir. Kendisine “O halde niçin ona tâbi olmuyorsun?” denildiğinde “Onun işinin neticesini görünceye kadar bekleyeceğim” demiştir.3567 Dayısının iki oğlu Bedir’de Rasûlullah’a karşı savaşmış ve öldürülmüşlerdir. Kendisi için de sahâbe “aduvvullah: Allah’ın düşmanı” lakabını benimsemiştir. Hasta yatağında şöyle söylediği rivâyet edilir: “Bu hastalığın beni öldüreceği muhakkak. Ben Hanîf dininin doğru olduğunu biliyorum. Ama Muhammed’e karşı içimdeki kuşku beni bırakmıyor.” 3568
Ümeyye’ye herhangi bir kitap, vahiy ya da mûcize verilmediği konusunda herkes müttefik. O halde âyette “kendisine âyetlerimizi vermiştik” denilen kimse Ümeyye olamaz. Üçüncü ihtimal olan Ebû Âmir bin Sayfî, gündeme Medine’de girmiştir. Hâlbuki âyetler Mekkî’dir. Sonuçta âyette sözü edilen kimsenin Bel’am olduğuna hükmetmemiz
Kimlikten Karaktere Bel’am ve Bel’amlık
Bel’am tipi, tahrifin prototipidir. Kur’an, Tevrat, İncil ve İslâmî kaynaklarda yazılanlardan yola çıkacak olursak bu tipin temel özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Bel’am ırkçı bir tiptir: Müslüman İsrâiloğullarına ve Hz. Mûsâ’ya karşı putperest Moab’ lıları ve onların putçu yöneticisi Balak’ı sırf kendi kavmi ve ülkesi olduğu için destekledi. Hakka karşı, “bizden” gerekçesiyle bâtılın yanında yer aldı.
2- Dünyacı bir tiptir: Kendisine verilen İlâhî emânete ihânet ederek, şöhret, servet gibi geçici dünya nimetleri uğruna onları fedâ etti. Dinini satıp dünyasını aldı. Bir çanak yal uğruna, sahibinin onca itip kakmasına kuyruk sallayan köpek gibi, bir miktar dünyalık uğruna ilminin izzetini sattı.
3- İlmini zâlim/kâfir yöneticilerin hizmetine veren resmî ulemâ tipidir: Kendisine “yukardan” gelen emirleri, Allah’tan gelen emirlere karşı da olsa uygulayan, bu yüzden de âyette “tutsan da itsen de dilini sarkıtıp soluyan köpek” olarak tanımlanan yüzsüz ve onursuz, “evet efendim”ci bir tip. Şairin “Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten” mısraında ifâde ettiği gibi, sadâkati cinâyet derecesinde midesine bağlı bir tip.
4- İlkesiz, makyavelist bir tip: Ulusal birliği ve ülkenin bütünlüğünü korumak için, kendi kutsal değerlerini de hiçe sayarak, her yolu meşrû gördü. Bu cümleden, muhtemelen zührevî ve bulaşıcı hastalığa yakalanmış Moab’lı fâhişelerin İsrâiloğulları’yla zinâ yapması fikrini ortaya attı. Harp halinde dahi, yöneticileri, ilkeli, insan hak ve onuruna saygılı davranmaya dâvet edeceği yerde, önce o hak ve onuru kendisi çiğnedi. Kendisine verilen akıl âyetini, şeytanın hizmetinde
3567] Zirikli, el-A’lâm, 2/23
3568] Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 108
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 957 -
kullandı.
Bu sayılan özellikler, kimde bulunursa, o kendi yaşadığı çağın ve toplumun Bel’am’ıdır. Kur’an, onun için yer, zaman ve şahıs ismi vermez. Çünkü bu tipler, her yerde ve her zamanda bulunabilir. Onları görünce tanımamız için özelliklerini sıralar. 3569
Bel’am; Bir Din Tüccarı
Sahip bulunduğu ilim hazinelerine karşılık, “dünya” için “din”ini satan, âhiretini dünyaya değişen ve bu doğrultuda azgın yöneticiler ve tâğutlarla işbirliği yapan, onlara hizmet veren, dini ve bilimi âlet edip kullanarak insanları zâlimlerin buyruğuna ve boyunduruğuna sokan kimliği simgeleyen bir addır Bel’am.
Tâbiri câizse, Allah’ın peygamberine, Allah’ın dinine karşı, Allah adına mücâdele veren ve halk katındaki itibarını bahane ederek tevhid mücâdelesine karşı direnen bir azgın! Bir kısım müfessirler, bu âyetin, Ümeyye bin Ebi’s-Salt hakkında nâzil olduğunu beyan etmişlerdir. Bu kişinin de, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) nübüvvet görevi verilmeden önce “hanif”lerden olduğu, Allah’ın kısa bir süre içerisinde peygamber göndereceğini söyleyip durduğu halde, gurura kapılıp ona iman etmediği bilinmektedir. Rivâyetlerdeki ortak yön, muayyen bir şahsı tariften çok, onun prototip karakterini ortaya koymasıdır. Nüzul sebebinin husûsî olması, hükmün umûmî olmasına engel değildir. Kıyâmete kadar Bel’am’ın vazifesini yapan “Bel’am” tipi, bu karakterin yapısı ortaya konulmaktadır. İnsanları “Allah adını kullanarak” aldatan, hevâ ve heveslerini tatmin için tevhid akidesini tahrip eden Bel’am’ın etkisi korkunçtur.
Bel’am; Firavun’un ilkelerini Allah’ın dini adına muhâfaza eden bir mel’undur. Her düzenin bir sâdık bekçisi vardır. Tâğûtî düzenin sâdık bekçisi ise hiç şüphesiz Bel’am’dır. Câhiliyye düzeninde Bel’am sadece bir kişi değil; bir çetedir. Evet, Bel’amlar çetesi tâğûtî düzen tarafından örgütlenmiş bulunan bir haydutlar çetesidir. Bel’amlar çetesi, tâğûtî düzen içerisindeki kiralık din bezirgânlarıdır. Tabii ki bunları kiralayan tâğûtî düzenin kendisidir. Bu Bel’amlar çetesinin kökü Firavun düzenine dayanır. Bel’amlar çetesinin ilk reisi Bel’am bin Baura’dır.
7/A’râf sûresindeki âyetleri dikkate alarak Bel’am’ın vasıflarını şöyle sıralamak mümkündür:
Bel’am, Allah’ın âyetlerini bilen bir âlimdir.
Bel’am, Bildiği Allah’ın âyetleriyle amel etmekten vazgeçip, bunların yerine şeytanın rehberliğine sığınan kimsedir.
Bel’am, Allah’ın rızâsı yerine, gazâbına müstahak olmuştur.
Bel’am, dünyevî menfaat için imanını ve ilmini satan bir din hâinidir.
Bel’am, Firavunî düzeni devirmeye çalışan muvahhidlere hırlayan bir köpektir.
Bel’am, Allah’a tâbi olmak yerine kendi hevâsına tâbi olmuştur.
3569] Mustafa İslâmoğlu, Yahûdileşme Temayülü, s. 241-247
- 958 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bel’am, Allah’ın yasalarını yalanlaması nedeniyle köpeğe benzetilmiştir.
Bel’am, sadece Firavun dönemine mahsus bir şahsiyet değildir. Aksine ümmet-i Muhammed içerisinde de ortaya çıkmış ve daha da çıkacak olan bir şahsiyettir.
Bel’am, ümmet-i Muhammed’e düşman, ümmet-i Muhammed de Bel’am’a düşmandır.
Bel’am, Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından kötülüğü beşeriyete bildirilen bir fitne ve fesad odağıdır.
Bu vasıflar kimde bulunursa o bir Bel’am’dır. Câhiliyye düzeninin kuşatması altındaki toplumlarda devlete bağlı bir din vardır. Bu devlete bağlı dinin mümessilleri Bel’amlardır. Bu Bel’amlar, her yerde ve her zaman dine bağlı devlet anlayışına karşı savaşırlar. Tâğûtî düzenin her türlü icraatını İslâm’ın mührüyle mühürlemeye çalışırlar. Tâğûtî düzenin kapılarında ev sahibinden kemik bekleyen köpekler gibi kuyruk sallarlar. Tâğûtî düzenin hatırı için İslâm dinine eklemede ve çıkarmada bulunurlar.
Bel’amlar çetesi, İslâm coğrafyasında küfrün iktidar olması ve iktidarının devam etmesinin en büyük destekçisidir. Bugün İslâm coğrafyasının siyasî iktidarı İslâm’ın elinde değildir. Devlete bağlı din serbest, dine bağlı devlet yasaktır. Dine bağlı devletin zarûretinden bahsedenler zindanlarda, devlete bağlı dini anlatanlar ise kürsülerdedir.
Kur’an, Bel’amları köpeğe benzetir. Köpek, ev sahibinin itikadî yapısına bakmadan sadece kendisine verilen kemikler karşılığında evi bekler ve eve girmek isteyen yabancılara/aileden sayılmayanlara karşı direnir.
Câhiliyye düzeni için Bel’amlar büyük bir silâhtır. Her ne zaman câhiliyye bir kanun uydurursa Bel’amlar bu kanunun İslâm dinine uygun olduğunu iddia ederek halkı itaate mecbur etmeye çalışırlar. Câhiliyye düzeninde tâğutlar kanun uydururlar; Bel’amlar ise bu uydurulan kanunları müslüman halka kabul ettirler. Tâğutlar emir verirler, Bel’amlar emre itaati sağlarlar. Câhiliyye düzeni için Bel’amlara duyulan ihtiyaç, düşman sahibi bir kişinin kapısını bekleyen bir yırtıcı köpeğe olan ihtiyaç gibidir. Yani, câhiliyye düzeninin ayakta kalması için, bu düzenlerde Bel’amların bulunması zarûridir.
İslâm coğrafyasında siyasî otoriteyi elinde bulunduran müşrik otoriteler, bu otoritelerini Bel’amlara borçludurlar. Bazen topun, tüfeğin yapamadığını Bel’amlar yapar. Çünkü Bel’am, Firavun’un siyasî ihtirasını ve Karun’un câhilî sermayesini; insanları Allah adına aldatarak koruyan mel’undur. Bel’am, bir anlamda bilimin mücessem put haline gelmesidir. Çünkü Bel’am, Hz. Mûsâ ile karşı karşıyadır. Allah’ın peygamberi ile, Allah adını kullanarak mücâdele etmekten çekinmemiştir. Bu işin mâhiyeti düşünülürse; hem Karun, hem Firavun, kitleler üzerindeki gücünü Bel’am’dan almıştır denebilir. Câhiliyye düzenine karşı savaşan muvahhidlerin önündeki en büyük engel, köpek sıfatlı Bel’amlardır. Bu gün tâğûtî düzeni devirmeye çalışan muvahhidlere “ehl-i fitne” sıfatını verenler Bel’amlardır. Hâlbuki tâğûtî düzenin kendisi bir fitnedir. Bu fitneyi muhâfaza etmeye çalışan Bel’am ise başlı başına bir pisliktir. Bu konuda bir tâğutun katili Muhammed bin Mesleme (r.a.) şöyle diyor: “Zâlim idarecilerin kapısındaki
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 959 -
âlimlerden, pislik üzerindeki sinek daha güzeldir.” 3570
Kur’ân-ı Kerim’de Bel’am Karakteri; Sorumlu ve Sorunlu Âlimler
“...Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız Benden korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilip dururken hakkı gizlemeyin.” 3571
“(Ey bilginler!) Siz Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” 3572
“Ey iman edenler, onların (yahûdilerin) size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysaki onlardan bir zümre, Allah’ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi/değiştirirlerdi.” 3573
“Elleriyle Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için ‘Bu Allah katındandır’ diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü yazıklar olsun onlara!” 3574
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında ancak rezilliktir. Kıyâmet gününde ise (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” 3575
“İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Onlardan azap hiç hafifletilmez ve onlara hiç yardım edilmez.” 3576
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz kitap’da insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim.” 3577
“Allah’ın indirdiği Kitap’tan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allah, ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfiret bedeli olarak da azâbı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! O azâbın sebebi, Allah’ın, Kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) Kitap’ta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” 3578
“Ey ehl-i kitap! Neden hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği gizliyorsunuz?” 3579
“Allah, kendilerine Kitap verilenlerden, ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız,
3570] Zemahşeri, Keşşâf II/434; Mustafa Çelik, Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, s. 103-107
3571] 2/Bakara, 41-42
3572] 2/Bakara, 44
3573] 2/Bakara, 75
3574] 2/Bakara, 79
3575] 2/Bakara, 85
3576] 2/Bakara, 86
3577] 2/Bakara, 159-160
3578] 2/Bakara, 174-176
3579] 3/Âl-i İmran, 71
- 960 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onu gizlemeyeceksiniz’ diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!” 3580
“Ehl-i Kitap’tan öyleleri var ki, Allah’a, size ve kendilerine indirilene, tam bir samimiyet-le ve Allah’a boyun eğerek iman ederler. Allah’ın âyetlerini az bir paraya satmazlar. İşte onlar için Rableri katında ücretleri/ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.” 3581
“...İnsanlardan korkmayın, Benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” 3582
“Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez/rehberlik yapmaz.” 3583
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri münkerden/kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun, yaptıkları ne kötüdür!” 3584
“Âyetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terket). Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), o zâlimler topluluğu ile oturma.” 3585
“İçlerinden bir topluluk, ‘Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dedi. (Öğüt verenler de) dediler ki: ‘Rabbinize mâzeret (beyan etmek) için, bir de belki sakınırlar diye (öğüt veriyoruz). Onlar, kendilerine verilen öğütleri unutunca, Biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık.” 3586
“Onların ardından (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp, ‘nasıl olsa bağışlanacağız’ diyerek Kitab’a vâris olan birtakım kötü kimseler geldi. Onlara ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Acaba Allah’a karşı haktan/gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden, o Kitabın hükmü üzere mîsak/kuvvetli söz alınmamış mıydı ve onlar Kitab’ın içindekini ders edinip okumadılar mı? Hâlbuki âhiret yurdu, takvâ sahipleri/Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” 3587
“Onlara (Yahûdilere) kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın tâkibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin (Bel’am’ın) haberini oku.
Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevâsınınn/hevesinin peşine düştü. Onun durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.”
3580] 3/Âl-i İmran, 187
3581] 3/Âl-i İmran, 199
3582] 5/Mâide, 44
3583] 5/Mâide, 67
3584] 5/Maide, 78-79
3585] 6/En’âm, 68; yine bk. 4/Nisâ, 140
3586] 7/A’râf, 164-165
3587] 7/A’râf, 169
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 961 -
Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmekte olan kavmin durumu ne kötüdür!”
Allah kimi hidâyete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.” 3588
“Ey iman edenler, (biliniz ki) hahamlardan (yahûdi bilginlerinden) ve (hıristiyan) râhiplerden birçoğu insanların mallarını bâtıl/haksız yollarla yerler ve onları Allah’ın yolundan men ederler. Altın ve gümüşü yığıp biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azâbı müjdele!” 3589
“(Sizden olduklarına dair yemin eden) Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Çünkü onlar münkeri/kötülüğü emreder, ma’rûftan/iyilikten alıkorlar (siz ise iyiliği emreder, kötülükten alıkorsunuz) ve onlar ellerini sıkı tutarlar (Allah için infak edip harcamak husûsunda cimrilik gösterirler). Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu. Çünkü münâfıklar fâsıkların ta kendileridir.” 3590
“Dediler ki ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın.’ Dedi ki: ‘Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim.” 3591
“(Ey Rasûlüm) Buna karşı (yaptığın tebliğ ve imana dâvetten dolayı) onlardan bir ücret de istemiyorsun. O Kur’an, bütün âlemlere ancak bir nasihattir.” 3592
“(Müşrikler,) sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere Bize isnat etmen için seni, neredeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecek-tin. O takdirde hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” 3593
“Sabah-akşam Rablerine, sırf O’nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının zînetini/süsünü isteyerek gözlerini onlara çevirme. Kalbini, Bizi zikretmekten/anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” 3594
“(Ey Rasülüm) de ki: ‘Ben bu yaptığım tebliğe karşı sizden bir ücret istemiyorum, ancak Rabbine bir iman ve itaat yolu tutmak isteyen kimseler istiyorum.” 3595
“Onlar ki, Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan
3588] 7/A’râf, 175-178
3589] 9/Tevbe, 34
3590] 9/Tevbe, 67
3591] 11/Hûd, 87-88
3592] 12/Yûsuf, 104; Rasûlullah’ın tebliğine karşı ücret istememesi ile ilgili olarak benzer ifadeler için bk. 42/Şûrâ, 23; 38/Sâd, 86; 34/Sebe’, 47; 6/En’am, 90.
3593] 17/İsrâ, 73-75
3594] 18/Kehf, 28
3595] 25/Furkan, 57
- 962 -
KUR’AN KAVRAMLARI
başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter.” 3596
“Kim izzet ve şeref istiyorsa, (bilsin ki) izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır (onu dilediğine verir). O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır...” 3597
“Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, onların sözlerine kulak verin; çünkü onlar hidâyete (doğru yola) ermiş kimselerdir.” 3598
“Onların bu konuda ilmi yok; sadece atıp tutuyorlar.” 3599
“Hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?” 3600
“Yoksa sen, onlardan bir ücret istiyorsun da, borçlu kalmaktan, yük altında ezilmişler midir?” 3601
“Onların hiç ilimleri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” 3602
“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanan en sevilmeyen bir şeydir.” 3603
“Kendilerine Tevrat yükletilen, sonra onu, taşımayanların (Kitab’ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.” 3604
“Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriçtir.” 3605
Hadislerde Bel’am Tipli Kötü Âlimler ve İlmin Sorumluluğu
“İlim aramak, her müslüman üzerine farzdır. Ehil olmayan insanlara ilim öğretmeye kalkan kimse, domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık takan adama benzer.” 3606
“Ne âlimlere karşı iftihar edip övünmek için, ne câhillerle münakaşa etmek ve ne de meclislerin seçkin köşelerinde yer almak için ilim talep edin. Bu yasağa rağmen kim böyle yaparsa ateşe (müstahaktır), ateşe (müstahaktır).” 3607
“Allah’ım, huşûu olmayan (korkmayan) kalpten, kabul olmayan duâdan, doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden Sana sığınırım.” 3608
3596] 33/Ahzâb, 39
3597] 35/Fâtır, 10
3598] 36/Yâsin, 21
3599] 43/Zuhruf, 20
3600] 45/Câsiye, 23
3601] 52/Tûr, 40; 68/Kalem, 46
3602] 53/Necm, 28
3603] 61/Saff, 2-3
3604] 62/Cum’a, 5
3605] 103/Asr, 1-3
3606] İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 224
3607] İbn Mâce, Mukaddime 23; hadis no: 254
3608] Tirmizî, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 963 -
“İlmin kaldırılması, câhilliğin kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinânın çoğalması kıyâmet alâmetlerindendir.” 3609
“Şüphesiz Allah, ilmi kullardan silmek sûretiyle değil, âlimlerin ruhlarını kabzetmek sûretiyle giderecektir. Nihâyet hiçbir âlim bırakmayınca insanlar, câhil kişileri başlarına geçireceklerdir. Bunlara meseleler sorulacak; onlar da bilgileri olmadığı halde fetvâ verecekler. Onlar bu sûretle hem kendileri sapıklığa düşerler, hem de halkı sapıtırlar.” 3610
“Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyâmet gününde ateşten bir gem vurulacaktır.” 3611
“Kıyâmet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür. Bunun üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: ‘Ey filan, sen ma’rufla emrediyor ve münkerden nehyediyor değil miydin?’ derler. O da: ‘Evet, ben ma’rufla emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine ben, münkerden nehyederdim de, onu kendim işlerdim’ der.” 3612
“Allah’ın benim vâsıtamla gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmur bazen öyle verimli bir toprağa düşer ki, onun bir kısmı toprağı suya doyurur ve çayırda bol ot yetişir. Bir kısım toprak kurak olur, suyu üstünde tutar, gölcük olur da Allah onunla insanları yine faydalandırır; ondan hem kendileri içerler, hem de hayvanlarını sularlar, ekin ekerler. Bu yağmur bir de diğer bir çeşit toprağa isâbet eder ki, kıraç ve kaygandır; ne suyu üstünde tutar, ne de ot bitirir. İşte Allah’ın dinini anlayıp da Allah’ın benim vâsıtamla gönderdiği hidâyet ve ilimden faydalanan ve bunu bilip de başkasına bildiren kimse ile; bunu duyduğu vakit kibrinden başını bile kaldırmayan ve Allah’ın benimle gönderilen hidâyetini kabul etmeyen kimse böyledir.” 3613
“İyiliği emir ve kötülüğü yasaklamaktan ve Allah’ı zikirden başka insanoğlunun her sözü aleyhinedir.” 3614
“Cihâdın en faziletlisi, zâlim idarecinin karşısında doğru ve adâletli sözü, hakkı haykırmaktır.” 3615
Peygamber (s.a.s.) ayağını bineceği hayvanın üzengisine koymuş vaziyette iken bir adam: “Hangi cihadın sevabı daha çoktur?” diye sordu. Peygamberimiz: “Zâlim idârecinin karşısında doğru ve adâletli sözü haykırmaktır” buyurdular. 3616
“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak onları koruyanlarla yasaklarını hiçe sayarak hudûdu çiğneyenlerin durumu aynen şöyledir: Bir gemideki yerlerini almak üzere bir toplum aralarında kur’a çektiler. Bunlardan bir kısmı geminin alt katına bir kısmı da üst katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar hissemize düşen alt kattan bir delik açsak da, üst katımızda oturanlara su almak için eziyet etmemiş olsak, dediler. Eğer üstte oturanlar bu isteklerini
3609] Buhâri, İlm 22, hadis no: 22; Müslim, İlm 5, hadis no: 8 -2671-
3610] Buhâri, İlm 35, hadis no: 41; Müslim, İlm 5, hadis no: 13 -2673-
3611] İbn Mâce, Mukaddime 24, hadis no: 261; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2651, 2787; Ebû Dâvud, İlm 9, hadis no: 3658
3612] Buhâri, Fiten, 17, hadis no: 46, Bed’u’l-Halk 10; Müslim, Zühd 7, hadis no: 51 -2989-; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/205, 206, 207, 209
3613] Buhâri, İlm 21, hadis no: 21; Müslim, Kitabu’l-Fedâil 5, hadis no: 15 -2282-
3614] İbn Mâce, Fiten 12
3615] Ebû Dâvud; Melâhim 17; Tirmizî, Bey’at 37
3616] Nesâî, Bey’at 37
- 964 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa hepsi birlikte batar, helâk olurlar. Eğer buna engel olurlarsa hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.” 3617
Kendisine: “Ey Allah’ın Rasûlü, içimizde iyiler de olduğu halde felâkete uğrar mıyız?” denildi. Rasûlullah (s.a.s.) de şöyle cevap verdi: “Kötülükler ve fenâlıklar çoğaldığı vakit evet.” 3618
“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki; ya iyilikleri emreder, kötülüklerden sakındırırsınız ya da Allah size yakında üzerinize bir belâ gönderir de sonra Allah’a duâ edersiniz de duânız kabul edilmez.” 3619
“İsrâiloğullarının dindeki bozuklukları şöyle başlamıştır. Bir adam başka birine rastlar ve: ‘Hey arkadaş, Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terket, zira o işi yapmak sana helâl değildir’ derdi. Ertesi gün aynı işi yaparken tekrar o adamla karşılaşır ve onu yaptığı kötülükten yasaklamadığı gibi onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah, onların kalplerini birbirine benzetti.” Sonra Rasûlullah (s.a.s.) şu âyeti okudu: “Allah’tan gelen gerçekleri örtbas etmeye şartlanmış olan şu İsrâiloğulları Dâvud ve Meryemoğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve hak, adâlet sınırlarını aşmalarındandır. Onlar birbirlerini işledikleri kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmadılar. Yaptıkları şey gerçekten ne kötü idi ve şimdi onlardan birçoğunun Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenlerle dost olduklarını görebilirsin. Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şey ne kadar kötüdür ki Allah onlara gazap etmiştir, onlar azapta ebedî kalacaklardır. Eğer onlar Allah’a ve kendilerine gönderilen peygambere ve ona indirilen her şeye gerçekten inansalardı bu; Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenleri dost edinmezlerdi. Ama onların çoğu İlâhî sınırları aşan kimselerdir.”3620 Bu âyeti okuduktan sonra Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Hayır Allah’a yemin ederim ki ya iyiliği emreder kötülüklerden sakındırır, zâlimin elini tutup zulmünden el çektirir, hakka döndürüp hak üzerinde tutarsınız, ya da Allah kalplerinizi birbirine benzetir de İsrâiloğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder.” 3621
Tirmizî’nin rivâyeti ise şöyledir: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “İsrâiloğulları günahlara daldıklarında âlimler onları sakındırdılarsa da onlar izledikleri günahlara devam ettiler. Bu sefer âlimleri de onlarla birlikte oturdular, beraberce yediler, içtiler. Bunun üzerine Allah da onların kalblerini birbirine benzetti de Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onlara lânet etti. Bu, onların isyan etmeleri ve sınırları aşmaları sebebiyle idi.” Rasûlullah (s.a.s.) dayanmakta olduğu yerden doğrulup oturdu ve: “Hayır, canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, dil ile yasaklama yetmez, siz onları hakka boyun eğdirip hak üzere tutmadıkça bu lânetleme de devam edecektir.” 3622
Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.) şöyle demiştir: “Ey insanlar şüphesiz siz şu âyeti okuyor (fakat yanlış anlıyor)sunuz: “Ey iman edenler! Siz yalnız kendinizden sorumlusunuz. Eğer siz doğru yolda iseniz sapıklığa düşenler size hiçbir zarar vermezler. Hepinizin dönüşü Allah’a olacaktır ve o zaman Allah size hayatta yapmış oluğunuz şeyleri bildirecektir.”3623 Zira ben Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyururken işittim: “Şüphesiz ki
3617] Buhârî, Şirket 6
3618] Buhârî, Fiten 4; Müslim, Fiten 1
3619] Tirmizî, Fiten 9
3620] 5/Mâide, 78-81
3621] Ebû Dâvud, Melâhim 17
3622] Tirmizî, Tefsiru Sûre-i Mâide 6
3623] 5/Mâide, 105
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 965 -
insanlar zâlimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa Allah’ın bütün insanları gazâba uğratması pek yakındır.” 3624
“Kıyâmet gününde azâbı insanlar arasında en çetin olacak kimse Yüce Allah’ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır.” 3625
“Cenâb-ı Hakk’ın benden önce, ümmetler arasında gönderdiği her peygamberin ashâbı ve havârileri (kendi sünnetine uyan ve emrine sarılan samimi ve seçkin çevresi) vardır. Bunlar o peygamberin sünnetine ittibâ eder, emirlerine uyarlar. Fakat onlardan sonra öyle nesiller gelir ki yapmadıklarını söyler ve emr olunmadıklarını işlerler. Kim onlara karşı eliyle mücâhede ederse mü’mindir, kim diliyle mücâhede ederse mü’mindir. Bunun ötesinde ise zerre kadar iman yoktur.” 3626
“Şu muhakkak ki sizin üzerinize birtakım âmirler/yöneticiler tâyin olunacak da siz onların yaptıklarından bazısını mâruf ve güzel göreceksiniz. Kim münker işi çirkin görürse onun günahından berî (uzak) olur. İnkâr edip ondan sakındıran, (günaha katılmaktan) uzak olur. Ancak kim ona râzı olur ve (onu işleyenlere) uyarsa günahından kurtulamaz.” (Sahâbîler) dediler ki: ‘O idarecilerle savaşmayalım mı?’ Buyurdu ki: “Namaz kıldıkları müddetçe hayır!” 3627
“İnsanları doğru yola çağıran kimseye kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını dalâlete/sapıklığa çağıran kimseye de kendisine uyanların günahı gibi günah yazılır, ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.” 3628
“İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, açtığı o çığırın sevâbı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir ve onların sevabından da hiç bir şey eksilmez. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin günahı da yükletilir. Fakat onların günahlarından da hiçbir şey noksanlaşmaz.” 3629
“Mü’min dil uzatıcı değildir, lânet okuyucu değildir, kötü iş yapan değildir, kötü, kaba ve çirkin söz söyleyen değildir.” 3630
“Bir kimse, başka bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.” 3631
“Bir mü’mine şer olarak, müslüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir.” 3632
“Kendisinin yapmadığı bir davranışa veya söze insanları çağıran kişi ya vazgeçinceye veya çağırdığı şeyi yapıncaya kadar Allah’ın azâbının gölgesi altındadır.” 3633
“Cehennemde, cehennem ehlinin kokusundan bîzâr/şikâyetçi oldukları bir adam vardır.” Denildi ki: “O kimdir ey Allah’ın Rasûlü?” Hz. Peygamber (s.a.s.) de:
3624] Ebû Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 8
3625] İbn Mâce, Sünen; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid I/185
3626] Müslim, İman 80; Ahmed bin Hanbel, I/458, 461
3627] Müslim, İmâre 63
3628] Müslim, İlim 16; Tirmizî, İlm 15; Ebû Dâvud, Sünnet 6
3629] Müslim, Zekât 69
3630] Tirmizî, Birr 48, hadis no: 1978
3631] Buhârî, Edeb 44
3632] Riyâzu’s-Sâlihîn, III/156
3633] Taberânî, naklen İbn Kesir, II/325-326
- 966 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İlminden kendisi istifâde etmeyen âlimdir” buyurdu. 3634
“Kendisi yapmadığı halde insanlara hayrı (iyiliği) öğreten kimse tıpkı insanları aydınlatırken kendisini yakıp tüketen bir kandil gibidir.” 3635
“Muhakkak ki Allah sığır cinsinin otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi sözü ağzında evirip, çevirerek lugat parçalayan kimselere buğzeder.” 3636
“İçinizden en çok sevdiklerim ve kıyâmet gününde bana en yakın olacak olanlar güzel ahlâk sahibi olanlarınızdır. Güzel konuşuyor dedirtmek için uzun uzun ve edebiyat yaparak konuşanlar, sözünü beğendirmek için avurdunu şişire şişire laf edenler, bilgiçlik taslayarak lügat parçalayanlar ise hiç sevmediğim ve kıyâmet günü bana en uzak olan kimselerdir.” 3637
“Şâyet Nebînizin Sünnetini terkederseniz sapıtırsınız.” 3638
“Benim Sünnetimle amel etmeyen, benden değildir.” 3639
“Kur’an- Kerim’i okuyun, onu (dünya menfaatlerine vesile kılmak sûretiyle) yemeyin!” 3640
“Kur’an okuyun, onunla amel edin, On(u okumak)dan asla uzaklaşmayın, onun hakkında haddi aşmayın; onun karşılığında ücret alıp yemeyin, onunla dünya menfaati artırmayı talep etmeyin.” 3641
Übeyy bin Kâ’b: “Bir adama Kur’ân-ı Kerim öğrettiydim de, bana bir yay hediye etmişti. Durumu Rasûlullah’a söylediğimde: “Onu alırsan, ateşten bir yay almış olursun demektir” buyurdular, ben de sahibine geri verdim. 3642
Ubâde bin Sâmit: Ehl-i Suffe’den birçok kimselere Kur’an öğrettim. Bu öğrencilerimden birisi bana ok atılan bir yay hediye etti. -Kendi kendime- ‘Bu bir mal/para değildir. Özellikle bununla ben savaşlarda Allah yolunda ok atacağım’ dedim. Bununla beraber, Nebî (s.a.s.)’e bu olayı arz ettim. Rasül-i Ekrem cevaben şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ’nın Kıyâmet gününde boynuna ateşten bir halka takmasını arzu edersen kabul et!” 3643
“Kim Kur’an öğretmesi karşılığında bir kavs/yay alırsa, Allah ona ateşten bir yay kılâde yapıp boynuna takar.” 3644
Bu hadislerin çoğunda Suffe talebelerinin, öğretmenlerine hep kavs, ok yayı hediye ettikleri zikredilmiştir. ‘Bunların hediye edecek başka şeyleri yok mu idi? Bunların hepsi de ok, yay sahibi mi idi?’ Evet, başka şeyleri yoktu. Bunların tümü,
3634] Tefsir-i Kebir, II/482
3635] Tefsir-i Kebir, II/482
3636] Ebû Dâvud, Edeb 94; Tirmizî, Edeb 72
3637] Tirmizî, Birr 71
3638] İbn Mâce, Mesâcid 14
3639] Buhârî, Nikâh I ; Müslim, Nikâh 5
3640] Ahmed bin Hanbel, Müsned; Heysemî, M. Zevâid, VI/168
3641] Ahmed bin Hanbel, Müsned II/428; Heysemî, VI/167); Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V/322; Aynî, Umdetü’l-Kaarî, XII/95; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/46
3642] İbn Mâce, II/157; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/47-48
3643] Ebû Dâvud; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/47
3644] Dârimî; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 967 -
fakir ve ihtiyaç sahibi kimselerdi. Ayrıca, bunların hepsi mücâhid idi. Hepsinin de mâlik olduğu dünya malı okla yaydan ibaret idi. Ekserisi bâdiye (çöl) halkından idi. En güzel yay bunlarda bulunurdu. Birbirini görerek hocalarına yay hediye etmek istedikleri anlaşılıyor. 3645
“Kim Kur’an okuyup Kur’an’ı insanların malını yemeye vesile edinirse, Kıyâmet gününde yüzü etten soyulmuş bir kemikten ibaret olarak Arasat meydanına gelir.” 3646
“Kur’an okuyan, onunla Allah’tan istesin. Zira birtakım insanlar gelecek, Kur’an’ı okuyacaklar ve onunla insanlardan menfaat temin edeceklerdir.” 3647
İmam Buhârî, Sahih-i Buhârî’nin “Fedâilu’l-Kur’an” bölümünde “Kur’ân’ı; gösteriş, yeme ve övünme için okuyanlar” diye bir başlık açmış ve ilk olarak şu hadis-i şerifi almıştır: “Dünyanın sonunda birtakım insanlar gelecek ki, onlar basit akıllıdırlar. Allah’ın kelâmını okurlar, ama okun yaydan çıktığı gibi İslâm’dan çıkarlar. İmanları gırtlaklarından öteye geçmez; onları bulduğunuz yerde öldürün. Çünkü onları öldürmek, Kıyâmet gününde ecir olacaktır.” 3648
Buhârî’yi şerheden âlimlerden Kirmânî, bu hadisle ilgili şu açıklamayı yapar: “Bu hadisin, konulan başlığın ikinci kısmıyla, yani Kur’an’ı yeme vesilesi yapmakla ilişkisi şudur: Kur’an okuma, Allah için olmazsa, elbette ya gösteriş, ya yeme vesilesi, ya da benzeri bir şey için olacaktır.” 3649
“Kim Allah’ın rızâsı için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sadece bir dünya metâı/malı elde etmek için öğrenirse, kıyâmet gününde Cennetin kokusunu duyamaz.” 3650
“Kim Allah (c.c.) rızâsından başka bir şey için ilim öğrenirse veya ilimle Allah rızâsından başka bir şeyi murâd ederse, Cehennemdeki yerine hazırlansın.” 3651
“İlim adamlarıyla boy ölçüşmek veya bilgisiz kimselerle tartışmak ya da halkın yüzünü kendine döndürmek amacıyla ilim edinen kimseyi Allah (c.c.) Cehenneme sokacaktır.” 3652
“Bir kimse, âhiret ameli ile dünyayı talep ederse, yüzü insan sûretinden çıkar, zikri de mahvolur. İsmi de ehl-i nâr (Cehennemlikler) siciline girer.” 3653
“Kapkaranlık gece parçaları gelmeden (fitnelerin karanlığında, nur/ışık temini için) amellere sür’atle koşun ki, o devirde insan sabah mü’min olduğu halde akşama kâfir olarak ulaşır. Mü’min olarak gecelediği halde kâfir olarak sabaha çıkar. Ve o günün adamları dinini, dünyadan az bir şeye karşılık satarlar.” 3654
“Sizin içinizde öyle zümreler türeyecektir ki, siz onların namazlarının yanında kendi namazlarınızı, onların oruçları yanında kendi oruçlarınızı, onların amelleri/iyi işleri
3645] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48
3646] Aynî, Umdetü’l-Kaarî, XII/96; Beyhakî; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48
3647] Tirmizî, V/179, hadis no: 2917; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48-49; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V/322; Aynî, Umdetü’l-Kaarî, XII/96
3648] Buhâri, Tecrid-i Sarih, IX/301; XI/248
3649] Kirmânî, Şerhu’l-Buhârî XIX/49; Kastalânî, İrşâdü’s-Sârî, VII/388
3650] Ebû Dâvud, İlim 12, hadis no: 3664; İbn Mâce, Mukaddime 23; Müsned, III/338
3651] Tirmizî, hadis no: 2793; İbn Mâce, hadis no: 258
3652] İbn Mâce, hadis no: 259, 260; Tirmizî, hadis no: 2793
3653] Taberâni, Kebir; Ebû Nuaym; Râmûz el-Ehâdis, II/429
3654] Müslim, Tirmizi, Ahmed bin Hanbel; Râmûz el-Ehâdis, I/243
- 968 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yanında kendi sâlih amellerinizi küçük göreceksiniz. Onlar Kur’an da okuyacaklar. Fakat Kur’ân(ın feyzi) onların hançerelerinden (boğazlarından) öteye geçmeyecek. Onlar, okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar...” 3655
“Birtakım dâîler, yani çığırtkan hatipler türeyecek, onlar bizim dilimizle (bizim aziz duygularımıza seslenerek) konuşurlar (Hâlbuki gönüllerinde hayırdan eser yoktur). Bizim dinî kaidelerimizle, bizim dînî hislerimize hitab edecekler ve ümmeti Cehenneme ve felâkete dâvet edecekler!” 3656
Peygamber (s.a.s.) ashâbından iki kişi bir gün bir mescide geldiler. İmam namazdan selâm verince, cemaatten biri, bir miktar Kur’an okudu; sonra da yardım istedi. Olaydan müteessir olan sahâbîlerden biri: ‘Hepimiz Allah içiniz, O’na âidiz ve O’na döneceğiz. Peygamber Efendimiz’i şöyle derken işitmiştim: “Pek yakın bir gelecekte bir grup insan türeyecek, bunlar Kur’an’ı âlet edip dilenecekler. Bu işi kimin yaptığını görürseniz, sakın ona bir şey vereyim demeyiniz.” 3657
“Kur’ân’ı Arap lâhnı ve üslûbu ile okuyun. Fâsıkların, yahûdi ve hıristiyanların lâhnı ve tavrı ile onu okumaktan sakının. Benden sonra bir kavim gelecek; onlar Kur’an’ı şarkıcıların, râhibelerin ve yas tutan kadınların üslûbu ile okurlar. Ama okudukları hançerelerinden (boğazlarından) öteye geçmez. Onların da, bu okuyuşlarından hoşlananların da kalpleri fitne ile dolmuştur.” 3658
“Benden sonra birtakım emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim ‘havz’ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır.” 3659
“Benden sonra, yakında birtakım sultanlar peydah olur. Kapılarında fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler (ellerinden kimse hayır görmez). Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden bir tâviz kopararak verirler.” 3660
“Ben bir müşrikten yardım almam!” 3661
“Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız.” 3662
“İsrâ’ya götürüldüğüm (Mi’râca çıkarıldığım) gece, dudakları ateşten makaslarla kesilen birtakım kimselerin yanından geçtim. ‘Bunlar kimlerdir ey Cebrâil’ dedim. Bana şu cevabı verdi: ‘Bunlar dünya ehlinden olan hatiplerdir. İnsanlara iyiliği emrettikleri ve Kitab’ı okudukları halde bizzat kendilerini unutanlardır. Bunlar hiç akıl etmezler mi?” 3663
“Kendisinin yapmadığı bir davranışa veya söze insanları çağıran kişi ya vazgeçinceye
3655] Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, XI/247; hadis no: 1783
3656] Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX/298; XI/248
3657] Fudayl bin Amr’dan, et-Tıbyân fî Âdâb-ı Hameleti’l-Kur’an, Muhyiddin Nevevî, s. 29
3658] Beyhakî, Şuabu’l-İman, I/429; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I/43
3659] Tirmizî, 121, hadis no: 2360; Tâc Terc. III/106, hadis no: 168
3660] Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî, Râmûzu’l-Ehâdîs, I/302; Taberânî, Kebir; Hâkim, Müstedrek -Abdullah bin Hars’dan-
3661] Müslim, hadis no: 151
3662] Nesâi, Kitab: 48, bab 52
3663] Ahmed bin Hanbel, III/120, 231, 239
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 969 -
veya çağırdığı şeyi yapıncaya kadar Allah’ın azâbının gölgesi altındadır.” 3664
Hz. Peygamberimiz’e “ilim nedir?” diye sorulunca, “amelin kılavuzudur” 3665 buyurdu.
“Ümmetimin helâkı (fâsık) âlimlerden ve câhil âbidlerden olacaktır.” 3666
Ebû Hüreyre’nin, şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Eğer Allah’ın Kitabındaki şu iki âyet olmasaydı, size hiç bir hadis rivâyet etmezdim” Ebû Hüreyre, ilmi gizlemeyle ilgili yukarıdaki iki âyeti3667 okumuştur.3668
Hasan Basri: “İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sadece sözlerinle değil.”3669 Yine Hasan Basri’nin diğer bir nasihati: “Mârufu emreden birisi olduğun zaman, onu kendisi yaşayıp uygulayanlardan ol; yoksa helâk olursun. Münkeri de sakındıranlardan olduğunda ise, ondan kendisi sakınanlardan ol; yoksa helâk olursun.” 3670
Ebû ’l Velid Ubâde İbn-i Sâmit (r.a.) şöyle demiştir: “Biz zorlukta ve kolaylıkta, sevinçli ve kederli anlarda söz dinlemeye ve boyun eğmeye ve başkalarının bize tercih edildiği zamanlarda bile ses çıkarmaksızın itaat etmeye, elimizde bulunan kesin delillere göre açık küfür sayılan bir şey görmedikçe iş başındakilerin işlerine karışmamaya, nerede olursak olalım kimseden çekinmeksizin hakkı söylemeye Allah yolunda ve Allah’ın rızâsı için hiçbir kınayanın kınamasından korkmayacağımıza dair Rasûlullah’ın (s.a.s.) siyasî otoritesini kabul edip bey’at ederek elini sıktık.” 3671
Âişe (r. anhâ) şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.) iki şeyden birini yapma konusunda serbest bırakıldığı zaman günah olmadığı sürece mutlaka en kolay olanını tercih ederdi. Yapılacak iş günah ise ondan daima en uzak kalan kendisi olurdu. Allah’ın yasakladığını çiğnemediği sürece şahsı adına hiç bir şeyden intikam almamış; Allah’ın yasağı çiğnenmiş ise onun cezasını mutlaka Allah için vermiştir.” 3672
Fahreddin Râzi’ye göre; ilmiyle amel etmeyen ve ilminden yararlanmayan kimselerin hali; sırtında su kapları olduğu halde çölde susuzluktan ölen devenin durumu gibidir. Amelsizlik bir fitnedir. “Fi’lü’l-ulemâ, delîlü’l-cühelâ” (âlimlerin yaptıkları, câhillerin delîlidir) sözünde belirtildiği gibi; ilim adamları halkın örneğidirler. Âlim ilmiyle amel etmediğinde câhil de öğrenmekten kaçınır. Amelsiz ilim de yağmursuz bulut gibidir. 3673
İmam Gazali; Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi ondan yararlanamaz. Bileyi taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat
3664] Taberânî, naklen İbn Kesir, II/325-326
3665] F. Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. II/296
3666] Aliyyül Kari, Esrâru’l-Menfûa, 364
3667] 2/Bakara, 159 ve 160
3668] Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. ve Şerhi, c. 1, s. 115
3669] Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 273
3670] Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 360
3671] Buhârî, Ahkâm 42; Müslim, İman 41
3672] Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Fezâil 77
3673] Fahreddin Râzî, Tefsîr-i Kebir Terc. c. 2, s. 283
- 970 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendisi daima çıplak durur. Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz. 3674
Bel’amların Râzı Olduğu Devlet Dini ve Diyânet
“Din” kelimesinden türeyen “diyânet” kelime olarak; “din, dine ait, dinî emirlere riâyet etmek, gereğini yerine getirmek ve dindarlık” mânâsına gelir. Fıkıh eserlerinde bu kelime, “muâmelât”a karşılık ibâdetleri belirtmek için kullanılır. Günümüzde ve yaşadığımız coğrafyada terim olarak, başta anayasa olmak üzere laik yasalarla yetkisi çizilen ve Başbakanlığa (ilgili devlet bakanlığına) bağlı olarak çalışan, resmî devlet kurumu olan “Diyanet İşleri Başkanlığı” teşkilâtı için kullanılmaktadır. Biz de bu anlamda kullanacağız.
İslâm’a göre insan, yeryüzünün halîfesidir. Allah, insanı yeryüzünde meşrû icrâatta bulunması için, yani Allah’a kulluk için yaratmıştır. Bu anlamda halifelik; sadece namaz kılma, oruç tutma, zekât verme, hacca gitme gibi ibâdetleri yerine getirmekle sınırlı olmayıp, her hususta Allah’ın rızâsına uygun hareket edilmesini zorunlu kılar. Yani, Kur’an’ın hayat ve hüküm kitabı kabul edilerek tatbik edilmesi gerekir.
Kur’an’da bu gerçek, apaçık belirtildiği halde, müslümanların yaşadığı ülkelerdeki rejimler, “din”i kendi kontrolleri altına almak, dinin emir ve yasaklarından kendilerini soyutlamak; devletin dinsiz olmadığını göstermek için “Diyânet” teşkilât kurdular. Bu kurum vâsıtasıyla halka belli konularda serbestlik verilirken, “hak din”in temel/asıl konularından haberdar edilmemesine özen gösterdiler.
Yetkililer, Diyânet teşkilatını başbakanlığa bağlayınca ve kendilerine uygun gördükleri bir başkanı da o makama atayınca, dinle ve dolayısıyla hayatla ilgili bütün ipleri ellerine almış oldular. İşi daha da sağlama almak için imamların, müezzinlerin, vâiz ve müftülerin maaşını laik devletin bütçesinden ödemeye başladılar. Böyle yapmakla, kendilerinden maaş alanların kendilerine hesap sorma yolunu da kapatmaya çalıştılar. Bu durumda din, artık ortada oyuncak haline gelmiş oluyordu.
Kim başa gelirse gelsin; ister solcu, ister sağcı, ister sözde dindar, ister laik dinsiz; din bu yetkililerin menfaatlerine hizmet eden güçlü bir araç olarak kullanılmaya başlandı. Kim iktidarda ise din, yani Diyânet, o şahsın istekleri doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Bu durum, müslümanların yaşadığı işgal edilmiş bütün İslâm topraklarında geçerlidir. Yani, her ülkede devletin kontrolünde olan bir Diyânet teşkilâtı vardır. Diyânet kurumu, devletin dini kendi emelleri için kullanmasına destek veren bir kuruluştur. Diyânet için dinin tümüne riâyet edip etmemek mesele değildir. Çünkü devlet ne derse Diyânet yetkilileri, kendilerini emir kulu kabul ederek öyle hareket etmek zorunda hissederler. Allah’ın hükmü ise açıktır: “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında ancak rezilliktir. Kıyâmet gününde ise (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” 3675
Diyânet teşkilâtı, Türkiye’de 3 Mart 1924 tarihinde Atatürk’ün isteğiyle
3674] Gazâlî, İhyâi Ulûmi’d Din, c. 1, s. 82
3675] 2/Bakara, 85
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 971 -
meclisin kabul ettiği 429 sayılı kanunla kuruldu. Bu tarihten itibaren tekke ve zâviyeler kapatıldı. Câmilerin bazısına kilit vuruldu. Bütün bu yerler çok değişik maksatlar için kullanıldı. Bir kısmı depo, ambar, işyeri olarak kullanılmaya başlandı. Bazı câmi, medrese ve vakfiyeler de Cumhuriyetin ilk yıllarında torpilli bazı azınlıklara satıldı. 15 Kasım 1935 tarihinde çıkarılan bir kanunla eskiden câmi olarak kullanılan kiliseler, tekrar kiliseye çevrildi. Bunun yanında, 3 Şubat 1932’de “ezan”ın Türkçeleştirilmesi kanunlaştırılarak Arapça aslıyla okunması yasaklandı.
Diyanetin kuruluş amacı, tamamıyla devletin hizmetinde olan, devletin istediği şekilde bir din oluşturma için kurulmuş bir teşkilât olmasıdır. Devlet, kendi içerisinde kendi aleyhine oluşacak bir güç olgusuna şiddetle karşı olduğundan, din ile devletin birbirinden tamamen ayrı olduğu söylenmeye başlandı. Aynı zamanda dine ve vicdana saygılı olduklarını söylemeyi de ihmal etmediler. Yetkili ve etkili güçler, halkın tepkisini çekmemek için dinsiz olmadıklarını söylediler. Bunun için de dini kontrol altına alan bir teşkilât kurmaları gerekiyordu.
Resmî ideolojinin kontrolünde ve onun prensiplerine göre çalışan her kurum, bağlı olduğu devletin değerlerine hizmet etmek zorundadır. Bu anlamda müslümanların Diyanet’ten bir beklentileri olamaz. Çünkü böylesi bir kuruluştan beklenti içinde olmak abesle uğraşmak olur. Aksine, bu kurum hem İslâm’ın anlaşılmasına, hem de müslümanların ciddi çalışmalarına engel teşkil etmektedir. Bu kurumun kitleler üzerindeki tesiri düşünülürse bu sözümüz daha iyi anlaşılır. Câhil insanlar Diyanet’i, Dini muhâfaza eden kurum olarak gördüklerinden farklı kurum ve kuruluşlara şüpheyle bakmaktadırlar. Diyanet, bütün câmileri kendi kontrolünde tuttuğundan, dolayısıyla bu yerlere devletin hâkim olmasından ötürü, zaman zaman resmiyete uygun yapılmayan bazı icraatlar, hutbe ve vaaz veren yetkililer hakkında hemen soruşturma açılıp cezalandırılmaktadır. Hutbelerin kalitesi; çiçeklerden, böceklerden, veremden, ormandan bahsetmekle ölçülmekte. Hatta bazen verginin faydalarından, kalkınmak için verginin kutsallığından bahsedilmektedir. Çünkü Diyanette, her şeyin Allah için yapılmasından önce, her şeyin devlet için yapılması önceliklidir. Tabii bu kurumun içinde yine de insaflı ve samimi insanların, dinini devlete/maaşa/az bir bedele satmayan müslümanların bulunduğu da bir gerçek. Fakat kargaların sesleri/gürültüleri bülbülleri bastırmaktadır.
Diyanet teşkilâtında çalışanların büyük çoğunluğu Diyanet’in esaslarına uygun bir kafa yapısına sahip olduklarından, kendilerine dikte ettirilen devlet dinini anlatmaktan (bazı istisnâlar hâriç) herhangi bir rahatsızlık duymamaktalar. Ancak, zaman zaman hasbel-kader oralarda şu veya bu sebeple görev almış tevhid eri müslümanlar bulunabilmektedir. Bunlar da kendilerine dayatılmak istenen İslâm dışı hutbe ve vaazları okumadıkları ve İslâm’ın sosyal ve siyasal yönünü esas alan hutbeler irad ettikleri için soruşturma geçirmekte, bazen de görevlerinden uzaklaştırılmaktadır.
Diyanet kurumu, öylesine devletçidir ki, iktidarda, hükümette kim olursa olsun fark etmez; memur olmanın gereğini yapar, âmirlerinin emirlerini harfiyyen yerine getirir, Allah’ın kulu olduğunu unutarak emir kulu olur. Onlarca benzeri bulunan bir örnek verelim. Aşağıya alıntılayacağımız örnek metinde görüldüğü gibi, müslümanlara her durumda devletin yanında yer almayı tavsiye
- 972 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmektedirler. Bu tavsiyeye uymayanlar Diyanet’e göre müslüman bile sayılmazlar. Çünkü onlar, hâin olarak târif edilmekte. Diyânet Vakfı’nca yayınlanan İslâm’a ters nice unsurlar içeren bir kitabı beraberce okuyalım. Bu kitap, câmi görevlilerince cemaatlere ısrarla tavsiye edildiğinden olsa gerek, tam 25 baskı yapmış bir kitaptır:
“1- Milletimize ve Yurdumuza Karşı Vazifelerimiz: İnsan, toplu yaşama istidadında yaratılmıştır. İnsanın bu haline “medenî ve ictimaî vasfı” denir. Dünyadaki her topluluk, belirli sınırlar içinde siyasî bir cemiyet kurmuştur. Bunun adına “devlet”, devletin hâiz olduğu kudreti temsil eden kuvvete “hükümet”, yurt içinde yaşayan devlet ve hükümeti kuran insanların hepsine “millet” denir. Bizim devletimizin adına Türk Devleti; hükümetimize: Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti; milletimize de Türk milleti denir.
Müslüman Türk milleti, beşer tarihinin en eski, en ünlü, şerefli ve yüce bir milletidir. Türk tarihi ise insanlığın yüzünü ağartan, başka milletlere az nasip olan, idârede, askerlikte, medeniyette ve insanlık faziletlerinde yüce kahramanlıklarla doludur. Bu emsalsiz kahramanlıkların kaynağı, gıdası; imandır. Geçmişte böyle olduğu gibi bugün de mümtaz mevkimizi imanımıza borçluyuz. Yurt sevgisi de imandan gelir, imansızın kalbinde yurt sevgisi yer tutmaz. Her devletin bekası, o devleti meydana getiren milletle hükümeti arasındaki karşılıklı vazifelerin hakkıyla, yoluyla yapılmasına bağlıdır.
2- Milletin Hükümete Karşı Vazifeleri: Her insan için memleket ve milletini sevmek, onun saâdetine ve yükselmesine çalışmak, hükümetin kanunlarına, emirlerine boyun eğmek bir vazifedir. Bizim Kitabımız Kur’ân-ı Kerim böyle emreder. Yurdun içten ve dıştan korunması, millet işlerinin lâyıkıyla başarılması için herkes, malıyla, canıyla hükümete yardım etmek zorundadır. Malla yapılan yardıma, vergi; canla yapılan yardıma da askerlik denir.
Memleketimizi düşman saldırılarından korumak, memleket içinde halkın rahat ve sükûnunu sağlamak için hükümetin kurduğu orduda hizmete koşmak, asker olmak, her vatandaşa düşen vazifedir. Bu vazife de dinin emridir. Askerlik, düşmanlara karşı yurdumuzu, ırz, namus ve şerefimizi koruma hizmetidir. Bu şerefli hizmeti ifa eden ordu, icabında canını fedâya hazır olan silahlı bir kuvvettir. Askerlik vazifesi, yurdumuza ve hükümetimize yaptığımız vazifelerin en şereflisidir. Çünkü askerlik, kan ve can vergisidir.
Bizim dinimizde askerlik mertebesi çok yücedir. Asker savaşta ölürse şehitlik; kalırsa, gâzilik mertebesine erer. Şehitlik mertebesi, âhirette peygamberlik mertebesinden sonra gelir. Fahr-i âlem efendimiz; “karada şehit olanların kul borcundan başka günahları affolunur. Denizde şehit olanların ise bütün günahlarıyla kul borçları da affolunur” buyurmuşlardır. Türlü bahaneler icad ederek askere gitmemek veya gittikten sonra kaçmak, hâinliktir, alçaklıktır, büyük günahtır.” 3676
Allah’ın dinine ayarlı olmayan bir kurumda çalışmak sûretiyle O’nun dininin esaslarını gerçek mânâda anlatmak mümkün değildir. Bu metot, fevkalâde yanlış bir usûldür. Dünyalık geçimini elde etmek için sadece insanların önüne geçip namaz kıldırma memurluğu yapan nice insan vardır ki, namazın ne anlama
3676] Cep İlmihali, Mehmet Soymen, Diyanet Vakfı Yayınları, s. 95-96
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 973 -
geldiğinden bile habersizdir. Bırakın tefsirleri, mealiyle birlikte Kur’an’ı baştan sona okuyanların sayısı yok denecek kadardır. Bu görevi yapan kimselere, yani namaz kıldırma gibi önemli bir görevi yapana İslâmî ıstılahta “imam” denir. İmamın taşıdığı özellikler kendisinde bulunmayan bu zavallı kimseler nasıl olur da cemaate lider olabilir? Hâlbuki imam; lider, yön veren, örnek olan, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, Allah’ın dinini gerçek mânâda insanlara anlatan kişi demektir. Diyanette çok sayıda namaz kıldıran sözde imam vardır ki, endişeleri sadece geçimleridir. Bu da sistemin ayarladığı sihirli değnek hükmündedir. Zira maaş adlı sihirli değnekle, istediği zaman bu kurumu ve insanları kendi lehine çalıştırabilmektedir. Maaş endişesiyle, dinin bazı gerçeklerini anlatmaktan korkan görevli sayısı, çok büyüktür. Hâlbuki aynı imamlar, insanlara rızkın Allah’tan olduğunu da anlatıp dururlar.
Televizyon veya radyo programlarında rastlamışsınızdır. İnanç dünyası veya kandil gecelerinde yapılan programlarda hiç yeri değilken bazı kimselere duâ edilir. Ölmüş gitmiş ve dine de pek inanmayan kimselere duâ edip dururlar. Bu duâları yapanların çoğu da, yağcılığı ve dalkavukluğu meslek edinmiş, kravatlı, göbekli Diyanet memurlarıdır. Aslında, hoca denilen bu görevliler, devletin temel ilkesi olan laikliğe ters düştüklerinin, ona leke sürdüklerinin farkında bile değildirler. Ama alan memnun, satan memnun; laiklik de, acıkınca yenilen helvadan bir put değil mi?
Ne acıdır ki, halen müslümanlara yönelik sürmekte olan baskılara, müslümanların başörtülerine yönelik zulümlere, Diyânet resmî bir kınamada bile bulunmaktan âcizdir. Haksızlığa, dinsizliğe ve dine düşmanlığa sessiz kalmanın fetvâsını hangi dinden aldıklarını sormak lâzım. Hem Diyanet içinde Din İşleri Yüksek Kurulu diye bir kurul kuracaksınız, hem de bu kurul, birileri Hak dine kürfretse hiç ses çıkarmayacak. İyi niyetle halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyanet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. İşgal edilen bu mekânlar, devlet için öylesine faydalı yerlerdi ki laik devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından fevkalâde memnun oluyor.
Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan, zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz. Devlet, Diyanet’in eliyle hiç çaktırmadan yapmak istediğini güzelce yapmaktadır. Devletin dinsizliğine (daha doğrusu laiklik inancıyla çok dinliliğine), düzenin despotluğuna ses çıkarmayan, onun ikiyüzlü yönetimine hizmet eden bir Diyanet, neden olmasın, değil mi? Üstelik bu kurum, düzene, polis ve jandarmadan daha iyi hizmet etmektedir.
Bizim için, Diyanet’in karşı olunacak en önemli tarafı, onun kuruluş amacı ve İslâm adına yaptığı tahrifat ve tahribatlardır. Çünkü Diyanet, sırf Allah’ın râzı olduğu dine karşı laik ve gayri İslâmî bir devletin râzı olduğu bir dini yaygınlaştırmak için kurulmuştur. Yani dine karşı yeni bir dinle mücâdele etmek. Maksat, mevcut potansiyeli, yani halkı kontrol altına almaktır. Onlara göre halka verilecek İslâmî anlamda/alanda her serbestlik, sürdürdükleri saltanata son vermek olacaktır. Bu durumu bilen düzen, Diyanet aracılığıyla kendi konumunu sağlama almış olmaktadır.
- 974 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yine Diyanet; eğitimden kişinin dünya görüşüne kadar her şeyine müdâhale etmiş bulunuyor. Başta kendi personeli olmak üzere, onun eğitiminden geçen çoğu kimse devletçi ve düzencidir. Devletin uygun görmediği her anlayış, bunlara göre de yanlıştır, zararlıdır. Bu inançla hareket eden Diyanet personeli, devlete ve onun yanlış icraatlarına tepki gösteren kimselere bölücü, hâin demekten çekinmezler. Kulaklarını, gözlerini ve kalplerini düzene kiralayan bu kimseler âyet ve hadislere karşı gelmek adına da olsa devletçidirler. Aralarında marangoz hatası cinsinden bazı istisnâlar olmasına rağmen herkes tâğuta karşı çıkmayan bir tavırdan yanadır. Her personel, bu çarkın dişlisi olarak görev yapmaktadır. En ücrâ köylere bile devletin öğretmeninden, jandarmasından önce Diyanet ulaşabilmekte. Bir karın tokluğuyla ya da bir maaşla satın alınan bu kadroların bir zamanlar Afganistan’daki mevcut komünist rejime karşı mücâdele eden mücâhidlerin anarşist, bölücü olarak câmilerde tanıtıldığı günlerin diğer ülkelerde de olmasına şaşmamak lâzım. Bilindiği üzere Afganistan’da Allah için kıyam eden mücâhidler Ruslara bağlı Diyanet personeli tarafından halka bölücü, hâin ve anarşist diye tanıtılıyordu. Demek ki Rus keferesi bile ülkelerindeki Diyanet teşkilatının varlığından memnunluk duyuyor. Çünkü İslâm dışı rejimler kendi kontrollerinde bir Diyanet teşkilatının olmasını kendileri için faydalı görmektedirler.
Yaşadığımız topraklarda da, etkili ve yetkili çevrelerin İslâm’a saldırmalarına karşı Diyanet’in sesini hiç çıkarmaması, üzerinde düşünülmesi gereken husustur. Eski müftü mürted Turan Dursun, kitaplarında İslâm’a açıktan saldırırken Diyanet ve oluşturduğu heyet, Din İşleri Yüksek Kurulu, bu konuda neden bir açıklamada bulunmuyor, cevap vermiyor? Haydi, ülke içinde İslâm’a açıkça hakaret edenlere bir şey diyemiyorsa, ülke dışında meselâ, Hint asıllı mürted Salman Rüştü, aynı şekilde İslâm’a saldırdığı, Hz. Peygamber’in hanımları olan annelerimize hakaret ettiği zaman neden onu tel’in etmemiştir? Bazı resmî ve yarı resmî kuruluşların, kimi yetkililerin ve bir kısım medyanın herhangi bir olayı bahane ederek İslâm’a topyekün savaş açmalarına üç maymunu oynaması, görmemeyi, duymamayı, söylememeyi tercih etmesi başka neyle izah edilebilir? “İrtica” denilerek İslâm’a ve müslümanlara olmadık iftiralar atan, Hak Dini karalayan ve onunla en çirkin yöntemlerle savaşan medya ve diğer kesime karşı, Diyânet, Hak Dini müdâfaa etme ihtiyacı bile hissetmemekte ve “dilsiz şeytan” rolünü üstlenmektedir.
Tabii, Diyanet, hak karşısındaki bu sessizliğe/tepkisizliğe kılıf uydurmayı da ihmal etmiyor. Çünkü demokrasiyle(!) idare edilen bir ülkede her şey tartışılmalı. Gerekirse halkın en kutsal değerleri bile tartışılabilir; ama rejimin temel ilkeleri ve heykelleri tartışılamaz. Çünkü tartışılması Kemalist anlayışa ve Devlet dinine göre câiz değildir, demokrasi dininin kurallarını ihlâl etmektir.3677 “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi eğlence ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer mü’min iseniz Allah’tan korkun.” 3678
İslâm’ın, sosyal ve siyasal hayatı hayra doğru değiştirip dönüştürmesinin önünde en büyük engellerden biri, resmî/laik İslâmizasyon anlayışları ve bu işlevi gören kurumlar, en başta da Diyanet kuruluşlarıdır. Diyanet teşkilâtları, işgal
3677] Abdurrahman Çobanoğlu, İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, s. 55-69
3678] 5/Mâide, 57
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 975 -
altındaki bütün İslâm dünyasında büyük bir kambur, ayak bağı ve pranga durumundadır. İslâm dışı düzenler açısından ise, bir koltuk değneği, bir emniyet sibobu, bir drenaj kanalıdır. Diyanet görevlilerine “Din görevlisi” denilmektedir. Bu deyimdeki “din”den İslâm kast ediliyorsa, bu yanlış bir adlandırma olur. Çünkü İslâm’da, herkes dininin görevlisidir. İslâm’da, hıristiyanlıkta olduğu gibi ruhbanlık, ruhbanlar (din adamları) sınıfı yoktur. Bütün müslümanlar, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, dinlerini yaşayıp başkalarına yaşatmak için dinin kendilerini görevlendirdiğini kabul eden insanlardır. Onun için her müslüman, dininin vazifelisi, din görevlisidir. Ama, bu “Din görevlisi” tâbiriyle düzenin resmî dini kast ediliyorsa, diğer memurlar gibi, hatta onlardan öncelikli olarak Diyânet görevlilerine bu ismin/ünvanın verilmesinde sakınca yoktur. Kendilerine görev veren, nerede, hangi câmide ve hangi türde, hangi kanun ve yönetmelikler çerçevesinde görev yapacağını bildiren/emreden devlet olduğuna göre, bunların, her şeyden önce devlet görevlileri, devletin din için görevlendirdikleri, devlet dininin görevlileri olduğu daha mantıklı çıkarım olmaktadır. İslâm dışı güçlerin desteği/maaşı olmadan ayakta duramayacak olan bu grup, çoğu zaman kendilerini hak dinin temsilcileri olarak görürler. Bu da müslümanların cezâsı olarak yetmektedir.
Dünyadaki tüm küfür sistemleri, açık cephe alıp fertlerin içinden sökemedikleri Allah inancını köreltmek, saptırmak ve bu yolla insanları dalâlete düşürüp köleleştirmek için kendilerine Bel’amlar bulmak zorunda hissetmişlerdir. Tarihin çok eski devirlerinden itibaren, Kur’an’ın bildirdiğine göre meselâ Hz. Mûsâ döneminden bu yana, küfürle hükmeden düzenler, edindikleri bu yardımcılara para ve makam vererek onları toplumun önüne sürmüşlerdir. Bir taraftan da, dinî konularda bunların yetkili olduklarını yaymaya ve bu imajı toplumun kafasında yaşatmaya çalıştılar. Böylece, bu yolla halkın onlara tâbi olmasını sağlayarak, halk üzerinde kendi egemenliklerini ve baskılarını kurdular. Dünyadaki tüm küfür sistemlerinin İslâmî gerçekleri müftü, vâiz ve namaz memurları sâyesinde nasıl saptırdıklarına dair nice örnekler içinden birkaçına değinelim:
Bir taraftan dini afyon kabul ederek, insanları dinsizleştirmek için elinden geleni ardına koymayan Rusya’daki sosyalist düzen, diğer taraftan resmî müftüler atayarak, yıllarca insanları bu müftüler vâsıtasıyla saptırmağa çalışmıştır. Hac mevsimlerinde, bu kiralık müftüleri hacca göndererek, o kutsal topraklarda kendi propagandasını yaptıran sosyalist sistem, aynı zamanda ülkesindeki muvahhid mü’minleri kurşuna dizmiştir. Bu yaptıklarıyla sosyalist düzenin, müftü atamakta ne kadar samimi olduğu gözükmekte ve asıl amacının ne olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu gerçekler, yıllarca tüm dünyanın gözleri önünde cereyan etmiştir.
Yunanistan gibi hıristiyan çoğunluğa mensup bir ülke, sömürgesi altındaki Batı Trakya’nın Gümülcine’sinde resmî müftü atamaya çalışmış, halkın seçtiği müftüyü kabul etmemiştir. Bu durum, laik bir ülke olan Türkiye tarafından eleştirilmiş, İslâm düşmanı medya tarafından da Yunanistan’ın bu tutumuna karşı çıkılmıştır. Hıristiyan bir ülke, neden kendini İslâm’a nisbet eden halkın, kendisine seçtiği müftüyü kabul etmeyerek kendisi müftü atasın? Niçin müftü seçmekte bu kadar hassâsiyet göstersin? Bunun cevabı gâyet açıktır. Hıristiyan Yunanistan, eğer bir kişiyi kiralayarak müftü tâyin ediyorsa, bunun sebebi; diğer küfür rejimlerinde olduğu gibi, o şahıs ve kuruluş aracılığıyla müslüman halkı kendisine
- 976 -
KUR’AN KAVRAMLARI
boyun eğdirmek, itaat ettirmektir.
Orta doğuda, Asya ve Afrika’da da durum pek farklı değildir. Dünyanın hemen her yerinde, İslâm dışı düzenler, kendilerinin İslâm’la hiçbir ilgileri bulunmadığı halde, müslüman gördükleri halklara müftü, vâiz ve namaz memuru tâyin etmişlerdir. Bu kiralık görevliler de, ücret aldıkları küfür rejimlerine hizmeti ibâdet telakki ederek görevlerini lâyıkıyla yapmışlar, halklarını din adına aldatmışlardır. Zaten İslâm dışı düzenler de bunu yapmaları için kendilerine ücret ödüyorlar. Bunlardan birçoğu da toplum içinde oldukça ün salmış, meşhur edilmiş kişiler olarak ortaya çıkarlar. İşin en tuhaf yönü ise, bu kiralık görevlilerin, İslâm dışı rejimlerin uşakları ve hizmetkârı olduklarını unutarak, kendilerini gerçekten İslâm âlimi, İslâmî konularda söz sahibi olduklarını zannetmeleridir.
Diyanet İşleri teşkilatını niçin kurduklarını açık bir şekilde anlatan, laik sistemin akıl hocası ve düşünürü, 1961 anayasasının mimarlarından biri olan Prof. Mümtaz Soysal’ın “Yüz Soruda Anayasanın Anlamı” adlı kitabındaki ifadeleri, bu söylediklerimize ışık tutmaktadır. Soysal, laikliğin tarifini ve Batı toplumlarında geçirdiği evreleri tanımladıktan sonra, laikliğin önünde engel teşkil eden İslâm dininin, nasıl etkisiz hale getirilerek devre dışı bırakıldığını şöyle anlatıyor:
“Dinin toplum işlerinden, toplumsal görevlerinden sıyrılıp ‘vicdanlara itilmesi’, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü sayılabilmesi. Bu, aynı zamanda, dünya işleriyle çok yakından ilgili olan müslümanlığın kendi içinde de bir reforma girişmek demek. Bir bakıma, Atatürk’ün uygulamak istediği laiklik politikası, dini ‘toplumsal’ olmaktan çıkarıp ‘kişisel’leştirirken, müslümanlığın temel niteliklerinden birine de dokunmuş oluyordu. Laik devlet, yalnız mezhepler arasında ayrım gütmeyen, resmî bir dini olmayan, dinsel kurallarla iş görmeyen bir devlet olmakla kalmamalı, aynı zamanda dinin vicdanlara itilmesi için gerekli tedbirleri de alabilen devlet olmalıydı.” 3679
Prof. Soysal’a göre devlet, laikliğin öngördüğü tedbirini aldı. Aldı almasına da, ancak İslâm dini, büyük bir engel olarak laikliğin karşısında, olduğu gibi duruyordu. Çünkü İslâm’da, hıristiyanlıktaki gibi din ve devlet işleri ayrı ayrı değildi. Soysal bu gerçeği şu ifadelerle dile getiriyor: “İslâm dini, din ile devlet işlerini ayırmak şöyle dursun, bunlarda tam bir kaynaşma getiriyor. Din, insanların iç dünyaları kadar, devlet konusundaki davranışları da kurallara bağlamak amacını gütmektedir. Bu alanda laikleşmeğe doğru atılan her adım, eninde sonunda dinin kendisiyle çatışmaya kadar varıyor.” 3680
Laik rejim İslâm’la çatışmayı göze alamadı. Ancak, bu engel kaldırılmalı, ama çatışma olmadan bu iş halledilmeliydi. Çünkü böyle bir çatışma laik rejimin sonu demekti. O halde, laikliğe zarar verilmeden bu iş gerçekleştirilmeliydi. Ve formül bulundu: İslâm isim olarak var olmalıydı, ancak, hüküm/uygulama olarak kaldırılmalıydı. Laik rejimin çok güveneceği bir teşkilat kurulmalı, bu kuruluş, dinin vicdanlara hapsedilme işini en iyi şekilde yerine getirmeliydi. Diyanet İşleri Teşkilatı böylece kuruldu. Diyanetin laik sistem içindeki yerini ve görevini istenildiği gibi nasıl yerine getirdiğini de Soysal şöyle ifade ediyor:
“Laik bir devlette ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nın genel idare içinde yer alması,
3679] Mümtaz Soysal, Yüz Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek Y., s. 171
3680] Mümtaz Soysal, a.g.e., s. 172
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 977 -
Türk devriminin özelliklerine uygun bir laikliğin, yani dini toplum işlerinden kişisel vicdanlara itebilme işinin daha sağlam ve emin yollardan gerçekleştirilmesi dışında herhangi bir anlam taşıyamaz.” 3681
Soysal, çok açık bir şekilde, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş amacını ortaya koymaktadır. Buna göre, Diyanet’in görevi, dünya ve âhiret nizamı olan İslâm nizamının, devletle ve dünya ile ilgili olan kurallarını gizleyerek onu ruhbanlık dini haline getirmeye ve böylece onu vicdanlara hapsetmeye çalışmaktır. Bunun için; müftüler, vâizler ve namaz memurları yetiştirmek, bunların nasıl hareket edecekleriyle ilgili esasları belirlemek, bu esaslar doğrultusunda hareket edip etmediklerini, laik sisteme uygun konuşup konuşmadıklarını kontrol etmek üzere, müfettişler görevlendirmek Diyanetin temel görevidir.
Laik sistem, kendi emniyeti için kurduğu ve emniyet sibopluğu yaptırdığı Diyanet örgütüne yalnızca eleman yetiştirmekle kalmamış, aynı zamanda bu yetiştirdiği elemanlarına işleyecekleri dinî cinâyetleri (dini vicdanlara hapsetmeye çalışmaları) karşılığında, bütçesinden her yıl düzenli olarak ve miktarı laik rejimin birçok bakanlığın bütçelerinin 10-15 katı kadar parayı rüşvet olarak vermiştir. Laik rejim, protokolda, Tapu Kadastro Müdürlüğü kadar bir yere sahip olan Diyanet Teşkilatına, devletin çok önemli altı bakanlığının toplam bütçesinden daha fazla bir parayı ayırıyordu. Ayrıca, yıl ortasındaki ek ödenekler ve Diyanet Vakfının gelirlerinin de eklenmesi ile bir müdürlük seviyesindeki Diyanet örgütünün bütçesi, devlet içinde devlet bütçesi haline geliyor.
Bütün bu rakamlar çok büyük, hatta korkunç gelse de; aslında, Diyanet teşkilatının işlediği dinî katliamlar karşılığında az bile kalmaktadır. Çünkü Rusya, büyük askerî gücüne ve onca imkânına rağmen, bir avuç Çeçen’in kafasından din duygusunu, gönlünden cihad ve şehitliği, onca propaganda, saldırı ve işkenceye rağmen kaldırmayı başaramazken, Diyanet, kan dökmeden ve baskı yapmadan personeli vâsıtasıyla yaptığı propagandalarla, dini toplumsal hayattan kaldırma ve toplumu hak dinden kopararak devlete tâbi kılma açısından Rusya ile karşılaştırılamayacak büyük başarı elde etmiştir. Konuyu bir de nüfus açısından ele alacak olursak, sonuç daha büyük boyutlara ulaşmaktadır. Yani Rusya, 250 milyonu geçen nüfusu, süper askerî ve malî gücü, sosyalist ideolojisi, baskı ve saldırılarıyla, bir milyon Çeçen’in kalbinden ve kafasından imanı sökmeye muvaffak olamazken; diyanet örgütü, 88 bin çalışanı ile 70 milyon insanın kalbindeki ve kafasındaki imanı geçersiz hale getirerek onları birer uydu/köle haline getirebilmiştir. Rusya 250 milyon nüfusuyla bir milyona yapamadığını, Diyanet örgütü 88 bin çalışanıyla 70 milyona yaptı. Bu nedenle, Diyanet’in aldığı ücret/rüşvet az bile kalmaktadır. Diyanet şebekesinin zavallı elemanları rejime yaptıkları hizmetleri bir bilselerdi, generallerin rejime yaptıkları hizmetlerden çok daha fazla olduğunu ve rejimi nasıl koruduklarını görürlerdi. Çünkü Diyanet örgütü, içerideki dinsel düşmanı (irticâyı) etkisiz hale getirmekte, generallerin dış düşmanı etkisiz hale getirmelerinden daha başarılıdırlar. Diyanet teşkilatının her elemanı, yaptıkları üstün ve başarılı görevleri için aslında mareşallikle ödüllendirilmelidir.
Ancak, her işte olduğu gibi, bu konuda da insanların bir hesabı varsa, Yüce Allah’ın da bir hesabı var ve Allah, hesabında daima üstün gelendir. “Kâfirler
3681] M. Soysal, a.g.e. s. 174
- 978 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istemese de Allah dinini üstün kılacaktır.”3682 İşte bu Diyanet şebekesi konusunda da laik sistemin hesabı yine tutmadı. Tıpkı İmam-Hatip Liselerinde ve İlâhiyat Fakültelerinde tutmadığı gibi. Çünkü düzen, onca rüşvet vererek kiraladığı dinsel suçlu müftü, vâiz ve namaz kıldırma memurlarından kimileri, işledikleri cinâyetin farkına vardılar. Allah korkusunun ağır basması sonucunda, laik rejimin ellerine tutuşturduğu, rejimi öven kâğıtları bir kenara fırlatıp ellerine Kur’an’ı alarak aslına uygun bir şekilde hak dini halka anlatmaya çalıştılar. Ancak, rejimden onca rüşvet alan Diyanet ve bağlı olduğu yetkililer boş durur mu? Hemen harekete geçerek namaz memurlarından halka Kur’an’ın anlamlarını anlatan ve okutanları araştırmaya başladılar ve Kur’anî gerçekleri insanlara ulaştırmaya çalışanlardan tespit edebildiklerinin işine son verdiler.
Diyanet İşleri, dinin bir vicdan meselesi olduğunu halka kabul ettirmek için, sürekli olarak bu tarzda hutbeler hazırlar ve namaz kıldırma memurlarına da bu hutbeleri okutur. Bu hutbeleri okumayanları uyarır, cezalandırır, hatta gerekirse görevine son verir. Diyanetin bağlı bulunduğu yasa, dinin bir bölümünü anlatmaya, bir bölümünü gizlemeye görevlileri zorlamaktadır. Aynı yasa, laiklikle çatışan, Kur’an’ın devlet ve egemenlikle ilgili hükümlerini gizlemeleri gerekirken bunları açıklayan görevlilerin işlerine son verileceğini de ortaya koymaktadır.
İslâm dini, devlet ve hüküm/egemenlik esasını ilk plana almaktadır. “Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, bu gerçeği ifade etmektedir. Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar süregelen risâlet zinciri, sadece bu gerçeğin anlaşılması içindi:
“Andolsun Biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan kaçının’ diye (emretmeleri için) her ümmete/topluma bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmına hidâyet edip onları doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı için de sapıklığa düşmek hak/gerekli oldu. Yeryüzünde gezin de görün; inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!”3683 Kur’ân-ı Kerim, hâkimiyet konusunu, sürekli olarak işlemekte, baştan sona kadar bu konuya işaret etmektedir. “Hüküm, yalnız Allah’ındır. O, yalnız kendisine ibâdet/kulluk etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Ama insanların çoğu bilmezler.” 3684
Hâkimiyetin ancak kendisine ait olduğunu bildiren Yüce Allah, indirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin kâfir, zâlim ve fâsık olduklarını, hükümleri gizleyenlerin de aynı kategoriye girdiklerini bildirdikten sonra, Kur’an’la mutlaka hükmedilmesi gerektiğini emretmektedir. “Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitabı (Kur’an’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların hevâlarına/keyiflerine/arzularına uyma... Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et.” 3685
Yüce Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmını gizleyerek saklayanların ve hükümleri istemeyenlerin câhil olduğunu bildiren Kur’an, en güzel hükmedenin Allah Teâlâ olduğunu haber vermektedir: “Yoksa câhiliyye hükmünü/idaresini mi istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?”3686 Yüce Allah’ın indirdiği hükümleri gizlemek ve bunlarla hükmetmemek, ya da
3682] 9/Tevbe, 33
3683] 16/Nahl, 36
3684] 12/Yûsuf, 40
3685] 5/Mâide, 48-49
3686] 5/Mâide, 50
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 979 -
İslâmî esasların günümüzde geçerli olmadığını düşünmek ve söylemek; dini yalanlamak, inkâr etmektir: “Artık bundan sonra hangi şey, sana dini yalanlatabilir? Allah hükmedenlerin en güzel hükmedeni değil mi?” 3687
Aldıkları birkaç kuruş için İslâmî hakikatleri örtbas edenler, aslında İslâmî esaslardan ne kadar uzak olduklarını ortaya koymaktadırlar. Hakkı ortaya koymanın yolu, başta câhilî bütün sistemleri reddetmekten, daha sonra İslâmî esasları çok iyi öğrenmekten geçer. Bunun için hakkın ve bâtılın net olarak ortaya konulması gerekmektedir. “Dinde ikrâh/zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayrıt edilmiştir. O halde, kim tâğutu (Allah’tan başka hüküm koyanı) reddedip Allah’a iman ederse, kopması mümkün olmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.” 3688
İşte, Diyânet teşkilâtı, bu hakikatlerin gün yüzüne çıkmaması için müftü, vâiz ve namaz kıldırma memurlarına ücret vermekte ve bu gerçekleri topluma duyuranları ise hiç bekletmeden kovmaktadır. Diyanet teşkilatının başına, dinin bir vicdan işi olduğu felsefesini kabul etmiş ve bu felsefe doğrultusunda hareket edeceğine dair güvence vermiş başkanlar getirilmektedir. Bu başkanlar, görevlerini laik düzenin emirleri doğrultusunda yapmaktadırlar. Bunların emrindeki câmi görevlileri de kendilerine yasalarla emredilenleri yerine getirmektedir. Bu görevliler, kendilerine verilen görev gereği, Kur’an’ın bütününü Arapça aslıyla okudukları halde, bir kısmını gizleyerek, kalan diğer kısımlarının anlamını halka ulaştırırlar. Bu ücretli görevlilerin, dinin ancak bu kadarını bildikleri söylenemez. Çünkü bir âyeti okuyup onun altındaki veya üstündeki âyetleri görmemek mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’deki iyilik, güzellik, yardım severlik konularındaki âyetleri sürekli okuyarak; içki, kumar, zinâ, fâiz ve hâkimiyetin Allah’a ait olduğuyla ilgili âyetleri toplumdan gizleyen görevliler, ancak kendilerine verilen Bel’amlık görevini ifa etmektedirler. Bu görevlilerin böyle yapmasını isteyen, Diyanet teşkilatını kuran laik düzendir. Ancak şu unutulmamalı ki, Yüce Allah, indirdiği açık delillerin tümünün açıklanmasını istemekte ve bir kısmını gizleyenlere lânet edileceğini bildirmektedir:
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti, Biz Kitap’ta insanlara açıkça belirttikten sonra, gizleyenler (var ya), işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder.”3689; “Allah’ın indirdiği Kitap’tan bir şey gizleyip onu az bir paraya satanlar var ya, işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyâmet günü Allah onlarla ne konuşacak ve ne de onları temize çıkaracaktır. Orada onlar için acı bir azap vardır. Onlar hidâyeti/doğru yolu bırakıp sapıklığı, mağfirete karşılık olarak da azâbı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar!” 3690
Oysa Kitab’a vâris olanlar, Kitab’ı açıp okuyanlar, onu açıklamakla mükellef tutulmuşlardır. Diyanetin maaşlı elemanlarının çoğu ise, aldıkları birkaç kuruş için, onu gizlediler, hükümlerini saptırdılar ve böylece Kitab’ın hükümlerini arkalarına attılar. “Allah, kendilerine Kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz!’ diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü kulak ardı
3687] 95/Tîn, 7-8
3688] 2/Bakara, 256
3689] 2/Bakara, 159
3690] 2/Bakara, 174-175
- 980 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!” 3691
Diyanet görevlileri, dinin toplum tarafından anlaşılmasını, dinin sosyal ve siyasal yönlerini, iyilikleri emretmek ve kötülüklerle mücâdele etmenin her müslümanın görevi olduğunu anlatmayarak, kötülüklerin toplum hayatına egemen olmasına destek oldular. Bu görevliler, kötülüklerin toplum hayatına hâkim olması için, elbette ki kötülüğü övüp halkı teşvik etmediler; zaten onlara bu görev de verilmemişti. Kötülükleri başkaları, rejimin bizzat kendisi toplumun önüne çıkardı; fakat toplumdaki dinî inanç, bu kötülüklerin yayılmasını engelliyordu. Bu dinî inanç toplumdan kalkmadıkça kötülük yayılmayacaktı. Öyleyse bu dinî inanç kalkmalıydı, ya da vicdanlara hapsedilmeliydi ki, kötülüklere meydan açılabilsin ve her çeşit şer ortalıkta özgürce işlenebilsin. Dini vicdanlara itebilme işi, toplum içinden çıkan, toplumun güveneceği kişilere verilmeliydi ki, toplum uyanıp laik rejime, şerlerin egemen olduğu düzene ve yapıya karşı gelmesin.
Evet, Diyanet görevlileri, büyük çoğunlukla, dini vicdanlara hapsederek gerçekleri gizlemişler, hakkın toplum tarafından anlaşılmasına engel olmuşlardır. Bu ise, yapılabilecek en kötü işti: “Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!”3692; “Allah’ın âyetlerini az bir paraya sattılar da O’nun yoluna engel oldular. Onların yaptıkları, gerçekten ne kötüdür!”3693 Bu görevliler, bunu ister bilerek yapsınlar, isterse bilmeden; bâtılı emretmeleri, bundan da kötüsü, hakla bâtılı karıştırmaları, cinâyet olarak yeter! “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın; yalnız Benden (Benim azâbımdan) korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın; bilerek hakkı gizlemeyin.” 3694
Yine, hangi sebeple olursa olsun, hakkı gizleyerek belli konuları işlemeleri, onların Kur’an’ı böldüklerinin açık bir delilidir. Bunun hesabı, elbette sorulacaktır. “Onlar ki Kur’an’ı bölük bölük ettiler. Senin Rabbin hakkı için Biz onların hepsine, yaptıkları şeylerden soracağız. O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırma!”3695 Kur’an’ı parça parça ederek bir bölümü ile hareket edenler için Kur’an’ın öngördüğü ceza, dünya hayatında laik düzenlerin isteklerine göre hareket ettiklerinden dolayı rezillik, rezillerin âhiret cezası ise, azâbın en şiddetlisine atılmaktır. “...Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyâmet gününde de (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir.” 3696
Diyânetin memurları, bu itaatkâr tavırlarıyla, bilerek veya farkında olmadan; Diyanetin, dolayısıyla laik düzenin emir ve yasaklarını Allah ve Rasûlünün emir ve yasaklarının üstüne çıkarmış oluyorlar. Bu nedenle, Kur’ânî emirler bunlar için pek bir şey ifade etmeyebiliyor. Bunun en açık örneği, cenâze namazları ile ilgili tutumlarıdır. Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın dininden hoşlanmayanların, fâsıkların ve münâfıkların namazlarının kılınmamasını, mezarları başında durulmamasını isterken, bu namaz memurları, bırakın münâfıkları, Allah’ın dinine ve müslümanlara düşman olan dinsizlerin (daha doğrusu, farklı din mensupları
3691] 3/Âl-i İmrân, 187
3692] 5/Mâide, 79
3693] 9/Tevbe, 9
3694] 2/Bakara, 41-42
3695] 15/Hicr, 91-94
3696] 2/Bakara, 85
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 981 -
müşriklerin) bile namazlarını kılmakta, onlar için duâ etmektedirler. Namazdan sonra da bu müşriklerin ölüsünü almaya gelenlerin bazılarınca, “kahrolsun şeriat!” diye İslâm’a saldırdıkları durumlar bile olabilmektedir. “Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma, onun kabri başında da durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak öldüler.”3697 Şimdi, bir tarafta Yüce Allah’ın emri, diğer tarafta Diyanet ve laik sistemin emri var. Namaz memurları laik düzenin emrine tâbi olduklarını ortaya koyarak, Yüce Allah’ın bu emrinin tersine hareket ediyorlar. Bu davranışlarıyla da Kitab’ın hükümlerini arkalarına atmış oluyorlar.
Diyanete, daha doğrusu laik düzene hizmeti ibâdet kabul eden müftü, vâiz ve namaz kıldırma memurlarından oluşan bu grup, tevbe ederek Allah’a ve O’nun yüce Kitabına tam teslim olmadıkları ve Kur’ânî gerçekleri insanlara olduğu gibi anlatmadıkları sürece, ne müslümanlarla beraber olabilirler ve ne de Yüce Allah tarafından bağışlanırlar. “İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Onlardan azap hiç hafifletilmez ve onlara hiç yardım edilmez.”3698; “Ancak, tevbe edip düzeltenler, (Hakkı) açıklayanlar başka. Onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve merhametli olanım.”3699; “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında ancak rezilliktir. Kıyâmet gününde ise (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” 3700
Hamdolsun, bu âyete göre durumlarını düzeltenler, günden güne çoğalmakta ve birçok Diyânet görevlisi, yalnızca Yüce Allah’a kul olma şerefine ulaşmak için çalışmaktadırlar. Ancak, rızık endişesiyle hâlâ gerçekleri gizleyen büyük bir grup Diyanet görevlisi bulunmaktadır. 3701
Diyanetin Hutbelerinden Küçük Birer Kesit: 1973’te basılan, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından “Hutbeler” adlı kitaptaki hutbe konularından bazıları şunlar: “Hâkimiyet Milletindir”, “Hürriyet ve Adâlet Sevgisi”, “Yurt Sevgisi ve Vatana Bağlılık”, “Vatan Sevgisi”, “Askerlik Sevgisi”, “Dinimiz Kaçakçılığın Her Çeşidini Yasaklamıştır”, “Millî ve Dinî An’anelerimize Bağlı Kalalım”, “Ormanların Korunması ve Ağaç Yetiştirilmesi”, “Dinimizin Zenaat ve Tekniğe Verdiği Önem”.
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından, 1981 yılında basılan ve kapağında “Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılı Dolayısıyla” diye not düşülmüş, câmilerde İmam-Hatiplik yapanlara hutbe olarak yararlanmaları için hazırlanan “İmam-Hatipler İçin Örnek Metinler” adlı kitaptan birkaç konu/hutbe başlığını sayalım: “Yurtta ve Cihanda Sulh”, “Türk Devleti, Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez Bir Bütündür”, “Türklük ve Müslümanlık”, “Çalışmak Bir İbâdettir”, “Vatan ve Millet Sevgisi”, “Askerlik ve Yurt Savunması”, “Cumhuriyet Fazilettir”, “Milli Hâkimiyet Bayramı”, “Çanakkale Zaferi”, “30 Ağustos Zaferi”, “Vergi Vermek Çok Önemli Bir Vatandaşlık Görevidir”, “Ağaç ve Orman Sevgisi”, “Yerli Malı Kullanalım”, “Kaçakçılık ve Karaborsacılık”, “Anarşi, Terör ve Bozgunculuk”,
3697] 9/Tevbe, 84
3698] 2/Bakara, 86
3699] 2/Bakara, 160
3700] 2/Bakara, 85
3701] Ramazan Yılmaz, Tevhidin Düşmanı Tefrika, s. 155-171
- 982 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Turizmin Önemi”.
Hakk’a ve hak dine inanmayan insanların bize din biçmelerine, kendi bâtıl dinlerini bize dayatmalarına, hak dini tahrif etmeye çalışmalarına, Allah’a ve Allah’ın dinine iftira etmelerine göz yumacak ve boyun eğecek değiliz. Onların ilâhlıklarını, rabliklerini reddedeceğiz; onların tuzaklarına düşmeyeceğiz. Onların (b)alıkları avlamak için oltalarına taktıkları “din”i yutmayacağız. Dinimizi, düzenin resmî kurumlarından ve din tüccarı Bel’amlardan değil; temiz kaynağından; Kur’an’dan, sahih sünnetten ve takvâ sahibi âlimlerden öğreneceğiz.
Çağından Sorumlu Kişiler; Âlimler
İlim vahyin kendisidir. Vahyin önüne geçen, ya da vahiyle sağlaması yapılamayıp ona ters düşen bilgi ilim değildir. İlim, bütün peygamberlerin ortak mirasıdır. İlim, söz ve amelin sıhhati için şarttır. Söz ve amel, ancak ilimle itibar kazanırlar. İlim, amelden önce gelir. İlim, amelin rahberi ve mürşidi konumundadır. İlmin amelden önce gelmesinin nedeni, akîdede hak ve bâtılı, ibâdetlerde sünnet ile bid’ati, ahlâkta güzel ile çirkini, sözlerde doğru ve yanlışı, ilişkilerde sahih ile müfsidi, ölçülerde makbul ile makbul olmayanı birbirinden ayırt ediyor oluşudur. İlim, inançtan bile önce gelir. Neye, nasıl inanacağını bilmeden sağlam bir akîdenin oluşması mümkün değildir. Şeriatın gaye ve hedeflerini anlama, dinî hakikatleri kavrama sorunu, ancak ilim merkezli bir gayret ile elde edilebilir. İlim, her türlü İslâmî çalışmada şarttır.3702 Her ne kadar Yüce Kur’an, anlaşılması kolay; açık ve berrak hükümler içeriyor olsa da, Kur’an’ın ve Sünnetin hayata aktarılmasında ihtisas gerektiren ilmî bir disiplinin rolü inkâr edilemez. Yüce Kitabımız Arapça inmiştir ve Arapça ilmine vâkıf olmak âyetlerin hedef ve maksatlarını kuşkusuz daha iyi anlamada yarar sağlamaktadır.
Yine, bunun yanı sıra sebeb-i nüzul bilgisi, tefsir ve hadis usûlü, hüküm istinbat etme yolu (Fıkıh usûlü) gibi alanlar, inkâr edilemeyecek şekilde Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’i daha derinlikli ve hikmete uygun bir şekilde anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Ancak, bu ilmî disiplinler, belli birikim gerektiren ihtisas alanlarıdır. Bu ilmî birikimlere sahip olan “ulemâ”nın, İslâmî bir yürüyüşe öncülük etmedeki rolü, hem daha etkin hem daha kuşatıcıdır. Peygamberlerin vârisleri olarak sorumlulukları bildirilip taltif edilen “ulemâ”, tevhidî gerçekleri, peygamberlerin topluma ulaştırdığı yol ve yöntemlerle topluma ulaştırma gayreti içinde olan “ulemâ”dır. İslâmî hareket içinde tevhidî şuura sahip muttakî âlimlerin yerini alması ve sahip oldukları ilmî birikimlerini hareketin güçlenmesi yolunda harcamaları gerektiği, inkâr edilemez bir gerçektir. Çünkü ilim adamlarının sahip oldukları ilmî birikimin onları toplumda daha fazla dikkat ve câzibe merkezi haline getirdiği bilinen bir husustur.
Bu bağlamda şunu da belirtmeliyiz ki, İslâm nokta-i nazarında ilim belli bir kesimin tekelinde bir metâ olarak görülmez. İslâm, başta ruhbanlık olmak üzere, her türlü sınıf sistemine karşıdır. “Her ilim sahibinin üstünde bir âlimin bulunması3703 Kur’an’da işaret edilen bir vâkıadır. Mesleği, ilgi alanı ve sorumluluğu ne olursa olsun, her müslümanın kendi konumunun gerektirdiği vahyî ilimle donanması gereklidir. Her Müslüman bildiğinin âlimi, bilmediğinin de talebe3702]
12/Yusuf, 44, 45
3703] 12/Yusuf, 76
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 983 -
si olmak zorundadır. Bildiği doğruları sadece kültür zenginliği olarak üzerinde taşımaz; bildiği doğrularla amel ederek ilmi hayatına geçirir ve başkalarına da dâvet, tebliğ, nasihat ve emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar. Tarih boyunca ulemânın toplum üzerindeki gücü, özellikle kritik dönemlerde, bâriz bir şekilde hissedilmiştir. Buna, Moğollara karşı, kalemi ve lisanıyla Müslümanlara kahramanlık ve cesaret aşılayan Ahmed İbn Teymiyye ile İslâm akîdesini koruma uğruna “Mihne” döneminde her türlü işkenceye katlanan Ahmed İbn Hanbel örnek olarak verilebilir. İlim adamlarının Allah katında sorumlulukları diğerlerine göre çok daha ağırdır. Hele günümüzde parçalanmışlık içinde bulunan ümmetin bu vahim tablosu karşısında, tevhid ehli hiçbir âlimin yerinde oturup kalması veya ümmet sorunlarına duyarsız kalması düşünülemez. Böyle ise, o âlim değildir. İlmî seviye oranında bu mes’ûliyet artar.
Parçalanmış, zaafa uğramış ümmetin elinden tutup ümmetin kalkınması ve yeniden yapılanmasında, en fazla öncülük yapma görevi, ulemâya aittir. Yığınlarla bilgisi olmakla birlikte, bilgisini, öngörülen sorumluluk içinde kullanmayan ve bu bilinçle hareket etmeyen ulemâ, büyük bir vebal altında kalacaktır. Dâvetin topluma ulaşmasında rehberlik görevini görecek ulemânın, birtakım kısır veya cüz’î tebliğ faâliyetleriyle kendilerini sınırlandırmaları, onları bu vebalden kurtaramaz. “Toparlayıcılık” misyonu ya da ümmetin önündeki engelleri kaldırma misyonu, onların eliyle gerçekleşmelidir. Ancak, yaşadığımız toplumda, anlaşılmaktadır ki, tevhidî duyarlılığa sahip ilim adamlarının tek başına bu işin altından kalkmaları imkânsız gibi görünmektedir. Onların birçoğu, birtakım ârızî sebeplerle, halktan uzak kalmışlar ve toplumun sosyolojik analiz ya da tahlili, egemen sistemin işleyişi, toplumsal hastalıkların keşfi, Müslümanların ayağa kalkış yöntemi gibi konularda yeterlilik sahibi olamadıkları görülmektedir.
Dolayısıyla, ilim adamlarımızın, toplum içinden gelen entelektüel birikimin sahibi, tevhidî şuura sahip aktivist Müslüman öncülere de ihtiyacı vardır. Her iki birikimin bütünleşmesi, öncü kadro misyonu açısından, zorunlu ve vazgeçilmez gözükmektedir. Aslında, aydın ve hareket adamı aktivist muvahhidlerin belirli oranda da olsa ilim sahibi olma zorunluluğu gibi; gerçek ulemânın aynı zamanda entelektüel yetiye sahip, çağı ve insanları her yönüyle tanıyan aydın kimliğinin de bulunması gerekir.
Diğer bir tâbirle, ümmete öncülük yapacak kadrolar içinde, ulemâ var olan bilgisiyle, diğer aktivist Müslümanlarda var olan ilmiyle, diğer aktivist Müslümanlar da var olan tecrübe ve yetenekleriyle yerini almalı ve bu iki tâife, sorumluluklarının bilincinde ve istişare içinde birbirleriyle bütünleşebilmelidir. Bununla birlikte her ulemânın aktivist, her aktivistin de belli oranda ilimle kuşanması gerekir.
Ulemânın rolü ve sorumluluğu İslâm’ın egemen olduğu bir toplumda farklıdır; İslâm’ın egemen olduğu bir toplumda farklıdır. Küfrün egemen olduğu bir toplumda, ulemânın, sanki İslâm devletinde yaşıyormuş gibi davranması, çok ciddi bir zâfiyet, çok ciddi bir açmazdır. Böyle bir toplumda ulemânın öncelikli ve en âcil görevi, toplumu İslâm’a doğru dönüştürecek İlâhî yasaları harekete geçirmede rehberlik yapması, örnek yaşayışıyla öne düşmesidir.
Kur’an’ın itikadda hedefi iki şey üzerinde yoğunlaşır: 1- İlmî tevhid, 2- Amelî tevhid. (Faydalı ilim ve sâlih amel).
- 984 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ulemânın ayrıca, İlâhî programa uygun İslâmî bir yürüyüşü denetleme gibi bir görevi de vardır. Yürüyüşün İlâhî maksatlara uygun bir şekilde yürümesini kontrol etme, hareketin ifrat ve tefrite sapmasını engelleme, hareket önderlerinin fevrî ya da usûle aykırı davranmalarını tespit ve murâkabe etme gibi fonksiyonları da icrâ etmeleri gerekir. Bu noktada, İslâm hukukunda yerini alan bir kavram olan, “ehl-i hal ve’l-akd” kurumunun yürütücü işlevlerini muttakî ulemâ üstlenir. Ulemâ, ümmet içinde var olan her türlü potansiyeli bir harekete dönüştürme sorumluluğunu üstüne almalıdır. Bu kadar hayatî görevlere hâiz olan ulemâ kadrosunun, dar, cüz’î ve kısıtlı tebliğ ya da eğitim faaliyetleriyle kendilerini sınırlandırması, cidden şaşılacak bir durumdur. Bir toplumda “ulemâ” acziyet içinde ise, diğer Müslümanların halini varın siz düşünün. Allah, onlara şu âyette, verdiği bilgiyi gizlememeleri konusunda şiddetle ikaz etmiştir: “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti Biz kitap’da insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim.” 3704
Yahya b. Muaz şöyle diyor: “Âlimler, Muhammed’in (s.a.s.) ümmetine anne ve babalarından da şefkatlidirler. Çünkü anne ve babaları onları, dünya ateşinden, âlimler ise âhiret ateşinden korurlar.” 3705
Merhametli, vicdanlı, şefkatli, imanlı ve sâlih amel sahibi bir anne ve baba çocukları için neleri düşünüyor, neleri istiyor, neleri yapıyorlarsa, muttakî âlimler, onlardan daha çok şeyleri ümmet için istiyor ve yapıyorlar... Muvahhid ve mücâhid İslâm ulemâsı, peygamberlerin varisleri olduklarının şuurunda ve idrakindedirler... Onların her biri, ümmet için çoban olduklarının ve kendilerine vacib olan sorumluluklarının farkındadırlar...
Abdullah İbn Ömer (r.anhuma)’nın rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Hepiniz çobansınız ve her biriniz elinizin altındakinden sorumlusunuz.” 3706
Bir anne ve babanın evladından sorumluluğundan daha çok âlim, ümmetten sorumludur... Bir anne ve baba nasıl ki, çocuklarının sıhhatinden, hasta olduğunda tedavisinden ve ameliyatından, eğitim ve öğretiminden, edeb, terbiye ve güzel ahlakından, iktisadî hayatından, meslek ve işinden, ayrıca istikbalinden sorumlu ise, âlim de ümmet için aynı sorumluluğu taşımaktadır... Çünkü ümmetin genel velayeti, muttakî ve mücâhid ulemâdadır... İslâmın âlimleri, ümmetin sağlığından, hastalığının sıhhatli tedavisinden, ekonomisinin helâl üzere devam etmesinden, yabancı unsurlardan temizlenmesinden, düşman saldırısından korunmasından, eğitim ve öğretim, edeb ve güzel ahlâklı olmasından sorumludurlar... Ümmet hayatının Allah’ın hükümlerine ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) Sünnetine uygun olmasından muttakî ulemâ sorumludur... Eğer bu konularda herhangi bir noksanlık var ise, âlimler tarafından tesbit edilip giderilmesine çalışılmalıdır... Her şeyden önce İslâm ulemâsı hür ve bağımsız olmalıdır... İslâm topraklarını işgal eden müstekbir egemen tağutlardan tamamen uzaklaşmış ilişkisini kesmiş
3704] 2/Bakara, 159-160
3705] Gazâlî, İhyâ, Çev. A. Serdaroğlu, Bedir Y., c. 1, s. 37
3706] Buhârî, Kitabu’l-Cuma, B. 11, Hds. 18, Kitabu’l-Ahkâm, B. 1, Hds. 2; Müslim, Kitabu’l-İmâre, B. 5, Hds. 20; Ebû Dâvud, Kitabu’l-Harac, B. 1, Hds. 2928; Tirmizî, Kitabu’l-Cihad, B. 27, Hds. 1757; İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 108, Hds. 212
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 985 -
ve onlarla asla uzlaşmayan taviz vermeyen ulemâ ancak çağın problemlerini İslâm ölçülerince çözebilir... Çözülen problemlerin hayatta uygulanışının örneğini yine muvahhid ulemânın ortaya koyması icab eder... Eğer bilgi yüklü kişiler, ümmete rehberlik yapmıyor ve onların dertleriyle ilgilenmiyorlarsa, onlar, gerçekten âlim olamazlar... Âlimler, Allah’dan gereği şekilde korkar ve kendilerine yükletilen sorumluluğunun idrakinde oldukları için vazifelerini yerine getirirler... İmanı sağlam bir şekilde ilmiyle âmil olmayan kişiler, sadece bilmekten dolayı âlim olamazlar...
Ebû’d Derda (r.a.) şu tesbitte bulunmuştur: “Öğrenci olmadıkça ilim sahibi olamazsın. Kendisiyle amel etmedikçe ilimden dolayı da âlim olamazsın.”3707 İbn Mübarek (rh. a.) ise şöyle der: “Âlim, okumaya devam ettiği müddetçe âlimdir. Ne zaman âlim olduğunu zanneder ve ilmini arttırmaktan vazgeçerse, işte o zaman câhil olur. 3708
Kendisini sorumlu olarak kabul eden muttakî âlim, kendisine yalnız ve yalnız Rasûlullah’ı (s.a.s.) önder ve hayat örneği edinmiş,3709 Rabbi Allah’ı sevdiği için O’nun emriyle Rasulüne (s.a.s.) uymuş,3710 zamanın en uyanığı olan bir kişidir. Yalnızca Allah’dan korkan ve ne olursa olsun, neye malolursa olsun, Allah’ın ayetlerini dosdoğru okuyup beyan eden,3711 onları asla dünya malına ve menfaatına değişmeyen izzetli ulemâ, okudukları Rabbleri Allah’ın kitabına göre “Rabbânîler” olmuşlardır...
Rabbimiz Allah şöyle buyurur: “Öğrendiğiniz ve ders verdiğiniz Kitaba göre Rabbanîler olun.”3712 Bu âyeti açıklayan İslâm ulemâsı şunları demişlerdir: ed-Dahhâk (rh.a.): “Kur’ân’ı okuyan herkese fakîh olmak bir borçtur” der. Hasan (rh. a.): “Hâkimler ve âlimler” demiştir. Said b. Cübeyr (rh. a.) ise, rabbanîler için: Âlimler, fakîhler, demiştir. 3713
İbn Abbas (r. anhumâ): “Rabbânîler olunuz” demek, hâkimler ve fakîhler olunuz demektir, dedi ve: “Rabbânî, insanlar üzerinde ilim ile siyaset icrâ eden ve büyük ilimden evvel, küçük bilgilerle terbiye eyleyen kimseye denir, demiştir.3714 İmam Taberî, “Rabbâniyyîn” kelimesi hakkında şunları söylemiştir: “Rabbaniyyîn kelimesi, ‘Rabbâniyyun’ kelimesinin çoğuludur. Bunun mânâsı ise, insanları yetiştiren, işlerini düzene koyan ve onları sevk ve idâre eden, demektir. Bu nedenle, âlimler de, fakîhler de, hikmet sahipleri de, liderler de, eğiticiler de, “Rabbaniyyîn” kelimesinin ihtiva ettiği mânâya girmektedirler. Çünkü bunlardan her biri, kendi ihtisasları alanında insanları yetiştirirler, eğitirler, işlerini düzeltirler, sevk ve idare ederler. 3715
Rabbimiz Allah, rabbânîlerin durumlarını ve vazifelerini şöyle beyan buyurur:
3707] Dârimî, Mukaddime, B. 29, Hbr. 299
3708] Gazâlî, a.g.e., c. 1, s. 152
3709] Bk. 33/Ahzâb, 21
3710] 3/Âl-i İmrân, 31
3711] 2/Bakara, 41
3712] 3/Âl-i İmrân, 79
3713] Dârimî, Mukaddime, B. 32, Hbr 334-336; İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c. 4, s. 259
3714] Buhârî, Kitâbu’l-Ilm, B. 11, -Bab başlığında-
3715] et-Taberî, a.g.e., c. 2, s. 301
- 986 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Nice Peygamberlerle birlikte birçok Rabbânî (bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isâbet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne de boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever. Onların söyledikleri: ‘Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kâfirler topluluğuna karşı yardım et’ demelerinden başka bir şey değildi. Böylece Allah, dünya ve âhiret sevabının güzelliğini onlara verdi. Allah iyilikte bulunanları sever.”3716; “Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yiyicilikte çabalarına hız kattıklarını görürsün. Yapmakta oldukları ne kötüdür. Bilgin-yöneticileri (rabbâniyyun) ve yüksek bilginleri (ahbâr) onları, günah söylemelerinden ve haram yiyiciliklerinden sakındırmalı değil miydi? Yapmakta oldukları ne kötüdür.” 3717
Bütün izzetin Allah Teâlâ’ya âit olduğunu3718 ve Allah’a gerçekten iman edip sâlih amel işleyen mü’minlerin de izzet sahibi şahsiyetler olduklarını3719 bilen ilim sahipleri, her ne olursa olsun hakkı ve adâleti savunmaları, bâtılı ve zulmü ortadan kaldırmaları gerekir... Kesinlikle bâtılı hakka, zulmü adâlete karıştırmamalıdırlar... Ak, ak olmalı, kara da kara olmalı bilenlerin katında ak ile kara karıştırılacak olursa, ne ak kalır, ne de kara kalır... İkisinin karışımından ne ak, ne de kara olan gri ve grinin tonları meydana gelmiş olur... Bu, hak ile batılı karıştırmaktır... Hak ile bâtılı birbirine karıştıranlar ve bu ihâneti hak olarak gösterenler, ya cidden câhildirler, ya da korkunç hâindirler...
Rabbimiz Allah şöyle buyurur: “Ey Kitab Ehli, niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyor ve bildiğiniz hâlde hakkı gizliyorsunuz?”3720; “Hakkı, bâtıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin. (Kaldı ki,) siz (gerçeği) biliyorsunuz.”3721 Muttakî âlimler, hakka karıştırılmış bâtılı, hakkın içinden söküp çıkaran ve hakkın üstüne atılan bâtıl perdesini kaldırıp hakkın apaçık ortaya çıkmasını sağlayan mücâhid kişilerdir... Ümmet-i Merhumenin içinde kıyâmete kadar bu şahsiyetlerden birçokları bulunacak ve hiç noksan olmayacaktır...
Muğire b. Şu’be’nin (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Ümmetimden bir tâife, kendilerine Allah’ın emri gelinceye (yani kıyâmet kopuncaya) kadar hak üzerinde birbirine yardımcı olmakla devam edecek ve bunlar, (muhâlefet edenlere) daima galib olacaklardır.”3722 İmam Buhârî: Bunlar, ilim sahipleridir, demiştir;3723. İmam Tirmizî şöyle diyor: Muhammed b. İsmail (Buhârî), Ali el-Medinî’den naklen: Onlar hadisçilerdir, dedi.
Bu hadisin şerhinde şunlar beyan olmuştur: İmam Ahmed b. Hanbel: “Bunlar, ehl-i Hadis değilseler, kimler olacağını ben de bilmiyorum, demiştir. İmam Nevevî şöyle der: “İhtimal ki, bu tâife, muhtelif mü’minler arasına dağılmıştır. Bazıları cengâver yiğitler, birtakımları fukahâ ve hadis ulemâsı, kimisi zahid,
3716] 3/Âl-i İmrân, 146-148
3717] 5/Mâide, 62-63
3718] bk. 4/Nisâ, 139
3719] bk. 63/Münâfıkun, 8
3720] 3/Âl-i İmrân, 71
3721] 2/Bakara, 42
3722] Buhârî, Kitabu’l-İ’tisam, B. 10, Hds. 42, Kitâbu’t-Tevhid, B. 29, Hds. 85, Kitâbu’l-Menâkıb, B. 28, Hds. 141
3723] Müslim, Kitâbu’l-İmâre, B. 53, Hds. 170-171; Kitâbu’l-İman, B. 71, Hds. 247; Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Fiten, B. 1, Hds. 4252; İbn Mace, Mukaddime, B. 1, Hds. 10, Kitabu’l-Fiten, B. 9, Hds. 3952; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 25, Hds. 2287
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 987 -
kimisi emr-i bi’l-ma’rûfu yapan zevattır. Hepsinin bir yerde toplu bulunmaları lazım gelmez. Bilâkis muhtelif yerlerde bulunurlar.” 3724
Çağından ve toplumdan sorumlu olduğunun idrakinde olan mücâhid âlim şahsiyet, dünyevîleşmemek için elindeki bütün gayreti sarfeder... O ilmini Allah yolunda kullanmak isteyen, gayesi Allah’ın rızâsını kazanmak ve insanların iman üzere olmaları için hidayetlerine vesile olmayı arzu eden bir kişiliğe sahibdir... Onun tek gayesi, Rabbi Allah’ın kendisinden razı olacağı gibi bir hâl ve tavır içinde olup gerekli kulluk vazifelerini yerine getirmektir... Allah’ın rızâsını kazanmak için kullandığı ilmiyle, bütün insanlık âlemine hizmet edip onlara hidayet rehberi ve hidayet vesilesi olmak ister... İlmiyle âmil olan âlimler, bu iyi niyet ve bu ihlâs ile hareket ettikçe kıymetleri artar...
Abdullah İbn Mes’ud (r.a.), bu konuya dikkat çekerek şunları beyan ediyor: “Eğer ilim ehli, ilmi(n değerini) koruyup onu liyakatli olanların yanına koymuş olsalardı, ilim sayesinde zamanlarındaki insanların büyükleri olacaklardı. Lakin âlimler, ilim vasıtasıyla dünya ehlinden birtakım menfaatler sağlamak için ilmi, değerlendirmeden dünya ehline mebzulen vermeye giriştiler. Bu sebeble dünya ehli yanında âlimlerin değeri de düştü. Ben, Peygamberiniz (s.a.s.)’den şöyle buyururken işittim: “Kim çok arzuları tek arzu -âhirete ait arzu- hâline döndürürse Allah, onun dünyaya aid arzusu için yeterlidir. Ve kim ki, dünya ahvali hakkındaki arzuları dağılırsa veya arzular kendisini dağıtırsa, onun dünyanın hangi deresinde helâk olduğuna Allah, iltifat etmeyecektir.” 3725
Çağının problemlerini çözmekten ve toplumları maddî veya manevî krizlerden kurtarıp istikamet üzere olmalarına yardımcı olmaktan sorumlu olan muttakî ulemâ, bu sorumluluğunu her zaman ilk planda tutmalıdır... O, bunca bilgisiyle bilmezler gibi davranmamalı ve dünyevîleşmemelidir... Onun tek gâyesi Allah olmalıdır... Murâdı, Allah’a kul olup O’nun rızâsını kazanmaktır... Ebû Osman Said b. İsmail el-Hîrî (rh.a.) şöyle demiştir: “Her bir şeyde muradı Allah olmayan kimsenin, her işte var olan ilâhî hazdan nasibi eksik olur. Bu sebeble, nihâî düşünce ve maksat, hep yüce Allah olmalıdır. Her şeyde gayesi ve hedefi Allah Teâlâ olan insan, sadece yüce Allah ile sükûna erer ve iç huzuru bulur. Çünkü Allah Teâlâ’nın eşi ve benzeri yoktur ki, bir başkasında sükûna ersin. O’ndan daha yüce bir zat yoktur ki, nihâî düşünce ve arzularını bir başkasına çevirsin. İşte bu sebeblerden dolayı, gerçek ve en güzel kalb huzuru ve sükûnu sadece yüce Allah ile bulunur.” 3726
Çağından sorumlu olan âlim, bu inanç ve bu duygularla hareket etmesi gerekir... O, yüksek bir vicdana, kuvvetli bir imana sahib olan bir kişidir... Bundan dolayı hiçbir haksızlığa, zulme ve sömürüye rızâ gösteremez... Hak çiğnenirken seyirci olamaz!.. Her zaman ve her mekânda, yeryüzünün zorba güçlerine rağmen hakkın gereğini yerine getirir, adâletle davranır ve hep mazlumun yanında yer alıp zâlime karşı çıkar...
Bu kesin inançtan dolayı ashâb-ı kiramdan Ebû Zerr (r.a.) ensesini göstererek şöyle demiştir. “(Beni öldürmek için) kılıcı şuraya koysanız, ben de Rasûlullah’dan
3724] Ahmed Dâvudoğlu, S. Müslim Terc. ve Şerhi, İst. 1983, c. 9, s. 141
3725] İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 257, Kitâbu’z-Zühd, B. 2, Hds. 4306
3726] Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, s. 81, no: 119
- 988 -
KUR’AN KAVRAMLARI
işitmiş olduğum bir sözü, siz işinizi tamamlayıncaya kadar infaz edebileceğimi, yani ilân edeceğimi bilsem yine infaz ederim.” 3727
Ebû Hüreyre şöyle demiştir: “İnsanlar: ‘Ebû Hüreyre, çok hadis rivâyet ediyor’ deyip duruyorlar. Hâlbuki Allah’ın kitabın’da şu iki âyet olmasaydı hiçbir hadis nakletmezdim: “Gerçekten, apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve insanlar için Kitab’da açıkladığımız hidayeti gizlemekte olanlar, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de (bütün) lânet ediciler. Ancak tevbe edenler, (kendilerini ve başkalarını) düzeltenler ve (indirileni) açıklayanlar(a gelince;) artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri kabul edenim, bağışlayanım.”3728 Muhâcir kardeşlerimizi, çarşılarda alış-veriş etmek meşgul ederdi. Ensar kardeşlerimizi de mallarında çalışmak meşgul ederdi. Ebû Hüreyre ise, karın tokluğuna Rasulul-lah’dan ayrılmazdı da, onların hazır bulunmadığı meclislerde hazır bulunur ve onların belleyemedikleri sözleri bellerdi.” 3729
Çağın problemlerini ve toplumun sıkıntılarını bilen muvahhid âlim, problemleri çözerken, toplumun sıkıntısını giderirken, insanların ihtiyacı olan şeyleri beyan etmeye çalışır... Onları ilgilendirmeyen, hatta duyduklarında kendileri için fitne olabilecek hakikatları “Bir hakikattır, gizli kalmamalı” iyi niyetinden hareketle açıklaması gerekmez... Her doğrunun kabul göreceği bir zamanı ve bir mekânı vardır... Zamansız ve mekânsız, yani yersiz söylenen doğru, muhatabta herhangi bir yankı uyandırmaz, hatta onun için bir fitne olur... Onun için doğruları, doğruların kabul edilecek yerlerde ve onun kıymetini bilen toplumlarda söylemek gerekir... Söylenen doğruyu, eğri anlayacak ve yanlış değerlendirecek bir toplumda söyleyen kişi, sözünde hata etmez fakat yeri müsaid olmadığı için yanlış anlaşılır... Bundan dolayı, bazı hakikatların söylenecek zaman ve mekânı iyi ayarlanması gerekir... Bu da, âlim için bir sorumluluktur... Eğer toplumun, kulluk vazifesini yaparken bu hakikata ihtiyacı yok ise, bu hakikat ziyade bir şey ise ve muhâtabın bunu anlayacak kabiliyeti yok ise, o hakikatın söylenmesine ihtiyaç yoktur!..
Bundan dolayı Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir: “Rasûlullah’dan (s.a.s.) iki kap ilim belledim. Bunlardan birisini neşrettim. Diğerine gelince, onu neşretseydim, benim şu boğazım kesilirdi.3730 Yaşadığı çağın önderleri ve içinde bulundukları toplumun hidayet rehberi olan muttakî ulemâ, maddî ve manevî sorumluluğundan dolayı hakikatları gizleyemezler... Yalnız hangi hakikatı, nerede ve kimlere beyan edeceklerinin çok iyi hesabını yaparlar... Faydalı olan şeyleri anlatır ve yayarlar...
Mücâhid ve muvahhid İslâm ulemâsı, tarih boyu yüklenmiş olduğu ağır vazifesinin sorumluluğunu idrak etmiş ve üzerine düşeni yerine getirmeye gayret etmişlerdir... Âlimlerin kıymeti, ilimlerinin gereği olan sâlih ameli işlemek ve istikamet üzere olmaktan ileri gelmektedir.
Enes b. Mâlik (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
3727] Buhârî, Kitâbu’l-Ilm, B. 11 -Bab başlığında-; Dârimî, Mukaddime, B. 46, Hbr. 551
3728] 2/Bakara, 2/159-160
3729] Buhârî, Kitâbu’l-İlm, B. 43, Hbr. 59, Kitabu’l-Muzâra’a, B. 21, Hds. 29; Müslim, Kitâbu Fedâilu’s-Sahâbe, B. 35, Hds. 2492; İbn Mâce, Mukaddime, B. 24, Hbr. 262; Zubeyr bin Harb, Kitâbu’l-İlm, s. 176, Hbr. 96 ve 107
3730] Buhârî, Kitâbu’l-Ilm, B. 42, Hbr. 61
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 989 -
“Kıyâmette âlimlerin mürekepleri ile şehidlerin kanları tartılır. Âlimlerin mürekkepleri ağır gelir.” 3731
Muttakî âlim, kendisine ve diğer insanlara faydalı ilmi elde eder, ilmini hayır yolunda sarf ederek toplumuna faydalı olmaya çalışır... Faydasız olan şeylerin peşine düşmez ve insanlara fayda vermeyecek şeyleri beyan etmez... Sadece konuşmuş olmak için konuşmaz, her konuştuğu şey bir hikmet ve hayırdır... Eğer hikmet ve hayır konuşulacak ortam yok ise, susar ve onun bu susması da başlı başına bir hayırdır...
Abdullah İbn Abbas (r. anhumâ), Rasûlullah’ın (s.a.s.) iman ve cihad mektebinde eğitim ve öğretim görüp her biri bir insan-ı kâmil olan ashâb-ı kiram’ı şöyle anlatıyor: “Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbı kadar hayır olan hiçbir topluluk görmedim. (Rasûlullah) vefat edinceye kadar O’na hepsi Kur’ân’da bulunan sadece on üç mes’ele sormuşlardı: “Sana, haram olan o ayı sorarlar.” 3732 Ve: “Sana, kadınların ay hâlini de sorarlar.” () âyeti bunlardandır. (İbn Abbas, sözünün devamında) şöyle dedi: “Onlar, başkasını değil, sadece kendilerine fayda verecek şeyleri sorarlardı. 3733
Ammar b. Yâsir’den (r. anhumâ) bir mes’ele soruldu. O da: Bu, henüz meydana geldi mi? diye sordu. (Soranlar:) Hayır, dediler. (Ammar, o zaman) şöyle dedi: “(O halde) meydana gelinceye kadar bizi (rahat) bırakın! Sonra meydana geldiğinde sizin için onu (hâlletme) zahmetine gireriz.” 3734
es-Salt b. Rasîd (rh.a.) anlatıyor: Ben, Tâvus’a bir mes’ele sordum. Bana: “Bu, meydana gelmiş mi?” dedi. “Evet” dedim. “Vallahi mi?” dedi. “Vallahi!” dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: “Arkadaşlarımız, Muaz b. Cebel’den bize haber verdiler ki, o şöyle demiştir: “Ey insanlar, belânın (hükmünde) başınıza gelmesinden önce acele etmeyiniz. Çünkü siz, şayet onun (hükmünde), başınıza gelmesinden önce acele etmezseniz, müslüman-ların içinde (kendilerine bir şey) sorulduğu zaman (cevabı) isâbetli kılacak, söz söylediği zaman doğruya ulaştıracak, kimseler bulunmaya devam edecektir.” 3735
İlmiyle âmil olan muvahhid âlimler, mes’eleleri tartışma ortamına getirmez ve onu ehli olmayanlarla konuşup ayağa düşürmezler... Onlar, insanlara hangi mes’eleyi arzedecekler ise, onun Kur’ân’dan, Sünnet’ten, İcmâ’dan ve Kıyas’tan delilini beyan eder, bu deliller sonucu şu görüşü benimsediklerini açıklarlar... Buna, herhangi bir itiraz olursa, yine delillerle konuyu aydınlatırlar... Hele hele ilmi olmayan ve usûlden anlamayanlarla ilmi herhangi bir mes’eleyi, tartışmak şöyle dursun konuşmaya bile yanaşmazlar. İlmî mes’eleler, ancak ehli olan ve takvâ sahibi ilim adamlarıyla konuşulup görüşülür... Ehli olmayanlarla ilmî mes’eleleri konuşmak, ilme büyük bir saygısızlık ve zulüm olur...
3731] Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 400, Hds. 3281. Şirazî, İbn Abdi’l-Berr ve İbn Cevzî rivâyet etmişlerdir. Munâvî: “Hadisin senedleri zâiftir” derken, İbn Ğaras da hadisin zâif olduğu görüşündedir. -Aliyyu’l-Karî, Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, çev. Ahmed Serdaroğlu, İst. 1986, s. 105; İmam Gazalî, İhyâ, c.1, s. 25; İmam Hasan el-Basrî (rh.a)’ın sözü olarak.
3732] 2/Bakara, 217
3733] Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 400, Hds. 3281. Şirazî, İbn Abdi’l-Berr ve İbn Cevzî rivâyet etmişlerdir. Munâvî: “Hadisin senedleri zâiftir” derken, İbn Ğaras da hadisin zâif olduğu görüşündedir. -Aliyyu’l-Karî, Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, çev. Ahmed Serdaroğlu, İst. 1986, s. 105; Gazalî, İhyâ, c.1, s. 25; İmam Hasan el-Basrî (rh.a)’ın sözü olarak.
3734] Dârimî, Mukaddime, B. 18, Hbr. 125
3735] Dârimî, Mukaddime, B. 19, Hbr. 155, B. 17, Hbr. 118
- 990 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Muttakî âlimin, ehli olmayanlarla ilmî mes’eleleri konuşmayı reddetmesi, onları küçük gördüğünden veya gururlu-kibirli oluşundan değil, ilmin kıymetini bilip ilme karşıki hürmetinden ileri gelir... Âlim şahsiyetin, ehil olmayan kişilerle ilmî bir mes’elenin görüşülmesini uygun görmemeleri, muvahhid mü’minlerin önderi Rasûlullah’ın (s.a.s.) bir emrinden dolayıdır...
Enes b. Malik (r.a.)’ın rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Ehil olmayan insanların yanına ilim bırakan kimse, domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık takan adama benzer.” 3736
Bundan dolayı âlimler, ilmî mes’eleleri uygun olmayan ortamlarda beyan etmekten çekinirler... Ve kendileriyle tartışmak isteyen ehil olmadıkları gibi haddlerini de bilmeyen kişilerle muhatab olmaz, onlarla tartışmazlar!..
Enes b. Malik’den (r.a.); Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Bâtıl ve haksız yolda iken mücâdeleyi bırakana cennetin kenarında, hak yolda iken cidalı (tartışmayı) terk edene cennetin ortasında ve huyunu güzelleştirene cennetin en yüce mevkiinde köşk yapılır.” 3737
İbn Abbas’dan (r.anhumâ); Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Kardeşinle münâkaşa etme, onunla (kırıcı şekilde) şaka etme ve ona, yerine getiremeyeceğin vaadde bulunma!”3738 Ebû Umâme’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hiçbir kavim hidayete erdikten sonra, batılı hak ve hakkı batıl göstermek sûretiyle mücâdele ve çekişmelerde bulunmadıkça dalâlete gitmemiştir.” Sonra Rasûlullah (s.a.s.) şu âyeti okudu: “Onu, yalnızca bir tartışma konusu olsun diye (örnek) verdiler. Hayır, onlar tartışmacı ve düşman bir kavimdir.” 3739
Ehil olmayan insanların yanında ilmî hakikatların konuşulması bir fitneye yol açar konusunda, önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) bir ibretli örnek vermektedir... Ebû Hüreyre’nin rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “(Bir yerde) oturup hikmetli konuşmayı dinledikten sonra (konuşmacı) arkadaşından işittiği (sözlerin) yalnız şerr (yani yanılma, unutma veya dil sürçmesi eseri) olanı anlatan kişinin durumu, şu adamın durumuna benzer ki, çobanın yanına varır ve: ‘Ey çoban, bana, koyunlardan kesilmeye elverişli (semiz) bir koyun ver!’ diye talepte bulunur. Çoban da: ‘Git de, koyunların en iyisinin kulağından tut (götür)!’ der. Bunun üzerine adam, gidip sürünün köpeğinin kulağından tutar.” 3740
Bu tipte ve bu düşüncede olan kişiler, her zaman ve her toplumda bulunması ihtimal dâhilindedir... Bunun için bu konuda hassas olmak gereklidir... Sorumlu âlimin görevi çok ağırdır... Bir yandan nefsiyle cihad ederken, diğer yanda her türlü kötülük ve kötülerle mücâdele içinde olmalıdır... Muttakî âlim, hiçbir zaman “Bana ne!” dememeli ve vazifesini ihmal etmemelidir... Her zaman ilmiyle
3736] İbn Mâce, Mukaddime, B. 17, Hds. 224
3737] İbn Mâce, Mukaddime, B. 7, Hds. 51; Tirmizî, Kitâbu’l-Birr ve’s-Sıla, B. 57, Hds. 2961; Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Edeb, B. 8, Hds. 4800
3738] Tirmizî, Kitâbu’l-Birr ve’s-Sıla, B. 57, Hds. 2063
3739] 43/Zuhruf, 58; İbn Mâce, Mukaddime, B. 7, Hds. 48; Tirmizî, Kitâbu Tefsîri’l-Kur’an, B. 44, Hds. 3468
3740] İbn Mâce, Kitâbu’z-Zühd, B. 15, Hds. 4172; Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid, c. 1, s. 60, Hds. 256; Ebû Ya’lâ’dan. Aynı eserin, c.1, s .412, Tahric: 256’da aynı hadisin, Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 2, s. 405, ve 508’de olduğu beyan edilmiştir.
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 991 -
âmil olan ihlâs sahibi olma şahsiyetinde bir kusur etmemelidir...
Merhamet olunmuş ümmetin müctehid âlimlerinden İmam Hasan el-Basrî (rh.a.), şu ibretli tesbitte bulunmuştur… Şöyle diyor İmam Hasan el-Basrî (rh.a.): “İlim sahibleri dışında olan insanların tümü helâke uğramışlardır. İlim sahibi olanların da amel edenleri dışındakileri helâke uğramışlardır. Amel edenlerin de ihlâslıları dışında kalanlar, helâke uğramışlardır. İhlâslılar ise, büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.” 3741
Sehl (rh.a.) şöyle demiştir: İlmin hepsi dünyalıktır. Âhiret için olanı, kendisiyle amel edilendir. Amelin hepsi havadır. Ancak Allah rızâsı için olan başka. İnsanlar hep ölüdürler, yalnız âlimler ölü değil. Âlimler de sarhoşturlar, yalnız amel edenler müstesnâ. Amel edenler de aldanmıştır, yalnız ihlâs ile amel edenler başka. İhlâs ile amel edenler de neticeyi bilinceye kadar korkudadır. 3742
İmam Hasan el-Basrî (rh.a.), sorumluluğunun ve vazifesinin şuurunda olan muttakî âlim şahsiyet için şunları beyan ediyor: Akıllı ve âlim kişi odur ki, dünyasını harab eder ve harab ettiği dünyanın enkazı üzerine âhiretini inşâ eder. Âhiretini harab edip de bunun enkazı üzerine dünyasını inşâ etmez.3743 Başka bir beyânında şöyle diyordu İmam Hasan el-Basrî (rh.a.): Hakikaten kişi, ilimden bir konuyu elde edip, onunla amel ederdi de bu, onun için dünya ve içindekilerinin kendisinin olması, sonra da bunları âhiret (yoluna) vermesinden daha hayırlı olurdu. (Önceleri) adam, ilim tahsil ettiği zaman bunun (te’sirinin) onun basiretinde, huşû’unda, dilinde, elinde, namazında ve zühdünde görülmesi gecikmezdi. 3744
Fudayl b. Iyaz (rh.a.), sorumlu ulemânın vazifesinin ne kadar çetin olduğunu ve vazifesini hakkıyla yapanların azınlıkta kaldığını beyan ile şunları söylemiştir: Şimdiki zamanda üç şeyi aramayınız, zirâ bulamazsınız: İlmi, ameline mutabık olan âlim aramayınız, zirâ böyle birini bulamaz ve âlimsiz kalırsınız. Ameline muvâfık ihlâsı bulunan bir âmil aramayınız, zirâ böylesini bulamaz ve amelsiz kalırsınız. Kusursuz dost aramayınız, zirâ böyle birini bulamaz ve dostsuz kalırsınız. 3745
Ümmetin derdiyle dertlenen ve zulme uğramış, toprakları işgal edilmiş mustaz’af mü’min müslümanlara rehberlik eden muttakî ulemâ böyle ciddî beyanlarla yolumuzu aydınlatmakdadır. İlim, amel etmek ve dünya-âhiret faydası için öğrenilir... Dünyada iman üzere, izzet ve şeref üzere bir hayat sürmek için ilme ihtiyaç vardır... Kendisiyle amel edilen ilim, âmil olan kişiyi ebedî saâdete ulaştırır, âhiretini ma’mur yapar...
3741] Said Havva, el-Esas Fi’s-Sünne - İslâm Akaidi, çev. M. Ahmed Varol, Vdğ., İst.1992, C.10, Sh.11. Not: İmam Hasan el-Basrî (rh. a.)’ın bu sözleri, bazı kitaplarda veya bazı kişiler tarafından hadis olarak rivâyet edilmişse de, hadis olmadığı ve hiçbir mûteber hadis kaynağında bulunmadığı ehil olan âlimler tarafından beyan olunmuştur. Sağanî (rh.a.) bunun için: İftira edilmiş/uydurulmuş bir hadistir/sözdür, demiştir. Bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 312, no: 2796; Şevkânî, el-Fevâidu’l-Mecmua fi’l-Ehâdisi’l-Mevzûa, Kahire, 1960, s. 257; Sâğanî, Risâle fi’l-Mevzuat, Mısır, T.Y., s. 5
3742] Gazâlî, a.g.e., c. 1, s. 156; Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, çev. Prof. Dr. Yakup Çiçek, İst. 1999, c. 2, s. 201; Fahruddin er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, c. 2, s. 296 (Kısmen
3743] Ferideddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, çev. Doç. Dr. Süleyman Uludağ, İst. 1991, s. 83
3744] Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 391
3745] Feridüddin Atar, a.g.e, s. 136
- 992 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Safvan b. Assal el-Muradî (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanına geldim. O, kırmızı bürdesine yaslanmış vaziyetteydi. O’na: ‘Yâ Rasûlullah, ben, ilim öğrenmeye geldim’ deyince, Rasûlullah (s.a.s.): “Merhaba, ilim öğrenmek isteyen kişi. İlim öğreneni melekler, kanatlarıyla kuşatırlar. Sonra onun öğreneceği şeye olan sevgilerinden dolayı, dünya göğüne ulaşıncaya kadar birbirlerinin üzerlerine yığılırlar.” 3746
İlmiyle âmil olan ve sorumluluğunun şuurunu idrak eden muvahhid ve mücâhid âlimler, hep beraber Allah’ın ipine sarılıp3747 Rabbimiz Allah’ın şu emirlerini yerine getirmeye çalışmışlardır... Bu günün İslâm ulemâsı, selefleri olan muttakî âlimler gibi, sorumluluğu kuşanmış, vazifesini idrak ederek ümmetin kurtuluşu için var gücüyle çalışmaktadır. Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:“Sizden hayra çağıran, iyiliği (ma’rufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.”3748; “Allah’a çağıran, sâlih amellerde bulunan ve: ‘Gerçekten ben müslümanlardanım.’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?” 3749
Zulme ve Zâlime Karşı Ulemâ
Emirü’l-mü’minin İmam Ali İbn Ebi Talib (r.a.) şöyle demiştir: Mazlûma yardımcı ol, zâlime düşman kesil! Bâtıla yardım eden, hakka zulmeder!3750 Yegâne hayat nizamı İslâm’a katıksız iman eden ve imanın gereği olan hayat tarzını yaşayan her muvahhid mü’min müslüman, Emirü’l-mü’minin İmam Ali’nin (r.a.) beyan ettiklerine gönülden inanmış ve beyan etmiştir... Kıyâmete kadar da aynı ilkeye inanır ve beyan etmeye devam eder... Bu hakikat, muvahhid mü’minlerin var olma sebebidir. Yegâne Rabbimiz Allah’a gerçek kul olanlar, yani yalnızca O’na ibâdet edenler, zulme ve zâlime karşı mazlum ve adâletin yanındadır... Batılın her türlüsü olan câhiliyye âdetlerini ayakların altına almıştır... Haktan ve hakikattan yana bütün imkânlarıyla çaba gösteren mü’min müslümanlar, haksızlığa karşı susmamış, her zamanda ve her mekânda hakkı haykırmıştır... Haksızlığa karşı susmak, zulme ve sömürüye rızâ göstermek, muvahhid mü’minlerin var oluşlarına aykırıdır... Bir yerde bir muvahhid mü’min var ise, orada hakkın, adâletin ve hayrın temsilcisi var demektir... Muvahhid mü’min bulunduğu yerde Allah’ın şahidi ve İslâm’ın temsilcisidir...
Üstad Ebû Ali Dakkak (rh.a.) şöyle söyler: “Hak çiğnenirken susan, dilsiz şeytandır.” 3751
Bâtıla, zulme, haksızlığa ve hayrın ortadan kaldırılmasına ses çıkarmayan, buna razı olanın, şeytana tabi olduğu apaçıktır... Bu kişi ya cinlerden, ya da insanlardan şeytan olanların3752 emrine girmiş ve onlarla beraber hakka ve adâlete
3746] Hâfız el-Munzirî, Terğîb ve Terhîb, çev. A. Muhtar Büyükçınar vdğ., c. 1, s. 128, Hds. 9; Ahmed bin Hanbel, Taberânî, İbn Hıbban ve Hâkim rivâyet etmişlerdir. Hâkim: Senedi sahihtir, demiştir
3747] Bk. 3/Âl-i İmrân, 103
3748] 3/Âl-i İmrân, 104
3749] 41/Fussılet, 33
3750] Nehcü’l-Belâğa, s. 431
3751] Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, çev. Süleyman Uludağ, 3. baskı, İst. 1991, s. 258. Not: Ebû Ali Dakkak’ın bu sözü, halk arasında: “Haksızlığa karşı susan, dilsiz şeytandır” şeklinde ve hadis olarak söyleniyorsa da, hadis değildir. Rasûlullah (s.a.s.)’in hadisleri arasında böyle bir söz yoktur ve hiçbir mûteber kaynakta yer almadığı beyan olunmuştur.
3752] bk. 114/Nâs, 6
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 993 -
karşı çıkıp hakikata ihânet etmiştir...
Muvahhid mü’minlerden hiçbiri böyle bir zillete düşemez... Hele hele muttakî âlimler, böyle bir zelil durumu asla kabul edemezler... Onlar, mallarını ve canlarını verirler de, hak din olan İslâm’dan asla taviz vermezler... Onlar, Allah’ın dini olan İslâm’ı canlarından daha kıymetli bilir ve her zamanda, her mekânda onu savunurlar... Onlar, İslâm’ı savunurken, İslâm düşmanları veya adâletten sapan zâlimler tarafından öldürülmenin, en yüce mertebe olan şehadet olduğuna katıksız iman etmişlerdir... Muttakî âlimler, Allah’dan gereği şekilde korktukları için, başkalarından asla korkmazlar!..
Câbir (r.a.)’ın rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Kıyâmet günü Allah katında şehidlerin efendisi, Hamza bin Abdulmuttalib ile zâlim bir idareciye ayağa kalkarak ona iyiliği emredip kötülükten sakındıran ve bu yüzden o idarecinin öldürdüğü kimsedir.” 3753
Ebû Said el-Hudrî (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cihadın en efdalı, zâlim sultanın veya zâlim emirin yanında söylenecek adâletli sözdür.” 3754
Muvahhid ve muttakî âlimler, peygamberlerin gerçek vârisleridirler... Peygamberler (Allah’ın salât ve selâmı cümlesinin üzerine olsun), nasıl davranmışlar ise, onların varisleri olan âlimler de o şekilde davranmalıdırlar... Bu, onların devraldığı mukaddes mirasın vazgeçilmez şartıdır!.. Amr İbn Abese es-Sülemî (r.a.) anlatıyor: Ben, câhiliyye devrinde iken, bütün insanlığın dalalette bulunduğunu ve hiçbir doğru yolda olmadıklarını biliyordum. (Çünkü) insanlar, putlara taparlardı. Derken işittim ki, Mekke’de bir zat (çıkmış) birtakım haberler veriyormuş. Hemen devemin üzerine atlayarak, O’na geldim. Bir de baktım Rasûlullah (s.a.s.) gizlenmiş. Kavmi, O’nun aleyhinde cüretkâr bir vaziyette... Bunun üzerine kalbim yumuşadı.
Mekke’de O’nun yanına girerek, kendisine: ‘Sen, nesin?’ dedim. “Ben, Peygamberim” cevabını verdi. ‘Peygamber ne demektir?’ dedim. Rasûlullah (s.a.s.): “Beni, Allah gönderdi” buyurdu. ‘Seni, ne ile gönderdi?’ dedim. “Allah beni, akrabaya yardım edilmesi, putların kırılması, Allah’ın bir tanınması, O’na, hiçbir şeyin şirk/ortak koşulmaması (vazifesi) ile gönderdi.” buyurdu. 3755
İşte yegâne önderimiz Rasûlullah’ın (s.a.s.) mirası budur!.. Ve işte Rasûlullah (s.a.s.) ve diğer peygamberlerin varisleri olan muttakî ve mücâhid İslâm ulemâsının bu mirasa sahib çıkarken ortaya koydukları tavır!..
Zulme ve zâlime karşı muttakî ulemânın tavrından, örnek olmak üzere birkaç tanesini burada kaydediyoruz...
1) Esma’î anlatıyor: Atâ b. Ebi Rabah (rh.a.), Emevîlerden Abdulmelik b. Mervan’ın huzuruna çıktı. Abdulmelik, muhteşem bir vaziyette kürsüsünde oturuyordu. Her kabilenin ileri gelenleri etrafında toplanmış, bu da Mekke’de hacc
3753] Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 476, Hds. 2380 -4747-, Hakim’in Müstedrek’inden; el-Munzirî, a.g.e., c. 4, s. 506, Hds. 8
3754] Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Melâhim, B. 17, Hds. 4344; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 12, Hds. 2265; İbn Mâce, Kitâbu’l-Fiten, B. 20, Hds. 4011-4012; Nesâî, Kitâbu’l-Biât, B. 37, Hds. 4191; Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr, c. 1, s. 164, Hds. 100; Kuzâî, a.g.e., s. 231, Hds. 791; Suyûtî, a.g.e., c. 1, s. 347, Hds. 724 -1246-, Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 3, s. 19’dan
3755] Müslim, Kitâbu Sıfati’l-Musâfirîn, B. 52, Hds. 294
- 994 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mevsimine tesadüf etmişti. Atâ’yı görünce, hemen O’nu yanına alarak köşküne oturttu ve ne istediğini kendisinden sordu. O da: ‘Ey mü’minlerin emiri, Allah’ın ve Rasûlü’nün hareminde Allah’dan kork ve bu harem-i şerifleri imar eyle! Muhâcir ve Ensar çocukları hakkında da Allah’dan kork! Zirâ sen, bu mecliste onların sayesinde oturdun. Ayrıca sınır boylarında bulunanların da haklarına riâyet et! Zirâ onlar, müslümanların kal’asıdır. Müslümanların idaresini araştır. Çünkü onlardan yegâne mes’ûl olan sensin. Kapındakilerin hakkına riâyet et! Kapına gelenlere kapını kapama!’ dedi.
Abdulmelik: ‘Başüstüne, senin dediklerini yerine getireceğim!’ dedi. Sonra oradan kalktı ve giderken Abdulmelik kendisini yakalayarak: ‘Senin, bizden istediklerinin hepsi başkaları nâmınadır. Biz, bunlara söz verdik, fakat kendi nâmına bir istekde bulunmadın. Kendin için ne istiyorsun?’ dedi. O da: ‘Hayır, ben, insanlardan bir şey istemem!’ dedi ve oradan ayrıldı. Abdulmelik: ‘Zâten seni şereflendiren ve yücelten bu hâlindir’ dedi.
Bir gün Velid bin Abdulmelik, kapıcısına: “Kapıda dur ve oradan ilk geçen zatı huzuruma getir, onunla konuşalım” dedi. Kapıcı, bir müddet bekledikten sonra oradan Atâ bin Rabah’ın geçmekte olduğunu gördü. Fakat kapıcı bunu tanımıyordu. Ona: “İhtiyar, Emiru’l-mü’minin seni çağırıyor, içeri buyur!” dedi ve Atâ da içeri girince “Ey Velid, sana selâm!” dedi. Velid, kapıcıya kızdı: “Ben sana, bir adam gönder, sohbet edelim” dedim. Sen ise, Allah’ın bana revâ gördüğü “Emirü’l-mü’minin” unvânını bile çok gören bir adamı huzuruma getirdin” dedi. Kapıcı da: “Başka bir gelen olmadı, ne yapayım?” dedi. Sonra da Atâ ile sohbete başladı. Atâ, sohbeti esnasında Velid’e: “Cehennemde “Hebheb” adında bir vâdi var, zâlim hükümdarlar orada yanacaklar” dedi. Bunu duyan Velid, kapının eşiği önünde oturuyordu, hemen bayıldı ve yere düştü. Ömer b. Abdulaziz: “Emir’i öldürdün!” diye şaka yaptı. Bunun üzerine Atâ, Ömer’in bileğini sıkıca kavradı ve: “Ey Ömer, iş ciddidir, şakaya gelmez” dedi ve oradan ayrıldı. Ömer, diyor ki: “Elimi öyle kuvvetli sıkmıştı ki, bir sene acısı elimden çıkmadı.” 3756
2) Ebû Câfer Mansur, (tabiîn’den) asrının büyük âlimi Tâvus’u huzuruna dâvet etti. Tâvus, Mâlik b. Enes’le (rh. aleyhim) onun yanına gittiler. Bir müddet beklediler. Sonra Ebû Câfer Mansur, Tâvus’a döndü ve: “Bana, baban İbn Keysan’dan rivâyette bulun” dedi. Tâvus: “Ben, babamın Rasûlullah’tan (s.a.s.) şu hadisi rivâyet ettiğini duydum: “Kıyâmet günü azap yönünden insanların en şiddetlisi, Allah’ın mülkünde idarecilik yapıp adâletine zulüm karıştıran kişidir.” Bir müddet bekleştiler. Mâlik bin Enes: “Elbisemin eteklerini, Tâvus’un kanıyla kirlenmesinden korkarak topladım. Sonra Ebû Cafer, O’na döndü ve: “Bana öğüt ver, ey Tâvus” dedi: Tâvus: “Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Rabbinin Ad (kavmin)e ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar sahibi İrem’e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildir. Ve vâdilerde kayaları oyup biçin Semud’a? Ve kazıklar (ehramlar) sahibi Fir’avn’a? Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı. Böylece oralarda fesâdı yaygınlaştırıp arttırmışlardı. Bundan dolayı, Rabbin, onların üzerine bir azap kamçısı çarpıverdi. Çünkü senin Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir.” 3757
Malik b. Enes: “Tâvus’un kanının bana bulaşması endişesiyle elbisemin eteklerini topladım.” Devamla, “Ebû Câfer Mansur, bir müddet daha konuşmadan
3756] Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Din, çev. Ahmed Serdaroğlu, İst.1987, c. 2, s. 839-840
3757] 89/Fecr, 6-14
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 995 -
durdu. Sonra dönerek: “Bana hokkayı veriniz” dedi. Bir müddet daha durdu. Hava iyice elektriklenmişti. Tâvus’a dönerek: “Ey Tâvus, şu hokkayı bana ver” dedi. Tâvus vermekten çekindi. Ebû Câfer: “Niçin onu bana vermiyorsun?” Tâvus: “Onunla Allah Teâlâ’ya karşı günah olacak bir iş yapmandan korkuyorum. O takdirde ben, o günahta senin ortağın olmuş olurum” dedi. Ebû Câfer bu sözü işitince: “Yanımdan kalkınız” dedi. Tâvus: “Bugüne kadar emrine karşı gelmemiştim” dedi. Mâlik bin Enes şöyle devam ediyor: “Bu zamana kadar Tâvus’un bu derece büyüklüğünü bilmiyordum. Bu şiddetli öğüde karşı Mansur’un cevabı sadece “Kalkıp gidiniz” oldu. 3758
3) Haccac, Hasan el-Basrî’yi çağırttı ve: “Allah, onları mahvetsin, para uğrunda müslümanları öldürdüler’ diyen sen misin?” deyince, Hasan (rh.a.): “Evet, ben söyledim!” dedi. Haccac: “Niçin söyledin?” diye sordu. Hasan: “Çünkü Allah Teâlâ, bildiklerini söyleyip gizlemeyeceklerine dair âlimlerden söz almıştır” dedi. Bunun üzerine Haccac: “Sesini kes, diline sahip ol! Bir daha senden böyle sözler duymayayım, yoksa kelleni vücudundan ayırırım” dedi.
Hâlid ez-Ziyad’ı (rh.a.) Haccac’a getirdiler. Haccac: “Hâlid sen misin?” “Evet, benim. Ne soracaksan sor! Çünkü ben Makaam denen mevkide üç hususta Allah’a söz verdim. Birincisi: Sorulana doğru cevab vereceğim. İkincisi: Belâya sabredeceğim. Üçüncüsü de: Âfiyete şükredeceğim” dedi. Haccac: “Benim hakkımdaki görüşün nedir?” “Sen, Muhakkak ki, yeryüzünde Allah’ın bir düşmanısın. Haramın perdesini yırtan ve bâtıl töhmet üzerine kan akıtan bir zâlimsin!” “Hükümdar Abdulmelik bin Mervan hakkındaki görüşün nedir?” “O, senden daha büyük bir mücrimdir. Sen ise, onun günahlarından birisin.”
Bunun üzerine Haccac: “Buna, şiddetli bir işkence yapın!” dedi. Ve şiddetli işkenceler neticesinde kamışı yukarıdan aşağı ikiye bölerek etlerinin arasına sıkıştırdı ve kamçı ipi ile sıkıca bağlayarak vücudunu didik didik ederek etlerini parça parça kopardılar. Artık nefes saymakta olduğunu Haccac’a haber verdiklerinde, o: “Atın onu sokağa!” dedi. Kendisi, bu işkenceye karşı kat’iyyen sesini çıkarmadı. Bu manzarayı haber veren Câfer diyor ki: “Yanına gittim. Benden, bir yudum su istedi ve suyu içince öldü ki, kendisi henüz 18 yaşında idi. Allah rahmet etsin. 3759
4) Ümmetin mutlak müctehidlerinden İmam Şâfiî (rh.a.) anlatıyor: Amcam Muhammed b. Ali bana anlattı ve dedi ki: Abbasî halifelerinden Ebû Câfer Mansur’un sohbetinde bulunuyordum. Mecliste İbn Ebi Züeyb de vardı. Hz. Ali’nin torunlarından Hasan bin Zeyd de Medine valisi idi. Gıfârîlerden bazıları, vali hakkında şikâyette bulunmak üzere Halifeye müracaat ettiler. Hasan bin Zeyd: “Bunları, İbn Ebi Züeyb’den sor, ey mü’minlerin emiri” dedi. Halife de O’na: “Ne diyorsun bunlar hakkında?” diye sordu. Bu zât ise: “O adamlar, insanlara eziyet eden ve insanlar için bolca dedikodu yapan kimselerdir” dedi. Bunun üzerine Halife, Gıfârîlere: “Dediğini duydunuz ya!” dedi. Gıfârîler: “Ona bir de Hasan bin Zeyd’i sor” dediler.
Halife ona: “Hasan bin Zeyd hakkında ne diyorsun?” diye sordu. O da:
3758] Abdulaziz el-Bedrî, İslâm’da Devlet Adamı ve Âlim, çev. Mehmet Bıyıklı - Kemal Solak, İst. 1989, s. 114-116
3759] Gazâlî, a.g.e., c. 2, s. 842-843
- 996 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Hasan hakkında, haksız hüküm verip nefsinin arzularına uyan bir kimse olduğuna şehâdet ederim” dedi. Bunun üzerine Halife, Hasan’a: “Söylediğini duydun mu? Bu iyi bir insandır” deyince, Hasan halifeye: “Ondan bir de kendini sor” dedi. Halife de, ona: “Benim hakkımda görüşün nedir?” diye sordu. O zât: “Beni affet! Bunu, benden sorma!” deyince, Halife: “Allah adına soruyorum, bildiğini söyle!” dedi. O zât: “Sanki kendini bilmiyormuşsun gibi bana Allah adına yemin verdirerek, soruyorsun” dedi. Halife de: “Allah adına bildiğini haber ver!” diye ısrar edince, O da: “Ben şehâdet ederim ki, kapında zulüm gözle görülecek şekildedir” deyince, Ebû Câfer, yerinde doğruldu ve kalkarak İbn Ebi Züeyb’in kafasına elini koydu, kendisine doğru çekti ve: “Ben bu makamda oturmasam, Fars, Rum, Deylem ve Türk’ün intikamını senden alırdım” dedi.
İbn Ebi Züeyb: “Ey Mü’minlerin Emiri, Ebû Bekr ve Ömer de (Allah onlardan razı olsun) bu makamda oturdu, hakkı aldı ve onu müsâvî olarak taksim ettiler. Fars ve Rum’un son şehirlerine kadar zaptettiler, onların burunlarını kırdılar” deyince, Ebû Cafer, İbn Ebi Züeyb’in başını bıraktı ve: “Vallahi, senin doğru konuştuğunu bilmesem senin kelleni vururdum!” dedi. İbn Ebi Züeyb: “Ey mü’minlerin emîri, vallahi ben, oğlun Mehdî’den daha çok senin iyiliğini isteyen bir kimseyim” dedi. İbn Ebi Züeyb, oradan ayrıldıktan sonra Süfyân-ı Sevrî ile karşılaştı. Süfyan: Senin, bu zâlime söylediklerinden çok memnun oldum. Fakat “Oğlun Mehdi” sözünden üzüldüm, dedi. İbn Ebi Züeyb: “Allah, seni mağfiret etsin, hepimiz hidâyette değil miyiz?” diye cevap verdi. 3760
5) Zâhir, Şam’da Tatarlara karşı savaşa çıkmak istediğinde âlimlerden harpte kullanmak üzere halktan mal almanın câiz olduğu hakkında fetvâ istedi. Bunu Şam İslâm hukukçularına yazdı. Onlar, câiz olduğuna dâir fetvâ verdiler. Bunun üzerine Zâhir: “Görüşünü almadığımız başka bir âlim kaldı mı?” diye sordu. Ona: “Evet, Üstad Muhyiddin Nevevî görüşünü açıklamadı” dediler. Zâhir, onu istedi. Muhyiddin Nevevî, Zâhir’e geldi. Zâhir, ona: “Sen de, diğer İslâm hukukçuları gibi görüşünü açıkla!” dedi. Üstad Nevevî, görüşünü açıklamaktan çekindi. Zâhir: “Görüşünü açıklamamanın sebebi ne?” dedi. İmam Muhyiddin Nevevî (rh.a.): “Ben senin Emir Bunduktar’ın kölesi olduğunu bilirim. Senin hiçbir şeyin yoktu. Sonra Allah Teâlâ, sana mal-mülk ihsan eyledi. Seni, padişah yaptı. Şu an senin, bin tane kölen, her bir kölenin altın sırmalı elbiseleri ve ayrıca senin iki yüz câriyen ve her bir câriyenin de bir sürü mücevherâtı olduğunu işittim. Şimdi sen, bunların hepsini harcar, sadece bukağılarıyla kölelerini ve mücevherâtsız elbiseleriyle câriyelerini bırakırsan, ben de o zaman halktan mal toplamanın câiz olduğuna dâir fetvâ veririm.”
Zâhir, Muhyiddin Nevevî’nin (rh.a.) bu cevabına çok kızdı: “Yurdum (Şam)’dan çık!” diye haykırdı. Nevevî: “Baş üstüne!” deyip Neva’ya gitti. Fakîhler: “O bizim büyük âlimlerimizden, sâlihlerimizden ve kendisine uyulması gerekenlerdendi” dediler. Zâhir onun Şam’a geri gelmesini istedi. Ona, dönmesi için mektup yazdı. Fakat Üstad Nevevî dönmedi ve: “Orada Zâhir olduğu müddetçe oraya girmem!” dedi. Bir ay sonra da vefat etti. Halife, özrünün kabülünü istedi. Çünkü o, ilim ve takvâ yönünden Muhyiddin Nevevî’nin kim olduğunu ve ne derece büyük âlim olduğunu öğrendi. Fakat Nevevî, direterek halifenin özrünü kabul etmedi. Bununla, açıkca halifeye bir ders vermek istedi. Âlimler, yöneticilerin
3760] Gazâlî, a.g.e., c. 2, s. 845-846
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 997 -
hiçbir müslümana kötülük yapmamalarını istiyorlar. 3761
6) “Âlimlerin Ahlâkı” adlı kitabın yazarı şöyle anlatıyor: Bana, saygıdeğer arkadaşım Muhammed Fehmi Nadur Paşa, Ahmed Bedevi Efendi’den, o da babasından, babası da dedesinden nakletti. Dedesi, Hidiv İsmail zamanında Ezher Üniversitesi’nin profesörlerindendi. Mısır’la Habeşistan arasında harp başladığında ordu komandaları arasındaki ihtilaftan dolayı Mısır ordusu ardı ardına mağlub oldu. Hidiv İsmail’in buna canı çok sıkıldı. Sıkıntısını gidermek için bir gün Şerif Paşa ile birlikte çıktı. Şerif Paşa: “Senin başına bir musibet geldiğinde bu belâyı gidermek için ne yaparsın?”
Hidiv İsmail: “Ey Efendimiz, başıma bir musibet geldiğinde, Allah Teâlâ bana, en muttakî âlimlerin duâ etmesini tavsiye ediyor. Böylece Allah Teâlâ, musibetimi giderir. Hidiv İsmail, Ezher Üniversitesi’nin rektörü ile konuştu. Rektör, O’nun için ilmi ile âmil muttakî âlimleri topladı. Ezher Üniversitesi binasındaki eski kubbenin altında duâ etmeye başladılar. Fakat bütün bu olanlar yanında yenilgiler devam edip gidiyordu. Yanında Şerif Paşa olduğu hâlde Hidiv İsmail, âlimlerin yanına gitti ve onlara kızarak şöyle dedi. “Bu yaptığınız ya duâ değil veya siz ilmi ile âmil âlimlerden değilsiniz. Allah Teâlâ, ne sizin sebebinizle, ne de duânızla belâları ve yenilgiyi giderecek değildir.
Âlimler, bu hitap karşısında çok üzüldüler ve mahcup oldular. O anda cemaatin arkasında bir âlim, ona şöyle hitap etti: “Senin yüzünden bu belâlar, ey İsmail!... Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu bize naklonuldu: “Ya iyilikle emreder ve kötülükten nehyedersiniz veya Allah Teâlâ, size en şerrlilerinizi musallat eder. İyileriniz Allah’a duâ eder, fakat duâları kabul olunmaz.” 3762
Diğer âlimler, korkudan titremeye başladılar. Şerif Paşa ile Hidiv İsmail, bir tek kelime söylemeden çıkıp gittiler. Âlimler, bunu söyleyen âlimi kınamaya ve azarlamaya başladılar. Onlar, bu hâldeyken Şerif Paşa geri göndü: “Hidiv İsmail’e o sözleri söyleyen âlim kimdir?” diye sordu. O âlim: “Benim!” diyerek ayağa kalktı. Şerif Paşa, onu aldı ve götürdü. Âlimler onu kınamadan vazgeçip kendisiyle vedâlaşmaya başladılar. Dönmesini ummuyorlardı bile. Onun, geri gelmesi için duâ ediyorlardı. Şerif Paşa ile o, Hidiv İsmail’in sarayına gittiler. Hidiv İsmail, selâmlığında oturuyordu. Ön tarafında bir koltuk vardı. Âlim, o koltuğa oturdu.
Hidiv İsmail: “Bana, Ezher Üniversitesi’nde söylediğin sözleri tekrar et!” dedi. Âlim, söylediği sözleri ve hadisi tekrar etti. Ayrıca hadisin açıklamasını da yaptı. Hidiv İsmail, ona: “Ne yaptık ki, bu belâlar başımıza geldi?” diye sordu. Âlim: “Efendim, kanunlarınız Şer’î ve Medenî diye birbirine karışmadı mı? Fâizin helâllığına dair kanun çıktı. Zinâ, ruhsatlı değil mi? İçki, serbest değil mi? Ve değil mi?... Değil mi?... İnkârı gayr-ı kabil haramları ona bir bir saydı ve devamla: “Nasıl Allah’tan yardım beklersin?!” dedi. Hidiv İsmail: “Ne yapalım? Avrupalılarla karıştık. Bu ise, onların medeniyetidir.
Âlim: “O takdirde, âlimlerin mahâreti ne olabilir ki?!” Hidiv ismail, uzun zaman başını eğerek kaldı, konuşmadı. Sonra âlime: “Doğru söyledin, doğru söyledin!” dedi. Ayrıca Hidiv İsmail, o âlime ayda 30 Mısır Lirası maaş bağlanmasını
3761] Abdulaziz el-Bedrî, a.g.e., s. 140-142
3762] Hadisi, Evsat’ta Taberânî ve Bezzar rivâyet etti. Benzer bir hadis için bk. Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 9, Hds. 2259; İbn Mâce, Kitâbu’l-Fiten, B. 20, Hds. 4004
- 998 -
KUR’AN KAVRAMLARI
emretti. Daha sonra âlim, Ezher Üniversitesi’ne döndü. Ondan ümit kesen arkadaşları, sanki yeniden dünyaya gelmiş gibi sevindiler... 3763
En Korkunç Felâket: Âlimlerin Dünyevîleşmesi
Muvahhid ve muttakî âlimler, Ümmet içinde hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, Allah’a davet edip sâlih amellerde bulunan izzetli şahsiyetlerdir... Onlar, Rabbimiz Allah’ın kendilerine vermiş olduğu ilim nimetiyle âhiret yurdunu arayan, dünyadaki sorumlu oldukları vazifelerini unutmayanlardır... İlmin felâketi, onu unutmak ve terk edip amel etmemektir... İlim, ehli olmayana rivâyet edilip öğretildi mi kaybolup gider... Böyle bir hareket ilmi zayi eder...3764 Ehli olmayanların yanında oldukça hayra değil, şerre kullanılır... İnsanlığın faydasına değil, zararı için harcanır... Sanki gözü dönmüş ve insan öldürmekten şeytanî zevk alan katilin eline en sağlam silâh vermeye benzer, ehli olmayana ilim öğretmek!...
Elde etmiş olduğu ilmin ehli olan ve sorumluluğunu idrak eden muttakî ulemâ, Allah’dan gereği gibi korkan, ilimlerini Allah yolunda insanlığın hidâyeti ve selâmeti için kullanan kişilerdir... Onlar, ilimlerini dünya menfaatı karşılığında satmayan, bu hatâya düşmeyen, her zaman haktan ve adâletten yana olanlardır... Kalbleri iman dolu ve dipdiri!.. Çünkü onların bütün gayesi, Allah’dır... Âhiret ameli karşılığında, asla dünya malını tercih etmeyenlerdir... Onlar, helâl kazanç sonu elde edilen mal ve mülkü, âhiret yatırımı olarak Allah yolunda sarf edenlerdir...
Malik b. Dinar (rh.a.) anlatıyor:
Âlime verilen ceza hakkında el-Hasanu’l-Basrî’ye sordum. “Kalbinin ölümüdür” dedi. “Kalbinin ölümü nedir?” diye sordum. “Âhiret ameli karşılığı dünyayı istemektir” dedi. 3765
Âhiret ameli karşılığında dünya malı ve dünya menfaatı elde etmeye çalışan ilim sahibi kişilerin kalpleri ölür... Kalbleri ölünce de, sahib oldukları ilimden herhangi bir hayır görmezler... Böylece hayırsızlaşır ve topluma faydaları dokunmadığı gibi kötü örnek de olurlar... Bunca ilimleriyle dünyevîleşen, dünyayı âhirete tercih edenler, kim ki, kendilerine arzuladıkları dünya malı ve hedefledikleri makamı verirse, onun emrine girerler... İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen olan müstekbir tağutî yönetimlerin emrine âmâde olan “din adamı” lakablı ve sıfatlı birçok insanın bu durumda olduğunda hiç şüphe yoktur... Bu tip insanlar, tahsil etmiş oldukları İslâmî ilimlerden dolayı mustaz’af ve mazlum halk arasında belli bir itibarı olan kişilerdir... Bilgilerinden dolayı bazı akademik ünvanlara da sahib olmuşlardır... Bütün bunlara rağmen işgal kuvvetleri olan egemen tağutların emrine girmiş, müstekbir zâlim yönetimlere göbek ve mide bağıyla bağlanmışlardır... Egemen işgalci tağutlar, bunların vasıtasıyla sömürdüğü ve esir ettiği İslâm topraklarındaki mazlum müslümanları çok daha rahat bir şekilde ezmekte ve kanlarını emmektedirler...
3763] Abdulaziz el-Bedrî, a.g.e., s. 142-144; Âlimlerin Ahlâkı, s. 101-102’den
3764] Bk. Dârimî, Mukaddime, B. 51, Hds. 630; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muhtasarı Terc. Ve Şerhi, c. 1, s. 25, Hds. 7 -12-; İbn Ebî Şeybe –İbn Mesûd’dan-
3765] Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 331, Hbr. 1514; Ahmed bin Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 2, s. 376, Hbr. 1503
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 999 -
Dinlerini ve âhiretlerini, dünya menfaatı karşılığında hebâ edenlerin durumlarını, Rasûlullah (s.a.s.) net bir şekilde bildirmiştir... Abdullah İbn Abbas (r.anhumâ)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Şüphesiz benim ümmetimden bazı insanlar, dinde fıkıh bilgisine sahib olduğunu iddia edecekler, Kur’ân okuyacak ve diyecekler ki:‘Biz, emir (yönetici)ler sınıfına varıyor, dünyalıklarından yararlanıyoruz. Fakat dindarlığımız hususunda onlardan uzak durup (bu yönden bize bir zarar ilişmiyor)’ derler. Hâlbuki onların dediğinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Katad (adındaki dikenli ve meyvesiz ağaç)dan geven dikenlerinden başka (bir meyveyi) toplamak mümkün olmadığı gibi, emir (yönetici)lere yaklaşmaktan bir şey toplanamaz. Ancak...” 3766
Önderimiz Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu hadislerinde beyan buyurdukları dünyevîleşen ilim adamları, bugünün işgal altındaki İslâm topraklarında yaşayan ve egemen tağutların emri altına girip hizmet ettikleri iddiasıyla kendilerini savunanlardan başkası mıdır?.. Onların, “her ne kadar egemen tağutî sistemlerin memuru olmuşlarsa da, bu yol ile halka hizmet edip onların yetişmesine çalıştıklarını” beyan etmelerine karşı önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyorlar: “Hâlbuki onların dediğinin gerçekleşmesi mümkün değildir!” Bu hadisin şerhinde şunlar beyan olunmuştur: Miftâhu’l-Hâce yazarı diyor ki: “Hadisten kasdedilen mânâ şudur: Kur’ân okuyan, fıkıh bilgisi olduğunu iddia eden bazı kimseler, zarurî ihtiyaçları ve önemli bir işleri olmadığı hâlde emirler sınıfının yanına giderek, fazilet ve ilim sahibi olduklarını açıklar, birtakım mal ve makam koparmak isterler. Bu tip kimselere: ‘İlim ile bu nevi davranışlar birbiri ile bağdaşmaz, niçin böyle hareket ediyorsunuz?’ denildiği zaman, şöyle cevaplarlar: ‘Biz, emirlere varıp onların dünyalıklarından yararlanırız. Ama dinî vecibelerimiz bakımından onlardan uzak dururuz...’ Hâlbuki yekdiğerine zıt iki şeyi toplamak imkânsızdır. Katad, dikenden başka meyvesi olmayan bir ağaçtır. Bu ağaçtan meyve olarak dikenden başka bir şey toplamak mümkün değildir. Emirlere yakınlıktan bir semere beklenemez. Beklenen şey, ne olabilir?
Hadiste Peygamber’in (s.a.s.) sözünde, emirlerden alınabilen şey, yani müstesnâ anılmamıştır. Ravî: ‘Anılmak istenen şeyin, “hatâlar” olduğunu sanıyorum, diyor. Şu hâlde onlara yaklaşmaktan beklenebilen semere, hatâlar ve günahlar olmuş olur. Sindî (rh.a.) diyor ki: “Emirlere yaklaşmanın, Katad ağacından diken toplamaya benzetilmesi ile onlara yaklaşmaktan dinî yönden zarar etmekten başka bir sonuç alınmayacağına işaret ediliyor. Çünkü, kişi için Allah tarafından takdir edilmiş olan rızık ve menfaatlar, behemhâl sahibini bulacaktır. İster emirlerin kapısına gidilsin, ister gidilmesin netice değişmez. O hâlde onların kapılarına gidilmekle, yeni bir kazanç sağlanacak değildir. Ama bununla beraber dinî yönden zarara uğramak da vardır. Şöyle de söylenebilir: İlâhî takdir, meçhulumuz olup dış görünüşe göre emirlerin sohbetinde bulunmak ve onlarla ihtilat yapmak sûretiyle elde edilen dünyalık menfaat, bu ilişkilerle uğranılan zarar muvacehesinde çok cüz’i olduğu için yok gibidir. Dolayısı ile zarardan başka bir şey kalmamış sayılır.” 3767
Ubey İbn Kâ’b’ın (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.):
“Bu ümmete, yükseleceklerini, mal-mülk ve kuvvet sahibi olacaklarını, zâlim
3766] İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 255; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 164, Hds. 7
3767] Haydar Hatipoğlu, S. İbn Mâce Terc. ve Şerhi, ist. 1982, c. 1, s. 420-421
- 1000 -
KUR’AN KAVRAMLARI
krallarının kendilerine boyun eğeceklerini ve yeryüzüne hâkim olacaklarını müjdele. Artık kim âhiret için yapmış olduğu amelleri dünya çıkarlarına âlet yaparsa, o kimsenin âhirette nasibi yoktur.” 3768
Ebû Hüreyre’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim kendisi ile Allah’ın rızâsı aranan ilimlerden bir ilmi, dünya malından bir şey elde etmek için öğrenirse, kıyâmet gününde cennetin kokusunu alamaz.” 3769
İbn Ömer (r.a.) dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Kim Allah’dan başka bir şey için ilim taleb ederse veya o ilimle Allah rızâsından başka bir maksad edinirse, cehennemden olan üzerine hazırlansın.” 3770
Yegâne önderimiz Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu beyanları, bu apaçık ikazları karşısında her vicdan sahibi elini vicdanına koysun ve Rabbimiz Allah’ın verdiği akıl nimetini kullanabilen her akıl sahibi kişi aklını kullanıp düşünsün! İslâm topraklarını işgal etmiş ve şirk ideolojisinin mensubları olan egemen tağutların hizmetinde, müstekbir zâlimlerin emrinde bulunan ilim ehli insanların durumu nedir? Onların, dünya menfaatı karşılığında itaat ettikleri hükümlerin onlardan istedikleri nelerdir? Onlar, bu gayr-ı İslâmî hükümlere boyun bükerken neler kaybediyorlar? Buna karşılık onların ellerine ne geçiyor? Onlar, bu tavırlarıyla İslâm’a ve mü’min müslümanlara ne fayda sağlıyor, ümmetin kurtuluşu için ne katkıda bulunabiliyorlar?... Acaba mü’min müslümanların esaretten kurtulmalarına mı yarıyor onların böyle davranmaları, yoksa işgalci egemen tağutların halk üzerindeki zulme dayalı egemenliklerinin daha sağlamlaşmasına mı yarıyor?
Bütün bu soruların cevaplarını, iman sahibi, vicdan sahibi ve akıl sahibi olanların ciddî ciddî düşünüp araştırıp doğru bir şekilde verirlerse, ancak hakikat apaçık anlaşılacaktır!... Doğru cevab verebilmek için doğru bir ölçü ile ölçmek gerekir... Dosdoğru ölçü ve adâlet terazisi, İslâm’dır... Rabbimiz Allah’ın Kitabı Kur’ân-ı Kerim ve önderimiz Rasûlullah’ın (s.a.s.) Sünneti değişmez, eskimez ve zamanı geçmez, bütün çağları kapsayan bir ölçüdür... Eğer Kur’ân ve Sünnet ölçüsünce olaylar değerlendirilecek ve mazlum ümmetin meselesi topyekün düşünelecek olursa, hayırlı bir sonuç elde edilir... İşte o zaman ilmini kötüye kullanan âlimlerden dolayı yazık olmuş ümmet3771 esâretten kurtulur, hürriyetine kavuşur...
İlim adamlarının kalbini öldüren, onların âhiretini hebâ eden dünyevîleşmek konusunda selef ulemâsı ümmet-i merhumeyi uyarmıştır! Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: “Sizi, gençleri ihtiyarlatan, ihtiyarları çökerten ve adet hâline gelen bir fitne (zulüm, taşkınlık ve İslâm’a uymayan kötülükler) kaplar ve bir gün daha da ileri giderse ne yaparsınız?” Dinleyenler: “Bu, çok çirkin bir şeydir” dediler. İbn Mes’ud da: “Bu, ne zaman olacak biliyor musunuz?” dedi ve şöyle devam etti: “Bu fitne, aranızda güvenilir kişilerin azaldığı, amirlerinizin çoğaldığı, anlayışlı âlimlerin azaldığı, okuyucularınızın çoğaldığı, ilimler, din için
3768] el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 69, hds. 4; Ahmed bin Hanbel, Hakim, Beyhakî ve İbn Hıbbân’dan. Hakim: Hadisin isnâdı sahihtir, demiştir.
3769] Ebû Dâvud, Kitâbu’l-İlm, B. 12, Hds. 3664; İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 252; Dârimî, Mukaddime, B. 27, Hds. 263; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 161, Hds. 1; İbn Hıbban ve Hakim’den
3770] İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 258; Tirmizî, Kitâbu’l-Ilm, B. 6, hds. 2793
3771] Suyûtî, a.g.e., c. 3, s. 422, Hds. 3838 -9654-; Hâkim’in Müstedrek’inden
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1001 -
değil de dünya menfaati için öğrenildiği ve âhiret amelleri ile dünya menfaatı kazanılmağa çalışıldığı zaman çıkacaktır. 3772
Emirü’l-mü’minin İmam Ali b. Ebi Tâlib (r.a.), âhir zamanda olacak fitneleri anlatırken, İmam Ömer (r.a.): “Bu fitneler ne zaman, belirtileri nedir yâ Ali?” diye sordu. İmam Ali: “İlim, din için değil, dünya menfaatleri için öğrenildiği ve âhiret amelleriyle dünya malı kazanılmağa çalışıldığı zaman!” diye cevap verdi, 3773
Süfyan (rh.a.) şöyle diyor: “Hiçbir kulun ilmi artıp, sonra da dünyaya karşı isteği artmamıştır ki, onun, Allah’tan uzaklığı artmış olmasın.”3774 İmam Hasan el-Basrî (rh.a.) de şunları beyan ediyor: “Bu ilimden bir şeyin peşine düşüp de onunla Allah katında olanı isteyen kimse, inşaallah (isteğine) kavuşur. Kim de onunla dünya(lık) isterse, işte vallahi, onun bundan nasibi (sadece) budur.” 3775
Dünyanın serveti, şöhreti, malı, mülkü, makam ve mevkileri ayaklarının altına serildiği hâlde dünyevîleşmeyen, aksine âhireti tercih ettikleri için dünyayı ellerinin tersiyle reddeden muttakî âlimler, bu ümmet içinde her zaman var olmuşlardır... Onlar, dinlerini ve ilimlerini dünya menfaatı karşılığı zâlim yöneticilerin emrine vermemiş, aksine o zâlimlere karşı bütün imkânlarıyla mücâdele etmişlerdir...
Bu muvahhid, mücâhid ve muttakî âlimlerden birisi, tabiin ulemâsından Said b. Müseyyeb’dir (rh.a.). Devrinin Emevî halifelerinden Abdulmelik b. Mervan’ın adâletten sapan yönetimini reddetmiş zulme dayalı uygulamalarının karşısına dikilmişti... Abdulmelik b. Mervan’ın O’na karşı sunduğu birçok dünyalık tekliflerinin hiçbirini kabul etmemiş, ilmini, gaye edindiği Allah yolunda sarf etmişti...
İmam İbn Kesir kaydediyor: “Abdulmelik, Said’in kızını oğlu Velid’e istedi. Ancak Said, kızını Velid’e vermek istemedi. Abdulmelik de bir yolunu bulup O’na tuzak kurdu ve onu kırbaçladı. Bu olay şöyle olmuştur: Abdulmelik’in zamanında Velid, bey’at için Medine’ye geldiğinde Said, bey’ata yanaşmamıştı. Bunun üzerine Medine Valisi Hişam b. İsmail, onu kırbaçlıyarak, Medine sokaklarında dolaştırmış, kılıç çekmiş ve tehdit etmişti. Ancak o, yine de kendisini eziyete maruz bırakıp sarstıklarında bir kadın görmüş ve ona: ‘Ey Said, bu ne rezâlet?’ diye sormuş, Said de, ona şu cevabı vermişti: ‘Aslında biz, rezâletten kaçıp şu gördüğün hâle mâruz kaldık.’ Yani, Abdulmelik’i ve adamlarını sevseydik, o zaman hem dünya, hem de âhiret rezaletine mâruz kalırdık.
Said, sırtına koyun postu giyerdi. Elinde ticaret için kullandığı bir mikdar sermayesi vardı ve şöyle derdi: ‘Allahım, sen de biliyorsun ki, ben cimrilikten veya hırstan ötürü bu sermayeyi edinmedim. Dünya sevgisi ve şehvetlerine kavuşmak arzusuyla da bu sermayeye sahib olmadım. Ancak ben, Allah’ın huzuruna varıncaya kadar Mervan oğullarına yüzsuyunu dökmemek için bu sermayeyi edindim ki, âhirette Cenâb-ı Allah, benimle Mervan oğulları arasında hükmünü versin ve
3772] el-Munzirî, a.g.e., c. 1, sh. 165, Hbr. 9; Abdurrezzak, kitabında mevkuf olarak rivâyet etmiştir
3773] el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 166, Hbr. 10; Abdurrezzak, kitabında mevkuf olarak rivâyet etmiştir.
3774] Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 392
3775] Dârimî, Mukaddime, B. 27, Hbr. 260
- 1002 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu para ile de akrabalarıma yardımcı olayım, yoksulların hukukunu ödeyeyim. Dullara, fakirlere, düşkünlere, yetimlere ve komşulara bu maldaki haklarını vereyim. İşte bu maksatla bu sermayeyi edindim.” 3776
Bütün hayatını Allah yolunda fedâ eden, Allah’ın rızâsından başka bir gayesi olmayan, zâlim iktidarlara karşı boyun bükmeyip onlarla amansız mücâdeleyi girişen ve hep mazlumun yanında, İslâm milletinin hizmetinde olan muttakî âlimlerden birisi de Şehid İmam Ebû Hanife Numan b. Sâbit’tir (rh.a.)...
Emevîler ve Abbasîler döneminde yaşayan Şehid İmam Ebû Hanife (rh.a.) her iki iktidar döneminde de zulme ve işkenceye maruz kalmıştı... Devlet, İslâm Devleti olmasına rağmen iktidarda bulunan hükümetler ve başlarındaki sultanlar, adâletten sapmış, iktidarlarını zulümle, fısk ve fucurla devam ettiriyorlardı... Şehid imamımız İmam Ebû Hanife (rh.a.) onların bu zülum idarelerine karşı çok sert tavır almış, onların uygulamalarının İslâm’a uymadığını beyan etmiştir.
İktidarda bulunanlar, Şehid İmam Ebû Hanife’nin (rh.a.) bu sert tavırlarını yumuşatmak O’nu kendilerine bağlayıp hizmet ettirmek için devletin en üst makamlarında görev teklifinde bulunmuşlardı... Şehid İmam’a bu görevlerden herhangi birisini kabul ettirecek olurlarsa, ümmetin nezdinde meşru bir hükümet olduklarını isbat edeceklerdi... Şehid İmam Ebû Hanife (rh.a.), onların bu ihânet planlarını bildiği için hiçbir görevi kabul etmedi...
Mekkî, “Menakıb-ı Ebû Hanife” adlı eserinde aynen şöyle diyor: “Emevîler zamanında İbn Hübeyre, Kûfe valisi idi. Irak’da kaynaşmalar baş gösterdi. Irak fukahasını kendi ka-pısında topladı. Aralarında İbn Ebi Leylâ, İbn Şübrüme, Davud b. Ebi Hind gibi ulemâ vardı. Her birini mühim devlet vazifeleri başına geçirdi. Ebû Hanife’yi de davet etti. Mührü, onun eline vermek istedi. Ebû Hanife’nin elinden geçmeyince hiçbir emir ve fermanın hükmü olmayacak, Beytu’l-mal’den çıkan her mal, Ebû Hanife’nin elinden çıkmış olacaktı.
Ebû Hanife, bunu kabul etmedi. İbn Hübeyre: ‘Eğer kabul etmezse O’nu döverim!’ diye yemin etti. Fukahâ arkadaşları, Ebû Hanife’ye: ‘Allah aşkına, kendini tehlikeye atma, şu işi kabul et. Biz, senin kardeşleriniziz. Hepimiz bu işlerden nefret ediyoruz, fakat kabulden başka çare bulamadık, ister istemez vazife aldık’ dediler. Ebû Hanife şu cevabı verdi: ‘Vâsıt Mescidi’nin kapılarını saymayı bana teklif etse ona, onu da yapmam. Nasıl olur da bu ağır işi kabul ederim. O, boynunu vuracağı bir adamın ölüm fermanını yazacak, ben de ona mühür basacağım ha! Vallahi, böyle bir işe katiyyen girmem!’ İbn Ebî Leylâ: ‘Arkadaşımızı bırakalım! O, haklıdır, hatâ başkasının’ dedi.
Ebû Hanife’yi hapse attılar. O’na, her gün dayak atıyorlardı. Cellât, İbn Hübeyre’ye gelerek: ‘Bu adam, kırbaçtan ölecek’ dedi. İbn Hübeyre: ‘Söyle O’na, bizi yeminimizden kurtarsın’ dedi. O da, Ebû Hanife’ye bunu söyleyince: ‘Câminin kapılarını saymamı istese yine yapmam’ dedi. Sonra Cellât, İbn Hübeyre ile görüştü: ‘Bu mahpusa bir nasihatçı yok mu? Mühlet istesin ki, vereyim’ dedi. Ebû Hanife’ye haber gönderdiler: ‘Arkadaşlarımla istişâre yapayım, bakayım’ dedi. İbn Hübeyre, tahliyesini emretti. Ebû Hanife, hapisten çıkınca atına bindi, Mekke’ye kaçtı. Bu hâdise, 130 senesinde idi. Mekke’de yerleşti. Hilâfet Abbâsîlere geçinceye kadar orada kaldı. Ebû Cafer Mansur zamanında Kûfe’ye
3776] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye -Büyük İslâm Tarihi-, c. 9, s. 168-169
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1003 -
döndü.” 3777
Şehid İmamımız İmam Ebû Hanife (rh.a.), Emevîlerin iktidarında vazife almadığı gibi, Abbasîlerin iktidarında da hükümetin herhangi bir kademesinde vazife almayı reddetmişti... Şehid İmam (rh.a.) ile O’na kadılık vazifesi vermek isteyen Abbasî Halifesi Ebû Cafer Mansur arasında geçen şu ibretli tarihî olayı burada aktarmakta fayda umarız...
“Ebû Hanife, Mansur tarafından çağrılarak, kadılık teklif edilmişti. İmam, kabul etmedi. Halife de: ‘Seni, bu makama getireceğim, diye yemin etmişti. Halifenin teşrifat memuru Rabi’ (ki, Ebû Hanife için iyi niyet beslemeyen bir kimseydi), İmama: ‘Görmüyor musun? Halife yemin etti’ dedi. Ebû Hanife: ‘Mü’minlerin emiri, yemin kefâretini vermeye benden daha kadirdir’ dedi. Bunun üzerine İmam, hapse atılmıştı. Hapisten tekrar çıkarılarak aynı teklif yapıldı. Ebû Hanife, şöyle diyordu: ‘Allah’tan kork! Ben, kendime güvenemiyorum. Kadılık emânetini de Allah’tan korkan birisine ver. Ben, buna lâyık değilim, yapamam.’ Halifenin canı sıkılmıştı. ‘Yalan söylüyorsun! Sen, bu işe lâyıksın’ dedi. (Ebû Hanife, bunu bekliyormuş gibi:) ‘İşte hükmü kendiniz verdiniz. Yalan söylediğini ikrar ettiğiniz bir kimseye kadılık emânetini nasıl verebilirsiniz? Bununla beraber ben, Arab değilim. Arab olmayan bir kimsenin kadılık makamına getirilmesine râzı olurlar mı?’ dedi. İmam, bütün bu teklifleri reddetmesi üzerine hapse atılmıştı. Hapishanede Hakk’ın rahmetine kavuştu. Hapishanede, dayaktan mı, yoksa zehirlenerek mi vefat etti?...” 3778
İşte şehid imamımız İmam Ebû Hanife’nin (rh.a.) tavrı ve işte çağımızda O’nun mezhebine bağlı olduğunu beyan eden ve İslâm topraklarını işgal etmiş müstekbir egemen tağutların emrine âmâde olan ilim ehli olanların tavrı!? Müstevlî ve müstekbir gayr-ı İslâmî iktidarların emrine giren, onların memuru olan ve kendilerine verilen maaşlarla zor geçinen din adamları ile ilim adamlarının durumu nerede, her ne olursa olsun zulüm iktidarların emrine girmeyi reddeden İmam Said b. el-Müseyyeb (rh.a.) ile Şehid İmam Ebû Hanife (rh.a.) nerede?...
İbn Mes’ud (r.a.)’ın rivâyetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “İnsanoğluna beş şeyden hesab sorulmadıkça, onun ayakları kıyâmet gününde Rabbinin katından ayrılmayacaktır. (Bunlardan biri de şudur:) öğrendiği ilimde nasıl davrandığından.” 3779
İlim ehli olan bir kişi, dünya hayatında ilmini nerelerde harcadığının ve bunca ilim ile nasıl davrandığının hesabını, âhirette Rabbinin huzurunda verecektir... Eğer dünya hayatında iken sorumluluğunu yüklendiği ilmini gereği gibi kullanıp onunla amel etmiş ve Allah’ın rızâsını kazanmış ise, elbette çok iyi bir mükâfat ile karşılığını görecektir... Eğer sahib olduğu ilim ile dünya menfaatını hedeflemiş ve yeryüzünün müstekbir egemen tağutlarının emrine girerek,
3777] Mekkî, Menâkıb-ı Ebû Hanife, c. 2, s. 23-24’den; Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, çev. Osman Keskioğlu, Ank. 1997, s. 46-47; İbn Haceri’l-Heysemî, Menâkıb-ı İmam-ı Azam, çev. Ahmet Karadut, Ank. 1983, s. 159-160
3778] İbn Haceri’l-Heysemî, Menâkıb-ı İmam-ı Âzam, çev. Ahmet Karadut, Ank, 1983, s. 161-162; Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad, c. 13, s. 328-329’dan; Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, s . 66
3779] Tirmizî, Kitâbu Sıfati’l-Kıyâme, B. 1, Hds. 2531-2532; Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir Tercümesi, c. 2, s. 205, Hds. 522; Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, s. 72, Hds. 76; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 180-181, Hds. 6; Zubeyr bin Harb, Kitâbu’l-İlm, s. 174, Hds. 89
- 1004 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mazlum insanların ezilmesine, sömürülmesine ve uyutulmasına yardımcı olmuş ise, elbette ilme yaptığı bu ihâneti, âhirette İlâhî adâletin tecelli ettiği Rabbinin huzurunda cezâsız kalmayacaktır!...
el-Avas b. Hakim, babası Hakim’den (r.a.): Bir adam, Rasûlullah’a (s.a.s.) şerri (kötüyü ve kötülüğü) sormuş. Bunun üzerine O, üç defa olmak üzere şöyle buyurmuş: “Bana şerri sormayınız, bana hayrı sorunuz.” Sonra da şöyle buyurmuş: “İyi bilin ki, kötünün en kötüsü, âlimlerin kötüleridir. İyinin en iyisi de, âlimlerin iyisidir.” 3780
Toplum içindeki iyiliğin egemen olması, ya da kötülüğün galib gelmesi, o toplumdaki bilen ilim adamlarının durumuna bağlıdır... Çünkü ilim adamları, doğruyu ve yanlışı iyice tanıyan, onları birbirinden ayırabilen kişilerdir... Doğrunun ve iyiliğin hayrını, faydasını, yanlışın ve kötülüğün şerrini, zararını çok iyi bilenler oldukları için onlar hangi tarafı tercih eder, onu yaşar ve topluma örnek olurlarsa, toplumda egemen olan o hâl olur...
İlmi elde etmeye çalışan ve ilim sahibi olanlar, imanlı, akıllı ve ibâdet ehli olurlarsa, ancak ilmin hakkını verir, hem kendileri hem de diğer insanların faydalandıkları bir durum sergilerler. Muvahhid ve muttakî âlimler, ilmin, aklını kullanmayan ve ibâdet ehli olmayanların eline geçmesinden çok korkmuşlardır... Zeki ve fasık insanların ilmi öğrenmeleri, toplum içinde korkunç bir tehlike arzeder... Onlar, aklını kullanamayan fakat zeki kişilerdir, aynı zamanda fısk ehli olmaları, ilimlerini dünya menfaatı için kullanmalarını gündeme getirir... Dünyevîleşen bu ilim adamları, her şeyde kendilerine bir menfaat sağlamaya çalışırlar... Böylece hem kendilerini, hem de diğer insanları ifsad ederler...
Tabiîn’in büyük müctehid âlimlerinden eş-Şa’bî (rh.a.) şöyle demiştir: “Bu ilmi, ancak kendisinde iki haslet, yani akıl ve ibâdet birleşmiş olan kimseler tahsil ederdi. Çünkü (öğrenci) ibâdetli olup akıllı olmazsa: ‘Bu sadece akıllıların ulaşabileceği bir iştir’ der ve tahsili bırakır. Şayet (öğrenci) akıllı olup ibâdetli olmazsa: ‘Bu, sadece ibâdetlilerin ulaşabileceği bir iştir’ der ve tahsili bırakır. eş-Şa’bî, sonra şöyle dedi: “Yemin olsun ki, ben onu (yani ilmi) bugün, kendisinde bunlardan hiçbiri, ne akıl, ne ibâdet bulunan kimselerin tahsil etmekte (öğrenmekte) olmasından korkmuşumdur.” 3781
Akıllı, şuurlu ve gerçeği idrak eden kişilerin, ilim tahsil etmesi ve onu elde etmeleri sonucu âlim olmaları, içinde bulundukları toplumun faydasınadır... Bu şahsiyetlerin muttakî mü’minler olması, bu faydayı kat kat arttırır... Çünkü faydalı ilim, imanın emrine girdiği zaman vicdan ile kaynaşır... İmanlı ve vicdanlı bir muttakî âlim veya âlimler, toplum için hidayet ve saadet rehberleri olurlar... İlmiyle âmil olanlar, insanlık âlemini, maddî ve manevî her türlü krizden kurtarır, selâmete ulaştırıp istikamet üzere hayat sürmelerine vesile olurlar...
Eğitim ve öğretim yoluyla elde ettikleri ilmi, ya terk etmek, ya da gereğini yapmamakla ondan uzaklaşmak, büyük bir felâkettir... Böyle olanlar, hüsranda oldukları gibi, kendilerini örnek edinen insanları da felâkete sürüklerler...
Cerir İbn Hazim (rh.a.) anlatıyor: Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) insanları öğrenir
3780] Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 376; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 183, Hds. 10, Bezzar’dan (Bazı lafız değişiklikleriyle); Ebû Nuaym el-Isfahânî, Hilyetu’l-Evliyâ - Sahâbe’den Günümüze Allah Dostları-, çev. Said Aykut, Vdğ., İst. 1995, c. 1, s. 391
3781] Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 377
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1005 -
ve öğretir vaziyette gördüğü zaman, el-Hâris İbn Kays’a (r.a.): ‘Ey Hâris, insanların tatbik etmek için öğrendiklerini mi zannediyorsun?’ diye sordu. el-Hâris: ‘Hayır, vallahi, öyle zannetmiyorum. Fakat onları, öğreniyor ve terk ediyorlar, zannediyorum’ dedi. Bunun üzerine İbn Mes’ud: ‘Vallahi, zannedersem doğru söylüyorsun’ buyurdu. 3782
Dünyevîleşmek için yegâne hayat nizamı ve Allah katında yalnızca tek din olan İslâm’dan3783 herhangi bir şeyi terk edenlerin içine düşmüş oldukları buhranı şöyle beyan ediyor Emirü’l-mü’minin İmam Ali bin Ebi Tâlib (r.a.): “İnsanlar, dünyalarını düzene sokmak için dinlerine aid bir şeyi terk ettiler mi Allah onları, ondan daha zararlı bir şeye uğratır.” 3784
Yegâne önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), ilmin kaldırılması veya ilimle amel edilmeyip terk edilmesini kıyâmet alametlerinden olduğunu beyan buyurmuştur... Hak din olan İslâm ilimle bilinir, ilimle tanınır... İlmin kaldırılması, İslâm’ın gerek ferd, gerekse toplum hayatının üstündeki yaptırım gücünün zorba tağutlar tarafından kaldırılması demektir... İlmin terk edilmesi, İslâm’ın terk edilmesi ile sonuçlanır... İslâm, terk edildi mi ilim de terk edilmiştir!.. İlim ve İslâm beraberdirler... Birisi gitti mi, diğeri de onun peşinden gider... İkisi, bir bütündür ve asla parçalanmazlar... Parçalandıkları takdirde, yani ilim İslâm’sız ve İslâm ilimsiz bırakıldı mı, gerek ferde, gerekse topluma câhiliyye egemen olur ve bu durum, hem ferd, hem de toplum için korkunç bir felâket hâline gelir...
Tâbiîn’in meşhur âlimlerinden Muhammed b. Sirin (rh.a.) şöyle diyor: “Şüphesiz ki, bu ilim dindir. Öyle ise, dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin!” 3785
Enes b. Malik’in (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyurdu Rasûlullah (s.a.s.): “İlmin kaldırılması, cahilliğin meydana çıkıp kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinânın aşikâre olup çoğalması, erkeklerin azalıp kadınların çoğalması, kıyâmet alâmetlerindendir.” 3786
Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu hadislerindeki “ilmin kaldırılması” gerçeği, ilmiyle âmil muttakî âlimlerin ölümü olarak da beyan olunmuştur...3787 Muvahhid ulemânın ölümüyle yerlerini dolduracak yeni âlimler yetişmezse, onların boş kalan yerlerini cahiller doldurur... İnsanlar, onları âlim zanneder... Onlar da, heva ve heveslerine göre insanlara fetvâ verip onları sapıtırlar... Böylece cehâlet topluma hâkim olur ve toplumun kıyâmeti kopar!...
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Âhir zamanda birtakım kişiler çıkacaklardır ki, dini, dünyaya alet edecekler ve insanlara yumuşak görünmek için kuzu postuna bürüneceklerdir. Dilleri, şekerden tatlı, fakat kalbleri kurt kalbidir. Allah şöyle buyurur: ‘Benim hilmim (genişliğim)e mi mağrur oluyor, yoksa bana karşı cüretkârlık mı gösteriyorsunuz? Kendi adıma yemin ederim ki onlara, kendilerinden bir fitne göndereceğim ki, içlerinden halim (geniş) olanı (bile) şaşkına
3782] Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 207, Hbr. 820
3783] 3/Âl-i İmrân, 19
3784] Nehcu’l-Belâğa, s. 390
3785] Müslim, Mukaddime, B. 5; Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 391; Bkz. Ahmed Davudoğlu, a.g.e., c. 1, s. 39, Dipnot: 133
3786] Buhârî, Kitâbu’l-Muharribîn, B. 5, Hds. 7, Kitâbu’l-İlm, B. 22, Hds. 22-23; Müslim, Kitâbu’l-İlm, B. 5, Hds. 9; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 30, Hds. 2301; İbn Mâce, Kitâbu’l-Fiten, B. 25, Hds. 4045; Bkz. Ahmed Davudoğlu, a.g.e., c. 10, s. 665
3787] Bk. Ahmed Davudoğlu, a.g.e., c. 10, s. 665
- 1006 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çevirecektir.”3788 Dini, dünyaya alet edip dünyevîleşen, böylece dünya menfaatını âhirete tercih eden ve bunca bilgisiyle sorumluluğunu bir yana bırakarak egemen müstevli tağutların emrine giren ilim adamlarının korkunç hâlini beyan buyuran Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadislerinden sonra şu ikaza kulak verelim!...
Yahya b. Muaz er-Râzî (rh.a.) dünya âlimlerine şöyle hitab ediyor: “Ey âlimler, köşkleriniz Kayser’lerin sarayı, evleriniz Kisra’nın evi, elbiseleriniz Vezir Tahir’in elbiseleri, ayakkabılarınız Câlut’un ayakkabıları, binitleriniz Karun’un binitleri, kap-kacak mefruşatınız Fir’avn’ın mefruşatı, yeyip içmeniz câhiliyye devrinde olduğu gibi, tuttuğunuz yol, şeytanet yolu! Nerede kaldı İslâmiyet!?” 3789
İlme İhânet Edenler
İlim sahibleri dünyevîleştikleri, bildikleriyle amel etmedikleri ve ilimlerini çok değersiz dünya menfaatına sattıkları zaman, ilme en korkunç ihâneti yaparlar... Onların bu ihânetinden dolayı karada ve denizde fesad olur, büyük felâketler ortaya çıkar... Hem kendileri sapar, hem de peşlerine takılan insan kitlelerini saptırırlar... Bu ihânet, ilmi, cehâlete çevirir... Bir cahilin yapacaklarını, bir ilim sahibine yaptırır... İlim sahibi olan kişi, ancak cahillerin yapabileceği yanlış ve zararlı işler yapmaya başlar bu ihânet sonucu!...
Büyük bilginlerden birine: “Bilgi, ne vakit cehâletten kötü olur?” diye soruldu. Âlim de cevap olarak şöyle demiş: “Bilginin gereğine göre amel edilmediği vakit, cehâletten daha kötü olur.” Mü’minlerin emiri İmam Ali’nin de (r.a.), şöyle dediği anlatılır: “Hakkı bilip tasdik ettikten sonra sapıklığa dönen bir kimse, Cenâb-ı Hakk’ın mağfiretine mazhar olmaktan çok uzak bulunmaktadır. 3790
İlim ehli olanlar, ilimlerini dünya menfaatını elde etmek için kullanacak olurlarsa, ya halkın emrine, ya da müstevli müstekbir tağutî yönetimlerinin emrine girer ve onların kendilerine verdikleri dünyalık maaşlarla, makam ve ünvanlarla oyalanır haktan uzaklaşırlar... Onlar, bu inanç ve tavırlarıyla Allah Teâlâ’yı mutlak Rezzak olarak kabullenme konusunda çok büyük bir hatânın içine düşer ve gerek egemen zâlim tağutların maaş vermelerine, gerekse halkın sadakası, zekâtı ve diğer yardımları onlar için bir rızık kapısı olmaktadır... Bu rızık kapısının kapanmaması için, kendilerine bu kapıyı açıp onları menfaat-landıranların her isteklerine boyun eğen ilim adamları, zulmün, cehâletin, fısk ve fucurun yayılmasına hem yardımcı olur, hem de göz yumarlar... Onların aralarında her şeye rağmen vicdan azâbı çektikleri için bazı doğruları söyleyenler ve halka nasihatta bulunanlar varsa da, kendi sorumluluğunu unuttuğundan, Allah’a kulluk vazifesini yerine getirmediğinden, onun nasihatı yerine bulmayan, hiç tesiri olmayan bir nasihattır... Konuşan vaiz ve dinleyen cemaat, günlük vakitlerinin bir miktarını tatlı bir sohbete ayırmışlardır. Allah’ın ayetlerini ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadislerini dinler, sahte bir manevî hava kendilerini bürür, camiiden veya sohbet yerinden ayrıldıktan sonra o güzel sözler orada kalır, yine herkes eski hâline döner... Çünkü görülen ve bilinen hakikat odur ki, ne konuşan, ne de dinleyenlerin bir inkılab istekleri yoktur... Onların, içinde bulundukları câhiliyye değerlerini,
3788] Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd, B. 46, Hds. 2515; Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 25, Hds. 50
3789] Gazâlî, a.g.e., c. 1, s. 155
3790] Ebu’l-Kasım Rağıb el-Isfahânî, Tafsîlu’n-Neş’eteyn ve Tahsîlu’s-Saâdeteyn, Mutluluğun Kazanılması, çev. Lütfi Doğan, İst. 1974, s. 178
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1007 -
İslâm değerleriyle değiştirme gibi bir çabaları gündeme gelmiş değildir... Hayatlarındaki câhiliyye değerlerini giderip onların yerine İslâmî değerleri hakim kılma diye bir arzu oluşmamıştır kendilerinde!...
Vâiz, alacağı maaşı hak etmek, memur olan ilim adamı maaş kademesini yükseltmek için konuşur, anlatır... Dinleyenler ise, kendisiyle amel etmeyecekleri ve edemeyecekleri tatlı ve güzel sözler işitir, kendilerini iyi saran bir sohbet dinlemiş oluyorlar... Çünkü anlatılan ayet ve hadisleri amel hâline getirecek herhangi bir karar vermiş değiller... İslâm’ı hayata egemen kılacak bir birlik ve beraberlikleri oluşmuş değil... Aralarında İslâm kardeşliği, akide birliği, usûl ve hedef bütünlüğü meydana gelmemiştir... Camiler ve mes-cidler, belli vakitlerde birbirini tanımayan, aralarında akidevî ve sosyal irtibat bulunmayan insanların yalnızca namaz kılmak için dolup, geldikleri gibi boşalıp gittikleri yerler hâline gelmiştir... Camilerde ve mescidlerde görevli olanlar maaşlarını almaya hak kazanırken, namaz için gelen diğer insanlar da adet edindikleri bir ameli işlemiş ve dağılmışlardır... Böyle mi olmalıydı?!...
Kulluk vazifesini yerine getirmeyen, yaratılış gayesini unutan ilim ehli olanlar, Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadislerinde şöyle beyan olunmuşlardır... Enes b. Mâlik’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Mi’rac gecesi bir kavme uğradım. Ellerinde ateşten makaslar vardı ve dudaklarını parçalıyorlardı. ‘Kim bunlar?’ dedim. ‘Bunlar, yeryüzünde kitabı okudukları hâlde, insanlara vaz-u nasihat edip, iyiliği emreden, kendilerini unutan kimseler (hatibler)dir. Hiç akıllarını kullanmıyorlar mı? denildi.” 3791
Usâme bin Zeyd’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kıyâmet gününde bir kişi getirilir, cehennemin içine atılır da, cehennemde onun barsakları derhâl karnından dışarı çıkar. Sonra o kişi, (barsak etrafında) değirmen eşeğinin değirmende dönüşü gibi döner. Bunun üzerine cehennem ahalisi, o kişinin başına toplanır da: ‘Ey filan, senin hâlin nedir? Sen, bize (dünyada) iyilikle emreder ve bizleri kötülükten nehyeder değil miydin?’ derler. O da: ‘(Evet) ben, size iyilik emrederdim, fakat onu kendim yapmazdım. Yine ben, sizleri kötülükten nehy ederdim de onu, kendim işlerdim, diye cevab verir.” 3792
Velid b. Ukbe’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cennetlik olan bazı insanlar, (dünyada kendilerine va’z ve nasihat eden) cehennemlik olmuş insanların yanına giderler ve onlara: ‘Ne yaptınız da cehenneme girdiniz? Vallahi biz, cennete sırf sizden öğrendiklerimizle girdik’ derler. Onlar da: ‘Biz söylerdik, ama dediklerimizi yapmazdık’ derler.” 3793
Cündüb b. Abdullah el-Ezdî (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “İnsanlara hayrı öğretip de kendisini unutan âlimin durumu, insanları aydınlatıp da kendisini
3791] Ahmed İbn Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 1, s. 76, Hds. 244; Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 206, Hds. 819; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 178, Hds. 2; İbn Ebî Dünya, İbn Hıbban ve Beyhakî’den
3792] Buhârî, Kitâbu Bed’i’l-Halk, B. 10, Hds. 76, Kitâbu’l-Fiten, B. 17, Hds. 46; Müslim, Kitâbu’z-Zühd ve’r-Rikak, B. 7, Hds. 51; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 5, s. 205-207 ve 209
3793] el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 181, Hds. 7; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir’den; Şâtibî, el-Muvâfakat -İslâmî İlimler Metodolojisi-, çev. Dr. Mehmet Erdoğan, İst.1990, c. 1, s. 53 (Ebû Hüreyre’den; Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 27, Hbr. 64 -İmam eş-Şa’bî’nin beyanı olarak-)
- 1008 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yakan kandilin durumuna benzer.” 3794
Ebû Hüreyre’den (r.a.); Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kıyâmet günü, insanlardan azâbı en şiddetli olan, ilmi kendisine fayda vermeyen âlimdir.”3795 Mansur b. Zazan’dan (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cehennemde azab görenler, bazılarının pis kokusundan rahatsız olunca: ‘Kahrolasın! Ne yaptın ki, pis kokunla bizi rahatsız ediyorsun? Azâbımız bize yetmez mi?’ derler. O da: ‘Ben, âlimdim, fakat ilmimden faydalanmadım’ der.” 3796
Bildikleriyle amel etmeyen, ümmet-i merhûmenin derdiyle dertlenmeyen, tek vücud olan mü’minlerin arasında yerini alamayan, takvâ ve iyilikte müslümanlarla yarışa çıkamayan ilim sahibi kişiler, bildikleri ile dünyalığa yönelip dünyayı âhirete değiştikleri zaman bu hâle düşmektedirler... Önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), hem onları, hem de ümmeti uyarmaktadır... Âlimlere, bildiklerini yanlış yerde kullanmasınlar, kendilerinin ve ümmetin kurtuluşu yolunda ilimleriyle çaba göstersinler diye tavsiyede bulunan Rasûlullah (s.a.s.) ümmete de yanlışlıkları, hatâları ve isyanları, elleriyle, dilleriyle, kalpleriyle düzeltmelerini emretmiştir... 3797
Her tavsiyesi, ümmetinin faydasına, iyiliğine bir emir olan Rasûlullah’ın (s.a.s.) iman ve ilim mektebinde yetişmiş olan ashâb-ı kiram (Allah cümlesinden râzı olsun,) âlimin sorumluluğunu hakkıyla kavramış ve ilmin gereğini yerine getirmeye en son imkânlarını kullanarak çaba göstermişlerdir...
Ebû’d-Derdâ (r.a.) şöyle diyor: “Kıyâmet günü insanların Allah katında makamca en şerlisi, ilminden faydalanmayan âlimdir.”3798 Mâlik b. Dinar (rh.a.) anlatıyor: Ebû’d-Derdâ (r.a.) dedi ki: “Kimin ilmi artarsa, ağrısı (korkusu) artar.” Yine Ebû’d-Derdâ şöyle dedi: “Bana (hesab gününde): ‘Ne bildin?’ denilmesinden dolayı nefsime karşı endişe etmiyorum. Fakat bana: ‘Ne amel ettin?’ denilmesinden endişe ediyorum. 3799
Muaz İbn Cebel (r.a.) şöyle diyor: “İstediğiniz kadar biliniz! Allah Teâlâ, (bildiğinizi) yapıncaya kadar, ilim karşılığında asla size ecir vermeyecektir.”3800 Emîru’l-mü’minin İmam Ömer b. el-Hattab (r.a.) şu nasihatta bulunmuştur: “Üç şey için ilim öğrenme ve üç şey için de ilmi terk etme! Mücâdele, övünmek ve
3794] el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 184, Hds. 13; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir’de isnâdı, “Hasen”dir der; Aynı eser, c. 1, s. 183, Hds.11; Bezzar’dan Ebû Berze, r.a.)’ın rivâyetiyle; İmam Suyûtî, a.g.e., c. 3, s. 295, Hds. 3467 -8134-; Ayrıca c. 1, s. 220, Hds. 417 -761-; İbn Kanî’nin Mu’cemi’nden; İmam er-Rûdânî, a.g.e., c. 1, s. 61, Hds. 262; Ahmed İbn Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 2, s. 296, Hbr. 1122 -Basra ulemâsından Cundeb’in sözü olarak-
3795] Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr, c. 1, s. 479, Hds. 357; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 184, Hds. 15, Beyhakî’den; Kuzâî, Şihâbu’l-Ahbâr Tercümesi, s. 210, Hds. 708; İmam Suyûtî, a.g.e., c. 1, s. 297, Hds. 606 -1053-, İbn Adiyy, el-Kâmil’den
3796] el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 187, Hds. 21, Ahmed bin Hanbel ve Beyhakî’den
3797] Bk. Müslim, Kitâbu’l-İman, B. 20, Hds. 78; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 10, Hds. 2263; Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Melâhim, B. 17, Hds. 4340
3798] Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 23, Hbr. 40; Dârimî, Mukaddime, B. 27, Hbr. 268
3799] Dârimî, Mukaddime, B. 27, Hbr. 269; Abdulah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 23, Hbr. 39; Ahmed İbn Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 1, s. 199, Hbr. 730; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 182, Hbr. 9, Beyhakî’den
3800] Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitabü’z-Zühd, s. 27, Hbr. 62; Ahmed İbn Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 1, s. 265, Hbr. 1009; Ebû Nuaym el-Isfahânî, a.g.e., c. 1, s. 385
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1009 -
riya için ilim öğrenme! Öğrenmekten utanarak, veya lüzumu yok ya da bilmesem de olur, demek sûretiyle de ilmi terk etme!..” 3801
İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen tağutî güçlere karşı mazlum ve mustaz’af müslümanların yanında yerini almadıkça hiçbir ilim ehli sorumluluktan kurtulamaz!.. Bu dünyada onlar için bir zillet ve âhirette ise, Allah’ın azâbı vardır!... Onlar, ilimleriyle ümmet potasında bulunmalı ve üzerlerine düşen vazifelerini hakkıyla yerine getirmelidirler... Bunu yapmayacak olurlarsa, onların ilimlerinin kendilerine ve diğer insanlara hiçbir faydası olmayacağı gibi, felâkete götüren zararlı olur... Onların ilimleri, İmam Ömer (r.a.)’ın beyan ettiği gibi yalnızca mücâdele, övünmek ve riya için elde edilmiş ilim hâline gelir... Bu yanlışlığın maddî ve manevî sorumluluğu çok ağırdır...
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyurur Rasûlullah (s.a.s.): “Kıyâmet gününde insanların üzerine ilk hüküm verilecek olanı, şehid düşen bir adamdır... Bir de ilmi öğrenip öğreten ve Kur’ân’ı okuyan bir adamdır. Bu da, getirilerek (Allah) kendisine nimetlerini tarif edecek, o da onları tanıyacaktır. ‘Bunlar hakkında ne yaptın?’ diye soracak. O adam: ‘İlmi öğrendim ve öğrettim. Senin rızân için Kur’ân’ı da okudum’ diyecek. Hak Teâlâ: ‘Yalan söyledin! Lâkin sen, ilmi, âlim desinler diye öğrendin. Kur’ân’ı da ‘O, kaarîdir’ denilsin diye okudun. Gerçekten denildi de’ buyuracak. Sonra onun hakkında emir verecek ve yüzü üstü sürüklenecek, nihayet cehenneme atılacaktır.” 3802
İlmiyle amel etmeyip sahib olduğu ilimle dünya malı ve menfaatını tercih ederek zulmün, fısk ve fucurun yapılmasına katkıda bulunan ilim sahibleri için şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
“Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O, bundan sıyrılıp uzaklaşmış, şeytan, onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan olmuştu.
Eğer Biz dileseydik, onu, bundan yükseltirdik. Ama o, yere meyletti (veya yere saplandı), hevasına uydu. Onun durumu, üstüne varsan dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek haberi onlara aktar ki, düşünsünler.
Ayetlerimizi yalanlayanlar ve yalnızca kendi nefislerine zulmedenlerin örneği ne kötüdür.
Allah kime hidayet verirse o, artık hidayeti bulmuştur. Kimi şaşırtıp saptırırsa, artık onlar da hüsrana uğrayanlardır.” 3803
İmam İbn Kesir bu âyetlerin tefsirinde şöyle der: “Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Âyetlerimizi yalanlayan kavmin misali ne kötüdür. Yiyecek ve şehvetini giderecek şeyleri elde etmekten başka bir düşüncesi olmayan köpeklere benzetilmiş olmaları, onlar için ne kadar kötüdür. İşte kim ilim ve hidayet sahasından çıkar, nefsinin arzusuna yönelir ve şehvetlerine tabi olursa, o köpeğe benzer.
3801] Gazâlî, a.g.e., c. 3, s. 266
3802] Müslim, Kitâbu’l-İmâre, B. 43, Hds. 152; Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd, B. 35, Hds. 2489; Nesâî, Kitâbu’l-Cihad, B. 22, Hds. 3123; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 322; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 63, Hds. 1, İbn Hıbban’dan s. 66, Hds. 2; İbn Huzeyme, Sahih’inden; İmam Buhârî, Halku Ef’ali’l-İbâd -Hadis-i Şerifler Işığında İlâhî Kelâmın Müdafaası-, çev. Yusuf Özbek, İst. 1992, s. 104, Hds. 335
3803] 7/A’râf, 175-178
- 1010 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onun hâli ne kadar kötüdür.” 3804
Rabbimiz Allah, bildiğiyle amel etmeyen ve ilmini yanlış yerlere kullanıp zararlı olan ilim adamları hakkında şöyle buyuruyor: “Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitab yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür. Allah, zâlim bir kavmi hidâyete erdirmez.” 3805
İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.), bu âyetin tefsirinde şöyle demiştir: “Yahûdîler, Tevrat’takilerle, yani Hz. Muhammed’e (s.a.s.) iman etmeleri gerektiğini bildiren hükümlerden istifâde etmeyince, ilmî kitabları taşıyan ama o kitablarda ne var-ne yok bilmeyen eşeğe benzetilmişlerdir. Me’ânî âlimleri şöyle demişlerdir: Bu benzetme, Kur’ân’ın mânâsını anlayıp da onunla amel etmeyen ve Kur’ân’dan, ona ihtiyacı olmayanların yüz çevirişi gibi, yüz çeviren kimseler için yapılmıştır. İşte bundan ötürü, Meymûn b. Mihran: ‘Ey Kur’ân ehli Kur’ân sizin peşinize düşmezden (sizden hesab sormazdan) önce, Kur’ân’ın peşine düşün, ona tâbi olun!’ demiş, sonra da bu âyeti okumuştur.” 3806
Önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), zâlim, fâsık ve fâcir yöneticilerin kapılarına giden, onların emrine giren, ilimleriyle onların zulmüne destek olup fısk ve fucurlarına ortak olan ilim ehli kişilerin içine düştüğü kötü durumu şöyle beyan buyuruyor: İbn Abbas (r.anhuma)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Çölde oturan kimse(nin huyu) sertleşir. Av peşinde gezen gafilleşir. (Fâsık) sultan(ların kapısın)a giden fitneye düşer.” 3807
Peygamber’den (s.a.s.) (rivâyet edilen bu) müsedded hadisi bir de mânâ olarak Ebû Hüreyre’den (r.a.) (rivâyet olunmuştur. Ebû Hüreyre (r.a.) bu hadisi:“Kim (devamlı olarak zâlim) idareci ile düşer-kalkarsa, fitneye düşer.” (anlamına gelen lafızlarla) rivâyet etti. (Daha sonra bu rivâyetine şu mânâya gelen cümleyi de) ilâve etti: “Kul, (zâlim) sultana yaklaşmakla Allah’tan uzaklaşmaktan başka bir şey kazanmaz.” 3808
Bu hadisin şerhinde şu açıklamalar yapılmıştır: “Ulemânın zâlim ve fâsık idarecilerin kapılarına gidip, onlarla düşüp kalkmaları yasaklanmıştır. Çünkü zâlim sultanlar veya idareciler, zulümlerine devam ederlerken ulemânın onlarla düşüp kalkması, bu zulmü onların da tasvib etmesi anlamına gelir ki, bu durum, zâlim idarecilerin ve zulümlerinin halkın tümü tarafından benimsenip tasvib edilmesine sebep olur. Oysa ulemâ, hakkı ve adâleti koruyup yaşatmakla, halk da, hakkı ve hakikatı öğrenmek için onlara müracaat etmekle mükelleftir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de: “(Allah), kendilerine kitab verilenlerden: ‘Onu, mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz’, diye söz almıştı.”3809 buyurarak ulemâya, “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (mes’eleyi bilenlere) sorun.”3810 buyurmak sûretiyle de ulemânın dışındaki halka bu mükellefiyetlerini bildirmiştir.
3804] İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, c. 7, s. 3167
3805] 62/Cum’a, 5
3806] Fahruddin er-Râzî, a.g.e, c. 21, s. 480
3807] Ebû Dâvud, Kitâbu’s-Sayd, B. 24-25, Hds. 2859; Neseî, Kitâbu’s-Sayd ve’z-Zebâih, B. 24, Hds. 4289; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 59, Hds. 2357
3808] Ebû Dâvud, Kitâbu’s-Sayd, B. 24-25, Hbr. 2860
3809] 3/Âl-i İmran, 187
3810] 21/Enbiyâ, 7
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1011 -
Ebû Zerr Gifârî (r.a.), Hz. Seleme’ye şöyle demiştir: “Ey Seleme, (zâlim) sultanların kapısına gitme! Çünkü sen, onların dünyalığından bir şey elde edemezsin. Fakat onlar senin, onların dünyalığından daha faziletli olan dinini alırlar.” 3811
Kâ’b b. Ucra’dan (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Dinleyin! Benden sonra (zâlim) idareciler çıkacağını işittiniz mi? Kim onlara yaklaşır, yalanlarını doğrular, zulümlerine yardımcı olursa, o kimse, benden değildir, ben de onunla değilim. (Âhirette de) Havz’ın başında yanıma gelemez. Kim onlara katılmaz, yalanlarını doğrulamaz, zulümlerine yardımcı olmazsa, o kimse, bendendir, ben de onunlayım. Havz’ın başında da yanıma uğrayacaktır.” 3812
Yegâne hayat nizamı İslâm, yeryüzündeki zulmün her türlüsünü kökten söküp kaldırmak ve onun yerine adâleti yerleştirmek için inzâl olmuştur... İslâm’ın hedefi budur!... İslâm Dini’nin hedefi zulmü ortadan kaldırmak ve zâlimi ıslah etmek iken, kendisini İslâm’a mal etmeye çalışan, müslüman olduğunu beyan eden ilim ehli, nasıl oluyor ki, zâlim egemenlerin ve ezici zulmün yanında yer olabilir?... Yer alanların, durumu ve hükmü nedir?... Ümmü Seleme’nin (r.anhâ) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Sizin üzerinize birtakım emirler tayin edilecektir. Siz, onları bilip itiraz edeceksiniz. O hâlde her kim kerih görürse beraat etti, her kim itirazda bulunursa kurtuldu demektir. Lâkin kim rızâ gösterir de tâbi olursa (günaha girer ve cezâ görür).” Ashâb: “Ya Rasûlullah, onlarla savaşmayalım mı?” demişler. (Rasûlullah:) “Hayır, namaz kıldıkları müddetçe!” buyurmuş. 3813
Zâlimin her türlü zulmünü kerih görüp ona itiraz eden, eliyle, diliyle ve kalbiyle değiştirmeye çalışanlar kurtulurlar... Fakat kim ki, zâlimin zulmüne karşı çıkmaz, itiraz etmez ve onu değiştirmeye çaba harcamaz, aksine zâlime zulmünde yardımcı olursa, o kimse de zâlim gibidir, zulme ortaktır... İslâm, bu tip zâlimlere ortak olan, dolayısıyla zulüm işleyen kimseleri, kim ve ne olursa olsun reddeder... Özellikle bunlar, ilim ehli kişiler iseler, onları asla kabul etmez ve suçlarının çok daha korkunç, cezalarının çok daha ağır olduğunu beyan eder...
Ebû Hüreyre’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Cübbü’l-Hüzn (veya) Cübbü’l-Hazan’dan Allah’a sığınınız!” Sahâbîler: ‘Yâ Rasûlallah, Cübbü’l-Hüzn (veya) Cübbü’l-Hazen nedir? diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.), onlara cevaben: “Cehennemde öyle bir deredir ki, cehennem her gün dört yüz defa ondan (Allah’a) sığınır.” buyurdu. Sahâbîler: ‘Yâ Rasûlallah, kimler bu dereye girer?’ diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.): “O dere, amelleri ile riyâkârlık eden Kur’ân okuyucuları için hazırlanmıştır. Allah’ın en çok öfkelendiği kurrâlardan (Kur’ân bilen âlimlerden) bir kısmı da, şüphesiz emirleri (yöneticileri) ziyâret eden kurrâlardır.” buyurdu. (Râvî) el-Muhâribî dedi ki: “Emirlerden maksat, zâlim olan emirlerdir. 3814
el-Hasanü’l-Basrî’den (rh.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
3811] Ebû Davud Terceme ve Şerhi, Hzr. Necati Yeniel - Hüseyin Kayapınar, İst. 1991, c.11, s. 38-39
3812] Nesâî, Kitâbu’l-Biat, B. 36, Hds. 4190; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 61, Hds. 2360; Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr, c. 1, s. 398, Hds. 115; el-Munzirî, a.g.e., c. 4, s. 451, Hds. 5, Ahmed bin Hanbel’den c. 4, s. 452, Hds. 6-7; Taberânî, İbn Hıbban, Ahmed bin Hanbel ve Ebû Ya’lâ’dan
3813] Müslim, Kitâbu’l-İmâre, B. 16, Hds. 63
3814] İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 256; Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd, B. 36, Hds. 2490
- 1012 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Bu ümmet, Kur’ân okuyanları emirlerine (idarecilerine) meyletmedikçe, sâlihleri, facirlerini ‘temizsiniz’ diyerek tezkiye etmedikçe, hayrı, yani iyi işleri bol olanları, şerri bol olanları batıl zanlara sevk etmedikçe, Allah’ın eli ve himayesi altındadırlar. Fakat bunları yaptıkları zaman Allah elini onlardan kaldırır ve onların üzerine zorba olanlarını musallat eder ve bunlar da onlara, azâbın en kötüsünü tattırırlar ve Allah da onlara, ihtiyaç ve fakirlik de vurur. Ve kalblerini korkuyla doldurur.” 3815
Muttakî ulemâ, halktan ve egemen yöneticilerden müstağnî olmalıdır... Eğer halka ve egemen yöneticilere maddî bir bağ ile bağlanacak olursa, onlara boyun büker, ihtiyaçlarından dolayı onların emirlerine girer... Bundan dolayı adâletli davranamaz!.. Halkın ve egemen yöneticilerin arzularına göre hareket eder... Verdiği fetvâlar, halkın ve egemen yöneticilerin menfaatlarına aykırı olamaz... Halk facir, egemen yöneticiler de zâlim tağutlar oldukları bölgelerde, onlara muhtaç olup emirlerine giren ilim ehli olan kişiler, hatâ üstüne hatâ yapar, zilletin en aşağılık olanına düşerler...
Şu apaçık bir hakikattir ki, ümmet içinde iki sınıf insanın düzelmesi, ümmetin düzelmesidir... Onların bozulması, ümmetin bozulup bozguna uğramasıdır... Bunlar: Umerâ ve ulemâdır... Yani egemen yöneticiler ve âlimler...3816 Egemen yöneticiler ve âlimler, katıksız iman ehli ve sâlih amel işleyenler olduğu müddetçe ümmet, adâlet üzere olur, huzur ve saadet bulur... Eğer egemen yöneticiler, adâleti, ihsanı, vicdanı terk eder, İslâm’dan uzaklaşır ve Kur’ân’dan saparlarsa, o bölgenin âlimleri de onların memurları olur, zulümde onlara yardımcı olurlarsa, ümmet, bozguna uğrar... Son yüz yıldan bu yana ümmet, bu korkunç felâketi yaşamaktadır... Bu felâket ve bu bozgunun bitmesi için, umerâ ve ulemânın tekrar İslâm’a dönmesi gerekir... Bütün gayr-ı İslâmî işlerden, yöntemlerden, ideolojilerden vazgeçip katkısız bir şekilde İslâm’a teslim olunca, zulüm, felâket ve bozgun biter...
Bu konuda ilim ehline çok büyük görevler düşmektedir... Onlar, bir yanda halkı eğitip şuurlandırırken, diğer yanda zulüm eden zâlim yöneticilerin ıslahına çalışacaklardır... Zâlimlerin zulmünü gidermeye çalışacak, adâletin tekrar hâkim olması için çaba göstereceklerdir... Muvahhid ve muttakî âlimin ölümü, âlemin ölümü olduğu gibi, âlimin yanılması da insan kitlelerinin yanılması ve hatâ etmesi demektir...
Ebû Hüreyre (r.a.)’ın rivâyetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“(Bir âlimin verdiği) yalnız fetvâ yüzünden hatâya düşen kişiye günah yoktur. Bütün vebal, yalnız fetvâ veren (âlim)in boynunadır.” 3817
Muaz b. Cebel (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sizin için üç şeyden korkuyorum: Âlimin hatâsı (zellesi), münâfığın Kur’ân’ı âlet ederek mücâdeleye kalkışması, dDünya nimetlerinin size açılması.” 3818
Ziyad b. Hudayr (r.a.) anlatıyor: “Bana, Ömer (r.a.): ‘Biliyor musun İslâm’ı ne yıkar?’ diye sordu. ‘Hayır’ dedim. Şöyle açıkladı: Onu, âlimin hatâsı (sürçmesi),
3815] Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 207, Hds. 821
3816] Bk. Gazâlî, a.g.e., c. 1, s. 20, Dipnot: 19
3817] İbn Mâce, Mukaddime, B. 8, Hds. 53; Ebû Dâvud, Kitâbu’l-İlm, B. 8, Hds. 3657; Dârimî, Mukaddime, B. 20, Hds. 161-162
3818] Taberânî, Mu’cemus-Sağîr, c. 2, s. 395, Hds. 690; Kuzâî, a.g.e., s. 211, Hds. 712
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1013 -
münâfığın Kur’ân vâsıtasıyla mücâdelesi, saptırıcı önderlerin hükmü!” 3819
İmam Ömer (r.a.), Temimü’d-Dârî’ye (r.a.) gelip: “Âlimin kayması nedir?” diye sordu. O da, şu cevabı verdi: “Âlim, insanlarla birlikte kayar. Fakat insanlar da ona tutunurlar. Âlimin, o hatâsından dönüp tevbe etmesi mümkündür. Fakat insanlar, o yanlış harekete tutunmaya devam ederler.” 3820 Emirü’l-mü’minin İmam Ali (r.a.) şöyle der: “Hikmet sahibi kişilerin sözleri doğruysa devâdır, yanlışsa hastalık. İlim ikidir: Yaratılıştan olan, duyup bellenen. Duyulup bellenen bilgi, yaratılışta bilgi kabiliyeti yoksa fayda vermez.” 3821
Sorumluluğunun ve vazifesinin farkında olan âlim, çağındaki her mes’ele ile ilgilenir, kendisindeki İslâmî ilimlerle çağın ilimlerini ve teknolojisini birleştirmeye gayret eder... Sorumlu muttakî âlim, çağının insanlarını ilgilendiren her türlü ilimle ve problemlerle ilgilenir, bu konularda problemlere çözümler üretir... Siyasetten ekonomiye, eğitimden hukuka ve sanayiden teknolojiye bütün sosyal ve insanî mes’eleler muttakî âlimlerin mes’eleleridir. Onların ilgi alanlarına girmeyen hiçbir hayatî ve insanî mes’ele yoktur... Muvahhid ulemâ, bütün bu hayatî ve insanî mes’eleleri yaratılış gayesi doğrultusunda, İslâmî ölçülerle ele alır ve en doğrusunu ortaya koyarak adâletin sağlanmasına çaba gösterirler...
Rabbimiz Allah şöyle buyurur: “De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şübhesiz, temiz akıl sahibleri öğüt alıp düşünürler.”3822; “Peki, sana Rabbinden indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen kişi, o görmeyen (âmâ) gibi midir? Ancak temiz akıl sahipbleri öğüt alıp düşünebilirler. Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri kesin sözü (misakı) bozmazlar.” 3823
Peygamberlerin gerçek varisleri olan muttakî âlimler, peygamberlerin yolundan giderek içinde bulundukları toplumlarda hidayet rehberi olurlar... Hakka davet ettikleri toplumlara, varisleri olduğu peygamberler gibi seslenir ve onları hakikatı beyan ederler: “Ey kavmim, ben sizden, buna karşılık, bir mal istemiyorum. Benim ecrim, yalnızca Allah’a aiddir.” 3824; “De ki: ‘Ey kavmim, görüşünüz nedir söyler misiniz? Ya ben, Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiblenmek sûretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir. Benim başarım, ancak Allah iledir. O’na tevekkül ettim ve O’na içten yönelip dönerim.” 3825
Sorumluluğun şuurunda olan ve vazifesini gereği gibi yapmaya son imkanına kadar çaba gösteren muttakî âlimler, bu şekilde davranırken, ilme ihânet edip ilimlerini dünya menfaatı karşılığında satan ve Allah’ın apaçık ayetlerini gizleyenlerin durumu nedir?.. Allah’ın ayetlerinde bu ilim hainlerinin durumu şu şekilde beyan olunmuştur: Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor: “Gerçekten apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve insanlar için kitabta açıkladığımız hidayeti gizlemekte
3819] Dârimî, Mukaddime, B. 23, Hbr. 220; Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 327, Hbr. 1475
3820] Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 321, Hbr. 1449
3821] İmam Ali, Nehcü’l-Belâğa, s. 417
3822] 39/Zümer, 9
3823] 13/Ra’d, 19-20
3824] 11/Hûd, 29
3825] 11/Hûd, 88
- 1014 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olanlar, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de (bütün) lânet ediciler. Ancak tevbe edenler, (kendilerini ve başkalarını) düzeltenler ve (indirileni) açıklayanlar(a gelince) artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri kabul edenim, esirgeyenim.”3826; “Allah’ın indirdiği kitabtan bir şeyi gözardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir şeyi) satın alanlar, onların yedikleri karınlarında ateşten başkası değildir. Allah, kıyâmet günü onlarla konuşmaz ve onlar için acı bir azap vardır. Onlar, hidâyete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşılık azâbı satın almışlardır. Ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar. Bu, Allah’ın kitabı şübhesiz hak olarak indirmesindendir. Kitab konusunda anlaşmazlığa düşenler ise, uzak bir ayrılık içindedirler.”3827; “Hani kendilerine kitab verilenlerden: ‘Onu, mutlaka insanlara açıklayacaksınız ve onu, gizlemeyeceksiniz’ diye kesin söz almıştı. Fakat onlar, bunu, arkalarına attılar ve ona karşı az bir değeri satın aldılar. O aldıkları şey, ne kötüdür.” 3828
İmam Kurtubî (rh.a.) tefsirinde, Bakara Sûresinin 174. âyetini tefsir ederken şöyle der: Bu ayet-i kerime her ne kadar yahudî âlimleri hakkında ise de, elde edeceği dünyalık sebebiyle kendi isteğiyle hakkı gizleyen müslümanları da kapsamına alır.3829 İmam Taberî diyor ki: Âyet, her ne kadar bu özel kişilere işaret etmekte ise de hükmü, Allah’ın insanlara açıklamasını farz kıldığı bilgileri saklayan herkesi içine almaktadır. İslâm Dini, Allah’ın insanlara gönderdiği bilgileri onlardan gizlemeyi yasaklamış ve bunu yapanların lânetleneceklerini beyan etmiştir. 3830
İbn Kesir (rh.a.) Âl-i İmrân Sûresi’nin 187. âyet-i kerimesini tefsir ederken şunları kaydediyor: “Bu ifâde, Ehl-i Kitab’ı azarlama ve tehdiddir. O Ehl-i Kitab ki, Allah Teâlâ, peygamberlerinin dilinden Muhammed’e (s.a.s.) iman edeceklerine, insanlar arasında O’nun adını anıp yücelteceklerine ve Peygamber olarak Allah Teâlâ kendisini gönderdiğinde O’na uyacaklarına dair söz almıştı. Onlar ise, bunu gizlediler, basit dünyevî bir haz, alçak ve boş bir karşılık ile O’nun dünya ve âhirette va’d etmiş olduğu hayra karşı çıktılar. Verdikleri söz ve biat ne kötü oldu. Bu âyette aynı zamanda bilginler uyarılmakta ve Ehl-i Kitab’ın gittiği yoldan giderek, onların başlarına gelen akibetin kendi başlarına gelmesinden ve bu sebeble insanların onların yoluna girmesinden sakındırılmaktadır. Âlimlere düşen sahib oldukları, faydalı ve salip amellere ileten ilmi, etraflarında bulunanlara bolca vermeleri ve bilgilerini saklamamalarıdır.” 3831
İlmi gizleyip halka anlatmayanlar veya İslâm topraklarını işgal eden müstevli egemen tağutların emriyle ve onların zâlim yönetimlerine zarar vermeyecek şekliyle ilmi yorumlayarak halka açıklayıp onları yanıltanlar, ayet-i kerimelerde böyle anlatılmıştır... Önderimiz Rasûlullah da (s.a.s.), ilmî hakikatları, dünya menfaatı karşılığında saklayanların kıyâmetteki azablarının çetin olacağını beyan buyurmuştur...
Ebû Hüreyre (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdular: “Hıfz ettiği bir ilim
3826] 2/Bakara, 159-160
3827] 2/Bakara, 174-176
3828] 3/Âl-i İmrân, 187
3829] Kurtubî, a.g.e., c. 2, s. 479
3830] Ebû Câfer Muhammed bin Cerir et-Taberî, a.g.e., c. 1, s. 384; Ayrıca bk. Fahruddin er-Râzî, a.g.e., c. 4, s. 109
3831] İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 1502-1503
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1015 -
kendisine sorulup da onu gizleyen bir adam, kıyâmet günü ateşten bir gem onun ağzına vurulmuş olduğu hâlde (mahşere) getirilir.” 3832
Eyyüb (rh.a.) anlatıyor: el-Kasım (b. Muhammed b. Ebû Bekr)’e (bir şey) sorulduğunu işitmiştim (de) o, şöyle cevab vermişti: “Vallahi biz, sorduğunuz her şeyi bilmiyoruz. Bilseydik ne (bunu) sizden saklardık, ne de (bunu) sizden saklamamız bize helâl olurdu.” 3833
İman ve vicdan sahibi olan ilim sahibi bir kişi, ilmini saklayamaz!.. İlmiyle, hem kendi amel eder, hem de diğer insanların ondan faydalanmasını ister... Her şeye rağmen ilmini yayan ve toplumun rehberliğinde bulunan âlimler çağlar boyu var olmuş ve var olmaya devam edecektir de!... Her ne kadar ilme ihânet edenler olmuşsa da, ilme sadakat gösterenler de azınlık da değildirler... Onlar, birer hazine olan ilimlerini, Allah yolunda her muhtaç olana sarf etmişlerdir...
Ebû Hüreyre (r.a.)’ın rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Kendisinden istifâde edilmeyen bir ilmin misali, kendisinden Allah yolunda harcama yapılmayan bir hazinenin misali gibidir.” 3834
Rabbimiz Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara, acı bir azâbı müjdele.” 3835
“Kendilerine kitab verdiklerimiz, O’nu (Peygamberi) çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir bölümü bildikleri hâlde mutlaka gerçeği gizlerler.” 3836
“Onlar cimrilikte bulunurlar, insanlara da cimriliği emreder(önerir)ler ve Allah’ın, fazlından kendilerine verdiğini gizli tutarlar. Biz, o kâfirlere aşağılatıcı bir azab hazırlamışızdır.” 3837
Yezid b. Ebi Habib (r.a.) şöyle anlatır: Âlim ve fakîh bir kimsenin imtihanı, kendisinin yerine konuşacak biri olduğu hâlde, dinlemekten daha çok konuşmanın ona hoş gelmesidir. Çünkü dinlemekte, selâmet ve ilimce artma vardır. Kulak veren, zaten konuşmanın ortağıdır. Konuşmakta ise, Allah’ın koruması müstesna şaşırmak, zînetlenmek, fazlalaştırmak veya eksiltmek vardır. Bu âlimlerin bir kısmı, insanların bir kısmını, “şerefleri ve ileri gelmeleri sebebiyle” kendisiyle konuşmaya daha çok hak sahibi sayar da, miskinleri hakir görür, onları ilme layık görmez. Âlimlerden, ilmini saklayan ve öğretmeyi kayıp görenler de vardır. İlmin, ancak kendisinde bulunmasını arzu eder. Onlardan bir kısmı, ilimde sultan gibi davranır ve bir sözünün reddolunmasına kızar. Onlardan bir kısmı, kendini fetvâ makamına tayin eder de şayet ona, bilmediği bir mes’ele getirilirse, “bilmiyorum” demekten utanır, atar ve böylece lüzumsuz külfete girenlerden yazılır. Onlardan bir kısmı, her işittiğini rivâyet eder. O kadar ki, sözünün desteklenmesi
3832] İbn Mâce, Mukaddime, B. 24, Hds. 261; Tirmizî, Kitâbu’l-İlm, B. 3, Hds. 2787; Ebû Dâvud, Kitâbu’l-İlm, B. 9, Hds. 3658; Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr, c. 1, s. 169, Hds. 105; Zubeyr İbn Harb, Kitâbu’l-İlm, s. 182, Hds. 142; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 172-173, Hds. 1-4, İbn Hıbban, Beyhakî ve Hakim’den
3833] Dârimî, Mukaddime, B. 17, Hbr. 113; Zubeyr İbn Harb, Kitâbu’l-İlm, s. 182, Hbr. 139
3834] Dârimî, Mukaddime, B. 46, Hds. 562; İbn Hacer el-Askalânî, Metâlibu Âliye, c. 3, s. 63, Hds. 3026; Ayrıca bk. Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 2, s. 499
3835] 9/Tevbe, 34
3836] 2/Bakara, 146
3837] 4/Nisâ, 37
- 1016 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için yahudî ve hristiyanların sözlerini rivâyet ederler. 3838
Yezid b. Ebi Habib’in (r.a.) bu beyanları, ilme ihânet eden ilim ehlini çok güzel bir şekilde açıklamaktadır!..
Rabbimiz Allah’ın: “Kulları içinde ise, Allah’dan ancak âlim olanlar içleri titreyerek korkar.”3839 diye vasıflandırdığı muttakî âlimlerden sunulan birkaç örnekte görüldüğü gibi, yalnızca Allah’dan korkan âlimler, topluma hidayet rehberleri olabilirler... Onlar, hakikatları apaçık izah edebilirler... Onlar, Allah’dan başkasından korkmadan, gerek egemen yöneticilerde, gerekse yönetilen halk kitlelerindeki noksanlıkları görür, teşhisini kor ve tedâvi yöntemlerini beyan ederler...
Şehid imamımız İmam Ebû Hanife (rh.a.) korkunun psikolojik ve sosyolojik yönlerini şöyle beyan eder, “el-Âlim ve’l-Müteallim” adlı eserinde: “Talebe: “Ne kadar güzel söylediniz. Fakat acaba bir şeyden korkan yahut bir şeyden menfaat uman kimse, kâfir olur mu?” Âlim (rh.a.): “Bir insanın korkması ve umması, iki değişik durumda bulunur. Bir kimseden uman yahut korkan kimse, onun Allah’ın izni olmadan kendisine zarar veya fayda vermeye muktedir olduğu görüşünde ise, kâfir olur. Diğer durumda ise, bir kimse, hayrı Allah’tan umduğu yahut Allah’ın kendisini başkalarının eline düşürmek, veya bir şeyi sebep kılmakla vereceği belâdan endişe ettiği için başkasından korkar veya umarsa bu kimse, kâfir olmaz. Çünkü baba, evlâdının kendisine faydalı olmasını, kişi hayvanının kendisini taşımasını, komşusunun kendisine iyilik etmesini, devlet başkanının kendisini korumasını umar. Bu durumda kâfirlik bahis konusu olmaz. Çünkü umduğunu Allah’tan ummaktadır. Kendisini, evlâdından ve komşusundan faydalandırmasını, içtiği ilaç vesilesiyle şifâ ihsan etmesini Allah’tan ümit eden kimse kâfir olmaz.
İnsan bazen şerrden korkar. Allah’ın kendisini kötü şeylerle mübtelâ kılmasından korkarak kaçar. Meselâ, Allah’ın Rasul seçtiği ve kelâmı ile mümtaz kıldığı Hz. Mûsâ (a.s.), Allah ile arasında hiçbir elçi olmadan: “Beni, öldürmelerinden korkarım.”3840 demişti. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), (hicret esnâsında) mağaraya saklanmıştı. Bu durumda, onlar için küfür, kat’iyyen bahis mevzuu olamaz. Kezâ insan, yırtıcı hayvanlardan, yılan yahut akrepten veya evinin yıkılması, sel âfeti ve zarar verecek yiyecek ya da içeceklerden korkar. Bütün bu durumlarda insana küfür veya şüphe hâli değil, ancak korkmak ârız olmuş olur.
Talebe: “Şüphesiz bildiklerimizi söylediniz. Fakat bu mahlûklardan, Allah’tan korktuğundan daha çok korkan mü’minin durumu nedir? Bunu açıklayın.” Âlim (rh.a.): “Mü’minin, Allah’tan daha çok korktuğu hiçbir varlık yoktur. Zirâ mü’min şiddetli bir şekilde hastalandığı yahut Allah’tan gelen kötü bir musîbete uğradığı zaman bile gizli veya açık olarak: ‘Yâ Rabbi, ne kötü yaptın!’ demez. Bunu, içinden de söylemez. Buna mukabil Allah’ı daha çok zikreder. Eğer bu musîbetin yüzde biri, dünya hükümdarlarından birisinden gelmiş olsa idi, o kimse, güvendiği kimselere hükümdarın duymadığı yerde onun zulmünü, kalbi ve lisanı ile ifâdeden çekinmezdi. Hâlbuki mü’min, gizli, âşikâr, sıcak, soğuk her yerde Allah’ın emrini gözetir. Dünya hükümdarlarının emirleri ise, gizli,
3838] Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 24, Hbr. 48
3839] 35/Fâtır, 28
3840] 28/Kasas, 33
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1017 -
açık, isteyerek, ya da istemeyerek her hâl ve kârda gözetilmez. Meselâ, bazen mü’minin soğuk bir gecede yıkanması gerekir. Hoşuna gitmese de uykusundan uyanır, Allah’tan başkasının bilmediği bir durum için ve sırf Allah’tan korktuğu için gusleder. Kezâ, şiddetli sıcakta, susuzluktan yanıp kavrulduğu hâlde orucunu tutar. Yanında kimse bulunmadığı hâlde Allah’ın emrini gözetir, sabreder. Allah’tan korktuğu için feryad etmez. Buna mukabil bir kimse, bir hükümdarın huzurunda bulunduğu müddetçe ondan korkar, fakat uzaklaşınca korkmaz. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, mü’minin, Allah’tan daha çok korktuğu hiçbir varlık yoktur.” 3841
Enes b. Malik’in (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Âlim, ilmiyle Allah rızâsını aradığında her şey kendisinden saygıyla karışık bir korku duyar. Fakat ilmiyle mal yığmak istediğinde kendisi, her şeyden korkar.” 3842
Muttakî ve muvahhid İslâm ulemâsı, tarih boyunca icrâ ettiği ve ümmet için başarılı olduğu asil vazifesini, bugünde yerine getirmekle mükelleftir... Dünyanın neresinde olursa olsun, sorumlu muttakî âlimler, mutlaka hep beraber Allah’ın ipi olan Kur’ân’a sarılarak, Sünnet üzere yaşamaları ve bir araya gelip, bir bilek bir yürek olarak ümmetin velâyet hakkı gereği “Ehl-i Hâl ve’l-Akd”i oluşturmaları gerekir... Yetkili muttakî âlimlerden meydana gelen ümmetin “Ehl-i Hâl ve’l-Akd”i “önderliği” gündeme getirerek, koparılmış olan başı, çırpınan başsız gövdeyle birleştirecektir... Böylece, bir vücudun organları olarak, Rasûlullah (s.a.s.) tarafından tarif edilen muvahhid mü’minlerin her biri, ümmet vücudundaki aslî yerini almış olacaktır...
Abdullah b. Amr’ın (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Müslümanlar, kendilerinin dışındaki kimselere karşı bir el (tek yumruk hükmünde)dirler.” 3843
Ümmetin velâyetini ehline teslim edecek ve hidâyet önderleri konumunda olan muttakî ulemâ, İslâmî ilimlerini çağın sosyal ve fen ilimleriyle birleştirip teknoloji ile barışık bir hayatı gündeme getirmeleri gerekir... Hayatî her konuda ilerinin ilerisinde birer önder olan muvahhid âlimler, bulundukları toplumlarda her yönleriyle örnek şahsiyetler olup her biri birer hidâyet rehberleridir... Allah’ın izni ve yardımıyla ulemânın tevhid ve sâlih amel üzere insanlara önder olmaları, karanlığa gömülmüş çağı aydınlatacak ve câhiliyyenin insan fıtratına aykırı bütün değerlerinden insanları kurtaracaktır!... Kalplerdeki, beyinlerdeki ve yaşanan hayattaki bütün câhilî değerler yerlerini, insan fıtratına uygun fıtrat dini olan İslâmî değerlere bırakacaktır... İslâmî değerler, hayata egemen olacak ve insanlık İslâm’ın aydınlığında, Kur’ân ve Sünnet rehberliğinde huzur, barış ve saâdete kavuşacaktır...
Yaşadıkları çağda ve toplumda, toplumsal önderlik vazifesini yüklenmiş olan şuurlu ulemâ, çağından sorumlu olduğu idrâkiyle hareket edip, her şeye ve herkese karşı görevlerini hakkıyla yerine getirmeye çalışmalıdır... Görevin şuurlu ve hakkıyla yapılması, özlenen, arzulanan ve beklenen hayırlı sonucu verecektir. Çağın ve ümmetin problemlerini, İslâmî ölçülerde çözmeye ve hayırlı bir sonuca
3841] İmam-ı Âzam’ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, İst. 1981, s. 36-38
3842] Suyûtî, a.g.e., c. 3, s. 8, Hds. 2739 -5667-; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs’den. Hadis, zâiftir. Geniş bilgi için bkz. Münâvî, Feyzu’l-Kadir, c. 4, s. 371, Hds. 5657
3843] Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Cihad, B. 147, Hds. 2751; İbn Mâce, Kitâbu’d-Diyet, B. 31, Hds. 2683; Neseî, Kitabu’l-Kasâme, B. 8, Hds. 4707-4708; Kuzâî, a.g.e., s. 59, Hds. 118
- 1018 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bağlamaya ehil (Ehl-i Hâl ve’l Akd) olan muttakî ulemânın, mü’min müslümanlara önder olup her türlü krizden kurtulmaya ve kurtarmaya çalışması gerekir... Ümmetin velâyeti, tabii olarak muttakî ulemâ’ya aittir... Üstlendikleri velâyet hakkını gereği gibi yerine getirmeleri ve önderlik konusunu asla ihmal etmemeleri lâzımdır... Dünya barışının ve insanlık huzurunun şartı budur!.. 3844
Tefsirlerden İktibaslar
Mevdûdi der ki:
“Onlara kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O, bundan sıyrılıp-uzaklaşmış, şeytan da onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan oluvermişti.
“Eğer biz dileseydik, onu bununla yükseltirdik. Ama o yere meyletti (veya yere saplandı), hevâsına uydu. Onun durumu üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek olan haberi onlara aktar. Umulur ki düşünürler.” 3845
“Onlara kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat..”: Âyet metninin ifadesine göre, âyette geçen kişi misal olsun diye uydurulmuş hayali bir şahsiyet değil, aksine gerçekten yaşamış birisidir. Allah ve Rasûlü, o kimsenin ismini anmadılar, zira olayın aktarılmasından umulan gaye isim zikredilmeden de gerçekleşmektedir. Böylece, adını zikrederek ona lüzumsuz bir şöhret sağlamaktan kaçınmak için, o kimsenin adı gizlenmiştir. Gerek Kur’an ve gerekse hadis-i şeriflerde genellikle nezih ifade üslubuna sık sık rastlanmaktadır. Bundan dolayı Kur’an ve Sünnet, ibret alınması için, kötü bir örnek olarak naklettikleri şahsın ismini zikretmemişlerdir. Mamafih, yine de bazı müfessirler, eski zamanlarda veya Hz. Peygamber (s.a.s.) devrine ait bazı hususî isimler zikretmişlerdir. Mesela bazıları, Baura’nın oğlu Bel’am’ın ismini, diğer bir kısmı da Ümeyye bin Essalt ve Seyf ibn er-Rahib’in ismini zikrederler. Fakat gerçek şu ki, Kur’an ve Hadis, âyette geçen şahsın kimliğini tanıtmamıştır. Bu yüzden, bu hâlâ sırdır, ama bu örnek aynı davranışı sergileyen herkes için geçerlidir.
“…Onun durumu üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir.”: Bu paragraf çok önemli bir konuyu içerdiği için, geniş izahlar gerektirir. Kötü örnekler olarak gösterilmiş olan şahsın, Allah’ın vahyi hakkında malumatı vardı ve Hakikati de bizzat tanıyordu. Bundan dolayı, haklı olarak sahip olduğu bilginin onu, bâtıl olduğunu bildiği yoldan koruması ve doğru olduğunu bildiği yola sevk etmesi beklenmişti. Sonra, vahye uygun hareket etmesi icabınca Allah da onu, üstün insan mevkiine çıkartacaktı. Fakat o, dünya menfaatlerine, hırs ve rahatına yönelip çeşitli günahlara kapılarak bu behimî arzuların hırsına öyle yenik düştü ki, sonunda bütün yüce olan şeyleri bir kenara iterek tüm aklî ve ahlakî terakki yetilerini boşa harcadı. Böylece bilgisinin isteklerine uygun gözetmesi gereken bütün sınırları aştı. Hemen yanı başında hazır beklemekte olan Şeytan da, ahlakî zaafları nedeniyle kasden ve amden Hakk’tan yüz çevirdiğini görünce, derhal onu kendi azdırma ve saptırması altında tümüyle iradesini ve aklını yitirmiş insanların arkadaşlığına katılıncaya, onu bu dereceye düşürünceye kadar kovalar.
3844] Kul Sadi Yüksel, Çağ ve Ulemâ, Misyon Y., s. 75-151
3845] 7/A’râf, 175-176
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1019 -
Allah böyle bir kimseyi, hırs ve şehvette tıpkı bir köpeğe benzetmiştir. Zira köpek bu tip karakteriyle meşhurdur. Dışarıya sarkan dili ve akan salyası, onun doymak bilmeyen oburluğunu gösterir, kendisine bir taş parçası atıldığında bile yer koklayarak o yöne doğru süratle koşar ve belki bir kemik olabilir umuduyla, onu dişler. Kendisi gibi daha birçok köpeğin doymasına yetecek bir leşe rastladığı zaman da onun bencilliği, bu son derece güçlü sahip olma hırsı açıkça ortaya çıkar ve başka hiçbir köpeği buna ortak yapmak istemez. Köpeğin diğer bir belirgin özelliği de şehvete aşırı düşkün olmasıdır. Bu yüzden iman ve bilginin kendisine telkinde bulunduğu yasakları çiğneyen dünyaperest insan işte böyle bir köpeğe benzetilmiştir. Tıpkı bir köpek gibi o da sadece midesini dolduracak ve şehvetini tatmin edecek yolların peşine düşecektir.
Yine Mevdûdi, 62/Cum’a sûresi, 5. âyetin tefsirinde şöyle der:
“Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalan saymakta olan kavmin durumu ne kadar kötüdür. Allah, zâlim olan bir kavmi hidâyete erdirmez.” 3846
“Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların…”: Bu cümle biri umumi, diğeri hususi iki anlamı birden tazammun eder. Umûmi anlamı şu şekildedir: “Kendilerine Tevrat verilmesine ve ona göre amel etmekle sorumlu tutulmalarına rağmen, bu sorumluluklarının bilincinde olmamış ve bunu yerine getirmemişlerdir.” Hususi anlamı ise şöyledir: “Tevrat” yüklenmiş kimseler olmaları nedeniyle, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) herkesten önce uymalıydılar. Çünkü Tevrat’ta açıkça Hz. Peygamber’in (s.a.s.) geleceği müjdesi verilmiştir. Ancak buna rağmen Yahûdiler, Tevrat’ın mesajına aldırmaksızın, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) herkesten daha fazla karşı çıkmışlardır.
“…Yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir.”: Yani, tıpkı ne taşıdığını bilmeyen üzerine kitaplar yüklü merkep gibidirler. Yahûdiler de, adeta bir merkep gibi Tevrat’ı yüklenmişlerdir ve o kitabın kendilerine ne tür sorumluluklar tevdi ettiğini bilmemektedirler.
“Allah’ın âyetlerini yalan saymakta olan kavmin durumu ne kadar kötüdür.”: Yani onların durumu merkepten daha beterdir; zira merkep kendisine şuur verilmediği için mazurdur. Ancak onlara şuur verildiği gibi ayrıca Tevrat’ı okuyor ve anlıyorlar. Fakat buna rağmen, yine de bu öğretiyi uygulamaktan kaçınmakta ve Hz. Peygamber’i (s.a) bile bile reddetmektedirler. Oysa bu peygamberler, Tevrat’a göre hak bir peygamberdir, ayrıca Tevrat’ı anlamadıkları şeklindeki iddiaları da mazeret değildir, aksine onu anlıyor ama Allah’ın âyetlerini bile bile yalanlıyorlar. 3847
Elmalılı der ki:
175: Ey Resulüm, onlara hatırlat ve kendilerine şu alçağın kıssasını da oku ki, o alçağa âyetlerimizi vermiştik, ilmî ve dinî haysiyeti vardı. İşte o alçak, âyetlerimizden sıyrıldı çıktı da onu şeytan kendisine uydurdu, o da sapıklardan
3846] 62/Cum’a, 5
3847] Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an
- 1020 -
KUR’AN KAVRAMLARI
biri oldu.
176: “Ve eğer dileseydik hiç şüphesiz Biz onu o âyetlerle yükseltirdik. Lâkin o alçak, yere saplandı, dünya ve sefâlete meyletti, kendi hevâ ve hevesine uydu da o âyetlerden sıyrıldı, dinden çıktı, alçaldıkça alçaldı. Demek ki, yükselmesine İlâhî irâde meydan vermedi, kendi haline bırakıldı da bu düşüşten kurtulamadı. Bunun Hz. Mûsâ zamanında İsrâiloğulları âlimlerinden Bel’am b. Ebr veya Ken’anîler’den Bel’am b. Baura namında birisi olduğuna veya Araplar’dan Ümeyye b. Ebissalti Sakafî hakkında nazil olduğuna dair birkaç rivâyet vardır. Bel’am’ın bazı ilâhî kitaplara bilgisi vardı, duâsı makbul bir veli iken Arz-ı Mukaddes’e girme meselesinde Hz. Mûsâ’nın veya Yûşâ’nın aksine dünya sevgisi ile zorbalara arka çıkmıştı. Ümeyye b. Ebissalt da bazı din kitaplarını okumuş ve bir peygamberin geleceğine inanmıştı, o gelecek peygamberin kendisi olması ümidine kapılmıştı. O sırada Hz. Muhammed’e peygamberlik verilince hasedinden dolayı küfre sapmıştır. Diyebiliriz ki, asıl kıssa Bel’am olduğu halde nüzul sebebi Ümeyye olmuştur. Fakat âyet şunu gösteriyor ki, kıssadan maksat herhangi bir şahsın tarifi değil, onun halini dile getirmek ve karakterini söz konusu etmektir. Mademki, o hevâ ve hevesine uydu, dinden sıyrılıp çıktı ve insanlık bakımından alçaldı, işte artık onun temsili bir köpek temsili gibidir, sen onu sevk etsen de kehler, bıraksan da kehler, yani onu yorsan da dilini çıkarıp solur, kendi haline bıraksan da dilini çıkarıp solur, hiçbir zaman ıstıraptan, acıdan kurtulamaz. Köpeğin en aşağılık hali de başka hiçbir hayvanda bulunmayan bu soluyuştur. İşte o kimsenin halindeki düşüş, köpeğin mesel olmuş olan bu aşağılık hali gibidir. Yani alçalmanın en son kertesidir. “Onları uyarsan da, uyarmasan da birdir.”3848 İşte bu mesel âyetlerimizi inkâr eden o kavmin meselesidir ki onlar, “Tevrat’ı miras alan ve onu şu alçak dünyanın çıkarlarına değişen o bozuk nesildir.” O inkârcı kavimdir. İşte sen onlara bu kıssayı anlat ki, belki biraz düşünürler. İçlerinde bundan ders alacaklar bulunur. Yani sen, bu ihtimali de hesaba katarak anlat. 3849
Yine Elmalılı, 62/Cum’a sûresi, 5. âyetin tefsirinde der ki:
Bu âyette ilmiyle amel etmeyenlerin kınanması için buyruluyor ki; kendilerine Tevrat yükletilmiş, öğretilip mânâsıyla amel etmeleri teklif edilmiş olup da sonra onu yüklenmemiş; içindekini anlayıp gereğince istifade ve amel etmemiş bulunanların meseli yani mesel haline gelmiş tuhaf halleri ki, bilginiz, kendimizi Allah’a adamışız ve okur-yazarız diye yüklerle kitap sırtlanmış oldukları halde, Tevrat’ın ve Beni İsrail peygamberlerinin, o Allah’ın bir fazlı olan ümmi Nebî’si son peygamber hakkındaki haberlerine itibar etmemiş, ahkâm ve ahlâkıyla doğruluk dairesinde amel etme cihetine gitmemişlerdir. Böyle kimselerin hali o eşeğin haline benzer ki sifirler, yani koca koca kitaplar taşır da içindekinden hiç haberi olmaz, istifade etmez. Burada zikredilen “esfâr” tâbirinde Tevrat’ın kısımlarına esfâr denildiğine işaret vardır. Bak Allah’ın âyetlerini yalanlayan kavmin meseli ne çirkindir! Burada ilmiyle amel etmeyenlerin hepsinin hâl ve mesellerinin böyle çirkin olduğuna bir uyarı vardır. Allah da zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez. Doğru yola çıkarmaz. Kendilerine hakkın delilleri gösterildiği halde onlara inanmayıp da tasdik yerine tekzibi koyan haksızların, o doğru
3848] 2/Bakara, 5
3849] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1021 -
yolu bulmaları, murada ermeleri mümkün olur mu? 3850
Seyyid Kutub, 7/A’râf sûresinin 175-176. âyetlerinin tefsirinde der ki:
Bu sahne gerçekten hayret verici bir sahnedir. Bu dilin düşünce ve tasvir yönünden zenginliğine dayalı, son derece yeni bir manzara tasvir etmektedir. Burada yüce Allah bir insana âyetlerini veriyor, üstün nimetleriyle onu donatıyor, ilminden ona bir pay veriyor. Doğru yolu seçmesi, kendisi ile bağ kurması ve yükselmesi için gereken en güzel fırsatı sağlıyor. Fakat o, bunların hepsine rağmen, görüyorsunuz ya, bu işten sıyrılmak istiyor. Sanki o, etine yapışık bulunan deriden sıyrılır gibi bu âyetlerden sıyrılıyor. Çırpınarak, zorlanarak ve büyük bir çabayla ancak bunu üzerinden atabiliyor. Bedenine yapışık halde bulunan derisinden bir canlının yüzülmesi gibi bir sıyrılıştır bu. İnsanın bünyesi derinin bedeni sarması gibi Allah’a iman duygusuyla sarılmış değil miydi? İşte o, buna rağmen gördüğünüz gibi Allah’ın âyetlerinden sıyrılıyor, kendisini koruyan örtüyü, bedenini muhafaza eden zırhı atıyor, arzu ve isteklere uymak için doğru yoldan sapıyor, aydınlık ufuklardan yuvarlanıyor, kapkaranlık çamura gömülüyor. Ve artık şeytanın bir oyuncağı durumuna düşüyor. Şimdi artık hiçbir koruyucu onu korumuyor. Kimse şeytandan onu muhafaza etmiyor. Ve o, şeytana uyuyor. Şeytana bağlanıyor. Şeytan ona egemen oluyor. Sonra bir de bakıyoruz ki, biz uğursuz, çirkin ve korkunç bir sahne ile karşı karşıyayız. İşte şimdi biz bu tuhaf yaratık ile karşı karşıyayız. Yeryüzüne çakılıp kalmış, çamura batmış bir yaratıktır bu. Bir de bakıyoruz ki, bu yaratık köpek şekline girmiş, kovulsa da kovulmasa da solumasını sürdüren bir köpek şekline. Bu hareketli manzaraların hepsi birbirini izliyor, arka arkaya geliyor. İnsanın hayatı burada olayı somut bir şekilde izliyor. Zaman zaman tepki gösteriyor, hayret ediyor, heyecana kapılıyor. Bu sahnelerin sonuna yani ardı arkası gelmeyen solumalar sahnesine gelindiğinde, sahnenin tamamını kuşatan gizli direktiflerle dolu bulunan yorum geliyor:
“İşte âyetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu hikâyeyi onlara anlat, ola ki, üzerinde düşünürler. Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden toplumun durumu ne kötü bir örnektir!” İşte onların örneği budur. İnsanı doğru yola ileten âyetler, imanı aşılayan direktifler onların fıtratlarına ve bünyelerine ayrıca çevrelerini kuşatan bütün varlıkların yapılarına da yerleştirilmiştir. Buna rağmen onlar bunların hepsinden sıyrılmışlar. Sonra onların şekilleri değişmiş, hayvanlaşmışlar. Bünyeleri çirkinleşmiş “insan”lık konumundan hayvanların düzeyine düşmüşler... Çamurda debelenen köpeğin seviyesine inmişler. Hâlbuki onların imandan kanatları vardı. Bunlarla yüce âlemlere açılabilirlerdi. Ne var ki, onlar bu güzel makamdan alçakların alçağı bir dereceye yuvarlanıyorlar!
“Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden toplumun durumu ne kötü bir örnektir.” Bu örnekten daha kötü bir durum düşünebilir mi? Doğru yoldan ayrılıp haktan uzaklaşmaktan daha çirkin bir şey var mıdır? Yeryüzüne çakılıp kalmaktan, arzu ve isteklere bağlanmaktan daha kötü ne olabilir? Bu hareketleriyle kendi nefislerine zulmeden insandan daha fazla nefsine zulmeden birisi düşünebilir mi? Kendisini koruyan örtüyü çıkarıp atan, bedenini muhafaza eden zırhtan sıyrılan, böylece kendisini şeytanın oyuncağı haline getiren ve ona bağlayan, şeytana binek yapan, onu yeryüzüne çakılıp kalan şaşkınlık ve kararsızlık içindeki hayvanlar âlemine sürükleyen ve sürekli köpeklerin soluyuşu gibi soluyan bir
3850] Elmalılı, a.g.e.
- 1022 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayvan haline getiren kişiden daha zâlim kim vardır?
Bu durumun nitelendirilmesi ve tasviri konusunda Kur’ân-ı Kerim’in eşsiz, hayret verici ifade tarzından başka hangi söz bu kadar eşsiz ve hayret verici ifade gücüne sahip olabilir? Sonra... Bu sadece okunan bir haber midir? Yoksa çoğu zaman bir realite olarak gerçekleştiğinden dolayı haber şeklinde verilen bir örnek midir? Bu açıdan aktarılan bir haber midir?
Bazı rivâyetlerin kayıtlarına göre bu İsrailoğulları’nın Filistin’e girmelerinden önce orada yaşayan iyi bir insanın haberidir. Rivâyetler, bu adamın şaşkınlığa ve sapıklığa düşüşünü detaylarına varıncaya kadar verirler. Bu rivâyetlerde olay öyle bir üslûpla dile getirilmiştir ki, onun yahûdi kültürünün bir parçası olmadığını söylemek çok zordur. En azından olayın tüm detaylarının kesinliği sözkonusu değildir. Ayrıca bu rivâyetlerde birtakım farklılıklar ve çelişkiler de vardır ki, bunlar aynı konuda daha fazla dikkatli olmamızı gerektirmektedir. Rivâyete göre bu kişi İsrailoğulları’ndan biri olan Bel’am b. Bâûrâ’dır. O’nun Filistin’in zorba yerlilerinden biri olduğu da rivâyet edilmiştir. Araplar’dan Ümeyye b. Sait olduğu da gelen rivâyetler arasındadır. Bu rivâyete göre ise, bu adam Peygamberimiz’in (s.a.s.) çağdaşı olan, fâsık olan Ebû Amir idi. Mûsâ’nın (a.s.) çağdaşı olduğu da rivâyet edilmiştir. Bir rivâyete göre ise İsrâiloğulları’nın şehre girmeyi reddetmelere üzerine, kırk yıllık çöl hayatından sonra İsrâiloğulları’nın zâlimleriyle savaşan Yûşâ bin Nûn zamanında yaşayan bir adamdı. Hatırlanacağı gibi Kur’ân-ı Kerim’de bildirildiğine göre, onlar peygamberleri Hz. Mûsâ’ya (a.s.) şöyle demişlerdi: “Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz.” 3851
Ona verilen bu âyetlerin tefsirinde, onların kendisiyle duâ edildiğinde kabul edilen “Allah’ın İsm-i A’zamı (en yüce adı) olduğu da rivâyet edildiği gibi, Allah tarafından gönderilen bir kitap olduğu ve onun da bir peygamber olduğu bildirilmiştir... Bundan sonra haberin detayları birçok açıdan farklılık göstererek uzayıp gider.
Bu nedenle biz “Fî Zılâl’il Kur’an’da” izlediğimiz metoda bağlı olarak bu rivâyetlerin hiç birine dalmayı uygun görmedik. Ayrıca Kur’an’ın metninde bunların hiçbiri yer almıyor. Bu konuda Peygamber’e (s.a.s.) kadar varan sağlıklı bir hadiseye rastlayabilmiş değiliz. Dolayısıyla biz bu haberin ötesini araştırmaya gerek görmedik. Burada Allah’ın âyetlerini apaçık olarak gördükleri halde, bu âyetlerin gösterdiği yolda yürümeyip onları yalan sayanların durumu gözler önüne serilmektedir. Bu olay insanın hayatında ne de çok gerçekleşiyor. Allah’ın dininin bilgisi kendilerine bağışlandığı halde bu bilgiler doğrultusunda hareket etmeyenler ne de çoktur! Onlar bu dini bilgiyi, hükümlerin yerini değiştirmek ve onunla arzu ve isteklerine uymayı sağlamak için vasıta kılıyorlar. Onlar bu bilgilerini kendi hevâ ve hevesleri ve dünya hayatının nimetlerine sahip olduklarını zannettikleri efendilerinin arzu ve istekleri doğrultusunda kullanırlar.
Nice din bilgini tanıyoruz ki, Allah’ın dinini gerçek anlamda öğrendiği halde ondan sapar. Onu olduğundan başka türlü açıklar. Bu bilgisini bilinçli tahrifler, yeryüzünün geçici hükümdarlarının keyfine göre fetvâlar için kullanır! Bu tahrifler ve fetvâlarla Allah’ın hâkimiyetini ve O’nun yeryüzündeki bütün mukaddeslerini çiğneyenlerin saltanatını sağlama almaya çalışır!
3851] 5/Mâide, 24
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1023 -
Biz bu bilginler içinden; yasama Allah’ın haklarından biridir, bu hakka kendisinin sahip olduğunu iddia edenlerin ilâhlık iddiasında bulunmuş olacaklarını, ilâhlık iddiasında bulunanların ise kâfir olduklarını, ayrıca o kişilere bu hakkı verenlerin ve onların peşinden gidenlerin de kâfir sayılacaklarını bilen ve söyleyen kimseler gördük. Bununla beraber bu gerçeği bilmelerine ve dinde bu gerçeği bir zarûret olarak öğrenmelerine rağmen bu din bilginleri, yasama hakkını kendinde gören ve bu hakkı iddia etmekle ilâhlık iddiasında bulunan zâlim idarecilere duâ ederler. Bizzat kendilerinin küfürlerine hüküm verdikleri bu insanlara duâ ederler ve onlara “müslüman” adını yakıştırırlar!... Onların bu yaptıklarım, en ideal İslâm olarak gösteriyorlar. Yine bunların bazılarını gördük ki; bir sene faizin bütün çeşitlerinin haram olduğunu yazdıkları halde, başka bir sene onun helâl olduğunu yazmaya başlarlar. Yine bunların öylelerine rastladık ki, insanlar arasında fuhşun ve ahlâksızlığın yayılmasına ön ayak oldukları gibi, bu çirkefin üzerine din örtüsünü, dini unvanları ve alâmetleri çekmeye çalışırlar.
Bu ise: “Ona âyetlerimizi sunduk, fakat o onların içinden sıyrılıp çıktı. Arkasından şeytan onu peşine taktı da, azgınlardan oldu.” âyetini doğrulayan bir delilden başka bir şey değildir. Bu yüce Allah’ın kendisinden söz ettiği haber sahibinin hayvanlaşmasından başka nedir ki?: “Eğer dileseydik, bu âyetler aracılığı ile onun düzeyini yükseltirdik, fakat o, yere saplandı kaldı. Onun durumu üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp horlayarak soluyan köpeğin durumu gibidir.” Eğer Allah dileseydi, kendisine verdiği âyetlerin bilgisiyle onu yükseltirdi. Ne var ki, Yüce Allah bunu istememiştir. Çünkü âyetleri bilen bu adam, dünya hayatının rahatını tercih etmiş, âyetlere değil de arzu ve isteklerine uymuştur.”
Bu, Allah’ın kendi bilgisinden bir miktarını verdiği halde, bu bilgiden yararlanmayan, iman yolu üzerinde doğru bir istikamete yönelmeyen, horlanmış bir biçimde şeytanın peşine düşmek ve sonuçta şekil değiştirerek hayvanların mertebesine inmek için Allah’ın nimetinden sıyrılan herkesi kapsamına alan bir örnektir!
Sonra ardı arkası kesilmeyen köpek solumaları nedir acaba? Kur’an’ın arzettiği manzaranın tasvir gücünden ve haberin vurgularından da anlaşıldığı gibi, bu solumalar dünya hayatının geçici güzellikleri peşinde koşarken yaşanan solumalardır... İşte dünyanın bu geçici zevklerine takılanlar, Allah’ın kendilerine verdiği âyetlerden sıyrılmak isteyenlerdir. Dünya malının peşine düşen bu insanlara öğüt verilse de verilmese de, onlar bu solumalarından vazgeçmeyecekler ve onlar sürekli olarak bu hal üzere devam edip gidecekler.
Dünya hayatı her yerde, her zaman ve her toplumda bu örneği sürekli olarak gözlerimizin önüne getirir. Hatta birçok zaman geçmesine rağmen insanın gözleri hangi bilgine takılsa, onun durumunun da aynı olduğunu görür. Allah’ın âyetlerinden sıyrılmayan, dünya hayatının rahatına dalmayan, arzu ve isteklerin peşinde sürüklenmeyen, şeytanın boyunduruğuna râzı olmayan, egemenliği ellerinde bulunduranların sahip oldukları dünya malının peşinden ha bire solumayan, Allah’ın kendilerini koruduğu çok az bir kesim hâriç!
Bu varlığı ve meydana gelişi hiçbir zaman kopukluğa uğramayan bir örnektir. Belli bir kuşakta meydana gelen bir olayla asla sınırlı değildir! Yüce Allah, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- bu örneği Allah’ın âyetlerinin kendilerine gönderildiği kavmine okumasını istiyordu ki, onlarda bu âyetler
- 1024 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendilerine verildikten sonra ondan sıyrılmasınlar. Sonrakiler için de ders olsunlar. Ardarda gelen nesiller tarafından okunsunlar. Allah’ın ilminden bir şey öğrenenler bu çirkin âkıbete uğramaktan sakınsınlar, Ardı arkası kesilmeyen bir soluyuş içine girmesinler. Hiçbir düşmanın düşmanına dahi reva görmediği biçimde kendi kendilerine zulüm etmesinler. Çünkü bu uğursuz akıbet ile kendi kendilerinden başka kimseye zulmetmiş olmazlar!
Günümüzde bu tip âlimlerden öylelerini gördük ki, Allah korusun kendi kendilerine zulmetmek için büyük bir ihtirasla ortaya atılıyorlar veya cehennem çukurundaki yerlerini kendileriyle beraber yarış halindekilerden birinin almasından korkan adamın hali gibi, bu işe dört elle sarılıyorlar! Cehennem’deki bu yerini garantiye almak için her sabah biraz daha ilerliyorlar! Bu dünya hayatının sonuna kadar bitmek tükenmek nedir bilmeyen salyalı solumaları ile bu emellerinin peşinde koşup duruyorlar!
Allah’ım sen bizleri koru! Ayaklarımızı kaydırma! Üzerimize sabır yağdır! Ve müslüman olarak canımızı al!
İman ve Hayat Düzeni: Bu İlâhî haberin ve bu haberi bildiren Kur’an’ın ifade tarzı üzerinde bir başka açıdan durmak istiyoruz. Bu örnek sahibini şehevi arzu ve isteklerin ağırlığından korumayan, dünya hayatının ağırlığından ve cazibesinden onu kurtarmayan, hevâ ve hevesine uymaktan şeytana bağlanmaktan, onun yolunu izlemekten, bu hevâ-heves yolları ile onun peşinde sürüklenmekten alıkoymayan bilginin örneğidir.
İşte ilim insanı korumadığından dolayı, Kur’an’ın yolu, müslüman nefisleri ve islâmi hayatı oluşturmak için kendisine has bir metot izler. Bu metot, ilmi sırf bilmek şeklinde ele almaz. Aksine, ilmi vicdan âleminde ve pratik hayatta hedefini gerçekleştirmek için hareketli, itici ve sıcak bir inanç sistemi olarak ele alır.
Kur’an’ın hayat sistemi akideyi, ilmi araştırmalar şeklinde hazırlanmış bir “teori” olarak ele almaz. Böyle bir inanç sistemi sırf bilgiden ibarettir. Vicdan dünyasında ve hayat alanında etkili olamaz. Bu kuru bir ilimdir. Sahibini keyfi arzularının peşine düşmekten korumaz, Şehevi arzuların baskısından hiçbir şeyi hafifletmez. Şeytanı da kovmaz. Aksine onun yolunu açar ve insanı ona köle haline getirir!
Aynı şekilde Kur’an’ın hayat yolu bu dini, “İslâm Nizamı”, “İslâm Fıkhı”, “İslâm İktisadı”, “Tabiat Bilimleri”, “Psikolojik Bilimler” alanında yapılan etütler şeklinde sunmuyor. Bu dini kültürel etütlerin hiçbiri şeklinde takdim etmiyor!
Kur’an’ın hayat sistemi dini, itici, harekete geçirici, diriltici, yükseltici bir inanç sistemi şeklinde sunuyor. Kalbe ve akla yerleştikten sonra pratik uygulamasını gerçekleştirmek için harekete iten bir güç kaynağı olarak görür akideyi. Bu akide ölü kalpleri diriltiyor, canlandırıyor, harekete geçiriyor ve ilerletiyor. İnsanın fıtratındaki alıcı-verici cihazları uyarıyor. İnsanı Allah’a verdiği ilk söze döndürüyor. İnsanın hedeflerini ve değerlerini yüceltiyor. Artık çamurun cazibesi onu üzerine bindirmiyor ve onu asla dünya malına bağlamıyor.
Kur’an’ın hayat yolu, bu akideyi teori ve düşünce için bir metot olarak takdim ediyor. Bu insanların düşüncelerinden apayrı ve tamamen farklı bir metottur. Çünkü bu metot insanları, arzu ve isteklerin oyuncağı ve bedenlerin ağırlığı
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1025 -
ve şeytanın aldatmaları altında oluşturdukları metotların kusurlarından, yanlışlıklarından, sapıklıklarından kurtarmak için gönderilmiştir!
Kur’an’ın hayat yolu, bu akideyi gerçeğin bir ölçüsü olarak sunuyor. İnsanların akıllarını ve duygularını bununla bir sisteme bağlıyor. İnsanların yönelişlerini, hareketlerini ve düşüncelerini bununla kontrol ediyor ve ölçüye vuruyor. Artık buna göre, bu ölçünün kabul ettiği şeyler doğrudur. Onları sürdürmek gerekir. Yine bu ölçünün reddettiği şeyler yanlıştır. Onlardan vazgeçmek gerekir.
Kur’an’ın hayat yolu, bu akideyi bir hareket metodu olarak takdim eder. Bu metot, insanları kendi programına ve kendi ölçülerine göre adını adım yücelerin yücesine doğru yükseltir, ilerletir. Realiteye dayalı bu hareket esnasında insanların hayat sistemini ve hukuklarının temellerini, iktisatlarının, sosyal yapılarının ve siyasetlerinin ilkelerini belirler. Bu ilkelere göre şekillenmiş akılları ile kanunî ve fıkhî yasalarını tespit eder. Fizik ve psikolojik bilimlerine bu ölçülere göre biçim verir. Realiteye dayalı pratik hayatları neyi gerektiriyorsa onları düzene koyar. Onlar, detaylara ilişkin kanunları ve hükümleri belirlerken içlerinde akidenin sıcaklığını ve itici gücünü, şeriatın ciddiyetini ve realitesini, hayatın gerçek ihtiyaçlarını ve direktiflerini derinden hisseder!
İşte Kur’an’ın hayat yolu, müslüman nefisleri ve İslâmî hayatı bu metot ile şekillendiriyor. Sırf etüd etme amacına yönelik teorik araştırmalara gelince bu ilim, sahibini yeryüzünün ağırlıklarından arzu ve isteklerin itici gücünden ve şeytanın aldatmasından koruyamaz. Beşer hayatı için yararlı bir şey takdim edemez! 3852
Burada âyetin akış seyri, bu manzarada tasvir edilen örnek üzerinde bir değerlendirmede bulunmak için kısaca duruyor. Allah’ın kendisine âyetlerini verdiği halde, onlardan sıyrılan adamın hareketi üzerine hidâyetin Allah’ın hidâyeti olduğunu, Allah’ın kendisini hidâyete ilettiği kimsenin gerçekten hidâyet üzere bulunduğunu, Allah’ın saptırdığı kimsenin ise hüsrana uğradığını ve hiçbir şey kazanmadığını belirtiyor.
“Allah kimi doğru yola iletirse o doğru yolda olur, kimleri saptırırsa işte onlar, hüsrana uğrayanlardır.” 3853 Yüce Allah aşağıdaki âyetlerde belirttiği gibi doğru yolu bulmak için çalışanları hidâyete erdirir: “Bizim uğrumuzda çaba sarf edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz.”3854; “Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.”3855; “Nefse ve onu şekillendirene, ona kötülüğünü ve korunmasını ilham edene andolsun ki; nefsini temizleyen kurtulmuş, onu kirletip örten ziyana uğramıştır.” 3856
Aynı şekilde kendisi için sapıklık yolunu seçen, doğru yolun delillerinden ve imanın direktiflerinden yüz çeviren, kalbini, kulaklarını ve gözlerini onlara karşı kapayanları da yüce Allah sapıklığa iter. Âyetlerin devamında bu noktaya ışık tutan bir âyet vardır: “Andolsun ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat anlamazlar, gözleri var, fakat görmezler,
3852] En’âm Sûresinin girişine bk.
3853] 7/A’râf, 178
3854] 29/Ankebût, 65
3855] 13/Ra’d, 11
3856] 91/Şems, 7-10
- 1026 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kulakları var, fakat işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta hayvanlardan da daha sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler.” 3857
Ayrıca: “Onların kalplerinde hastalık vardır, Allah da bu hastalıklarını arttırmıştır.”3858; “Allah kâfirleri ve zâlimleri ne bağışlayacak, ne de doğru yola iletecektir. Onların iletilecekleri tek yol cehennem yoludur. Orada ebedî olarak kalacaklardır...”3859 âyetleri de bununla ilgilidir.
Hidâyet ve sapıklığa değinen bütün âyetleri göz önünde bulundurup bunların anlamları arasındaki ahenge dikkat edersek, önümüzde tek bir yol netleşir. Hiç şüphesiz önümüzde netleşen bu yol, hem İslâmî fırkaların kelâmcıları, hem hristiyan teolojisi, hem de bir dizi felsefi akımlar tarafından genel olarak kaza ve kader konusunda körükledikleri tartışma ortamından tamamen uzaktır.
Yüce Allah’ın insan denen varlığın kaderini sürüklenmeyi dilemesi, yüce Allah’ın bu insanı hem hidâyeti hem de sapıklığı kabul edebilecek iki yönlü bir yetenek üzere yaratmasıdır. Bununla beraber insanın fıtratına, tek olan ilâhlık gerçeğini kavrayabilme ve ona yönelebilme yeteneği yerleştirmiştir. Sapıklığı ve hidâyeti birbirinden ayırıcı nitelikteki aklı ona vermiştir. Buna ilave olarak bozulduğunda fıtratını uyarmak, saptığında aklına doğru yolu göstermek için, apaçık delillerle peygamberler göndermiştir. Şu kadar var ki, tüm bunlardan sonra insanın kendisi ile yaratıldığı hem hidâyet hem sapıklık niteliğine sahip olan bu iki yönlülük, bu iki yetenek, Allah’ın dilemesine uygun biçimde işler.
Aynı şekilde yüce Allah’ın dilemesi O’nun takdirine hükmeder. Buna bağlı olarak doğru yola ulaşmak isteyen ve bu yolda çaba sarf edenleri hidâyete erdirir. Kendilerine verilen akıllarını, peygamberin mesajlarına serpiştirilen hidâyete iletici âyetleri kavramayan, görme ve işitme cihazlarının aktif bir biçimde kullanmayanları da sapıklığa iter, saptırır.
Her hal u kârda Allah’ın dilediği olur, ondan başkası olmaz. Meydana gelen her olay, O’nun takdiri ile olur. Başkasının kuvveti ile değil. İşlerin bu şekilde düzenlenmesi Allah’ın böyle olmasını dilemiş olmasındandır. Allah’ın takdiri bir şeyin olmasını gerektirmedikçe, hiçbir şey olmaz. Buna göre varlık âleminde, işlerin kendisine uygun olarak meydana geldiği başka bir irade yoktur. Olayları meydana getiren Allah’ın takdirinden başka bir kuvvet yoktur ortada. İşte bu gerçeğin çerçevesinde insan kendi isteğine göre hareket eder. Doğru yola ulaşması veya sapıklığa düşmesi de bu çerçevede meydana gelir.
İşte Kur’ân-ı Kerim’in bütün âyetlerini karşılaştırarak ve onların arasındaki ahengi göz önünde bulundurarak elde edilen İslâmî düşünce budur. Pek tabii olarak bu düşünceye varabilmek için, âyetleri ayrı ayrı ekollerin ve akımların isteklerine uygun biçimde ele almamalı, onların bir kısmını diğer bir kısmına karşı delil olarak ileri sürmemeli ve onları çarpıştırma yolu bırakılmamalıdır.
Şimdi incelediğimiz âyet-i kerimede deniyor ki: “Allah, kimi doğru yola iletirse o doğru yolda olur, kimleri saptırırsa, işte onlar hüsrana uğrayanlardır.” Bu âyete ve Allah’ın az önce açıkladığımız yasasına göre,.hidâyete erdirdiği kimse gerçekten
3857] 7/A’râf, 179
3858] 2/Bakara, 10
3859] 4/Nisâ, 168-169
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1027 -
hidâyete kesin bir şekilde erişmiş, yolu bilen, yol üzerinde yürüyen ve âhiret gününde kurtuluşa eren biri olmuştur. Allah’ın yine bu yasalara göre saptırdığı kimse de hüsrana uğramıştır. Her şeyi kaybetmiştir. Hiçbir şey kazanmamıştır. Ne kadar mala, mülke sahip olsa da, ne kadar imkân elde etse de bunların hepsi boşa gidecek veya bunların hepsi boştur! Bu sapık yola giren adamın, özünü kaybetmiş olması açısından meseleye baktığımızda da durumun böyle olduğunu görürüz. Kendi kendisini kaybeden adam ne elde edebilir, neyi kazanabilir!
Yine Seyyid Kutub, 62/Cum’a, 5. âyetin tefsirinde der ki:
Kitap Yüklü Eşekler: Bundan sonra yahûdilerin Allah’ın emânetini taşıma hususundaki görevlerinin sona erdiğini ifade ediyor. Çünkü onların artık bu emâneti yüklenecek kalpleri yoktur. Zira bu emâneti ancak diri, keskin anlayış ve kavrayış sahibi, bilinçli, duyarlı kendini yüklendiği göreve adayan kalpler taşıyabilirler.
“Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklü eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.” 3860
İsrailoğulları Tevrat’ı yüklendiler. Şeriat ve akidenin emâneti ile yükümlü oldular. “Sonra O’nu taşımadılar.” Zira emâneti yüklenmek; anlamak, öğrenmek ve kavramakla başlar. Emânetin gereğini hem iç dünyada hem de dış dünyada gerçekleştirmek için çalışmakla sona erer. Ne varki İsrail oğullarının Kur’ân-ı Kerim tarafından aktarılan ve tarihi gerçeğinden de ortaya çıktığı gibi, hayatları onların bu emâneti takdir ettiklerini, onun gerçek yüzünü kavradıklarını ve onu pratik hayatlarında yaşadıklarını göstermemektedir. Bu nedenle onlar koca koca kitaplar taşıyan eşeklere dönmüşlerdir. Sadece onların ağırlığını taşımışlar, onlara sahip çıkmamışlardır. Onun amacına katkıda bulunmamışlardır.
Bu tablo çirkin ve iğrenç bir tablodur. Kötü ve çirkin bir örnektir. Bununla beraber doğru bir gerçeği dile getiren bir tablodur. Allah’ın âyetlerini yalanlayan topluluğun durumu örneği ne kötüdür: “Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.” İnanç emânetini yüklenip sonra onun gereğini yerine getirmeyenler, pek çok nesiller boyunca bozulan ve bu zamanda yaşayanlar, müslümanların adlarını taşıdıkları halde onların yaptıklarını yapmayanlar, özellikle Kur’an’ı ve kitapları okudukları halde içindekilerle amel etmeyenler, gereğini yerine getirmeyenler, evet bunların hepsi önce Tevrat’ı yüklenip sonra gereğini yerine getirmeyenler gibidirler. Tıpkı koca koca kitapları taşıyan eşekler gibi. Bu tür insanlar çok hem de pek çoktur! Çünkü mesele taşınan ve okunan kitaplar meselesi değildir. Önemli olan bu kitaplardakini güzelce kavramak ve gereğini yerine getirmektir, anlamak ve yaşamaktır. Yahûdiler, -bugün de kendilerini öyle kabul ettikleri gibi- Allah’ın seçkin milleti olduklarını iddia ediyorlardı. Kendilerinin dışında kalanlara ise “Cuyim” yani diğer milletler veya bilgisizler diyorlardı. Bu nedenle diğer milletlere karşı dinlerinin hükümlerine uymalarının gerekmediğini ileri sürüyorlardı. “Ümmîlere (kendi dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur.”3861 Yahûdilerin buna benzer hiçbir delile dayanmadan Allah adına uydurdukları yalana dayalı nice iddialar vardır. Bu nedenle surenin burasında
3860] 62/Cum’a, 5
3861] 3/Âl-i İmrân, 75
- 1028 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karşılıklı bedduâlaşma gündeme geliyor. Bu karşılıklı bedduâlaşma hem onlara, hem hristiyanlara hem de Mekke’deki müşrik Araplara yöneltilmişti. 3862
Ali Küçük der ki:
“Ey Muhammed! Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin olayını anlat.”3863 Bu bölümde Rabbimiz Allah’ın âyetleri kendisine verilmiş, Allah’ın âyetlerine ulaşmış, âyet bilgisine, kitap bilgisine ulaşmış bir insan tipini anlatıyor. Kendisine âyetlerimiz ulaşmış bir kimsenin haberini de anlat peygamberim. Onun haberini de oku, onun durumunu da anlat insanlara. Bu oku emri Rasûlullah’a vahyen gelen Kur’an’ın Peygamber tarafından tebliğini emreden bir ifâdedir. Rasûlullah’a emredilen bu hususun aynı zamanda onun şahsında bizim için de bir emirdir. Öyleyse Peygamber tarafından bize nakledilen bu kitabın âyetlerini biz de hem kendimize hem de çevremize okumakla, duyurmakla mükellefiz. Hele hele şu anda haber peşinde koşan haber meraklılarına daha çok duyurmak zorundayız.
Evet, bir adam ki Allah’ın âyetleri kendisine ulaşmış, âyetlerle ilgi kurmuş, anlamış ama ne yazık ki bu insan bildiği, tanıdığı o Allah âyetlerinden sıyrılmış. Bu adam âyetlere sahipti. Allah’ın âfâkî ve enfüsi âyetlerini çok iyi biliyordu. Ama ne yazık ki bu adam bildiği âyetleri terk etti, âyetlerden sıyrılıp çıktı da şeytana tâbi oldu. Şeytan da onu peşine taktı ve o kimse sonunda azgınlardan oluverdi. Demek ki burada çok önemli bir haber var. Rabbimiz bize çok önemli bir haberden söz ediyor. Çünkü “Nebe’” çok büyük bir haber demektir. Rabbimizin bu konuyu anlatmak için seçtiği bu kelimenin yapısından da anlıyoruz ki demek ki bu konu sürekli hâfızalarımızda canlı tutmamız gereken, ciddi ciddi kulak vermemiz ve sürekli kendisiyle meşgul olmamız gereken bir haberdir. Kendimiz bu haberi okuyacağız, bu haberden haberdar olacağız ve sürekli çevremizi bu haberden haberdar edeceğiz. Karımıza, kızımıza, eşimize dostumuza bu haberi götürecek ve onların gündemlerini de bu haberle oluşturmaya çalışacağız. Çünkü bizim her anımızı ilgilendiren bu büyük haber yanında gazete haberlerinin, kanalizasyon haberlerinin hiç bir önemi yoktur. Eğer biz bize düşmanlığa soyunmuş bu şeytan vahiylerinin haberlerine zaman ayıracak olursak bilelim ki Rabbimizin bu haberlerini tanımaya zamanımız da kalmayacaktır gücümüzde. Hâlbuki direk bizim imanlarımızla, bizim Cennetimizle, bizim dünya ve ukbâ saâdetimizle ilgili olan bu haberleri öğrenmeden başka haberlerin peşinde koşmak câiz de değildir.
Evet, işte bakın Rabbimizin okuyun dediği büyük bir haber. Bir adam ki Allah’ın âyetleri kendisine ulaşmış, âyet bilgisini elde etmiş, kitabı tanımış, sünneti tanımış ama o âyetlerin içinden sıyrılıp çıkmış adam. Peki, kim bu adam denilmiş. Bu kimse için Bel’am denilmiş. Bel’am bin Baura Hz Mûsâ (a.s.) ümmetinden, İsrail oğullarından âlim bir kimseydi. Kitap bilgisine, Tevrat bilgisine sahip bir kimse olmasına rağmen kendisini düzene angaje ettiği için, sırtını düzene dayadığı için düzenin keyfine göre ya da kendi hevâ ve heveslerine göre, dünyevî menfaatlerine göre Allah âyetlerini istediği gibi, ya da düzenin istediği gibi yorumlama ve âyetlerin içinden sıyrılıp çıkma cinnetine kapılmış bir adam.
3862] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’ân
3863] 7/A’râf, 75
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1029 -
Kimileri de burada anlatılan kişinin Ümeyyetübn Ebî Salt olduğunu söylemişler. Bu adam da Rasûlullah döneminde yaşamış bir adamdı. Bu adam da Rasûlullah’ı tanıyordu, bekliyordu, hatta peygamberimizin özellikleri konusunda şiirler yazarak nerede kaldı? Beklenen Nebi geç kaldı diyerek onun özlemini terennüm ediyordu. Nihâyet Allah’ın Rasulü Mekkede Kureyş içinden zuhur edince de Rasûlullah hakkındaki tüm bu bilgilerinden sıyrılarak gurura, kibire kapılarak ona imandan vazgeçiverdi. Hatta bu kimse hakkında Rasûlullah Efendimiz’in: “Şiiri iman eden, ama kendisi iman etmeyen adam” diye söz ettiğini biliyoruz.
Bakın dikkat ediyorsanız âyet-i kerimede “ Seleha, inseleha” kelimesi kullanılmış. Seleha kelimesi aslında derinin vücuttan yüzülmesi sıyrılıp çıkarılması anlamına gelmektedir. Bu mânâ içinde düşündüğümüz zaman adam böyle bildiği Allah âyetlerinden topyekün sıyrılıp çıkıyor. Tıpkı derisi yüzülen beden gibi. Derisi yüzülmüş, kendisini dış etkenlerden koruyacak deri desteğini kaybetmiş bir vücut gibi Allah âyetlerinden sıyrılıp çıkmış. Öyle değil mi? Derisi yüzülmüş bir vücut dış etkenlere karşı kendisini koruyabilme özelliğini kaybetmiş demektir. İşte tıpkı böyle bir vücut gibi kendisini tehdit eden tüm tehlikelere karşı, tüm şerlere karşı kendisini koruyacak âyetlerin desteğini kaybetmiştir. Kendisini azaptan, ateşten ve Cehennemden koruyacak olan âyetlerin içinden sıyrılıp çıkmış, âyetlerin korumasını kaybetmiştir.
Tabii adam böyle yapınca da, bildiği tanıdığı Allah âyetlerinden soyutlanınca da, hayatını Allah âyetleriyle düzenlemekten vazgeçip âyetlerden habersiz bir hayat yaşamaya yönelince, Allah yasalarını bir kenara bırakıp kendi hevâ ve hevesleri istikametinde bir program izlemeye başlayınca da şeytan onu ayartıp peşine takıverdi ve azgınlardan oluverdi. Elbette böyle bir adamın başka yapabileceği bir şey yoktu. Hani bir söz vardır; “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” diye. Birileri bunu hadis diye kendi sistematiklerinde kullanmaya çalışsalar da hadis değildir bu söz, ama şöyle anlarsak yerinde bir sözdür her halde: Yani şeyh olarak, mürşid olarak kılavuz olarak Allah’ın Kitabıyla tanışamamış birisinin şeytana tâbi olmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur.
Bakın Rabbimiz Kitabının başka bir yerinde bunu şöyle anlatır: “Rahman olan Allah’ı anmayı görmezlikten gelene, yanından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş veririz.” 3864 Kim Rahmân’ın zikrinden yüz çevirir, Rahmân’ın zikrine karşı kör davranırsa. Kim Rahmân’ın zikrine karşı körlük ederse. Rahmân’ın zikri Kur’an demektir, Rahmân’ın zikri, Rahmân’ın hayatın her bir kademesinde bizden istediği kulluk demektir. Evet, kim Rahmâ’ın hayatın her bir kademesinde kendisinden istediği kulluğa karşı kör ve ilgisiz davranırsa vahye karşı Kur’an’a karşı körlük ederse. “Aşâ” Esasen gözde meydana gelen bir çeşit zayıflık ve hastalık demektir. Bir çeşit görme bozukluğu demektir. Kim ki Rahmân’ın zikri olan Kitabını görmezlikten gelir gözünü ona karşı kör yapar ve kitaptan habersiz bir hayat yaşamaya kalkışırsa, Kur’an’a göz yumar Kur’an’ı gözardı ederse. Ya da Kitaba karşı gözünü bozar, bakışını bozarsa. “Biz kim bu kitabı anlamak kim! Biz nerede bu Kitabı anlamak nerede? Bu Kitabı ancak büyük zâtlar anlar! Onu anlamak şöyle dursun onu elimize almaya bile lâyık değiliz!” diyerek kim ki Kitaba karşı bakışını bozarsa biz de ona bitişik, ona yapışık, onun yanından hiçbir zaman ayrılmayan bir
3864] 43/Zuhruf, 36
- 1030 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şeytanı arkadaş yaparız diyor Rabbimiz.
Ona bir şeytanı Musallat kılarız ki o ondan asla ayrılmaz. Bu şeytan onun ayrılmaz arkadaşı oluverir. Hem de böyle “nukayyız” yaparız. Yani ona bitişik, ona yapışık olarak o şeytanı onun üzerine kabuk bağlatırız. Âdetâ şeytan bir kabuk gibi onu çepe çevre sarıverir. Hani tohumlar, yavrular kendilerini çepeçevre saran kabuğu yırtarak, bu esâretten kurtularak dünyaya gelirler ya, işte bu adamlar da böyle kendilerini şeytana esir ediyorlar, onun esiri olarak sıkıntılı bir hayata râzı oluyorlar sonunda. Yani şeytan onların etraflarını sararak onları esir ediyor, onlar üzerinde sulta kuruyor, onları hâkimiyetleri altına alıyor.
Allah’la beraber olmayan, Rahmân’ın zikrinden i’râz eden, vahye karşı kör davranan vahiyle hareket etmeyen kişinin sonucu budur işte. Yani Kur’an’ın vahyin alternatifi budur. Rahmân’ın vahyiyle beraber olmayan kişi elbette şeytanın esiri olacaktır. Çünkü o kişi Allah’la beraber olmamayı istemiştir. Allah’ın âyetleriyle beraber olmak istememiştir. Rahmanın zikrinden yüz çevirmiştir. Rahmanın rahmetinin gereği kendisi için açtığı rahmet kapısını örtmüş, vahyi örtmüş, güneşe karşı körlük etmiş kişidir. Basîreti kapanmış artık böylece Kur’an’dan uzaklaşan bir kişinin şeytana yaklaşması da kaçınılmaz olacaktır.
Kur’an’ı tanımayan Kur’an’la beraber olmayan bir adam ne yapar da başka? Hayatında amel edecek kitabı olmayan bir adam ne yapar? Ya bizzat şeytanın ya da yeryüzündeki iki ayakları şeytanların kulu kölesi olur. Nisâ suresinde bu husus şöyle anlatılır: “Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” 3865
Yine, Saff suresinde: “Onlar yoldan sapınca, Allah da onların kalblerini saptırmıştı. Allah, yoldan çıkan milleti doğru yola eriştirmez.”3866 Fussılet sûresinde de bu saptıranların sadece şey-tanlar olmadığını iki ayaklı şeytanların da insanlara Musallat kılınıp onları hak yoldan saptırdıkları anlatılır. 3867
Allah’ın âyetlerini bildiği halde onlarla ilgilenmeyip onlardan sıyrılıp, onlardan habersiz bir hayat yaşamaya çalışan bu adam üzerinde şeytan hâkimiyet kurdu. Boşlukta yakaladığı bu adamın boğazına bir ip takıp onu gemledi. Boynundaki kulluk ipinin ucunu Allah’a vermeyen kişi elbette onu birilerine vermek zorunda kalacaktı. Allah’a kulluktan kaçan kişi elbette birilerinin kucağına düşecekti. Allah vahyine teslim olup hayatını onlarla düzenlemeye yanaşmayan kişi elbette birilerinin âyetlerine teslim olmak zorunda kalacaktı. Evet, Allah’tan kaçan kişi mutlaka ya cin şeytanlarının ya da insan şeytanlarının ağına düşmek zorunda kalacaktır. İşte Allah âyetlerinden sıyrılan, Allah âyetlerinin desteğini kaybeden bu adam sonunda ipinin ucunu şeytanlara kaptırarak azgınlaşarak onların gideceği yere doğru, ateşe doğru, Cehenneme doğru hızla ilerlemeye başladı. Allah diyor ki: “Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hali böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.” 3868
3865] 4/Nisâ, 115
3866] 61/Saff, 5
3867] 41/Fussılet, 25
3868] 7/A’râf, 176
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1031 -
Eğer isteseydik biz onu o âyetlerle yükseltirdik. Biz dilemiş olsaydık, o kişi kendisi adına bunu dilemiş ve tercih etmiş olsaydı, adam gibi ilgi kurduğu tanıdığı âyetlerle yükselmeyi düşünseydi Biz hem bu dünyada hem öbür tarafta onun derecelerini ve şânını şerefini yüceltirdik. Eğer o Allah âyetlerine yapışıp hayatını onlarla düzelseydi Biz de onu onlarla yüceltirdik.
Demek ki âyetin ifadesinden anlıyoruz ki bu Kitabın âyetleri yükselme sebebidir, rif’at sebebidir. Yeryüzünde insanlara yükseklik kazandıran, insanları yücelten, insanlara incelik ve yücelik kazandıran Allah’ın Kitabıdır. Allah’ın kitabını tanıyan en yücedir, Allah’ın Kitabından haberdar olan en şereflidir. Allah’ın Rasulü de bu hususta şöyle buyurur: “Oku ve yüksel! Oku ve yücel!” Evet, Kitabı okuyan, Kitabı tanıyan, Kitapla hareket eden, Kitapla hayatını düzenlemeye çalışan kişi yeryüzünün en üstünü, en şereflisi ve en izzetlisidir. Evet işte bu adam da dileseydi, isteseydi bildiği tanıdığı kitabın âyetleriyle yücelecekti, şeref kazanacaktı ama ne yazık ki bu adam:
Lâkin o arza çakılıp kalmayı, yere çakılıp kalmayı, arzla bütünleşmeyi, toprakla öpüşüp yerlerde sürünmeyi, izzetini, şerefini, değerini ayaklar altına düşürmeyi tercih etti. Kendini yere atmayı tercih etti. Hem dünyada hem de ukbâda şeref ve haysiyetini ayaklar altına düşürmeyi yeğledi. Çünkü onun tüm derdi, tüm arzusu, tüm hemmi ve kıblesi dünya idi. Tüm plan ve programı dünya ve dünyalık üzerine kurulmuştu. Dünya malına mülküne tamah ederek dinini dünyasına feda ediverdi. Dünyası adına dinini satıverdi. Allah âyetleriyle yücelmeyi terk etti de dünyaya çakılı kalıverdi. Dünyaya kazık çakma sevdâsına kapıldı da Allah âyetlerinin kendisinden istediği kulluktan vazgeçiverdi. Elbette gözünde dünya kıble olmuş bir adamın Allah dinine de Allah âyetlerine de ayıracak zamanı kalmayacaktı. Dünyayı kıble edindi de ona ulaşabilmek için dinini de, izzetini de şerefini de satıverdi.
Hevâsına tabi oldu. Hevâ ve heveslerini putlaştırdı. Allah’ın âyetlerinin içinden sıyrılıp çıktığı için, Allah’ın âyetlerinin korumasından mahrum kaldığı için, sap gibi ortada ve boşlukta kaldığı için, hayatını düzenleyecek Allah âyetleri güdümlü vahiy kaynaklı bir programı kalmadığı için elbette artık onun yapabileceği başka bir şey yoktur. Artık böyle bir adam Şeytanların maskarası olmaktan hevâsına takılmaktan kurtulamayacaktır. Alçak dünyanın alçak makamlarını elde edeceğim diye, filanlar bana biraz makam verecekler diye, zengin olacağım diye, şöhrete ulaşacağım diye, toprakla bütünleşeceğim diye, evim, apartmanım, arsam, dükkânım, tezgâhım olacak diye bir ömür boyu çırpınıp duracaktır artık. Arzusu, hevesi, hevâsı, keyfi kendisine neyi fısıldamışsa, nefsi neyi istemişse onların peşinde kendi kendisini helâk edecek bir hayatın içinde yuvarlanıp gidecektir artık Cehenneme kadar. Allah diyor ki:
İşte böylelerinin meseli, misali köpek misali gibidir. Bunlar tıpkı köpek gibidirler. Üzerine gitsen de üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hali böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.
Bunlar köpek tabiatlı insanlardır. Burada Rabbimizin bu tip insanları köpeğe benzetmesini bir kaç vecihte anlamaya çalışıyoruz:
Bildiğimiz gibi köpek hiç bir zaman doyuma ulaşamayan, bir türlü doyma
- 1032 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bilmeyen, sürekli ciğeri açlıkla yanan bir hayvandır. Doyumsuzluğu simgeleyen bir hayvan tipidir köpek. Şehvetine ve boğazına düşkünlüğü yüzünden başına gelmedik kalmaz köpeğin. Bu doyumsuzluğundan ötürü onun üzerine bir taş atsanız bile acaba yiyecek bir şey mi atıldı diye onun peşinde koşturur.
“Yelhes” diyor Rabbimiz. Yani, zirve noktasında zilletin ve sıfırı tüketmenin ifadesi. Üzerine varsan da solur, serbest bıraksan da. Üzerine gidilip zor durumda bırakıldıklarında da solurlar, kendilerine herhangi bir baskı yapılmayıp serbest bırakıldıkları zaman da solurlar. Yani o kadar hoş anlatıyor ki Rabbimiz zamanımızda Allah’ın âyetlerini bilen, kitabın âyetlerini tanıyan, dinden diyanetten haberdar olan kimi prof, kimi doktor, kimi doçent, kimi müdür ve amirler görüyoruz ki bugün tıpkı burada anlatılan köpek gibi din adına türlü türlü naneler yemektedirler. Allah’ın lutf u keremiyle kitap ve sünnet bilgisine ulaştıkları halde kitabın âyetlerinden sıyrılarak köpekliğe özenmektedirler. Üzerlerine varsan da solurlar varmasan da solurlar. Üzerlerine gidilip baskı yapılsa da pes ifadesi gösterirler kendi kendilerine iken de. Yani zorlanmadıkları zaman da aynı tavrı sergilerler. Yani mecbur değillerken bile teslimiyet izhar edip el kaldırırlar. Hani bir soruşturma, bir sıkıştırma söz konusu olduğu zaman neyse de hiç bir baskıya maruz değillerken bile yine düzen adına, yine güçlüler adına dini yamultmadan yana, dini zâlimler lehine bozmadan yana bir tavır sergiliyorlar. Dinlerini dünyaları adına satmış, üç kuruşluk dünya menfaati için dinlerini dünyaları haline getirmiş, dinlerini dünyalarına yama yapmış, dünyalık bir kısım makamlar adına Allah âyetlerinden uzaklaşmış, konumlarımız sarsılacak endişesiyle Allah âyetlerini her yerde gündeme getirmekten korkan, bu korkularından ötürü gündeme getirmedikleri âyetlerden kopmuş, uzaklaşmış, Allah âyetlerini kendileri için işlemez hale getirmiş bu insan tiplerinin böylece köpekleştiklerine şâhid oluyoruz bu gün.
Ne atarsan kendilerine onu yiyecek bir şey zannederler. Daima kendi çıkarlarını düşünürler. Herhangi bir kapıdan kendilerine bir şeyler geldimi belki ileride bunun devamı gelecektir diye o kapıya sadık kalmaya özen gösterirler. Başka bir kapıdan biraz fazlası geldiği zaman önceki kapıyı unutup bu defa da oraya sadık kalırlar. İşte Allah kapısını unutmuş, Allah âyetlerinden uzaklaşmış başka kapılarda kemik arayan materyalist insan tipleri. Hangi kapıdan ne atılacak diye o kapılar hatırına dini gündeme getirmeyerek ya da o kapıların istediği biçimde Allah’ın âyetlerini yorumlayarak bekleşip dururlar. Devletten bir makam koparabilme hatırına Allah’ın dinini eğip bükerler. Zâlim iktidarların bozuk düzen düşüncelerine, İslâm dışı hayatlarına Kur’an’dan ve sünnetten destekler bulmaya çalışırlar. Allah âyetleriyle zâlimleri desteklemeye çalışıyorlar.
Bu köpeklerin bir özelliği de Allah’ın dini gündeme geldiği zaman, Allah’ın yüce âyetleri okunduğu zaman, Allah’ın sistemi ortaya konulduğu zaman, sistem için bir tehlike söz konusu olduğu zaman her birinin bir inden ulumaya, ürmeye başladığını görürsünüz. Birisi çıkıp Allah âyetlerini gündeme getirdiği zaman buna tepki olarak bu köpeklerden bir tanesinin ürmesiyle ötekilerin de hep bir ağızdan onu takıp ettiklerini ve o müslümanın sesini soluğunu boğmaya ve meydana getirdiği tesiri silmeye çalıştıklarını görüyoruz.
İşte bizim âyetlerimizi yalanlayan bir toplumun misali budur. Evet, Allah’ın âyetlerinin bilgisine sahip oldukları halde, kitap sünnet bilgisini elde etmiş
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1033 -
oldukları kalde onları bir kenana bırakıp, onları yalan sayıp, yok farzedip, onların defterini dürüp kendi hevâ ve hevesleriyle bir hayat yaşayan insanların durumu budur. Hayatlarını Allah’a ve peygambere sormadan yaşayan insanların durumu budur. Allah için bu âyetlerle kendimizi bir sorgulayalım. Eğer şu anda müslümanız diyen bizler Allah’ın kitabıyla ve Rasulünün sünnetiyle ilgisiz bir hayatın içindeysek, hayatımızı kitap ve sünnete sormadan yaşıyorsak veya kitabı bildiğimiz tanıdığımız halde, Allah’ın âyetlerinin bilgisine sahip olduğumuz halde yine de kitap kaynaklı bir hayata yanaşmıyorsak o zaman bilelim ki bizler de bildiğimiz o âyetlerle yücelmek yerine, dünya ve âhirette şerefli bir hayata talip olmak yerine dünya ve âhirette rezil bir hayatın mahkûmu olanlardan olacağız demektir. Allah âyetlerini bırakır da hevâ ve heveslerimiz istikametinde bir hayat yaşamaya kalkışırsak o zaman bilelim ki biz de köpekliğe râzıyız demektir Allah yâr ve yardımcımız olsun. Allah bize basîret ve şuur versin inşallah.
“Âyetlerimizi yalan sayan, kendine zulmeden millet ne kötü bir misaldir!”3869 Bizim âyetlerimizi yalanlayan, yalana çıkaran, boşa çıkaran, âyetleri yok farzeden, âyetlerimizi geçersiz hale getiren, işlemez hale getiren âyetlerimizden habersiz bir hayat yaşayan böylece nefislerine zulmeden, kendi kendilerine yazık eden, kendi kendilerini boşa harca-yan kimselerin ne kötü bir misali vardır. Bunlar kendi kendilerine yazık eden insanlardır. Kendilerini olmamaları gereken makamda tutan ve Cehenneme götürüp atan insanlardır bunlar. Kendi kendilerini götürüp uçuruma atan insanlardır.
“Allah’ın doğru yola sevkettiği kimse doğru yolda olur. Saptırdığı kimseler ise, işte onlar mahvolanlardır.” 3870 Kim hidâyette olmayı dilemiş, tercihini hidâyete kullanmış Allah da ona hidâyet etmişse onu hidâyete erdirmiş, kim de dalâleti, sapıklığı tercih etmiş Allah da onu saptırmışsa işte onlar kaybedenler mahvolanlardır, hüsrana mahkûm olanlardır.
Rabbimiz önce henüz onları yaratmadan onlardan söz alıyor sonra onları semî’ ve basîr kılıyor, hidâyeti anlamaya ve kabule hazır hale getiriyor, mayalarını hidâyetle yoğuruyor, sonra onlara yaratılış öncesi verdikleri misaklarını hatırlatıcı kitaplar ve peygamberler gönderiyor. Kâinatta kendilerine Allah’a verdikleri bu misaklarını ilân edici, onları kulluğa teşvik edici binlerce görsel âyet yaratıyor. Bu âyetlere intikal edebilecek göz, kulak, kalp, akıl veriyor. Adeta onları bu misaklarına zorluyor, kul olmaları için lehlerinde bu kadar imkânları hazırlıyor. Bütün bu hazırlanmış imkânlara rağmen yine de onlar hidâyeti değil de sapıklığı tercih etmişlerse o zaman da hem dünyada hem de âhirette hüsrâna uğrayanlardan olduklarını, kaybedenlerden olduklarını, kendilerini boşa harcadıklarını haber veriyor Rabbimiz.
Evet, Allah kime hidâyet edip yol göstermişse onu hidâyete erdirmiştir. Allah hâdîdir. Allah yol göstericidir. Kitaplar ve peygamberler de yol göstericidirler bu mânâda. Cenâb-ı Hak kitaplar ve peygamberler göndererek kullarına hidâyetini ulaştırır. Rabbimizin kulların gönderdiği kitap ve peygamberler Onun kullarına açtığı rahmet kapılarıdır. Bu anlamda hidâyet herkese açıktır. Yani Allah’ın kullarına gönderdiği kitapları “ Hüden linnas” Bütün insanlık için hidâyet kaynağıdır. Aslında Kur’an herkese genel manada hidâyeti göstermek için inmiştir.
3869] 7/A’râf, 177
3870] 7/A’râf, 178
- 1034 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ama herkes bu kitabın hidâyetini kabul etmede, isteyerek bunun hidâyetini seçmede eşit olmayacaktır. Kimileri bununla hiç ilgilenmeyecek, bunu anlamaya yanaşmayacaktır. Bakıyoruz hâdi kelimesi, hüden kelimesi Kur’anda onbeş ayrı manada kullanılmıştır. Allah hüdendir, Tevrat hüdendir, Kur’an hüdendir, Kâbe hüdendir, Peygamberimiz hüdendir, başka hüdenler de vardır Kur’an’da. Buna göre hüden olarak ne Peygamberimiz’in, ne Kâbe’nin ne de Kur’an’ın bizzat kendisi birinin elinden tutup dini kabul ettirici olma derecesine vardıramaz meseleyi. Yani gerek Kur’an ve gerekse Peygamberimiz bizzat insanların kalplerine imanı sokmakla değil bu imanı insanlara tanıtmak-la mükelleftirler. Öyleyse kimse Kur’an’a yanaşmadı mı Kur’an kimseye hidâyet edemez. Kur’an’a yaklaşan kişi eğer onunla yol bulmak isterse ancak o, o zaman hidâyet edebilir. Çünkü “Hüden linnas” dır Kur’an. Ama “Hüden lil müttakin” dir de aynı zamanda. Ne demek o? Yani herkese yol gösterecek kapasitede değil. Yani herkes bununla yol bulmak istemez, herkes buna yol sormaya gelmezse o zaman, o sadece takvâlılara yol gösterecek, sadece onlara hidâyet edecektir. Ötekiler için hatta yine Kur’an’ın ifadesiyle bu kitap kimilerinin zararını, ziyanını arttıracaktır.
“Kur’an zâlimlerin ancak zararını artırır.”3871 Demek ki Allah hidâyeti isteyenlere kitapları, peygamberleri ve diğer hidâyet vesileleriyle hidâyet eder. Allah kullarının kalplerine hidâyete yönelik inşirah verir, hidâyetine karşı onların kalplerini, zihinlerini açar, onların ellerinden tutar, küfre ve kâfirlere karşı gönüllerine tiksinti yerleştirir, şeytan ve ordularına karşı onların kalplerindeki korkuyu kaldırıp onun yerine cesaret koyar, Cenneti sevdirir, Cehennemden nefret ettirir, rızâsıyla hoşnut eder, razı olduklarını sevdirir, namazı, orucu, zekâtı, helâlleri sevdiklerini sevdirir sevmediklerine karşı kalplerine tiksinti verir. Bütün bu tasarruflar da Rabbimizin hidâyet cümlelerindendir. İşte kendileri kendi özgür iradeleriyle hidâyeti istemiş olan kullarına böylece hidâyetini ulaştırır Rabbimiz. Ama ötekilere, yani sıfırı tüketenlere, iflâs edenlere gelince bunlar iradelerini sapıklıktan yana kullanan kimselerdir. Allah’ın kendilerine açtığı kitap ve peygamberler gibi hidâyet kapılarından girmek istemeyen, rahmet kapılarından istifade etmek istemeyenler, kitapla beraber olmayanlar, peygamberle tanışmak istemeyenler, Allah’ın hidâyet vesileleriyle ilgi kurmayanlar kendi fiilleriyle, kendi iradeleriyle sapıklığı tercih ettikleri için Allah da onlar için tüm dalâlet yollarını açıvermiş ve artık böyleleri şeytanların, hevâ ve heveslerinin peşine takılıp dünyada da ukbâda da kaybedenlerden olmuştur.
Fahreddin Yıldız der ki:
Yüz yetmiş beş ve yüz yetmiş altıncı âyetlerde, aklını ve iradesini yanlış yönde kullanıp inanma ihtiyacına kulak tıkayan insanın durumu tasvir edilir. Allah’ın âyetlerini göz ardı eden insan, ciddi hataya düşer. Zira şeytan yetişip onu yakalar; o da vahim bir sapışla ciddi hataya düşen kimselerden olur.
Âyetlerde tasvir edilen insan tipi, ilahî mesajı anlayan fakat ona yanaşmayan kimsenin durumunu anımsatır. O, hep dünyaya sarılıp yalnızca kendi heves ve arzularının peşinden gittiği için, kışkırtılan köpeğe benzer; kendi haline bırakıldığında da, üzerine varıldığında da hemen hırlar. Aslında bu benzetmeyle, inkârcı insanın bunalımlı hali gözler önüne serilmektedir. Çünkü inanmamış
3871] 17/İsrâ, 82
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1035 -
insan, harici şartlar ne olursa olsun, dâima ruhsal huzursuzluğun, aklı ile bedensel güdüleri arasındaki çatışmanın kaosunu yaşar. Bu yüzden inkârcı tipler, inanmış bir insanın eriştiği zihinsel berraklıktan ve ruhsal dengeden yoksundurlar. Sonuçta inanmış insan yücelir, maddeci değerlere gömülüp ruhen yoksullaşan kimse de kendi kendini tüketmiş olur.
178’inci âyette de, Allah’ın âyetlerini yalanlayıp işledikleri haksızlıklarla kendilerini yıkıma götüren toplumların vahim durumu dile getirilir. Bu âyet, Allah’ın dinini hayatın dışında tutan kişi ve toplumların, sürekli bunalım içinde olacakları ve çöküşü yaşayacakları mesajını verir. Bu mesaj, Allah’ın kitabı kendisine geldiği halde ondan yüz çeviren ve kendi değerini düşüren her fert ve toplum için geçerlidir.
178 ve 179’uncu âyetlerde, hidâyet ve dalâlet gerçeğine; insan olmanın gereklerini yerine getirmeyen kimselerin, hayvanlardan daha aşağı dereceye düşeceklerine dikkat çekilir. Kâinatta her şey, Allah’ın yasaları doğrultusunda gerçekleşir. Allah, insanları doğru yola veya sapıklığa zorlamaz; aksine özgür bırakır. Bunun için âyetlerde cebre delâlet eden herhangi bir işaret yoktur. Zira insan irâdesinin özgürlüğü tartışma dışıdır. Aksi halde insanın tüm sorumlulukları düşer ve varlık sebebi anlamsızlaşır. Şu halde, aklını ve iradesini doğru kullanan insan hidâyete erer; yanlış kullanan da sapıklığa düşüp şaşkın ve perişan olur.
Burada, insan olmanın icaplarını yerine getiremeyen kimseler kınanır. Bunların, kalpleri olduğu halde anlamadıkları, gözleri olduğu halde görmedikleri, kulakları olduğu halde işitmedikleri belirtilir. Aslında her canlının gözü görüp kulağı işittiğine göre âyetin asıl maksadı, insana yakışır biçimde anlamak, görmek ve işitmektir. Öyleyse kurtuluşu isteyen her insan, kalbini ve gözünü açıp hakkın sesine kulak vermelidir. Zira kalbi ve gözü kapalı, kulağı da hakikate tıkalı olan insan, yaratılış gayesini gerçekleştiremez ve Allah’ın kendinden istediği onur burcuna yükselemez; aksine esfel-i sâfilîn yolcusu olur ve en derin çukurlara yuvarlanır.
Muhammed Esed der ki:
175 / Ve kendisine mesajlarımızı lütfettiğimiz halde onları bir kenara atan kimsenin başına gelecek olanı anlat onlara: Şeytan yetişip yakalar onu ve o da, başka niceleri gibi, vahim bir sapışla sapıp gider.
176 / İmdi, Biz eğer dileseydik, onu âyetlerimizle yüceltir, üstün kılardık: fakat o hep dünyaya sarıldı ve yalnızca kendi arzu ve heveslerinin peşinden gitti.
Bu bakımdan, böyle birinin durumu (kışkırtılan) bir köpeğin durumu gibidir: öyle ki, onun üzerine korkutarak varsan da dilini sarkıtıp hırlar, kendi haline bıraksan da. Bizim âyetlerimizi yalanlamaya kalkan kimselerin hali işte böyledir. Öyleyse, bu kıssayı anlat, ki belki derin derin düşünürler.
177 / Âyetlerimizi yalanlamaya kalkan toplumun hali ne kötüdür: çünkü işledikleri haksızlıklar (sadece) kendilerini yıkıma götürür.
178 / Allah kime yol gösterirse, gerçekten doğru yola erişen işte odur: O’nun sapıklık içinde bıraktığı kimselere gelince, büyük kayıp içinde olanlar da işte böyleleridir!
“Ve kendisine mesajlarımızı lütfettiğimiz halde onları bir kenara atan kimsenin başına gelecek olanı anlat onlara”: Lafzen, “onun haberini/durumunu onlara ilet.”
- 1036 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Şeytan yetişip yakalar onu ve o da, başka niceleri gibi, vahim bir sapışla sapıp gider.”: Lafzen, “ciddî bir hataya düşen kimselerden oldu”. Metnin aslında bu âyetin tamamı geçmiş zaman kipindedir; fakat âyetin açık anlamı genel bir gerçeğin ifadesi durumunda olduğu3872 ve bazı müfessirlerin ileri sürdüğü gibi, bilinen belirli bir kişiyi îma etmediği için, onu geniş zaman kipiyle aktarmak daha uygun geldi bize. Burada sözü edilen insan tipi, ilahî mesajı anlayan ama buna rağmen, bir sonraki âyette işaret edildiği gibi, “dünyaya fazla sarılması”, yani hayata maddeci, “dünyevî” bir açıdan bakması yüzünden hakkı kabule yanaşmayan kimsedir. 3873
“Bu bakımdan, böyle birinin durumu (kışkırtılan) bir köpeğin durumu gibidir: öyle ki, onun üzerine korkutarak varsan da dilini sarkıtıp hırlar, kendi haline bıraksan da.”: Tutum ve davranışları yalnızca dünyaya bağlı/dünyaya bağlayıcı arzularının ona günübirlik “fayda” ya da “zarar” olarak gösterdiği şeyler tarafından belirlendiği için, bu bölümde anlatılan insan tipi, haricî şartlar ne olursa olsun, daima aklıyla bedensel güdüleri arasındaki çatışmanın ve dolayısıyla içsel huzursuzluğun, hayalî korku ve kuruntuların kurbanı durumundadır. Bunun için de, inanmış bir kişinin inanç yoluyla eriştiği zihnî berraklıktan, ruhî dengeden yoksundur. 3874
Muhammed Esed, 62/Cum’a sûresi, 5. âyetin tefsirinde de şunları söyler:
“Tevrat’ın yükü ile onurlandırılmış iken bu yükü taşıyamamış olanların durumu, sırtına kitaplar yüklenmiş (ama onlardan habersiz bulunan) merkebin durumuna benzer.
Allah’ın mesajlarını yalanlamaya şartlanmış olanların durumu ne acıdır, çünkü Allah rehberliğini böyle zâlim bir halka ihsan etmez!” 3875
“Tevrat’ın yükü ile onurlandırılmış iken bu yükü taşıyamamış olanların durumu...” Daha önceki pasajda işaret edilen, Allah’ın vahyinin hem kutsal bir emânet hem de bir lütuf olduğu düşüncesiyle bağlantılı olarak söylem, şimdi de, Yahûdilerin Tevrat sonrası dönemde gösterdikleri, bu emânete ihânet problemine geçmektedir.
Onlara, Allah tarafından, O’nun birliği ve benzersizliği mesajını bütün dünyaya ulaştırma görevi emânet edilmişti. Ama onlar, Hz. İbrahim, İshâk ve Yakub soyundan gelmiş olmaları sebebiyle kendilerini “Allah’ın seçilmiş toplumu” olarak gördüklerinden ve dolayısıyla, ilahî mesajın başka bir toplum için değil yalnız kendileri için geldiğine inandıklarından bu görevi yerine getiremediler. Bundan dolayı, peygamberliğin İsrâiloğullarına mensup olmayan herhangi bir kimseye verilmiş olması ihtimalini inkâr ettiler 3876 ve böylece Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini, bizzat Tevrat’ta bile o’nun gelişi ile ilgili açık bir haber bulunmasına rağmen, reddettiler.3877 Onlar, Hz. Mûsâ’ya indirilen ilahî kelâmın temel anlamını böylece çarpıtmak suretiyle, bizzat kendileri ondan gerçek bir manevî fayda elde etmeyi ve onun öğretilerine uygun şekilde yaşamayı sağlayamadılar.
3872] Karş. Katâde, ‘İkrime ve Ebû Müslim’in beyanına dayanarak Râzî
3873] Karş. 27:82’deki “yerden çıkarılan yaratık” temsîli.
3874] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı
3875] 62/Cum’a, 5
3876] Karş. 2:90 ve 94 ve dipnotlar 75 ve 79
3877] Bk. 2:42, not 33
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1037 -
3878
“İnsanlara karşı muktedir ve şerefli olan kimseler, güçleri yettiği halde kötülüğü men etmezlerse, muhakkak Allah Teâlâ onları zelil ve perişan eder.” 3879
“Ya emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yaparsınız, ya da Allah üzerinize zâlim bir sultanı Musallat kılar.” 3880
“Bu ümmet içinden bazı kimseler mahşer gününde kabirlerinden maymun ve domuz sûretinde kalkacaklardır. Bunların günahları, günahkârlarla beraber oturup kalkmak, güçleri yettiği halde onları kötülüklerden men etmemektir.” 3881
“İnsanlar kötülüğü görüp önlemedikleri zaman, Allah Teâlâ’nın, onların hepsini azâba uğratmasından korkulur.” 3882
“Öyle zamanlar gelecek ki, kötülükten sakındıranların sayısı, insanların onda birinden daha az olacaktır. Sonra bunlar da gider ve artık kötüyü yasaklayan tek kimse bulunmaz.” 3883
“Randevuya daima vaktinde gelmek, ötekinin gecikmesini yüzüne vurma sanatıdır.”
“Nasihat, dünyanın en pahalı hazineleri kadar kıymetli olduğu halde, ekseriyâ pek ucuza satılır.” 3884
“Dostlarının, yerinde nasihatlerine kulak asmayanlar düşmanlarını memnun ederler.”
“Verdiği öğüdü biraz tutan, bunu başkalarına da dinletebilir.”
“İnsan, hayvandan konuşmakla üstündür. Ama doğru konuşmazsan hayvanlar senden üstün olurlar.” 3885
“Bir sözün ardından koşmamalıyız; söz bizim ardımızdan koşmalı, bize hizmet etmeli.”
“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” (Ebû Ali Dakkak)
“Ve susmak altın olmadı hiçbir zaman; Sözün bir anlamı oldukça.”
“İki şey insanı çileden çıkarır; Söylenecek yerde ağız açmamak, susacak yerde lâkırdı etmek. 3886
“Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar çirkindir.”
“Konuşma sanatını bilen adam, düşündüklerinin hepsini söylemez; fakat söylediklerini düşünür de söyler.”
3878] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı
3879] Cerir bin Abdillah
3880] Ebû ‘d-Derdâ
3881] Ebû Ümâme
3882] Hadis-i şerif rivâyeti
3883] Hz. Ali
3884] Hz. Ali
3885] Şeyh Sâdi
3886] Şeyh Sâdi
- 1038 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Konuşmaların en önemlisi, kendi kendimizle konuşmamızdır; ama bunu her zaman ihmal ederiz.”
“Dinini paraya satan, dininden de olur, paradan da.” 3887
“Dünya için din fedâ olunmaz.”
“Dinsiz (Hak dini kabul etmeyen) insan, en bedbaht, en huzursuz mahlûktur.”
“Günümüzde dine hizmet için lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha tesirlidir.”
“Din incelir, ama yine de kopmaz. Onun sahibi Allah’tır. Bir koruyucusunu gönderir, yeniden hak dini ihyâ eder.”
“Hak din, güneş gibidir; üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.”
“Ey dalâlete dalmış gâfiller! Dünyadan ölümü, insandan âcizlik, muhtaçlık ve fakirliği kaldırmanın çaresi varsa, dine ve dinin hayata yansımasına gerek duymayabilirsiniz. Yoksa, susun! Zira ölüm, âcizlik, zeval, fakirlik gibi tabiî âyetler, yüksek sesleriyle dine çağırıyorlar ve Hak dinin hayata geçirilişinin lüzumunu ilân ediyorlar.”
3887] Atasözü
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1039 -
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- İlim Konusunda Dikkat Edilecek Hususlarla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Allah’tan Başkasının Bilgisi Sınırlıdır: Bakara, 30-33, 255; Yusuf, 76; Lokman, 34.
b- İnsana Bilmediğini Öğreten Allah’tır: Bakara, 32; Nisa, 113; Mâide, 110; Haakka, 51; Alak, 5.
c- Firâset: Hıcr, 75; Nahl, 68; Muhammed, 17.
d- İlim ile Amel Etmek (Bilgiyi Hayata Uygulamak): Mâide, 105; Cum’a, 5.
e- Bildiğini Öğretmek: Bakara, 129, 151; Tevbe, 122; Abese, 2-4.
f- Bildiğini Gizlemekten Sakınmak: Bakara, 159, 174.
g- Bilmeden Hüküm Vermenin Kötülüğü: En’am, 119, 144; Hacc, 8; Lokman, 20; Mü’min, 83.
h- İnsanın Bilemeyeceği Şeyler: Ra’d, 8; Lokman, 34.
i- Bilinmeyen Bir Şeyin Ardına Düşmekten Sakınmak: İsra, 36.
j- Kitap Yüklü Eşekler: 62/Cum’a, 5
k- Kitap Bilgisine Rağmen Azgınlaşan Kimse (Bel’am): 7/A’râf, 175-178
B- HakaBâtılı Karıştırma ve Hakkı Ketm Etme (Gizleme) Konusuyla İlgili Âyetler
a. Allah, Takvâ Sahiplerine Hak ile Bâtılı Ayıracak Anlayış Verir: 8/Enfâl, 29; 92/Leyl, 5-7.
b. Hak ile Bâtıl Karşılaştırması: 2/Bakara, 42, 159-160, 174; 3/Âl-i İmran, 71, 187.
c. Hakkı Gizlemek: 2/Bakara, 42.
d. Bildiğini Gizlemekten Sakınmak: 2/Bakara, 159, 174.
C- İyiliği Emretmemek, Hakkı Gizlemek, Başkasına Emrederken Kendini Unutmak Konusunda
Âyet-i Kerimeler
a- İyiliği Açıklamak ve Gizlemek: 4/Nisâ, 149.
b- Hayra Engel Olmak: 2/Bakara, 217; 68/Kalem, 12.
c- İyilikleri Başa Kakmak: 2/Bakara, 262-264, 266; 26/Şuarâ, 22; 49/Hucurât, 17;
73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 6.
d- İyiliği Emredip Kendisini Unutmak: 2/Bakara, 44; 7/A’râf, 175-176; 11/Hûd, 88;
41/Fussılet, 33; 61/Saff, 2-3; 62/Cum’a, 5. Kitap Verilenlerden İman Edenler, İyiliği Emretmek
ve Kötülükten Sakındırmak Görevini Yapardı: 3/Âl-i İmran, 114.
e- İsrâiloğullarından Kâfir Olanlar, İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak Görevini
Yapmazdı: 5/Mâide, 79.
f- Kötülüklere Önder Olmak: 4/Nisâ, 85; 16/Nahl, 25; 39/Zümer, 15.
D- Tahrif Konusunda Âyet-i Kerimeler
a- Tevrat, Yahûdilerin Tahrifine Uğramıştır: 2/Bakara, 75, 79, 95, 174; 3/Âl-i İmrân, 65,
78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43.
b- İncil, Hıristiyanların Tahrifine Uğramıştır: 3/Âl-i İmrân, 65, 78; 5/Mâide, 110.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Bel’am md., Ahmed Güç, Şamil Y., c. 1, s. 221-222
2. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, Bel’am md., Ömer Faruk Harman, TDV Y., c. 5, s. 389
3. Tefsirde İsrâiliyât, Abdullah Aydemir, DİB Y., Ank. 1979, s. 237-244
4. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y., 16. bs. İst. 1997, s. 63-65
- 1040 -
KUR’AN KAVRAMLARI
5. Bel’am, Zübeyir Yetik, Beyan Y., İst. 1986
6. Her Nemruda Bir İbrahim, Zübeyir Yetik, Beyan Y., İst. 1990, s. 129-140
7. İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y., 13. bs. İst. 2002
8. Yahûdileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y., İst. 1995, s. 51-58, 241-247
9. Hadislere Göre Yahûdi ve Hıristiyanlara Uymak, Mirza Tokpınar, İnsan Y., İst. 2003
10. İslâm’da Bâtıla Benzemenin Hükmü, Ali Rızâ Demircan, Eymen Y., İst. 1980
11. İlmi Kuşanmak, Kul Sâdi Yüksel, Misyon Yl, İst. 2001
12. Çağ ve Ulemâ, Kul Sâdi Yüksel, Misyon Y., İst. 2002
13. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y., İst. 1989, s. 192-102
14. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda/Ölçü Y., İst. s. 369-379
15. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y., İst. 1990, s. 103-107
16. Kur’an’da Fitne Olgusu ve Modern Fitne Odakları, Sâlih Asğar, Hanif Y., İst, 1994, s. 166-176
17. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 161-261
18. Bilgiden Tevhide Yükseliş, Ekrem Sağıroğlu, Timaş Y., İst. 1993
19. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y., 2. bs.
Erzurum, 1994, s. 55-69
20. Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y., Ankara 1997, s. 155-171,
254-261
21. İslâm Ülkelerinde İdeolojik Savaş, Çev. Akif Nuri, Çığır Y., İst. 1977
22. Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, İsmail Kara, Risale Y., İst. 1987
23. Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet İlişkileri, I-III, Hasan Hüseyin Ceylan, Rehber Y., 20.Bs.
İst. 1993
24. Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslâm’a Bakışı, Ahmet İshak Demir, Yayınlanmamış
Doktora Tezi, Mrm. Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2000
25. Türk Aydınının Din Anlayışı, Necdet Subaşı, Yapı Kredi Y. İst. 1996
26. Son Asır Türk Aydınının Kur’an’a Bakışı, Yitik Masumiyet, Ahmed Bedir, Merkür Y., İst. 2003
27. Yeni Türkiye’de İslâmlık, Gotthard Jaschke, Türkçesi: Hayrullah Örs, Bilgi Y., Ankara 1972
28. Osmanlı’da Modernleşme Sancısı, H. A. Ubicini, çev. Cemal Aydın, Timaş Y., İst. 1998
29. Türkiye’de Cemaatçi Milliyetçilik ve Nurettin Topçu, Süleyman Seyfi Öğün, Dergâh Y.,
İst. 1992
30. Türkiye’de Anti-Materyalist Felsefe, Neşet Toku, Beyan Y., İst. 1996
31. Modern Türkiye İçin Din’de Reform: Kemalizm I-II, Osman Nuri Çarman, Tan Matbaası, İst. 1958
32. Türküm Diyenler İçin: Arapça Kur’an Okunamaz: Okunacağını İleri Sürenlere Reddiye,
Osman Nuri Çarman, İst.
33. Yükseliş Savaşımızda Jüpiter: Kur’an’da Atatürk ve Rus-Çin İşkencesinde Türklük,
Engin Arın, Atatürkçülük Kültür Y. İst. 1971
34. Dinde Değil; Kur’an’da Reform, Nuray Pekdemir, Su Y., İst. 2000
35. Türk İnkılâbına Bakışlar, Peyami Safa, Ötüken Y., 5. Bs. İst. 1999
36. Türk İnkılabı, Celal Nuri İleri, Hazırlayan: Recep Durmaz, Kaknüs Y., İst. 2000
37. Atatürk Devri Fikir Hayatı, Mehmet Kaplan, Kültür Bakanlığı Y., Ank. 1992
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1041 -
38. Atatürk ve Din, İsmail Yakıt, Süleyman Demirel Ün. Y. İsparta 2000
39. Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürtaş, D.İ.B. Y., Ankara
40. Kemalizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
41. Hutbeler, D.İ.B. Y., Ankara 1973
42. İmam-Hatipler İçin Örnek Metinler, D.İ.B. Y., Ankara 1981
43. Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, Yümni Sezen, Ayışığı Kitapları, İst.
44. Türkçe İbadet, M. Enes Ergene, Feza Gazetecilik A. Ş. İst. 200
45. Din’de Reform Mes’elesi, Kemal Edib Kürkçüoğlu, Güzel Sanatlar Matbaası, Ank. 1957
46. Kur’an’la Uyarmak, Orhan Tutar, Kardeşlik Y. İst. 2004, s. 240-245
47. Resmî İdeolojinin Ücretli Köleleri, Mustafa Çelik, Misak Y., Ankara 1997
48. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y., Terc. Ali Genceli, İst. 1972
49. Osmanlıda Karşı Düşünce ve İdam Edilenler, Rızâ Zelyut, Alan Y., İst. 1986
50. Şerait’ten Laikliğe, Sadık Albayrak, Sebil Y., İst. 1977
51. Türkiye’de Din Kavgası, Sadık Albayrak, Şahsi Y., İst. 1973
52. Devrimler Cinâyeti, Şapka Devrimi, Dil Devrimi, Burhan Bozgeyik, İttihad Y., İst. 1993
53. Devrimlerin Deviremediği, A. Vehbi Vakkasoğlu, Yeni Asya Y., İst. 1980
54. Devrimler ve Gerici Tepkiler, Sadık Albayrak, Araştırma Y., İst. 1990
55. Bazen Hazin, Bazen Rezil; Bu Vatanı terk edenler, Vehbi Vakkasoğlu, Yeni Asya Y., İst. 1975
56. Önce Alkışladılar, Sonra Öldürdüler, Vehbi Vakkasoğlu, Yeni Asya Y., 4. bs. İst. 1976
57. Uzlaşma Tehdidi Karşısında İslâmî Hareketler, Heyet, Terc. İslâm Özkan, Ekin Y., İst. 1996
58. Dini Tamir Dâvâsında Din Tahripçileri, Ahmed Davudoğlu, Sağlam Kitabevi Y., 4. bs. İst. 1980
59. Doğru Yolun Sapık Kolları, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y., İst. 1978
60. Tarih Boyunca Din Mazlumları, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y., İst. 1977
61. Son Devrin Din Mazlumları, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y., 5. bs. İst. 1977
62. Tarihte ve Günümüzde Bağnazlık ve Yobazlık, Mustafa Özçelik, Şahsi Y., İst. 1995
63. Davet Yolunda Dökülenler, Fethi Yeken, Terc. Bilal Çakmaklı, Seçkin Y., 2. bs. İst. 1988
64. Din Bürokrasisi, Davut Dursun, İşaret Y., İst. 1992
65. Türkiye’de Din-Devlet İlişkileri ve Diyanet İşleri Başkanlığı, Şahsi Y., İsmail Kaya, İst. 1998
66. Ulema ve Dinî Otorite, Derleme, Heyet, Türkçesi: Kutlukhan Eren, İnsan Y., İst. 1995
67. Osmanlı ve Safevilerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevserânî, Terc. Muhlis Canyürek,
Denge Y., İst. 1992
68. İslâm’da Devlet Adamı ve Âlim, Abdülaziz El-Bedrî, Kültür Basın Yayın Birliği, İst. 1989
69. Tuğyana Karşı Ulema, M. Recep el-Beyyûmî, Terc. Nureddin Demir, Eksen Y., İst. 1990
70. Din ve İdeoloji, Şerif Mardin, İletişim Y., 4. Bs. İst. 1990
71. Türkiye’de Din ve Siyaset, Şerif Mardin, İletişim Y., 7. bs. İst. 2000
72. Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik, Jale Parla, İletişim Y., İst. 1985
73. Modernizme Geçiş Sürecinde İslâm Dünyası, İra M. Lapidus, çev. İ. Safa Üstün, Mrm.
Ün. İlâhiyat Fk. Vakfı Y., İst. 1996
- 1042 -
KUR’AN KAVRAMLARI
74. Oryantalizm ve Oryantalistler: Yararları, Zararları, Mustafa Sibai, Terc. Mücteba Uğur,
Beyan Y. İst. 1993
75. Oryantalizm, Edwvard Said
76. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. İst.
77. Vahiyden Kültüre, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y., İst. 1991
78. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, Vahyin Dininden Sapmalar, Hurafeler, Bid’atler, Y. N. Öztürk,
Yeni Boyut Y., 3. bs. İst. 2000
79. Hilâfetin İlgâsının Arka Planı, Mustafa Sabri Efendi, çev. Oktay Yılmaz, İnsan Y., İst. 1996
80. İslâmî Hareket ve Özeleştiri Üzerine, Halis Çelebi, Terc. Metin Parıldı, Rey Y., Kayseri
81. İslâmî Harekette Fikrî Hastalıklar, Fethi Yeken, Terc. A. Osman Kara, Ravza Y., İst.
82. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Fersat Y.. 2. bs. 1990
83. İslâmî Hareket ve Problemleri, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y., İst. 1996
84. İslâm Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücâdelesi, Adnan Demircan, Beyan Y., İst. 1996
85. Din İle Maddecilik Arasında Ezelî Savaş, Ebû’l-Hasan Ali el-Hasanî en-Nedvî, İslâmî Neşriyat
86. Din-İnkılâp-İrtica, Peyami Safa, Ötüken Neşriyat
87. Din-Siyaset-Laiklik, Mehmet Emin Gerger, Nehir Y.
88. Dine Karşı Din, Ali Şeriati, çev. Hüseyin Hatemi, İşaret Y.
89. Dindar Olmak Zorunda mıyız? Ahmet Vural, Türdav A.Ş. Y.
90. Laik Düzende Dini Yaşamak 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.
91. Kutsala, Tarihe ve Hayata Dönüş, Ali Bulaç, İz Y.
92. Sosyal Değişme ve Dinî Hayat, Heyet, İlmî Neşriyat
93. Sosyoloji Açısından Din, Yümni Sezen, Marm. Ün. İl. Fak. Vkf. Y.
94. Türkiye’de Dinî Hayat, M. Emin Köktaş, İşaret Y.
95. Dinlerin Dejenerasyonu, Kürşat Demirci, İnsan Y.
96. 4 Dinden 4 Adam ve Bir Dinsizin Konuşmaları, Burhaneddin Mirza, Sönmez Neşriyat
97. İbrahimî Dinlerin Diyalogu, İsmail Farukî, Pınar Y.
98. Din Eğitim Bilimi ve Türkiye’de Din Eğitimi, Suat Cebeci, Akçağ Y.
99. İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
100. Günümüz Din ve Fikir Hareketleri Ansiklopedisi, Komisyon, Risale Y.
101. Modern Dünyada Din, Lord Northobourne, İnsan Y.
102. Aydınların Din Saptırması, Fehmi Huveydî, İşaret Y.
103. Türkiye’de Manevî Buhran, Din ve Laiklik, Osman Turan, Boğaziçi Y.
104. Türklerin ve Moğolların Eski Dini, Jean Paul Raux, İşaret Y.
105. Türkiye’de Yanlış Din Anlayışı, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
106. İlim ve Din, Adnan Adıvar, Remzi Kitabevi Y.
107. Devletin Dini Olur mu? Seyyid Ahmet Arvasi, Burak Y.
108. Din-Devlet İlişkileri Sempozyumu Bildirileri, Heyet, Beyan Y.
109. Sapmalara Karşı Dâvet Yolu, Mustafa Meşhur, Aksa Y.
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1043 -
110. Çağdaş Dâvetin Problemleri, Fethi Yeken, İlim Y.
111. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, A. Mustafa Nevin, İz Y.
112. Türkiye’de Vâizlik (Tarihçesi ve Problemleri), Mehmet Faruk Bayraktar, İFAV Y.
113. Va’z Edebiyatında Hadisler, Mahmut Yeşil, T. Diyanet Vakfı Y.
114. Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları, Vaaz ve Kıssacılık, Hasan Cirit, Çamlıca Y., İst. 2002
115. Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin Arpaguş,
Çamlıca Y. İst. 2001
116. Tasavvuf Kültüründe Hadis, Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivâyetler, Muhittin
Uysal, Yediveren Y., Konya 2001
117. Yürek Fethi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
118. Kur’ân-ı Kerim’de Yahûdiler ve Hıristiyanlar, M. Fatih Kesler, T. Diyanet V. Y.
119. Kur’an ve Sünnete Göre Yahûdilik ve Münâfıklık, Mustafa Özçelik, Sabır Y.
120. Din Anlayışımızdaki Dehşet Yanılgılar, Naci Çelik, Nedret Y., İst. 1998
121. Kemalist Eğitim ve Din Düşmanlığı, Burhan Bozgeyik, İttihad Y., İst. 1993
122. Çağdaş Bilimin Saplantısı, Zübeyir Yetik, Akabe Y.
123. Batılı Bilginin Eleştirisi Üzerine, Korkut Tuna, İst. Ün. Ed. Fak. Y.
124. Batıda İlmî Skandallar, Ali Çankırılı, Adım Y. / Feza Y.
125. İlim Uğrunda, Abdülfettah Ebû Ğudde, Ebru Y.
126. İlim ve Âlim, Heyet, Ankara Fazilet Y. İlimlerin Özü, Nevî Efendi, İnsan Y.
127. Âlim, Mehmet Zahit Kotku, Seha Neşriyat
128. Din Anlayışı ve Müslüman Sorumluluğu, İbrahim Turhan, Haksöz sayı 20, Kasım 92
129. Din İstismarı (Özel sayı), İslâmiyât, c. 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
130. İslâmizasyon, İslâm’a Karşı İslâm (Özel Sayı) Kitap Dergisi, sayı 23, Ocak 89
131. Müsteşriklerin Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’e Yaklaşımları, Sâlih
Akdemir, Ank. Ün. İlâhiyat Fak. Dergisi, sayı 31, sayfa 180-210, 1989
132. Yarım Fakih Din Yıkar, Ali Suavi, Hazırlayan: Mehmet Görmez, İslâmiyat, 1, 1,
Sayfa 87-98, Ocak-Mart 1998
133. Kur’an’a Karşı Suikasd, Eşref Edip, Sebilürreşad, 11, 252, sayfa: 18-22, Eylül 1957
134. Kur’an Çevirmeleri Neden Yanlışlarla Doludur, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Yeni Adam
Dergisi, 758, s. 4-5, Eylül 1957
135. İki Müslümanlık, Hüseyin Cahit, Fikir Hareketleri 66, sayfa 211-212, 24 Kanunu Sânî 1935
AZİM VE TEVEKKÜL
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
AZİM VE TEVEKKÜL
• Azim; Anlam ve Mâhiyeti
• Tevekkül; Anlam ve Mâhiyeti
• Kader ve Rızık
• Tevekkül; “Kısmetimde Varsa, Rızkım Ayağıma Gelir” Demek midir?
• Kader ve Tevekkül
• Kur’ân-ı Kerim’de Azim ve Tevekkül
• Hadis-i Şeriflerde Azim ve Tevekkül
• Allah el-Vekîl’dir, Kendisine Dayanılıp Güvenilmesi Gereken Tek Zâttır
• İnsanın Tevekküle İhtiyacı
• Sebat ve Kararlılık; Azmin Açılımı
“Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şâyet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umûma ait) işlerde onlarla istişâre et, onlara danış. Artık azmettiğin, kararını verdiğin zaman da Allah’a tevekkül et, O’na dayanıp güven. Çünkü Allah, tevekkül edenleri kendisine sığınanları sever.” 3237
Azim; Anlam ve Mâhiyeti
Azim (azm); Sözlükte “ısrarla istemek, kasdetmek, karar vermek, kesin karar, irâde, sabır” gibi anlamlara gelir. Kur’ân-ı Kerim’de beş âyette3238 “iyilikte sebat ve kararlılık”, dört âyette de3239 fiil şekliyle “kesin karar vermek” anlamında olmak üzere toplam dokuz yerde geçmekte, bunlardan birinde3240 Hz. Peygamber’e “azimli peygamberler” gibi sabırlı olması, acelecilikten sakınması emredilmektedir. Hadislerde azim ve bundan türemiş fiillerle “azme”, “azîme” veya “azâim” gibi müştakları “kararlılık, sabır, niyet, hayırlı iş, farz” gibi mânâlarda kullanılmıştır.
Bir işin yapılmasından önceki aklî teemmüllerle psikolojik arzu ve eğilimlerin doğurduğu tereddüt döneminden sonra o işi şu veya bu şekilde yapmak husûsunda bir tercihe ulaşılırsa bundan azim, ulaşılmazsa tereddüt ve şaşkınlık hali (tehayyür) doğar. Müslüman düşünürler, dinî ve ahlâkî davranışlar için, zihinde tasavvur edilmelerinden başlamak üzere, fiilen gerçekleşinceye kadar birtakım safhalar kabul ederler. Gazzâlî bunları hadis-i nefs (fiilin zihinde doğması),
3237] 3/Âl-i İmrân, 159
3238] 3/Âl-i İmrân, 186; 20/Tâhâ, 115; 31/Lokman, 17; 42/Şûrâ, 43; 46/Ahkaf, 35
3239] 2/Bakara, 227, 235; 3/Âl-i İmrân, 159; 47/Muhammed, 21
3240] 46/Ahkaf, 35
- 878 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tabii ilgi, hüküm, azim veya kasıt, amel şeklinde sıralamış ve incelemiştir.3241 İlk üç safhada henüz kesin bir karar ve niyet bulunmadığı ve bunlar irâde dışı olduğu için insan, bu safhalarda sorumlu tutulamaz. Azim, aynı zamanda niyet ve kasıt safhası olduğundan insanın sorumluluğu bu noktada başlar. Buna göre kötü bir işe azmetmekle birlikte iyi niyete dayanan bir sebeple bu işi yapmayan veya yapamayan kişi azminden dolayı sorumludur. Ancak, Allah korkusu, günah endişesi gibi dinî ve ahlâkî faktörlerle kötülük yapma kararından dönmek de yeni bir azimdir ve böyle bir kimse, önceki azminden dolayı sorumlu değildir.
Nazzâm, Allâf, Ca’fer bin Hâris gibi bazı Mu’tezile bilginleri irâdeyi azim ve kasıt olmak üzere iki mertebede değerlendirmişlerdir. Azim ile fiil arasında az çok bir zaman farkı bulunabilir ve kişinin bu zaman içinde azminden dönmesi muhtemeldir. Kasıt fiilin yapıldığı zamana tekabül ettiğinden (iktiran), kasıt halindeki irâde fiilin meydana gelmesini gerektirir; böylece insan fiilin “icat edicisi” olur. Buna karşılık özellikle müteahhir Mâturîdî kelâmcıları bu mânâdaki irâdeyi “azm-i Mûsâmmem” diye adlandırmışlar ve bunun Eş’arîler’in “kesb”i ile aynı şey olduğunu belirtmişlerdir. Onlara göre azm-i Mûsâmmem “kulun kudretinin tesir alanı”dır. İhtiyar, kudret, meyil gibi mânevî âmiller (ef’âlü’n-nüfûs) ile hâricî faâliyetlerden (ef’âlü’l-cevârih) hiçbiri insan gücünün tesir sahasına girmezken, azim insanın hâdis kudretinin eseridir.3242 Böylece fiiller yaratma açısından Allah’a, karar açısından insana nisbet edilir; bu sûretle dinî ve ahlâkî yükümlülük ve sorumluluklar geçerlilik kazanır. Gerçi şeytanın veya bencil arzu ve ihtirasların etkisinde kalan kula, iyilik yönünde kesin karara ulaşabilmesi için Allah tarafından hemen her zaman bir yardım sözkonusudur. Fakat bu yardım, asla cebrî bir müdâhale anlamına gelmez; dolayısıyla kul için İlâhî bir lütuf olan tevfîkın bulunmaması, onu azm-i Mûsâmmemden mahrum bırakmaz; böylece fâsıkların Allah’ın kazâ ve kaderini günahlarına mâzeret göstermelerinin de anlamı kalmaz.3243
Tasavvufta, “sâlikin Hakk’a ermesine (vüsûl) engel olan bağları koparıp atması, ilmi hale hâkim kılması, irâdeyi kendisinden bilme illetinden kurtulması” gibi anlamlarda kullanılan azim, müridin hak yola girmesinin başlangıcıyla ilgilidir. Herevî’ye göre Hakk’ın yolunu tutan bir sâlikin bu yolda ayak bağı olan her şeyi söküp atmasına, ne kadar zor ve acı olursa olsun, bu yolda kendisine yardımcı olan ve rehberlik eden her şeyle uyum halinde olmasına azim denir. Azim, bütün maddî-mânevî, bedenî-rûhî kuvvetleri toplayıp hedefe yöneltmektir. 3244
Sebat ve Kararlılık; Azmin Açılımı
Sebat: Kararlı olma, sözde durma, ahde vefâ etme; bir konuda iyi düşündükten sonra verilen karardan dönmeme demektir. Sebat, ahlâkî faziletlerden biridir. Sebat ve metânet; herhangi bir konuda iyice düşündükten sonra verilen karardan asla bir daha dönmemek demektir. Bu fazilete sahip kişiler, sözünde sâbit ve görüşlerinde kuvvetli, işlerinde cesur ve yürekli kimselerdir.
Sebat ve metânet sahipleri yapacakları işleri önceden iyi düşünür, lehinde
3241] İhyâ, III/41
3242] İbnü’l-Hümâm, el-Müsâyere, Kahire, 1317, s. 111-112
3243] İbnü’l-Hümâm, a.g.e., s. 133
3244] Mustafa Çağrı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 328-329
AZİM VE TEVEKKÜL
- 879 -
ve aleyhinde olan bütün sebepleri karşılaştırıp ölçer, tercih sebeplerini bularak karar verir; böyle verilmiş karardan da artık dönmezler. İrâde ile ilgili olan bu fazilete sahip olmak büyük bir meziyettir. Ne sevinç, ne üzüntü, ne menfaat, ne heyecan, ne de başka bir bir şey metîn olan adamı kararından döndürebilir.
Önderler ve önemli mevkilerde bulunan kişiler sebat ve metânet sahibi olurlarsa, çevrelerindeki insanlar için cesaret ve güven kaynağı durumuna gelirler. Böyleleri, işlerinde daha başarılı olur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey mü’minler, bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman, sebat edin ve Allah’ı çok anın ki, kurtulabilesiniz.”3245 Bu âyette, sebat ve metânetin, harpte zafere erişmek ve kurtuluşa ulaşmak hususundaki önemine işaret edilmiştir. Gerçekten de bu ahlâkî fazîlete sahip olmayanların doğru karar vermeleri, işlerinde başarılı olmaları, düşmana gâlip gelmeleri pek güçtür.
Sebat ve metânette âşırı gitmek inattır. Yokluğu da, kararsızlıktır. Her ikisi de terk edilmesi gereken kötü huylardandır. Bu konuda unutulmaması gereken bir husus da şudur. Sebat adını verdiğimiz kararlılığı insan, meşrû, faydalı ve helâl olan şeylerde göstermelidir. Allah’ın yasakladığı gayr-ı meşrû, zararlı ve haram işler için sebat gösterilemez. İnsanı kötülüklere sürükleyen konularda metîn olmanın bir mânâsı yoktur. Zaten bu iki ahlâkî kavram ancak müsbet davranışlarla birlikte varolabilir. 3246
Allah’ın Dini’nde sebat etmek, azimle ve tutarlılıkla sırat-ı müstakimde yürümek isteyen her sâdık müslüman için en başta gelen bir istektir. Müslümanların halen içerisinde yaşadığı toplumların durumu, ateşiyle yandıkları çeşitli fitneler ve tuzaklar, dini garip duruma düşüren türlü şüpheler ve şehvetler... Öyle ki dine sarılan, hayret verici bir konuma ulaşmıştır: “Dinine sarılan ateş parçasını elinde tutuyor gibidir.”
Müslümanın, sebâtı sağlayacak sebeplere bugünkü ihtiyacının, selef zamanındaki bir kardeşinin ihtiyacından daha fazla olduğu konusunda hiçbir akıl sahibinin şüphesi yoktur. Ahlâkın kötülüğü, kardeşliğin azlığı, yardımlaşma ve dayanışmanın zayıflığı nedeniyle bunu gerçekleştirmek için daha büyük gayret gerektirmektedir.
Dinden çıkma olaylarının çoğalması, İslâm için çalışanlar arasında dahi sapmaların başgöstermesi, müslümanı bu gibi sonuçlardan korkmaya ve güvenli bir neticeye ulaşmak için sebatı sağlayacak etkenleri aramaya itmektedir.
Konunun, kendisi hakkında Nebî’nin (s.a.s.) “Âdemoğlunun kalbi kaynadığı zaman tencereden daha çok altüst olur.”3247 buyurduğu kalp ile bağlantılı olması... Rasûlullah (s.a.s.) kalp ile ilgili bir başka benzetme daha yapar: “Kalp, ancak (takallubu) dönmesi dolayısıyla kalp olarak isimlendirilmiştir. Kalp, bir ağaç gövdesindeki tüy gibidir. Rüzgâr onun altını üstüne getirir.” 3248
Şehvetler ve şüpheler karşısında dönüveren kalbin sâbit hale getirilmesi, bu görevin büyüklüğüne ve zorluğuna uygun güçlü etkenlere ihtiyaç duyan
3245] 8/Enfâl, 45
3246] Şamil İslâm Ansiklopedisi, Sebat Maddesi
3247] Ahmed bin Hanbel, VI/4; Hakim, Müstedrek II/289; Bk. es-Silsiletu’s-Sahîha, 1772
3248] Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/408
- 880 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tehlikeli bir iştir. 3249
Sebatı Sağlayan Etkenler
Allah azze ve celle, bizlere merhameti gereği; Kitabı’nda, Nebî’si aracılığıyla ve O’nun yaşantısında sebat için gerekli birçok etken bildirmiştir:
1. Kur’an’a Yönelmek: Kur’ân-ı Kerim, ilk sebat vasıtasıdır. Allah’ın sağlam ipidir. Aydınlatıcı nurdur. O’na sımsıkı sarılanı Allah korur. O’na tâbi olanı Allah kurtuluşa erdirir. O’na davet eden doğru yola yönlendirilir.
Allah, Kur’an’ın belirli bir aşamayla ayrıntılı olarak indirilmesindeki amacın kalpleri iyice sağlamlaştırmak olarak açıklar: Allah Teâlâ, kâfirlerin şüphelerini reddederek şöyle buyurur: “İnkar edenler, ‘Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?’ dediler. Biz onunla senin kalbini sağlamlaştırmak için böyle yaptık ve onu tane tane okuduk. Onların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, sana doğrusunu ve daha açığını getirmeyelim.” 3250
Kur’an Niçin Dinde Sebatın Kaynağıdır? Çünkü, imanı yeşertir. Allah ile bağını kurarak nefsi arındırır. Kur’an âyetleri, mü’minin kalbine serinlik ve esenlik indirir. Böylece, fitne rüzgârları onu sürükleyemez. Kalbi, Allah’ın zikri ile huzur bulur. Müslümanı, doğru değerler ve düşüncelerle donatır. Bununla, çevresinde olanları düzenleyebilir. Yine; kendisine olayları değerlendirme imkânı sağlayan ölçüler kazandırır. Olayların ve insanların değişmesine göre sözleri değişip birbiriyle çelişmez ve kararında tereddüt olmaz.
Kâfirler ve münâfıklardan oluşan İslâm düşmanlarının ortaya attığı şüphelere cevap verir. İslâm’ın ilk yıllarında yaşananlar, canlı örneklerdir:
Müşriklerin “Muhammed terk edildi”3251 demelerine karşı, Allah azze ve celle’nin “Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı”3252 kavlinin Rasûlullah’ın (s.a.s.) nefsine etkisi nedir? Kureyş kâfirleri, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e öğretenin bir beşer olduğunu ve O’nun, Kur’an’ı Mekke’deki bir Rum marangozdan aldığını iddia edince Allah azze ve celle’nin “Kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Hâlbuki bu (Kur’an) apaçık bir Arapça’dır.”3253 buyurmasının etkisi nedir? Münâfığın “bana izin ver, beni fitneye düşürme!” demesi üzerine Allah azze ve celle’nin “Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir!”3254 buyurmasının mü’minlerin kalplerindeki etkisi nedir?
Destek üzerine destek ve iman etmiş kalpleri kuvvetlendirme, şüpheleri reddetme ve bâtıl ehlini susturma değil mi? Kesinlikle evet!
Hayret edilecek bir durum da Allah’ın mü’minlere, Hudeybiye’den dönüşlerinde çok ganimetler alacaklarını vaadetmesidir (Hayber ganimetleri). Bunu, kendileri için kısa bir süre sonra gerçekleştireceğini, oraya yalnız çıkacaklarını ve münâfıkların onlara katılmak isteyeceğini, müslümanların onlara kendilerine tâbi olmamalarını söyleyeceğini; münâfıkların, Allah’ın kelâmını değiştirmek
3249] Muhammed Sâlih el-Müneccid, Sebat, Tercüme: İsmail Yaşa
3250] 25/Furkan, 32-33
3251] S. Müslim, Nevevî Şerhi, c. 12, s. 156
3252] 93/Duhâ, 3
3253] 16/Nahl, 103
3254] 9/Tevbe, 49
AZİM VE TEVEKKÜL
- 881 -
isteyerek ısrar edeceklerini ve mü’minlere “Siz bizi çekemiyorsunuz” diyeceklerini bildirir. Allah azze ve celle onlara şöyle cevap verir: “Neredeyse hiç laf anlamıyorlar!”3255 Sonra bunların hepsi mü’minlerin gözleri önünde aşama aşama, adım adım ve kelime kelime gerçekleşir.
İşte bu noktada; hayatlarını Kur’an’a bağlayanlar; Kur’an’ı okumaya, ezberlemeye, anlamaya ve düşünmeye yönelenler, O’nunla hareket edip O’na boyun eğenler ile insanların sözünü tüm uğraşları ve meşguliyetleri haline getirenler arasındaki farkı anlayabiliriz.
2. Allah’ın Şeriatı’na Tutunup Salih Amel İşlemek: Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah, iman edenleri sağlam sözle hem dünya hayatında hem de âhirette sapasağlam tutar. Zâlimleri ise Allah saptırır. Allah dilediğini yapar.”3256 Katâde şöyle der: Dünya hayatında hayırla ve sâlih amel ile sâbit tutar. Âhirette ise kabirde sâbit tutar. 3257
Yüce Allah şöyle buyurur: “Eğer kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem daha hayırlı hem de (imanlarını) daha pekiştirici olurdu.”3258 Yani hak üzerinde daha sağlam olurlardı. Bu apaçıktır. Fitne başgösterince, sâlih amellerden geri duran tembellerden sebat bekleyebilir miyiz? Oysa iman eden ve sâlih amel işleyenleri Rableri, imanları ile doğru yola yöneltir. Bu nedenle, Rasûlullah (s.a.s.) sâlih amellere ısrarla devam ederdi. Kendisine en sevimli amel az da olsa devamlı olanıydı. Sahâbîleri bir amel işlediklerinde onu sürekli hale getirdiler. Âişe (r. anhâ) bir amel işlediğinde ona devam ederdi. Rasûlullah (s.a.s.) farz namazlarının önünde veya sonunda kılınan revâtıb sünnetlerini kast ederek şöyle buyurur: “Oni ki rekâtı kılmaya ısrarla devam edene cennet vâcip olur.” 3259 Bir rivayette, “Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya öyle devam eder ki, kendisini severim.”3260 buyurulur.
3. Peygamber Kıssalarını Düşünüp Örnek Almak İçin İncelemek: Allah Teâlâ’nın şu âyeti buna delâlet etmektedir: “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.”3261 Bu âyetler, Rasûlullah (s.a.s.) zamanında oyun ve eğlence olsun diye inmedi. Bilakis yüce bir gâye için indi. Bu gâye, Rasûlullah’ın ve O’nunla birlikte mü’minlerin kalplerini sağlamlaştırma gâyesidir.
Allah azze ve celle’nin “Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. ‘Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!’ dedik. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrâna uğrayanlar durumuna soktuk.”3262 kavlini düşünsen... İbn Abbas şöyle der: “İbrâhim aleyhisselam ateşe atıldığında en son sözü ‘Hasbiyallahu ve ni’mel-Vekîl / Allah bana yeter ve O ne güzel bir vekildir’ idi.”3263 Bu kıssayı düşünürken, baskı ve işkence karşısında direnme
3255] 4/Nisâ, 78
3256] 14/İbrâhim, 27
3257] İbn Kesir, Tefsir 4/421
3258] 4/Nisâ, 66
3259] Tirmizî, 2/273; Nesâî, 1/388
3260] Buhârî, Bk. Fethu’l-Bârî, 11/340
3261] 11/Hûd, 120
3262] 21/Enbiyâ, 68-70
3263] Bk. Fethu’l-Bârî, 8/229
- 882 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duygusunun iman edip imanın gereklerini hayatımıza geçirmenin kalbimize yerleştiğini hissediyoruz.
Mûsâ (a.s.) kıssasıyla ilgili Kur’an’da şöyle buyrulur: “İki topluluk birbirini görünce, Mûsâ’nın adamları: ‘İşte yakalandık!’ dediler. Mûsâ: ‘Asla!’ dedi. ‘Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir.”3264 Bu kıssayı düşünürken, zâlimlerle karşılaşınca kararlılığın özelliğini, sebat etme ve şiddet anında, ümitsizliğe kapılanların bağrışmaları arasında kararlılık gösterme şuurunu hissediyoruz.
Firavun’un sihirbazlarının hikâyesini gözönüne getirsek... Hani şu, hak kendilerine açıkça belli olunca, ölüm pahasına ondan dönmeyerek kararlılık gösteren bir avuç insanın ilginç hikâyesi... Zâlimin “Ben size izin vermeden önce ona inandınız öyle mi! Hakikat şu ki o, size büyü öğreten büyüğünüzdür. Şimdi elleriniz ile ayaklarınızı tereddüt etmeden çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! Böylece hangimizin azâbının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız”3265 tehditleri karşısında, sebat etmenin bir yüce örneğinin kalbe yerleştiğini görüyoruz.
İman eden azınlığın hiç tereddüt etmeden “Seni, bize gelen apaçık mûcizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap! Sen ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin”3266 diyerek gösterdiği kararlılık...
Yine; Yâsîn Sûresi’nde geçen mü’minin ve Firavun ailesindeki mü’minin, yine Firavun’un karısı olduğu halde ona kafa tutup imandaki sebatı için işkenceyle ölümü göze alan Âsiye anamızın kıssalarından, Ashâbu’l-Uhdûd’un hikâyesi ve benzerlerinden alınacak en büyük ders, neredeyse tamamıyla sebat üzerinedir.
4. Duâ: Allah’ın mü’min kullarının özelliklerinden biri de, kendilerini dinde sâbit kılması için duâ ile Allah’a yönelmeleridir: Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme.”3267; “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve ayaklarımızı sabit kıl.” 3268
“Âdemoğullarının kalplerinin hepsi Rahman’ın parmaklarından iki parmağın arasında bir kalp gibidir. Onu dilediği gibi çevirir.”3269 Bu nedenle, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çokça şöyle derdi: “Ey kalpleri çeviren! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl.” 3270
5. Allah’ı Zikretmek: Bu, sebâtı sağlayan en büyük etkenlerdendir. Allah azze ve celle’nin “Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah’ı çok zikredin.”3271 kavlinde cihad ve sebat ile zikir arasında kurulan bağı düşünmeliyiz: Kur’an Allah’ı zikretmeyi, cihadda kararlılık göstermeye yardımcı olacak en büyük sebeplerden biri olarak gösteriyor. İman edenlerin, sayılarının
3264] 26/Şuarâ, 61-62
3265] 20/Tâhâ, 71
3266] 20/Tâhâ, 72
3267] 3/Âl-i İmrân, 8
3268] 2/Bakara, 250
3269] Ahmed bin Hanbel ve Müslim, İbni Ömer’den merfû olarak rivâyet eder. Bk. Nevevî, Müslim Şerhi, 16/204
3270] Tirmizî, Enes’ten merfû olarak rivâyet eder. Bk. Tuhfetu’l-Ahvezî, 6/349, Sahihu’l-Câmi’, 7864
3271] 8/Enfâl, 45
AZİM VE TEVEKKÜL
- 883 -
azlığına rağmen Allah’ı çokça zikretmeleri nedeniyle nasıl kazandıklarını düşünebiliriz.
Güzellik ve makam sahibi kadın (först leydi) kendine çağırdığı zaman, onun fitnesine karşı koymak için Yusuf (a.s.) ne ile yardım diledi? “Maâzallah (Allah korusun)!”3272 kalesine sığınmadı mı? Bunun sonucu, şehvet dalgaları bu kalenin surlarına çarpıp yok olmadı mı? Mü’minlerin imanlarının sağlamlaştırılmasında Allahı’ zikredip hatırlamanın rolü işte böyle olur.
6. Müslümanın, Doğru Yolda Yürümeye Gayret Etmesi: Doğruda sâbit kalma konusunda sırât-ı müstakîmin önemini bilmek için, kendimize şu soruyu sormalıyız: Geçmişte ve günümüzdeki insanların birçoğu niçin saptı? Niye şaşkınlığa düştüler ve ayakları sırât-ı müstakim’den kaydı, doğru yol üzere ölemediler? Ya da ömürlerinin büyük bir kısmını tüketip hayatlarının değerli bölümlerini boşa geçirdikten sonra ancak doğruya ulaşabildiler?
Heraklius’un, Ebû Süfyan’a Muhammed’e (s.a.s.) tâbi olanlar hakkında sorduklarıdır: “Onlardan hiç kimse bu dine girdikten sonra, dinine kızarak ondan geri dönüyor mu?” der. Ebû Süfyan “Hayır” deyince Heraklius şöyle der: “İmanın sevinci kalplere karışınca böyle olur.”3273 Eğer hak üzere sâbit kalmak istiyorsak, peygamberlerin, sıddîkların, şehidlerin ve sâlihlerin yoluna, zamanımızdaki gerçek mü’minlerin yoluna koyulmamız gerekiyor.
7. Terbiye: Belirli bir aşamayla, anlayarak elde edilen imanî ve ilmî terbiye, sebâtı gerçekleştiren faktörler içerisinde temel bir faktör olarak yer alır.
İmanî terbiye; kalbe ve vicdana korku, ümit ve sevgi ile canlılık kazandırır. Kur’an ve Sünnet ifadelerinden uzak kalma ve insanların sözlerine tutunma neticesi ortaya çıkan donukluğu yokeder.
İlmî terbiye; sahih delil üzerinde durur. Bu da taklidi ve hoş olmayan fırsatçılığı ortadan kaldırır.
Şuurlu terbiye ile kişi kötülerin yollarını ve İslâm düşmanlarının planlarını öğrenir. Gündemi bilir ve olayları tam olarak kavrayarak ona göre hareket eder. Bu şekilde, sınırlı sayıda insanın bulunduğu küçük toplumlarda kabuğuna çekilme ve içine kapanma önlenir.
Kademeli terbiye ise, müslümanı aşama aşama ilerletir. Onu dengeli bir planlamayla, olgunlaşmanın basamaklarında yükseltir. Bununla; aklına geleni söylemenin, aceleciliğin ve zararlı çıkışların önüne geçilir.
Sebatı getiren bu unsurun önemini daha iyi anlamak için Rasûlullah’ın (s.a.s.) hayatına bakalım ve kendimize soralım: Nebî’nin (s.a.s.) sahâbîlerinin Mekke’de, kendilerine baskı uygulanan günlerde gösterdikleri sabrın kaynağı nedir? Bilal, Habbâb, Mus’ab, Yâsir ailesi ve diğer mazlumlar; hatta ashâbın önde gelenleri boykot sırasında ve diğer zamanlarda nasıl sebat ettiler? Onların bu kararlılıkları, kişiliklerini aydınlatan nübüvvet ışığının köklü terbiyesi olmadan gerçekleşebilir miydi?
Bir sahâbîyi ele alalım. Örneğin Habbâb ibnu’l-Eret (r.a.)... Efendisi, demir
3272] 12/Yusuf, 23
3273] Buhârî, Bk. Fethu’l-Bârî, I/32
- 884 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şişleri kor haline gelinceye kadar ısıtır, sonra onun çıplak sırtına koyardı ve sırtının yağı eriyip üzerlerine akınca ancak onları söndürürdü. Onu, bütün bunlara sabretmeye sevkeden neydi?
Bilal...Güneşten yanmış toprağın üzerinde, kayanın altında... Ve Sümeyye... Bağlar ve zincirler içerisinde... Medine döneminde yaşanan bir olay ve bir soru: Huneyn’de, müslümanların çoğu hezimete uğrayınca Nebî (s.a.s.) ile birlikte kim sebat gösterdi? İslâm’a yeni girenler mi? Henüz nübüvvet okulunda yeteri kadar terbiye görmemiş ve çoğu ganimet toplamak için çıkanlar mı? Sebat gösterenlerin çoğu, Rasûlullah’ın (s.a.s.) elinde uzun süre terbiye gören seçkin mü’minlerdi. Onlar, eğer bu terbiye olmasaydı sebat gösterebilirler miydi?
8. Üzerinde Bulunduğu Yola Güvenmek: Müslümanın üzerinde bulunduğu yola olan güveni arttıkça, o yolda yürümeye kararlılığı da şüphesiz daha büyük olur. Bu güveni sağlayan faktörlerden bazıları şunlardır:
Üzerinde bulunulan doğru yolun, bu asırda ve bu zamanda ortaya çıkmış yeni bir yol olmadığını hissetmek... O; bizden önce nebîlerin, sıddîkların, şehitlerin, sâlihlerin ve âlimlerin üzerinde yürüdükleri soylu bir yoldur. Bunu hissetmekle garipliğik yok olur ve yalnızlık dostluğa, üzüntüler sevinç ve mutluluğa dönüşür. Çünkü, onların hepsinin bu yolda şimdi yaşayan müslümana kardeş oldukları hissedilir.
Seçilmiş olmanın şuuruna varmak... Yüce Allah şöyle buyurur: “Hamdolsun Allah’a ve selam olsun seçkin kıldığı kullarına.”3274; “Sonra Kitab’ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik.”3275; “İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana olayların yorumunu öğretecektir.” 3276
Allah, peygamberleri nasıl seçmişse, sâlihler için de bu seçimden bir pay vardır. Bu pay, peygamberlerin ilimlerinden kendilerine kalan mirastır ve o mirasın büyüklüğü oranında kendini gösterir. Allah bizi bir cansız, bir hayvan, bir kâfir, bir inkârcı, bir bid’at dâvetçisi, bir fâsık olarak yaratsaydı; İslâm’a çağırmayan günahkâr bir müslüman veya çeşitli hataları olan bir yola dâvet eden biri olarak yaratsaydı, o yollara yöneltseydi, bilincimiz nasıl olurdu?
Bu seçimin ve hayra dâvetçi kılmasının, üzerinde bulunulan dosdoğru yolda kararlılık göstermeye etki eden faktörlerden biri olduğunu görmek zorundayız.
9. Yüce Allah’a Dâveti Pratik Olarak Uygulamak: Nefis, hareket etmezse bozulur. Dışa açılmazsa çürür. Nefsin dışa açılabileceği en yüce alanlardan biri de Allah’a dâvettir. Bu, peygamberlerin görevidir ve nefsi azaptan kurtarır. Bu uğurda, kuvvetler harekete geçer ve önemli görevler yerine getirilir. Dolayısıyla dâvet aksatılmamalı ve emrolunduğu gibi dosdoğru olmalı. Nefsi sahibi ibâdetle meşgul etmezse, o insanı günahla meşgul eder.
Zaman harcayarak, kafa yorarak, çalışarak ve konuşarak doğru yola dâvet etmek, müslümanın en önemli uğraşı ve kaygısı olursa; bu, şeytanın saptırma ve fitneye düşürme uğraşının önünü keser. Buna; dâvet yolunda yürürken karşılaştığı engeller, inatçılar ve bâtıl ehli karşısında dâvetçinin nefsinde oluşan meydan
3274] 27/Neml, 59
3275] 35/Fâtır, 32
3276] 12/Yusuf, 6
AZİM VE TEVEKKÜL
- 885 -
okuma duygusunu da ilâve edebiliriz.
Bu şekilde dâvet, kendisiyle kazanılan büyük sevaba ilâve olarak sebatı sağlayan etkenlerden biri olur; gerilemeyi ve bozulmayı engeller. Çünkü hücüm eden, savunma ihtiyacı hissetmez. Allah, dâvetçilerle birliktedir, onları sağlamlaştırır ve hatalarını örter. Dâvetçi, doktor gibidir. Bilgisiyle ve tecrübesiyle mânevî hastalıklara karşı savaşır. Başkaları üzerindeki bu savaşıyla o, hastalığa yakalanmaktan diğer insanlara oranla daha uzaktır.
10. Sağlam İnsanların Etrafında Bulunmak: Bu insanların sıfatlarından birini Rasûlullah (s.a.s.) şu şekilde haber verir: “İnsanlar arasında öyleleri vardır ki, iyiliğin anahtarları ve kötülüğün kilididirler.” 3277
Âlim, sâlih ve insanları hakka dâvet eden kimseleri etrafında bulunmanın sebat etmeye büyük yardımı vardır. İslâm tarihinde gerçekleşen bazı fitnelerde, Allah müslümanları birtakım kişilerle sâbit kılmıştır. “Allah, dini mihnet günü Ahmed ile; riddet günü de Sıddîk ile aziz kıldı” İbnu’l-Kayyım rahimehullah’ın, Şeyhulİslâm İbn Teymiyye’nin kararlılık göstermedeki rolünü anlatırken söylediği şu sözleri düşün: “Korkumuz şiddetlenip kötü şeyler aklımıza gelmeye ve yeryüzü bize dar gelmeye başlayınca ona giderdik. Onu görüp sözünü işitir işitmez o hallerin hepsi üzerimizden kalkardı. Gönül rahatlığına, kuvvete, inanca ve sükûnete dönüşürdü. Kullarına, ona kavuşmadan cennetini gösteren; bu dünyada onlara cennetin kapılarını açan; ona olan arzularını ve onun için yarışmalarını kuvvetlendirecek şekilde cennetin kokusundan ve serinliğinden onlara hissettiren Allah’ı tüm noksanlıklardan tenzih ederim.” 3278
İşte burada İslâm kardeşliği, kararlılığı sağlamada ana unsur olarak ortaya çıkar. Sâlih kardeşler, örnek alınacak insanlar ve terbiye edici sıfatı bulunan kimseler, yürünülen doğru ama dikenli yolda yardımcıdır, kendileriyle teselli bulunulan kaynaklardır. Bildikleri İslâmî hakikat ve doğru yorumlarla ve hikmetli sözlerle müslümanı sağlamlaştırırlar. Onların arasında yaşamaya çalışmalı, onlardan uzak kalmaktan korkmalıdır. Şeytanlar yalnız kalan, kimsesizleri daha kolay kapar. Kurt, sürüden uzak kalanı yer.
11. Allah’ın Yardımına Ve Geleceğin İslâm’ın Olacağına Tamamen İnanmak: Sebata en çok, yardım geciktiği zaman, sâbit olan ayaklar kaymasın diye ihtiyaç duyarız. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Nice peygamberler vardı ki, beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da onlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibâretti: ‘Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı sâbit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer eyle!’ Allah da onlara dünya nimetini ve âhiret sevabının güzelliğini verdi. Allah güzel davrananları sever.” 3279
Rasûlullah (s.a.s.), işkence gören sahâbîlerinin inançlarını sağlamlaştırmak için onlara baskı ve işkence günlerinde, geleceğin İslâm’ın olacağını haber vermişti. Buhârî’de, Habbâb’dan (r.a.), Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Allah bu işi (dini) mutlaka tamamlayacaktır. Öyle ki, bir yolcu San’a’dan
3277] İbn Mâce 237; İbn Ebî Âsım; Kitabu’s-Sünne, 1/127; Bk. es-Silsiletu’s-Sahîha 1332
3278] el-Vâbilu’s-Sayyib, s. 97
3279] 3/Âl-i İmrân, 146-148
- 886 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hadramevt’e kadar Allah’tan ve sürüsü için kurttan başka hiçbir şeyden korkmadan gidecek”3280 Geleceğin İslâm’ın olacağı ile ilgili hadisleri İslâm dâvâsına yeni katılmış olanlara bildirmek onların kararlılık üzere terbiye edilmesi açısından önemlidir.
12. Bâtılın Gerçek Yüzünü Bilmek Ve Ona Kanmamak: Yüce Allah’ın (İnkarcıların diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın.”3281 kavlinde müslümanlar için bir teselli ve inançlarını kuvvetlendirme vardır.
Allah’ın “Köpük ise atılıp gider”3282 âyetinde bâtıldan korkmama ve bâtıla teslim olmama konusunda akıl sahipleri için bir örnek vardır. Kur’ân-ı Kerim’in bir üslûbu da bâtıl ehlini ortaya çıkarmak, hedeflerini ve bunun için kullandıkları yolları açığa vurmaktır. “Böylece suçluların yolu belli olsun diye âyetleri iyice açıklıyoruz.”3283 Müslümanlar, gâfil yakalanmasın ve İslâm’a nereden zarar gelebileceğini bilsinler diye...
Düşmanlarını tanımadıkları için hesap etmedikleri yerden saldırıya uğrayınca sebat edemeyen ve ayakları kayan nice dâvetçiler ve dağılan hareketler görülmüştür.
13. Kararlı Davranmaya Yardımcı Olacak Huyları Edinmek: Bunların en başında sabır gelir. Buhârî ve Müslim’de rivâyet edilen bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hiç kimse sabırdan daha hayırlı ve bol bir hediye ile ödüllendirilmedi”3284 Sabrın en zor ve en sevaplı olanı, musîbetle ilk karşılaşma anındadır. Kişi beklemediği bir felaketle karşılaştığında çöküntü yaşar ve sabrı yoksa kararlılığını kaybeder.
İbnu’l Cevzî’nin şöyle der: “Seksenine yaklaşmış bir adam gördüm. Cemaatle namaza devam ederdi. Kızının oğlu öldü. Şöyle dedi: ‘Kimsenin duâ etmesine gerek yok. Çünkü O (Allah), duâyı kabul etmiyor.’ Sonra şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ inat ediyor ve bize bir çocuk dahi vermiyor.”3285 Allah, bu adamın söylediğinden elbette uzaktır.
Müslümanlar Uhud’da musîbete uğradıklarında bunu beklemiyorlardı. Çünkü Allah’ın onlara zafer vereceğini umuyorlardı. Allah onlara (ve dolayısıyla bizlere), kanla ve şehitlerle iyi bir ders verdi: “Bedir’de) iki katını (düşmanınızın) başına getirdiğiniz bir musîbet, (Uhud’da) kendi başınıza geldiği için mi ‘Bu nasıl oluyor?’ dediniz? De ki: O, kendinizden kaynaklanmaktadır.”3286 Kendilerinden nasıl kaynaklandığı da haber veriliyordu: “Allah arzuladığınız (gâlibiyeti) size gösterdikten sonra zaafa düştünüz; verilen emir konusunda tartışmaya kalkıştınız ve âsi oldunuz. İçinizde dünyayı isteyeniniz de vardı.” 3287
14. Sâlih Kimselerin Nasihati: Müslümanın, bir fitneye uğradığı ve Rabbi onu arındırmak için imtihan ettiği zaman sebat etmesini sağlayan faktörlerden biri
3280] Buhârî; Bk. Fethu’l-Bâri 7/165
3281] 3/Âl-i Imrân, 196
3282] 13/Ra’d, 17
3283] 6/En’âm, 55
3284] Buhârî, Kitabu’z-Zekât; Müslim, Kitabu’z-Zekât
3285] es-Sebât Inde’l-Memât, İbnu’l Cevzî, s. 34
3286] 3/Âl-i İmrân, 165
3287] 3/Âl-i İmrân, 152
AZİM VE TEVEKKÜL
- 887 -
de Allah’ın ona, kendisine nasihat eden ve inancını sağlamlaştıran sâlih bir insan göndermesidir. Allah’ın kendisini faydalandırdığı, hatasını örten nasihatlerdir. Bu öğütler; Allah’ı, O’na kavuşmayı, cenneti ve cehennemi hatırlatan sözlerle doludur.
15. Cennet Nimetlerini ve Cehennem Azâbını Düşünmek; Ölümü Hatırlamak: Cennet, mutluluklar diyarıdır. Acıların dindiği yerdir. Mü’minlerin son konaklama mekânıdır. Nefsin, karşılıksız fedâkârlıkta bulunmama, çalışmama ve sebat etmeme özelliği yaratılışındandır. Bu karşılık ona zorlukları kolaylaştırır. Yolundaki engelleri ve güçlükleri küçük gösterir.
Alacağı mükâfatı bilene çalışmanın zorluğu kolay gelir. Yolunda yürürken sebat göstermezse, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete girme fırsatını kaçıracağını bilir. Sonra nefis, kendisini topraklıktan yükseltip ulvî âleme çekecek etkenlere muhtaçtır.
Peygamberimiz, sahâbîlerinin inancını sağlamlaştırmada cenneti hatırlatma faktörünü kullanırdı. Yâsir, babası Ammar ve annesi Sümeyye Allah yolunda işkence görürken Rasûlullah (s.a.s.) onların yanına uğrar ve şöyle der: “Sabredin ey Yâsir ailesi! Çünkü gideceğiniz yer cennettir.”3288 Yine, Rasûlullah (s.a.s.) Ensâr’a şöyle derdi: “Benden sonra zulüm göreceksiniz. Havz başında bana kavuşuncaya kadar sabredin.” 3289
Ayrıca; kabirdeki iki grup insanın halini, haşrı, hesaba çekilmeyi, mizanı, sırâtı ve diğer âhiret duraklarını düşünmek sebat açısından da çok faydalıdır. Ölümü hatırlamak, müslümanı kötülük ve günahlara karşı korur ve onu Allah’ın sınırları önünde durdurur; onları çiğnetmez. Çünkü o, ölümün kendisine ayakkabısının bağından daha yakın olduğunu ve birkaç dakika sonra vaktinin gelebileceğini bilirken, nefsi onu yanlış yapmaya ya da hatada ısrar etmeye nasıl sürükleyebilir? Bu gerekçelerle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “(Haram) Lezzetleri yok eden (ölümü) çokça hatırlayın.” 3290
Sebat Gerektiren Durumlar: Bu durumları şöyle özetleyebiliriz:
Fitnelerde Sebat Göstermek: Kalplere isâbet eden dalgalanmanın sebebi fitnelerdir. Kalp, üzüntüye sebep olan fitneler gibi, sevince götüren fitnelerle de karşılaştığında sâbit kalmaz. Kalplerini iman dolduran basîret sahibi sebatkârlar bundan hâriçtir.
Fitne çeşitlerinden bazıları şunlardır:
Mal Fitnesi: “Onlardan kimi de, ‘Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız’ diye andiçti. Fakat Allah lütfundan onlara verince, onda cimrilik edip yüz çevirerek sözlerinden döndüler.” 3291
Makam Fitnesi: “Sabah akşam Rablerine, O’nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini Bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan
3288] Hâkim, Müstedrek, 3/383; Hadis, hasen-sahihtir. Tahrici için Bk. Fıkhu’s-Siyre el-Elbâni tahkiki, s. 103
3289] Buhârî ve Müslim
3290] Tirmizî, 2/50
3291] 9/Tevbe, 75-76
- 888 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kimseye boyun eğme.” 3292
Bu iki fitnenin tehlikesi hakkında Rasûlullah şöyle buyurur: “Bir sürüye gönderilen iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mala ve şerefe düşkünlüğünün dinine verdiği zarardan daha fazla değildir.”3293 Yani kişinin mala, şana ve şerefe düşkünlüğü dinine, iki aç kurdun bir sürüye verdiği zarardan daha fazla zarar verir.
Eş Fitnesi: “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının.” 3294
Çocukların Fitnesi: “Çocuk; korku, cimrilik ve hüzün kaynağıdır.” 3295
Baskı, İşkence ve Zulüm Fitnesi: Bu konuda en güzel örneği Kur’an verir: “Ateşle dolu hendeğe atılanlar (yakılarak) öldürüldü. Onlar (yakanlar) da başlarına oturmuşlar, mü’minlere yapmakta oldukları işkenceyi seyrediyorlardı. Onlardan; sadece, göklerin ve yerin mülkü kendisine ait olan, Aziz ve Hamîd olan Allah’a iman ettikleri için intikam aldılar. Oysa ki Allah, her şeyi görür.” 3296
Buhârî, Habbâb’dan (r.a.) şöyle dediğini rivâyet eder: Rasûlullah (s.a.s.) Kâbe’nin gölgesinde bürdesine sarınmış otururken O’na şikâyette bulunduk. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Sizden öncekiler arasında öyleleri vardı ki yakalanıp kendisi için kazılan çukura konulurdu. Bir testere getirilerek kafasının üzerine konulur ve kafası ikiye ayrılırdı. Etleri kemiklerinden ayrılıncaya kadar demir taraklarla taranırdı. Ve bu (işkenceler) onları dininden döndüremezdi.” 3297
Deccal Fitnesi: Bu fitne, dünyadaki fitnelerin en büyüğüdür. “Ey insanlar! Allah, Âdem’i yarattığından beri yeryüzünde deccal fitnesinden daha büyük bir fitne olmamıştır. Ey Allah’ın kulları! Ey İnsanlar! İnancınızda sebat gösteriniz...” 3298
Kalplerin, fitneler karşısında doğru yoldan sapma ve sebat gösterme dereceleri hakkında Rasûlullah şöyle buyurur: “Fitneler kalplere, hasır gibi dal dal tesir eder. Hangi kalp onu kabul ederse ona siyah bir nokta konulur. Hangi kalp de onu reddederse ona beyaz bir nokta konulur. Sonunda iki ayrı kalp ortaya çıkar: Gökler ve yer kaldığı müddetçe fitnelerin kendisine zarar veremeyeceği ak taş gibi beyaz bir kalp ve diğeri...” 3299 (Hasır gibi: Yani hasırın üzerinde uyuyan kişinin sırtına çizgi çizgi iz bırakması gibi.)
Cihadda Sebat Etmek: “Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin.”3300 Dinimizdeki büyük günahlardan biri de ordular karşı karşıya geldiği anda savaş alanından kaçmaktır. Rasûlullah (s.a.s.) Hendek’te, sırtında toprak taşırken, mü’minlerle birlikte şu duâyı tekrarlıyordu: “(Düşmanla) karşılaşırsak ayaklarımızı sâbit kıl” 3301
3292] 18/Kehf, 28
3293] Ahmed bin Hanbel, Müsned III/460
3294] 64/Teğâbün, 14
3295] Ebû Ya’lâ, 2/305; Bu rivâyetin, başka şâhitleri de vardır. Bk. Sahîhu’l Câmi’ 7037
3296] 85/Bürûc, 4-9
3297] Buhârî, Bk. Fethu’l-Bârî, 12/315
3298] İbn Mâce, 2/1359
3299] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 5/386; Müslim 1/127
3300] 8/Enfâl, 45
3301] Buhâri; Bk. Fethu’l-Bârî, 7/399
AZİM VE TEVEKKÜL
- 889 -
Doğru Yolda Sebat Göstermek: “Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar, hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir).”3302 O yiğitlerin ilkeleri, canlarından daha değerlidir. Hiçbir geri adımı kabul etmeden sözlerinde ısrar ederler.
Ölüm Ânında Sebat Göstermek: Kâfirler ve fâcirler, en zor anlarında sebattan mahrum bırakılırlar. Ölüm anında şehâdet getiremezler. Bu, kötü sonun işaretlerindendir. Bir adama ölmek üzereyken “Lâ ilâhe illâllah de” denilir. Başını sağa sola oynatarak söylemeyi reddeder. Başka biri ölüm anında “Bu iyi bir parça. Bunun fiyatı ucuz” der. Bir diğeri satranç taşlarının isimlerini sayar. Bir başkası da şarkı sözlerini veya melodisini mırıldanır. Sevgilisinin adını tekrarlar. Çünkü bunlar, dünyada onu Allah’ı zikretmekten alıkoymuştur. Böylelerinin, yüzünün karardığı veya kötü koktuğu görülür. Ruhları çıkarken kıble yönünün tersine çevrilirler. Dışından belli olmayıp da içinde hangi acı halleri yaşadığını ve ölürken nasıl bir ölümle öldüğünü bilemediğimiz insanlar da işin ayrı bir yönü.
Sâlih insanlara gelince, Allah onları ölüm anında sebat göstermeye muvaffak kılar. Kelime-i şehâdet getirirler. Yüzlerinin parladığı ve güzel koku yaydıkları görülür. Ruhları çıkarken kendilerine bir şekilde müjde verilir.
Ölüm sıkıntısında, Allah’ın sebat etmeye muvaffak kıldığı insanlardan bir örnek... Ebû Zür’a er-Râzi, hadis ehlinin imamlarından biri... Şu da hayat hikayesinden bir kesit:
Ebû Zür’a’nın yazıcısı Ebû Cafer Muhammed b. Ali şöyle anlatır: “Meşheran’da (Rey şehrinin köylerinden biri) Ebû Zür’a’nın yanına gittik. Ölüm döşeğinde idi. Yanında Ebû Hatim, İbn Varrah, Münzir b. Şâzân ve başka insanlar vardı. “Ölülerinize (ölmek üzere olanlarınıza) Lâ ilâhe illâllah’ı söylemesini telkin edin” şeklindeki telkin hadisini zikrettiler. Kendisine telkinde bulunma konusunda Ebû Zür’a’dan utandılar. ‘Gelin, hadisi zikredelim’ dediler. İbni Varrah şöyle dedi: “Ebû Âsım bize şöyle bildirdi: Abdulhamid b. Cafer Salih’ten...” “İbnu Ebî” demeye başladı. Gerisini getiremedi. Bunun üzerine, Ebû Hatim şöyle dedi: “Bündâr bize şunu bildirdi: ‘Ebû Asım, Abdulhamid b. Cafer’den, o da Sâlih’ten şunu haber verdi.’ O da gerisini söyleyemedi. Diğerleri sustular. Ebû Zür’a ölüm döşeğinde, gözlerini açarak şöyle dedi: ‘Bize Bündâr şunu bildirdi: Ebû Âsım, bize Abdülhamid b. Cafer’in Salih b. Ebi Ureyb’den, onun da Kesir b. Murra’dan şöyle rivâyet ettiğini haber verdi: Muaz b. Cebel şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Son sözü Lâ ilâhe illâllah olan cennete girer” Ve ruhu çıktı. Allah rahmet eylesin. 3303
Onun gibiler hakkında Allah şöyle buyurur: “Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaadolunan cennetle sevinin!’ derler.” 3304
Allah’ım! Bizleri de onlardan eyle. Allah’ım! İşlerimizde sebat ve doğruda kararlılık dileriz. 3305
3302] 33/Ahzâb, 23
3303] Siyeru A’lâmi’n-Nubelâ, 13/76-85
3304] 41/Fussilet, 30
3305] Muhammed Salih el-Müneccid, Sebat, Tercüme: İsmail Yaşa
- 890 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tevekkül; Anlam ve Mâhiyeti
Tevekkül; Âcizlik gösterme, başkasına güvenip dayanma, Allah’a güvenme, O’nun hükmünün mutlaka meydana geleceğine kesin olarak inanma ve alınması gereken tedbirleri alma anlamında Kur’anî bir terimdir.
“Müvekkil” vekil edinen, “tevkîl” ise vekil kılma, vekil edinme demektir. Aynı kökten olan “ittikâl” biraz da tembellik içeren ve boşa gidebilecek bir güvenme ve dayanmayı anlatır. Tevekkülde, kelimenin Arap dilindeki kalıbı gereği bir zorlama vardır. Bu da herhangi bir konuda aklî ve bedenî gücü, yani metot ve eylem fonksiyonunu kullanmayı, dayanılıp îtimat edilecek yere bunun sonucunda dayanmayı ifade eder.
Tevekkülün ıstılahî/terim anlamı ise: “Kişinin, şartlarını yerine getirerek, işlerini Allah Teâlâ’ya bırakması bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra O’na güvenmesi; kalbin, her işte Allah’a îtimat etmesi, güvenmesidir.” Tevekkül, dine veya dünyaya ait herhangi bir hususta, alınacak bütün tedbirler alındıktan, konu ile ilgili tüm girişimler yapıldıktan sonra, o işin neticesinin Allah’a bırakılmasıdır. Tevekkül, insanın kendine yüklenen bütün görevleri yaptıktan sonra işin sonucunu Allah’a bırakması, O’nun yaratacağı neticeyi güven ve rızâ ile karşılayıp, insanlardan bir beklenti içerisinde olmaması; kısaca Allah’a güvenip, âkıbetinden endişe etmemesidir. Tevekkül, kalbin Allah’a tam îtimat ve güveni, hatta başka güç kaynakları düşünmekten rahatsızlık duyması mânâsına gelir. Bu ölçüde bir güven ve îtimat olmazsa, tevekkülden söz edilemez; kalp kapıları Allah’tan başkasına açık kaldığı sürece de hakîkî tevekküle ulaşılmaz.
Tariften de anlaşıldığı gibi tevekkül; müslümanın, yapacağı işlerde tüm zâhirî sebeplere sarılması, alınması gereken tedbirleri alması, çalışıp çabalaması, ama gönlünü bunlara bağlamayıp sadece Allah’a dayanmasıdır. Tevekkül, hiç bir zaman, çalışmayı ve sebebe sarılmayı terkedip, “Allah’ın dediği olur” diyerek kenara çekilmek değildir. Nitekim Hz. Peygamber, devesini salıvererek Allah’a tevekkül ettiğini söyleyen bir bedeviye “Onu bağla da öyle tevekkül et.”3306 buyurmuştur.
İslâm inancına göre; yaratıkların bütün fiilleri, halleri ve sözleri Yüce Allah’ın kazâ ve takdîri ile meydana gelir. Onun için İslâm alınması gereken tedbirleri aldıktan sonra, insanlara ve aracılara değil, sadece Allah’a dayanma anlamındaki bir tevekkülü emreder. Bir âyette Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Müslümanlar sadece Allah’a dayanıp güvensinler.”3307 Hz. Peygamber de şu sözleri ile müslümanlara tevekkülü tavsiye etmektedir: “Eğer siz Allah ‘a hakkıyla tevekkül ederseniz, o sizi kuşu rızıklandırdığı gibi rızıklandırır.” 3308
Hz. Ömer (r.a.), Medine’de boşta gezen bir gruba: “Siz necisiniz?” diye sordu. Onlar da: “Biz mütevekkilleriz” dediler. Bunun üzerine büyük halife: “Hayır, siz mütevekkil değil, müteekkil (yiyici)lersiniz. Siz yalancısınız, tohumunu yere atıp (toprağa ekip) sonra tevekkül edene mütevekkil denir” dedi.
Bu olay tevekkülden ne anlaşılması gerektiğini çok güzel ifade etmektedir. Gerçek tevekkül güzel bir davranış, ahlâkî bir fazilettir. Cenâb-ı Hak,
3306] Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme 60
3307] 3/Âl-i İmrân, 122
3308] İbn Mâce, Zühd 14
AZİM VE TEVEKKÜL
- 891 -
müslümanlara tevekkülü emretmiş ve mütevekkil olanları sevdiğini haber vermiştir: “Bir de, daima diri olup, hiçbir zaman ölmeyen Allah’a tevekkül et.”3309, “Kim Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter.”3310; “Mü’minler, ancak o kimselerdir ki Allah anılınca kalpleri ürperir, onlara Allah’ın âyetleri okunduğunda o âyetler onların imanlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler.” 3311
Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının bir sonucudur. Tevekkül eden kimse, Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine râzı kimsedir. Fakat, nasıl kadere inanmak tembel tembel oturmayı, her şeyden el etek çekmeyi gerektirmiyorsa, tevekkül de tembellik ve miskinliği gerektirmez. Gerçek mütevekkil, çalışmadan kazanılamayacağını, ekmeden biçilemeyeceğini, amelsiz Cennet’e girilemeyeceğini, ihlâsla ibâdet ve tâatte bulunmadan Allah’ın rızâsına kavuşulamayacağını bilir. 3312
Tevekkül ve Türevleri: ‘Tevekkül’, ‘vekâlet’ kökünden türemiş bir kelimedir. Sözlükte, kendi işini gördürmek üzere birini tayin etme, birine güvenip dayanma demektir. Aynı kökten gelen ‘vekil’, kişinin kendi işini gördürmek üzere tayin ettiği, güvenip dayandığı kimse demektir. ‘Tevkîl’ ise, vekil kılma işidir ki, birine güvenip dayanma ve onu kendi yerine ‘nâib/temsilci’ olarak tayin etmedir. ‘Tevekkül’ tevkîl etme, vekil kılma işidir. ‘Müvekkil’, hukuk dilinde, dâvâlının kendi yerine işini görmesi veya dâvâsını savunması için avukat tâyin eden, avukatı görevlendiren kimsedir. Müvekkilinin dâvâsını savunan veya onun işini gören avukat da ‘vekil’dir.
Allah’ın Vekil Olması: Kur’an, Allah’ın kulları için ‘vekil’ olarak yeteceğini açıklıyor. “Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şey üzerinde vekildir.”3313; “Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) Allah’ındır. Vekil olarak Allah yeter.” 3314
Allah’ın güzel isimlerinden biri olarak ‘el-Vekil’; yarattığı her şey üzerinde gözetici ve Hafîz (koruyucu) olan, hepsinin idaresinin ve rızkının kendisine ait olduğu, onlardan zararları giderici, faydalı olanları onlara verici anlamına gelir. O, her şeyi düzenleyen olduğu gibi yönetendir de. Yarattıklarını gözetir, onların rızıklarını yaratır. Hiç bir şeyin bilgisi kendine gizli değildir, her şeyi korur, sevk ve idare eder.
Müslümanların “Allah bize yeter, O ne güzel Vekil’dir’3315 demeleri, bütün bu sıfatların Allah’a ait olduğunu söylemek, O’nun bütün yapıp etmelerinde güç sahibi ve bağımsız oluşunu ifade etmek içindir. Allah (c.c.) vekil olarak, mü’minlerin güvenip dayandığı, onların yapamayacağı işlerin en güzel idarecisidir. Vekil ismi bazı âyetlerde ‘şâhit’ anlamına da gelmektedir. Allah (c.c.) her an ve her yerde insanların yaptıklarına tanık olmaktadır, onların yaptıklarından haberdardır. 3316
İnsanlar Hakkında ‘Vekil’ Denilmesi: Kur’ân-ı Kerim’de ‘vekil’ sıfatı insanlar
3309] 25/Furkan, 58
3310] 65/Talâk, 31
3311] 8/Enfâl, 2
3312] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 211
3313] 39/Zümer, 62
3314] 4/Nisâ, 132; Ayrıca Bk. 4/Nisâ, 81, 171; 17/İsrâ, 65; 33/Ahzâb, 3, 48
3315] 3/Âl-i İmrân, 173
3316] 12/Yusuf, 66; 28/Kasas, 2
- 892 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hakkında da kullanılmaktadır. Bu kullanımlarda vekil kelimesinde, daha çok bekçi, gözetleyici, işlerin sorumlusu gibi anlamlar ağır basmaktadır. İnsanlar hakkında kullanılan ‘vekil’ sıfatının genellikle olumsuz olarak gelmesi dikkat çekmektedir. “De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden hakk gelmiştir. Kim hidâyete ulaşırsa, o, ancak kendi nefsi için hidâyete ulaşmıştır. Kim de saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben sizin üzerinize bir vekil değilim.” 3317
‘Vekil’ kelimesinin insanlar hakkında sözlük anlamıyla kullanılmasında bir sakınca yoktur. Ancak kavram anlamıyla kullanılması pek doğru değildir. Kur’an’ın ‘Allah vekil olarak yeter’ vurgusu buna işaret ediyor. Kıyâmet günü insanlara sorulacak olan şu soru da oldukça anlamlıdır: “İşte siz, dünya hayatında onlardan yana mücâdele ettiniz. Peki Kıyâmet günü onlardan yana Allah’la kim mücâdele edecek? Ya da onlara kim vekil olacaktır?” 3318
Tevekkülün Boyutları: ‘Vekil kılma’ anlamında ‘tevkîl’ sürekli Allah’ı ‘vekil’ kılma olarak geçmektedir. Yani kendsine ‘tevekkül’ edilen Allah (c.c.); Allah’ı vekil tutan da, O’na tevekkül eden de insandır. Tevekkülün hedefi hep Allah’tır. ‘Tevekkül’ fiil ve türevleriyle birlikte kırktan fazla âyette geçmektedir ki, hepsinde de ‘Allah’a tevekkül, O’nu Vekil bilme, O’na güvenip dayanma söz konusu edilmektedir. ‘Tevekkül’, kavram olarak, Allah’ı vekil bilme, O’na dayanmadır. Bunu iki şekilde anlamak mümkündür: Birincisi; birisini ‘veli’ bilmek, dost, yardımcı ve işine bakabilen bir kimse olarak güvenme, İkincisi ise; birisini kendi işi için vekil bilme ve ona güvenip dayanmadır.
Kavram olarak tevekkülü şöyle tanımlamak mümkündür: İnsanın, kendine yüklenilen veya kendine düşen bütün görevleri yaptıktan, bütün çalışmaları yerine getirdikten ve bütün tedbirleri aldıktan sonra, işin sonucunu Allah’a bırakmasıdır; Allah’a güvenip sonuçtan endişe etmemesidir.
Şüphesiz ki ‘tevekkül’ bazılarının anladığı gibi, havadan ekmek beklemek, gayret etmeden bir başarıya ulaşmak, yerinde oturarak Allah’tan bir şey beklemek değildir. Bu anlamda Allah (c.c.) kimsenin ‘vekil’i değildir. Bazı kimseler, insan olarak üzerlerine düşeni yapmazlar, gerekli çabayı göstermezler, emek sarfetmezler, sonra da işlerini Allah’a havâle ederler. Tâyin ettikleri ‘vekil’in, kendilerinin tüm işlerini görmesini beklerler. İslâm’da böyle bir tevekkül inancı yoktur. Kur’an şöyle diyor: “Allah’tan bir rahmet olarak, onlara yumuşak davrandın. Eger kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için mağfiret dile ve iş konusunda onlarla danış (müşâvere et). Bir kere azmettinmi (kesin karar verdinmi) de Allah’a tevekkül et. Çünkü Allah, tevekkül edenleri sever.” 3319
Görüldüğü gibi tevekkül’ün oluşum süreci açıktır. Yukarıdaki âyet belli bir konuda yapılması gerekenleri söyledikten sonra tevekkülün gereğine işaret ediyor. ‘Bir kere azmettinmi’ ifâdesi, gerekli kararlılığı ve yapılması gerekli çalışmaları haber veriyor. İman edenler, Rablerinin kendilerini ne ile sorumlu tuttuğunu bilirler. Bunun şuurundadırlar. Bütün kulluk görevlerinin yerine getirilmesi, bu işin şartıdır. Zaten insan bunun için yaratılmıştır. Görevler yerine gelmeden, sonucu büyük mükâfat ve kazanç olarak beklemek mümkün değildir. Mü’min, gerekeni
3317] 10/Yûnus, 108; Ayrıca Bk. 6/En’âm, 66, 107; 17/İsrâ, 68, 86; 25/Furkan, 43
3318] 4/Nisâ, 109
3319] 3/Âl-i İmrân, 159
AZİM VE TEVEKKÜL
- 893 -
yapar, sonuç konusunda Allah’a güvenip dayanır, O’nun vereceği karşılığa râzı olur. İslâm mü’minlere, ilim öğrenmelerini, emirlere uymalarını, rızıklarını aramalarını, Allah yolunda çalışma yapmalarını, düşmana karşı hazırlıklı olmalarını, din ve dünya işlerinde şûrâya başvurmalarını, işleri kolaylaştıracak metodları bulmalarını, haksızlıktan kaçınıp her işlerinde adâlete uymalarını ve bunlara benzer birçok güzel şeyi yapmalarını emrediyor. Elbette bu çalışmalar yapılırsa sonuç da güzel olacaktır.
Tevekkül bu anlamda, bütün çalışmaları yaptıktan, bütün görevleri yerine getirdikten sonra duyulan bir iç huzur ve doyumluluk, bir yönden de Allah’ın vereceğine râzı olma ahlâkıdır. ‘Tevekkül’, güçlü bir iman ve Allah’ın emrine uymada sürekli bir kararlılıktır. Tevekkül eden (mütevekkil), yaptığı tevekkülle bir faydayı elde eder, bir zarardan kurtulur. Onun hakkıyla yapacağı tevekkül ona böyle bir sonuç kazandırır ki, böyle bir sonucu başka bir şeyle elde etmek mümkün değildir.
Allah’a tevekkül, O’nun yardım ve desteğine güvenmedir, en uygun çalışmayı yapan, kulluk görevlerini yerine getirenlere iyi sonuç vereceğinden emin olmaktır. Kulun tevekkülü, Allah’ın o kuluna yeterli oluşunun bir sebebidir. Kur’an, mü’minleri tıpkı takvâda olduğu gibi, böyle bir tevekküle teşvik ediyor.3320 Tevekkül, hakka tam bağlılık, azimli ve kararlılık sahibi olma unsurları ile güçlenir, yerine getirilir. Mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül ederler.3321 Onlar sürekli olarak ‘Hasbuna’llahu ve ni’me’l-vekîl; Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ derler. 3322
Peygamberimiz (s.a.s.) de buyuruyor ki: “Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı; sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz.”3323 Bu demektir ki kuşlar gibi çaba sarfedenler, bu gayretlerinin sonuçlarını en güzel şekilde görürler.
Her şey bir sebebe bağlıdır. İnsanın kaderi; hedefini, amacını ve bu amacı gerçekleştirecek olan sebebi de içerisine alır. Bu, toprağın mahsul verebilmesi için, onun sürülmesi, ekilmesi, gübrelenmesi ve sulanması gerektiği gibi bir sebep-sonuç ilişkisidir. “Duâ ve tevekkül, işlerin sonucuna etki etmez!” diyen, amel işlemekle emredilmeyi, sebeplere yapışmayı görmezlikten geliyor demektir. Bir amel işlemeden, bir amaca ulaşmak için bir çaba sarfetmeden, emredilen şeyleri yerine getirmeden bir başarıya veya Allah’ın insana vadettiklerine kavuşmak mümkün değildir. Allah (c.c.), mü’min kullarının yalnızca Kendisine tevekkül etmelerini emrediyor. 3324
Kader ve Rızık
Özellikle yiyecek ve içecek cinsinden Allah’ın canlıya ihsan ettiği her besleyici şey rızıktır. Kur’ân-ı Kerim’deki çeşitli açıklamalar bu tanımı kanıtlamaktadır:
“Allah’tır ki sizi yarattı; Sonra sizi besledi; Sonra sizi öldürecek; Sonra sizi
3320] 73/Müzzemmil, 8-9; 17/İsrâ, 2
3321] 3/Âl- i İmrân, 122, 160; 5/Mâide, 11; 9/Tevbe, 51; 12/Yusuf, 67 vd.
3322] 3/Âl-i İmrân, 173
3323] Tirmizî, Zühd, 33, Hadis no: 2344
3324] 5/Mâide, 11; 9/Tevbe, 51; 14/İbrâhim, 11 vd.; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 708-711
- 894 -
KUR’AN KAVRAMLARI
diriltecektir.”3325; “Nice canlı vardır ki rızkını taşıyamaz. Onları da sizleri de besleyen Allah’dır. O, tümü duyandır, tümü bilendir.”3326; “İnkâr edenlere dünya hayatı parlak gösterilmiştir. Onlar mü’minlerle alay ederler. Oysa sakınanlar, kıyamet gününde onlardan üstündürler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.” 3327
Rızık da her olay gibi kaderin kapsamına girer. Çünkü canlının hangi şartlarda, nerede, nasıl, hangi yollarla ve ne gibi bir besin maddesini alacağı ve ondan nasıl yararlanacağı ezelde Allah tarafından bilinmektedir. Dolayısıyla onun, yiyecek ve içecek maddesi olarak bir şeyi alması, kazanması ve onu tüketmesi, yaşadığı diğer olaylardan farklı bir şey değildir. Ne var ki, insanın örneğin, ağzına koymak üzere eline aldığı bir lokmayı herhangi bir nedenle yiyememesi, insanlar arasında öteden beri çok farklı bir olay gibi algılanmış, bu nedenle de yiyilip içilen şeylerin rızık adı altında özel bir konu olarak işlenmesi âdet olagelmiştir. Bu konuda olup bitenler arasında gerçekten de insanı şaşkınlık içinde bırakan bazı olaylar yaşanmıştır.
Örneğin, bir çocuğun, tam ağzına koymak istediği et lokmasının, o sırada kedi tarafından kapılması, ya da elindeki süt bardağının devrilmesi belki pek şaşırtıcı değildir. Ama kazılar sırasında çıkarılan bir insan kafatasının dişleri arasında henüz çürümemiş bir darı tanesi şaşkınlık içinde seyredilirken, kenara konduktan az sonra bir kuş tarafından gagalanarak kapılması daha büyük bir şaşkınlığa yol açabilmiştir. Bu da rızık meselesinin kader olayları arasında özelleştirilmiş bir konu olarak işlenmesine neden olmuştur. Hâlbuki rızık da, yaşanan diğer bütün olaylar gibi kaderin sıradan bir parçasıdır. Öyle ki, haram lokma da rızıktır.
Örneğin hırsızlık malı bir yiyeceğin, gerek hırsız tarafından bilinçle yenmesi, gerekse -farkında olunmadan - diğer biri tarafından yenmesi arasında kader açısından hiç bir fark yoktur. Haram ya da helâl, ikisine de yedikleri nasip olmuştur. İkisi de kendi irâde ve seçimleriyle bu fiili işlemişlerdir. Aralarındaki fark: Hırsızın sorumlu, diğerinin ise mâsum olmasıdır. Bu ise yenen şeyin, kader ya da rızık olmasıyla çelişmez. Daha doğrusu böyle bir olayın, Kur’ân’ın üslûbu dışında “rızık” olarak adlandırılmasının hiç bir özelliği yoktur. Çünkü kişinin bir şey yiyip içmesi ile onun, giyinip kuşanması, yürümesi, okuması, ya da herhangi bir hareket yapması arasında kader bakımından hiç bir fark yoktur.
Mu’tezilîler bu noktada da Ehl-i Sünnet’ten farklı düşünmüşlerdir. Onlara göre haram lokma rızık değildir. Çünkü “Allah, kötülüğü ve yasaklamış olduğu davranışları yaratmaktan münezzehtir.” Bu nedenle rızık için “Allah’ın, insanı yararlanmaktan yasaklamadığı şeyler” diye spekülatıf bir tanım yapmışlardır. Hâlbuki insanlar, Allah’ın yasakladığı birçok şeyleri de yiyip içmekte ve bunlardan yasaklı yollarla yararlanmaktadırlar. Dolayısıyla bu tanımın tutarsız olduğu açıktır.
Aslında rızık meselesinin taşıdığı önemi, onu, kader zinciri içinde pek anlamı olmayan yorumlarla özel bir konu haline getirmekte aramamak gerekir. Fakat rızkın asıl başka yönden taşıdığı bir önem vardır. O da şudur: Allah (c.c.), rızkın yaratıcısıdır, kişi ise onu, kendi irâdesiyle arayıp kazanandır. Helâli de haramı da
3325] 30/Rûm, 40
3326] 29/Ankebût, 60
3327] 2/Bakara, 212
AZİM VE TEVEKKÜL
- 895 -
hikmetiyle yaratan Allah, insana neyin helâl, neyin haram, neyin iyi, neyin kötü, neyin serbest ve neyin yasak olduğunu açıklamış, ancak onu, istediğini seçmekte özgür bırakarak ileride kendisini hesaba çekmek üzere de sorumlu tutmuştur. 3328
Rızık hakkında bilinmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Kişi, bilgisini, enerjisini ve imkânlarını seferber ederek, çalışıp didinmek, çabalayıp rızkını aramak ve bununla birlikte olanca dikkatiyle helâlinden kazanmak durumundadır. Bu, hem iman, hem ahlâk, hem de hayat açısından zorunludur. Yani kişi her şeyden önce helâla helâl, harama da haram olarak inanmalı, bu iki şeyi vicdanında asla bir tutmamalıdır; Buna bir toplum baskısı ya da bir gelenek diye değil, bir Kur’ân gerçeği olarak inanmalıdır.3329 İnsanın böyle bir inançla rızık arayışı içine girmesi ise hem bir ahlâk gereği hem de yaşayabilmek için kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Çalışmakla rızık arasındaki ilişkiye gelince bu nokta, akılları durduran bir sırla örtülüdür. Bu gizemi sonsuza dek hiç kimse çözemeyecektir. Çünkü bu dünyada canının fedâ edercesine çalışıp çabalayan, akıllı, zeki, bilgili, atılgan, enerjik ve ahlâklı insanlar vardır ki, hayatları boyunca bir türlü iki yakaları bir araya gelmez. Aynı zamanda öyle tembel, sünepe, mendEbûr, geçimsiz ve ahlâktan yoksun kimseler de vardır ki, nimet ve servet içinde âdetâ yüzerler.
Öyle ise akıl, zekâ, enerji, disiplin, dürüstlük, ya da iman ve ahlâk ile rızık ilişkisinin arka planını deşmek veya merak etmek yerine, Allah’ın (c.c.), insanlara uyguladığı bu gizemli sınavdan ibret almak ve bu sınav için hazırlıklı olmak daha doğru olur. 3330
Tevekkül; “Kısmetimde Varsa, Rızkım Ayağıma Gelir” Demek midir?
“Kısmetimde varsa, rızkım ayağıma gelir” diyemeyiz. Kısmeti ayağına gönderilenler, kendi imkânlarıyla rızıklarını elde edemeyenlerdir. Mesela, hareketi sınırlı mikro organizmalar, insan ve hayvan yavruları ki bunlar anaları babaları tarafından beslenir. Yetişkin ve sağlıklı bir insan, çalışarak rızkını elde edecek yeteneğe sahip kılınmıştır. O yüzden kendi gayretiyle rızkını elde etmek zorundadır. Allah’ın koyduğu nizam budur. Peygamber Efendimiz: “Sizler, gereği gibi tevekkül etseydiniz, (sabahleyin) aç olarak gidip (akşam) tok olarak dönen kuşu rızıklandırdığı gibi, Allah elbette sizi de rızıklandırırdı.” buyurmuştur. Yani kuş, nasıl rızkını aramaya gidip bulmuş ve ondan yararlanmış ise, siz de Allah’a güvenip kuş gibi rızkınızı elde etmeye uğraşırsanız sizi de rızıklandırır buyurmaktadır. Demek ki rızkın temin edilmesi; aranıp bulunmasına, çalışıp elde edilmesine bağlıdır. Rızkı ayağına gönderilenler; bağırsaklarımızdaki saprofitler, vücudumuzdaki mikroplar, uzuvlarımızı oluşturan hücreler, yapraklarda yaşayan ufak böcekler gibi, kendi gayretiyle bunu elde edemeyecek olanlardır. Yoksa, bu imkâna sahip kılınmış olan canlılar; arayıp bulmak, kendi gayretiyle elde etmek zorundadır. Allah, işlerini koyduğu nizam ve kanunlar çerçevesinde yürütmekte olup hiçbir şeyi başıboş bırakmamıştır. Biz bunların tâbi olduğu nizam ve kanunları öğrenirsek,
3328] 5/Mâide, 4; 16/Nahl, 114-116
3329] 16/Nahl, 116
3330] Ferid Aydın, İslâm İnanç Sistemi,
- 896 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hareketlerimizi onlara uydururuz. Gerisi kendi bileceği iştir. O kısma bizim aklımız tümüyle ermez. Diler, rızkımızı çoğaltır; dilerse azaltır. İşte, bilmediğimiz; bunu nasıl yaptığıdır. Çalışma, ilk planda gelir, ondan sonrası tevekkülle Allah’a bağlanmaktır.
Rızık temin etme yollarını, meşru hudutlar içinde aramalıdır. Rızık elde etme yollarından herhangi birisinin ihmali, mü’minleri zor duruma düşürür. Zira her mü’min, kendi rızkını temin ederken, diğer mü’minlerin menfaatine olan hizmetleri de üretmek durumundadır. Ancak en efdal ve en temiz olan rızık elde etme yolunun cihad olduğu unutulmamalıdır. Nitekim Peygamberimiz: “Fâiz yemek için hileli yollara saptığınız, öküzlerin kuyruğuna yapışıp ziraatle geçindiğiniz ve cihadı terkettiğiniz zaman, Allah Teâlâ, üzerinize zilleti Musallat kılar. Dininize dönmedikçe o zilleti üzerinizden sıyırmaz.”3331 diyerek, cihadın asla terk edilmemesini ısrarla tebliğ etmiştir.
Rezzâk (Rızık Veren) Allah’tır: Rezzâk; Çok rızık veren, yeteri kadar rızıklandıran anlamında ra-ze-ka fiilinden türemiş mübâlağa ile ism-i fâildir. Rezzâk, Allah Teâlâ’nın Kur’an ve hadislerde zikredilen esmaü’l-hüsnasındandır. “Muhakkak Allah rezzak (gerçek rızık veren) dır. O pek çetin kuvvet sahibidir.” 3332
Beslenerek yaşamaları için bütün canlıların rızıklarını veren yalnız Allah Teâlâ’dır. O’ndan başka rızık veren yoktur. “Yeryüzünde bulunan bütün canlıların rızıkları ancak Allah’a aittir.”3333; “Nice canlı mahluk vardır ki rızkını kendisi taşımıyor. Ona da size de rızkı Allah veriyor.”3334; “Yerde ve gökte Allah’tan başka sizi rızıklandıran bir yaratıcı var mıdır?”3335
Gerçekde rızkı yaratan ve rızıkları kullarına ihsan eden Allah olduğu halde, Kur’an’da “Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”3336 buyrularak, bazı kimselere; fakirlere yiyecek vererek veya gıda alacakları parayı infak ederek onların rızıklanmalarına sebep oldukları için mecazen “râzık” (rızık veren) denilmiştir. Yüce Allah’ın hayru’r-râzikıyn (rızık verenlerin en hayırlısı) olması da şu anlamda kullanılmıştır: Rızık, Allah’tan istenmeli. O nasib etmeyince, sebeplerin hiçbir faydası olmaz. Ticaret ve en ileri seviyedeki teknik sebepler gibi esbabın ötesinde Yüce Allah’ın öyle rızık kapıları vardır ki bunlar kapanınca, bütün sebeplerin tesirleri de kapanır. Ancak o hakiki müessir, müsebbib ve rezzâktır. Ondan başka gerçek anlamıyla rızık verecek râzık yoktur.
Allah’a tevekkül edip O’ndan istemekle beraber, O’nun takdir ettiği rızkı elde etmek için bunu aramak, çalışmak ve yeryüzünde dolaşmak lazımdır. “O (Allah), yeri size Mûsâhhar kıldı (boyun eğdirdi). O halde onun omuzlarında (köşe ve bucağında) yürüyün. Allah’ın rızkından yiyin...” 3337
Rızık; bedenlere ait maddî rızık ve ruhlara ait manevî rızık olmak üzere iki çeşittir. İnsanlar dahil bütün canlı bedenlerinin rızıkları, yiyecek içecek gibi
3331] Ebû Dâvud, K. Büyû, c. 3, s. 740
3332] 51/Zâriyât, 58
3333] 11/Hûd, 6
3334] 29/Ankebût, 60
3335] 35/Fâtır, 3
3336] 62/Cum’a, 11
3337] 67/Mülk, 15
AZİM VE TEVEKKÜL
- 897 -
şeylerdir. Bunlar da Yüce Allah’ın yarattığı bitki ve hayvanlardan temin edilir. İnsan ve cin ruhlarının rızıkları ise, saadete eriştiren bilgilerdir. Bu manevî rızıkların en şereflisi de ma’rifetullah, yani Allah’ı bilmektir. Bundan sonra diğer iman esaslarına dair bilgiler, Allah’a ibâdet, kullarının haklarına riâyet ve güzel ahlâkı tanıma bilgileri gelir. Bütün bunların semeresi, ebedî hayat saadetidir. Bedenlerin rızkı olan zahirî rızkın semeresi, bedenlerin kuvvetlenmesi ve ölüm zamanına kadar yaşamanın sağlanmasıdır.
Rezzâk ism-i şerifinden kulun alacağı hazz ve nasibin önemlileri üç kısımda değerlendirilebilir:
1- Kulun, istediği rızıkları talep etmesi için, helâl yollardan sebeplerine yapıştıktan sonra, Rabbine müracaat etmesi lazımdır. Yani fiilî duasını yaptıktan (rızık aramak için çalıştıktan) sonra, kavlî duasını dille ve gönülle yapması gerekir. Hz. Mûsâ, “Rabbim, kendini bana göster, sana bakayım”3338 diyerek manevî makamların en büyüğünü Rabbinden istediği gibi; acıktığında bedeninin ihtiyacı olan rızkı da “Rabbim, bana hayırdan (mal ve rızıktan) hangi şeyi indirirsen, gerçekten ben ona muhtacım!”3339 diyerek Allah’tan maddî rızık talep etmiştir.
2- Sebeplerine yapıştıktan sonra, rızıkları taksim eden Allah’ın taksimine râzı olup kanaat etmek ve O’na şükür ve hamd etmek lazımdır. “O halde bütün rızkı Allah katında arayın. O’na kulluk edin ve O’na şükredin.” 3340
3- Allah’ın rızık hazinesinden kendisine verdiğini, emrettiği şu şekilde Allah yolunda infak etmelidir. “Onlar ki infak ettikleri vakit ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar. Allah yolunda infakları ikisi arasında ortalama olur.” 3341
Her insanın, kâfir de olsa müşrik de olsa rızkı Allah’a aittir. Allah bütün canlılara yetecek miktarda rızık yaratır. Ama bazan yeryüzündeki zâlim ve zorbalar, kapitalist sömürücüler, mustaz’af insanların haklarını gasbetmeye yeltenirler. Onların da esas cezası Allah’a aittir.
“Yeryüzünü size boyun eğdiren (istifadeniz için itaatli kılan) Allah’tır. O halde yeryüzünün sırtlarında dolaşın da Allah’ın size ihsan ettiği rızıklardan istifade edin.”3342 Yeryüzünün insana boyun eğmesi; işlenmeye ve verimli kılınmaya müsait oluşudur. Faydalı olan nimetlerin ortaya çıkarılmasını sağlamak ve Allah’ın ihsan ettiği rızıkları temin etmek, insanların önemli faâliyet sahalarıdır. Ziraat, ticaret, zanaat ve diğer faâliyetlerin sebebi, yeryüzünde mevcut olan nimetlerin ve rızıkların ortaya çıkarılmasıdır. Dolayısıyla rızık kavramı, insan hayatında önemli bir yere sahiptir.
Bazı müslümanlar rızkı, taleb edip sebeplerine yapışmaya lüzum kalmadan, önüne konacak şeyler zannetmektedir. Hâlbuki rızık, mahlukatının yararlanması için Allah’ın yarattığı şeyler olup, elde edilmesi sarf edilecek gayrete bağlıdır. Her canlının rızkının belli oluşu, onun ne yapıp, rızkını nasıl ve ne miktarda sağlayacağının bilmesinden dolayı kaydedilmesidir. Armut piş, ağzıma düş
3338] 7/A’râf, 143
3339] 28/Kasas, 24
3340] 29/Ankebût, 17
3341] 25/Furkan, 67
3342] 67/Mülk, 15
- 898 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlamında değildir rızık. Kimsenin bir başkasının rızkını elinden alamayışı da bu kayda uygun düşmesi zorunluğundandır.
Rızık Kazanmak İçin Çalışmak: Allah’ın, kullarını rızıklandırmadaki sünneti’nin, kazanma sebeplerine tutunmalarıyla bu rızkı onlara ulaştırması ve bu sebeplere yapışmayı onlara emretmesi tarzında olduğunu belirtmiştik. Yeryüzünün çeşitli bölgelerine gitmek de bu sebeplerdendir. “O size yeri boyun eğer yaptı. Haydi onun omuzlarında yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin.”3343 Yani, yeryüzünün dilediğiniz değişik cihetlerine seyahat veya göç ederek yolculuğa çıkınız. Ticaret ve kazanç konularında çeşitli iklim ve bölgelerini dolaşınız. Allah, yeryüzünü yumuşak yaratmıştır. Öyle ki onda yürüyüşünüz, araçlarla yolculuğunuz çok kolay olmaktadır. Ve Allah’ın rızkından yiyin. Yani, Allah’ın sizi nimetlendirdiği şeylerden istifade edin. Rızık kazanmada sebeplere tutunmanın müstahap olduğuna bu âyet delildir. Bu konuda hadis-i şerif de şöyledir: “Gerçekten Allah, çalışıp kazanan mü’min kulunu sever.” 3344
Çalışmak, rızık kazanmak ve rızkın insanlara ulaşması için alışılagelen bir yoldur. Çalışmak, odun toplamak gibi her ne kadar zorlu bir gayret olsa da, müslümanın çalışmaya gücü oldukça, insanlardan sadaka istemesinden, dilenmesinden hayırlıdır. “Sizden birinin ipini alarak odun demetini sırtlanıp onu satması, -Allah onu dilencilikten korusun- versinler, vermesinler dilenmesinden daha hayırlıdır.” 3345
Rızık kazanmak için çalışmak ve sebeplerine sarılmak, tevekküle aykırı değildir. “Eğer hakkıyla Allah’a tevekkül etmiş olsaydınız, aç çıkıp tok dönen kuşlar gibi rızıklandırılırdınız.”3346 Ömer b. Hattab (r. a.) bir topluluğa uğradı ve onlara “siz kimsiniz?” diye sordu. Onlar da: “Biz mütevekkil (tevekkül edici)leriz” dediler. O da; “Hayır, siz müteekkil (yiyici)lersiniz. Mütevekkil, tohumunu saçan ve sonucunu Rabbine havale eden insandır.” buyurdu. 3347
Ahmed bin Hanbel, evinde veya mescidde oturup “ben çalışmam, nasıl olsa rızkım ayağıma geliyor” diyen adam hakkında sorulunca şöyle demişti: “O, ilimden yoksun cahil adamdır. Oysa Rasûlullah (s.a.s.) “Allah, rızkımı mızrağımın ucunda yaratmıştır.” buyurdu. 3348
Açgözlülük yapmadan, kimseye zulmetmeden ve insanlara yüzsuyu dökmeden mal ile rızıklandırılan kimsenin malı hakkındaki Sünnetullah, o mala bereket verilmesi tarzında cereyan eder. “Mal, yeşil (taze) ve tatlıdır. El açıklığıyla onu ele geçirenin malına bereket verilir. İnsanlara zulmetmek için kazananın malı ise bereketlenmez. Onun durumu, yiyip doymayan kimse gibidir. Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır.”3349 Hadiste malı, mala rağbeti ve insanların ona olan hırsını, lezzetli yeşil bir meyveye benzetiş sözkonusudur. Çünkü kuruya nisbetle yeşil (taze), tek başına arzulanan niteliktedir. Hadisten anlıyoruz ki, mal elde edip de onu şerre alet etmeyenin, yani insanlardan istemeden, yüzsuyu dökmeden kazananın malına bereket verilir. İnsanlara sataşmak, üstünlük taslamak (müstekbir, kapitalist, sömürücü
3343] 67/Mülk, 15
3344] İbn Kesir, c. 4, s. 397
3345] Askalâni, S. Buhâri Şerhi, c. 3, s. 335
3346] Ahmed b. Hanbel
3347] Tefsir-i Âlûsi, 29/19
3348] Askalani, S. Buhâri Şerhi, c. 11, s. 305-306
3349] Askalani, a.g.e. 3/335
AZİM VE TEVEKKÜL
- 899 -
olmak) ve bu yönde aşırı istekli olmak ise malın bereketini kaçırır. “Bereket verilir” demek, bir şeyde İlâhî hayrın var olması demektir. Bereket; hiç umulmadık yerden, bilinmedik şekilde ve görülmedik biçimde İlâhî hayrın ulaşması demektir ki gözle görülenin de görülemeyen, hissedilemeyen artışı vardır. İşte o mübârektir, onda bereket vardır. Kur’an’ın belirttiği gibi zekâtı, sadakası verilen mal, gözle görülür biçimde azalmaz; aksine bereketlenir. 3350
Kader ve Tevekkül
“Tevekkül”, öteden beri amaçlı ve tek taraflı yorumlara konu olmuş bir kavramdır. Bunun nedenini, yalnızca tevekkül sözcüğünün verdiği esnek anlamda değil, bu anlamın insanlar tarafından çarpık algılanmasında aramak gerekir. Çünkü tevekkülü, kimileri kasıtlı, kimileri de kasıtsız olarak yanlış yorumlamışlardır. Böylece bu kavram hakkında ikisi yanlış, biri ise doğru olmak üzere üç ayrı düşüncenin var olduğunu söyleyebiliriz.
Bu çarpık yorumlardan birincisi, İslâm’a ve Kur’ân’a karşı önyargılı olanlara aittir. Daha çok şartlanmışlık etkisiyle İslâm’a karanlık bakanlara göre tevekkül, kelimenin tam anlamıyla; “her şeyi boşvermişlik demektir. Bu da tembel, miskin, amaçsız ve idealsiz insan tipinin hayat anlayışıdır. Bu anlayışın kaynağı ise Dindir.” Tabiatıyla dinden İslâm’ı amaçlamaktadırlar.
Bu görüşün doğruluk derecesini anlayabilmek için Kur’ân-ı Kerim’i incelemek yeterlidir. Gerçekte de Kur’ân-ı Kerim, bütün emir ve yasaklarıyla ve birçok öğütleriyle müslüman kişiye aktif, hareketli, dinamik ve üretken olması için ruh vermektedir. İslâm’ın ahlâk değerlerinden ilham alarak yola çıkan müslümanların tarihte elde ettikleri başarılar ve zaferler, sanat ve bilim alanında gerçekleştirdikleri eserler de onların tevekkül anlayışının böyle olmadığını ayrıca kanıtlamaktadır. Tevekkülü, her şeyi boşvermek gibi yorumlayanların yanıldığını kanıtlayan bir gerçek de onların bu kavramı yorumlarken hiç bir kaynağa dayanmamış olmalarıdır. Nitekim:
“Bu kelimenin mânâsı: Her şeyi kadere ve kısmete bağlayarak gayret harcamadan tam bir tevekkül içinde yaşamak demektir”3351 diyen bir yazar bu tanımı neye dayanarak yaptığını açıklamamıştır, Çünkü açıklayamamıştır. Ayrıca bu tanımda şöyle bir çelişki vardır: “Her şeyi kadere bağlamak” ile “gayret harcamadan yaşamak” birbirinden farklı şeylerdir. Çünkü her şeyi kadere bağlamak sanıldığı gibi boşvermişlik değil, bilakis Allah’ın ezelde her şeyi bildiğine inanmaktır. Bu ise, imanın şartlarındandır. Dolayısıyla Allah’ın (c.c.) ezelde her şeyi bildiğine inanmayan insan zâten mü’min değildir. “Gayret harcamadan yaşamanın” ise “her şeyi kadere bağlamak”la hiç bir ilişkisi yoktur. Bu olsa olsa bazı kimselerin bilgisizlikten kaynaklanan kişisel görüşüdür. Kişisel görüşlerin ise Kur’ân’ın evrensel değerlerini anlatmak için bir kaynak ya da bağlayıcı bir kanıt olamayacağı açıktır.
Tevekkül konusundaki yanlış görüşlerden ikincisi ise bazı mistiklere aittir. Bu görüşün temeli, eski stoacı Yunan filozoflarından Antistenes ve Sinop’lu Diogenes’in düşüncelerine kadar dayanmaktadır. Roma döneminde de Epiktetos’un ihyâ ettiği bu düşünce İslâm’ın gelişinden sonra bazı tasavvufçular
3350] Bk. 2/Bakara, 276
3351] Meydan Larousse, Tevekkül Maddesi, H. Rahmi Gürpınar’dan naklen
- 900 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tarafından benimsenmiştir. “Kinizm” denen bu felsefenin zâten adı üstündedir. Çünkü kinik yaşam tarzı, köpek gibi yaşamak demektir. Bu anlayışa göre: Nasıl ki köpeğin, çalışmak gibi bir gâilesi, bir endişesi ve geleceğe dönük bir amacı ve ideali yoksa -sözde- insan da böyle olmalıdır; Mutluluk böyle bir yaşam tarzıyla ancak elde edilebilir. Tabiatıyla bir kısım tasavvufçular Helen kökenli maddeci filozofların bu görüşünü İslâm toplumuna sunabilmek için onu kendilerince İslâmlaştırmış ve bunu da tevekkül kavramını yorumlayarak yapmışlardır.
Tevekkül hakkındaki bu anlayışın yabancı kaynaklardan sızdığı, İslâm’daki tevekkülün ise bu olmadığı noktasında İslâm âlimleri görüş birliği içindedirler. Tevekkül kavramının en doğru anlamını Kur’ân-ı Kerim vermektedir. Bunu, özellikle şu âyetten çok iyi anlıyoruz: “Eğer kaba, katı yürekli olsaydın (dava arkadaşların) çevrenden dağılacak gideceklerdi. Öyle ise onları bağışla, onlar için Allah’dan af dile (Bir iş için) karar verdiğinde Allah’a tevekkül et.” 3352
Bir iş için karar vermek, o konuda gerekli önlemleri almak ve ön hazırlıkları yapmakla olur. Bu zâten doğal bir şeydir. Nitekim insanların, işlerine güçlerine gitmeden önce yanlarına birtakım kanıtlayıcı belgeler almaları, araç ve gereçler, ihtiyaç duydukları para, malzeme, silâh, ilâç, koruyucu madde, yiyecek ve içecek gibi şeyleri taşımaları, iş yerlerinde güvenlik önlemleri almaları hep bu gerçeği kanıtlamaktadır. Herhangi bir konuda karar veren aklı başında bir insanın, o işten beklenen sonucu alabilmek için gerekli ön hazırlıkları yapmış olması en mantıklı şeydir.
Dikkat edilecek olursa, yukarıda sözü edilen âyet-i kerimede iki önemli nokta vardır. Bunlardan birincisi karar vermek, ikincisi ise Allah’a tevekkül etmektir. Ancak “tevekkül etmek” âyet-i kerimedeki ifade içinde karar vermeye, (hatta bir anlamda önlem almaya bağlanmış) ve ondan sonra söz konusu edilmiştir. Bu da kişinin boş yere, gaflet içinde ve bilinçsiz oalarak Allah’a tevekkül edemeyeceğini kanıtlamaktadır. İnsan elbette ki önce bir şey planlamış olmalı ve bunun için birtakım hazırlıklar yapmış, önlemler almış olmalıdır ki gerisini Allah Teâlâ’ya bırakması bir anlam ifade etsin. Bu ölçüler içindeki gerçek tevekkülün aykırı şekline ise “tevâkül” denir.
İnsanın bu dünyadan nasibini alabilmesi için sebeplere sarılması konusunda İlâhî öğüt vardır.3353 Ancak Allah Teâlâ mü’min kişiye, alacağı bütün önlemlerden ve yapacağı bütün hazırlıklardan sonra yine de işini O’na havâle etmesini emretmiş, “Eğer mü’minseniz Allah’a tevekkül ediniz.”3354 buyurmuştur. Çünkü şu bir gerçektir ki, insan ne kadar tedbirli ve hazırlıklı olursa olsun Allah eğer dilerse onun bütün tedbirlerini ve hazırlıklarını boşa çıkarıp işini gücünü altüst edebilir; Bunu, hikmetinin ve takdirinin bir sonucu olarak yapabileceği gibi, kendine ve aldığı önlemlere güvenen gâfil insana bir ceza olarak da yapabilir. Şu halde yapılacak bütün hazırlıklardan ve alınacak bütün tedbirlerden sonra Allah’a tevekkül etmek İlâhî bir emirdir. Mü’minin, gaflet içinde olmadığının da ayrıca kanıtıdır. İşte Kur’ân’ın bize öğrettiği ve öğütlediği tevekkül budur. 3355
3352] 3/Âl-i İmrân, 159
3353] 28/Kasas, 77; 53/Necm, 40; 67/Mülk, 15
3354] 5/Mâide, 23
3355] F. Aydın, İslâm İnanç Sistemi,
AZİM VE TEVEKKÜL
- 901 -
Kur’ân-ı Kerim’de Azim ve Tevekkül
Kur’ân-ı Kerim’de “azm” kelimesi ve türevleri toplam 9 yerde geçer. Tevekkül kelimesinin türediği “v-k-l” ve türevleri ise toplam 70 yerde kullanılır.
“(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk/ibâdet ederiz ve yalnız Senden medet umar, Senden yardım isteriz.” 3356
“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz o (sabır ve namaz), Allah’a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir.” 3357
“... Mü’minler, yalnızca Allah’a tevekkül etmelidir.” 3358
“Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şâyet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlarla istişâre et, onlara danış. Artık azmettiğin, kararını verdiğin zaman da Allah’a tevekkül et, O’na dayanıp güven. Çünkü Allah, tevekkül edenleri kendisine sığınanları sever.” 3359
“Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi ‘yapayalnız ve yardımsız’ bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse mü’minler, yalnızca Allah’a tevekkül etsinler. 3360
“Onlar (mükâfata erecek olan mü’minler) öyle kimselerdir ki, halk kendilerine: ‘(Düşmanlarınız olan) insanlar size karşı ordu hazırladılar, o halde onlardan korkun!’ dedi de, bu (söz) onların imanlarını arttırdı ve ‘Hasbuna’llahu ve ni’me’l-Vekîl; Allah bize yeter, O ne güzel Vekil’dir’ dediler.” 3361
“Sen de onlardan (münâfıklardan) yüz çevir ve Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.” 3362
“İşte siz, dünya hayatında onlardan yana mücâdeleye atıldınız. Peki, Kıyâmet günü onlardan yana Allah’la kim mücâdele edecek? Ya da onlara vekil olacak kimdir?” 3363
“Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) Allah’ındır. (Güvenilip dayanılacak) Vekil olarak Allah yeter.” 3364
“Allah ancak bir tek ilâhtır. O çocuk sahibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.” 3365
“Ey iman edenler, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani bir topluluk, size ellerini uzatmaya yeltenmişti de, (Allah,) onların ellerini sizlerden geri püskürtmüştü. Allah’tan korkup-sakının. Mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.” 3366
3356] 1/Fâtiha, 5
3357] 2/Bakara, 45; benzer âyet için yine Bk. 2/Bakara, 153
3358] 3/Âl-i İmrân, 122
3359] 3/Âl-i İmrân, 159
3360] 3/Âl-i İmrân, 160
3361] 3/Âl-i İmrân, 173
3362] 4/Nisâ, 81
3363] 4/Nisâ, 109
3364] 4/Nisâ, 132; Ayrıca Bk. 4/Nisâ, 81, 171; 17/İsrâ, 65; 33/Ahzaâ, 3, 48
3365] 4/Nisâ, 171
3366] 5/Mâide, 11
- 902 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“...Eğer mü’minlerdenseniz, yalnızca Allah’a tevekkül edin.” 3367
“(Hz. Şuayb:) Allah bizi ondan (şirkten) kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz Allah’a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur. Rabbimiz olan Allah’ın dilemesi dışında, ona geri dönmemiz bizim için olacak iş değildir. Rabbimiz, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah’a tevekkül ettik. ‘Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında ‘Sen hak ile hüküm ver,’ Sen ‘hüküm verenlerin en hayırlısısın’ (dedi).” 3368
“(Hz. Mûsâ’ya iman eden sihirbazlar, Firavun’a şöyle dediler:) ‘Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun.’ (Sonra şöyle niyaz ettiler:) ‘Ey Rabbimiz! Üstümüze sabır yağdır (Bize bol bol sabır ver), müslüman olarak canımızı al’ dediler.” 3369
“Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: ‘Mûsâ’yı ve kavmini, seni ve tanrılarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar diye mi bırakacaksınız?’ (Firavun:) ‘Biz onların oğullarını öldürüp, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz’ dedi. Mûsâ kavmine dedi ki: ‘Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Sonuç müttakîlerin (Allah’tan korkup günahtan) sakınanlarındır.” 3370
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah zikredilip anıldığı zaman yürekleri ürperir. O’nun âyetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.” 3371
“Münâfıklar ve kalplerinde hastalık olanlar şöyle diyorlardı: ‘Bunları (Müslümanları) dinleri aldattı.’ Oysa, kim Allah’a tevekkül ederse, şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” 3372
“Eğer onlar (müşrikler) barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah’a tevekkül et. Çünkü O, işitendir, bilendir.” 3373
“Ey Peygamber! Sana ve sana uyan mü’minlere Allah yeter.” 3374
“De ki: ‘Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isâbet etmez. O bizim mevlâmızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.” 3375
“Eğer onlar yüz çevirirlerse, de ki: ‘Bana Allah yeter. O’ndan başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. Ben O’na tevekkül ettim (O’na güvenip dayandım) O, büyük arşın Rabbi/sahibidir.” 3376
“Onlara Nûh’un haberini oku. Hani kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim, benim makamım ve Allah’ın âyetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa ben, şüphesiz Allah’a tevekkül etmişim...” 3377
3367] 5/Mâide, 23
3368] 7/A’râf, 89
3369] 7/A’râf, 126
3370] 7/A’râf, 127-128
3371] 8/Enfâl, 2
3372] 8/Enfâl, 49
3373] 8/Enfâl, 61
3374] 8/Enfâl, 64
3375] 9/Tevbe, 51
3376] 9/Tevbe, 129
3377] 10/Yûnus, 71
AZİM VE TEVEKKÜL
- 903 -
“Mûsâ dedi ki: ‘Ey kavmim, eğer siz Allah’a iman edip Müslüman olmuşsanız artık yalnızca O’na tevekkül edin. (Kavmi) Dediler ki: ‘Biz Allah’a tevekkül ettik; Rabbimiz, bizi zulmeden bir kavim için bir fitne (konusu) kılma.” 3378
“De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim hidâyete ulaşırsa, o, ancak kendi nefsi için hidâyete ulaşmıştır. Kim de saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben, sizin üzerinize bir vekil değilim.” 3379
“(Hûd dedi ki:) ‘Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. O’nun, alnından yakalayıp denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır).” 3380
“(Şuayb) Dedi ki: ‘Ey kavmim görüşünüz nedir söyler misiniz? Ya ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek sûretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir. Benim başarım ancak Allah(’ın yardımı) iledir; O’na tevekkül ettim (güvenip dayandım) ve O’na içten yönelip dönerim.” 3381
“Göklerin ve yerin gaybı Allah’ındır, bütün işler O’na döndürülür; öyleyse O’na kulluk/ibâdet edin ve O’na tevekkül edin (güvenip dayanın). Senin Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.” 3382
“Ve (Yak’kub) dedi ki: ‘Ey çocuklarım, (Mısır’a) tek bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ben size Allah’tan hiçbir şeyi sağlayamam (gideremem). Hüküm yalnızca Allah’ındır. Ben O’na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnızca O’na tevekkül etmeli, O’na güvenip dayanmalıdırlar.” 3383
“(Ey Muhammed!) Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın. Onlar Rahman’ı inkâr ediyorlar. De ki: ‘O benim Rabbimdir. O’ndan başka tanrı yoktur. Sadece O’na tevekkül ettim ve dönüş sadece O’nadır.” 3384
“Rasûlleri onlara dediler ki: “Doğrusu biz, sizin gibi yalnızca bir beşeriz, ancak Allah kullarından dilediğine lütufta bulunur. Allah’ın izni olmaksızın size bir delil getirmemiz bizim için olacak şey değil. Mü’minler, ancak Allah’a tevekkül etmelidirler.” 3385
“Bize ne oluyor ki, Allah’a tevekkül etmeyelim? Bize doğru olan yolları O göstermiştir. Ve elbette bize yaptığınız işkencelere/eziyetlere karşı sabredeceğiz. Tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkül etmeli, sadece O’na güvenip dayanmakta sebat etmelidir.” 3386
“Onlar (o muhâcirler) sabredenler ve Rablerine tevekkül edenler, ancak O’na güvenip dayanmakta olanlardır.” 3387
3378] 10/Yûnus, 84-85
3379] 10/Yûnus, 108
3380] 11/Hûd, 56
3381] 11/Hûd, 88
3382] 11/Hûd, 123
3383] 12/Yûsuf, 67
3384] 13/Ra’d, 30
3385] 14/İbrâhim, 11
3386] 14/İbrâhim, 12
3387] 16/Nahl, 42
- 904 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı gücü yoktur.” 3388
“Mûsâ’ya kitap verdik ve ‘Benden başka vekil edinmeyin’ diye onu İsrailoğullarına kılavuz (hidâyet rehberi) kıldık.” 3389
“(Allah şeytana dedi ki:) ‘Benim (gerçek) kullarım (var ya); senin onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün (hâkimiyetin) yoktur. Vekil olarak Rabbin yeter.” 3390
“Hiçbir şey için ‘Bunu yarın yapacağım!’ deme. Ancak, ‘inşâallah (Allah dilerse yapacağım de). Unuttuğun zaman Allah’ı zikret/an ve ‘umarım Rabbim beni, doğruya daha yakın olana eriştirir’ de.” 3391
“Andolsun Biz, daha önce de Âdem’e ahid (emir ve vahiy) vermiştik. Ne var ki o, (ahdi) unuttu. Onda azim de bulmadık.” 3392
“(Muhammed:) ‘Rabbim! (Onlar hakkında) adâletinle hükmünü ver. Bizim Rabbimiz Rahmân’dır. Sizin anlattıklarınıza karşı (yegâne) yardımı umulan, sığınılan O’dur’ dedi.” 3393
“Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim’in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size ‘müslümanlar’ adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır O, ne güzel yardımcıdır!” (3394
“Sen, asla ölmeyen ve daima diri olan (Allah)’a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından O’nun haberdar olması yeter.”
“Sen, O güçlü ve üstün, merhamet eden (Allah’)a tevekkül et.” 3395
“Sen, artık Allah’a tevekkül et; çünkü sen apaçık olan hak üzerindesin.” 3396
“Ki onlar (cennetlik mü’minler), sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir (O’na güvenip dayanmaktadırlar.” 3397
“(Lokman, oğluna nasihat ederek şöyle demişti:) Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer (farz edilen) işlerdir.” 3398
“Allah’a tevekkül et (O’na güvenip dayan); vekil (koruyucu) olarak Allah yeter.” 3399
“Kâfirlere ve münâfıklara itaat etme, eziyetlerine (şimdilik) aldırma ve Allah’a
3388] 16/Nahl, 99
3389] 17/İsrâ, 2
3390] 17/İsrâ, 65
3391] 18/Kehf, 23-24
3392] 20/Tâhâ, 115
3393] 21/Enbiyâ, 112
3394] 22/Hacc, 78
3395] 25/Furkan, 58
3396] 27/Neml, 79
3397] 29/Ankebût, 59
3398] 31/Lokman, 17
3399] 33/Ahzâb, 3
AZİM VE TEVEKKÜL
- 905 -
tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.” 3400
“Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şey üzerinde vekildir (Her şeyi dilediği gibi tasarruf eder).” 3401
“Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey; artık O’nun hükmü Allah’ındır. İşte Rabbim olan Allah. Ben O’na tevekkül ettim ve yalnızca O’na dönüp yönelirim.” 3402
“Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının metaı (kısa süreli faydalanması)dır. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. (Bu da) iman edip Rablerine tevekkül edenler içindir.” 3403
“Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir (azmu’l-ümûr; mert, azimkâr adamların işidir).” 3404
“O halde (Rasûlum), peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar hakkında acele etme, onlar vaad edildikleri azâbı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu, bir tebliğdir. Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helâk edilir mi hiç?!” 3405
“Gizli konuşmalar şeytandandır. Bu, iman edenleri üzmek içindir. Oysa şeytan, Allah’ın izni olmadıkça, mü’minlere hiçbir zarar veremez. Mü’minler Allah’a tevekkül etsinler, O’na dayanıp güvensinler.” 3406
“İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp inkâr ettik. Sizinle aramızda, siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.’ Ancak İbrahim’in babasına: ‘Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah’tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez’ demesi hâriç. (Siz şöyle deyin:) ‘Ey Rabbimiz, biz Sana tevekkül ettik ve Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır.” 3407
“Allah; O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. Öyleyse mü’minler (yalnızca) Allah’a tevekkül etsi, yalnız O’na güvenip dayansınlar.” 3408
“... Kim Allah’tan korkarsa, takvâ sahibi olursa, Allah ona bir çıkış yeri (kurtuluş) ihsan eder. Ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah’a tevekkül eder, O’na güvenip dayanırsa, O, kendisine yeter/yetişir. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir. Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır.” 3409
“De ki: ‘O (Allah) Rahman olan (merhamet edip koruyan)dır; biz O’na iman ettik ve O’na tevekkül ettik. Artık siz kimin açık bir dalâlet/sapıklık içinde olduğunu pek yakında bileceksiniz.” 3410
3400] 33/Ahzâb, 48
3401] 39/Zümer, 62
3402] 42/Şûrâ, 10
3403] 42/Şûrâ, 36
3404] 42/Şûrâ, 43
3405] 46/Ahkaf, 35
3406] 58/Mücâdele, 10
3407] 60/Mümtehıne, 4
3408] 64/Teğâbün, 13
3409] 65/Talâk, 2-3
3410] 67/Mülk, 29
- 906 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hadis-i Şeriflerde Azim ve Tevekkül
“Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı; sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz.” 3411
Hz. Peygamber, devesini salıvererek Allah’a tevekkül ettiğini söyleyen bir bedevîye “Onu bağla da öyle tevekkül et” buyurdu. 3412
“Ümmetimden yetmiş bin kişi (Mahşer’de) hesaba çekilmeden cennete girecektir” Kendisine: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar kimlerdir?’ diye sual edildi. “Onlar, büyü yapmayan, yaptırmayan, uğursuzluğa inanmayan ve Rablerine tevekkül edip güvenenlerdir.” 3413
“Kuvvetli mü’min, Allah katında zayıf mü’minden daha hayırlı, (daha üstün) ve daha sevimlidir. (Bununla beraber) her ikisinde de hayır vardır. Sana yararlı olan şeyi elde etmeye çalış. Allah’tan yardım dile ve asla acz gösterme. Başına birşey gelirse, ‘Eğer (keşke) şöyle yapsaydım, şöyle olurdu!’ diye hayıflanıp durma. ‘Allah’ın takdiri bu. O, ne dilerse yapar’ de. Çünkü ‘eğer (keşke)’ kelimesi, şeytanı memnun edecek işlerin kapısını açar.” 3414
İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah buyurdu ki: “Yâ Rab! Yalnız Senin hükmüne teslim oldum, yalnız Sana iman ettim, yalnız Sana tevekkül ettim, yalnız Sana döndüm, yalnız Senin için mücâdeleye girdim. Yâ Rab! Dalâlete/sapıklığa düşmekten izzetine sığınırım, Senden başka ilâh yoktur. Ölmeyecek diri yalnız Sensin. Cinler ve insanlar ise, hep ölümlüdürler!” 3415
İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: İbrahim (a.s.) ateşe atıldığı zaman “Hasbunallahu ve ni’mel-vekîl (Allah bize yeter. O ne güzel vekildir)” dedi. Muhammed (s.a.s.) de onu söyledi. Şöyle ki: (Kendisine) “İnsanlar size karşı ordular hazırladılar, o halde onlardan korkun.” dedikleri zaman, bu (söz) onların imanını artırdı ve: “Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir.” dediler.3416 İbn Abbas (r.a.), gelen bir diğer rivâyete göre şöyle demiştir: İbrahim (a.s.) ateşe atıldığı zaman son sözü “Allah bana yeter. O, ne güzel vekildir” olmuştur. 3417
“Cennete birtakım kavimler girer ki, bunların gönülleri (rızıklarını aramada Allah’a tevekkül etmiş) kuşların gönülleri gibidir (yani tevekkül sahibidirler).” 3418
“Yatağına yattığında şöyle duâ et: ‘Allah’ım kendimi Sana teslim ettim, yüzümü Sana yönelttim, işimi Sana bıraktım, Senden ümitvâr olarak, azâbından korkarak sırtımı Sana dayadım. Senden sığınacak ve korunacak yer yine Sanadır. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin peygambere iman ettim.’ Eğer bu duâyı yapıp yattığın gece ölürsen iman üzere ölürsün. Eğer sabaha çıkarsan hayra ulaşırsın.” 3419
3411] Tirmizî, Zühd 33, Hadis no: 2344; İbn Mâce, Zühd 14
3412] Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme 60
3413] Buhârî, Tıb 1, Rikak 50, Libas 18; Müslim, İman 371, 374, hadis no: 218; Tirmizî, Kıyâmet 16
3414] Müslim, Kader 34
3415] Müslim, Zikir 67, Müsâfirîn 199; Buhârî, Teheccüd 1, Tevhid 7, 8, 24, 35; Ebû Dâvud, Salât 119; Tirmizî, Deavât 29; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 9; İbn Mâce, İkamet 180
3416] Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir
3417] Buhârî, Tersûru sûre 3, -13-
3418] Müslim, Cennet 27; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/33
3419] Buharî, Vudû’ 75, Deavât 6; Müslim, Zikir 56-58; Ebû Dâvud, Edeb 98
AZİM VE TEVEKKÜL
- 907 -
Ebû Bekir (r.a.) şöyle demiştir: “Biz (Hicret esnasında) mağarada iken, başımız ucunda (bizi arayan) müşriklerin ayaklarını gördüm ve Rasûlullah’a: “Ey Allah’ın Rasûlü, eğer şunlardan biri eğilip aşağıya bakacak olsa mutlaka bizi görür” dedim. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ey Ebû Bekir, üçüncüleri Allah olan iki kişiyi sen ne zannediyor (ve haklarında neler düşünüyor)sun?” 3420
Ümmü Seleme (r.a.)’dan rivâyet edilmiştir: Rasûlullah evinden çıkarken şöyle derdi: “Bismillâh. Allah’ın adıyla çıkıyor, Allah’a tevekkül ediyor, O’na güveniyorum. Allah’ım! Dalâletten/sapmaktan, saptırılmaktan; (Senin yolundan) kaymaktan, kaydırılmaktan; haksızlık yapmaktan, haksızlığa uğramaktan; câhilce davranmaktan ve câhillerin davranışlarına muhâtap olmaktan Sana sığınırım.” 3421
“Kim, evinden çıkarken: ‘Allah’ın adıyla çıkıyor, Allah’a tevekkül ediyor, O’na güveniyorum. Günahlardan korunmaya güç yetirmek ve tâatte kuvvet bulmak, ancak Allah’ın tevfik ve yardımıyladır’ derse, kendisine: ‘Doğruya iletildin, ihtiyaçların karşılandı, düşmanlarından korundun’ diye cevap verilir. Şeytan da kendisinden uzaklaşır.” Ebû Dâvud’un rivâyetinde şu ilâve vardır: “Şeytan diğer şeytana: ‘Hidâyet edilmiş, ihtiyaçları karşılanmı ve korunmuş kişiye sen ne yapabilirsin ki?’ der.” 3422
Enes (r.a.) şöyle dedi: “Nebî (s.a.s.) zamanında iki kardeş vardı. Bunlardan biri (ilim öğrenmek için) Peygamber’e (s.a.s.) gelir, diğeri de (geçimlerini temin için) çalışırdı. (Bir gün) çalışan kardeş, ötekini Nebî’ye (s.a.s.) şikâyet etti. Peygamber de: “Belki de sen, onun yüzünden iş buluyor, rızıklandırılıyorsun” buyurdu. 3423
“Kim insanların en şereflisi olmak isterse Allah’tan korksun. Kim insanların en güçlüsü olmak isterse Allah’a tevekkül etsin. Kim de insanların en zengini olmak isterse, kendi elindekinden çok Allah’ın nezdindekine bel bağlasın.”
Abdullah İbn Abbâs’dan nakledildiğine göre o şöyle demiştir: Bir gün Hz. Peygamber’in terkisinde bulunuyordum. Bana: “Yavrucuğum, sana bazı kurallar öğreteyim” dedi ve şöyle buyurdu: “Allah’ın emirlerini gözet ki Allah da seni gözetip korusun. Allah’ın (rızâsını) her işte önde tut, Allah’ı önünde bulursun. Birşey istediğin zaman yalnız Allah’tan iste. Yardım dilediğin zaman Allah’tan dile. Şunu iyi bil ki, bütün yaratılmışlar toplanıp elbirliğiyle sana bir menfaat/fayda vermeye çalışsalar, ancak Allah’ın senin için takdir ettiği faydayı temin ederler, daha fazlasını veremezler. Yine eğer bütün halk elbirliği ile sana bir zarar vermek isteseler, ancak Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler. Çünkü artık kaderi yazan kalem yazmaz olmuş, yazıları değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir. (Bundan sonra takdirde herhangi bir değişiklik sözkonusu değildir.)” 3424
“Allah’ın emir ve yasaklarını gözet, O’nu önünde bulursun. Bolluk içindeyken (emirlerine bağlı kalmakla) sen Allah’ı tanı ki O da darlığa düşünce (kurtarmak sûretiyle) seni tanısın. Bil ki senin hakkında yazılmamış olan şey başına gelmez. Sana takdir edilen de seni atlayıp (başkalarına) gitmez. Bil ki zafer sabırla, sevinç üzüntüyle, kolaylık da zorlukla birliktedir.” 3425
3420] Buhârî, Tefsîru Sûre (9), 9, Fezâilu’l-Ashâb 2; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 1
3421] Ebû Dâvud, Edeb 103; Tirmîzî, Deavât 34; İbn Mâce, Duâ 18
3422] Ebû Dâvud, Edeb 103; Tirmizî, Deavât 34
3423] Tirmizî, Zühd 33
3424] Tirmizî, Kıyâmet 59
3425] Ahmed bin Hanbel, I/307
- 908 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ey Ebû Hureyre! Allah’tan başka hiçbir şeye ümit bağlama. Allah’a tevekkül eyle. Bir arzun varsa Allah’tan iste. Allah Teâlâ’nın âdet-i İlâhiyyesi (işi, kânunu) şöyledir ki; her şeyi bir sebep altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allah Teâlâ’nın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir.”
“Yararlı işler görmekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar. Dinini küçük bir dünyalığa satar.” 3426
Câbir İbn Abdullah’dan (r.a.) rivâyet edildiğine göre o, Nebî (s.a.s.) ile birlikte Necid taraflarında bir gazvede bulunmuştu. Dönüşte Rasûlullah orada mola vermiş, mücâhidler ağaçlar altında gölgelenmek üzere çevreye dağılmışlardı. Rasûlullah ise, semûre denilen sık yapraklı bir ağaç altında istirahete çekilmiş, kılıcını da ağaca asmıştı. (Câbir dedi ki:) Birazcık kestirmiştik (uyumuştuk) ki, Rasûlullah’ın bizi çağırdığını işittik ve hemen yanına koştuk. Bir de baktık, Rasûlullah’ın yanında (müşriklerden) bir bedevî var. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Ben uyurken bu bedevî kılıcımı almış, uyandığımda kılıç kınından sıyrılmış vaziyette bunun elindeydi. Bana: ‘Seni benim elimden kim koruyup kurtaracak?’ dedi. Ben de üç defa: “Allah!” cevabını verdim.” (Câbir diyor ki:) Rasûlullah adamı cezalandırmamıştı, yanında oturuyordu.3427 Buhârî’deki bir başka rivâyette Câbir (r.a.) şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte Zâtü’r-Rika denilen gazvede bulunuyorduk. Gölgeli bir ağaç bulduğumuzda onu Rasûlullah’a (s.a.s.) bırakmayı âdet edinmiştik. (Bu defa da öyle yaptık.) Ancak, müşriklerden bir adam gelerek Rasûlullah’ın (ağaçta asılı olan) kılıcını alıp çekmiş ve ‘Benden korkuyor musun?’ diye seslenmiş. Nebî (s.a.s.): “hayır!” cevabını vermiş. Adam: ‘Peki seni benim elimden kim kurtaracak?’ demiş. Rasûlullah da: “Allah!” buyurmuştur.3428 Ebû Bekir el-İsmâilî’nin “Sahih”inde yer alan bir rivâyette olayın bundan sonraki kısmı şöyle anlatılmaktadır: Adam: ‘Seni benim elimden kim kurtarır?’ dedi. Nebî (s.a.s.): “Allah!” cevabını verdi. Bunun üzerine adamın elinden kılıç düştü. Rasûlullah (s.a.s.) kılıcı aldı ve: “Peki, şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” buyurdu. Adam: ‘İyi bir cezâlandırıcı ol!’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Allah’tan başka ilâh olmadığını ve benim Allah’ın rasûlü/elçisi olduğumu kabul ve itiraf eder misin?” dedi. Adam: ‘Hayır, kabul etmem! Ancak, seninle çarpışmamaya, seninle savaşacak herhangi bir topluluk içinde bulunmamaya söz veririm’ dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) adamı serbest bıraktı. O da arkadaşlarının yanına döndü ve onlara: ‘En hayırlı kişinin yanından geliyorum’ dedi.
“Kanaatkâr ol ki, insanların Allah’a en çok şükredeni olasın.” 3429
“İslâm hidâyeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu!” 3430
“Ey insanlar! Allah’a karşı muttakî olun ve (dünyevî) isteklerde mûtedil/ölçülü olun. Zira, hiçbir kimse yoktur ki, (Allah’ın kendisine takdir ettiği) rızkını eksiksiz elde etmeden ölmüş olsun. Rızkı gecikse bile ona mutlaka kavuşacaktır. Öyleyse Allah’tan korkun ve
3426] Müslim, İman 186; Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3; İbn Mâce, İkame 78
3427] Buhârî, Cihad 84, 87, Meğâzî 31, 32; Müslim, Fezâil 13, 14, Müsâfirîn 311
3428] Buhârî, Meğâzî 31
3429] İbn Mâce, Zühd 24
3430] Tirmizî, Zühd 35, hadis no: 2350
AZİM VE TEVEKKÜL
- 909 -
talepte mûtedil olun, (gayr-ı meşrû yollara sapmayın) helâl olanı alın, haram olanı terkedin.” 3431
“Zenginlik mal çokluğuyla değildir. Bilâkis zenginlik göz tokluğudur, gönül zenginliğidir.” 3432
“Ey Âdemoğlu! Eğer fazla malını Allah yolunda harcarsan bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Kefâf (yeterli miktar) sebebiyle levm edilmez, kınanmazsın. (Harcamaya), bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır.” 3433
“Dünyada zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı ziyân etmekle olmaz. Gerçek zâhidlik, Allah’ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok güvenmen ve bir müsîbete düştüğün zaman getireceği sevabı sebebiyle, onun devamına rağbet göstermendir.” 3434
“Kim gam ve tasalarını bire indirir ve sadece âhiret tasasına gönlünde yer verirse, onun dünyevî gamlarını Allah izâle eder. Kim de gam ve tasalarını dünya ahvâline dağıtacak olursa, Allah onun, vâdilerden hangisinde helâk olacağına aldırış etmez.” 3435
“Bana zayıflarınızı arayın. Zîra sizler, zayıflarınız sebebiyle (onların sabrı, duâsı, takvâsı bereketiyle) yardıma ve rızka mazhar kılınıyorsunuz.”3436 Nesâî’nin rivâyetinde: “Allah bu ümmete zayıfları sebebiyle, onların duâları, namazları ve ihlâsları hatırı için yardım eder.” Zayıfların ibâdet ve duâları çok daha hâlisânedir. Çünkü, kalpleri dünyevî süslerle meşgûl değildir. Himmetleri bir şeyde toplanmıştır. Bu sebeple duâları makbuldür, amelleri (riyâdan) pâktır.
“Yanımda bir mal olsa, bunu sizden ayrı olarak (kendim için) biriktirecek değilim. Kim iffetli davranır (istemezse), Allah onu iffetli kılar. Kim istiğna gösterirse Allah da onu gani kılar. Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır.”3437 Rezin şu ziyâdede bulunmuştur: “İslâm’a girip, yeterli miktarla rızıklandırılan ve verdiği bu miktara Allah’ın kanaat etmeyi nasip ettiği kimse kurtuluşa ermiştir.”
“(Hakiki) miskîn (yoksul), kapı kapı dolaşırken verilen bir iki lokmanın veya bir iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat gerçek miskîn, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve halini anlayıp kendisine tasaddukta bulunacak biri çıkmayan, (buna rağmen) kalkıp halktan birşey istemeyen kimsedir.” 3438
“Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah’ın üzerinizdeki nimetini küçük
3431] Kütüb-i Sitte, 17/245
3432] Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 120, hadis no: 1051; Tirmizî, Zühd 40, h. no: 2374
3433] Müslim, Zekât 97, hadis no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344
3434] Tirmizî, Zühd 29, hadis no: 2341; İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4100
3435] Kütüb-i Sitte, 17/565
3436] Ebû Dâvud, Cihâd 77, hadis no: 2594; Tirmizî, Cihâd 24, h. no: 1702; Nesâî, Cihâd 43, -6, 45,46-
3437] Buhârî, Zekât 50, Rikak 20; Müslim, Zekât 124, hadis no: 1053; Muvattâ, Sadaka 7 -2, 997-; Ebû Dâvud, Zekât 28, h. no: 1644; Tirmizî, Birr 77, h. no: 2025; Nesâî, Zekât 85, -5, 95-
3438] Buhârî, Zekât, 53, Tefsir, Bakara 48; Müslim, Zekât 102, hadis no: 1039; Muvattâ, Sıfatu’n-Nebiyy 7, -2, 923-; Ebû Dâvud, Zekât 23, h. no: 1631, 1632; Nesaî, Zekât 76 -5, 85-
- 910 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görmemeniz için gereklidir.” 3439
“İstemeler bir nevi tırmalamalardır. Kişi onlarla yüzünü tırmalamış olur. Öyle ise, dileyen (hayâsını koruyup) yüz suyunu devam ettirsin, dileyen de bunu terketsin. Şu var ki, kişi, zarûrî olan (şeyleri) iktidar sahibinden istemelidir.” 3440
“Kim kendisine gelen bir fakirliği hemen halka intikal ettirirse (yani onlara açarak dilenmeye kalkarsa), onun fakirliğinin önüne geçilmez. Kime de fakirlik gelir, o da bunu (sadece) Allah’a açarsa, Allah ona er veya geç rızkıyla imdat eder.” 3441
“Ben görmeyen birisiydim, Allah basiretimi açtı; fakirdim, beni zengin kıldı.” 3442
“Kim dünyaya çok önem verirse, Allah onun işini dağıtır (zorlaştırır). İki gözünün arasına fakirliği (aç gözlülüğü) koyar. (Hâlbuki) dünyadan ona ulaşacak olan kendisi için yazılandan başkası olamaz. Kimin de niyeti âhiret(i kazanma) ise Allah onun işini toparlar (kolaylaştırır). Onun kalbine zenginliği koyar. Ona dünyadan da ihtiyaç duyduğu şey ulaşır.” 3443
“Kişi mahzurlu olan şeyden korkarak mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz.” 3444
“Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur.” 3445
“Âdemoğlunun şu üç şey dışında (temel) hakkı yoktur. İkamet edeceği bir ev, avretini örteceği bir elbise, katıksız bir ekmek ve su.” 3446
“İki haslet vardır, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredenler ve sabredenler arasına yazar: Din hususunda kendinden üstün olana bakıp ona uymak; Dünyalıkta kendinden aşağı olana bakıp Allah’ın kendine vermiş olduğu üstünlüğe hamdetmek. İşte böyle olan kimseyi Allah şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de din konusunda kendinden aşağı olana bakar, dünyalıkta da kendinden üstün olana bakar ve elde edemeyeceğine üzülürse Allah onu şükreden ve sabreden olarak yazmaz.” 3447
“Himmet yönüyle insanların en yücesi, hem dünya hem de âhiret işine himmet gösteren mü’mindir.” 3448
“(Benî Âdem’den) Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yiyeceği asla yememiştir. Allah’ın peygamberi Dâvud aleyhisselâm elinin emeğini yerdi.” 3449
“Öyle devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna
3439] Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd 8, hadis no: 2963; Tirmizî, Kıyâmet 59, h. no: 2515
3440] Ebû Dâvud, Zekât 26, hadis no: 1639; Tirmizî, Zekât 38, h. no: 681; Nesâî, Zekât 92 -5, 100-
3441] Tirmizî, Zühd 18, hadis no: 2327; Ebû Dâvud, Zekât 28, hadis no: 1645
3442] Buhârî, Enbiyâ, 51; 93/Duhâ, 7-8
3443] İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4104, 2/1378; Tirmizî, Kıyâmet 31, hadis no: 2467
3444] Tirmizî, Kıyâmet 20, hadis no: 2453
3445] Tirmizî, Zühd 34, h. no: 2347; İbn Mâce, Zühd 9, h. no: 4141
3446] Tirmizî, Zühd 30, hadis no: 2342
3447] Tirmizî, Kıyâmet 59, hadis no: 2514
3448] Kütüb-i Sitte, 17/245
3449] Buhârî, Büyû’ 15
AZİM VE TEVEKKÜL
- 911 -
hiç aldırmayacak.”3450 Rezîn şu ziyâdede bulunmuştur: “Böylelerinin hiçbir duâsı kabul edilmez.”
“Muhakkak ki yediğinizin en temizi kendi kesbinizden olandır. Muhakkak ki evlâtlarınız da kendi kesbinizdendir (çalışıp kazandığınızdandır).” 3451
“...Allah’a yemin olsun, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Ben size dünyanın genişlemesinden korkuyorum. Sizden öncekilere dünya genişlemişti de hemen dünya için birbirleriyle boğuşmaya başladılar ve helâk oldular. Genişleyen dünyanın onlar gibi sizi de helak etmesinden korkuyorum.” 3452
“... Senin vârislerini zengin olarak bırakman, halka ihtiyaçlarını açan fakir olarak bırakmandan daha hayırlıdır. Sen azîz ve celîl olan Allah’ın rızâsını arayarak her ne harcarsan, -hatta bu, hanımının ağzına koyduğun bir lokma bile olsa-, mutlaka onun sebebiyle mükâfatlanacaksın...” 3453
Hâlid’in oğulları Habbe ve Sevâ (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) bir şey tamir etmekte iken yanına girdik. O işte kendisine yardım ettik. “Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık husûsunda yeise düşmeyin. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur, sonra Aziz ve Celil olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır.” buyurdular.” 3454
“Sakın sizden kimse kararsız olup da: ‘Ben insanlarla beraberim, eğer insanlar iyilik yaparsa ben de iyilik yaparım; kötülük yaparsa ben de kötülük yaparım’ demesin. Aksine, nefsinizi sâbit tutun, halk iyilik yaptımı siz de iyilik yapın, kötülük yaparsa zulme yer vermeyin.” 3455
“Şüphesiz, her derede, Âdemoğlunun kalbinden bir parça bulunur (yani kalp her şeye karşı bir ilgi duyar). Öyleyse kimin kalbi bütün parçalara ilgi duyarsa, Allah onun hangi vâdide helâk olacağına hiç aldırmaz. Kim de Allah’a tevekkül ederse, kalbinin her şeye (ilgi kurarak dağılmasını önlemek için) Allah ona yeter.” 3456
Allah el-Vekîl’dir, Kendisine Dayanılıp Güvenilmesi Gereken Tek Zâttır
Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerden öğrendiğimiz Allah Teâlâ’nın mübârek isimleri bizim O’nu daha iyi tanımamıza yardımcı olurlar. Aslında, Esmâü’l-Hüsnâ’nın çoğu, biraz düşünüldüğünde tevekkül kavramıyla alâkası kurulabilir. Ama, bunlardan bazılarının tevekkül kavramıyla daha çok yakın ilgisi vardır. Konumuzla ilgisi bakımından Allah’ın isimlerinden el-Vekîl ism-i şerîfinin mânâsı: El-Vekîl ism-i şerîfi, Arapça’daki kelime yapısı bakımından tevekkül kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Kur’an’da on dört yerde el-Vekîl ismi zikredilmekte olup
3450] Buhârî, Büyû’ 7, 23; Nesâî, Büyû’ 2, -7, 243-
3451] Ebû Dâvud, Büyû’ 79; Tirmizî, Ahkâm 22, hadis no: 1358; Nesâî, Büyû’ 1, -7, 249-; İbn Mâce, Ticaret 1, hadis no: 2137, 64, -2290-
3452] Buhârî, Rikâk 7, Cizye 1, Meğâzî 11; Müslim, Zühd 6, hadis no: 2961; Tirmizî, Kıyâmet 29, hadis no: 2464
3453] Buhârî, Cenâiz 37, Vesâyâ 2, 3, Fezâilu’l-Ashâb 49, Meğâzî 77, Nafakat 1, Marzâ 13, 16, 43, Ferâiz 6; Müslim, Vesâyâ 5, hadis no: 1628; Tirmizî, 6, hadis no: 975; Ebû Dâvud, Vesâyâ 2, hadis no: 2864; Nesâî, Vesâyâ 3; Muvattâ 4 -2, 763-
3454] İ. Canan, Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 595, hadis no: 1281
3455] Tirmizî, Birr 63, hadis no: 2008
3456] Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 579
- 912 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bunun mânâsı: “İşlerini gerektiği şekilde kendisine bırakanların işini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyisini temîn eden.” şeklindedir. “...Allah’a tevekkül et; vekîl olarak Allah yeter.” 3457
Kendisine iş ısmarlanan kişiye vekil denir. Bilindiği gibi vekil yapılacak kişinin, vekil olacağı iş hakkında yeterli derecede bilgi sahibi olması, o işi yapmaya gücü yetmesi, kendisini vekil edenin her bakımdan güvenine lâyık olması gerekir. Şu halde tevekkül, emin ve kuvvetli bir vekile güvenerek, işlerini ona bırakmaktır.
Yüce Allah, kendisine hakkıyla tevekkül edenlerin işlerini en iyi bir neticeye ulaştırır. Gerçi O’na hiçbir şey vâcip değildir; O, hiçbir şeyi yapmaya veya yapmamaya mecbur değildir; O’nun irâdesi çerçevelenemez, isterse yapar; istemezse O’na bir işi zorla yaptıracak yoktur. Fakat O’nun râzı olacağı şekilde işler kendisine bırakılırsa, hayırlı ve kârlı olanı yapar; âdeti ve hikmeti budur. Gerçek vekil ancak Allah Teâlâ’dır. Çünkü her işi bütün sırlarıyla bilen ve her zorluğu açan yalnız O’dur. 3458
Konumuzla İlgisi Bulunan Diğer Esmâü’l-Hüsnâdan Bazı İsimler ve Mânâları
El-Veliyy: İyi kullarının, mü’minlerin dost ve yardımcısı anlamındadır. Kur’an’da bu anlamda, “veliyy” ve “Mevlâ” şeklinde geçmektedir. Bir âyette şöyle buyurulmaktadır: “...Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin Mevlânızdır. O, ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır.” 3459
El-Hasîb: Bu isim iki mânâya gelmektedir: 1- Kullarına yeten, 2- Kullarını hesaba çeken. Konumuzla ilgili olan; ilk mânâdır. “Bir kısım insanlar mü’minlere: ‘Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve: ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler.” 3460
El-Kâfî: Allah, kendisine inanan, kendisine bağlanan ve kendisine güvenip dayananlara kâfî gelir, onlara yeter. Usûl ve kâidelerine uyularak Kendisine bırakılan işleri, hayırlı ve kul için en güzel ve en faydalı sonuca ulaştırır. İnsan için Allah’tan daha güzel ve sağlam bir dayanak ve vekil olamaz. “Allah kuluna kâfî değil mi?...” 3461
El-Vâfî: Kâfî, yeten, sözünün eri; vaadini mutlak yerine getiren anlamına gelir.
En-Nasîr: Yardım eden, te’yîd ve takviye eden anlamındadır. “...Bilin ki Allah sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır.” 3462
Hayru’n Nâsırîn: Yardım edenlerin en hayırlısı anlamına gelmektedir. “...Sizin yardımcınız Allah’tır ve O yardım edenlerin en hayırlısıdır.” 3463
3457] 4/Nisâ, 81; 33/Ahzâb, 3
3458] Ali Osman Tatlısu, Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, Sehâ Neşriyat, 1993, s. 147
3459] 22/Hacc, 78
3460] 3/Âl-i İmrân, 173
3461] 39/Zümer, 36
3462] 8/Enfâl, 40
3463] 3/Âl-i İmrân, 150
AZİM VE TEVEKKÜL
- 913 -
El-Müsteân: Yardım kendisinden istenen anlamındadır. “...Bizim Rabbimiz Rahmân’dır. Sizin anlattıklarınıza karşı yardımı umulandır.” 3464
İnsanın Tevekküle İhtiyacı
Bir insanın gerek şahsıyla ilgili konularda, gerek aile işlerini idârede; çocukların terbiyesinde, sağlık konularında; bir tüccarsa ticârî ilişkilerinde veya bir memursa resmî işleri etrafında, kısacası hangi meslektense ona göre iş ve gücünün her gün çeşitlenen pürüzleri karşısında, kâr-zarar düşünülerek, işler ne kadar hesaplı tutulursa tutulsun, yine de insanın karşısına hiç hesapta olmayan şeylerin çıktığı görülür. Alınan tedbirler, yapılan istişâreler hatır ve hâyâle gelmedik nice sebepler yüzünden hükümsüz kalabilir. Yerden, gökten beklenmedik nice âfetler; insan gücünün, fen kudretinin önleyemeyeceği nice engeller belirir veya insanlarla olan ilişkilerimizde bizim düşündüğümüzün dışında, umulmadık gelişmeler meydana gelir ve böylece bütün hesaplar alt üst olabilir, bütün hayaller suya düşebilir.
İşte bu sebeplerden dolayı, isteklerimize ulaşmak için elimizden gelen bütün gayreti sarf ederek çalışıp çabaladıktan sonra, ilerisi için telaş ve heyecana kapılmayarak, bütün sebepleri emir ve fermânı altında tutan Yüce Allah’a tevekkül etmek gerekir.
Burada tevekkülün mânâsı, sarf ettiğimiz bu gayretlerin mahsûl vermesi, boşa gitmemesi için Allah’tan başarı ve yardım dilemek ve ancak O’na güvenmektir. Bu ise maddî kuvvetten sonra mânevî kuvveti de kazanmayı istemektir. Şu halde tevekkül, mânevî bir yardım isteme anlamına gelir ki, her işte her müslümanın buna ihtiyâcı vardır.
Tevekkül, görevlerini yerine getirdikten sonra duyulan bir iç huzur, itmînân ve güven olayıdır. Tamamen materyalist ve pozitivist bir bakışla dahi tevekkülün bulunması insana bir şey kaybettirmeyeceği gibi; bulunmaması durumunda moral ve psikolojik açıdan kesinlikle bir kayıp söz konusudur. Tevekkül eden kişi “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” 3465 kuralı karşısında aklî ve bedenî görevini yapacak, bundan öte Allah vekîlimdir deyip işini O’na havâle ederek, sonuç ne olursa olsun ona rızâ duygusuyla, iç yorgunluk çekmekten kurtulacaktır. Tevekkül etmeyenin de maddî olarak fazladan yapacağı bir şey yoktur. Hatta maddî vesîleleri bir emir telakkî etmediğinden, belki de sebeplere daha az sarılacaktır. Sonra da telaşlı, sıkıntılı bir bekleyişe girecek ve umduğu sonucu alamayınca da dövünecek, üzülecek, dayanacak bir teselli kaynağı bulamayacak, sinirleri gerginleşecek; sonuçta bunalıma girecektir. 3466
Tevekkül denilen mânânın bir gönülde yer tutması, sahibi için dünyanın en zengin hazinelerine sahip olmaktan daha kıymetlidir. Çünkü bir insan için gönlünün rahatlığı ve huzuru en büyük nimetlerdendir. Maddî, mânevî kazançlar, âfiyet ve huzur içinde gönül rahatlığına bağlıdır. Fikir selâmetini, gönül huzurunu öldüren başlıca sebepler şunlardır: Gereğinden fazla hırs, istek, rekabet gibi insanın huzur ve rahatını kaçıran haller; “iflâs edersem, kansere yakalanırsam, işimden atılırsam...” gibi kendi kendine zihinde kurulan mânâsız korku ve
3464] 21/Enbiyâ, 112
3465] 53/Necm, 39
3466] Faruk Beşer, Fıkıh Penceresinden Sosyal Hayatımız, Nûn Y. İst. 1994, s. 226
- 914 -
KUR’AN KAVRAMLARI
endişeler; başa gelen felâket ve musîbetlerin giderilemeyen ıstırapları...
Kendisinde bu haller bulunan insanlar, hayatlarında dünyalarına ve âhiretlerine yarar bir şeye sahip olamazlar, vesveselidirler, hiçbir iş beceremezler; ürkektirler, hiçbir işe girişemezler. Bunların günleri ah, vah ile; vesvese ve evhamla geçer gider. Bu hallerini birtakım maddî imkânlarla da gidermek mümkün olmaz. Ancak, gönlüne, Allah’a tevekkülü hakkıyla yerleştirebilmiş bir müslüman asla böyle değildir; o, her zaman mutlu ve rahattır. Çünkü o, kendine düşeni yaptıktan sonra bilir ki, sonsuz rahmet sahibi Allah Teâlâ sevdiği kulunu, kulun kendisini düşündüğünden daha fazla düşünür ve korur.
Onun için, gönüllerde kuvvetli bir tevekkülün, hem de gerçek mânâsıyla bir tevekkülün yer tutmuş olması lâzımdır. Bir müslümanın işini yoluna koyduktan sonra ötesini Allah’a havâle edip de O’na güvenmesi ve O’nun en iyisini, en güzelini, en doğrusunu, en hayırlısını nasîb edeceğine inanması, kalp için çok büyük bir kuvvettir. Günümüz insanının ve özellikle de günümüz Müslümanının bu inanca ve bu kuvvete çok fazla ihtiyacı vardır.
Tevekkül Nasıl Olmalıdır? Çalışmanın ve sebeplere yapışmanın ihmâli tembellik demek olduğuna göre, tevekkül ile tembellik arasında bir zıtlık vardır. İslâm dinînde tevekkül vâcib, tembellik haramdır. “Tevekkül demek, görevin îfâsını Allah’a havâle etmek değildir; emri ve kararı Allah’a bırakmaktır. Allah’ın emrini canla başla yerine getirmeye çalışmaktır. Kısacası tevekkül, “tefvîz-i vazife” (görevi havâle) değil; “tefvîz-i emr” (kararı havâle)dir. Birçokları bu konuda gaflete düşerek tevekkülü, vazifeyi terk etmek sanırlar. Yani kulluk görevlerinin yerine getirilmesini Allah’a havâle edip, emir ve komuta mercii olarak kendilerini görmek isterler. Sanki kul vazifesiz oturacakmış, namaz, oruç, zekât, cihad vs. gibi görevleri Allah Teâlâ ona emredip yaptırmayacakmış da (hâşâ) onun yerine Allah yapacakmış gibi bâtıl bir zihniyet taşırlar. İsrâiloğullarının vaktiyle Hz. Mûsâ’ya: “Git, sen ve Rabbin ikiniz savaşınız, işte biz burada oturup duracağız.”3467 dedikleri gibi demek isterler. Bu ise Allah’a tevekkül ve îtimat değil; O’nun emrine güvensizliktir, tevekkülsüzlüktür ve Allah korusun küfürdür. “Allah hakkında o çok yanıltıcı (şeytan) sizi yanılgıya düşürmesin.”3468 âyetinde de uyarıldığı gibi, bu olsa olsa şeytan yanıltmasıdır. İyi bilinmelidir ki, tevekkülün belirtisi; emre gönül vermek ile vazife sevgisidir.” 3469
Başta da belirttiğimiz gibi tevekkül kelimesinin anlamında Arap dilindeki kalıbı gereği bir zorlama vardır. Bu da herhangi bir konuda aklî ve bedenî gücü, yani metod ve eylem fonksiyonunu kullanmayı, dayanılıp îtimat edilecek yere bunun sonucunda dayanmayı ifâde eder. “...Bir kere azmettin mi artık Allah’a tevekkül et.”3470 âyeti buna açıkça işaret eder. Allah’ın sözleri arasında çelişki olmayacağına göre tevekkülün, hiçbir iş yapmadan Allah’tan birşey beklemekle ilişkisi olamaz. Allah kuluna çeşitli ibâdetler yüklemiş, çalışmasını, ilim öğrenmesini, rızkını aramasını, düşmanlarına karşı güç hazırlamasını, bilmediğini bilene sormasını, işlerinde istişâre etmesini, Kendisine yakarıp duâ etmesini, âdil olmasını, yani her şeyi en uygun yerine koymasını, bunun için metot ve yöntem bilmesi3467]
5/Mâide, 24
3468] 31/Lokman, 33
3469] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Dağıtım, 1992, c. IV, s. 362
3470] 3/Âl-i İmrân, 159
AZİM VE TEVEKKÜL
- 915 -
ni emretmektedir. Diğer yönden kendisine tevekkül etmesini istemekte ve tevekkül edenleri sevdiğini söylemektedir. Demek ki tevekkül, bütün bu emirleri yerine getirdikten sonra duyulan huzur ve güvendir. 3471
Tevekkül Konusunda Dikkat Edilmesi Gereken Noktalar
1- Tembellik etmemek: Bir maksadın ele geçmesi için, insanlarca ötedenberi bilinen ve başvurulan sebepler, tedbirler ve çareler ne ise, onları tatbik etmek vâciptir. Çünkü Yüce Allah bu âlemde her şeyin, her hâdisenin meydana gelmesini birtakım sebeplerin ve çârelerin uygulanmasına bağlamıştır. Buna “tesbîb hikmeti” denir. Yâni birşeyin yaratılması, bir isteğin verilmesi, onunla ilgili sebeplerin meydana gelişinden sonra gerçekleşir diye Allah, bir düzen koymuştur. O’nun âdeti hep bu şekilde devam etmektedir. Allah’ın âdetinde de değişiklik olmayacağından; olumlu veya olumsuz, istediğini bulmak için, insanın sebeplere dikkat etmesi, kendine düşeni yerine getirmesi gerekmektedir.
Sebeplere sarılmadan Allah’a güvenmeye tevekkül değil, “ittikâl” denebilir. Bu kelime, Arapçadaki mânâsı itibarıyla pasifliği anlatır ve bu, yerilen bir durumdur. Onun için Rasûlullah (s.a.s.) “Lâ ilâhe illâllah diyen herkes Cennet’e girecektir.” deyince Hz. Ömer (r.a.): “Ey Allah’ın Rasûlu, bunu halka söylemeyelim; ittikâl ederler.” demişti ki; sebeplere sarılmadan ve Allah’ın diğer emirlerini yerine getirmeden Cennet’e girmeyi ümit ederler demektir. Bu konuyu en güzel açıklayan Rasûlullah Efendimizdir. “Devemi bırakıp tevekkül edeyim” diyene: “Bağla da öyle tevekkül et” buyurmuşlardır.
Sebeplere sarılmakla ilgili olarak İmam Gazâlî de şöyle demiştir: “İnsanı zarardan koruyan sebepler arasında tesiri kesin olan veya tesir ihtimâli yüksek olan sebepleri bırakmak tevekkülün şartı değildir. Hırsız girmesin diye evin kapısını kilitlemek, tehlikeli yerde silâh taşımak, düşmandan sakınmak tevekküle engel değildir.” Sebepleri ihmâl etmek, üzerine düşen görevi yapmamak kısacası tembellik etmek, bir bakıma Allah’ın koyduğu tesbîb hikmetini görmemezlikten gelmekle beraber, göz göre göre kendisini câhilliğin, hastalığın, fakirliğin dişleri arasına atmak demektir ki, bunların hepsi de dinen haramdır.
Eğer kişi, bu bahsettiğimiz şekilde sebeplere önem verir, üzerine düşeni yaparsa; bir isteğinin gerçekleşebilmesi için elinde mevcut bütün kuvvet ve araçlar ile Allah’a yönelmiş olur ki, bu durum elbette daha ciddî, daha samîmî ve daha kıymetlidir.
2- Sebeplerin gerçek kıymetini bilmek: Bunların kıymeti, Allah’a karşı birer dilek vâsıtası olmaktan ibârettir. Aslen tesir Allah’tandır. Yâni sebepler, İlâhî tesirin meydana gelmesi için, birer yol olmak üzere yine Allah tarafından bize öğretilmiş, düzenlenmiştir. Kendisinden ancak o yollarla yardım istemek gerekir. Fakat maksadın meydan gelmesini, -bir müslüman olarak- sebeplerden değil, onları yaratıp bize bildiren Yüce Allah’tan beklemek gerekir. Çünkü her şeyin yaratıcısı ve yönlendireni O’dur. Bu durumla ilgili olarak bazı âlimler derler ki: “Bir iş için ‘çalıştık, çabaladık; artık o ister istemez olacak’ demeyin. Tesiri Allah’tan bekleyin; ‘biz istedik, Allah da müsâade ederse olur’ deyin.” 3472
3471] Faruk Beşer, a.g.e. s. 225
3472] Ali Osman Tatlısu, a.g.e., s. 151
- 916 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Elmalılı M. Hamdi Yazır da sebeplerin kıymeti hakkında şöyle demektedir: “...Her durumda Allah emrini yerine getirir. Murâdını muhakkak yapar, hiçbir işinden geri kalmaz, hepsinin hakkından gelir. Hükmünü istediği gibi yürütür. Kendisine tevekkül edilse de edilmese de yürütür. Nihâyet her şeyin sonu gelir. Dünyada acı da geçer, tatlı da geçer; sıkıntı da geçer, refah da geçer. Ecel gelince, takdir edilen ölüm, dakika geçirmeksizin pençesini takar, âkibet gelir çatar. İyiler iyiliği ile, kötüler kötülüğü ile kalır. Herkes ameliyle toplanır. Ancak, Allah’a tevekkül de, O’nun emridir. Tevekkül edenin murâdı da, Allah’ın irâde ve rızâsına teslim olmaktan ibâret olursa, Allah da onun mükâfâtını büyütür. Hakîkat şudur ki; Allah her şey için bir ölçü takdir etmiştir, bir sınır ve miktar tahsis etmiştir ki, o şeyi ona göre yürütür. O sınır ve miktardan ileri geçirmez. Bu hüküm öyle bir kanundur ki, her şey hakkında geçerlidir. Ve her şeyin hükmü, kıymeti Allah’ın ona tahsis ettiği ölçü ile uygunluk arzetmektedir. Gerçekte birşeyi bilmek de onu, o ölçü ve sınırıyla seçmek demektir. Bu cihetle sebeplerin bir dereceye kadar kıymet ve îtibarı yok değilse de, bunlar, zâtî (aslî) değil, değişken ve sınırlıdır. Tesir ve hüküm sebebin değil, Allah’ındır. Asıl ilim ve kudretine itibâr edilecek; işler, hüküm ve irâdesine havâle edilecek hâkim, sebepler değil, sebepleri yaratan Allah’tır. Her şey geçer, leh ve aleyhte olan her sebep tükenir, takdir edilen kaderi biter, başında ve sonunda bütün kudretiyle Allah kalır. Hem Allah takdir buyurmamışsa hiçbir şey diğerine tesirini gösteremez. Takdir buyurmuş ise, Allah’tan başka hiçbir şey de onun önüne geçemez. Ateş, Allah’ın yak dediğini kendi miktarınca dediği kadar yakabilir. Rızık da Allah’ın doyur dediğini kendi miktarınca dediği kadar doyurabilir. Demek ki sebeplere îtimat sonlu, Allah’a îtimat sonsuzdur. O halde kuvvet ve kesin bilgi, sebeplere güvenmekte değil, Allah’a dayanmaktadır. Tevekkül de, gururla kendini sayıp koyuvermek değil, Allah’ın gösterdiği yolda gücü yettiği kadar vazîfesine önem vermek, takvâ sahibi olmak, kusurunu îtirâf ile berâber, Allah’ın kudretine îtimat edip netice hakkında telaşa düşmeksizin, O’nun irâdesine teslim olmaktır. 3473
Seyyid Kutub da sebepler konusunda şöyle demektedir: “...Allah’ın değişmez kâinat kanunu sebep ve netice düzeniyle yürüyor. Ancak neticeyi meydana getiren yalnız sebepler değildir. Asıl etki eden, fâil-i mutlak olan Allah Zülcelâl’dir. Allah, kendi takdiri ve istemesi ile sebep ve netîce düzenini sağlıyor. O yüzden Allah, insandan çalışıp çabalamasını, üzerine düşen vazifeleri îfâ etmesini istiyor. İnsan bu vazifeleri îfâ ettiği kadar, Allah netîceleri düzenleyip tahakkuk ettiriyor. Böylece sebep ve netice Allah’ın isteği ve takdirâtı ile ilgili olarak uzuyor. Yalnız O’dur ki, istediği zaman, istediği şekilde neticelerin meydana gelmesine izin verir. İşte bu şekilde müslümanın düşüncesiyle çalışması arasındaki birlik sağlanıyor. Müslüman gücünün yettiği kadar çalışıp çabalar. Fakat bu çalışmanın sonucunu Allah’ın takdirine ve isteğine bırakır. Ona göre sebep ve netice arasında mutlak kat’iyyet yoktur. O, hiçbir şeyde Allah’a kat’iyyet yüklemez. 3474
3- Her hususta Allah’tan başka hiçbir şeye güvenmemek: Nice insanlar vardır ki, ellerindeki servete, sahip oldukları mevkîye, büyük insanlarla olan yakınlıklarına veya yüksek tahsil görmüş oğluna veya kızına güvenmektedir. Onların varlığı gönlünü doldurmuş, yarına emniyetle bakıyor, Allah Teâlâ’dan gaflet halindedir. Her teşebbüsünü bu kuvvetlerle başaracağına inanmıştır. Hâlbuki
3473] Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., c. 8, s. 27-28 -Talâk, 3. Âyetin tefsiri-
3474] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, Hikmet Y., c. 2, s. 506, -3/159. Âyetin tefsiri
AZİM VE TEVEKKÜL
- 917 -
bütün bunlar ve sahip olduğu her şey, bir anda yok olabilir. O zaman yalnız bunlara dayanan insanın hâli ne olur?!3475 Müslüman ise böyle değildir; o, nelere sahip olduğunun farkında olup, şükrünü îfâ edecek, bunları akıllıca kullanacak; fakat her zaman yalnız Allah’a güvenecektir.
Bilindiği/bilinmesi gerektiği gibi; tevekkül meselesinde en tehlikeli durum, tevekkülü yanlış anlayarak tembelliğe düşmek, vazifesini yerine getirmemek ve bunun sonucunda da başarsızlığa uğramaktır. İlk emri “Oku!” olan İslâm dininin mensupları olarak, biz müslümanların en önemli görevlerinden biri, hangi meslekten olursak olalım çalışmak, bize düşen görevi en güzel şekilde yerine getirmek; bütün bunların sonucunda da büyük bir gönül huzuruyla Allah Teâlâ’ya güvenmek, O’na tevekkül etmektir. Tâbiri câizse, tembellik bizim lügatimızda yer almamalı; en çok korkmamız, en uzak kalmamız gereken bir vasıf olmalıdır. Öyle ki Peygamber Efendimiz: “Ümmetim adına en çok korktuğum şey göbek iriliği, uyku düşkünlüğü ve tembelliktir.” buyurmak sûretiyle, tembelliğin bizler için ne büyük bir tehlike olduğuna işaret etmiştir.
Tevekkülle ilgili âyetleri incelediğimizde, Allah’a tevekkül ettiğini belirten Peygamberlerin ve mü’minlerin, o sözleri söylerken bir mücâdele, çalışma, gayret içinde olduklarını görüyoruz. Hiçbiri oturdukları yerden, yorulmadan, belli bir zorluğa katlanmadan bu sözleri söylemiyorlar. İşte bu da bize gösteriyor ki; ancak çalışan müslümanın tevekkül etmeye, “Allah’a güvendim!” demeye hakkı vardır. Tembel ise, tevekkül ettiğini söylese bile ancak kendini kandırıyordur ve sonu hüsrân olacaktır.
Tevekkülle ilgili hadisler ve güzel sözler de bu durumu doğrular niteliktedir. Mehmet Âkif Ersoy’un şiddetle karşı çıktığı, yerden yere vurduğu tevekkül ve mütevekkil kavramı da işte bu tembel kişilerin sahte tevekkülleridir.
Tevekkül meselesinde diğer bir önemli husus da dünya hayatının müslüman için bir imtihan yeri olduğunun unutulmaması gerektiğidir. Çünkü bazı durumlarda insan bütün çabasını sarfetse de, elinden geleni yapsa da İlâhî takdir bazı hikmetler sebebiyle buna izin vermediği için başarılı olamayabilir, isteği gerçekleşmeyebilir. İşte burada tevekkülün diğer yönü ortaya çıkar: En umutsuz gibi görünen durumlarda bile Allah’a olan güveni kaybetmemek.
Allah Teâlâ, her şeyin teferruatını en ince ayrıntısına kadar bilir. Belki bizim istediğimiz, gerçekleşmesi için çalıştığımız bir şey, aslında bizim zararımıza; buna karşılık istemediğimiz bir şey ise aslında yararımızadır. Sonsuz rahmeti sebebiyle Allah Teâlâ da sevdiği kullarını, o kulların kendilerini düşündüğünden daha çok düşüneceğine; onlara kendilerine acıdıklarından daha çok acıyacağına göre müslümanlar olarak bizlerin -hem dinî, hem dünyevî görevlerimizi yaptığımız müddetçe- hiçbir şeyden dolayı tasalanmamıza gerek yoktur. İnşâallah sonuçta mutluluk bizim olacaktır.
Bir amacımıza, isteğimize ulaşamadıysak Vekîlimiz olan Allah Teâlâ bize olan sevgisiden dolayı, o istediğimiz şeyden her bakımdan bize daha hayırlısını nasîb edeceğini ummalıyız. En umutsuz gibi görünen durumlarda bile Allah’a olan güveni kaybetmemek şarttır.
3475] A. Osman Tatlısu, ag.e., s. 151
- 918 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dünya, müslüman için bir imtihan yeri olduğundan dolayı unutulmaması gereken diğer bir nokta da; her şeyin sonucunun sadece bu dünyada alınmadığıdır. Biz Müslümanlar, âhiret inancına sahibiz ve zaten dünyada da âhiret için, o ebedî hayat için çalışırız. O halde, belki de yaşadığımız büyük bir üzüntü, yorgunluk veya sıkıntıya göstereceğimiz sabır; Allah katında derecemizin yükselmesine, öbür dünyada büyük mükâfatlar kazanmamıza sebep olacaktır. “...Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Ve güzel davrananların mükâfatını zâyî etmeyiz. Âhiret mükâfâtı ise, iman edip de (kötülüklerden) sakınanlar için daha hayırlıdır.” 3476
“...Kim Allah’tan (emirlerine uymak; yasaklarından kaçınmak sûretiyle) korkarsa, Allah ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a güvenirse Allah, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.” 3477; “Andolsun ki onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, elbette ‘Allah’tır’ derler. De ki: ‘Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız O’nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah bana bir rahmet dilerse, onlar O’nun bu rahmetini önleyebilirler mi?’ De ki: ‘Bana Allah yeter. Tevekkül edenler ancak O’na güvenip dayanırlar.” 3478
Tevekkül Hakkındaki Güzel Sözlerden Seçmeler
“...Sen yalnızca Allah’a ibâdet et. O’na kulluk eyle ve O’na tevekkül eyle. Her işte emir ve kumandayı, yetkiyi O’na verip O’na güvenip, O’nun emirlerine uygun hareket eyle! Yani, ibâdetsiz ve amelsiz kuru kuruya tevekkülün de faydası yoktur. Sen kulluğunu yap, O’nun emrini yerine getir ve öyle tevekkül eyle.” 3479
“Tevekkül, bazı câhillerin zannettiği gibi insanın kendini ihmal etmesi demek değildir. Böyle olsa idi, 3/Âl-i İmrân, 159. âyetinde belirtilen müşâvere emri tevekküle mâni olurdu. Tevekkül, insanın esbâb-ı zâhireye riâyet etmesi, ve lâkin kalbini onlara bağlamayıp Hak Teâlâ’nın ismetine dayanması demektir.” 3480
“Hakîkî mânâda tevekkül; Allah’tan başkasından korkmamak, O’ndan başkasına güvenmemektir.”
“Tevekkül, olan şey ile yetinmek, olmayan şeye râzı olmaktır.”
“Üç haslet evliyâ sıfatıdır: Allah’a tevekkül etmek, Allah’tan başkasına niyazda bulunmamak, kanaat eylemek.”
“Sebeplere yapışmak, tevekküle mânî değildir. Bilakis sebeplere yapışmak, sebepleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir.”
“Tevekkül, iş yapmayıp tembel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için tevekkül olunur.”
“Tevekkülün alâmeti üçtür: Kimseden birşey istememek (dilenmemek), verileni reddetmemek, ele geçeni biriktirmek.”
Allah Teâlâ’ya tevekkül ettim diyen kimsenin, Cenâb-ı Hak’ın, kendisi
3476] 12/Yusuf, 56-57
3477] 65/Talâk, 2-3
3478] 39/Zümer, 38
3479] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 11/Hûd, 123. Âyetin tefsiri
3480] Fahruddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, c. 9, s. 69-70
AZİM VE TEVEKKÜL
- 919 -
hakkındaki muamelesine, yani takdir ettiği şeylere de râzı olması lazımdır. Aksi takdirde yalan söylemiş olur.
“Bil ki tevekkülün mahalli kalptir. Zâhire göre hareket etmek kalpteki tevekküle zıt değildir. Yeter ki kul, güvenin Allah’a olacağını bilsin. Bir şey zorlaşırsa bu O’nun takdiriyledir; eğer kolaylaşırsa bu da O’nun kolaylaştırmasıyladır.”
“Tevekkül, kişinin kendisini Allah’ın dilediği şekle bırakmasıdır.”
“Tevekkül, Allah’a güvenle birlikte O’nunla iktifa etmektir.”
“Tevekkül azlığın ve çokluğun kişi nazarında müsâvi olmasıdır.”
“Tevekkül, kişinin kendisini Allah’ın dilediği şekle bırakmasıdır.”
“Tevekkül, Allah’a güvenle birlikte O’nunla iktifâ etmektir.”
“Tevekkelin (tevekküllünün) gemisi batmaz (eşeğini kurt yemez).” (Atasözü)
“Gelir elbet zuhûra ne ise hükm ü kader,
Hakk’a tefvîz-i umûr et, ne elem çek ne keder.” (Enderunlu Vâsıf)
“Hakk şerleri hayreyler / Zannetme ki gayreyler / Ârif ânı seyreyler.
Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.
Sen Hakk’a tevekkül kıl / Tefvîz et ve rahat bul / Sabreyle ve râzı ol.
Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.” (Erzurumlu İbrahim Hakkı)
“Kime şekvâ edeyim âh-ı sehergâhımdan
Kime feryâd edeyim tâli-i bedbâhımdan
Mâidi-zâre safâ bahşeder elbet bir gün
Kesmem ümmîdimi ben Hazret-i Allah’ımdan.” (Maide Hasibe Hanım)
Mehmet Âkif Ersoy’un Tevekkülle İlgili Bazı Mısrâları:
“Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,
Üzengi öpmeye hasretti garbın elçileri!
O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,
Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?
“Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
Belânı istedin Allah da verdi... Doğrusu bu.
Taleb nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?
“Çalış!” dedikçe Şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun,
- 920 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmîl edince defterini;
Bütün o işleri Rabbim görür; Vazîfesidir...
Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...
Hudâ vekîl-i umûrun değil mi keyfine bak!
Onun hazîne-i in’âmı kendi veznendir!
Havâle et ne kadar masrafın olursa... Verir!
Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;
Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!
Çekip kumandası altında ordu ordu melek;
Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!
Başın sıkıldı mı, kâfî senin o nazlı sesin:
“Yetiş!” de, kendisi gelsin, ya Hızr’ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;
Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.
Demek ki: Her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O;
Çoluk çocuk O’na âit; Lalan, bacın, dadın O;
Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdîr-i veznen O;
Alış seninse de, mes’ûl olan verişten, O;
Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lâzım imiş... Askerin, kumandanın O;
Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;
Tabîb-i âile, eczâcı... Hepsi hâsılı O.
Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu!
Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cür’ete... Ha?!
AZİM VE TEVEKKÜL
- 921 -
Yehûd Üzeyr’e, Nasârâ Mesîh’ ibnu’l-lah
Demekle unsur-ı tevhîd olur giderse tebâh;
Senin bu kopkoyu şirkin sığar mı îmâna?
Tevekkül öyle tahakküm demek mi Yezdân’a?
Kimin hesâbına inmiş, düşünmüyor, Kur’ân...
Cenâb-ı Hak çıkacak, sorsalar, muhâtab olan!
Bütün evâmire i’lân-ı harb eden şu sefîh,
Mükellefiyyeti Allah’a eyliyor tevcîh!
Görür de hâlini insan, fakat, bu derbederin;
Nasıl günâhına girmez tevekkülün, kaderin?
Sarılmadan en ufak bir işinde esbâba,
Muvaffakiyyete imkân bulur musun acaba?
Hamâkatin aşıyor hadd-i i’tidâli, yeter!
Ekilmeden biçilen tarla nerde var? Göster!
“Kader” senin dediğin yolda Şer’a bühtandır;
Tevekkülün, hele, hüsrân içinde hüsrandır.
Kader ferâiz-i îmâna dâhil... Âmennâ...
Fakat yok onda senin sapmış olduğun ma’nâ.
Kader: Şerâiti mevcûd olup da meydanda,
Zuhûra gelmesidir mümkinâtın a’yânda.
Niçin, nasıl geliyormuş... O büsbütün meçhûl;
Biz ihtiyârımız sûretindeniz mes’ûl.
Kader nedir, sana düşmez o sırrı istiknâh;
Senin vazîfen itâat ne emrederse İlâh.
O, sokmak istediğin, şekle girmesiyle kader;
Bütün evâmiri Şer’in olur bir anda heder!
Neden ya, Hazret-i Hakk’ın Rasûl-i Muhterem’i,
Bu bahsi men’ ediyor mü’mînine, boş yere mi?
(...)
Tevekkülün, hele, ma’nâsı hiç de öyle değil.
Yazık ki: Beyni örümcekli bir yığın câhil,
Nihâyet oynayarak dine en rezîl oyunu,
- 922 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Getirdiler, ne yapıp yaptılar, bu hâle onu!
(...)
Tevvekkül öyle yaman bir şiâr-ı îmandı,
Ki kahramân-ı fezâil denilse şâyandı.
Yazık ki: Rûhuna zerk ettiler de meskeneti;
Cüzâma döndü, harâb etti gitti memleketi!
Tevekkül olmasa kalmaz fazîletin nâmı...
Getir hayâline bir kerre Sadr-ı İslâm’ı:
O bî-nihâye füyûzun yarım asırlık bir
Zamân içinde tecellîsi hangi sâyededir?
(...)
Nedir bu hârikanın sırrı? Hep tevekküldür;
Ki i’timâd-ı zaferden gelen tahammüldür.
Tevekkül olmaya görsün yürekte azme refîk;
Durur mu şevkıne pervâne olmadan tevfîk?
Cenâb-ı Hak ne diyor bak, Rasûl-i Ekrem’ine:
“Bütün serâiri kalbin ihâta etse, yine,
Danış sahâbene dünyâya âid işler için;
Rahîm ol onlara... Sen, çünkü, rûh-ı rahmetsin.
Hatâ ederseler aldırma, afvet, ihsân et;
Sonunda hepsi için iltimâs-ı gufrân et.
Verip karârı da azm eyledin mi... Durmıyarak,
Cenâb-ı Hak’a tevekkül edip yol almaya bak.”
Demek ki: Azme sarılmak gerek mebâdîde;
Yanında bir de tevekkül o azmi te’yîde.
Hülâsa, azm ile me’mûr olursa Peygamber;
Senin hesâbına artık, düşün de bul, ne düşer!
Şerîat’in ikidir en muazzam erkânı;
Kimin ki öyle müzebzeb değildir îmânı;
Ayırmaz onları, bir addedip tevessül eder...
Açıkça söyliyeyim: Azm eder, tevekkül eder.
Ne din kalır, ne de dünyâ, bu anlaşılmazsa...
Hem anlayın bunu artık, hem anlatın nâsa...
(...)
AZİM VE TEVEKKÜL
- 923 -
Ömer, tevekkülü elbet bilirdi bizden iyi...
Ne yaptı “Biz mütevekkilleriz” diyen kümeyi.
Dağıttı, kamçıya kuvvet, “Gidin, ekin!” diyerek.
Demek: Tevekkül eden, önce mutlakâ ekecek;
Demek: Tevekküle pek sığmıyormuş, anladın a,
Sinek düşer gibi düşmek şunun bunun kabına.” 3481
O îmân kuvvet ihzâriyle emretmişti... Lâkin, biz
Tevekkelnâ deyip yattık da kaldık böyle en âciz!
O îman, farz-ı kat’îdir diyor tahsîli irfânın...
Ne câhil kavmiyiz biz müslümanlar, şimdi, dünyânın! 3482
Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol...
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol. 3483
“Allah’a dayandım!” diye sen çıkma yataktan...
Mâ’nâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!
Ecdâdını zannetme asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıt’ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:
Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid.
Âlemde tevekkül demek olsaydı “atâlet”,
Mîrâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?
Çoktan kürenin meş’al-i tevhîdi sönerdi;
Kur’ân duramaz, nezd-i İlâhî’ye dönerdi. 3484
3481] M. Âkif Ersoy, Safahat, Gonca Y. İst. 1989, Dördüncü Kitap, ‘Fâtih Kürsüsünde’, s. 233-240
3482] M. Âkif, a.g.e., Beşinci Kitap ‘Hâtıralar’, s. 280
3483] M. Âkif, a.g.e., Yedinci Kitap ‘Gölgeler’, ‘Yeis Yok’ isimli şiirden, s. 428
3484] M. Âkif, a.g.e., Yedinci Kitap ‘Azimden Sonra Tevekkül’ isimli şiirden, s. 430
- 924 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Azim ve Tevekkül Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- “Azm” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 9 Yerde): 2/Bakara, 227, 235; 3/Âl-i İmrân, 159, 186; 20/Tâhâ, 115; 31/Lokman, 17; 42/Şûrâ, 43; 46/Ahkaf, 35; 47/Muhammed, 21.
B- Tevekkül Kelimesinin Türediği “V-k-l” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 70 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 122, 159, 159, 160, 173; 4/Nisâ, 81, 81, 109, 132, 171; 5/Mâide, 11, 23; 6/En’âm, 66, 89, 102, 107; 7/A’râf, 89; 8/Enfâl, 2, 49, 61; 9/Tevbe, 51, 129; 10/Yûnus, 71, 84, 85, 108; 11/Hûd, 12, 56, 88, 123; 12/Yûsuf, 66, 67, 67, 67; 13/Ra’d, 30; 14/İbrâhim, 11, 12, 12, 12; 16/Nahl, 42, 99; 17/İsrâ, 2, 54, 65, 68, 86; 25/Furkan, 43, 58; 26/Şuarâ, 217; 27/Neml, 79; 28/Kasas, 28; 29/Ankebût, 59; 32/Secde, 11; 33/Ahzâb, 3, 3, 48, 48; 39/Zümer, 38, 38, 41, 62; 42/Şûrâ, 6, 10, 36; 58/Mücâdele, 10; 60/Mümtehıne, 4; 64/Teğâbün, 13; 65/Talâk, 3; 67/Mülk, 29; 73/Müzzemmil, 9.
C- Azim, Sebat (Kararlı Olmak) Konusu:
a- Sebat Etmek: 11/Hûd, 115; 18/Kehf, 28.
b- Sebat İle Allah’tan Yardım İstemek: 2/Bakara, 45.
c- Dinde Sebat Etmek: 3/Âl-i İmrân, 144; 42/Şûrâ, 13; 49/Hucurât, 15.
d- Doğrulukta Sebat Etmek: 42/Şûrâ, 15.
e- Kötülüğü Terk Etmede Sebat Etmek: 74/Müddessir, 5, 7.
f- Savaşta Sebat Etmek: 2/Bakara, 250; 3/Âl-i İmrân, 144, 147; 8/Enfâl, 45; 47/Muhammed, 35.
g- Bir İşe Azmedip Karar Verince Allah’a Tevekkül Etmek: 3/Âl-i İmrân, 159.
h- Sebat Edenlerin Mükâfatı: 11/Hûd, 115.
D- Tevekkül (Allah’a Güvenmek) Konusu:
a- Allah’a Güvenmek: 3/Âl-i İmrân, 101, 122, 159, 160, 173; 4/Nisâ, 81, 132; 5/Mâide, 11, 23; 8/Enfâl, 2, 49, 61, 64; 9/Tevbe, 51, 129; 10/Yûnus, 85; 11/Hûd, 56, 123; 12/Yûsuf, 67; 14/İbrâhim, 11, 12; 22/Hacc, 78; 25/Furkan, 58; 26/Şuarâ, 217; 27/Neml, 79; 33/Ahzâb, 3, 48; 39/Zümer, 38; 58/Mücâdele, 10; 60/Mümtehıne, 4; 64/Teğâbün, 13; 65/Talâk, 3; 73/Müzzemmil, 9.
b- Allah’tan Yardım İstemek: 1/Fâtiha, 5; 2/Bakara, 45, 153; 7/A’râf, 126, 128; 12/Yûsuf, 18; 21/Enbiyâ, 112.
c- Bir İşe Azmedince Allah’a Tevekkül Etmek: 3/Âl-i İmrân, 159.
d- Tedbir Almak: 12/Yûsuf, 67.
e- Yapılacak İş Hakkında “İnşaallah Yaparım” Demek: 18/Kehf, 23-24; 68/Kalem, 17-19.
f- Âhiret Nimetleri Tevekkül Edenler İçindir: 42/Şûrâ, 36.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Tevekkül (Allah’a Güvenmek) ve İmtihan, Veysel Özcan, Mirfak Y.
2. Kazâ-Kader, Hayır ve Şer, Rızık, Ecel ve Tevekkül, M. Kenan Çığman, Şahsî Y. s. 241-248
3. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. Tevekkül: 20, s. 388-402; Azim: c. 3, s. 320-321
4. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 211
5. TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y. c. 4, s. 328-329
6. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 708-711
7. İslâm İnanç Sistemi, Ferid Aydın, Kahraman Y.
8. Sebat, Muhammed Sâlih el-Müneccid, Tercüme: İsmail Yaşa
BAKARA VE ICL (SIĞIR VE BUZAĞI)
- 925 -
Kavram no 15
Câhiliyye 2
Bk. Put ve Putçuluk; Câhiliyye
BAKARA VE ICL (SIĞIR VE BUZAĞI)
• Bakara ve Icl; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Bakara ve Icl
• Sığırın Kutsallaştırılıp Tanrılaştırılması
• Eski Türklerde Hayvanlarla İlgili İnançlar
• Arabistan Câhiliyyesinde Hayvanlarla İlgili İnançlar
• Günümüzde Hayvanları Kutsallaştırma
• Günümüzde Sığıra Tapma
“Mûsâ, kavmine: ‘Allah bir bakara/sığır kesmenizi emrediyor’ demişti de: ‘Bizimle alay mı ediyorsun?’ dediler. “Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım” dedi.” 3485
Bakara ve Icl; Anlam ve Mâhiyeti
“Bakara” kelimesi “bakar”dan gelir; “bakar” sığır demektir; mandaya da şâmil olmak üzere, sığır cinsinden hayvanlara bakara denilir. Bakara kelimesi aslında yarmak anlamındadır. Sığır cinsinden hayvanlar, toprağı sürüp yarmak için kullanıldığından bu ismi almışlardır. Kelimenin sonundaki “te” (latin alfabesiyle yazıldığında son “a” harfi), tekil için kullanıldığında bir tek sığır demek olur. Eğer te’nîs/dişilik için kullanılırsa “inek” demek olur. “Bakar”ın çoğulu bakarât’tır.
“Icl” kelimesi, buzağı, dana veya boğa anlamına gelir. Çoğulu “ucûl”dür. İsrâiloğullarının “icl”i/buzağıyı, kutsallaştırdıkları ve buzağı şeklinde temsil edilen heykele taptıklarını Kur’ân-ı Kerim’den öğreniyoruz. Kur’an, bu açık putperstlik ve şirkten bahsederek bu olayı şiddetle kınar.
Kur’ân-ı Kerim’de Bakara ve Icl
Bakara kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 4 yerde;3486 bunun çoğulu olan bakarât, 2 yerde;3487 bakar kelimesi de 3 yerde geçer.3488 Dolayısıyla, sığır anlamına gelen bu kelimeler, Kur’ân-ı Kerim’de toplam olarak 9 yerde geçer.
Icl kelimesi, Kur’an’da 10 yerde geçer. 3489
Kur’ân-ı Kerim’de Benî İsrâil için emredilen sığır kesme olayı, İsrâiloğullarının itaatle ilgili tavır ve karakterlerini yansıtması bakımından hayli önemli bir örnektir. Bu olay vesilesiyle peygamberleri Hz. Mûsâ’ya gereksiz sorular sormuşlar,
3485] 2/Bakara, 67
3486] 2/Bakara, 67, 68, 69, 71
3487] 12/Yûsuf, 43, 46
3488] 2/Bakara, 70; 6/En’âm, 144, 146
3489] Bakara, 51, 54, 92, 93; 4/Nisâ, 153; 7/A’râf, 148, 152; 11/Hûd, 69; 20/Tâhâ, 88; 51/Zâriyât, 26
- 926 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onu bir anlamda hesaba çekmişler ve çeşitli sorularla savsaklamak istemişlerdir. Tıpkı Hz. Mûsâ’ya yaptıkları gibi, yahûdiler, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) de böyle davranmışlar, gerekli gereksiz soru yağmuruna tutmuşlar, sorgulamaya çalışmışlar, bazı âyetlerle anlatılan olayların lüzumsuz teferruatını Allah Rasûlü’ne tevcih etmişlerdi. “Yoksa siz de (ey müslümanlar), daha önce Mûsâ’ya sorulduğu gibi peygamberinizi sorguya çekerek (gereksiz) sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dümdüz yoldan sapmış olur.” 3490
Benî İsrâilin Hz. Mûsâ’ya sordukları sorulara cevaplar sonunda çıka çıka tarif edilen inek, taklit ettikleri put ineğin aynısı çıkmıştır. Bu bakara kesiminin emredilmesindeki en önemli hikmet, kutsallaştırıp taptıkları ineklerin kendi elleriyle kesilip yok edilmesi olabilir. Bununla verilen mesaj, taklitçiliğin ve putçuluğun yasaklanmasıydı. Allah’tan başka hiçbir şeye tapınılmaması gerektiğini onların gönüllerine yerleştirip, sığıra tapınma inancını söküp atmak içindi bu emir. Bu soruların bir sebebi de, emredilen sığırı kesme/kurban etme işinin, putperest mantıklarına ve tanrılaştırdıkları hayvanı kutsal kabul eden inançlarına ters gelmesinden dolayı, ilâhî emri yerine getirmek istememeleridir. İsrâiloğullarının, kendilerine genel olarak herhangi bir inek kesmeleri emredilmiş iken, ineğin vasıflarını sora sora işlerinin güçleştiği; ayrıntısı belirtilen sığırı neredeyse bulamayacakları için de emri yerine getiremeyecek duruma geldikleri anlaşılmaktadır. Dinde gereksiz ayrıntıya dalmanın, işi güçleştireceği mesajı da bu vesileyle verilmektedir.
Yine, bu olayın anlatıldığı âyetlerde geçen, bakara kesme emri üzerine: Benî İsrâilin “bizimle alay mı ediyorsun?”3491 demeleri niçindi? Anlaşılıyor ki, Allah’ın bakara kesimini emretmesini akılları almadı. Buna bir münâsebet bulamadılar. Demek ki, Hz. Mûsâ’nın kavmi, bakaranın kurban edilebileceğini tasavvur edemiyorlardı. Bu da onların sığırı mukaddes görmelerinden kaynaklanıyordu. Firavun’un kavmi olan putperest Mısır’lıların, bakaraya taptıkları ve hatta boğanın en yüksek mâbutları olduğunu tarihten biliyoruz. Bakara kesmenin Benî İsrâil üzerinde egemen olan Firavun toplumunun tanrılarını boğazlamak demek olacağından, yahûdiler için eğer bu emir Mısır’dayken verildiyse Mısır’da ihtilâl ilânı gibi idi. Mısır’dan çıktıktan sonra olduysa, hurâfeler karışmış ve geleneğin bâtıl şirk unsurlarıyla mecz edilmiş inançlarında bir devrim niteliğindeydi. Böyle müthiş bir emrin icrâ edilmesi, o yüzden onlara zor gelmişti.
Mısır’dan çıktıktan sonra yine bu kavmin, Hz. Mûsâ Tur’da iken bir buzağı heykeli yapıp tapmaları da gösteriyor ki, yahûdileşen bu toplumun ruhu, bakaranın kesiminden henüz memnun olmayarak ve bu işin Allah tarafından bir hayır vesilesi olduğunu kolayca tasavvur edemeyecek bir halde bulunuyordu. Görüldüğü üzere bu emirde normal bir bakara kesilmesi teklif edilmişti. Ve derhal emre uyup istedikleri bir bakarayı kesiverselerdi, maksat hâsıl olacaktı. Fakat onlar, olamaz sandıkları bu emrin ciddiyetini anlayınca, işi büyüttüler. Gönüllerine sevgisi işlemiş, nâdir bulunan özel bir bakara tasavvur ettiler ve işte o bakara kestirildi.
“Mûsâ, kavmine: ‘Allah bir bakara/sığır kesmenizi emrediyor’ demişti de: ‘Bizimle alay mı ediyorsun?’ dediler. ‘Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım’ dedi.
3490] 2/Bakara, 108
3491] 2/Bakara, 67
BAKARA VE ICL (SIĞIR VE BUZAĞI)
- 927 -
‘Rabbine duâ et, bize o sığırı açıklasın’ dediler. Allah diyor ki, o, ne yaşlı ne de körpe; ikisi arası bir inek. Size emredileni hemen yapın’ dedi.
Tekrar, ‘Rabbine duâ et, bize onun rengini anlatsın’ dediler. ‘O diyor ki, sarı renkli, parlak tüylü bir inekti, bakanlara sevinç ve sürûr verir’ dedi.
‘Yâ Mûsâ! Rabbine duâ et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın; zira o, bizce karıştı (başka ineklere benzer oldu). Biz inşâallah emredileni yapmaya yol buluruz’ dediler.
Dedi ki: ‘Allah şöyle diyor: ‘O, henüz boyunduruk altına alınmayan, toprak sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan (salma), renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir. Bunun üzerine, ‘işte şimdi gerçeği anlattın’ dediler. Hemen ineği (güç belâ bulup) kestiler; amma az kalsın kesmeyeceklerdi.
(İnek kesildikten sonra Allah buyurdu:) ‘Hani sizden biriniz bir adam öldürtümüştü de onun katili hakkında birbirinizle atışmıştınız. Hâlbuki Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya koyacaktır.
Haydi, şimdi (öldürülen) adama, (kesilen ineğin) bir parçasıyla vurun’ dedik. Böylece Allah ölüleri diriltir, size âyetlerini (Peygamberine verdiği mûcizelerini) gösterir. Umulur ki, düşünür de gerçeği anlarsınız.” 3492
Bakara Olayı: Bakara sûresine de bu adın verilmesine sebep olan “bakara olayı” yukarıdaki âyetlerde açıklandığı üzere, Hz. Mûsâ döneminde meydana gelmiştir. Tefsirlerde geçtiği şekilde olay şöyle gelişmiştir: İsrâiloğulları içinde zengin bir adam vardı. Bunun da bir kızı ve fakir bir yeğeni vardı. Yeğeni amcasından kızını istedi. Adam kabul etmedi. Genç de buna kızarak “yemin ederim, amcamı öldürüp malını da kızını da alacağım” dedi. Delikanlı amcasına gelerek; “amca, şuraya tâcirler/satıcılar gelmiş, onlara gidelim de bir şeyler satın alayım. Seni yanımda görürlerse bana mal verirler” dedi. Amcası da geceleyin yeğeni ile birlikte çıktı. Yeğeni yolda onu öldürüp evine döndü. Sabah olunca da, hiçbir şey bilmiyormuş gibi amcasını aramaya başladı. Bulamayınca akşamki yere doğru gitti. Birkaç kişi amcasının başında toplanmıştı. Onlara: “amcamı siz öldürdünüz” diyerek diyetini istedi. Ağlayıp üstünü başını yırtmağa başladı.
Durumu Hz. Mûsâ’ya arz etti. Hz. Mûsâ da onlara diyet vermelerini emretti. Onlar da; “Yâ Mûsâ, biz katil değiliz; Rabbine duâ et, katili meydana çıkarsın” dediler. Mûsâ (a.s.) da onlara bir inek kesmelerini, etinden bir parçayı maktûle dokundurmalarını söyledi. Onlar da “böyle şey olur mu?” diye garipsediler. Hz. Mûsâ’nın bu talebinden kurtulmak ve başlarından savmak için ineğin nasıl bir inek olduğunu sordular. Her seferinde Hz. Mûsâ’ya karşılık vererek bu emri hemen yerine getirmekten kaçındılar. Çok uzun tereddütlerden sonra vasıfları yukarıdaki ilgili âyetlerde belirtilen ineği bulup kestiler. Etinin bir kısmını maktûle dokundurunca maktûl dirilip kendisini yeğeninin öldürdüğünü söyledi ve tekrar düşüp öldü. Bunun üzerine katile miras vermediler; bu olaydan sonra da bu hüküm devam etti.
Tefsirlerde anlatılan bu olay, Kitab-ı Mukaddes’te de geçmektedir.3493 Bu olayda, öldükten sonra dirilmeye açık işaret olduğu gibi; yahudileşen
3492] 2/Bakara, 67-73
3493] Sayılar, 7/63-68; Tesniye, 21/1-9
- 928 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İsrâiloğullarının Mısırlılardan görerek benimsedikleri sığıra tapma olayının kaldırılması, tanrılaştırılan sığırın kesilip âcizliğinin vurgulanması vardır.
“Icl”in/Buzağının Putlaştırılması: Kur’an, İsrâiloğullarının “ıcl”e/buzağıya, daha doğrusu buzağı/dana şeklinde temsil edilen heykele taptıkları bir zamanın olduğunu bildirir. Buzağıya tapınma, eski dünyada geniş bir alana yayılmıştı. Hindistan’da İndra, Mısır’da Ammon, Sümerlerde ve Filistin’de Baal ismi verilen tanrı heykelleri boğa şeklindeydi. Babil’in ay tanrısı Sin “güçlü Enlîl buzağısı”, Ur’un ay tanrısı, Nannar ise “göğün güçlü genç boğası, Enlîl’in en üstün oğlu” diye nitelenirdi. Yunanistan’da Zeus da boğa şeklinde temsil edilmiştir. Kısaca, tanrıyı boğa şeklinde temsil etmek, Hindistan, İran, Sümer, Babil, Filistin, Fenike, Mısır ve dünyanın birçok yerinde görülür.
Allah, İsrâiloğullarını Hz. Mûsâ vasıtasıyla tevhide eriştirdiği halde, onlar civarın/çevrenin tesiriyle putçuluğa özenip meyletmişlerdi. “İsrîloğullarını denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: ‘Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tanrı yap!’ dediler. Mûsâ, ‘Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz’ dedi. Şüphesiz bunların (Amalika kavminin) içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yapmakta oldukları da bâtıldır. Mûsâ dedi ki: ‘Allah sizi âlemlere üstün kılmışken ben size Allah’tan başka bir tanrı mı arayayım?”3494 İsrâiloğulları, bu âyette belirtildiği gibi Firavun’un zulmünden apaçık bir mûcize ile kurtulup denizi geçtikten sonra, buzağıya tapan Amalika kavmine rastladılar, kendi peygamberlerinden, onların tanrıları gibi, buzağı şeklinde bir tanrı yapmasını istediler. Hz. Mûsâ onların teklifini reddetti ve onları cehâletle suçladı.
Henüz Hz. Mûsâ aralarında iken, altın buzağı heykeli yaparak ona tapmaya başlayıp tevhidden dönmüşlerdi. “(Tûr’a giden) Mûsâ’nın arkasından kavmi, zînet takımlarından, böğürmesi olan bir buzağı heykelini (yapıp tanrı) edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor, ne de onlara yol gösteriyor? Onu (tanrı olarak) benimsediler ve zâlimler oldular.”3495 Hz. Mûsâ’nın Tûr’da Rabbi ile mülâkatı esnasında İsrâiloğullarından Sâmirî adında bir sanatkâr, zînet takımlarını toplayarak bir buzağı heykeli yaptı ve ‘sizin de Mûsâ’nın da tanrısı budur. Fakat Mûsâ tanrısını unuttu’ dedi. Sâmirî, buzağıyı öyle bir ustalıkla yapmıştı ki, İbn Abbas’ın rivâyetine göre, heykelin arkasından giren rüzgâr, ağzından ses çıkarıyor; rüzgâr estikçe böğürmeye benzer bir ses duyuluyordu. “Buzağıyı (tanrı) edinenlere, mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. İşte Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.” 3496
Şimdiki muharref Tevrat, buzağıyı yapmayı Hz. Hârun’a nisbet eder.3497 Kur’an, bu işin doğrusunu söyleyerek bu peygamber hakkındaki iftirayı düzeltir. Allah’ın emriyle Hz. Mûsâ’nın İsrâiloğullarından bir sığır (buzağı, boğa vs.ye şâmildir) boğazlamalarını istemesi üzerine, onların gösterdiği mukavemet meşhurdur.3498 Bu emir, şu hikmete mebnî olmalıdır: Allah Hz. Mûsâ ümmetini çevrenin şirkinden temizlemek istiyordu. Fakat her şeye rağmen, yahûdilerin bundan kurtulamadıklarını, Kur’an belîğ bir şekilde ifade eder: “Küfürleri yüzünden buzağı
3494] 7/A’râf, 138
3495] 7/A’râf, 148; Benzer âyetler için bkz. 20/Tâhâ, 85-98
3496] 7/A’râf, 152
3497] Kitab-ı Mukaddes, Çıkış 32. bap
3498] 2/Bakara, 67-71
BAKARA VE ICL (SIĞIR VE BUZAĞI)
- 929 -
(sevgisi) kalplerine sindirildi.”3499 Apaçık âyetlerden, delillerden sonra, onların buzağıyı benimsemelerini takbih eder, kınar: “Eh-i Kitap senden, kendilerine gökten bir Kitap indirmeni istiyor. Onlar Mûsâ’dan, bunun daha büyüğünü istemişler: ‘Bize Allah’ı apaçık göster’ demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Bilâhare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. Sonra da onları affettik. Ve Mûsâ’ya apaçık delil (ve yetki) verdik.” 3500
İsrâiloğullarının, zaman zaman buzağıya tapınmaya döndüklerini, Kitab-ı Mukaddes’te de görüyoruz. Peygamber Hoşea, buzağıya tapan yahûdilerle mücadele eder. 3501 Sâmiriye bölgesinde 7. İsrâil kralı Ahab (M.Ö. 874-853) devrine ait bir kitâbe üzerinde, tanrı adı için çok mânidar bir isim bulunmuştur: Egelyo (Boğa); yani yahûdilerin tanrısı Yahova, bir boğadır. Kur’an’ın buzağıyı yapma işini Sâmirî’ye nisbet etmesiyle egel (icl) kelimesine, bu münasebetle dikkat çekmek gerekiyor. Yahova’nın bir boğa şeklinde temsil edilmesine de çok rastlandığı belirtilir.
Kur’an, bu sapmadaki manasızlığa ve mantıksızlığa temas etmektedir: “...O buzağının kendilerine söz söylemediğini ve yol da göstermediğini görmediler mi? Onu tanrı olarak benimseyip kendilerine yazık ettiler.”3502 Bir başka yerde, bu tanrının “fayda da zarar da vermediği”3503 bildirilir. Hz. Mûsâ’nın dilinden şöyle denilir: “Durup üzerinde titrediğin tanrına bak! Onu yakacağız, sonra da onu parça parça edip denize atacağız. Sizin tanrınız ancak kendisinden başka tanrı olmayan Allah’tır; ilmi her şeyi kuşatmıştır.” 3504
Deylemî’nin Müsned’inde Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Her ümmetin bir ıcl’i vardır; bu ümmetin ıcl’i de dînâr ve dirhemdir (küçük ve büyük paradır).” 3505
Hayvanlara Tapmanın Menşei
Özellikle muvahhid bir mü’minin selim aklı, insanın nasıl olup da Yaratıcısını bırakıp, basit bir maddeden ibaret taşa, demire, betona; bunlardan yapılmış heykele/puta ya da kendinden daha âciz, daha düşük yaratıklar olan hayvanlara taptığını anlamakta zorluk çekebilir. Anlayamamasında da haklıdır; ancak unutulan bir şey var, o da; müşriklerin müslümanlar gibi olmadıkları, akıllarını kullanmayıp hayvanlaştıkları ve hatta hayvandan daha aşağı seviye göstermeleri. Ancak Allah’a ibâdet/kulluk yapan kimse, aklını vahiy ve fıtrat istikametinde kullanıp Allah’tan başkası önünde eğilmez; izzetli, onurlu, şahsiyetli ve özgür olabilir. Ancak mü’min, yeryüzünde halife olduğunu, diğer yaratıkların insan için yaratılıp onun emrine boyun eğecek şekilde hizmetine verildiğini kabul ederek, buna teşekkür/şükür için sadece Allah’a ibadet ve itaat edilmesi gerektiğine inanır.
Allah’a teslim olup sadece O’na kulluk yapmamak için olmadık gerekçeler
3499] 2/Bakara, 93
3500] 4/Nisâ, 153
3501] K. Mukaddes, Hoşea, 8/5-6
3502] 7/A’râf, 148
3503] 20/Tâhâ, 89
3504] 20/Tâhâ, 97-98; Suat Yıldırım, Kur’an’da ulûhiyet, s. 363-364
3505] Hayâtu’l Hayevân, 2/16; naklen, S. Ateş, Kur’an Ans. 8/92
- 930 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üretmeye kalkan insanın, fıtratındaki inanma ihtiyacını doğru yöne kanalize edemeyince ne kadar alçaldığının bir örneğidir hayvanlara tapmak. Sonu şirkle, hayvanlara tapmayla sonuçlanan bu tavır, tevhidin hayata yeterince aksettirilemediğinden, tavhidî bilinç ve yaşayıştan tâvizler verilerek giderek unutulmasından ve bu boşluğun başka şeylerle doldurulmasından oluşmuştur. Tabii ki, imtihan için verilen irâdenin şeytan, hevâ/kötü arzular gibi soyut ve zâlim/müşrik yöneticiler gibi, egemen güçler gibi somut saptırıcıların da rolü olmuştur, olacaktır.
En büyük ahmaklık ve aşağılık olan hayvana tapma ile sonuçlanacak yol, büyük bir ihtimalle, tevhidden önemsiz görülen sapmalarla, küçük tâvizlerle başlamıştır. Şirke meyil de, bazı varlıklara gerektiğinden fazla değer vermekle başlamış, tevhidden tâviz veren insanlar, görmedikleri için uzakta kabul ettikleri Allah’a böyle aracılarla ulaşabilecekleri saflığına kapılmıştır. Giderek bazı basit maddî varlıkları, elleriyle yaptıkları heykelleri, ya da değersiz bir hayvanı sevgi veya korkunun, ya da her ikisinin yöneltildiği bir kutsal varlık olarak düşünmüşlerdir. Başlangıçta sadece birer sembol olarak gördükleri totemlerini, kutsallaştırarak tanrısal bazı özellikleri olan, küçük tanrı, yarı tanrı ve tanrı kabul etmeye başlamışlardır. Sonu esfel-i sâfilîn olan çıkmaz yola insan, tevhidden ve selim akıldan küçük sapmalarla sürüklenmiştir. İnsan, animizm denilen cansız varlıklarda bir ruh kabul etme anlayışını, şeytanî teorilerle hayal ve zanna dayalı yorumlarla totemleştirip kutsallaştırmıştır. Bundan sonrası, kendiliğinden gelmiş ve insana gerçek anlamda hiçbir fayda ve zarar veremeyecek, yol gösteremeyecek basit varlıkların putlaştırılmasına geçilmiştir.
Bazı hayvanları kutsal kabul edip onlara tapmak, çok eskidir ve totem anlayışından türediği kabul edilir. Birçok ulus, farklı hayvanları kutsal saymış, nice ulus ve kavim de hayvanları tanrı kabul etmiştir. Özellikle eski Mısır, hayvana tapmanın bütün çeşitlerini yüzyıllar boyunca sürdürmüş bir ülkedir. Eski Mısır’da öküzlere, ineklere, kedilere, leyleklere, timsahlara, farelere, su aygırlarına tapılmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, bazı hayvanların zararından kaçınmak ve korunmak için o hayvanlara tapınılmış, bazıları da üstün özellikler vehmedilerek kutsallaştırılmıştır. Ünlü tarihçi Herodotos, kulakları ve ön ayakları mücevherlerle süslü kutsal timsahlar gördüğünü yazmaktadır.
Bazı arkeologlar, yaptıkları kazılarda kutsal boğaların yerleştirilmiş olduğu sandukalar içinde özel mezarlar bulmuştur. Anlaşılıyor ki, tevhid dininden uzaklaşan eski insanlar için hayvan, insandan çok daha esrarlıydı. Milâttan önce 6. yüzyılda Mısır’a saldıran İranlılar, savaş taktiği olarak ordularının önüne kedilerle leylekleri yerleştirmişlerdi. Mısırlılar, karşılarında tanrılarını görünce onlara karşı silâh kullanma gücünü gösteremediler. Hindistan’da ineklere, timsahlara, fillere ve maymunlara; Finlandiya ve Kuzey Sibirya’da ayılara; Pasifik okyanusunda kertenkeleye; Afrika’da aslanlara ve yılanlara; Girit’te boğalara tapılmıştır. Birçok eski Yunan klanları hayvan adları taşımaktadır.
Tarihsel süreçte hayvan tapımı, hayvan-tanrılardan hayvan başlı tanrılara, onlardan da tanrıların arkadaşı hayvanlara geçildiğini göstermektedir. Mısır tanrıları çeşitli hayvanlarla simgelenmiştir. Ptah ve Osiris, Apis öküzünde belirmektedir. Hathor inek, Horus leylek, Ganeş fil, Toth maymun, Kepre bokböceği kafalıdır. Yunan tanrılarının yanlarından hiç ayırmadığı çeşitli hayvanlar vardır;
BAKARA VE ICL (SIĞIR VE BUZAĞI)
- 931 -
Zeus’un kartalı, Athena’nın baykuşu, Apollon’un kertenkelesi bu gibi tanrı arkadaşı-hayvanlara örnektir.
Yunan tanrılarının çoğu çeşitli serüvenlerinde çeşitli hayvan kılıklarına girerler. Meselâ, Zeus kuğu kuşu kılığına girerek Leda’yı, boğa kılığına girerek Europa’yı kaçırır; İo inek kılığına girerek dünyayı dolaşır. Hint tanrıları ve Buda, çeşitli avatar’larında değişik hayvan kılıklarına bürünürler. Mısır inançlarında tanrı Ra, bir yumurtadan kaz biçiminde çıkar ve uçmaya başlar, onun uçuşuyla göğün karanlığı aydınlanır ve yeryüzü canlanır. Slav inançlarında Vseslaviç kimi yerde kurt, kimi yerde kartal kılığına girer; bir savaşta da sansar kılığına girip düşmanın silâhlarını kemirir, bütün ordusunu karınca kılığına sokup düşmana saldırtır.
Çeşitli inançlarda tanrılık niteliğindeki gerçek hayvanların yanında, tasarlanmış mitolojik hayvanlar da vardır. Çinlilerin ejderleri, Hintlilerin naga adlı çok kafalı yılanları, makara adlı deniz canavarları, garuda adlı acaip kuşları bu hayal ürünü hayvanlardandır. 3506
Çok eski zamanlardan günümüze kadar çeşitli hayvan türleri, dinî açıdan ya ibâdet objesi ve aracı olarak saygı görmüş veya bir kütle ilgili kabul edilmiştir. Mitolojilerde bolca işlendiği gibi, hayvanların bilgeliğini, sihir veya kehânetteki fonksiyonlarını açıklamaya yönelik çok sayıda efsanenin bulunduğu bilinmektedir.
Hayvanlarla ilgili dinî inançların, tarihin çok eski devirlerinden beri var olduğu bilinmektedir. Özellikle tabiatüstü güç taşıdıklarına ilişkin inançlar Neolitik dönem öncesinde insanlarla aralarında geçen mücadelenin başlangıcına kadar çıkarılabilir. Tarih öncesi dönemlerdeki avlanmaya dayalı yaşama biçiminde insanların hayvanları yakından tanımaları bu konudaki dinî inançlar yönüyle hayvanlara saygı duyulması yolunun açılmasına sebep olmuştur. İnsan ve hayvan arasındaki bu ilk ilişkinin sonucunda oluşan inançlar, hayvanın kanı içerisinde bulunduğuna inanılan bir ruh (can) fikri etrafında biçimlenmiştir. Buna göre ruh bir anlamda kanda ikamet eden maddemsi bir varlıktır.
Özellikle Sâmî kavimlerde görüldüğü haliyle kan, ruh veya hayat bahşedici bir unsur olarak kutsaldır ve boş yere akıtılmaz veya ancak belli dinî amaçlarla akıtılabilir. Bundan dolayı kan serpme, törenlerin vazgeçilmez rüknüdür. Aynı şekilde Sâmî kavimlerle sınırlı kalmayan inşâ edilmiş bir mekânın, kutsal sayılan bir alanın, yeni inşâ edilen bir yapının veya bir nesnenin hayat kazanması ya da uğur getirmesi için hayvan kanı akıtılması geleneği de bu inançla yakından ilgilidir. Öte yandan kanın yeni bir hayat bahşettiği inancıyla (İslâm dışı) kurban fikri arasında da yakın bir bağ vardır ve kanlı kurban kavramının oluşmasına zemin hazırlayan başlıca unsurlardan biri budur. Hatta işlenen bir suçun, kan dökmekle, yani yeni bir hayat bahşetmekle telâfi edilebileceği inancı da hayvan kurban etme fikrini pekiştirmiştir denilebilir.
Günümüzde hâlâ geçerliliğini sürdüren, kültürlü kültürsüz hemen her ülkedeki câhiliyye insanını etkileyen fallara konu olan burçlar da, çoğunlukla hayvan adlarını alan burçlar aracılığıyla gündeme getirilmektedir. Günümüzde bazı
3506] Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü, s. 231
- 932 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ilkel topluluklarda da sıkça rastlanan bir başka inanç ise, hayvanın kehânet veya falcılıkta kullanılmasıdır. Genel olarak tarih boyunca hayvanların kehânette kullanılması ikiye ayrılmaktadır.
a) Hayvan hareketlerini gözlemek. Buna göre kuş, yılan, balık, bazen deve, koyun vb. hayvanların hareketlerine bakarak istenilen şeyin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda bir kehânette bulunulur. Özellikle totemlerden seçilen bu “kâhin hayvanlar”ın, tabiatüstü yetenekleriyle kabile fertlerine mesaj iletecekleri inancına dayanan bu kehânette bilhassa hayvanın gidiş istikameti, çığlığı veya izi değerlendirilmiştir. İnsanlara öğüt veren “bilge hayvanlar” mitosu da bu inançla ilgilidir.
b) Hayvanların iç organlarına bakarak gelecekte vuku bulacak şeyleri önceden kestirmek. Bedenin merkezî organı olarak düşünülen karaciğer, birtakım bölgelere ayrılarak bu bölgeler üzerinde görülen şekillerin hayalî yorumuna dayanılarak gelecekten haber vermeye çalışılmıştır. Bu tip kehânetlerde zaman zaman kalp, kemik, böbrek gibi başka organlar da kullanılmıştır. Bazen bu organlar kötü güçleri uzaklaştırma veya tılsım gibi sihrî amaçlar çerçevesinde de değerlendirilmiştir.
Bu bağlamda bir başka inanç biçimi de totem ve hayvan arasındaki münasebet sonucunda ortaya çıkmıştır. Kabilenin hayatını sürdürmesine katkıda bulunan veya kabilenin varlığını tehdit eden hayvanlar totem sayılmış, ayrıca bu hayvan totemler kabilenin veya fertlerin şahsî sembolleri haline getirilerek insanlar arasında bir nevi iletişim sistemi oluşturulmuştur. Diğer taraftan totem sayılan hayvanın gücüne kavuşabilmek için o hayvanın hareketlerine benzetilerek yapılan danslar da özellikle şaman konumundaki insanların öteki âleme geçmek için başvurdukları temel metodun dayanağını teşkil etmiştir.
Yakındoğunun zengin hayvan varlığı, dinî inançlara doğrudan doğruya yansımıştır. Batı İran ve Anadolu’dan Mısır’a, Mezopotamya’dan Kafkasya’ya kadar uzanan bu geniş coğrafyada geliştirilen hayvanlarla ilgili inançlar birbirine çok benzemektedir. Bunun en önemli sebebi, fauna içinde yer alan ortak hayvanların sayıca fazla olması ve bölgedeki göç güzergâhlarının aynı yolları izlemesidir. Bununla birlikte farklı coğrafyalarda aynı hayvanlara daima aynı rol ve sembolik değerlerin yüklendiği söylenemez.
Sığırın Kutsallaştırılıp Tanrılaştırılması
Bilindiği gibi, İsrâil oğulları, Mısır’dan çıktıktan sonra, çölde su içmek için indikleri bir vahada ineğe tapan bir toplumla karşılaştılar. Bu toplumun Amalika kavmi olduğu belirtilir. Tevhidi tebliğ eden Hz. Mûsâ’ya ve vahye inandıkları halde, onlar civarın/çevrenin tesiriyle putçuluğa özenip meylettiler. “İsrîloğullarını denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: ‘Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tanrı yap!’ dediler. Mûsâ, ‘Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz’ dedi. Şüphesiz bunların (Amalika kavminin) içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yapmakta oldukları da bâtıldır. Mûsâ dedi ki: ‘Allah sizi âlemlere üstün kılmışken ben size Allah’tan başka bir tanrı mı arayayım?”3507 Zaten, kendilerini köle edip ülkelerinden çıkaran Mısır’lıların tanrılarından biri
3507] 7/A’râf, 138
BAKARA VE ICL (SIĞIR VE BUZAĞI)
- 933 -
inek anlamına gelen Hotor’dur. Gözleriyle görüp şâhid oldukları asa ve özellikle deniz mûcizeleriyle kendilerini kölelikten ve her çeşit zulümden kurtaran Allah’a tapmak yerine; kendilerini köleleştiren Mısırlıların ilâhlarına tapmak gibi iğrenç bir nankörlük işlediler.
Boğa: Hayvanlara tapmanın en önemli örneklerinden biri olan boğayı kutsal ve ulûhiyetin simgesi saymak, hemen bütün tevhid dışı inançlara sahip ilkel inançlarda yer alır. Boğa, yaratıcı tanrının veya tanrının yaratıcılığının sembolü ve kutsal hayvanı olarak kabul edilirdi. Sümerler arasında güçlü yapısından dolayı boğa, fırtına tanrısının kutsal hayvanı ve aynı zamanda kozmik düzenin sembolü kabul edilmiştir. Sümerlerde boğa, erkek-insan başlı olarak da tasvir edilmiştir. Ayın hilâl şeklindeki görünüşü ile boğanın boynuzları birbirine benzediği için Sümerler bu hayvanla ay arasında da ilişki kurmuşlardır.
Bütün mitolojilerde olduğu gibi, Asur-Bâbil kültünde de boğa güç, bereket ve dölleyiciliğin, erkeklik gücünün sembolü olarak görülür; ayrıca büyük kapıların iki yanına koruyucu heykelleri konurdu. Bu heykellerle, Tevrat’ta cennetin yolunu bekledikleri söylenen Kerûbîler3508 arasında benzerlik bulunduğu ileri sürülmüştür. Tevrat’a göre boğa, güç ve kudret sembolü olarak kabul edilmekte,3509 ulûhiyeti temsil için seçilmektedir. Hz. Mûsâ Sina’da iken kavmi buzağı yapıp ona tapmış,3510 on kabilenin ayrılışında kral Yeroboam, Bethel ve Dan’da yaptığı mâbedlere birer boğa heykeli dikerek bu tapınmayı yeniden tesis etmiştir.3511 Mısır’da, boynuzları arasında bir güneş diski taşıyan boğa başının bereket sembolü ve Osiris’le ilintili olarak, ölüm ve yeniden doğuş tanrısı gibi kabullenildiği de bilinmektedir.
Hititler, boğaya hem tapıyor, hem de etini yiyorlardı; kanını da tanrılarına sunmaktaydılar. Hititler’de gök, Urartular’da savaş tanrısının kutsal hayvanı boğadır. Mısır’da ise bu küt, özellikle delta bölgesinde yaygındır ve Apis adı verilen boğa – tanrı, tanrı Ptah ile Osiris’in bedenleşmiş şekli kabul edilmiştir. Boğanın kutsallığı, bütün müşrik Sâmî dinlerinde süregelerek Antikçağ Yunan ve Roma inançlarına kadar gelmiştir. Boğa, eski Yunan’da Zeus’un, Roma’da Jupiter’in simgesidir. Eski İran’da da yaygın olan boğa kültü, Mitraizmde tanrı Mitra’nın kutsal hayvanı olarak görülürdü.
Genel olarak göçebe toplumlar, büyük baş hayvan besiciliği ile uğraşmaktaydılar. Onun üretim işlevindeki rolünün bilinci altında olmaları nedeniyle, boğa bir çoban tanrısı olarak tabulaştırılıyor ve sürünün tanrılaşmış önderi oluyordu. Yaratıcı gücün sembolü kabul edilen boğanın, bronzdan yapılmış başının, dinî törenlerde bir mızrak veya sopa üzerine takılarak taşınması olayı, ilk olarak M.Ö. 3. binden itibaren, Anadolu’da görülmüş ve dinsel amblemlerin prototipi olmuştur.
Neolitik çağdan itibaren, boğa ve şimşek ilişkisi, mutluluk göstergesi ve atmosferik tanrılarla ilişkili tutulan semboller arasına girmişlerdir. Bu bakımdan boğanın böğürmesi, tarıma dayalı toplumlarda, bereketin habercisi olan gök gürültüsü ve yağmur getiren fırtına ile eşdeğer tutulmuştu.
3508] Tekvin, 3/24
3509] Sayılar, 23/22; Tesniye, 33/17; Mezmurlar, 22/12
3510] Çıkış, 32/4
3511] 1. Krallar, 12/28-29
- 934 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Öküz: Eski Mısır inançlarındaki Apis öküzleri ilâhî gücü simgeler ve bu öküzün tanrı niteliğinde olduğuna inanılır. Yine Hz. Mûsâ döneminde Amalika kavminin sığır heykellerine taptıklarını Kur’an ve tefsirlerden öğrenmekteyiz. Amerika yerlilerinden İnka’lar da öküze tapmışlardır. Hititlerin tanrısal öküzü Hurris, İbrânîlerin kutsal boğaları, Hitit’lerden önce Anadolu’da yaşamış olan çeşitli ulusların Seris ve Hurra adını taşıyan boğaları, Girit boğası, sığıra tapmanın ne kadar yaygın olduğunu gösterir. Sığırı kutsal sayma anlayışının günümüz Anadolu’sunda bile hâlâ sürdüğü görülür. Anadolu’da pek çok evin kapılarına boynuzlu hayvan başları asılır ve o başın ya da boynuzun eve birçok kötülüklerin girmesine engel olacağına inanılır.
Apis Öküzü: Alnında ay biçiminde ak bir leke bulunan kara öküz. Eski Mısır’da güneş diski ve kıvrılmış kobra suretlerini taşıyan bir boğa şeklinde tasavvur edilen kutsal varlıktır. Eski Mısır’ın şirk inançlarından biri olarak, hayvanları tanrı sayma yerine, bazı hayvanların tanrıların ruhlarını taşıdığına inanılırdı. Apis öküzleri, bu inancın en gelişmiş örneğidir. Alnında beyaz bir ay, dil altında bir domuzlan ve sırtında akbabalardaki gibi lekeler bulunan bu kara öküze Mısır dilinde Hapi denirdi ve onun, tanrı Ptah’la tanrı Osiris’in ruhlarını taşıdığına inanılırdı. Yaşarken güneş tanrısı Ptah’ın ruhunu taşıyan Apis öküzü, ölünce Osiris-Apis oluyordu. Mumyalanır ve serapeum denilen özel bir mezara gömülürdü. Ölünce, yerine bu renklerde yeni bir Apis bulununcaya kadar yas tutulurdu. Sağken bir tapınakta özenle beslenen Apis öküzüne, özellikle Menfis’te tapılmıştır. Başlangıçta Nil tanrısı Hapi biçiminde olan Apis, muhtemelen bereketle ilişkili bir tanrı kabul edilirdi.
Eski İran’da Mazdeizmin çıkışı da öküz ve ineklere bağlanır. Göçebeler öküz ve ineklerin değerini bilmiyorlar, onları horluyorlardı. Öküzün ruhu, içine düştüğü kötü durumu gökyüzüne haykırmakta, bir koruyucu bulmak için yalvarmaktaydı. İşte Zerdüşt böyle bir ortamda bir tarım reformcusu olarak ortaya çıktı ve Mazdeizmi ekonomik ve toplumsal bir temele oturttu.
İnek: Üretkenliği ve besleyiciliği dolayısıyla eski dünyanın pek çok yerinde önemli bir kült hayvanı olan inek, özellikle Hindistan’da giderek bir inanç sistemine kaynaklık etmiştir. Veda’lar çağında tapılmıştır. Hindistan’da inek kültünde, inekle yeryüzü, gök, güneş şuaları, konuşma ve ilâhi söyleyen kişi arasında mistik bir ilişki kurulur. Yeryüzünün, ineğin altında bulunduğuna inanılmaktadır. Bazı efsanelerde yeryüzü inek şeklinde gösterilmiştir. Hint kültüründe ineğin öldürülmesi haram olup Mahabharata’da ineği öldüren kişinin hayvanın vücudundaki kıl sayısı yıl kadar cehennemde kalacağı belirtilmiştir. İnek tabusu, Hindistan’da varlığını hâlâ sürdürmektedir. Müslümanlarla mecûsîler arasındaki birçok savaş, ineğin kesilmesi yüzünden çıkmıştır. Eski Mısır’da da kutsal sayılmış, gökyüzü ayaklarını yeryüzüne dayamış bir inek olarak tasvir edilmiştir. Gökyüzü-tanrıçası Hathor ya da Nut da inek biçiminde tasarımlanırdı. İskandinav mitolojisinde de gece bir inektir.
İstanbul Boğazına Batılılar Bosphor (Bosfor) derler. Bosfor, Yunanca inek geçidi anlamına gelir. Kudurmuş hamamböceği şeklindeki Hera’dan kurtulmak için İo, bosfordan atlayarak asya topraklarına bu boğazdan geçmiştir. Yunan mitolojisine göre, Zeus’un Hera’nın kıskançlığından korumak için, beyaz bir inek veya öküz biçimine soktuğu sevgilisi İo, Bosfor’dan yani İstanbul boğazından
BAKARA VE ICL (SIĞIR VE BUZAĞI)
- 935 -
Anadolu kıyısına bir sıçrayışta aşıp geçtiği için boğaza Bosphoros (inek -veya öküz- geçidi) denilmiştir.
Boynuz: Boynuz, eski çağ kültür ve mitolojilerinde mânevî yükseliş ve güçlülüğün sembolü olmuştur. Aynı zamanda koç boynuzunun güneş; boğa boynuzunun ise ay benzeri bir özyapıya sahip olduğu varsayılmaktaydı. Yunan-Roma mitolojilerinde bereket ve mutluluğun bir sembolü olarak yerleştiğini gördüğümüz bu boynuzun içi, aşırı bolluk anlamında, buğday daneleri ve dışarıya taşmış meyvelerle doludur. Hitit tanrıları da boğa boynuzlu olarak gösterilmişlerdi.
Tarihte pek çok örneği bulunan ve adına Latince corniculum denilen boynuzlu miğfer, özellikle geç devirlerde Galyalılar’ın ve Vikingler’in sembolü haline gelmiştir. Büyük İskender Mısır’ı fethettiği zaman, halkın sevgi ve saygısını kazanabilmek için, baş tanrı Amon’un oğlu olduğunu iddia etmiş ve böylece, zaten binlerce yıldan beri firavunların tanrılığına inanmış olan Mısır halkına, kendisinde ilâhî bir güç bulunduğunu kolaylıkla kabul ettirmiştir. Tanrı Amon’un koç başlı olduğuna inanıldığı ve heykelleri boynuzlu yapıldığı için, İskender de mânen boynuzlu farzedilmiş ve ölümünden sonra adına bastırılan paralarda/sikkelerde koç boynuzlarıyla resmedilmişti.
Özellikle boğa boynuzu, tarihin ilk günlerinden beri güç kuvvet sembolü olarak kabul edilmiş ve bu sebeple eski uygarlıkların hemen hepsinde tanrı ve mukaddes yaratık tasvirleri boynuzlu yapılmıştır. Boynuzun güç sembolü olarak klasik müslüman kültürüne de girdiği görülmektedir. Nitekim Celâleddin Rûmî’nin Mesnevi’sinde, Hz. Mûsâ’nın ağzından Firavuna hitaben şöyle denilmektedir: “Sivri, keskin boynuzların nice ciğerler deldi; işte şu asam da senin küstah boynuzunu kırdı.”
Son asırlarda Avrupa’dan dünyaya yayılan karısı tarafından aldatıldığını bilen koca için kullanılan “boynuzlu” tâbirinin eski boynuz kültü ile herhangi bir münasebeti mevcut değildir. Bu tâbir, semizleşmelerini temin gayesiyle kısırlaştırılan horozların, diğerlerinden ayırt edilebilmeleri için ve artık döğüşemeyeceklerinden dolayı işlerine de yaramayacak olan mahmuzlarının kesilerek ibiklerine takılması (fes püskülü gibi) ve boynuza benzeyen bu mahmuzlar sebebiyle bu horozlara “boynuzlu horoz” denilmesinden (mahmuzlu horoz denilemez; çünkü o zaman mahmuzu kesilmemiş horozlar akla gelir) kaynaklanmakta olup “dişisini kıskanmayan, onun uğruna döğüşmeyen erkek” mânâsında kullanılmaktadır. Avrupa’daki bu “boynuzlu” tâbirinin fazla eskilere gitmemesi gerekir. Çünkü eskiden beri bilinse ve kullanılsaydı, Michelangelo (1475-1564), bu çirkin mânâyı göz önünde tutar ve ünlü Hz. Mûsâ heykelini boynuzlu yapmazdı.
Daha çok mitolojik metinlerde teşhis edilebildiği kadarıyla eski Yakındoğuda hayvanlarla ilgili diğer köklü inançlar şu şekilde sıralanabilir:
Aslan: Aslan, bütün Yakındoğu medeniyetlerinde koruyucu bir figür olarak kullanılmış ve şehir, saray veya tapınak girişlerine normal şekliyle yahut sfenks ve grifon (yarı kartal yarı aslan şeklinde mitolojik bir kuş) gibi karışık yaratıklar halinde yerleştirilmiştir.
Yılan: Yılan, Mezopotamya’da derisini değiştirmesi sebebiyle sürekli yenilenen sonsuz hayatı, gelişmiş içgüdüsü dolayısıyla da bilgeliği ve dişiliği sembolize eder; Mısır’da ise tanrı-kral firavunun simgesidir. Hindistan’da yılan canavar
- 936 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Vritra kaosu temsil eder.
At: Hindistan’da ilâhî atlar (asvin) güneşin taşıyıcısıdır. Eski Türk kültünde de atlar önemli bir yer tutar.
Ayı: Japonya’da Aynular arasında yaygın bir ayı kültü vardır. Bu ülkede hayvanlarla ilgili olarak sayılamayacak kadar çok ve çeşitli kehânet ve sihir sistemleri geliştirilmiştir.
Deve: Deve, dayanıklılığı dolayısıyla sabır ve irâdeyi temsil ederken özellikle Sâmî kavimler arasında kurban ve kehânet amacıyla kullanılmıştır.
Kedi: Mısır’daki önemli kült hayvanlarından bir de temizlik, özgürlük, egoizm ve şehvetin sembolü olan kedidir. Ana tanrıça Bast, kedi başlı bir kadın şeklinde tasvir edilir; mumyalanarak gömüldüğü bilinen kedi, ayrıca tanrıça İsis’in de kutsal hayvanıdır.
Maymun: Maymun, Mısır’da insan dilini anlayan kutsal bir hayvan olarak saygı görmüş, şafakta çıkardığı sesler güneş tanrısına duâ etmesi şeklinde yorumlanmıştır. Tasvirî sanatta bilgelik tanrısı Toth, bir maymun şeklinde yapılırdı. Maymun, hayvanlara tapmanın geçerli olduğu hemen bütün bölgelerde kutsal sayılıp tapınılan hayvanlardan biridir. Bununla birlikte, en çok eski Mısır’da kutsal kabul edilir. Bilgelik tanrısı Toth’un maymun biçiminde cisimleştirilmesi bunu göstermektedir.
Maymun kültünün en fazla Hindistan’da önem kazandığı görülür. Burada maymun, tanrı Hanuman adını almış ve özellikle Ârî öncesi yerli halklar arasında tapınılmıştır; en büyük tapınağının Benâres’te olduğu bilinmektedir. Ramayana destanının beşinci kitabında maymun, ilâhlar veya kahramanlar arasında aracılık yapan tabiatüstü güçlere sahip bir varlıktır; ayrıca Rama’ya karşı gösterdiği sadakatten dolayı dostluğu sembolize eder. Çin halk inançlarında ise maymun, uğur getirici bir hayvan olarak bilinir. Sun wu -K’ung adıyla tanınan bir maymun, kahramanlıkları dolayısıyla meşhurdur. Öte yandan maymun, çelişkili bir şekilde hilebazlığın ve çirkinliğin de sembolü sayılır. Java’da ve komşu bölgelerde kısırlığı iyileştirceği inancıyla maymunlara çeşitli takdimeler sunulur.
Kartal: Kartal, bütün Yakındoğuda kudreti ve hâkimiyeti sembolize eder. Bütün coğrafyalara yayılan ilkel kabullerden, câhiliyye inançlarından kartalla ilgili olanları şöyle özetleyebiliriz: Başlıbaşına kuvvet ve yücelik sembolü, göklerin hâkimi ve tüm gök yaratıklarının kralıdır. Kartal, göğün en üst katında bulunur ve onun kapısını korur. Diğer geniş kanatlı olan yırtıcı kuşlar gibi tanrısal bir güce sahiptir. Yeryüzünün üstünde uçarak onu kötülüklerden korur. Orta Asya Yakut Türkleri, kartal üzerine ant içiyorlardı. Türk büyüklerinin çoğunun ismi kartal benzeri yırtıcı bir kuş olmuştu. Kartal, gözlerini kırpmadan güneşe bakabilen bir kuş olduğundan, onun ateşin bile üstesinden geleceğine inanılmıştı. Hız ve kapıcılığından dolayı yıldırımla, uzun süre yaşaması sebebiyle sağlıklı hayatla da özdeşleştirilmiştir. Başı sola dönük olan kartal, kötülük ve faydasızlığı; sağa dönük olan ise iyilik ve verimlilik ifade etmektedir. Kartal, yılanın baş düşmanıdır. Kötü ruhları simgeleyen bu yaratıkları öldürücü gücünden dolayı, sevilen bir kuş olmuştur. İslâm öncesi Türklerde şamanların babası olarak nitelenirdi.
Çift başlı kartal: İlkin Hititlerde görülür. Orta Asya’da Gaznelilerin de
BAKARA VE ICL (SIĞIR VE BUZAĞI)
- 937 -
kullandığı bir amblemdir. Selçukluların bunu, bir imparatorluk amblemi olarak, Bizans’la temasa geçmeden çok önceleri kullanmakta oldukları kesindir. Bizans’a gelince, onların bazen tek, bazen çift başlı olan kartal motifini Selçuklulardan uyarlamış olmaları büyük bir ihtimaldir. Çift başlı kartalın toplumların birbirlerini etkileyen kültürleri sonucu ortaya çıkıp yayıldığı akla yakın gelmektedir. Ancak, kartal motifinin Hitit ve Selçuklularda diğerlerine oranla daha yaygın bir biçimde kullanıldığını görüyoruz. Çift başlı olan kartal, her iki yönden gelebilecek tehlikelere karşı uyanık olur ve onları zamanında önleyebilir; iki baş, kartala bu türden çoğaltılmış güç vermektedir. Hitit kartalında baş üzerinde kulak yoktur ve kanatları daima açık durumdadır. Selçuklu kartalı, başlara birer kulak eklemiş, böylece ona gecelerin yırtıcı kuşu olan puhu kuşunun en güçlü vasfı olan, geceleyin duyma yeteneğinin verilmesi amaçlanmıştır. Çünkü kartal, karanlıkta görme duygusundan yoksundur.
Roma’da imparator ölümlerinde yapılan gömü törenlerinde havaya bir kartal uçuruluyordu. Çünkü kartal, ölünün gökteki tanrılara giden ruhunu simgeliyordu. Vaftiz sembolü görüldüğünden, ilk hıristiyanlar, vaftiz yapılan teknelerin üzerine bir kartal motifi işlemekteydiler. Kartalın uçuşu, bazı fanatik zümrelere göre, Hz. İsa’nın göğe çıkışı ile özdeşleştirilir. Hıristiyanlıkta Elie (Hızır)’ye ithaf edilmiş kabul edilen kartal, hıristiyanlara göre adaletin güçlü olan erdemini simgeler. Uzaklara sabit bir şekilde bakışı ile, etrafında olup bitenlerden habersizmiş gibi görünür ama onun her şeyi gördüğü ve bildiği kabul edilir.
Güvercin: Güvercin, özellikle Yakındoğuda saflığı ve ruhu sembolize ediyordu. Güvercin, hemen her coğrafyada görülen anlayışa göre, suçsuz/günahsız mâsum insanların ruhu olduğuna inanılan bir kuştur. Tasavvuf inançlarında güvercin, evliyanın/ermişlerin ruhudur; her ermiş uyurken ruhu bir güvercin olarak bedeninden çıkar ve bütün kutsal yerleri dolaşır. Halk inançlarına göre Hızır, güvercin kılığına girer ve insanların karşısına çıkar. Hıristiyanlara göre güvercin, kutsal ruhtur.
Elimizdeki Tevrat’a göre, Nuh tûfanı sırasında, çevrede kara olup olmadığını anlamak için Hz. Nûh’un, gemisinden uçurduğu kuş güvercindir. Güvercin bir kara parçası bulduğunu belirtmek için ağzında bir zeytin dalıyla dönmüş, gemideki canlıların ve özellikle insanların karaya çıkıp hayatlarını sürdürebilmeleri de böylece sağlanabilmiştir. Bundan ötürü, güvercin, tûfanı gerçekleştiren Allah’la insanlar arasında bir barışı simgelediğine inanılır, ağzında zeytin dalı bulunan güvercin, uluslar arası barış simgesi kabul edilir.
Yakındoğuda kutsal sayılan veya bir kültle ilişkilendirilen diğer önemli hayvanlar şu şekilde sıralanabilir: Timsah (Mısır), inek (Sümer, Asur-Bâbil, Mısır), karga (Asur-Bâbil), keçi, geyik ve özellikle iri balıklar başta olmak üzere balık türleri, sinek, baykuş ve koyun (bütün Mezopotamya; Mısır’da büyük tanrı Amon koç başlı idi.
Zerdüştî gelenekte bütün hayvanlar iyi ve kötü olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Bündahişn’e göre iyi hayvanları yaratan Hürmüz, kötü hayvanları yaratan ise Ehrimen’dir. Starestan adlı geç dönemlere ait bir Zerdüştî eser, iyi hayvanları faydalı, kötü hayvanları ise zararlı olmalarına bağlar. Bu araştırmalar, zerdüştîlerin iyi hayvanları faydalı, kötü hayvanları ise zararlı olmalarından yola çıkarak sınıflandırdıklarını gösterir. Zerdüştîlikte gece cinlerini kovduğuna
- 938 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inanılan horoz ve insanları her türlü kötülükten koruyan köpek en gözde hayvanlardır; ayrıca domuz ve kartal da kutsallığa sahiptir. Ehrimen’in yarattığı kötü hayvanların başında ise karınca, kertenkele ve yılan gelir.
Zerdüşt dininde inek ve köpek kutsaldır. Bazı Hindu dinlerinde hayvanı keserek veya başka şekilde öldürmek de yasaktır. Eski Mısır dini, hayvana tapma şeklinde idi: Apis öküzü bu konuda hayli meşhurdur. Mısır’da ayrıca timsah ve kartala da tapılırdı. Aşağı Mısır’da köpek aynı durumda idi. Tanrı sayılan bu hayvanları öldürmek, idamı gerektirirdi. Eski Yunan inancına göre “yer altı”nı üç başlı bir köpek (Cerberos) beklerdi.
Uzakdoğuda, Yakındoğudakine benzer biçimde ortak bir fauna coğrafyası vardır. Hayvan kurbanı fikri, Uzakdoğuda azalmış, fakat tamamen ortadan kalkmamıştır. Bununla birlikte Hindistan’da Budizm, Çin’de Taoizm ve Konfüçyanizm’in getirdiği tabiata yönelik hayat tarzı ve vejetaryen kültür, hayvan kurbanı fikrinin gelişmesini ciddi olarak engellemiştir. Bu bölgede tanrılara hayvan kurbanı yerine; daha çok meyve, çiçek ve sebze yemekleri sunulmakta, bunlar törenle heykellerin önüne veya kutsal mahallere bırakılmaktadır. Ayrıca hayvanla ilgili inançlar takvimde, hatta günün belli saatlerinin temsilinde kullanımına varıncaya kadar pratik hayatla bütünleşmiştir.
Uzakdoğuda dinî-sembolik değeri yüksek hayvanların başında fil gelir. Zekâsı dolayısıyla fil, Hindistan’da bilgelik tanrısı (Ganeş) olarak saygı görmüştür. Mahabharata’yı ilham eden de odur. Hindû folklorik inancında yeryüzü yedi filin üzerinde durmaktadır; bazı inançlara göre kuyruğundaki kılların koruyucu tılsım özelliği vardır. Budist kutsal metinlerinden Lalitavistara’da Buda’nın ana rahmine düştüğünde bir fil şeklinde olduğu nakledilmektedir; bundan dolayı fil, Buda’nın yeryüzüne gelişini sembolize eder. Çin’de ise bu hayvan güç, zekâ ve ölümsüzlüğün sembolüdür; Çin Hindi’nde de özellikle beyazı kutsal ve uğurlu sayılmaktadır.
Çin’de turnalar, uzak mesafelere uçabilme kabiliyetleri ve uçuş sırasındaki düzenlilikleri dolayısıyla hasret ve iletişimin, aralarındaki hiyerarşik yapıyı sürekli biçimde korudukları için de baba ile oğul arasındaki ilişkinin, Japon adalarında ise halkın güvenlik ve huzurunun sembolü olarak görülmüştür.
Köpek: Eski Çin coğrafyasında her şeyden önce kötü cinleri kovaladığına inanılan köpek, özellikle Güney ve Batı Çin’de uğurlu bir hayvan kabul edilmiştir. Korkutuculuğundan dolayı Japonya’da tapınak girişlerine köpek heykelleri konurdu. Hindistan’da ise köpeğin yağmur yağmasında fonksiyonu olduğu düşünülürdü. Grekler arasında en popüler kahramanlardan biri, öbür dünyayı koruduğuna inanılan üç başlı köpek Cerberus’tur.
Kaplumbağa: Uzakdoğunun dinî inançlar açısından önemli bir başka hayvanı olan kaplumbağanın Çin kozmolojisinde güçlü bacakları ve dayanıklı kabuğuyla dünyayı sırtında taşıdığına inanılmış, kabuğunun sertliğiyle evrenin sürekliliğinin, çok yaşamasıyla da uzun ve sağlıklı ömrün sembolü olmuştur. Çin’de erken tarihlerden beri kaplumbağanın kabuğu üzerindeki şekillere bakılarak kehânette bulunma geleneği yaygındır. Hindistan’da ise kaplumbağa tanrı Vişnu’nun ikinci enkarnasyonudur; ayrıca yerli geleneklerinde kaplumbağa kurbanı mevcuttur.
BAKARA VE ICL (SIĞIR VE BUZAĞI)
- 939 -
Grek ve Roma dinleri, büyük oranda yerli Avrupa halklarının öğretileriyle Doğu ve Mısır menşeli dinlerin karışımı mâhiyetindedir; bundan dolayı hayvanlar üzerine geliştirilen inançlar da aynı karışım sürecini yansıtır.
Fransa ve İspanya’daki mağaralarda tesbit edilen tarih öncesi duvar resimlerinden anlaşıldığı kadarıyla yerli Avrupa halkları arasında özellikle boğa, ayı, kurt, tilki ve yaban domuzu ile ilgili çok sayıda kült oluşturulmuş, Grek ve Roma dinleri de büyük oranda bu mirası devralmıştır. Domuz, Greklerde tanrıça Demeter’in ve kahraman Atalante’nin, Romalılar’da savaş tanrısı Mars’ın kutsal hayvanıdır. Ayı: Grek mitolojisinde Artemis, Arkadyalı Prens Callisto’yu ayıya çevirir.
Kuzey Avrupa’nın yerli mitolojisinde tanrı Odin, ayı suretine girer. Cermen kabilelerinde arı ölülerin ruhlarını taşır. Mısır’da kutsal kabul edilen kedi, Grek ve Roma topraklarına taşınmış ve tanrıça Diana’nın kutsal hayvanı olmuştur. Yunus Balığı, Grekler arasında sevgi ve yardımlaşmanın sembolü kabul edilmiştir; deniz tanrısı Poseidon’un kutsal hayvanı da yunustur. Grekler’de ilâhî bilginin tanrıçası olan Pellas Athena’nın ve Roma’daki bilgelik tanrıçası Minerva’nın kutsal hayvanı baykuştur. Ayrıca, gerek Grekler ve gerekse Romalılar arasında hayvan kurbanı ve hayvanla ilgili kehânetlerin hayli gelişmiş olduğu bilinmektedir. 3512
Eski Türkler’de Hayvanlarla İlgili İnançlar
Eski Türkler’de hayvanlarla ilgili inançlar, on iki hayvanlı takvimden şamanların vecd halinde yukarı âleme çıkmasına aracı olduklarına inandıkları hayvanların konumuna kadar uzanan geniş bir yelpazede yayılmıştır. Tarih öncesi dönemlerden beri göçebe Türk hayatının hayvancılığa dayalı olması, bu inançların oluşmasını derinden etkilemiş ve büyük bir kısmının İslâmiyet’i kabul ettikten sonra dahi özellikle sanatta ve folklorda yaşamasına yol açmıştır.
Eski Türk dünyasında geliştirilen hayvanlarla ilgili temel inançların totemizmle ilişkili olduğu kanaati yaygındır. Kabile mensuplarının kendisinden türediğine inanılan ve onları akrabalık bağlarıyla birbirine bağlayan totemler, tipik göçebe karakterini yansıtacak şekilde hayvanlardan seçilmiştir. Öte yandan animizme dayalı bir dinî yapı arzeden eski Türk inançları, hayvanla insan arasındaki farklılığı ya ortadan kaldırmış veya en aza indirmiştir. Bu homojen kozmolojik anlayışta insanlar ve hayvanlar kolayca birbirine dönüşebilmekte veya klasik şaman âyinlerinde olduğu gibi hayvanlar insanların bir başka âleme geçmesinde aracılık fonksiyonunu üstlenmektedir. Kabilenin toplumsal sembolü sayılan en gözde hayvanlar arasında kurt, kartal ve geyik yer almaktadır. Bu hayvanların klasik totem tanımına uyacak şekilde üstlendikleri bir başka fonksiyon da “rehber hayvan” olmalarıdır. Buna göre totem olan bu hayvanlar, kabilenin göç edeceği herhangi bir yere doğru onlara öncülük edip yol gösterir.
Kurt: Eski Türklerde ata ve kutsal kabul edilen hayvan, kurttur. Kurdun kutsallığı, bozkırların korkulu bir hayvanı olarak, özellikle hayvan sürüleri için büyük tehlike teşkil etmesi dolayısıyla, ona karşı duyulan korku ile karışık bir saygı hissinden ileri geldiği anlaşılıyor. Bozkurtun, Göktürk’lerin atası olduğuna
3512] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s.81-83
- 940 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inanılır. Orta Asya Türklerinde Boz renkli kurt inancı, ilkel totemciliğin kalıntısıdır. Hemen bütün Türk boyları bir bozkurttan türediklerine inanırlar. Değişik biçimleri bulunan bu inancın en yaygın olanı şudur: Çok eski çağlarda Türkler bir saldırıya uğramış, bu saldırıda sadece küçük bir erkek çocuk sağ kalmış. Dişi bir bozkurt, onu büyütmüş ve ondan gebe kalmış. Türkler bu yarısı insan yarısı kurt atadan türemişler. Türklerin kurt totemi, hem olağanüstü bir güçlülük, hem de ilâhî/kutsal bir nitelik taşıdıkları yolundaki inançlarını temellendirir.
Örnek olarak, kurt soyundan gelme Türk hakanı Asena, Yunan tanrıları gibi, yellere ve yağmurlara egemendir; onlara dilediğini yaptırabilecek ilâhî bir gücü vardır. Türklerin bu inancı, öteki Orta Asya ırklarına da yayılmıştır. Moğolların, soyundan geldiklerine inandıkları erkek bozkurta borte-çine adı verilir. Moğol inancı, ulusunun soyunu, bu bozkurtla dişi ak geyiğin çiftleşmesine bağlar. Bu birleşmeden doğan Bataçihan’ın ataları olduğuna inanırlar. Yine, bilindiği gibi Roma’nın kurucusu sayılın tanrı oğulları olan Remus ve Romulus adındaki ikiz kardeşleri bir kurt emzirip beslemiştir. Yerleşecek toprak arayan Samnit’lere de bir kurt kılavuzluk etmiştir. İskandinav mitolojisindeki Loki’nin oğlu Fenris de bir kurttur. Tanrı Votan’ın yanında da her zaman iki kurt gezer. Yine İskandinav mitolojisine göre, güneşle ay, peşlerine iki tane vahşi kurt takıldığından, uzayda durup dinlenmeden koşmak zorundaymışlar.
Eski Türklerde çok eskilerden beri bir kartal kültünün mevcut olduğunu biliyoruz. Selçukluların günümüze kadar ayakta kalmış birçok medrese, künbet ve câmii mimarisinde, özellikle kapı ve duvarlardaki motiflerde bazen aslanlarla birlikte çift başlı kartal motifine çokça rastlanır. Araştırıcılara göre, kartal, güneş (daha ziyade Gök) tanrının sembolü sayılmıştır. Yuvasını sarp vadilerde yalçın kayalar üzerine yapan ve çok yükseklerde uçabilen kartalın böyle telakki edilmesi, eski Türk bozkır hayatında büyük yeri olan avcılık dolayısıyla bazı kuşlara da yaygınlaşmıştır.
At: Hayvanların üstlendiği bir başka önemli görev de kurban inancıyla ilgilidir. Eski Türkler arasında en yaygın kurbanlık hayvan attır. Göktürk kağanı Bumin’in kardeşi İstemi öldüğünde at kurban edilmiştir. Atın insanları kötü ruhlardan ve büyülerden koruduğuna inanılır. Başkırtlar, Tulgar adını verdikleri mitolojik kanatlı atın kendilerine yukarı âlemden haber getirdiğini düşünürlerdi. Atın yukarı âlemle aşağı âlemi birleştirici fonksiyonu Anadolu Türkmen geleneklerinde uzunca bir zaman varlığını sürdürmüştür. Efsaneye göre Babaîler isyanının lideri Baba İlyas, Amasya Savaşında ölmemiş, atına binerek gökyüzüne çekilmiştir. Anadolu’da sıkça rastlanan at mezarları, bu inancın uzantısıdır.
Eski Türk inançlarında kuş motifi de çok yaygındır. Kartal, hem totem hem de gök tanrının sembolüdür. Macarlar arasında Turul adını alan kuş, Macar milletini kuran Arpad’a yol göstermiştir; aynı kuşa Tuğrul adıyla Orta Asya Türkleri arasında da rastlanmaktadır. Başkırt folklorunda semrük denilen mitolojik kuş, Hint-İran geleneğindeki simurgdur. Mitolojik bir sürüngen olan ejder motifi, eski Türkler’de kaosun ve bazı yörelerde aynı zamanda yeryüzünün sembolüdür. Çok eski zamanlardan beri bir ongun (totem) olarak saygı gören aslan ve kaplan ise, güç ve cesareti temsil etmiştir; ayı da aynı özelliğe sahip kabul edilir.
BAKARA VE ICL (SIĞIR VE BUZAĞI)
- 941 -
Arabistan Câhiliyyesinde Hayvanlarla İlgili İnançlar
Arabistan yarımadasında dişi ilâhların etkinliğine (Lât, Menât, Uzzâ, Aster/Zühre) ve uzak geçmişteki ana ağırlıklı aile yapısına bakılarak, ortak Semitik dinî kültürün ana soylu bir aile sistemiyle yakından ilişkili olduğu söylenebilir. Böylece câhiliyye toplumundaki “kızların tanrılara kurban edilmesi” ve adak merasimlerinde özellikle dişi hayvanların seçilmesi (bahîre, hâm, vasîle...) geleneği daha açık biçimde anlaşılır. Öte yandan bazı itirazlar olsa da ortak Sâmî mirasın bir başka önemli özelliği de totemizmdir. Buna göre her kabile özellikle hayvanlardan seçilen totemler etrafında yapılanmıştır. Bununla birlikte eski İbrânîler’de olduğunun aksine câhiliyye Araplarının bu totemlerden türediğine dair hiçbir inanç yoktur; bu totemler ortak hayvan-ata değil; daha ziyade bir işaret ya da kabile sembolü niteliğindedir. Bu tip totemik inançlara Kur’an da îmâda bulunur. Nûh kavminin önemli tanrılarından3513 Yeğûs (aslan), Yeûk (at) ve Nesr’e (kerkenez kuşu, kartal, akbaba) câhiliyye Arapları da tapıyorlardı. Bunlardan Nesr, Talmut ve bazı meşhur eserlerde Arap tanrısı Neshra diye geçer; Nesr, akbaba (Türkçe Kitab-ı Mukaddes’te “kartal”) anlamıyla Eski Ahid’de sıkça anılır. 3514
Bu inancın etkisiyle pek çok Arap kabilesinin totem hayvan adıyla adlandırıldığı görülmektedir. Benî Esed (aslan oğulları), Benî Kureyş (köpek balığı oğulları) gibi. Ayrıca Nabatîler arasında balıklardan seçilme çok sayıda totem mevcuttu ve özellikle bunların en çok sevileni olan yunus adına tapınaklar inşâ edilmişti. Ayrıca kişi adları arasında pek çok hayvan adı bulunuyordu.
Kur’an’da ve câhiliyye şiirinde rastlanan bilgilerden, kurban veya adak olarak kullanılan hayvanların başında deve ve koyunun geldiği öğrenilmektedir. İlk doğan hayvanların kurban edilmesine “fera’” adı verilirdi. Ayrıca receb ayında putlara “atîre” denilen bir kurban sunulurdu. Kur’an’da işaret edilen develer ve koyunlar adak özelliklerine göre bahîre (deve), sâibe (deve), vasîle (koyun) ve hâm (deve) adını alırdı.3515 İslâm öncesi şiirlerden anlaşıldığı kadarıyla hayvanlar bazı maddî ve mânevî değerlerin sembolü olarak düşünülüyordu. Meselâ baykuş ölümün habercisi veya intikam için yeryüzüne dönmüş bir insanın ruhu idi. Horoz cömertliğin, kertenkele ihânetin, toy kuşu aptallığın, aslan cesaretin, koç kahramanlığın, karga gecenin ve kederin, deve sabır ve dayanıklılığın, at savaşçılığın ve gücün sembolüydü. Deve, at, koyun, inek ve arıda bereket (uğur) vardı; köpek, kedi, karga ise uğursuz hayvanlardandı.
Câhiliyye döneminde pek çok hayvan, kehânet ya da falcılıkta kullanılıyordu. Câhiliyye Araplarının özellikle hayvan hareketlerinin gözlenmesi türünden kehânetlerde usta oldukları bilinmektedir. Mekke’de bu amaçla çok sayıda kuş yetiştirilirdi. Câhiliyye folklorunda belki de mesh inancının bir uzantısı olarak gûl veya cinlerle ilgili bazı hikâyeler bulunmaktadır. Buna göre bir nevi cin olan gûlün zaman zaman hayvan kılığına girerek ıssız yerlerde insanlara saldırdığına inanılırdı. Gûl (gûlyabâni) ile ilgili bâtıl inançlar, sonraları bazı müslümanların kültüründe de varlığını sürdürmüştür. 3516
3513] 71/Nûh, 23
3514] Meseller, 30/17; Hoşea, 8/1
3515] 5/Mâide, 103; 6/En’âm, 139, 143, 144
3516] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 83-84
- 942 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Günümüzde Hayvanları Kutsallaştırma
Hayvanları kutsallaştırma ve hatta onlara tapma, eski câhiliyye dönemlerinde, insanlığın ilkel dönemlerinde mi kaldı zannediliyor? Okullarda ve “câhil”lerin eserlerinde, Dinler Tarihi diye resmî söylemlere uygun bazı ders kitaplarında yazılıp okutulduğu gibi; ilk insanların dini şirk değildi; insan kendi kendine din kavramını icat etmiş, yavaş yavaş geliştirmiş de değildi. Tabiat güçlerini kutsallaştırmakla din ihtiyacını tatmin etmeye başlamış, korkularını bununla yenmiş ve sonra hayvanları tanrı kabul etme aşamasına geçmiş, çok tanrılı dinlerden kademe kademe tek yaratıcı fikrine yönelmiş değildi. İlk insan, bilindiği ve tüm müslümanların inandığı gibi ilk İslâm peygamberi idi ve tevhid dinini Allah’tan aldığı vahiy doğrultusunda diğer insanlara bildirmiş ve uygulamıştı. İnsanlar, uzun dönem muvahhid olarak yaşadıktan sonra; tevhide gereken önemi vermekte ihmalkâr davranıp dünyevîleştikleri, yönetici ve varlıklı kişilerin saptırmaları karşısında gerekli tavrı gösteremedikleri için, yavaş yavaş putçuluğa kaymışlar ve halifesi olarak yaratıldıkları eşyanın ve hayvanların kulları haline gelmişlerdir.
Tarihte nasıl tevhid önemsenmeyip egemen çevrenin ve müşrik yöneticilerin etkisi ve yönlendirmesiyle, insan kendi şerefini unutup, basit maddeden ibaret heykellere ve kendinden çok zayıf hayvanlara tapmaya başladı ise, günümüz câhiliyyesinde de benzer durum söz konusudur. Küfür ve şirk cephesinde değişen bir şey yoktur. Savaş yaparken, ön safa karşıdaki düşmanın taptığı veya kutsal saydığı hayvanları koyarak, düşmanları kendi tanrılarına karşı silâh kullanma gücünü gösteremeyince kolaylıkla mağlûp eden açıkgöz savaş taktikleri tarihte kalmış olabilir. Ama günümüzde yine hayvanlar savaşlara konu olabilmektedir. Amerika’nın Irak’a saldırmasının haklılığı olarak Saddam’ın petrol kuyularını sabote etmesi sonucu petrole batmış karabatak kuşu, TV.lerde bıkılmadan onlarca defa gösterilir.
Ankara’nın en merkezî alanında Eti’lerin boynuzlu geyiğinin heykeli bulunur ve nice insana göre şehrin sembolü kabul edilir. İstanbul’da Kadıköy’ün göbeği Altıyol’da Apis öküzü şeklinde bir boğa heykeli vardır; hem de Sâmirî kadar usta olmayan bir heykeltraşın elinden çıkmıştır; yani böğürmesi bile olmayan dolayısıyla sanat eseri bile sayılamayacak basit bir heykel!
Toplumun en fazla ilgilendiği alanlardan birinin politika, diğerinin futbol olduğunu kabul etmeyen herhalde yoktur. Politik partilerin tamamına yakınının sembollerinin hayvan olduğunu görüyoruz. Futbol klüplerinin de çoğunun bir hayvanla sembolize edildiğine şahit oluyoruz. Bozkurt, hâlâ bazılarınca kutsal bir semboldür, Türklere çıkış yolunu göstermeye devam eder. At, eski Türklerin kutsadığı bir hayvan olduğu gibi, günümüzde nice fedâkârlıklara da kır at için katlanılır. İslâm’a irtica adıyla karşı çıkanlar, yahudi kültürünün açık etkisinin görüldüğü “barış güvercini”ni partileri için amblem ve sembol olarak kullanır. Bu arada arı ve yunus balığını unutmamak gerekiyor; eski partilerden birinin sembolü koç, bir diğerinin de horoz olduğunu da hatırlatalım. Tabii, bu kadar hayvanların sembollüğüyle sürüye dönen yere bir çoban gerekecektir; Çoban Sülü’ler sürüleri gütmek için otuz sene işbaşında kalır.
Aslan Galatasaray, Sarı Kanarya’yı yutmaya çalışır; derken Kara Kartal hücuma geçer. Bazı oyuncular, timsah yürüyüşüyle gol sevincini sembolize eder.
BAKARA VE ICL (SIĞIR VE BUZAĞI)
- 943 -
İstanbul Boğaları, Denizli Horozları ve Bursa Timsahları da birbirlerini yemeye/yenmeye çalışırlar. Olay, iş dünyasına da sıçrar; Uzakdoğunun aslanları varsa, bizim de Anadolu kaplanlarımız vardır. Cinciler, falcılar hâlâ hayvanlardan yararlanarak kehânetlerde bulunur. İşporta usûlü şans çekilişi yapan bazı tezgâhlar, şans çekilişi için güvercin ve tavşan gibi hayvanları kullanır. Baykuş, uğursuz kuş olma inancına konu olmaya devam ederken, bazılarının başına yine talih kuşu konar. Bazı ev ve işyeri kapılarına Anadolu’da hâlâ at nalı, koç başı veya boynuz asılır. Ev ve işyerinin kaza ve belâya uğramaması için kan akıtılması ve kanın binaya, insanın alnına sürülmesi gerektiği inancı devam eder.
Tasavvufta Kedi ve Köpek
Tasavvufî konuşmalarda kedi ve çoğunlukla köpek, müslüman için örnek alınması gereken onun özelliklerinin taşınması istenen hayvan özelliğini sürdürmeye devam eder. Tasavvufta, sûfî olmadığı halde sûfîlerin arasında bulunan kimseye kıtmîr denir. Kıtmîr, ashâb-ı Kehf’in, köpeğinin adı olarak meşhurdur. Dervişler ve müridler, bir köpek sadâkati ile şeyhlerinin kapısında beklemeyi ve ulumayı en büyük şeref bilirler.3517 Nakşîliğin kurucusu Bahâeddin Nakşbend, Abdülkadir Geylânî’nin türbesine şu ibarenin yazılmasını emretti: “Pirlerin kapısında köpek ol, eğer Hakk’a yakın olmak istersen. Zira aslanlardan daha şereflidir, Geylânî’nin kapısındaki köpek.”3518 Bazı gözü yaşlı hocalar, ismi Kıtmîr diye meşhur olmuş köpek olmayı arzuladığını sık sık vurgular. Fakir gariban vatandaşlardan bazıları çıkar, “doğuda insan olmaktansa, Hindistan’da inek olmayı tercih ederim” der. Avrupa’da hayvanlara verilen değerin burada insanlara verilmediğini görenlerden kimi, eğer reenkarnasyon gerçekse, ikinci olarak Avrupa’da bir ev köpeği olarak dünyaya gelmek istediğini belirtir. Çünkü sosyetenin Paris’ten getirttiği mama ile beslenen lüx salonlarda yaşatılıp özel kuaförlere götürülerek sık sık bakımı yaptırılan sosyete köpeği için harcanan parayı gariban rüyasında bile görememektedir.
Muhammed Bahauddin, tasavvuf meşhurlarından birinin şu sözünü nakletmektedir: “Köpek ve domuz ancak ilâhımızdır. Allah da kilisede ancak bir rahiptir.”3519 Bu beyti nakleden kişi, hiç eleştiride bulunma ihtiyacı duymuyor, derin bir sevgi ve ciddiyet içinde onu örnek alıyor ve mânâsıyla ruhunu dolduruyor.
Köpekler Mü’minlerin Velîleri Olabilir mi?
Karanlık devirlerinde ve putperest dönemlerinde bile insanlık köpekleri tanrılaştırmamışken, tasavvuf adına bazıları şirk şekillerinde bir açılım yaparak yeni putlar uydurmaya çalışmışlardır. Tarihte en çirkin putperestlerin bile tanrılaştırmadıkları köpekleri tanrılaştırmak istemişlerdir.
et-Tilimsani’nin, köpeğin çürümüş kemiklerinin mistik zihniyetin tanrısının kendisi olduğunu ifade ettiğini biliyoruz. Muhammed Bahauddin’in de şeyhlerinin köpeği nasıl tanrılaştırdığını ifade eden sözlerini aktardık. Şimdi de efendisi el-Acmi’nin kerametlerini anlatan eş-Şa’rânî’ye kulak verelim:
“Gözü bir köpeğe ilişti. Köpeklerin tümü ona boyun eğdi. Bütün insanlar
3517] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 315
3518] S. Uludağ, a.g.e., s. 315-316
3519] En-Nefahatu’l-Akdesiyye Şerhus’s-Salevâti’l-İdrisiyye, h. 1314 baskısı.
- 944 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ihtiyaçlarının giderilmesi için ona başvurur oldular. O köpek hastalanınca etrafına köpekler toplanıp ağladılar. Ölünce de uluma ve ağlamaya başladılar. Allah bazı insanlara ilham etti de onu defnettiler. Köpekler ölünceye kadar onun kabrini ziyaret ediyorlardı. Köpeği bir bakış bu duruma getirirse, insana yöneltilince neler yapmaz ki?!” 3520
eş-Şarani, sözünü ettiği el-Acmi’nin halvetinden çıkarken bakışı kime ilişirse özünün som altına dönüştüğünü nakletmeyi de ihmal etmiyor. 3521
eş-Şarani’nin ifadesine göre bu adam, diğer insanlar için çok tehlikelidir. İnsanların som altına dönüşüp görmelerine engel olan bir kişi nasıl veli olabilir? Böyleleri toplum için bir felâket olmaz mı?
Tasavvuf tarihi boyunca köpek, tasavvuf meşhurları arasında ideal bir örnek olup hepsinin hedefi onun gibi olmaktır. Gerekçeleri de Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr’in adının Kur’ân’da geçmiş olması ve o köpeğin sözkonusu insanlarla beraber bulunmasıdır. Sanki Kur’ân’da adı geçen bütün varlıklar mukaddesmiş gibi Kıtmîr adı da orada geçti diye tasavvufçular tarafından kutsallaştırılmaktadır. Firavn, Karun, Ebû Leheb ve daha başka kâfirlerin adları Kur’ân’da geçmesine rağmen İslâm nazarında hiçbiri kutsallaşmadığı gibi Kıtmîr’in de bundan dolayı kutsallaşması ve ideal bir örnek olması sözkonusu değildir. Ama ne hikmetse, tasavvuf meşhurları kendilerine Kıtmîr adını takmayı ve onun gibi bir köpek olmayı kendileri için en büyük ideal bilirler. Bu da köpeği kutsallaştırmaları ve ideal bir örnek saymalarından ileri gelmektedir. Daha önce Nakşibendiler’in şeyhinin köpeği nasıl bir veli gördüğünü ve dualarını nasıl aldığını kaydetmiştik. Bu nevi misaller menkıbe kitaplarının hemen çoğunda bulunmaktadır.
Tasavvufçuların eskileri böyle olduğu gibi yenileri de bu şekildedir. Günümüzden bir örnek verecek olursak, Ribat Dergisi’nin 1982 tarihli ikinci sayısında çıkan ve ideal bir mü’mini ve müridi köpeğe benzeten aşağıdaki yazısını gösterebiliriz. Şöyle diyor:
Köpekte Bulunan On Güzel Haslet
1- Sadakat: Köpek, sahibini terk etmez; kovsa da bırakmaz, küsmez, hizmet eder.
2- Kanaat: Ne verilirse râzı olur. Sofraya sokulmaz, bulduğu ile iktifa eder. Yerine biri gelse onu oradan kovmaz.
3- Tevazu: Yattığı ve gezdiği yer, alelâde yerlerdir. Kendi için yüksek yer aramaz. Ne yedirilirse yer.
4- Tevekkül: Yarını düşünmez, yerini yermez, erzak biriktirmez.
5- Teslimiyet: Sahibini bırakmaz. Dövse de, ayağını kırsa da yine çağırınca gelir. (Kuyruğunu sallayarak) teslimiyet gösterir. İyilik edeni bilir ve unutmaz.
6- Zühd: Kendisini umumi zuharata bırakmıştır. Gelecek için bir düşüncesi ve hazırlığı ve esaslı bir bakımı yoktur.
3520] eş-Şa’rani, et-Tabakatu’l-Kübra, 2/61, el-Acmi bölümü
3521] eş-Şarani, aynı yer
BAKARA VE ICL (SIĞIR VE BUZAĞI)
- 945 -
7- Miskinlik: Her yeri dolaşır. Bir şey verilirse alır, vermezlerse bakar geçer. Kendine dokunmazlarsa bir şey yapmaz, yoluna gider.
8- Uyanıklık: Çok az uyur. Şehirlerin, köylerin sokaklarında gece bekçisidir. Hırsızları tanır. Evleri, bağları, bahçeleri, sürüleri korur.
9- İstiğnâ: Çekingendir. Başkalarının nasibine tecavüz etmez. (Kedi gibi sofralara sokulmaz) kapları bulaştırmaz.
10- Edeb: Köpek haddini bilir. İnsanlar arasında ve hayvan cinsleri içinde insanlara en çok hizmet eden(ler)dir. Emredilen işi tutar. Terbiyeyi kabul eder.
Bu on güzel ahlâk köpekte bulunmaktadır. Hâlbuki bunlar hâlis mü’minlerin ve sâdık müritlerin sıfatlarındandır. 3522
Hâlis mü’minlerin ve sâdık müritlerin ideal örneğinin nasıl köpek olduğunu herhalde anlıyorsunuz değil mi? 3523
Kendini uyuz köpeklerden üstün gören bir sâlikin, büyüklerin kemâlâtına kavuşamayacağı da bir başka meşhur tasavvuf kitabında açıklanır. 3524
Süsleme sanatlarında çiçeklerle hayvanlar yine başrolü oynamaya devam ederler. İnsanlara yine Kumru, Ceylân, Âhu (ceylân), Dudu (papağan), Aslan, Alpaslan, Kartal, Şahin, Doğan, Tuğrul (ak doğan), Esed (aslan) gibi isimler konulmaya devam edilir. Soyadlarının önemli bir bölümünü hayvanlar teşkil eder. Aslan gibi cesur insanımız arı gibi, karınca gibi çalışkandır. Öyle değil mi ya, aslan yatağından belli olur. Sözü uzatmak ve ona buna sataşmak zararlıdır; Çünkü bülbülün çektiği dili belâsıdır. Katır gibi inatçı olmaktansa; kuzu gibi uysal olmak daha az zararlıdır. Bilindiği gibi yürük at, yemini kendi arttırır. Balık kavağa çıkınca doğan aslan parçası çocuğun, kaz gibi aptal değil; tilki gibi kurnaz olduğu, şahin bakışlarından anlaşılmaktadır.
Hümanizmin, insancıllığın modası geçti, şimdi insanlar, hayvancıl takılmaktadır. Hayvan hakları savunucuları sık sık medyaya konu olur. Koyunların kurban olarak kesilmesine barbarlık diyen barbarlar çıkıyor, hayvan hakları için sokağa dökülüyor. Denilebilir ki, akrabaların haklarını savunmak suç mudur? Doğru; onlar, maymundan türemişlerdir; Orta Asya Türkü gibi kurttan değil. Zaten insanı da, konuşan hayvan, düşünen hayvan diye tanımlamıyorlar mı? Vejetaryen modası genişleyeceğe benzemektedir; hayvancıllar, helâl et yerine haram birayı tercih etmekteler. Bazı hayvanlarca, maskara maymunun, insanın atası olarak kabul edilmesi, onu kutsallaştırmak kabul edilebilir.
Günümüzde Sığıra Tapma
Günümüzde hâlâ sığırlara tapıldığını, özellikle Hindistan’ın bazı bölgelerinde ineğin kutsal kabul edilip dokunulmazlığı olduğunu biliyoruz. Bir Hintli’nin inek ve onun ferci hakkında dört ciltlik bir kitap yazdığını söylersek, gerisini siz tahmin edebilirsiniz. İnsan, ancak bu kadar aşağılara yuvarlanabilir.3525
3522] Ribat Dergisi, yıl 1, sayı 2, 1982
3523] Köpekte bulunan bu on haslet için ayrıca bk. Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musahabe, 6/87, Erkam Yayınları, İst. 1982
3524] Bk. Mektubat Tercemesi, 1/124. Terc. Hüseyin Hilmi Işık, 1968, Mektup no: 202; Tasavvuf ve İslâm, Abdurrahman el-Vekil, Tevhid Y.
3525] 95/Tîn, 5
- 946 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an, kalbi olduğu halde fıkhetmeyen, akletmeyen, kulakları olup da hakkı duymayan, gözleri olduğu halde hakkı görmeyen, yani iman etmeyen kimselerin hayvan gibi, hatta daha aşağı olduğunu haber verir.3526 İnsanlık şerefini unutup hayvanlara (ineğe, inek fercine, fareye, bokböceğine varıncaya kadar) tapan, dolayısıyla kendisini kutsallaştırdığı hayvanlardan daha aşağıda kabul eden canlıların varlığı, heykellerin ve hayvanların kullarının günümüzde bile bulunması, Kur’an’ı nasıl doğrulamakta, Kur’an’ın evrensel ve çağlar üstü kitap olduğunu nasıl ispatlamaktadır? Kur’an’ın en uzun sûresi olan Bakara sûresine bu adın verilmesine sebep olan bakara ve ıcl’e tapma olayının tarihsel ve güncel ve de evrensel boyutları değerlendirildiğine, olayın sadece Mısır civarında ve Hz. Mûsâ dönemine has tarihî bilgi olarak değil; her dönem ve her coğrafyaya şâmil bir problemin vurgulanması olarak görüyor ve Kur’an’a saygımızın bir kat daha arttığına inanıyoruz.
Hindistan’da, câmiiye giren ineği kovalayan müslümanların, dokunulmaz tanrıya dokunup onun rahatını bozdu diye öldürülmesine hâlâ devam edilmektedir. Tabii et ihtiyacı veya kurban için bir sığır kesmeye görsün bir müslüman; tanrıya uzanan eller kesilecektir. İneğin kutsallığı günümüzde de sürdürülür. İnek, ana yola çıkmışsa, trafiği altüst edebilir. Tren yoluna yatınca, ineğin özgür isteğine kimse müdâhale etmeden, seslenmeden insanlar, tanrılarının yoldan kalkmak için keyfini bekleyecektir. İnek tanrı, trafiğe, günlük hayata müdâhele etmektedir; gel de Hindistan’da laikliği uygula bakalım! Ama laikler Hindistan’daki ineğe müdâhale edilmesinin gerektiğini savunmazlar; onlara göre, ineğe ve inekliğe müdâhale eden müslümanlara tavır alınmalıdır sadece. Eski dönemlerde sığıra tapılmasında temel espri, onun bereketi, bolca süt ve et verdiği için rızkı/gıdayı temsil etmesidir. Günümüzde de sosyalistler emeği, kapitalistler ekmeği, eskilerin ineği sembol kabul etmesi gibi kutsallaştırırlar. Bu anlayışa göre dünya, sadece Allah’a kulluk için yaratıldığımız, âhiretin tarlası bir sınav alanı değil; geçim dünyasıdır. Ekmek parası için her yol mubahtır. Bu inanca göre elbette çalışmak ibâdettir; namaz gibi başka ibâdetlere gerek yoktur veya geçim endişesinden ona sıra gelmemektedir. İhtilâl paşası Evren, kendisini devlet başkanı seçtirdikten sonra yaptığı halka karşı bir konuşmasında şu örneği veriyordu: Bir rafta ekmek varsa, onu almak için boyu yetişmeyen bir kimse, başka bir şey yok ve sadece Kur’an varsa, onun üzerine basar ve ekmeği alır; ama yukarıdaki Kur’an’ı almak için ekmeğin üzerine ayağını basamaz. Çünkü ekmek, halkın da anlayışına göre kutsaldır, hem de Kur’an’dan daha kutsal! Ekmek, günümüzde rızkı, bereketi, maddî doyumu, materyalizmi simgelemektedir; eskiden sığırı kutsal sayanların da gerekçeleri bunlar idi. Ekmek parası kazanacağım diyerek her yolu mubah gören ekmeği/geçimi kutsallaştıran insanın durumu, ineği kutsal gören insandan pek farklı değildir.
“Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Hâlâ akıllanmaz mısınız?” 3527
3526] 7/A’râf, 79
3527] 21/Enbiyâ, 67
BAKARA VE ICL (SIĞIR VE BUZAĞI)
- 947 -
Kur’ân-ı Kerim’den Bakara ve Icl Konusunda Âyet-i Kerimeler
A- Bakara Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 4 Yerde): 2/Bakara, 67, 68, 69, 71.
B- Bakara Kelimesinin Çoğulu Bakarât Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 12/Yûsuf, 43, 46.
C- Bakar Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 3 Yerde): 2/Bakara, 70; 6/En’âm, 144, 146.
D- Icl Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 10 Yerde): 2/Bakara, 51, 54, 92, 93; 4/Nisâ, 153; 7/A’râf, 148, 152; 11/Hûd, 69; 20/Tâhâ, 88; 51/Zâriyât, 26.
E- Bakara ve Icl Konusundaki Âyet-i Kerimeler
a- Benî İsrâilin Hz. Mûsâ Döneminde, Saygı Duyup Kutsallaştırdıkları Sığırı Kesmekle Emrolunmaları: 2/Bakara, 67-73.
b- Sığır Etini Yemenin Haram Olmadığı: 6/En’âm, 144.
c- Yahûdilere Sığırın İç Yağlarının Haram Kılındığı: 6/En’âm, 146.
d- Hz. Yûsuf Zamanında Kralın Rüyasında Yedi İnek Görmesi: 12/Yûsuf, 43-46.
e- Icl, Yani Buzağı/Danayı Benî İsrâilin Kutsallaştırıp Putlaştırması ve Buzağı Heykeline Tapması: 2/Bakara, 51, 54, 92, 93; 4/Nisâ, 153; 7/A’râf, 148-152; 20/Tâhâ, 85-98.
f- Buzağı/Dana Sevgisi, Benî İsrâilin Kalbine İliklerine Kadar İşlemişti: 2/Bakara, 93.
g- Hz. İbrahim’e Müjde İçin Gelen Meleklere, İbrahim (a.s.)’in Kızartılmış Bir Buzağı Getirip İkram Etmesi: 11/Hûd, 69; 51/Zâriyât, 26.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 319-324
2. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 375-387
3. Mefâtihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c. 3, s. 72-97
4. Fî Zılâli’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 161-166
5. Tefhîmu’l Kur’an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s. 85-87
6. El Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, İmam Kurtubî, Buruc Y. c. 2, s. 151-175
7. Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 146-154
8. El-Mîzân Fî Tefsîri’l Kur’an, Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 280-298
9. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 116-122
10. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y. s. 143-147
11. Hulâsatü’l Beyan Fî Tefsîri’l Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 147-154
12. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 153-161
13. Min Vahyi’l Kur’an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 78-83
14. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 8, s. 49-53; 77-79; 91-95
15. İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 17, s. 81-102
16. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Akit Y. c. 1, s. 262
17. Kur’an’da ulûhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y. s. 363-364
18. Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 256, 276-7, 311-312
19. S. Buhâri Tecrid-i Sarih Terc. 9/1436 nolu hadis; 6/414-421
- 948 -
KUR’AN KAVRAMLARI
20. Kur’an-ı Kerim’de Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya
21. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Marifet Y.
22. Din ve İnanç Sözlüğü, Şinasi Gündüz, Vadi Y.
23. İnanç Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi Y.
24. Semboller ve Yorumları, Necmettin Ersoy, Özel Y.
25. İslâm’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları -Hicaz Bölgesi-, Ali Çelik, Beyan Y.
26. Eski Türk Dini, İbrahim Kafesoğlu, Kültür Bakanlığı Y.
27. Tarihte ve Buggün Şamanizm, Abdülkadir İnan, Türk Tarih Kurumu Y.
28. Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri, A. Yaşar Ocak, Kültür ve
Turizm Bk. Y.
29. Bektaşi Menâkıbnâmelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, Ahmet Yaşar Ocak, Enderun
Kitabevi Y.
30. Türk İslâm Efsaneleri, M. Necati Sepetçioğlu, Yağmur Y.
31. Türk Destanları, M. Necati Sepetçioğlu, Toker Y.
32. Türk Mitolojisi, Bahaeddin Ögel, 1-2, M.E.B. Devlet Kitapları Y. Bin Temel Eser
33. Ortadoğu Mitolojisi, S. H. Hooke, İmge Kitabevi Y.
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK
HEM DE UCUZA
• Âyet; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Âyet Kavramı
• Allah’ın Tabiattaki Âyetleri
• Kur'an Âyetleri (Cümleleri)
• Kur'ân Âyetlerinin Âyet (Delil ve Mûcize) Oluşu; Kur'an'ın İlmî İ'câzı
• Kur'an'ın Âyet Âyet İndirilmesi ve Hikmetleri
• Âyetler Topluluğu Anlamında Kitap
• Hz. Mûsâ (a.s.) ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Âyetü’l-Kübrâsı
• Âyetleri Doğru Okuyup Anlayabilme İçin Gerekli Şartlar
• Semâ Âyeti
• İnsan Denen Âyet
• Âyetleri Az Bir Karşılık ile (Ucuza) Satmak
• Yahudi ve Hıristiyanları Taklit Perspektifi
• Allah'ın Âyetlerini Ucuza Satmak Konusunda Âyetler
• Kur'an Okuma ve Hatta Öğretme Karşılığında Ücret Almayı Yasaklayan Hadis-i Şerifler
• Ücretle Kur'an Okumanın Fıkıhtaki Yeri
• Zaruret Açısından Kur'an Kıraatine Ücret
• Hiçbir Peygamber, Tebliğ Karşılığında İnsanlardan Ücret İstemez
• İslâm ve Basit Çıkar Gözetmek
• Allah'ın Âyetlerini Satan Karakter: Bel'am
• Allah'ın Âyetlerini Satmak; Dünyevîleşmek ve Dünyayı Âhirete Tercih Etmektir
• Allah'ın Âyetlerini Satmak, Çok Zararlı Bir Ticarettir
"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok âyetler/deliller vardır.” 3008
3008] 2/Bakara, 164
- 826 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“...Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız Benden korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilip dururken hakkı gizlemeyin.” 3009
Âyet; Anlam ve Mâhiyeti
“Âyet” sözlükte, açık alâmet (belirti) demektir. Bir şeyin ve bir amacın varlığını gösteren alâmettir. Açıkça ortada görülmeyen şey, âyetiyle bilinir ve tanınır. Bir yolu bilmeyen, o yola âit alâmetleri bilirse, yolu tanır. Her şey kendi alâmetiyle bilinir. Bu açıdan âyet, duyuların, düşüncelerin veya akılla bilinen şeylerin dışa vurmuş şeklidir denilebilir. Yüzü kızaran bir kimsenin kızdığını anlarız. Yüzü kızarmak kızgınlığın âyetidir. Bir şeyin, bir nesnenin ayırt edici özelliklerine eskiden “alâmet-i fârika”, yani “ayırt edici belirti” denirdi. Bu belirtiler o nesneyi bize tanıtan, o şeyin ne olduğunu bilmemize yardım eden özelliklerdir. Âyet, bu şekilde, açık alâmet, nişan, belirti, iz, eser ve işaret anlamlarına gelmektedir. Âyet kelimesinin çoğulu “ây” ve “âyât”tır.
Kur’an ilimlerinde âyet; sûrelerin içinde, başı ve sonu belli bir veya birkaç cümleden meydana gelmiş İlâhî sözlerdir (kelâm’dır). Kur’an yüz on dört sûreden meydana gelmektedir. Sûreler ise âyetlerden oluşurlar. Sûrelerin içerisindeki âyetler kendilerine mahsus bir biçimdedirler. Belli kuralları yoktur. Bir kaç harften oluşan âyetler olduğu gibi, bir sayfa uzunluğunda da âyet vardır. Âyetlerin her biri birer Kur’an oldukları gibi, hepsi beraber Kur’an’ı meydana getirirler.
Kur’an âyetlerinin her biri Allah’a âit alâmetler, işaretlerdir. Bununla beraber Allah’a mahsus bir yüceliğe de işaret ederler. Bu yücelik onların bağlı oldukları Kudret’ı hatırlatır, O’nun büyüklüğünü tanıtır. Kur’an, âyetlerden meydana geldiği gibi kâinat da âyetlerden meydana gelir. Çevremizde gördüğümüz her şey, Allah’ın birer âyetidir. Bütün varlıklar, bütün olaylar Allah’ın ‘ol’ emriyle meydana çıkmış kelimeleridir. Bunlar, insana Allah’ı tanıtmaları açısından birer âyettirler.
Kur’ân-ı Kerim’de Âyet Kavramı
“Âyet” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 382 yerde geçer. Bunlardan 86’sı tekil olarak “âyet” şeklinde; 295’i ise çoğul olarak “âyât” şeklindedir. Bir yerde de tesniye olarak “âyeteyn” şeklinde kullanılır.
Âyet kavramı Kur’an’da birkaç anlamda kullanılmaktadır:
1- Delil anlamında: Allah’ın varlığına ve yüceliğine işaret eden deliller, âyet ismiyle anılmaktadır. Buna göre, göklerin ve yerin yaratılması, gece ile gündüzün peş peşe gelişi, insanların faydası için denizde yüzen gemiler, ölümünden sonra toprağı diriltmek üzere yağmurun indirilişi, canlıların var edilmesi, bulutların boyun eğmiş bir şekilde havada yüzmeleri birer âyettir. 3010
Güneş’in bir aydınlık, Ay’ın bir nur (ışık) kılınması, yılların sayısı bilinsin diye Güneş’e ve Ay’a durakların tesbit edilmesi birer âyettir.3011 Tanenin ve çekirdeğin yaratılması, sabahın gecenin içinden çıkıp gelmesi, gecenin dinlenme zamanı
3009] 2/Bakara, 41-42
3010] 2/Bakara, 164
3011] 10/Yûnus, 5
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 827 -
yapılması, karanlığın derinliklerinde yol bulmak için yıldızların bir lamba gibi var edilmesi, insanların tek bir nefisten yaratılması, gökten inen su ile bitkilerin büyütülmesi, her türlü meyvenin var edilmesi birer âyettir.3012 Arının çeşitli çiçeklerden topladığı özlerle insanlar için şifa olan bal yapması, hayvanların çeşit çeşit yaratılması, hayvanlar tarafından insanlara süt hazırlanması birer âyettir.3013 “Ve O, yeri yayıp uzatan, onda sarsılmaz dağlar ve ırmakları var edendir. Orada ürünlerin her birinden ikişer çift yaratmıştır. Geceyi gündüze bürümektedir. Şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır.” 3014; “Allah’ın gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması O’nun âyetlerindendir.” 3015
2- Mûcize anlamında: Kur’an, peygamberlerin Allah (c.c.) tarafından gönderilmiş elçiler olduklarını isbat etmek için gösterdikleri olağanüstü olaylara da ‘âyet’ demektedir. İnsanlar, peygamber olduğunu iddia eden kimselerden, bilinen tabiat olaylarını aşan ve ancak İlâhî kuvvet tarafından yapılabilecek alâmetler (isbatlar) istemişlerdir. Peygamberlerin gösterdiği bütün mûcizeler “âyet” adıyla anılmaktadır. Çünkü mûcizeler, peygamberlerin kendi işi değil; Allah’ın gücünün göstergeleridir. Hz. İsa’nın (a.s.) çamurdan kuş yapması, körün gözünü açması, alaca hastalığını iyi etmesi, ölüyü diriltmesi, saklanılan şeylerin yerini haber vermesi birer âyettir (mûcizedir).3016 Hz. İsa (a.s.)’ya gökten sofra indirilmesi,3017 Semûd kavmine deve verilmesi,3018 Hz. İsa’nın (a.s.) babasız dünyaya gelmesi,3019 Hz. Mûsâ’nın (a.s.) elinin Ay gibi parlaması3020 hep birer âyettir.
Peygamberlerin çabalarına ve gösterdikleri mûcizelere rağmen azgınlığa ve zulümlerine devam edenler, dünyada iken birtakım cezâlara çarptırıldılar. Arkadan gelenler ibret alsın diye onlardan bazı âyetler (alâmet ve izler) bırakılmıştır. “Kendilerinden önceki nesillerden nicelerini yıkıma uğratmamız, onları hidâyete yöneltmedi mi? (Oysa bugün kendileri) onların kaldıkları yerlerde (tarihî kalıntılar üzerinde) gezip durmaktadırlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için âyetler vardır.”3021 Allah’ın peygamberleri eliyle gösterdiği âyetler/mûcizeler için şu âyetlere de bakılabilir:3022
3- Alâmet, nişan anlamında: İsrâiloğullarına başkan (hükümdar) olarak gönderilen Talût’un bu görevinin âyeti (alâmeti), Tâbût’un onlara getirilmesiydi. Burada âyet; alâmet, belirti, nişan anlamında kullanılmıştır. 3023
4- Acâyip iş anlamında: Hz. İsa (a.s.)’nın babasız olarak dünyaya gönderilmesi, Allah’ın kudretine işaret eden bir âyettir, acâyip bir iştir. Bir yönden mûcizedir,
3012] 6/En’âm, 95-99
3013] 16/Nahl, 65-69
3014] 13/Ra’d, 3
3015] 30/Rûm, 22
3016] 3/Âl-i İmrân, 49
3017] 5/Mâide, 114
3018] 17/İsrâ, 59
3019] 19/Meryem, 21
3020] 20/Tâhâ, 22
3021] 20/Tâhâ, 128; ayrıca bk. 11/Hûd, 103; 15/Hıcr, 74; 28/Kasas, 36; 29/Ankebût, 15 vd.
3022] 2/Bakara, 211, 248; 6/En’âm, 35; 7/A’râf, 73; 10/Yûnus, 92; 11/Hûd, 64; 20/Tâhâ, 22: 21/Enbiyâ, 5; 26/Şuarâ, 154
3023] 2/Bakara, 248
- 828 -
KUR’AN KAVRAMLARI
diğer yönden insanların görmediği, alışmadığı bir iştir. 3024
5- İbret anlamında: Tâlût’un İsrâiloğullarına hükümdar olması, bunun belgesi olarak Tâbût’u bularak onlara getirmesi, inananlar için gerçekten ibret verici bir durumdur. Buna benzer bütün olaylar hem mûcizedir, hem de ibret verici şeylerdir. 3025
6- Kıyâmet alâmeti anlamında: Birtakım kimseler ellerinde fırsat varken iman etmezler. Allah’ın bazı âyetleri geldiği zaman iman ederlerse bu imanları kabul olmaz. En’am Suresi 158. âyetinde çoğul olarak geçen ‘âyât’ (âyetler), Kıyâmet saatinin belirtisi, alâmeti şeklinde anlaşılmıştır.
7- Kur’an’ın tümü veya belli bölümleri anlamında: Kur’an’ın tümü âyet olduğu gibi, her sûrenin belli bölümleri de âyettir. Gerek Kur’an’ın tümü, gerekse her bir âyeti, insanların hepsi bir araya gelseler bile bir benzerini yazamayacakları bir mûcize (âyet)dir. Kur’an’ın, “âyet”i mûcize anlamında da kullandığını tekrar hatırlayalım. Öyleyse Kur’an, Peygamberimiz’in en büyük mûcizesi olmakla birlikte Allah’ın kudretine alâmet olan bir âyetidir. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) hak peygamber olduğuna delildir. Her bir âyet bir ifadeyi diğerinden ayırdığı, her bir Kur’an bölümü onun tümünü ve vahyin mûcize oluşunu hatırlattığı için âyet denmiştir.
Kur’an, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) indirilen Kitab’ın insanüstü olduğunu bildirdikten sonra, bundan şüphe edenleri, “haydi bakalım, bunun gibi bir kitap, ya da bunun sûrelerine benzer sûreler yazıp getirin” diye meydan okumaktadır. 3026 Öyleyse O’nun kendisi, sûreleri, âyetleri hem birer mûcizedir, hem de onları gönderen Rabbimizin Rabliğinin, büyüklüğünün, kudretinin alâmetleri (âyetleri)dir. Bütün bunlara rağmen Kuran’a inanmayan inkârcılar yine olacaktır 3027.
Peygamberimiz (s.a.s.) Güneş’in ve Ay’ın Allah’ın kudretinin iki âyeti olduğunu haber veriyor.3028 O ayrıca buyuruyor ki: “On âyet (alâmet) çıkmadıkça Kıyâmet kopmaz…” 3029
Evrendeki sayısız varlıklara, çeşitliliğe, sürekli bir oluşuma ve evrensel düzene “fiilî âyetler” denmiştir. Bu âyetler, yüce bir varlığın kudretini açıkça haber vermektedir. Bu âyetlere “kevnî âyetler -oluşun alâmetleri-” denmektedir. Bunlar bütün kâinatta bulunduğu gibi, insanın kendi bünyesinde de bulunmaktadır. Kur’an şöyle diyor: “Biz âyetlerimizi hem âfak’ta (insanın dışında), hem de enfüste (kendi nefislerinde) onlara göstereceğiz; öyle ki şüphesiz onun (Kur’an’ın) hak olduğu kendilerine apaçık belli olsun. Her şeyin üzerinde senin Rabbinin şâhit olması yetmez mi?”3030 İnsanın çevresinde ve bizzat kendi yapısında bulunan sayısız âyet yani Rabbimizin varlığına ve kudretine işaret eden sonsuz alâmet; onun inanması ve
3024] 23/Mü’minûn, 50
3025] 2/Bakara, 248
3026] 2/Bakara, 23-24; 29/Ankebût, 50-51; 17/İsrâ, 88; 11/Hûd, 13
3027] 2/Bakara, 145
3028] Buhârî, Bed’ü’l Halk 88, 4/251
3029] Müslim, Fiten 39-40, hadis no: 2901, 4/2225
3030] 41/Fussilet, 53
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 829 -
Rabbine boyun eğmesi için yeter. 3031
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah’ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok âyetler/deliller vardır.” 3032
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahipleri için şüphesiz âyetler (deliller) vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstü yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. ‘Ey Rabbimiz, Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) pâk ve münezzehsin. Bizi ateş azâbından koru.” 3033
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar her türlü âyeti görseler de yine inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler; ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular.” 3034
“Mü’minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman (o âyetler, onların) imanlarını artırır ve (onlar) Rablerine tevekkül ederler.” 3035
“Göklerde ve yerde nice âyetler var ki, onların yanından yüzlerini çevirerek (hiç aldırmadan, ilgilenmeden) geçip giderler.” 3036
“Şunlar Kitabın âyetleridir; Rabbinden sana indirilen haktır, fakat insanların çoğu inanmazlar.” 3037
“Ve O, yeri yayıp uzatan, onda sarsılmaz dağlar ve ırmakları var edendir. Orada ürünlerin her birinden ikişer çift yaratmıştır. Geceyi gündüze bürümektedir. Şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır.” 3038
“Kendilerinden önceki kuşaklardan nicelerini yıkıma uğratmamız, onları hidâyete yöneltmedi mi? (Oysa bugün kendileri) onların kaldıkları yerlerde (tarihî kalıntılar üzerinde) gezip durmaktadırlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için âyetler vardır.” 3039
“İnkâr edenler bilmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık?! Hâlâ inanmıyorlar mı? Yer onları sarsmasın diye onun üstünde dağlar yarattık. Ve (işlerine) gidebilsinler diye orada geniş yollar açtık. Göğü, (düşmekten) korunmuş bir tavan yaptık; onlarsa hâlâ Bizim (varlığımıza ve gücümüze delâlet eden) âyetlerimizin yanından düşünmeden geçip gitmektedirler...” 3040
3031] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 51-54
3032] 2/Bakara, 164
3033] 3/Âl-i İmrân, 190-191
3034] 7/A’râf, 146
3035] 8/Enfâl, 3
3036] 12/Yûsuf, 105
3037] 13/Ra’d, 1
3038] 13/Ra’d, 3
3039] 20/Tâhâ, 128; ayrıca bk. 11/Hûd, 103; 15/Hıcr, 74; 28/Kasas, 36; 29/Ankebût, 15 vd.
3040] 21/Enbiyâ, 30-32
- 830 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Âyetlerimi size göstereceğim; acele etmeyin.” 3041
“Ve de ki: ‘Allah’a hamdolsun, O size âyetlerini gösterecek, siz de onları öğreneceksiniz...” 3042
“O’nun âyetlerinden (gücünün işaretlerinden) biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz, (yeryüzüne) yayılan insanlar oluverdiniz. O’nun âyetlerinden biri de, size nefislerinizden, kendileriyle sükûn bulacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve acıma koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır. O’nun âyetlerinden biri de, göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda, âlimler/bilenler için âyetler/ibretler vardır. O’nun âyetlerinden biri de, geceleyin ve gündüzün uyumanız ve O’nun lutfundan (nasîbinizi) aramanızdır. Şüphesiz bunda, işiten/dinleyen bir toplum için âyetler/ibretler vardır. O’nun âyetlerinden biri de, size, korku ve umut vermek için şimşeği göstermesi, gökten bir su indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için âyetler/ibretler vardır. O’nun âyetlerinden biri de, göğün ve yerin, kendisinin emriyle durmasıdır. Sonra sizi yerden bir tek dâvetle çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki çıkıyorsunuz.” 3043
“Ölü toprak, onlar için bir âyettir (ölüleri nasıl dirilteceğimize işarettir): Biz onu dirilttik, ondan dâne çıkardık da ondan yiyorlar. Orada hurma ve üzüm bahçeleri yarattık, çeşmeler akıttık. Ki o (suyun veya bahçe)nin ürününden ve ellerinin emeğinden yesinler. Hâlâ şükretmiyorlar mı? Ne yücedir O (Allah) ki toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır. Gece de onlar için bir âyettir. Gündüzü ondan soyup alırız; birden onlar karanlıkta kalıverirler. Güneş de kendi müstakarrı (yörüngesi, istikrar bulacağı yeri) içinde akıp gider. Bu, üstün ve bilen (Allah)ın takdiridir. Aya da konaklar tâyin ettik. Nihayet o, eski urcuna (hurma salkımının sapına) benzer bir hale geldi. Ne güneş aya erişebilir, ne de gece, gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzmektedirler. Onlar için bir âyet de, onların çocuklarını dolu gemide taşımamız ve kendilerine onun gibi binecekleri nice şeyler yaratmamızdır.” 3044
“Biz âyetlerimizi hem âfak’ta (insanın dışında, ufuklarda, çevrelerinde), hem de enfüste (kendi nefislerinde) onlara göstereceğiz; öyle ki şüphesiz onun (Kur’an’ın) hak olduğu kendilerine apaçık belli olsun. Her şeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması (her şeyi görmesi sana) yetmez mi?” 3045
“Yeryüzünde de kesin inanacak insanlar için (Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren) nice âyetler (işâret ve deliller) vardır. Bizzat kendinizde de. Görmüyor musunuz?” 3046
“Bakmıyorlar mı develere, nasıl yaratılmış? Göğe, nasıl yükseltilmiş? Dağlara, nasıl dikilmiş? Yere, nasıl yayılıp döşenmiş?” 3047
3041] 21/Enbiyâ, 37
3042] 27/Neml, 93
3043] 30/Rûm, 20-25
3044] 36/Yâsin, 33-42
3045] 41/Fussilet, 53
3046] 51/Zâriyât, 20-21
3047] 88/Ğâşiye, 17-20
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 831 -
Allah’ın Tabiattaki Âyetleri
“Göklerde ve yerde nice âyetler var ki, onların yanından geçip giderler.” 3048 Görüldüğü gibi Yüce Allah, bu âyette yerde ve gökte pek çok âyeti olduğunu, fakat birçok kimsenin bu âyetleri görüp yanından geçip gittikleri halde onlardan istifâde edip bir kere olsun onlardaki inceliği, eşsiz denge ve düzeni düşünüp onları yaratana ulaşamadıklarına, ulaşsalar da O’nu hakkıyla idrâk edemediklerine işaret etmektedir.
Yukarıda ifade edildiği gibi, Kur’an’da âyet kelimesi değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Bunlardan en önemlileri, Allah’ın peygamberleri eliyle gösterdiği mûcizeler, Kur’an’ın yazılı âyetleri (cümleleri) ve kendimiz de dâhil olmak üzere, tabiatta ve kâinatta gördüğümüz en küçüğünden en büyüğüne kadar canlı ve cansız bütün varlıklardır. Buna göre meselâ, bir çiçek bir âyettir, bir kuş bir âyettir, bir yaprak bir âyettir. Demek ki, Yüce Allah’ın Kur’an’da satırlara yazılı olarak bulunan âyetlerinin yanında, bir de tabiatta, canlı olarak karşımızda duran, keşfedilmeyi bekleyen pek çok âyeti vardır.
Bu üç türlü âyet de aslında bir yerde birleşmektedir. Zira, bunların üçü de neticede onları gereği gibi düşünüp değerlendirebilenleri Allah’a götüren, O’nun varlığını, birliğini, sınırsız güç, kudret ve ilmini açıkça gösteren birer işâret, alâmet ve nişan olmaktadırlar. Çünkü, bütün bunların elbette bir yapanı, edeni, planlayıcısı ve düzenleyicisi vardır ki o da Allah’tan başkası olamaz. O halde bunların hepsi de Allah’ın varlığının, birliğinin ve kudretinin apaçık delilleridir.
İnsanlar, sabah akşam, gece gündüz bunların önünden geçerler. Bu âyetler âdeta onları kendilerine çağırır. Kendilerinin okunmasını, yani görülüp incelenmesini, kalplere ve akıllara ilham kaynağı olmayı beklerler. Fakat insanlardan çoğu, ne onları görürler, ne de seslenişlerini duyarlar ve ne de derin ve mânâlı tesirlerini hissederler...
Hâlbuki, bir an güneşin doğduğu yerle battığı yeri düşünmek, bir gölgenin uzayıp kısalması üzerinde durmak, bir nehrin akışı, bir pınarın, bir şelâlenin çağlayışı, bir çiçeğin yavaş yavaş büyüyüşü, bir goncanın nazlı nazlı açılışı önünde bir an durup düşünceye dalmak, tefekkür etmek, onları, onların mesajlarını duyup okumak gerek... Havada uçan bir kuşa, denizde yüzen bir balığa, durmadan çalışan karıncaya, en usta Sanatkârın eliyle işlendiği her haliyle belli olan düzgün simetriği ve rengârenk kanatlarıyla uçan bir kelebeğe bir an ibret gözüyle bakmak gerek...
Evet, bütün bunları ve bunlar gibi çoğu insanın sık sık karşılaştığı halde görmezlikten geldiği âyetleri düşünüp tefekkür etmek, insan gönlüne kâinat sırlarının akması için yeterlidir. Bir an ibret gözüyle bakıp bu âyetleri okumanın kalpleri titreteceğine, şuurları harekete geçirip olumlu tesirler bırakacağına şüphe yoktur.
Bazı insanlar, gördükleri bu muhteşem yapı ve düzen karşısında yaratıcılarına teslim olup O’na olan şükran borçlarını yerine getirip O’na itaat ve ibâdete koyulurken; bazıları da, O Yüce Yaratıcı’yı farkedip bulduğu halde O’na, O’nun istediği gibi kulluk etmeyip içindeki diğer tanrıları söküp atamamaktadır. Pek
3048] 12/Yûsuf, 105
- 832 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çok insan da her zaman yüz yüze, göz göze geldikleri bu âyetlerin yanından gelip geçerler. Gördükleri bu pek çok canlı âyeti her gün göre göre kanıksâdıklarından veya bütün bu olan biteni sanki kendiliğinden oluyormuş gibi zannettiklerinden ya da inatçı inkârcılıklarından dolayı bunlara bir ibret gözü ile bakıp üzerinde düşünerek, onlardaki mûcizevî yapıyı görerek ders çıkarmak istemezler; yüzlerini başka tarafa çevirip geçerler. Daha doğrusu görürler de görmezlikten gelirler; bütün bunları kör bir tesâdüfe veya ne olup olmadığını tanımlayamadıkları tabiata/doğaya bağlayıp işin içinden sıyrılmaya çalışırlar. İşte şu âyet, bu durumu ne kadar açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar her türlü âyeti görseler de yine inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler; ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular.” 3049
Görüldüğü gibi bu âyette Yüce Allah, bazı kimselerin gördükleri halde yeryüzündeki çeşitli âyetlerden neden istifâde edemediklerini de izah etmektedir. Bunun sebebi, onların büyük bir kibir içinde olmaları ve etraflarındaki bu âyetleri umursamaz tavırlarıdır. Dolayısıyla bu mahrûmiyetleri bizzat kendilerinden kaynaklanmaktadır. Ama Yüce Allah her türlü fiilin bizzat yaratıcısı olduğundan bunu; “Ben uzaklaştıracağım” şeklinde ifade etmektedir. Kur’an’da daha pek çok yerde etraflarındaki âyetleri gereği gibi değerlendiremeyen kimselerden bahsedilmektedir. İşte bunlardan birkaçı:
“İnkâr edenler bilmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık?! Hâlâ inanmıyorlar mı? Yer onları sarsmasın diye onun üstünde dağlar yarattık. Ve (işlerine) gidebilsinler diye orada geniş yollar açtık. Göğü, (düşmekten) korunmuş bir tavan yaptık; onlarsa hâlâ Bizim (varlığımıza, birliğimize ve gücümüze delâlet eden) âyetlerimizin yanından düşünmeden geçip gitmektedirler...”3050 Görüldüğü gibi Yüce Allah bu âyetlerde, önce göklerin ve yerin yaratılışı hakkında bilgiler verip koca koca dağların yaratılışının hikmetine işaret etmektedir. Bu ifâdeler, zamanındaki beşerî bilgilerin çok ötesinde olup modern araştırma sonucu bilgilerle de tamamen bir uyum arzetmektedir. Ve âyetler, insanların gözünün önünde duran, kâinattaki/doğadaki bu âyetlerin önünden umursamadan geçip gidenleri kınayarak sona ermektedir.
İşte, etrafımızda her zaman gördüğümüz olaylara dikkatimizi çeken bir âyet: “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah’ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok âyetler/deliller vardır.”3051 Gerçekten de bu âyetin her bir ifadesi, üzerinde uzun uzun düşünmeye, araştırmalar yapmaya değer konularla doludur: Yüce Rabbimiz bu âyette önce, içinde yaşadığımız bu uçsuz bucaksız kâinâtın yaratılışına dikkatimizi çekmekte, sonra pek çok âyette geçtiği gibi, gece ile gündüzün birbiri ardına gelişini, ardından koca koca gemilerin denizde batmadan yüzmelerini (suya kaldırma gücü verdiğini), gökten su indirip onunla âdeta ölü gibi duran
3049] 7/A’râf, 146
3050] 21/Enbiyâ, 30-32
3051] 2/Bakara, 164
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 833 -
toprağı yeniden diriltmesini, yeryüzüne küçük-büyük sayısız canlıyı yaymasını, bulutları ve rüzgârları oradan oraya evirip çevirmesini, böylece iklim değişikliği ve yağmurların dağıtılmasını gündeme getirmektedir. Ve âyet, aklını çalıştıran bir toplum için bütün bunlardan alınacak dersler, çıkarılacak neticeler olduğunu belirterek sona ermektedir.
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahipleri için şüphesiz âyetler (deliller) vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstü yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. ‘Ey Rabbimiz, Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) pâk ve münezzehsin. Bizi ateş azâbından koru.”3052 Bu âyeti okuyan Peygamberimiz (s.a.s.) arkasından şöyle dehşetli bir tesbitte bulunmuştur: “Yazıklar olsun o kimseye ki, bu âyeti okuduğu halde onun üzerinde düşünmez!” 3053
İnsan Denen Âyet: Allah Teâlâ, bu çeşit canlı âyetlerin insanın sadece etrafındaki varlıklarda değil; bizzat kendisinin maddî ve mânevî yapısında da olduğuna şöyle işaret eder: “Yeryüzünde de kesin inanacak insanlar için (Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren) nice âyetler (işâret ve deliller) vardır. Bizzat kendinizde de. Görmüyor musunuz?”3054 Gerçekten de insanın bizzat kendisi esrârengiz bir âlemdir. Onun hakkında bilinenler, keşfedilmeyi bekleyen bilinmeyenler yanında hâlâ bir hiç hükmündedir. Onun için, Yüce Allah, bu tip âyetlerin sırrı hemen kavranılmasa bile zaman içinde keşfedileceğine şöyle işaret etmektedir: “O (Kur’an), ancak bütün âlemlere zikirdir/öğüttür. Onun haber(ler)ini(n doğruluğunu) bir süre sonra gâyet iyi anlayacaksınız!”3055; “Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Bir müddet sonra öğreneceksiniz.”3056; “Ve (yine) de ki: ‘Allah’a hamdolsun, O size âyetlerini gösterecek, siz de onları öğreneceksiniz...” 3057; “Âyetlerimiz size göstereceğim; acele etmeyin.” 3058
Kur’an, bu gibi âyetleriyle insanların gözlerini kendilerine ve dış âleme/çevreye doğru çevirirken kendinden gâyet emindir. İlmin ilerlemesiyle kendisinin yanlışlarının ortaya çıkıp gözden düşeceği, bu sebeple insanların kendinden uzaklaşacağı gibi bir endişesi yoktur. Bilakis, insanlar kâinatın yapısındaki ince sırları keşfettikçe Yüce Allah’ın varlığının, birliğinin, gücünün ve ilminin sonsuzluğunu daha iyi kavrayacaklar ve imanları daha da kuvvetlenecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz âyetlerimizi hem âfak’ta (insanın dışında), hem de enfüste (kendi nefislerinde) onlara göstereceğiz; öyle ki şüphesiz onun (Kur’an’ın) hak olduğu kendilerine apaçık belli olsun. Her şeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması (her şeyi görmesi sana) yetmez mi?”3059 Görüldüğü gibi Yüce Allah bu âyetlerde, insana bu evrenin bazı sırlarını göstereceğini, kendi iç dünyasının kapalı noktalarını açacağını vaad etmektedir. Bütün bunların kendilerine seslenen bu kitabın hak bir kitap olduğunu anlayıncaya kadar devam edeceğini belirtmektedir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?
3052] 3/Âl-i İmrân, 190-191
3053] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, IV/310; İbn Kesir, I/440-441
3054] 51/Zâriyât, 20-21
3055] 38/Sâd, 87-88
3056] 6/En’âm, 67
3057] 27/Neml, 93
3058] 21/Enbiyâ, 37
3059] 41/Fussilet, 53
- 834 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah Teâlâ bu vaadini doğru çıkarmış ve insanlara yapmış oldukları araştırmalarla önceden bilinmeyen pek çok sırrını açmıştır. Evet, bu gün insanlık, aradan geçen on beş asır zarfında henüz bilebildikleri bilemediklerinin yanında çok az da olsa, pek çok şeyi öğrenmiştir. Kâinatın merkezi sandıkları dünyalarının aslında güneşe bağlı, onun etrafında dönen çok küçük bir zerre olduğunu, güneşin ve onun içinde yer aldığı sistemin de, milyarlarca benzerinden sadece birisi olduğunu, kâinat yaratılalı beri ışığı yola çıkmış ama henüz ışığı bize kadar ulaşamamış nice yıldızların bulunduğunu öğrenmiştir. İnsanlar, kendi dünyalarını da gittikçe daha iyi tanıdılar. Onun hem kendi ekseni etrafında ve hem de güneşin çevresinde döndüğünü keşfettiler. Karada ve denizde yer alan birçok bitki ve hayvanı tesbit ettiler. Son asırlarda Yüce Rablerinin kendileri için yerin derinliklerine gizlediği kömür ve petrol gibi çok büyük enerji kaynaklarını tesbit edip kullanmaya başladılar. Kendi vücutlarının maddî ve rûhî yönü ile ilgili de pek çok keşiflerde bulundular, ama araştırdıkça bilmediklerinin gittikçe daha da arttığını, çok esrârengiz, muhteşem bir sanat ve dehşetli bir yapı ile karşı karşıya olduklarını anladılar. Ve insanlar, Allah’ın yarattığı bu muhteşem evreni ve kendilerini keşfetmeye, onlarda geçerli olan kanunları tesbit etmeye hâlâ devam etmektedirler.
Hiç şüphesiz Allah Teâlâ’nın bu kâinat/tabiat/çevre ve insan kitaplarının âyetlerini okuyup anlayacak, bu canlı ve âdeta konuşan mûcizelerini en iyi bir şekilde değerlendirebilecek olanlar, ancak onlar üzerinde araştırma yapıp onlardaki sırrı, esrârengiz ve muhteşem yapıyı ortaya çıkarmaya çalışan âlimlerdir. Nitekim bu durum, Fâtır sûresi, 28. âyette açık bir şekilde ortaya konmuştur. Allah (c.c.) bu âyette, önce yine tabiattaki bazı âyetlere/tezâhürlere dikkatlerimizi çektikten sonra şöyle buyurur: “... Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan (tam lâyıkı ile) korkarlar.”3060 Demek ki her âlim, ilmi genişledikçe ve Allah’ın bu varlıklardaki ince denge ve düzenini keşfettikçe Yüce Allah’ın güç, kudret, sanat ve ilmini daha çok görüp daha iyi takdir edecek, böylece Allah’a olan saygı, sevgi ve hayranlığı, huşû ve takvâsı da o derece artacaktır.
Demek ki, İslâm âlimlerine ve âlim adayı gençlere pek çok görevler düşmektedir. Böyle bir övgüye en lâyık âlimler, Kur’an, kâinat ve insan adlı kitapları birbirleriyle uyumlu, irtibatlı okuyan, araştırmalar yapan ve birinin tefsiri için diğer ikisinin gözardı edilmemesi gerektiğini bilen âlimler olmalı ve gece gündüz çalışıp bu yüksek dereceye ulaşıp böylece, pek çok kimsenin de hidâyetine vesile olmalıdır. 3061
Âyet, açık alâmet, inkârı mümkün olmayan mûcize demektir. Kur’an’ın cümleleri, Allah’ın varlığına, birliğine, Kur’an’ın Allah’ın kelâmı olduğuna delâlet eden âyetler olduğu gibi doğa olayları da Allah’ın varlığına ve birliğine delâlet eden âyetlerdir. Sözlü olan âyetlerin (vahyin) yanında, herkesin gözü önünde serili bulunan tabiat kitabının âyetleri olan sözsüz âyetler, tabiat olayları ve insan da besmeleyle, Allah’ın ismi ve izniyle, O’nu yücelterek okunmayı beklemektedir. “Oku!” emrinin muhâtabı olan insan için gösterilen nesnelerdir tüm bu âyetler. Aklını çalıştıran, iyi düşünen insanlar için bütün tabiat olayları, dillenip Allah’ın varlığını ve birliğini haykırır. Şu yeşillenen ağaçlar, şu uçan kuşlar, şu
3060] 35/Fâtır, 28
3061] Mevlüt Güngör, Kur’an Penceresinden Bakış, 203-212
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 835 -
yüzen balıklar, şu gece gündüz, şu kâinattaki düzen, kendilerini yaratan çok akıllı, Rahmân ve Rahîm, her şeye gücü yeten muhteşem sanatını icrâ eden muazzam bir yaratıcı Allah’ın varlığını söyler. Bundan dolayı Kur’an, her vesile ile insanın dikkatini tabiat âyetlerini okumaya, onlardaki incelikleri düşünmeye dâvet eder. Gece ve gündüzün değişmesi, bize sonsuz görünen şu engin kâinatta aynı İlâhî kanunların bulunması, zerreden sonsuz evrene dek her şeyin ince yasalarla düzenlenmiş olması, bunların bir tesadüf/raslantı ile kendi kendine değil; büyük akıl, irâde ve kudret sahibi bir yaratıcı tarafından yaratıldığını kanıtlar. İşte bu kâinatı düşünen, tabiat varlıklarındaki ince hikmetleri, yasaları okuyan kimse derhal Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla niteli bir Allah’ın var olduğunu anlar, her şeyin O’na boyun eğdiğini görür. Kendisi de bilinçli olarak O’nun emrine boyun eğer, O’na kulluk eder.
“Biz âyetlerimizi hem âfak’ta (insanın dışında, ufuklarda, çevrelerinde), hem de enfüste (kendi nefislerinde) onlara göstereceğiz; öyle ki şüphesiz onun (Kur’an’ın) hak olduğu kendilerine apaçık belli olsun.”3062 Müfessirlerin çoğuna göre, bu âyette ifade edilen âfâktaki âyetler; güneş, ay, yıldızlar, gece-gündüz, rüzgâr, yağmur, gök gürültüsü, bitki, ağaç, dağlar, denizler ve benzeri doğa varlıkları ve tabiat olayları; enfüsteki âyetler de insan anatomisindeki ve rûhundaki hârika sanat, düzen ve hikmettir. Burada, Kur’an’ın gerçek vahiy olduğunun anlaşılması için doğa olaylarından ve insanın kendi yaratılışından kanıtlar sunulacağı belirtilmektedir. Âyette insanın bilgi edinme yollarına da dikkat çekilmekte ve insanların ibret almaları istenmektedir. Öyle ise, âfâk ve enfüs âyetleri, insana bilgi sunan, bilginin kaynağı olan âyetlerdir.
Kur’an, ilim ve hikmete çok değer vermiştir. İlimden söz eden âyet sayısı 750’ye varır. Kur’an, âlimi görür, câhili kör kabul eder 3063; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak öz akıl sahipleri düşünüp ibret alır.”3064; “Ancak âlimler, Allah’a gereğince saygı gösterir, huşû duyup korkar.”3065 buyrulur. Fakat Kur’an’ın övgü ile söz ettiği ilim, ispatlanmamış teoriler, boş nazariyeler, kuru ve soyut entelektüel teoriler değil; insanın iç dünyasını aydınlatan din bilgisi ve dış dünyasını aydınlatan imanla irtibatlı müsbet ve hayırlı ilimdir. İşte kesin bilgiye ermek için insanlara Allah’ın âfâktaki ve enfüsteki âyetleri gösterilmektedir. Gerçekten âfâkta gösterilen âyetler, doğa varlıkları ve bunların bağlı bulunduğu yanlış anlaşılmaya müsait şekilde “tabiat yasaları” denilen, Allah’ın tabiattaki değişmez yasaları (sünnetullah); enfüste gösterilen âyetler de insan ruhunun derin aşamaları ve bunlara konulan İlâhî nurlardır. İşte her iki dünyadaki/kitaptaki Allah’ın yasalarını anlamak, bilgi ve hikmete bağlıdır. Kur’an, dikkatimizi, çevremizi ve bu doğa olaylarını inceleyip onlardaki İlâhî kanunları bulmağa yöneltir. 3066
Niçin Kur’an, insanın gözünü tabiat olaylarına çeviriyor? Çünkü Allah’ın yasaları, her an bu olaylarda görünmektedir. Bu yasaları keşfedenler, Allah’ın kudretini daha iyi anlayıp O’na gereğince saygı gösterecekleri gibi; doğaya da, çevreye de egemen ve halife olurlar. Doğanın büyük, hatta bazen yıkıcı güçlerini kendilerine boyun eğdirip hizmetlerinde kullanırlar. Zira Allah, denizleri,
3062] 41/Fussilet, 53
3063] 35/Fâtır, 19-21
3064] 39/Zümer, 9
3065] 35/Fâtır, 28
3066] Meselâ bk. 88/Ğâşiye, 17-20; 67/Mülk, 19
- 836 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dağları, güneşi, ayı, hayvanları, özetle her şeyi, tüm doğayı insanın buyruğuna vermiş, melekî güçler bile insana boyun eğmiştir. Ancak insanın aklını çalıştırması, doğanın gizlerini bilmesi lâzımdır ki tabiata egemen olabilsin. Çünkü doğaya hâkim olabilmek bilgi işidir. Bilgili olan, güçlü olur. İşte insanlığın yararına dönüşecek, amele/icraata çıkacak müsbet ilim, imanla beraber olursa Kur’an dilinde hikmet adını alır. Kur’an’ın hikmet dediği böyle hayırlı ilim, ruhsuz ve mâneviyatsız bilgi değil; Yaratana karşı sevgi ve saygı, kulluğu kamçılayan ilimdir. Bu ilim, insanı maddeye kulluğa değil; maddenin yaratıcısı Allah’a saygıya; imansızlığa değil, imana götürür. Bundan dolayı Allah’ın Elçisi: “Hikmetin başı Allah korkusudur.” 3067 buyurmuşlardır.
Kur’an, insanın ilim sahibi olmasını, doğayı incelemesini ve evrendeki ince düzeni, hârika yasaları keşfedip bunları yaratan Allah’a daha bir gönülden saygı ile bağlanıp kulluk etmesini istiyor. Eğer müslümanlar, din bilimlerinde yaptıkları gibi felsefe ve doğa bilimlerinde de birtakım kuru nazariyata dalmayıp Kur’an’ın yönelttiği doğrultuda gitmeyi sürdürselerdi, hiç kuşkusuz Avrupa’nın düzeyine, hem de onlardaki olumsuzluklara düşmeden onlardan çok önce varabilirlerdi. Çünkü başlangıçtaki gelişme, teorilerden çok eylem ve deneyim yönünde idi. Daha sonra tecrübe ve araştırma bırakılıp nazarî ayrıntılara dalındı, orijinal eserler yerine, şerhler ve şerhlere hâşiyeler yazılmağa başlandı ve böylece İslâm dünyasının bilim adamları, yararsız ayrıntılar içinde kaybolup gittiler.
Böyle olmakla beraber şunu da vurgulamak gerekir ki, İslâm’ın ilk feyzinden ilham alan müslüman bilim adamları, ilk beş-altı asır, ilme büyük hizmetler verdiler; bugünkü Avrupa bilim ve teknolojisine temel olacak altyapıyı hazırladılar. Müslümanların bu hizmetleri, dünya bilim adamlarınca kabul edilen bir gerçektir. İşte, Yûsuf sûresinin 105. âyetinde göklerde ve yerde bulunan nice âyetlerin yanından hiç düşünmeden, ibret almadan geçenler kınanmaktadır. Bunları düşünüp tefekkür eden insan, bunları sadece Allah’ın yarattığını, O’ndan başka kimsenin bunları var edecek güçte olmadığını anlar. Bir tek hücreyi dahi en gelişmiş laboratuvarlarda yaratmak mümkün değilken; bu kadar sayısız canlar, bu kadar çiçekler, yıldızlar, galaksiler, bu ince âhenk ve düzen kendi kendine olamaz. Herhangi bir yaratık da bunları yaratacak güçte olmadığına ve bunları sadece Allah yaratmış olduğuna göre O’ndan başkasına tapmanın, kulluk etmenin hiçbir anlamı yoktur. İşte bu tabiatı ve doğa olayları iyice düşünen, bu gerçeği anlar da Allah’a şirk koşmaz, itaat ve ibâdeti sadece O’na yapar, yaratıklara kulluk etmez.
Necm sûresinde de Peygamberimiz’in, Rabbinin âyetlerinden bir kısmını gördüğü anlatılmaktadır.3068 Burada kastedilen âyetler, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) melekle karşılaşması, hârikulâde mânevî haller görmesidir ki Kur’an, bunların ayrıntısını belirtmemiştir. Bu âyetler, Peygamber’in mîraçta gördüğü olağanüstü şeylerdir.
Peygamberlerin elinde zuhur eden olağanüstü şeyler, onlar vâsıtasıyla Allah’ın gerçekleştirdiği mûcizeler de birer âyettir. Çünkü bunlar, o insanın sıradan bir kimse olmadğını, ancak Allah’ın desteği ve yardımı ile bu hârikaların
3067] Tirmizî
3068] 53/Necm, 18
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 837 -
olacağını anlatır. Bu olağanüstü şeyler (mûcizeler), elinde ortaya çıkan insanın peygamberliğini isbat eder. Mûcizeler çeşitlidir. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Mûsâ’nın dokuz mûcizesinden söz eder.3069 Hz. İsa’nın da bazı gizli şeyleri bildiğini, ölüyü dirilttiğini, çamurdan yaptığı kuş heykellerini üfleyerek canlandırdığını, körün gözünü açtığını, alacalıyı iyileştirdiğini anlatır. 3070
Kur’an Âyetleri (Cümleleri)
Peygamberlere indirilen bütün İlâhî kitaplar da ‘kavlî’, yani sözlü âyetlerdir. Bu kitapların gönderiliş şekli olan vahy bir âyet olduğu gibi, bu kitapların anlattığı her şey de birer âyettir. Bu gün âyet deyince daha çok Kur’an’ın âyetleri akla gelmektedir. Tefsir ilminde âyet, sûrelerin içinde bulunan, iki durak arasındaki bir veya birkaç cümleden ibarettir. Kur’an âyetleri, Rabbimizin bize gönderdiği apaçık belgeler ve delillerdir. Bu belge ve deliller, bir yönden Rabbimizin ilâhlığının isbatlarıdır, bir taraftan da bizi doğru yola götürecek alâmetlerdir. Âyetlerin haber verdiği gerçekler ve sundukları hükümler; varlığın ve mutlak kurtuluşun işaretidir.
Kur’an âyetlerinin sıralanışı, uzunluğu ve kısalığı ve hangi sûrede yer alacağı kendine özgüdür. Bilindiği gibi Kur’an âyetleri Allah’ın Rasûlüne bir defada veya toplu bir kitap halinde gelmemiştir. Peygamber (s.a.s.), gelen Kur’an âyetlerinin hangi sûrelere ve hangi âyetten sonra veya önce yazılacağını Cebrâil’in bildirmesiyle, Kur’an’ı yazıya geçiren vahy kâtiplerine söyleyip yazdırıyordu. Şu anda Kur’an’da yer alan âyetler bizzat vahyin emri ile ait oldukları sûrenin içerisindedirler.
Kur’an’ın ilk gelen âyetleri Alak Sûresinin ilk beş âyeti, son gelen âyet ise, genel kabule göre Mâide Sûresinin üçüncü âyetidir. Kur’an âyetleri “Mekkî” (Mekke’de nâzil olanlar) ve “Medenî” (Medine’de gelenler) şeklinde ikiye ayrılırlar.
Kur’an’daki âyetleri birbirinden ayırmanın beşerî bir kuralı yoktur. Yani âyetlerin tâyini kıyâsî değil; tevkîfî olup vahiyle belirlenen ve Hz. Peygamber’in emrine bağlı olarak o şekilde yazıya geçirilen hususlardandır. Onun için “Elif Lâm Mîm”, “Elif Lâm Mîm Sâd” birer âyet olduğu halde; “Elif Lâm Râ” tam âyet değil; sonraki âyetin bir parçası sayılmıştır. Birkaç hüküm ve cümle içeren âyetler olduğu gibi, kendi başına hüküm ifade etmeyen, tek veya iki kelimeden ibâret âyetler de vardır. Bakara sûresinin 82. âyeti (Müdâyene âyeti), en uzun âyettir ki, tam bir sayfa (15 satır) tutar. Rahmân sûresindeki “Müdhâmmetân” âyeti ise tek kelimeden ibarettir ve en kısa âyetlerdendir. “Ve’l-Fecr” 3071, “Ve’l-Asr” 3072 en kısa âyetlerdir.
Âyetlerin Sayısı: Her ne kadar Zemahşerî’nin, bu sayının 6666 gibi bir rivâyeti halk arasında yaygın ise de, bu konuda değişik görüşler vardır. Yani, Kur’an’ın âyetlerini sayıp bu sayıyı bulamayan meraklılar olursa endişeye kapılmasınlar. Çünkü Yüce Allah’ın muhâfazasında bulunan Kur’ân-ı Kerim’den herhangi bir eksiltme yapmak mümkün değildir.
3069] 7/A’râf, 133
3070] 3/Âl-i İmrân, 49; Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 3, s. 258-260
3071] 89/Fecr, 1
3072] 103/Asr, 1
- 838 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Âyetlerin toplam sayısı konusundaki farklı görüşler, herhangi bir âyetin ilâve edilmesi veya herhangi bir âyetin çıkarılmış olmasından ileri gelmiş değildir. Sayımdaki metod ayrılıklarından, başka bir ifade ile, sûre başlarındaki “besmele”leri her sûreden âyet kabul edip etmemekten, hurûf-ı mukattaaları tam âyet sayıp saymamaktan veyahut da bir cümleyi bir veya birkaç âyet kabul etmekten ileri gelmektedir. Bu konuda görüşleri farklı olan Kûfeliler ekolü ile Basralılar ekolüdür. Birincisine göre âyetlerin sayısı 6236, diğerine göre ise 6205’tir. İbn Abbas’tan bir rivâyette 6616 olan bu sayı, bazılarına göre 6214’tür. Ülkemizdeki Mushaf-ı Şeriflerde mevcut âyetlerin sayısı Kûfe ekolüne göredir; yani 6236’dır.
Bu sıralamaya göre 114 sûrede yer alan âyetlerin toplam sayısı ve sûrelerle ilgili diğer önemli hususlar şöyledir:
Sûre sıra no
Nüzul sıra no
Sûre adı
Âyet sayısı
Mekkî-Medenî
1
5
Fatiha
7
Medenî
2
87
Bakara
286
Medenî
3
89
Al-i Imran
200
Medenî
4
92
Nisa
176
Medenî
5
112
Maide
120
Medenî
6
55
En´am
165
Medenî
7
39
A´raf
206
Medenî
8
88
Enfal
75
Medenî
9
113
Tevbe
129
Medenî
10
51
Yunus
109
Mekkî
11
52
Hud
123
Mekkî
12
53
Yusuf
11
Mekkî
13
96
Ra´d
43
Medenî
14
72
İbrahim
52
Mekkî
15
54
Hicr
99
Mekkî
16
70
Nahl
128
Mekkî
17
50
İsra
111
Mekkî
18
69
Kehf
110
Mekkî
19
44
Meryem
98
Mekkî
20
45
Ta-ha
135
Mekkî
21
73
Enbiya
112
Mekkî
22
103
Hac
78
Medenî
23
74
Mü´minun
118
Mekkî
24
102
Nur
64
Medenî
25
42
Furkan
77
Mekkî
26
47
Şuara
227
Mekkî
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 839 -
27
48
Neml
93
Mekkî
28
49
Kasas
88
Mekkî
29
85
Ankebut
69
Mekkî
30
84
Rum
60
Mekkî
31
57
Lokman
34
Mekkî
32
75
Secde
30
Mekkî
33
90
Ahzab
73
Medenî
34
58
Sebe
54
Mekkî
35
43
Fatır
45
Mekkî
36
41
Yasin
83
Mekkî
37
56
Saffat
182
Mekkî
38
38
Sad
88
Mekkî
39
59
Zümer
75
Mekkî
40
60
Mü´min
85
Mekkî
41
61
Fussilet
54
Mekkî
42
62
Şura
53
Mekkî
43
63
Zuhruf
89
Mekkî
44
64
Duhan
59
Mekkî
45
65
Casiye
37
Mekkî
46
66
Ahkaf
35
Mekkî
47
95
Muhammed
38
Medenî
48
111
Fetih
29
Medenî
49
106
Hucurat
18
Mekkî
50
34
Kaf
45
Mekkî
51
67
Zariyat
60
Mekkî
52
76
Tur
49
Mekkî
53
23
Necm
62
Mekkî
54
37
Kamer
55
Mekkî
55
97
Rahman
78
Medenî
56
46
Vakı´a
96
Mekkî
57
94
Hadid
29
Medenî
58
105
Mücadele
22
Medenî
59
101
Haşir
24
Medenî
60
91
Mümtehine
13
Medenî
61
109
Saf
13
Medenî
62
110
Cum´a
11
Medenî
63
104
Münafikun
11
Medenî
64
108
Tegabün
18
Medenî
- 840 -
KUR’AN KAVRAMLARI
65
99
Talak
12
Medenî
66
107
Tahrim
12
Medenî
67
77
Mülk
30
Mekkî
68
2
Kalem
52
Mekkî
69
78
Hakka
52
Mekkî
70
79
Mearic
44
Mekkî
71
71
Nuh
28
Mekkî
72
40
Cin
28
Mekkî
73
3
Müzzemmil
20
Mekkî
74
4
Müddessir
56
Mekkî
75
31
Kıyamet
40
Mekkî
76
98
İnsan
31
Medenî
77
33
Mürselat
50
Mekkî
78
80
Nebe
40
Mekkî
79
81
Naziat
46
Mekkî
80
24
Abese
42
Mekkî
81
7
Tekvir
29
Mekkî
82
82
İnfitar
19
Mekkî
83
86
Mutaffifin
36
Mekkî
84
83
İnsikak
25
Mekkî
85
27
Büruc
22
Mekkî
86
36
Tarık
17
Mekkî
87
8
A´la
19
Mekkî
88
68
Gasiye
26
Mekkî
89
10
Fecr
30
Mekkî
90
35
Beled
20
Mekkî
91
26
Şems
15
Mekkî
92
9
Leyl
21
Mekkî
93
11
Duha
11
Mekkî
94
12
Inşirah
8
Mekkî
95
28
Tin
8
Mekkî
96
1
Alak
19
Mekkî
97
25
Kadir
5
Mekkî
98
100
Beyyine
8
Medenî
99
93
Zilzal
8
Medenî
100
14
Adiyat
11
Mekkî
101
30
Kari´a
11
Mekkî
102
16
Tekasür
8
Mekkî
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 841 -
103
13
Asr
3
Mekkî
104
32
Hümeze
9
Mekkî
105
19
Fil
5
Mekkî
106
29
Kureyş
4
Mekkî
107
17
Ma´un
7
Mekkî
108
15
Kevser
3
Mekkî
109
18
Kafirun
6
Mekkî
110
114
Nasr
3
Medenî
111
6
Tebbet
5
Mekkî
112
22
İhlas
4
Mekkî
113
20
Felak
5
Mekkî
114
21
Nas
6
Mekkî
Yukarıdaki listede görüldüğü gibi, Kur’an’daki 86 sûre Mekkî, 28 sûre ise Medenî’dir. Ancak, az olmakla beraber, bazı Mekkî sûreler içine Medenî âyetler konulduğu gibi, Medenî bazı sûreler içine de Mekkî âyetlerin konulduğu olmuştur. Kur’an’da 114 sûre ve 6236 âyet vardır. Kur’an’daki kelimelerin toplam sayısı 774393073 (kelime çeşidi 1776), harflerin sayısı ise, 321180 ilâ 340740 harftir. Harflerin sayısındaki bu iki farklı rakam, bazı kimselerin kelimelerde okunup da yazılmayan, ya da okunmadığı halde yazılan gizli harfleri de göz önünde tutup tutmamalarına göre değişmektedir.
Kur’ân Âyetlerinin Âyet (Delil ve Mûcize) Oluşu; Kur’an’ın İlmî İ’câzı
Kur’ân-ı Kerim, bir ilim kitabı olarak nâzil olmamıştır. Yani O, bir Fizik, Kimya, Coğrafya, Tarih kitabı, bir ansiklopedi değildir. O, her şeyden önce bir tevhid, ibâdet/eylem ve ahlâk kitabıdır. Hz. Peygamber’in insanları Rablerinin izni ile, karanlıklardan aydınlığa, her şeye gâlip ve hamde lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarması için indirilmiş 3074 bir irşad 3075 kitabıdır. Onun dâvetine ve çizdiği yola uyanlar, iki dünyada da selâmet ve saâdete ererler. Ancak, “Kur’an’da hiç ilmî hakikat, bilimsel gerçek yok” şeklinde bir iddia da tümüyle bâtıldır, yanlıştır. “Kur’an’da her şey mevcuttur, bütün icatlar ondan alınmıştır” sözü ne kadar sakat ise, “Onda hiçbir bilimsel gerçeğin olmadığı” kanısı da ötekinden daha sakat ve gerçekten uzaktır.
Hakikat şudur ki, Kur’an’da birçok bilimsel gerçekler, birçok tabiat kanunları formüle edilmiştir. Ancak, Kur’an, bunlara sadece bir âyet/mûcize olarak işaret yapmış ve hiçbir zaman ilimle çatışmadığını göstermiştir. Seyyid Kutub’un da dediği gibi, ondaki kevnî hakikatler, ana prensipler halindedir. Öyle ki, hiçbir buluş onu nakzedememiştir ve nakzedemez. Yalnız, Kur’an’ın işaret ettiği hakikatleri
3073] Mekke’lilere göre 77437; Medine’lilere göre ise 77934 kabul edildiği, aradaki farkın imlâ farkından ileri geldiği Süyûtî’nin el-iİtkan’ında -c. 1, s. 184- belirtilir
3074] 14/İbrahim, 1
3075] 2/Bakara, 256
- 842 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlayabilmek için, müsbet ilimlere iyice vâkıf olmak ve Kur’an’ı iyice düşünerek tetkik etmek gerekir. Bu nedenle, tabiatla ilgili ilimleri ilgilendiren birçok konuya, düşünmek sûretiyle Allah’ın varlığı ve birliği anlaşılsın, dolayısıyla imana ve doğru yola gelinsin diye Kur’an zaman zaman temas etmiştir. 3076
Kur’an’ın inzâl olan ilk ayeti “Oku” emriyle başlar; okumanın vâsıtası olan kalemden, öğretimden söz eder, ilmin önemli dallarından biri olan anatomiye bu ilk âyetlerde dikkati çeker: “Oku, Yaratan Rabbinin adıyla. O, insanı alaktan (embriyodan, aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku, insana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.”3077 İlmin önemini vurgulayan nice âyet, bu konuda delil olarak belirtilebilir. İlme son derece kıymet veren Kur’an’ın ilimle çatışması asla tasavvur olunamaz. Ne var ki bazı yanlış tefsirler ve indî te’viller, onu bilime aykırı imiş gibi gösterebilmiştir. Bir de Kur’an’ın, bilimden, ilmî araştırma ve sonuçlarından çok önce haber vermiş bulunduğu bazı hakikatler, o zamanın âlimlerince anlaşılmamış ve ilme aykırı sanılmıştır. Hakikatte bunlar, ilmin ta kendisidir. Şimdi, Kur’an’ın, bilimden önce haber verdiği ve neticede bilimin de onun söylediklerini desteklediğini açığa vuran birkaç misal üzerinde durarak O’nun ne İlâhî bir mûcize olduğunu göstermeye çalışalım:
Onun Dünya, Güneş, Ay ve bütün gök cisimlerinin birleşik bir gaz kütlesinden koptuğunu,3078 arzın yuvarlaklığını,3079 Güneşin kendi yörüngesinde döndüğünü,3080 yer çekimi kanununu,3081 yıldızların yörüngeleri ve kara delikleri,3082, evrenin genişlemesi,3083 hava basıncının varlığı, 3084 insanın nasıl bir sudan yaratıldığı,3085 denizlerin kaynaması ve kıyâmetin kopması,3086 güneşin hararetini tazelemesi,3087 dünyanın dönüşünün yavaşlaması, 3088 insanın topraktan yaratılması,3089 ceninde nutfenin yeri,3090 insanın nasıl yaratıldığı,3091 anne karnındaki üç karanlık (üç sağır perde),3092 insanda cinsiyetin tayini3093 ve bunlara benzer birçok bilimsel gerçekleri, asırlar önce, bunlardan hiçbir bilim adamının haberi yokken anlatması ve özellikle bilginler, edebiyatçılar, filozoflar, kanun koyucular ve ahlâkçıların hep birden benzerini getirmeleri imkânsız iken, bütün bunların ümmî/okuma yazması olmayan bir kimseden sâdır olması, ancak mûcizeliğini ve İlâhî kaynaktan geldiğini gösterir.
3076] S. Ateş, İslâm’a İtirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den Cevaplar, s. 245
3077] 96/Alak, 1-5
3078] 21/Enbiyâ, 30
3079] 79/Nâziât, 30; 39/Zümer, 5
3080] 36/Yâsin, 38
3081] 13/Ra’d, 2; 31/Lokman, 10; 22/Hacc, 65
3082] 56/Vâkıa, 75-76
3083] 51/Zâriyât, 47
3084] 6/En’âm, 125
3085] 86/Târık, 5-7
3086] 54/Kamer, 50; 16/Nahl, 77; 81/Tekvir, 6
3087] 17/İsrâ, 97
3088] 28/Kasas, 71-72
3089] 30/Rûm, 20; 6/En’âm, 2; 55/Rahmân, 14
3090] 7/A’raf, 172
3091] 86/Târık, 5-8; 76/İnsan, 2; 23/Mü’minun, 11-13
3092] 39/Zümer, 6
3093] 31/Lokman, 34; 22/Hacc, 5, 77/Mürselât, 20-22; 75/Kıyâmet, 36-40
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 843 -
Kur’an’ın i’caz yönleri sadece bunlardan ibaret değildir. Yukarıda temas edilenlerin dışında Kur’an’ın mûcizeliğini ispatlayan daha birçok delil bulmak mümkündür. Meselâ, birçok sebep varken, müslüman olmayan Arapların Kur’an’a muâraza edememeleri, her mûcizeye kıyas edilebilmesi, düşmanlarına menfi, dostlarına müspet etki etmesi, sanki bir tek söz imiş gibi âyetleri ve sûreleri arasında münâsebet bulunması, okuyana usanç vermemesi, kolay ezberlenebilmesi, hakikat, mecaz, teşbih, istiâre, kinâye, i’câz ve itnab, darb-ı mesel gibi edebî konuları ihtivâ etmesi, duyulduğu zaman kalplere nüfuz etmesi, ruhlara tesiri...
Özetle, Yüce Allah, insanlığın bilim ve düşünce yönünden pek gelişmediği ilk çağlarda, gönderdiği hak peygamberlerine gözle görülen ve açıkta meydana gelen mûcizeler ihsan etmiştir. Bu çağlarda insanlar, sadece gözleri ile gördükleri şeylere inanıyorlardı. Bu yüzden de Yüce Allah, insanlığın akıl ve düşünce bakımından kavrayabileceği ve gözleriyle gördüğü olağanüstü olaylardan iman etme yönünden kabulleneceği gerçekleri ihsan buyurmuştur. Yani, bu mûcizelerin çoğu, hissiyatla/duygularla açıktan açığa görülen ve kavranılan türdendi.
Ancak, insanlığın akıl, düşünce ve ilim yönünden hızla ilerlediği bir çağda, hiç şüphesiz gözle görülen hissî mûcizelerin yanında, ilim ve akılla kavranacak mûcizelerin de bildirilmesi gerekmekteydi. Bir hak peygamberin doğruluğuna inanmak için sadece gözle görülen mûcizelerin gösterilmesi yeterli değildi. Bunun yanı sıra, bütün çağlar boyunca her insanın rahatlıkla düşünüp anlayabileceği ilmî ve aklî mûcizeler de gerekliydi. İlim, akıl, düşünce ve mantık bakımından asla karşı konulmayacak büyük deliller getirmek, doğruluğunu aksi asla düşünülmeyecek belgelerle kanıtlamaya çalışmak, mûcizelerin en büyüğüdür. Böyle bir mûcizenin karşısında dağlar erir, akan sular durur.
Kur’ân-ı Kerim, inişi ile bozgunculuğu, inançsızlığı, sapıklığı, haksızlığı ve her türlü câhiliyye âdetlerini temelden söküp atmıştır. İnsanlığın yaratılışına, akıl ve düşünce kurallarına uymayan her türlü bâtıl inanışları ve hurâfeleri yasaklamıştır. Kur’an, kötülüğün kaynağını kurutmuş ve insanlığın zararına olacak her türlü çirkin âdet ve alışkanlıkların kapısını kapatmıştır. Böylece insanlığı olgunlaştırmıştır. Kur’an’ın ana hedefi, putlara ve tâğutlara kul olmaktan insanları kurtarıp sadece Allah’a ibâdeti ve O’na kulluk yapmayı gerçekleştirmek, ferdin nefsini ıslah etmek, sosyal dayanışmayı sağlamak, şûrâyı, adâleti ve bütün insanlar arasında Allah’ın hükmünü egemen kılmaktır. İnsanları hak dine çağırmak ve mü’minler arasında kardeşlik duygusunu ve inancını yaymaktır.
İşte, bütün bunlar, Kur’an’ın en büyük mûcize olduğunu göstermektedir. Çünkü saydığımız bu temel ilke ve kurallar, çağımız insanının şiddetle muhtaç olduğu ilke ve kurallardır. Kur’an, çağımızın bütün çaresizliklerine derman olmakta ve ona çözüm yollarını sunmaktadır. Kur’an, böylece eşsiz ve büyüleyici beyanı ile, çağdaş bilim adamlarının altından kalkamadığı çağımız sorunlarına çare olmaktadır. Çağımızın en büyük hastalığı, maddecilik illetidir. İnsanlığın huzur ve mutluluğuna hizmet için yaratılmış olan madde, çağımız insanı tarafından tapılan ve uğrunda kavga edilen bir duruma getirilmiştir. Madde, putlaştırılmış; insanlar da onun kulu ve kölesi haline gelmiştir. Oysa Kur’an, insanları maddeciliğin köleliğinden kurtulmaya ve Allah’a iman etmeye çağırmaktadır. Çünkü iman, huzur ve mutluluğun kaynağıdır. İnsanın yaratılış amacı, Allah’a
- 844 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iman edip kulluk görevini yerine getirmektir. Ancak bu amaç ile insanlık, gerçek huzur, saâdet ve barışa kavuşabilir.
Kur’an’ın mûcize oluşu, ölü kalplerin onun ulaştırdığı iman nuru ile dirilmesi, kör olan mânevî gözlerin Kur’an’ın sunduğu İslâm hakikatleri ile açılması ve câhil olan bir toplumun ilim ve irfan ışığı ile aydınlanmasıdır. O çağda, yapılması ve gerçekleşmesi hayal bile edilmeyen birçok olayın, muhteşem bir inkılabın, Kur’an’ın inzâliyle kendiliğinden oluşmasıdır. Hz. Mûsâ’nın, asası ile sert kaya parçasına vurup ondan suları akıtması nasıl bir mûcize ise, Kur’an’ın âyetleri de öylece vahşi, âsi ve câhil kimselerin kalplerini yumuşatmış ve bu paslı kalplere iman nurunu yerleştirmiştir. Bu, başlı başına bir mûcizedir. Hz. İsa, nasıl ölüleri bir İlâhî mûcize olarak diriltmiş ise, Kur’an da öylece küfrün, şirkin, vahşetin ve cehâletin bataklığında can çekişen bir milleti, hakka, hidâyete ve İslâm’ın nuruna erdirmekle diriltmiştir. Onları, uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Çağlar boyunca bu millet, bütün dünya insanları için örnek alınacak bir ışık olmuştur.
Müslüman toplumlar, Kur’an’ın nûru ve hidâyeti sâyesinde yükselmişler, refah ve huzur içinde yaşamışlardır. Kur’an’a baş eğdikleri sürece bütün dünya da onlara baş eğmiştir. Onlar, Kur’an’ın dosdoğru yolunda yürüdükleri müddetçe, zaferi ve üstünlüğü ellerinde tutmuşlardır. Müslümanlar, Kur’an’ın bayrağı altında toplandıkları zaman, izzet ve şereflerini korumuşlardır. Bu bayrak altında, yüce Allah’ın emrettiği bütün hüküm ve emirleri yerine getirdiklerinde iki cihan saâdetine ulaşmışlardır. Bütün bunlar, Kur’an’ın mûcizeliğini isbatlar. 3094
Kur’an’ın Âyet Âyet İndirilmesi ve Hikmetleri
“Biz onu, Kur’an olarak, insanlara dura dura okuyasın diye (âyet-âyet, sûre-sûre) ayırdık ve onu peyderpey indirdik.”3095; “(Kur’an) yeri ve yüce gökleri yaratan Allah tarafından peyderpey indirilmiştir.”3096; “İnkâr edenler: ‘Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?’ dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk.” 3097
Bu âyet-i kerimelerin hikmetini kavrayabilmek için, Kur’an’ın indirildiği dönemin (câhilî hayatın) sosyal ve psikolojik tahlilinin iyi yapılması lâzımdır. İnanç bakımından şirkin, putperestliğin zirveye ulaştığı, fâizin insanların belini büktüğü, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, kadının bir metâ gibi alınıp satıldığı, ahlâksızlık ve içkinin yaygın olduğu bir dönemde köklü değişiklikler yaparak yepyeni bir sistemi yerli yerine oturtup âdil bir toplumu oluşturmak, ancak Yaratıcının yapacağı bir iştir. Böyle köklü bağımlılıkları olan bir toplumu, eğitici ve tahammül ölçülerinde kademe kademe tedâvi edip yeni bir hayata hazırlamak, insan fıtratına en uygun yöntem biçimidir. İşte âyetlerin peyderpey gelmesinin temel esprisi, alıştırarak, zorlamadan, hazmettirerek bu tarzı oturtmaktır.
İslâm’ın, köklü çözümlerini şok uygulamalarla değil; bu tarz üzerine binâ ederek, pedagojik açıdan bir ilke de adım atmış olması, onun her konudaki
3094] Muhammed Mahmud es-Savvaf, İslam’ın En Büyük Mucizesi Kur’an, s. 18-19
3095] 17/İsrâ, 106
3096] 20Tâhâ, 4
3097] 25/Furkan, 32
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 845 -
erişilmezliğinin ifadesidir. Yoksa, inkârcıların kin ve hasetlerinden kaynaklanan, “bunlar gerçekse niçin toptan indirilmedi?” sözleri, insanı tanımamanın en bâriz örneğidir. Bu itibarla bakıldığında insanı en güzel tanıyanın, onun yaratıcısı olduğunu bilmek için de ayrıca üstün zekâ gerektirmiyordu. Kur’an’ın âyet-âyet, parça parça inmesisinin sebeplerini maddeleyecek olursak:
1- İnsanın aklı, kabiliyetleri, böyle köklü değişiklikleri bir anda kavrayabilecek güce sahip değildir.
2- İhtiyaç duyulan sosyal çözümlerin zamanından evvel veya sonra uygulanması, sonuç bakımından verimli değildir.
3- Yönetim endişesiyle müslümanlara yapılan işkencelere tahammül ve sabır gösterilmesi açısından âyetlerin zaman zaman inmesi, onlara güç ve ümit kaynağı olmuştur.
4- Hz. Peygamber’in, inen âyetleri yazılı değil de, ezberden topluma sunması.
5- İnen âyetlerin mesaj ve öğretileri, zihinlerde ve kalplerde iyice yerleşip uygulamayı hedeflemesi.
6- Ortaya koyduğu hayat tarzının tam bir inanç ve kararlılıkla tatbiki, âyetlerin 23 sene gibi bir zamana yayılmasının temel nedenleridir.
Hiç şüphesiz İslâm, fert ve toplumların ruhlarına işlemiş şeylerle, yüzeyde olan şeyleri birbirinden farklı olarak değerlendirmiştir. Fertlerin ruhlarına kök salmış bir mesele, şuurlu yapılan bir gelenek, toplumun derinliklerine inmiş bir mesele de sosyal bir gelenek veya devlet örfü haline bürünebilir. Bundan dolayı İslâm, bu gibi hususlarda ağır ve ihtiyatlı davranır. Burada planlama ile birlikte ağır davranmanın, plansızlıkla birlikte acele etmekten daha yararlı olduğuna inanır.
Oysa yüzeysel olarak ferdin ruhuna ve topluma sinmiş bulunan ve onların temiz fıtratını bozacak durumda olan her mesele, beşer hayatında bir suç olup ona karşı susmak da doğru değildir. İslâm bu gibi konularda kesin görüşünü ortaya koyup, tartışma götürmez sınırlar tâyin etmiştir. Bu sınırları fırtat çizgisinden sapmış bulunanlar ancak tartışma konusu yapabilirler.
Fert ve toplumun ruhuna kök salmış olan meselelerle sathî meseleler arasındaki bu ayrımın ışığında İslâm, cana kıyma, hırsızlık, yol kesme, gasb, insanların mallarını bâtıl yollarla yeme, fâiz ve diğer aldatma yollarına baktığı açıdan zinâya ve ahlâksız fiillere de bakmış, bu açıdan onu da bir defada yasaklamıştır.
İslâm’ın her ne kadar kanun koymada derece derece ve Kur’an âyetlerinin peyderpey inmesine önem verdiği açık ise de, ihtiyaç ânında açıklamayı geciktirmekle teşrîin tedrîcini birbirine karıştırmaya müsaade etmez. Allah, helâl ve haram ile emir ve nehiylerle ilgili birçok hükmü geciktirmiştir. Ancak onu açıklamayı dilediği zaman, hükmünü bir defada açıklamış ve onda tedrîce yer vermemiştir. Böylece mü’minleri dinî emirleri geciktirmeden uygulamaya alıştırmış ve onları şer’î teklifleri (ibâdetlerde olduğu gibi) yüklemeye hazır hale getirmiştir. O halde tedrîc, içki ve kumar gibi geleneklerle rûhî hastalıklarda ve esirleri köle edinme gibi sosyal ve devletler hukukunu ilgilendiren konularda olmuştur.
- 846 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Böylece İslâm, sosyal alanda bu ümmeti belli bir itidal ve ölçü üzere korumayı, inanç ve ahlâkında, ibâdet ve muâmelâtında onu orta yol üzere kılmayı dilemiştir. 3098
Âyetler Topluluğu Anlamında Kitap
Kur’an’ın âyetler topluluğu anlamına gelen “kitab”la ilgili ifadelerinden şunların kast edildiği anlaşılır:
Genel anlamda vahy, 3099
Son Peygamber’e gelmiş bulunan vahiyler toplamı, 3100
Bütün kâinat,
İnsan,
Levh-ı Mahfuz’daki Evrensel kayıt kitabı (evrensel kompütür), 3101
Her ferdin fiillerinin kaydedildiği bireysel disket. 3102
Kur’an’a göre insanın önüne, okunmak üzere konan üç temel kitap vardır: Kâinat kitabı, vahy kitabı (Kur’an) ve insanın bizzat kendisi. Kur’an, diğer iki kitabın gereğince okunup değerlendirilmesini kolaylaştıran bir nurdur (ışık). Evren ve insan adlı kitapların gerektiği şekilde okunabilmesi için, bizzat Allah, vahy kitabı aracılığıyla insana yardımcı olmak için devreye girmektedir. Kur’an, bu üç kitabın belirli pasaj ve parçalarını “âyet” olarak anmaktadır. Kur’an, bir âyetler topluluğu olduğu gibi, kâinat ve insan da âyetler topluluğudur. 3103
Ne vahy kitabı, insan ve eşyaya âit ilimler olmaksızın hakkıyla çözülebilir; ne de eşya ve insan, vahy kitabı olmadan lâyıkıyla anlaşılabilir. İnsan âyetini iyi anlayabilmek için Kur’an ve kâinat âyetleriyle irtibat zorunludur. Evreni, tabiatı ve içinde bulunduğumuz dünya âyetini doğru anlayabilmek için de diğer iki âyet olan Kur’an ve insan âyetlerinin anlaşılmasına ve yardımına kesin ihtiyaç olacaktır. Yine Kur’an âyetlerinin doğru anlaşılıp tefsir edilmesi için de, diğer âyetlerden (İnsan, kâinat ve Kur’an’ın diğer âyetleri -Kur’an bütünlüğü-) bağımsız ve kopuk olarak ele alınmaması gerekir. Bize düşen Allah’ın âyetlerini birbirinden koparmadan bir bütünlük içinde, birini anlamak için diğer âyetlerin tefsirine mürâcaatla değerlendirmek, anlamak, âyetlerin gölgesinde yaşamak ve tüm âyetleri insanlara sunabilmektir.
Vahyin son kitabının insanlık dünyasına inen ilk kelimesi “oku!” emriyle başlamaktadır. Yani iman, hayat ve tebliğ adamının ilk işi okumaktır. Ama, neyi okuyacaktır insan? Kur’an’ın ilk âyetinde “oku!” dendiğine ve okunacak Kur’an, henüz inmeye daha yeni başladığına göre, neyin okunması istenmektedir? Yeni vahyolunan Kitap’tan önce ve onunla birlikte âyetler topluluğu olan kâinat kitabı ve insan adlı kitaplar okunacaktır. Vahiy kitabı, yani genel anlamda bütün
3098] Afzalur Rahman, Siret Ans. İnkılab Y. c. 5, s. 222-230101-105; krş. M. Bayraktar, Kendi Dilinden Kur’an, s. 101-105
3099] 43/Zuhruf, 4; 13/Ra’d, 39
3100] 2/Bakara, 2; 38/Sâd, 29; 41/Fussılet, 3; 43/Zuhruf, 2; 44/Duhan, 2
3101] 18/Kehf, 47-49; 45/Câsiye, 29
3102] 17/İsrâ, 13-14
3103] 51/Zâriyât, 20-21; 41/Fussılet, 53
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 847 -
peygamberlere gelmiş bulunan vahiy, özel anlamda da Kur’an, diğer iki kitabın gereğince okunup değerlendirilmesini kolaylaştıran bir ışıktır. O halde evren ve insan adlı kitapların gerektiği şekilde okunabilmesi için, Yaratıcı Kudret, vahiy kitabı aracılığı ile insana yardımcı olmak için devreye girmektedir. Zaten istisnâsız bütün ilimler, bu üç kitabın âyetlerinin izahından başka bir şey değildir. Ama, ya mutlak doğrunun kılavuzluğuyla doğru izahı veya eksik ya da çarpıtılmış, yozlaştırılmış, ideoloji ve hevâların kara gölgesi sinmiş şekilde. İnsan ve evren adlı kitaplar da O Kitab’ı daha iyi anlamak ve hayata geçirmek için okunmalı ki, ibâdet ve nur olsun, hayırlı ilim olsun.
Kur’an, bu üç kitabın, belirli pasaj veya parçalarını “âyet” olarak anmaktadır. Âyetler insanı Allah’a götüren işaretlerdir ve insan bu âyetleri okuyabileceği, anlayabileceği, tanıyabileceği ölçüde insandır.
“Yaratan’la yaratılan arası ilişkide anlamı olan her şey âyet demektir. Bütün bu varlıklar ve evrende meydana gelen olaylar, bir yandan Allah’ın “ol!” emrinin sonucunda ortaya çıkmış birer kelimesi, Allah’a işaret etmesi ve insanların Allah’ı tanıması bakımından da birer âyettir. Vahy aracılığı ile indirilen âyetler olduğu gibi, yaratılış yoluyla varlıklar dünyasına çıkarılan âyetler de vardır. Ve bu âyetlerin tümü Yaratıcı’yı gösterme bakımından delil niteliğindedir. Bu âyetler sergilenişinde şuurla maddeyi tek bünyede birleştiren insan; hem bir komplike âyetler topluluğu, hem de biricik âyet okuyucusudur.
Kur’ân-ı Kerim, insanın kuşattığı âlemdeki âyetlere “enfüsî (sübjektif)”, insanı kuşatan âlemdeki âyetlere de “âfâkî (objektif” âyetler demektedir. İnsan Kur’an’ın seyr (yürüyüş, sefer, dolaşma) dediği bir incelemeyle bu âyetlerin tamamını tetkik etmelidir. Seyr, insanın içindeki âyetlere yönelikse buna enfüsî seyir, dıştaki âyetlere yönelikse buna âfâkî seyir denir. Yine Kur’an’a göre bu iki âyet topluluğunun hedefi gerçeğin, Kur’an’ın deyimiyle Hakk’ın ortaya çıkmasıdır. 3104
Kur’an’ın her âyeti mûcizedir. Her âyet, onları tebliğ eden peygamberin doğruluğuna bir delil, düşünen ve kafasını yoranlar için birer ibret, mûcize oluşları ve değerleri itibarıyla da birer hayret ve hayranlık uyandıran sanattır. Âyet; harf, kelime ve cümlelerden oluştuğu için “cemaat” mânâsı da taşır ve nihayet her biri ilim ve hidâyet kaynağı olduklarından dolayı da Allah’ın kudretine, ilmine ve hikmetine, Allah’ın elçisinin de doğruluğuna birer delildir.
Kur’ân-ı Kerim’in tetkikinden anlaşılıyor ki, âyetleri gözlemleme insanlığın tekâmülüne paralel bir gelişme göstermiştir. Müşâhede etmemiz gereken âyetlerin türü ve müşâhede yoğunluk/derinlik, aşama aşama yüceltilmiştir. Peygamberlerin mûcizeleri, bunun en açık örneğidir. İlk peygamberlerin mûcizeleri/âyetler, daha çok dış dünya ile ilgili; göze, kulağa... kısaca beş duyuya hitabeden ve her seviyede insanın etkileneceği âyetlerdir. Bu âyetlerin bir özellikleri de onları yalanlayanların felâketlerine sebep olmalarıdır. Daha ilginci, bu felâket hemen ve apaçık gelmektedir. Bu âyetlere, “âyât-ı muktariha” dendiğini biliyoruz. Bu âyetler ve bunları yalanlayanları cezalandırma, doğal kuvvetler kullanılmak sûretiyle ortaya konmuştur. Emre uyan rüzgâr, eriyen demir, köpüren sular,
3104] 41/Fussılet, 53
- 848 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alt-üst olan topraklar ve Nuh tûfânı, bunların en seçkin örnekleridir. 3105
Özelliklerine temas ettiğimiz bu tip âyetler, devirlerini Hz. Mûsâ’nın peygamberlik döneminde tamamlarlar. Ondan sonra Muhammedî (s.a.s.) dönemle kemâle erecek olan ikinci ve daha ileri devre başlar. Hz. Mûsâ (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.s.), kendi devirlerinin en büyük âyetlerini müşâhede eden ve ettiren peygamberlerdir. Ancak, Mûsâ (a.s.), en büyük âyeti göstermiş, Hz. Muhammed (s.a.s.) ise görmüş fakat göstermemiştir. Çünkü âhir zaman nebîsinin müşâhede ettiği en büyük âyete (âyetü’l-kübrâ) kendinden başka hiç kimse tahammül edemezdi. O müşâhede yalnız, O’nun makamında mümkün olabilirdi. Nedir bu iki âyet-i kübrâ?
Hz. Mûsâ (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Âyetü’l-Kübrâsı
Hz. Mûsâ’nın (a.s.) en büyük mûcizesi, elindeki asâyı ejderhaya çevirmesidir ki Kur’an buna şöyle temas ediyor: “Hani Rabbin Mûsâ’ya mukaddes Tuvâ vâdisinde şöyle seslenmişti: ‘Firavun’a git. Çünkü o, pek azmıştır. Ona de ki: ‘(Küfürden, azgınlıktan) temizlenmende hevesin/meylin var mı senin? Seni Rabbini tanımaya yönelteyim mi ki O’ndan korkasın.’ Mûsâ gitti ve Firavun’a en büyük âyeti/mûcizeyi (âyetül-kübrâ) gösterdi. Fakat Firavun yalanladı ve (Allah’a) isyan etti.”3106 Âyet içerisinde yer alan “ayetü’l-kübrâ”, yani “büyük âyet” ifadesi ile, Hz. Mûsâ’nın asâsının yılan olmasına işaret olunmaktadır. Bu, ne kadar büyük bir mûcizedir ki, cansız bir baston, herkesin gözü önünde yılana çevriliyor ve sihirbazların sopa ve iplerinden yapay/sanal olarak yaptıkları yılanları yutuyor. Hz. Mûsâ onu eline aldığı zaman ise, normal bir asâ oluveriyor. Bu büyük mûcize, Hz. Mûsâ’nın Allah’ın gönderdiği bir peygamber olduğunun çok açık bir delilidir.
Hz. Mûsâ’nın göstermiş olduğu en büyük âyeti, büyün peygamberler bakımından bu niteliği taşımaz. Sadece âit olduğu kategorinin “en büyüğü” olarak belirir. Hz. Peygamber’in müşâhede ettiği en büyük âyet ise, kelimenin tam mânâsıyla en büyük ve zirvedir. Çünkü onun üstünde bir müşâhede başka bir insana nasip olmamıştır. Her âyet, bir öncekine göre daha gelişmiş bir seviyededir ve daha üstün bir müşâhede/inceleme/değerlendirme ve düşünce gerektirir: “Bizim onlara gösterdiğimiz her âyet, mutlaka öbürlerinden daha büyüktür.” 3107
Hz. İsa devri, “muktariha” dediğimiz, daha çok dış dünya ile ilgili, göze, kulağa hitabeden âyetlerle Kur’anî âyetler devri arasında bir köprüdür. İsa’nın (a.s.) büyük mûcizelerinden biri olan mâide (gökten inen sofra) mûcizesi konusunda, kavminin ısrarlı talebinden dolayı, böyle bir âyet/mûcize istenmesinden rahatsız olmuş ve Allah’tan sofranın indirilmesini dilemekle birlikte “ilk ve son” demeyi de ihmal etmemiştir. 3108
İnsanlık, her devirde bu göz alıcı, kaba idrâki doyurucu âyetlere/olağanüstülüklere hevesli tiplerle doludur. Bu günkü dünyanın, velîden kerâmet isteyen, efendilerini uydurma kerâmetlerle yarıştıran insanları da buna bir delildir. Kur’ân-ı Kerim’in şu beyanları, konumuz bakımından çok ilginçtir: “Dediler ki:
3105] Bk. 17/İsrâ, 50; 26/Şuarâ, 189, 190; 27/Neml, 51, 52; 29/Ankebût, 15, 34, 35; 54/Kamer, 15-16
3106] 79/Nâziât, 16-21; aynı konuyla ilgili bk. 20/Tâhâ, 9-97
3107] 43/Zuhruf, 48
3108] 5/Mâide, 112-116
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 849 -
‘Bu nasıl peygamber? Bizim gibi yemek yiyor, çarşılarda yürüyor. Ona bir melek indirilip de, beraberinde bir korkutucu (olarak) bulunmalı değil miydi? Yahut O’na gökten bir hazine atılmalı veya O’nun meyvelerini yiyeceği (esrârengiz) bir bahçesi bulunmalı değil miydi?”3109 Burada sergilenen tavır, çok geri bir anlayıştır. Kur’ân-ı Kerim, tamamen kaba, muhâkeme ve düşünceden uzak bir dünyaya hitap edecek bu tür âyetler istenmesini, işte böyle kınıyor. Buna karşı, bizi başıboş sandığımız eşyayı, umursamayıp kenara attığımız olayları derinden incelemeye çağırıyor ve bize bu hususta anahtarlar veriyor. Sineğin kanadı, gecenin karanlığı, rüzgârın sesi, hatta cansız saydığımız maddelerin, farkına varamadığımız, anlayamadığımız tesbihi... Bütün bunlar, yüzlerce âyet taşımaktadır. Kısacası, Kur’an varlık ve oluşun bizzat kendisini bir mûcize halinde tanıtıyor. Kaba idrâke dayanan âyetler/olağanüstülükler istemek, bir geriye dönüştür. İnsanlığı getirildiği zirveden alıp çukura itmektir.
Son Rasûl devri, âyetlerde kemâl devridir. Bu dönemde âyetler tefekkür, taakkul (düşünme, aklı çalıştırma), ilim ve sanat konusu olmuşlardır. Enfüsî âyetlerin tetkiki ilk defa bu ümmete öğretilmiştir. Kur’an bu gerçeğe şöyle dikkat çeker: “Arzda kâmil bilgi sahipleri için nice âyetler vardır. Nefislerinizde de (âyetler/ibretler, deliller vardır). (Bunları) Görmüyor musunuz?”3110 Eski ümmetlerin, genellikle ölümleriyle/helâkleriyle sonuçlanan ve doğal âfetler şeklinde beliren âyetlerin değerlendirilmesi de, bizim için bir âyettir. Yani, eski ümmetlere maddesiyle âyet olan şeyler, biz ümmet-i Muhammed’e mânâlarıyla âyet oluyor: “İşte sana onların, işledikleri zulümler yüzünde çöküp ıssız kalmış evleri. Hiç kuşkusuz bunda, ilmi kullanan bir topluluk için kesin âyetler vardır.”3111; “(Ey Firavun!) Bugün senin bedenini kurtaracağız ki, arkandan gelenlere bir ibret olasın. İnsanların çoğu Bizim âyetlerimizden gerçekten habersiz bulunuyor.” 3112
Aslında Mekkelilerin ve yahûdilerin Hz. Peygamber’den özellikle istedikleri, önceki peygamberlerde olduğu gibi tabiatüstü mûcizeler idi. Meselâ, istiyorlardı ki, kendisine bir melek gönderilsin; birden peygamber zengin olsun veya büyük meyve bahçeleri olsun, gökleri yere indirsin, ya da göğe çıkıp oradan onların okuyabileceği bir kitap indirip getirsin vs.3113 Kur’an bu isteklere şu cevabı verir: Eğer vahyin gönderildiği kimseler melekler olsalardı, peygamber olarak melekler gönderilirdi. Hâlbuki Hz. Muhammed (s.a.s.) kendisinin sadece Allah’ın elçisi olduğunu ileri sürdü. Allah isteseydi, bütün bu işleri bir peygamberin ellerinden yaptırır, elçisinin eliyle mûcizeler yaratırdı. Fakat bir peygamberin kendi başına bunları yapmaya gücü yetmez, o vahiy almanın dışında sadece bir beşerdir 3114. Ama Kur’an’ın verdiği diğer cevaplar da var: Önceki kavimlere aynen istedikleri gibi mûcizeler peygamberler vâsıtasıyla gönderilmişti. Fakat, onlar yine de peygamberlerini inkâr ettiler. Şayet Hz. Muhammed (s.a.s.), Mekkelilere ve yahûdilere binlerce mûcize gösterseydi, yine de hiçbir faydası olmayacaktı. Eğer Peygamberimiz göklerden insanların görüp dokunacakları bir kitabı somut
3109] 25/Furkan, 7-9
3110] 51/Zâriyât, 20-21
3111] 27/Neml, 52
3112] 10/Yûnus, 92
3113] 6/En’âm, 8, 50; 11/Hûd, 31; 17/İsrâ, 90-95; 25/Furkan, 7
3114] 6/En’âm, 9, 36, 110; 7/A’râf,. 188; 11/Hûd, 12; 17/İsrâ, 95
- 850 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak indirseydi, onu yine de kabul etmeyeceklerdi. 3115
Hz. Peygamber’in önceki peygamberler gibi tabiat üstü türünden mûcizeler göstermemesinin bir sebebi de, artık bu çeşit mûcizelerin güncel olmaması ve devirlerinin kapandığı gerçeğiydi.3116 Son Rasûl devrinde, önce “kelâm” bir âyet olmuştur; hem de en büyük âyet. Bize âyetleri tanıtan ve bizi onları tetkike çağıran Kur’ân-ı Kerim’in bizzat kendisi en büyük âyetlerden biridir. Bu yüzden, onun küçük bölümlerine Cenâb-ı Hak, “âyet” adını vermiştir: “Andolsun ki Biz sana apaçık âyetler indirdik Onları fâsıklardan/sapıklardan başkası inkâr etmez.”3117; “İşte bunlar, hikmet dolu Kitabın âyetleridir.”3118 Bu âyetler, Kur’an’da âyet diye bilinen iki durak arası lafızlar da olabilir; bu lafızların işaret edip dikkat çektikleri mânâlar da; daha doğrusu her ikisi de âyettir. Kur’ân-ı Kerim, üslûbuyla da âyettir. Bu üslûp, en inatçı ve en kudretli Arap şâirlerine kalemini kırdırmış, tanıttığı Allah’ın kudreti önünde eğilmeyen bu katmerli putperestleri kendi huzurunda secdeye vardırmıştır. Tebliğcisi Peygamber’le mücâdelede son derece ısrarlı davrananlar, Kur’an’ın yüceliğine hemen teslim olmuşlardır. Çünkü insan kelâmının, onun ufkuna yaklaşamayacağı, ilk bakışta anlaşılıyordu: “De ki: ‘Andolsun, insanlar ve cinler şu Kur’an’ın benzerini meydana getirmek için bir araya toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini getiremezler.” 3119
Kur’an’ın üslûp ve muhtevâsı gibi, onun tertibi de âyettir. Bu tertip de Allah’ın işaretiyle gerçekleşmiş, âyetler ve sûrelerin dizilişiyle de mûcize mânâlar ortaya çıkarılmıştır. Bu tertip, bir sentezdir. Oranları, bizzat Allah tarafından tesbit edilmiş ve birçok hikmetle sonuçlanmış bir sentez. Aynı söz, filân sûrenin falanca yerinde bir mânâ, şu sûrenin burasında ayrı bir kâinat sergiler. Aynı kelimenin, muhtelif yerlerdeki durumu, Kur’an kadar hiçbir kelâmda farklı perspektifler ortaya koymaz.
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Âyetü’l-Kübrâsı: Hz. Peygamber’in gördüğü ifâde edilen “âyetü’l-kübrâ” tanımlaması Necm sûresinde geçmektedir: “Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden (âyât-ı kübrâdan) bir kısmını gördü.”3120 Ayrıca Kur’an’da, İsrâ olayı ile ilgili olarak da aynı ifade, benzer bir yaklaşımla İsrâ sûresinin ilk âyetinde de belirtilmiştir. Küçük bir farkla ki, bu âyette “kübrâ” sıfatı kullanılmamıştır: “Kuluna (Peygamber’e) âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye bir gece Mescid-i Haram’dan etrafını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya kadar götüren (Allah) münezzehtir...” 3121
Gerçek şu ki, Hz. Peygamber’in gördüğü âyetü’l-kübrânın ne olduğu âyetten çıkarılamadığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.) de gördüğünün ne olduğunu açık ve net bir şekilde ashâbına anlatmamıştır. Bu kapalılık nedeniyle olacak ki, bu âyetin içerdiği anlam üzerinde birbirinden farklı düşünceler ileri sürülmüştür. Bu görüşleri üç noktada toplamak mümkündür:
1- Âyette geçen “kübrâ”dan kastedilen Cebrâil’dir. Çünkü üzerinde durulan
3115] 3/Âl-i İmrân, 183, 184; 6/En’âm, 7
3116] Bk. 6/En’âm, 33-35
3117] 2/Bakara, 99
3118] 10/Yûnus, 2
3119] 17/İsrâ, 88
3120] 53/Necm, 18
3121] 17/İsrâ, 1
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 851 -
Necm sûresindeki ilgili âyetin öncesinde yer alan ilk 17 âyetin konusu vahy ve Cebrâil merkezlidir.
2- Âyette geçen “kübrâ” yalnız Cebrâil’den ibâret değildir. Hz. Peygamber, miraç gecesi sayılamayacak kadar çok âyetler görmüş, Rabbinin mülk ve saltanatının acâipliklerinden kelâmın ifâde sınırına sığmayıp ancak müşâhede ile ulaşılabilecek olaylar yaşamıştır.
3- Hz. Peygamber’in gördüğü âyetü’l-kübrâ, yani en büyük âyet “rü’yet”tir. Yani Allah Rasûlü, rivâyete ve âyetin bir yorumuna göre miraçta Allah’ı görmüş ve Allah’a iki yay kadar ve hatta daha yaklaşmıştır. 3122
Peygamberimiz’in Âyetü’l Kübrâ Oluşu: “Kuluna (Peygamber’e) âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye bir gece Mescid-i Haram’dan etrafını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya kadar götüren (Allah) münezzehtir...”3123 Bu âyetteki ilgili ifâde, “... onu âyetlerimizden biri olarak gösterelim diye...” şeklinde de meallendirilmiştir. İbn Atiyye gibi bazı müfessirler, konuyu bu paralelde açıklamışlardır: “O’nu, yani Hz. Muhammed’i (s.a.s.), âyetlerimizden göstermemiz için geceleyin yürüttük.
Bu şekilde miraç, Peygamber’e âyet göstermekten ibâret değil; Peygamberin kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur. Gerçekten Necm sûresinin inişi daha önce olduğuna göre, Peyamber hakkında; “Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden (âyât-ı kübrâdan) bir kısmını gördü.”3124 anlamı, daha önce gerçekleşmiştir. Ve o, kendisi Allah’ın âyetlerinden en büyük bir âyettir. Ve İsrâ’nın hikmeti de O’na göstermekten çok, O’nu göstermeye yöneliktir.” 3125
Bizi Allah’a ulaştıracak her iz, her işâret ve her delil âyettir. Allah’a götüren en emin rehberler de peygamberler olduğuna göre, onların içinden seçilmiş, süzülmüş, “âlemlere rahmet olarak gönderilmiş”, zirveyi temsil eden son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) de âyetü’l-kübrâ, yani en büyük âyettir.
Âyetleri Doğru Okuyup Anlayabilme İçin Gerekli Şartlar
Kevnî âyetler, insanın duyularıyla müşâhede ettiği ve gördüğü âyetlerdir. Bir başka ifâde ile “kevnî âyetler” Allah’ın varlığa hâkim kıldığı şaşmaz, değişmez kanunlardır. İnsanlar yaratılışla ilgili bu yasaları/âyetleri bilseler de bilmeseler de onları görür ve onlardan yararlanırlar. Meselâ, milyonlarca kişi, yer çekimi kanuna dair bir bilgiye sahip değildir, ama bu kanunlardan yararlanmaktadır. Yine milyonlar, ana karnındaki ceninin hayatına dair bir bilgiye sahip olmadığı halde, bu bilgisizlik, çocuğun dünyaya gelmesine vesile olmalarına engel değildir.
Geçmiş peygamberlerin mûcizeleri de tabiat kanunlarını bozan ve onlara aykırı kevnî mûcizelerdi. Ve geçmiş mûcizeleri incelediğimiz zaman, onların Allah’ın fiillerinden olduklarını görürüz. Allah’ın fiili ise, Allah onu işledikten sonra son bulabilir. Hz. Mûsâ için deniz yarılmış ve sonra da eski özelliğine dönmüştür. Ateş, Hz. İbrâhim’i yakmamış ve sonra yakma konusunda eski özelliğine dönmüştür. Ama Hz. Peygamber’in (s.a.s.) mûcizesi, Allah’ın sıfatlarından biridir. O’nun kelâmıdır. Fiil, onu işleyenin kalıcı olması ile kalıcıdır. Sıfat da, işi
3122] 53/Necm, 9
3123] 17/İsrâ, 1
3124] 53/Necm, 18
3125] Elmalılı, c. 5, s. 282-283
- 852 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapanın kalıcı olmasıyla kalıcıdır. Kur’an mûcizesinin geçmiş peygamberlerin mûcizelerinden farklı oluşunun bir özelliği de onun ilmî sürekliliğidir. Kur’an’da öyle bir îcâz vardır ki, akıl ancak kâinat ve kâinatın sırlarından birtakım şeyleri keşfettikten sonra onun farkına varabilir.
Kevnî âyetlerle ilmî âyetler arasındaki en önemli fark, “kevnî âyetler”i tetkikin ilim, kültür vs. gibi birtakım niteliklere ihtiyaç göstermemeleridir. İkinciler ise (ilmî âyetler), bazı yetenekler olmadan tetkik edilemezler. Demek oluyor ki, ikinci devir âyetleri daha gelişmiş insana hitap etmekle kalmaz, bazı farklı niteliklerle donanmış kaliteli insan ister. Bu özelliklerin, genel olanları, yani her âyet için gerekli görünenleri yanında, sadece bazı âyetler veya âyet grupları için arananları da vardır. Örneğin, ilim her âyet için bir müşâhede şartıdır. İlim olmadan Kur’an’ın sergilediği veya dikkatimizi çektiği âyetlerden bir şey anlayamayız. Bu inceliğe işaret için olmalı ki, ilk âyet “Oku!” diye inmeye başlamıştır. Buradaki ilmin, teknik ve terminolojik mânâda ilimden çok, kültür ve ileri seviyede mânâda olduğunu söyleyebiliriz. Hadis bunu şu yolda aydınlatıyor: “Âlim, öğrenci veya böylelerini dinleyen biri ol. Dördüncü gruptan olma. Yoksa mahvolursun!”
Şu muhakkak ki, basit bir dinleyici kültürüne sahip fertle, uzman bir âlimin âyetleri değerlendirmeleri aynı derecede verimli olmayacaktır. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim, tarihi tetkike çok önem vermektedir. Ve tarih felsefesi üzerinde ilk sistemcilik müslümanların nasibi olmuştur. Sosyolojinin de bu yaklaşımın meyvelerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu, İbn Haldun gibi bir hikmet adamının işidir. Fakat Kur’an bizi her zaman ve her şeye ibretle bakmaya çağırıyor. Bu ibretle bakış, asgarî mânâda, vurdumduymazlıktan, ilkellikten, uyuşukluktan kurtulmuş olmakla başlar, atomların, hücre ve genlerin araştırmasını yapabilecek seviyeyi elde etmeye kadar gider.
Âyetleri tetkikte bazı şartlar ve gereksinimler vardır. Bunları şöyle sayabiliriz: İlim, iman, akıl, tefekkür, tezekkür, tefakkuh, ittika, istimâ, tevessüm, yakîn, hikmet, lübb, sabır, şükür, zulüm ve kibre bulaşmamak, inâbe ve âhiret korkusu ve bilincidir.
İlim: Bütün âyetler ilme dayanarak tetkik edilebilir. Bunun aksi, âyetlere indî/sübjektif yakıştırmalar olur, tetkik olmaz. Hiçbir mukaddes metin, Kur’an kadar ilim, âlim, akıl, araştırma, inceleme, ibretle bakma, düşünme ile ilgili deyim ve ifâdeler kullanmamaktadır. Kur’an, en büyük düşmanı putperestliği/şirki de bir cehâlet olarak tanıtır. 3126
İman: Âyetleri isâbetle tetkik edebilmenin bir şartı da imana sahip bulunmaktır. İlimde yükseliş ve düşüncede derinleşme, imanda aydınlığın artışı demektir. Bir başka deyişle Kur’an; imanı, “kutsal” adı verilen bir kuvvet veya mekanizmaya bağlanarak dış dünyaya, aklın el attığı varlık ve oluşlara gözü kapatmak olarak görmemektedir.
Akıl: Kur’ân-ı Kerim’e göre insanı insan yapan, onun her türlü aksiyonuna anlam kazandıran ve İlâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır. Kur’an’da akıl kelimesi hep fiil şeklinde geçmektedir. Bu âyetlerde “taakkul/akletme”nin, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur.
3126] 10/Yûnus, 39
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 853 -
Tefekkür: Kur’an bizi Allah’ın eseri, nimetleri üzerinde tefekküre çağırmaktadır. Bu, Allah’ın isim ve sıfatları üzerinde tefekkürdür. Çünkü varlık, bu isim ve sıfatların birer tecellîsinden ibârettir. Tefekkürde Kur’an’ın tavrı, “eserden müessire” gitmektir. Bu da bizi ilim ve delil çıkarmanın Kur’an nazarında ne büyük değer taşıdığını düşünmeye götürür.
Zikirle ulaşılmak istenen hedef, unutulan şeyi hatırlamadır. Tezekkür ise daha ileri bir boyut olup hatırlanan şeyi unutmamak, hatırında tutmak, aklından hiç çıkarmamak, bu şeyden sürekli öğüt ve ibret almak, düşünmenin de ötesinde bu eylemi bir hayat şekli haline getirmektir.
Tefakkuh, yani fıkh etmek, bilinenden bilinmeyene, görünenden görünmeyene ulaşmak demektir. Ayrıca, “iyi ve derin, ince anlayış” anlamında da kullanılır. Fıkh’ın ifâde ettiği anlayış, Arapça’da “fehm” kelimesinin ifâde ettiği anlayış gibi değildir. Birinin ne söylediğini anlarız, bu “fehm”dir; fakat söylenenin, olup bitenin “künhüne vâkıf olma”, gerçeğine erme, onu bütünüyle kavrayıp bir sonuca varma “tefakkuh”dur.
İttika; takvâ sahibi olmak, sâlih amel işlemek, günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini çekmek demektir. Takvâyı kendilerine bir hayat tarzı olarak seçenlere Kur’ân-ı Kerim, “Allah dostu” demekte ve onlara hem dünyada, hem de sonsuz hayatta korku ve üzüntüden uzak bir yaşayışı müjdelemektedir. İttika, Allah’tan korkmaktan çok, Allah’ın emirlerini îfâ etmek hususunda titiz ve tâvizsiz olmak demektir.
İstimâ kelimesi, sözlük anlamı itibarıyla dinlemek, kulak vermek veya dinleyip kabul etmek anlamlarını taşır. Kur’an bu kelimeyi Rum sûresinin 23. âyetinde kullanmakta ve âyetlerin tetkikinde taşıdığı role dikkat çekmektedir.
Tevessüm; anlayış derinliği, görünüşten/işaretten mânâ çıkarmak, firâset, irfan zenginliği mânâlarına gelir. Firâset’i zanla karıştırmak doğru değildir. Çünkü zan bir sanmadır ve doğru da çıkabilir, yanlış da. Bundan dolayı Kur’an zannın çoğundan sakınmayı emretmiş, zannın bir kısmının günah olduğunu haber vermiştir. 3127
Yakîn, ilmin sıfatı olarak, artık kesinliğe ulaşmış, kendisinde teorik veya pratik olarak hiçbir şüphe kalmamış, olmuş olana uygun düşmüş, şimdi kesin olduğu gibi, gelecekte de kesinliğinde herhangi bir kuşkuya yer kalmamış ilimdir. İslâm düşüncesinde yakînin üç kısmından söz edilir:
1) İlme’l-yakîn (bilerek yakîne ulaşma),
2) Ayne’l-yakîn (görerek yakîn),
3) Hakka’l-yakîn (yaşayarak, içinde bulunarak yakîn).
Hikmet; Kur’an dilinin eşsiz lügatçisi Râğıb tarafından, İlâhî kitap terminolojisi adına şöyle tanımlanmıştır: “Gerçeği, ilim ve akılla yakalamak” veya “gerçeği, yakalama noktasında ilim ve akılla tesbitte bulunmak.” Râğıb, şöyle devam ediyor: “Hikmet Allah açısından, eşyanın bilinmesi ve tutarlı, anlamlı bir biçimde vücuda getirilmesidir. İnsan açısında bakıldığında ise hikmet, varlıkların bilinmesi ve hayır üretilmesidir.”
3127] 49/Hucurât, 12
- 854 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Lübb kelimesinin Türkçe’de karşılığı yoktur. Yaklaşık olarak, gönül, öz veya gönül gözü diye mânâlandırabiliriz. Bu kelimeyi, bazılarının yaptığı gibi, akıl diye çevirmek, bizce yanlıştır. Lübb, akıl ötesi, daha doğrusu aklın derûnunda bir gücü ifâde eder. Bazı âyetler, sadece lübb sahiplerince anlaşılabilir, bazıları da lübb sahiplerine (ulu’l-elbâb) farklı sonuçlar sunar.
Sabır: Nefsin zorluklara tahammülü diye tanımlanan sabır, zaferden emin olanların tavrıdır. Kur’ân-ı Kerim: “Sonuç takvâ sahiplerinindir”3128 diyerek mutlu bir son müjdelemektedir. O halde takvâ sahipleri zümresine dâhil her ferdin çarpıklık, zıtlık, çatışma ve kavgadan ürkerek feryad etmesi, ümitsizliğe düşmesi, Kur’an rûhuna aykırıdır.
Şükür: Kur’ânî bir terim olarak şükür, insanın kendisine ulaşan nimeti düşünmesi ve bunu birtakım dış belirtilerle ortaya koyması anlamındadır. Şükrün Kur’ansal yapısını değerlendiren müfessirler, onun üç yolla birlikte yerine getirilebileceğini tesbit ederler ve gerçek şükrün bunlardan birini ihmal etmeksizin ancak ortaya çıkabileceğini tesbit ederler: 1) Düşünme yolu, 2) Dil yolu, 3) Aksiyon yolu.
Zulümden uzak durmak, bize farklı bazı âyetleri müşâhede ettirecektir. Zulüm, Kur’ân-ı Kerim’in en önemli kavramlarından biridir. Türevleri ile birlikte 300’e yakın yerde geçer. Zulmün Kur’an terminolojisindeki anlamı şudur: “Bir şeyi âit olduğu yerin dışında bir yere koymak.” “Hak edene, hakkını hak ettiği oranda vermemek.” Bundan da anlaşılır ki zulüm, yaratılış düzeninde bozukluk ve dejenerasyona sebep olmaktadır. Zulüm, hem Kur’an âyetlerini, hem de diğer âyetleri hak ettiği gibi değerlendirmeye engeldir: “Biz Kur’an’dan öyle âyetler indirmekteyiz ki, mü’minler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin de ancak husrânını, sapıklığını artırır.” 3129
Kibirden uzak durmak, istikbârlığa meyletmemek: Kur’an, “istikbâr” dediği kibir illetini insanı tahrip eden en büyük belâlardan biri olarak belirtiyor. Bu tavrın insana sonsuzluğu, ruh güzelliğini ve âyetleri inceleme/araştırma yolunu kapattığını vurguluyor.
Tevbe: Beden su ile temizlenir, gönül gözyaşıyla. Ruhumuzu yıkamak için de bir “su” lâzım bize. İşte o su tevbedir. İnâbe ise tevbenin ileri bir merhalesi olarak mânevî yükselme ve gelişmenin şuuruna varmanın adıdır.
Âhiret bilinci: Her sonraki an, bir öncekinden daha ileri ve üstündür. Çünkü hayat geriye doğru adım atmaz. Gidiş sürekli iyiye ve güzeledir. O yüzden iki gününü eşit geçiren, devamlı ilerlemeyen, hayrını artırmayan kimse aldanmıştır. 3130
Semâ Âyeti
Kur’an’da göğün ve yerin yaratılışından, göğün ve yerin daha önce bitişik olduğundan, göğün yarılmasından ve ardındakini göstereceğinden, göğün açılıp kapılar haline gelmesinden, görünmez gök kapılarından, genişlemesinden, göktekilerden, göklerin ve yerin yaratılış hikmetlerinden, göklerin nasıl yükseltildiğinden, gök cisimlerinin birer yörüngede yüzdüklerinden, göktekilerin
3128] 28/Kasas, 83
3129] 17/İsrâ, 82
3130] Necmettin Şahinler, Âyetler ve Yetenekler, s. 7 ve devamı
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 855 -
ve yerdekilerin Allah’ı tesbih etmelerinden, gökten yağmur indirenin Allah olduğundan... söz edilmektedir. Göklerin ve yerin Rabbi Allah’tır. Bu bakımdan, yaratılmış şeyler üzerinde iyice düşünmenin ve Yaratıcı’yı tesbih etmenin, mü’minlere has bir nitelik olduğundan söz edilmektedir.
Semâ da, Allah’ın kâinatta kurduğu İlâhî kanunlara, akıllara hayret verecek olağanüstü bir düzen ve âhenge, dolayısıyla Yaratıcı’nın tek Allah olduğuna bir âyet/delil olarak görülmüştür. Göğün “direksiz” olması (görünmeyen bir direk, eksen ile yükseltilmesi), yer üzerine düşmemesi veya yığılmaması, göğün bünyesindeki gezegenlerin zerre kadar düzensizlik yapmamaları; Ay’ın, Güneşin, yıldızların Allah’ı tesbih etmeleri, O’na secde etmeleri gibi konular ayetlerde insan idrakine sunulmuştur.
Kur’an, insanların yerdeki ve semâdakilere bakıp akıllarını kullanmalarını, iyice düşünmelerini, anlamaya çalışmalarını öğütlemektedir. Bunun yanında, yine düşünüp ibret almaya dâvet etmek amacıyla bir tehdit de söz konusu edilmektedir. “(Allah,) Semâyı da, izni olmadan yerin üzerine düşmemesi için tutuyor. Doğrusu Allah, insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir.”3131; “Ve semâyı itaat dışına çıkan her türlü şeytandan korumak için yıldızlarla donattık.”3132; “Semâda olanın (meleklerin -Allah’ın izniyle-) sizi yere batırmayacağından emin misiniz? O zaman yer sarsıldıkça sarsılır. Yahut semâda olanın, üzerinize taş yağdıran bir fırtına göndermeyeceğinden emin misiniz? İşte (bu) tehdidimin ne demek olduğunu yakında bileceksiniz.” 3133
Allah, semayı yükseltmiş, evren bulutunu yer ve gök olarak ayırmış ve bir ölçü, bir denge koymuştur. “Gökleri, gözünüzün göremeyeceği bir direk (eksen ya da aks) ile yükseltmiştir.” 3134 Değirmenin mili (ekseni) vardır, bu elle tutulur ve gözle görünür; ama gök cisimlerinin santrfüj ekseni izafîdir, görünmez. Sonra tavaf edeceği yörüngeler tayin edilmiştir; bunlar fizik yasaları denilen Allah’ın evrendeki kanunları, sünnetidir. “Görmediniz mi Allah, yedi semêyı birbirine âhenktar olarak nasıl yaratmış!”3135 Hayat, iki zıt kararlı dengenin (Kur’an terimiyle “hunnes”: Merkezcil kuvvet; “künnes”: Merkezkaç kuvvet) ömrüdür. “Kuşkusuz Allah, semâları ve yeri kayıp gitmekten alıkoymaktadır. Eğer onlar, kayıp giderse, andolsun ki ondan sonra kimse bunları tutamaz.”3136 Ama o gün (kıyamet günü) semânın hızı öyle artar ki, dağlar yerinden kopup yürür savrulur.3137 Gök cisimleri yuvarlak olduğundan onları kuşatan semâlar da yuvarlaktır. Kur’an’da “küre biçimi vermek, yuvarlamak, küreleştirmek” anlamına gelen “Tekvîr” sûresinde yerlerin ve semâların dürülüp bükülmesinden söz edilmektedir.
Kur’an’da yedi yerde yedi kat semâdan bahsedilmiştir.3138 Yedi kat semâdan murat nedir, bunların mâhiyeti nedir? Bunu kesin olarak bilemiyoruz. Bu konu, henüz astronomi ilminin konuları arasına girmiş değildir. Feza konusunda keşifler için büyük gayretlerin sarfedildiği çağımızda bile, henüz keşfedilen ger3131]
22/Hacc, 65
3132] 37/Sâffât, 6-7
3133] 67/Mülk, 16-17
3134] 13/Ra’d, 2
3135] 72/Cinn, 15
3136] 35/Fâtır, 41
3137] 52/Tûr, 9
3138] 2/Bakara, 29; 17/İsrâ, 44; 23/Mü’minun, 86; 65/Talak, 12; 67/Mülk, 3; 71/Nuh, 15; 78/Nebe’, 12
- 856 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çekler, keşfedilemeyen uzayın içinde mukayese yapılamayacak kadar küçük yer tutar. Kim bilir, belki yedi kat gökle ilgili bilimsel gelişmelere insanoğlunun bilgisi ve kıyâmete kadar vakti yetmeyecektir; geleceği de, göklerin konumunu da yaratan bilir. O bize, göklerin yedi gök olduğunu söylüyor; biz de inanıyoruz. Elmalılı, bu konuda şunları söyler: Yedi kat semâ tabiri, yedi göğün varlığını kesin olarak ifade etmekle beraber, daha ötesi yok demek değildir, ziyadesini nefyetmez. Bütün yıldızların tezyin ettiği maddî âlemin hepsi bir semâdır. Bu da yedi semânın birincisidir. Bunun ötesinde daha altı semâ vardır. Bu semâlar, birinci semâ gibi maddî semâlar değil; mânevî semâlardır. “Biz dünya semâsını yıldız ziyneti ile süsledik.”3139 âyetiyle Miraç olayı, bu mânâya işaret etmektedir. 3140
Gök cisimlerinin, evrenin büyüklüğü, bize onları yaratanın büyüklüğünü, kudretini, ilmini... anlatmalı, yaratıklardan Yaratan’a urûc edip bağlanabilmeyi hatırlatmalıdır. “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı zikredip anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler, derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) ‘Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azâbından koru.!”3141; “İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır.”3142 İnsan, yaratılandan Yaratan’a nüfuz edemeyince, gözlemi tefekküre ulaşamayınca, ilmi imanla bütünleşemeyince; ibâdet etme ihtiyacını Allah’tan başka hayranlık duyduğu varlıklara yöneltip bazı cisim ve canlıları putlaştırma ahmaklığına düşmüştür.
İnsan Denen Âyet
“Biz insanı ahsen-i takvîm üzere/en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık.”3143 Âyette geçen “takvîm” kelimesi, müfessirlerce değişik şekillerde yorumlanmış, kimi sûret ve duyu organlarının güzelliği, kimi boyunun doğruluğu ve ayakları üzerinde dik durması demiş, kimi de “ahsen-i takvîm” sözünü akıl, idrâk ve temyiz (ayırma yeteneği) ile ziynetlenmiş olmak şeklinde algılamıştır. Gençliğe, güç ve kuvvete yoranlar da olmuştur. Elmalılı, bu görüşleri sıraladıktan sonra takvîm kelimesini daha genel bir anlamda değerlendirmiş, insan için güzel olan her şeyi bu mânâya dâhil etmiştir. Bununla beraber, şekil ve sûretten çok, ahsen-i takvîmi insanın duygusunda, özellikle güzellik denen mânâyı anlamasında ve o duygudan güzellerin güzeli “ahsenu’l-hâlikıyn”i ve O’nun hüsn-i mutlakla en güzel olan kemal sıfatlarını tanıyıp O’nun istediği gibi güzel ahlâkla ahlâklanmakta aramıştır. Ona göre insan doğarken bu kemale sahip olarak değil; bu kıvama, bu kemale ve bu güzelliğe yeteneği olmak anlamında ahsen-i takvîmde yaratılmıştır. Aksi halde insanın hiçbir olumsuz özelliği bulunmazdı. Hâlbuki öyle olmadığı, insanın birtakım kötülüklerle iç içe bulunduğu görülmektedir. Elmalılı, bu süflîliklerden kurtularak kemale ermenin yolunu, ruh güzelliğine ve temizliğine ulaşmakta görüyor.
İnsanın Değeri: İnsanı yaratan Allah, onu kendisinden sonra en değerli varlık olarak yaratmıştır. Kur’an’dan öğrendiğimize göre onun değeri, daha
3139] 37/Sâffât, 6
3140] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 294
3141] 3/Âl-i İmran, 191
3142] 35/Fâtır, 28
3143] 95/Tîn, 4-5
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 857 -
yaratılmadan önce belli olmuştur.
Bakara suresinin 30. âyetinde meleklere hitâben ifade edilen İlâhî beyan bunun açık delilidir: “Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim’ demişti...” Sonunda, yaratılmış olan bu halifenin adı insandı. Hayat sahnesinde imar ve ıslah görevini ifa ederek işleri düzenleyecek, Allah’ın kanunları ile nizâm-ı âlemi tanzim edecekti. Çünkü bu göreve lâyık biçimde, ahsen-i takvîm üzere, yani en güzel biçimde yaratılmıştı.
İnsanın her bakımdan en güzel biçimde yaratılmış olduğunu Tîn sûresindeki âyetle gördük. Onun değeri ile ilgili başka bir âyet de şudur: “Andolsun ki, Biz insanoğullarını şerefli kıldık. Karada ve denizde taşıtlara yükledik. Temiz şeylerle onları rızıklandırdık. Yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.”3144 İnsan, bundan daha değerli bir iltifâta da nâil olmuş, meleklerden, kendisine secde etmeleri istenmiştir. Bunlardan daha büyük bir şeref düşünülebilir mi? “Meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ demiştik. İblis müstesna hepsi secde ettiler. O ise kaçındı; büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden oldu.” 3145 Bu konu, önemine binâen ve bilmediğimiz başka hikmetlerden dolayı Kur’an’da tekrar tekrar anlatılır.
Büyük âlemdeki her şeyin mutlaka insanın bedeni olan küçük âlemde bir benzeri vardır. İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki Biz insanı ahsen-i takvimde (en güzel bir sûrette) yarattık.”3146; “Kendi nefislerinizde de (nice âyetler) vardır. Görmez misiniz?” 3147
Meselâ, insanın duyu organları, ışık veren yıldızlardan daha şereflidir. İnsanın görmesi ve işitmesi idrâk edilen şeyleri bunlar vâsıtasıyla idrâk etmesi açısından güneşi ve ayı andırır. İnsanın organları çürüdükten sonra yer cinsinden toprak olurlar. Yine insanda su cinsinden, ter ve bedende diğer ıslak âzâlar vardır. Hava türünden insanda ruh ve nefes vardır. Ateş türünden ise insanda harâret vardır. Damarları ise yeryüzündeki nehirleri andırır, ciğeri nehirleri besleyen pınarlar konumundadır. Çünkü damarlar ciğerden alacaklarını alırlar. İnsanın mesânesi denizi andırır. Çünkü bedende bulunan değişik bölgeler nehirlerin denize aktığı gibi, akıtacaklarını buraya akıtırlar. İnsanın kemikleri yeryüzünün kazıkları durumunda olan dağlar gibidir. Âzâları da ağaçları andırır. Herbir ağacın yaprakları ya da meyveleri olduğu gibi, her bir organın da bir fiili ya da etkisi vardır. İnsanın bedeni üzerindeki saç ve kıllar, yeryüzü üzerindeki bitki ve ot durumundadır. Diğer taraftan insan, dili ile bütün canlıların seslerini taklit edebilir. Âzâlarıyla da bütün canlıların yaptığının benzerini yapar. Buna göre bu küçük âlem, büyük âlemle birlikte aynı yaratıcının yarattığı ve sonradan var ettiği varlıktır. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.
İnsanın yaratılışındaki fevkalâdelik, ona verilen değeri göstermektedir. İnsan, ister biyolojik, ister fizyolojik, ister psikolojik açıdan hangi yönüyle incelenirse incelensin onun yaratılışındaki olağanüstülük hemen dikkatimizi çeker. Bunu konuyla ilgili bilim kitaplarında, ansiklopedilerde her zaman görmek mümkündür. Mesela, bir insanın DNA molekülü (deooksiribo nükleik asit)nün, 100000 ansiklopedi sayfasına eşit uzunlukta biyolojik bilgilere sahip evrensel bir hârika
3144] 17/İsrâ, 70
3145] 2/Bakara, 34; 17/İsrâ, 61; 38/Sâd, 71
3146] 95/Tîn, 4
3147] 51/Zâriyât, 21
- 858 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğunu düşünebilir miyiz?3148 Bu sebepten dolayı olsa gerek ki, âlemin “büyük insan”, insanın da “küçük âlem” olduğu ifade edilmiştir. Bilim çağından uzay çağına geçilmiş olmasına rağmen, insanın keşfedilmeyen tarafının keşfedilene oranla çok daha büyük olduğunu söyleyebiliriz. İnsan, kendini keşfedememenin aczini yer yer itiraf etmek mecburiyetinde kalıyor ve kalacaktır. İnsan o kadar büyük, o kadar esrar dolu yaratılmıştır. Ona verilen akıl, güzeli çirkinden temyiz/ayırma gücü, insana verilen nimeti ve değeri göstermesi bakımından yeter de artar bile. Hz. Ali’ye izafe edilen şu beyitler, insanın değerini anlatmaktadır:
“İlacın sendedir de farkında olmazsın. Derdin de sendendir fakat görmezsin.
Sanırsın ki sen sâde, küçük bir cirimsin; Hâlbuki sende dürülmüş en büyük âlem.”
Allah, insanı yeryüzünde halife ilan etmiştir. İnsan, Allah’ın kanunlarıyla evrenin nizamını tesis edecektir. Bu, geçici bir görev olmayıp, kıyamete kadar sürecektir. Bir nesil, kendisine verilen görevi kendisinden sonraki nesillere intikal ettirecek, halifelik görevi, bir bayrak yarışı gibi sürüp gidecektir. İnsana böyle şerefli bir görevi veren Allah, tabiidir ki, görevini tam olarak yerine getirmesi için onu büyük imkânlarla donatacaktır. Öyle de olmuştur. “Allah’ın göklerde olanları da, yerde olanları da emrinz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir kitap bulunmadan tartışanlar var.” 3149; “Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı sizin emrinize âmâde kılmıştır. Yıldızlar da O’nun buyruğuna boyun eğmiştir. Bunlarda akleden kimseler için dersler vardır.”3150; “Gökleri ve yeri yaratan, yukarıdan indirdiği su ile size rızık olarak ürünler yetiştiren, emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, nehirleri, belli yörüngelerde yürüyen ay ve güneşi, gece ile gündüzü sizin buyruğunuza veren Allah’tır.”3151 İnsana verilen şeyler, saymakla bitmez. “Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size vermiştir. Allah’ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz. Doğrusu insan pek zâlim ve çok nankördür.” 3152
“İlim, ilim bilmektir; İlim, kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin; Ya nice okumaktır.” (Yunus Emre)
Rabbini bilen, ancak kendini bilebilir; kendini bilen de Rabbini. İnsanın kendi gerçeğini tam olarak tanıması, İslâm eğitiminin esasını teşkil eder.
Bize yakışan, Kur’an, hayatımıza yeniden ilk günkü berraklığıyla şimdi ve tek tek bize iniyor gibi heyecanla, aşkla, ilk müslümanlar gibi ona yönelmek, dirilmek için ilk emirden itibaren o sese kulak vermektir: “Oku, yaratan Rabbinin adıyla.”3153 Ve tüm âyetleri teker teker okumaya başlamak, O’nun ismi ve izniyle, O’nu yücelterek, okunması gerektiği gibi; Kur’an’ı, kâinatı ve kendimizi... Gerisi kendiliğinden gelecek, bizi öldürmeye gelenler bizde dirilecektir.
3148] Fethullah Han, Kur’an ve Kâinat Âyetleri, s. 157
3149] 31/Lokman, 20
3150] 16/Nahl, 12
3151] 14/İbrahim, 32-33
3152] 14/İbrahim, 34
3153] 96/Alak, 1
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 859 -
Âyetleri Satmak, Hem de Çok Ucuza
“...Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız Benden korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilip dururken hakkı gizlemeyin.” 3154
Âyetleri Az Bir Karşılık ile (Ucuza) Satmak
Âyetleri az bir paha ile (semenen kalîl karşılığında) satmayın ifadesinin, mefhûm-ı muhâlifi düşünülürse, “çok paha ile satın” anlamı çıkar. Ancak Kur’an naslarının mefhûm-ı muhâlifinin alınamayacağı bilinmelidir. “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın” ifadesinin anlamı, “açıklama, izah etme ve faydalı ilmi gizlemeyip insanlara yayma karşılığında bir şey almayın” demektir3155. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Her kim Allah’ın rızâsı için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sadece bir dünya metaı elde etmek için öğrenirse, kıyamet gününde cennetin kokusunu duyamaz.”3156 Allah’ın bunu, “semenen kalîl” diye isimlendirmesi, bu karşılıkların ya aslında az olduklarından, ya da verdikleri zarara oranla az olduklarındandır.3157 Hasan el-Basrî’ye âyetteki “semenen kalîlen”in mânâsını sordular, o da, “her şeyiyle beraber dünyadan ibarettir” dedi. Said bin Cübeyr, “dünya lezzetlerinden ibarettir” diye açıkladı. Ebu’l-Âliye, “Âyetlerin karşılığında ücret almayın” demektir diye izah etti. 3158
“Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın.” Dünya ve içindeki altın, gümüş, dolar, mark, lira vb. kıymetli ne varsa, menkul veya gayrimenkul tüm hazineler hepsi terazinin bir kefesine konsa, öbür kefesine de Allah’ın bir tek âyeti konulsa ve satılsa yine de az para karşılığında satılmış demektir.
Zamanla papazlar ve hahamlar, krallardan aldıkları para karşılığında İncil ve Tevrat’ın içine krallara itaatle ilgili sözler sokmuş, bir kısım âyetleri de kaldırmıştır. Günümüzde Allah’a çok şükür ki, âyetleri yok etmek imkânı kaldırılmış, ama azıcık para, makam, mevki karşılığında âyetlerin mânâsını açıklamama yolu açık bırakılmıştır. Yıllardan beri ahkâmla ilgili âyetler, nice cami kürsüsü ve minberlerinde gündeme getirilememiştir. Devletin en üst tepesindeki şahıs, Kur’an’daki ahkâmla ilgili 230 civarındaki âyetin, lâik anlayışla bağdaşmadığı için, zaten uygulanmadığından tümüyle kaldırılmasını teklif edecek duruma gelinmiştir. Bazı gayretli müslümanlar, ahkâmla ilgili âyetleri açıklamaya başlayınca, bir kısım satılık kalem ve diller “o âyet, yahudilerle ilgilidir, bu âyet hıristiyanlarla ilgilidir, bunlar ise Mekke’li müşrikler hakkında nâzil olmuştur” diyerek bizi ilgilendirmediğini söylemeye başladılar. Ayetleri düzenin istediği şekilde tevil etmeye, kâfirlere ve küfre “hoşgörü”lü, müslümanlara ve gerçek İslâm’a “horgörü”lü bakmaya başladılar. “Sebeb-i nüzul, âyeti tahsis etmez” kuralını görmezlikten geldiler. Yani “Kur’an’daki âyetlerin bir kısmı yahudilere, bir kısmı hıristiyanlara, diğerleri de peygamberimiz zamanındaki Mekke’li ve Medine’li insanlara hitap ediyor, bizi ilgilendirmez” demeye getirdiler.
Ayetin devamının “yalnız Benden korkun.”3159 şeklindeki ifadesi de dikkat çe3154]
2/Bakara, 41-42
3155] İbn Kesir
3156] Ebû Dâvud, İlim 12; İbn Mâce, Mukaddime 23; Müsned, II/338
3157] Fahreddin Râzi
3158] İbn Kesir
3159] 2/Bakara, 41
- 860 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kicidir. Allah’ın âyetlerini satmak istemez ve paraya, makama boyun eğmezsen, boynunu eğmek için üzerine gelirler. “Sakın onlardan değil; yalnız Ben’den sakının” deniliyor. Onların gücü, kuvveti, azâbı nedir ki!? Cehennemleri mi vardır onların bizi atacak? Allah dilemedikçe zarar mı verebilirler ki bizi korkutabilsinler, Allah’ın takdir ettiği eceli mi öne alabilirler, O’nun vereceği rızkı mı kesebilirler? Şiddetli cehennemi, sonsuz azâbı olan, herkesi hesaba çekecek, gerçek anlamda güç ve kuvvet sahibi, korkulmaya lâyık Allah’tan başka kim vardır ki ondan korkacaksınız? Aynen, onların dünyayı verseler bile, bunun bir tek âyetin kıymetiyle, âhiretin değeriyle karşılaştırıldığında “az bir karşılık”, “çok ucuza satmak” olduğu gibi; onlardan korkmak da fobidir, gereksiz korkudur, yanlıştır ve müslümana yakışmaz.
Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili bir rivâyet şöyledir: İbn Abbas diyor ki: “Bu âyet-i kerime, yahudi liderlerinden Kâ’b bin Eşref, Kâ’b bin Esed, Mâlik bin Sayf, Hayy bin Ahtab ve Ebû Yâsir bin Ahtab hakkında nâzil olmuştur. Bunlar, taraftarlarından hediyeler alırlardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) peygamber olarak gönderilince bu menfaatlerinin kesilmesin-den korktular da, Allah rasûlünün ve getirdiği şeriatin mâhiyetini gizlediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.”3160 Bu gün de Kur’an tilâvetine ücret almanın haram olduğunu duyan/bilen bazı ücretli okuyucular, aldıklarına ücret değil de, “hediye” adı vermektedirler.
Yahudi ve Hıristiyanları Taklit Perspektifi
Kur’ân-ı Kerim, uslanmaz ruhun/nefsin temsilcisi ve her türlü değeri maddeye fedâ eden bir anlayış olarak İsrâiloğullarından sık sık bahseder ve ibret unsuru olarak, özellikle maddepe-restliklerini gözler önüne serer. Bu açıdan onlarla beraber hıristiyanlardan da söz eden bir âyet-i kerimede şöyle denir: “Ey iman edenler, (biliniz ki) hahamlardan (yahudi bilginlerinden) ve (hıristiyan) râhiplerden birçoğu insanların mallarını bâtıl/haksız yollarla yerler ve onları Allah’ın yolundan men ederler. Altın ve gümüşü yığıp biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azâbı müjdele!”3161 Burada dikkati çeken bazı noktalar vardır:
Bâtıl yollarla insanların mallarını yiyenler, din bilginlerinin bazılarıdır ve bu iş için bu vasıflarından yararlanmaktadırlar. Bu yollarla insanların mallarını yemeleri, onları aynı zamanda Allah’ın yolundan da uzaklaştırmaktadır. Yani bu yolla malını kaybeden insan, yolunu da sapıtmaktadır. Din adamlarının bu yola girmelerine sebep, maddî ihtiraslarıdır; altın ve gümüş, yani para biriktirme arzularıdır. Hıristiyan ve yahudilerdeki bu anlayışların taklit edilmesiyle ilgili meşhur hadis-i şerifi hatırlatalım: “Sizden öncekilerin yollarına karış karış uyacaksınız. Hatta onlar bir keler/sürüngen deliğine girseler, siz de onların arkasından gireceksiniz.” Biz, Yâ Rasûlellah, yahudilerle hıristiyanlara mı? dedik. “Ya kime (olacak)!?” 3162
Bu takip ve taklid, Allah’ın kitabını kazanç konusu yapmada olduğuna göre, yahudiler, konumuzla ilgili âyet-i kerimeye yegâne muhatap olmaktan çıkmış olmalıdırlar. Hitap, aynı anda, takibi karış karış sürdüren müslümanlaradır da:
3160] Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l Gayb
3161] 9/Tevbe, 34
3162] Buhârî, Enbiyâ 50, İ’tisâm 14; Müslim, İlm 6; İbn Mâce, Fiten 17; Ahmed bin Hanbel, II/325, 327, 336, III/83, 89, 94
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 861 -
“Elinizdekinin (Tevrat’ın) aslını tasdik edici olarak indirdiğime (Kur’an’a) iman edin! Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilip dururken hakkı gizlemeyin. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin. (Ey bilginler!) Siz Kitab’ı okuyup gerçekleri bildiğiniz halde, insanlara iyiliği emrediyor, kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmayacak mısınız?”3163 Âyetleri az bir paha (semen-i kalîl) karşılığında satmak... Hakkı bâtıl ile karıştırmak... Gerçekleri gizlemek... Dosdoğru namaz kılmamak... Zekâtı vermemek (paraya hırslı olmak)... Başkasına doğruyu emrettiği halde, kendini (kendi çıkarı için) unutmak... Ve bunların hepsini Kitab’ı okuyup dururken yapmak da söz konusu takip ve taklidin tamamlayıcılarından sayılabilir.3164
“Enfâs-ı habîsiyle beş on rûh-ı leîmin
Solsun mu o parlak yüzü Kur’ân-ı Hakîm’in.
İbret olmaz bize, hergün okuruz ezber de,
Yoksa bir maksat aranmaz mı bu âyetlerde?
Lâfzı muhkem yalnız anlaşılan Kur’ân’ın
Çünkü kaydında değil, hiç birimiz mânânın.
Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakarız yaprağına,
Yahut üfler geçeriz, bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.”3165
“Lânet ola ol mala ki, tahsiline ânın,
Ya din ola, ya ırz, ya nâmus ola âlet.” 3166
Allah’ın Âyetlerini Ucuza Satmak Konusunda Âyetler
“...Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilip dururken hakkı gizlemeyin.” 3167
“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de onu az bir paha ile değişenler (onu maddî karşılık ile satanlar) var ya, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne onlarla konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için acıtıcı bir azap vardır.” 3168
“Ey iman edenler, (biliniz ki) hahamlardan (yahudi bilginlerinden) ve (hıristiyan) râhiplerden birçoğu insanların mallarını bâtıl/haksız yollarla yerler ve onları Allah’ın yolundan men ederler. Altın ve gümüşü yığıp biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara
3163] 2/Bakara, 41-44
3164] Faruk Beşer, Fıkıh Penceresinden Fetvâlarla Çağdaş Hayat, s. 64-65
3165] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 170
3166] Ziya Paşa
3167] 2/Bakara, 41-42
3168] 2/Bakara, 174
- 862 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hemen acıklı bir azâbı müjdele!” 3169
“Ehl-i Kitap’tan öyleleri var ki, Allah’a, size ve kendilerine indirilene, tam bir samimiyet-le ve Allah’a boyun eğerek iman ederler. Allah’ın âyetlerini az bir paraya satmazlar. İşte onlar için Rableri katında ücretleri/ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.” 3170
“Onların ardından (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp, ‘nasıl olsa bağışlanacağız’ diyerek Kitab’a vâris olan birtakım kötü kimseler geldi. Onlara ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Acaba Allah’a karşı hakdan/gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden, o Kitabın hükmü üzere mîsak/kuvvetli söz alınmamış mıydı ve onlar Kitab’ın içindekini ders edinip okumadılar mı? Hâlbuki âhiret yurdu, takvâ sahipleri/Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” 3171
“...İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” 3172
Kur’an Okuma ve Hatta Öğretme Karşılığında Ücret Almayı Yasaklayan Hadis-i Şerifler
Ahmed bin Hanbel’in Abdurrahman bin Şibl’den rivayet ettiği hadis: “Kur’an- Kerim’i okuyun, onu (dünya menfaatlerine vesile kılmak suretiyle) yemeyin!” 3173
“Kur’an okuyun, onunla amel edin, On(u okumak)dan asla uzaklaşmayın, onun hakkında haddi aşmayın; onun karşılığında ücret alıp yemeyin, onunla dünya menfaati artırmayı talep etmeyin.”3174 Übeyy bin Kâ’b: “Bir adama Kur’ân-ı Kerim öğrettiydim de, bana bir yay hediye etmişti. Durumu Rasûlullah’a söylediğimde: “Onu alırsan, ateşten bir yay almış olursun demektir” buyurdular, ben de sahibine geri verdim. 3175
Ubâde bin Sâmit: Ehl-i Suffe’den birçok kimselere Kur’an öğrettim. Bu öğrencilerimden birisi bana ok atılan bir yay hediye etti. -Kendi kendime- ‘Bu bir mal/para değildir. Özellikle bununla ben savaşlarda Allah yolunda ok atacağım’ dedim. Bununla beraber, Nebî (s.a.s.)’e bu olayı arz ettim. Rasûl-i Ekrem cevaben şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ’nın Kıyamet gününde boynuna ateşten bir halka takmasını arzu edersen kabul et!” 3176
“Kim Kur’an öğretmesi karşılığında bir kavs/yay alırsa, Allah ona ateşten bir yay kılâde yapıp boynuna takar.”3177 Bu hadislerin çoğunda Suffe talebelerinin, öğretmenlerine hep kavs, ok yayı hediye ettikleri zikredilmiştir. ‘Bunların hediye edecek başka şeyleri yok mu idi? Bunların hepsi de ok, yay sahibi mi idi?’ Evet, başka
3169] 9/Tevbe, 34
3170] 3/Âl-i İmran, 199
3171] 7/A’râf, 169
3172] 5/Mâide, 44
3173] Heysemî, M. Zevâid, VI/168
3174] Ahmed bin Hanbel, Müsned II/428; Heysemî, VI/167; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V/322; Aynî, Umdetü’l-Kaarî, XII/95; S. Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. VII/46
3175] İbn Mâce, II/157; S. Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. VII/47-48
3176] Ebû Dâvud; S. Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. VII/47
3177] Dârimî; S. Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 863 -
şeyleri yoktu. Bunların tümü, fakir ve ihtiyaç sahibi kimselerdi. Ayrıca, bunların hepsi mücâhid idi. Hepsinin de mâlik olduğu dünya malı okla yaydan ibaret idi. Ekserisi bâdiye (çöl) halkından idi. En güzel yay bunlarda bulunurdu. Birbirini görerek hocalarına yay hediye etmek istedikleri anlaşılıyor. 3178
“Kim Kur’an okuyup Kur’an’ı insanların malını yemeye vesile edinirse, Kıyamet gününde yüzü etten soyulmuş bir kemikten ibaret olarak Arasat meydanına gelir.” 3179
“Kur’an okuyan, onunla Allah’tan istesin. Zira birtakım insanlar gelecek, Kur’an’ı okuyacaklar ve onunla insanlardan menfaat temin edeceklerdir.” 3180
İmam Buhârî, Sahih-i Buhârî’nin “Fedâilu’l-Kur’an” bölümünde “Kur’ân’ı; gösteriş, yeme ve övünme için okuyanlar” diye bir başlık açmış ve ilk olarak şu hadis-i şerifi almıştır:
“Dünyanın sonunda birtakım insanlar gelecek ki, onlar basit akıllıdırlar. Allah’ın kelâmını okurlar, ama okun yaydan çıktığı gibi İslâm’dan çıkarlar. İmanları gırtlaklarından öteye geçmez; onları bulduğunuz yerde öldürün. Çünkü onları öldürmek, Kıyamet gününde ecir olacaktır.”3181 Buhârî’yi şerheden âlimlerden Kirmânî, bu hadisle ilgili şu açıklamayı yapar: “Bu hadisin, konulan başlığın ikinci kısmıyla, yani Kur’an’ı yeme vesilesi yapmakla ilişkisi şudur: Kur’an okuma, Allah için olmazsa, elbette ya gösteriş, ya yeme vesilesi, ya da benzeri bir şey için olacaktır.” 3182
“Kim Allah’ın rızâsı için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sadece bir dünya metaı/malı elde etmek için öğrenirse, kıyamet gününde Cennetin kokusunu duyamaz.” 3183
“Kim Allah (c.c.) rızâsından başka bir şey için ilim öğrenirse veya ilimle Allah rızâsından başka bir şeyi murâd ederse, Cehennemdeki yerine hazırlansın.” 3184
“İlim adamlarıyla boy ölçüşmek veya bilgisiz kimselerle tartışmak ya da halkın yüzünü kendine döndürmek amacıyla ilim edinen kimseyi Allah (c.c.) Cehenneme sokacaktır.” 3185
“Bir kimse, âhiret ameli ile dünyayı talep ederse, yüzü insan sûretinden çıkar, zikri de mahvolur. İsmi de ehl-i nâr (Cehennemlikler) siciline girer.” 3186
“Kapkaranlık gece parçaları gelmeden (fitnelerin karanlığında, nur/ışık temini için) amellere sür’atle koşun ki, o devirde insan sabah mü’min olduğu halde akşama kâfir olarak ulaşır. Mü’min olarak gecelediği halde kâfir olarak sabaha çıkar. Ve o günün adamları dinini, dünyadan az bir şeye karşılık satarlar.” 3187
“Sizin içinizde öyle zümreler türeyecektir ki, siz onların namazlarının yanında kendi namazlarınızı, onların oruçları yanında kendi oruçlarınızı, onların amelleri/iyi işleri yanında kendi sâlih amellerinizi küçük göreceksiniz. Onlar Kur’an da okuyacaklar. Fakat
3178] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48
3179] Aynî, Umdetü’l-Kaarî, XII/96; Beyhakî; S. Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48
3180] Tirmizî, V/179, hadis no: 2917; S. Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48-49; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V/322; Aynî, Umdetü’l-Kaarî, XII/96
3181] Buhâri, Tecrid-i Sarih IX/301; XI/248
3182] Kirmânî, Şerhu’l-Buhârî XIX/49; Kastalânî, İrşâdü’s-Sârî, VII/388
3183] Ebû Dâvud, İlim 12, hadis no: 3664; İbn Mâce, Mukaddime 23; Müsned, III/338
3184] Tirmizî, hadis no: 2793; İbn Mâce, hadis no: 258
3185] İbn Mâce, hadis no: 259, 260; Tirmizî, hadis no: 2793
3186] Taberâni, Kebir; Ebû Nuaym; Râmûz el-Ehâdis, II/429
3187] Müslim, Tirmizi, Ahmed bin Hanbel; Râmûz el-Ehâdis, I/243
- 864 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân(ın feyzi) onların hançerelerinden (boğazlarından) öteye geçmeyecek. Onlar, okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar...” 3188
“Birtakım dâîler, yani çığırtkan hatipler türeyecek, onlar bizim dilimizle (bizim aziz duygularımıza seslenerek) konuşurlar (Hâlbuki gönüllerinde hayırdan eser yoktur). Bizim dinî kaidelerimizle, bizim dinî hislerimize hitab edecekler ve ümmeti Cehenneme ve felâkete dâvet edecekler!” 3189
Peygamber (s.a.s.) ashâbından iki kişi bir gün bir mescide geldiler. İmam namazdan selâm verince, cemaatten biri, bir miktar Kur’an okudu; sonra da yardım istedi. Olaydan müteessir olan sahâbîlerden biri: ‘Hepimiz Allah içiniz, O’na aidiz ve O’na döneceğiz. Peygamber Efendimiz’i şöyle derken işitmiştim: “Pek yakın bir gelecekte bir grup insan türeyecek, bunlar Kur’an’ı âlet edip dilenecekler. Bu işi kimin yaptığını görürseniz, sakın ona bir şey vereyim demeyiniz.” 3190
“Kur’ân’ı Arap lâhnı ve üslûbu ile okuyun. Fâsıkların, yahûdi ve hıristiyanların lâhnı ve tavrı ile onu okumaktan sakının. Benden sonra bir kavim gelecek; onlar Kur’an’ı şarkıcıların, râhibelerin ve yas tutan kadınların üslûbu ile okurlar. Ama, okudukları hançerelerinden (boğazlarından) öteye geçmez. Onların da, bu okuyuşlarından hoşlananların da kalpleri fitne ile dolmuştur.” 3191
“Benden sonra birtakım emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim ‘havz’ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır.” 3192
“Benden sonra, yakında birtakım sultanlar peydah olur. Kapılarında fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler (ellerinden kimse hayır görmez). Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden bir tâviz kopararak verirler.” 3193
Ücretle Kur’an Okumanın Fıkıhtaki Yeri
Allâme İmam Birgivî bu konuda şunları söyler: “Onlardan kim âhiret işini dünyalık için yaparsa, artık âhirette onun hiçbir payı yoktur.” O yüzden böyle bir okuyuşun sevabı olmadığına göre gerçekte sevabın satışı olan bu ücret nasıl câiz olabilir? Ma’dûmun (olmayan bir şeyin) satışı ise câiz değildir. Var olduğu kabul edilse bile, teslimi mümkün değildir.” Teslimin de mümkün olduğu kabul edilse bile, bu, menfaatin bir şey karşılığı temlik edilmesidir. Buradaki menfaat ise sevaptır, kıraat değildir. Zira ücret veren sevabın hâsıl olmadığını bilse, mücerred okuma karşılığı bir kuruş bile vermez. O yüzden sevap teslim edilmeden ücrete hak kazanılamaz. Verdiğinin kıraat şartına bağlı olmayan bir sıla (hediye) olması, okuyanın da sırf Allah için okumuş bulunması mümkün değildir. Çünkü veren verdiğini, ancak muradına göre okunması için verdiğindendir ki, okunup okunmadığını izlemektedir. Okuyan da bir şey verilmemesi halinde
3188] Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, XI/247; hadis no: 1783
3189] Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX/298; XI/248
3190] Fudayl bin Amr’dan, et-Tıbyân fî Âdâb-ı Hameleti’l-Kur’an, Muhyiddin Nevevî, s. 29
3191] Beyhakî, Şuabu’l-İman, I/429; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I/43
3192] Sünen-i Tirmizî, 121, hadis no: 2360; Tâc Terc. III/106, hadis no: 168
3193] Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî, Râmûzu’l-Ehâdîs, I/302; Taberânî, Kebir; Hâkim, Müstedrek -Abdullah bin Hars’dan-
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 865 -
okumayacaktır. 3194
“Ameller, ancak niyetlere göredir ve herkes için, neye niyet etmişse o(nun karşılığı) vardır.”3195 Bu meşhur hadîs-i şerife binâen, niyetsiz amelin olmayacağında tüm âlimler ittifak etmiştir; bahsini ettiğimiz bu meselede niyet yoktur. Okuyanın, ben sadece Allah rızâsı için okuyorum, ücret verenin de, ben sadece Allah için veriyorum demelerine de itibar edilmez. Zira riyanın (olduğundan başka türlü görünmenin) haramlığında da ittifak edilmiştir. Bunların böyle demeleri de riyadan başka bir şey değildir. Dolayısıyla bir masiyet karşılığında ücret almak nasıl câiz olabilir?
Kur’ân-ı Kerim okumak da, bedenî bir ibâdet olma bakımından, namaz ve oruç gibidir. Onun için, nasıl namaz ve oruca ücret almak câiz değilse, Kur’an okumaya ücret almak da câiz değildir. Bu, gerçekte bir sevap satma işidir ki, insanın geçmiş zamanlarda yaptığı amellerin sevabını satışa çıkarmasına benzer. Bunun da câiz olamayacağı nasıl ihtilâfsız bir gerçekse, berikinin de câiz olmadığı aynıdır.3196
İbn Âbidin, şu açıklamayı ilâve eder: Sevabın varlığı mâlûm değildir. Birisi sevabını kendinin, ya da ölmüş bir yakının ruhuna bağışlamak üzere birisine hatim okutup ücret verse, bu okuyuştan bir sevabın husûlü belli değildir ki, ücret vermesi gereksin. Hâsıl olsa bile, okuyan için hâsıl olmuş olur ve ücret karşılığı satılması yine câiz olmaz. Ya belli olmadığı zaman nasıl sahih olacaktır? Kaldı ki, böyle bir okuyuştan sevabın hâsıl olmayacağı açıktır. Zira sevabın bulunmasında amelin hâlis Allah için olma şartı vardır. Ücretle okuyan ise, dünyalık için okumuştur, Allah rızâsı için okumamıştır. Bunu şuradan da anlayabiliriz: Okutanın kendisine bir şey vermeyeceğini bilse -özellikle bu işi meslek haline getirenler- bir harf bile okumaz. 3197
İmam Nevevî de kitabında bu konuya özel bölüm açarak şunları söyler: Son derece kaçınılması emredilecek şeylerin en önemlilerinden birisi de, Kur’an’ın bir kazanç aracı haline getirilmesidir.3198
Tâcü’ş-Şerîa: “Ücretle Kur’an okumanın, ne okuyana, ne de ölüye sevabı dokunur.” Aynî: “Dünyalık için Kur’an okuyan, okumaktan alıkonulur. Bu durumda alan da veren de günah-kârdır.” 3199
Şeyhu’l-İslâm Ankaravî Mehmed Efendi: “Kıraat ya tâattir (sevaptır), ya ma’sıyettir (günahtır), ya da mubahtır. Bir dördüncü şık düşünülemez. Eğer Kur’ân-ı Kerim okumak, hadis-i şerif okumak gibi bir tâatse, bunların karşılığında ücret almak, tâate ücret almak olur ki, tâat üzerine ücret akdi yapmak sahih değildir. Eğer şarkı, türkü gibi bir ma’sıyetse, o zaman bu, ma’sıyete ücret almak olur. Bu ise bâtıldır. Yok eğer edebiyat vs. kitapları okumak gibi bir mubah okumaksa, o zaman da ücretle tutanın ücret vermeden bile sahip olduğu bir şeyi,
3194] İbn Âbidin, Şifâu’l-Alil, s. 182 Naklen F. Beşer, s. 77
3195] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, İmâre 155
3196] Birgivî Muhammed; Şerh’u Hadis-i Erbaîn, s. 75; İbn Âbidin, Şifâu’l-Alil, s. 182
3197] İbn Âbidin, el-Ukûdü’d-Dürriye, II/115
3198] Nevevî, et-Tıbyân fî Âdâb-ı Hameleti’l-Kur’an, s. 42; İbn Âbidin, Şifâu’l-Alil, s. 175
3199] İbn Âbidin, Şifâu’l-Alil, s. 180; Reddü’l-Muhtar, VI/56
- 866 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ücretle yaptırması olur ki, bu mün’akid (geçerli) olmaz.” 3200
El-İhtiyâr ve Mecmau’l-Fetâvâ’da: “Kur’an için herhangi bir şey almak câiz değildir. Zira bu ücret gibidir” denmektedir. Ücrete benzeyen câiz olmazsa, ya ücret olarak alınan nasıl câiz olacaktır? 3201
İbn Teymiyye: “Kıraata ücret ve sevabını ölüye gönderme sahih değildir. Çünkü bu hususta hiçbir imamımızdan makul bir izin yoktur. Hatta ulemâ, okuyan, bir mal karşılığı okursa, bunun bir sevabı yoktur demişlerdir. Kur’an okuma karşılığı ücret alınamayacağında imamları-mız ittifak halindedir. İhtilâf, öğretmeye verilecek ücret konusundadır.” 3202
İmam Birgivî: “Bunun için vasıyette bulunmak bâtıldır. Alınan alana haramdır. Bu yolla Kur’an okuyan da, onu dünyanın bayağı metaına âlet ettiği için âsidir. Allah’tan da utanmazlar, bu Kur’an’ı birkaç değersiz dirhem (para) için, hayır, bilâkis tâlibi köpekler olan kazurat ve leşler için okurlar. Bu yolla insanları aldatabilirler ama, gaybın ve görünenlerin âlimi olan Allah’ı nasıl aldatacaklardır?!” 3203
Zaruret Açısından Kur’an Kıraatine Ücret
Müslümanın yapmakla mükellef olduğu bir ibâdet karşılığında ücret alması câiz değildir. Müslümana has her tâat karşılığında ücret almak bâtıldır/geçersizdir. Ama Hanefî fakihlerinin “müteahhirûn/sonraki” âlimleri, sonraları ortaya çıkan zaruret haline bakarak, bazı ibâdetler karşılığında ücret almanın câiz olduğuna fetva verdiler. Kur’an öğretme, ilim öğretimi, ezan, imamet ve va’z bu türdendir. Aslında önceleri bunlar karşılığında bile ücret almanın câiz olmadığında ümmet ittifak halinde idi. İlmin ve Kur’an okumanın zâyi olması korkusu, “sonraki” âlimlerin zaruret sayıp câiz görmesine mesnet teşkil etmiştir. Ancak Kur’an okumak, özellikle mezarlıklarda, hatim cemiyetlerinde ve vefâtının filan ya da falan gecelerinde okumak karşılığında ücret almaya zorlayan bir zaruret yoktur. 3204
İmam Şâfiî ve İmam Mâlik’ten yapılan bir nakle göre; Kur’an kıraati ve benzeri ibâdetlerde sevabın başkasına, ücret alınmasa bile ulaşmayacağı yolundadır. Dolayısıyla, ücret alınması halinde nasıl ulaşacaktır?3205 Diğer yönden Kemâleddin İbn Hümâm, eğitim, ezan ve imamette, zarurete binâen ücreti câiz görenlerin söylediklerinde bile düşünülmesi görüşündedir.3206 Ama, açık olan gerçek şu ki, Kur’an ve fıkıh öğretimi, ezan ve imamet karşılığında ücret almayı câiz kılan illet, zaruret ve insanların buna olan ihtiyacıdır ve sadece bunlara hastır. Binâenaleyh, bunlar dışındaki tâate ücret almak için bir zaruret yoktur.3207 Zira sevabını ücret verene hediye etmek için Kur’an okumaya ücreti men etmekte, Kur’an’ın kaybolması söz konusu değildir. Dolayısıyla okumayı öğretmeye
3200] Şeyhu’l-İslâm Muhammed Emin el-Ankaravî, Fetâvâ-yı Ankaravî. II/293
3201] İbn Âbidin, Şifâu’l-Alil, s. 179
3202] A.g.e. s. 175
3203] A.g.e. s. 174; Reddü’l-Muhtar, VII/57; İmam Birgivî, Şerhu Hadîs-i Erbaîn, s. 74
3204] El-Cezîrî, el-Fıkhu ale’l-Mezâbi’l-Erbaa, III/127-128; İbn Âbidin, Şifâu’l-Alîl, s. 169
3205] İbn Âbidin, Şifâu’l-Alil, s. 167
3206] Kemâlüddin İbn Hümam, Fethu’l-Kadir, IX/99
3207] İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtâr, VI/56; Şifâu’l-Alil, s. 161
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 867 -
kıyaslamak da sahih değildir. Asırlar boyu, birisi diğerine bunun için ücret vermese, bir zarar doğmuş olmaz. Aksine, Kur’an’ın bir kazanç kaynağı ve para kazanılan bir meslek edinilerek, ondan ücret almakta zarar vardır. 3208
Hayreddin Karaman, bu konuyla ilgili şu açıklamayı yapar: “Pazarlıklı veya pazarlıksız menfaat karşılığında başkalarına Kur’an okutmanın, Kur’an’a ve sünnete uygun ve faydalı telâkki edilmesine imkân yoktur. Çünkü dört mezhebin müctehid âlimleri ve mûteber kitapları şu noktalarda ittifak etmişlerdir:
1- İbadette ihlâs, yani ibâdeti Allah rızâsı için yapmak şart olduğu için menfaat karşılığı yapılanlar ibâdet değildir.
2- Menfaat karşılığı okumak ve okutmak câiz değildir. Alan ve veren günah işlemiş olur. Ruhuna Kur’an okunsun ve zikir yapılsın diye terikeden (miras olarak bıraktığı maldan) bir miktar vasiyette bulunmak bâtıl ve günahtır.
3- Aslında imamlık, müezzinlik, Kur’an öğreticiliği gibi ibâdetlerin menfaat karşılığı îfâsı da câiz değilken; bunlar zarûret sebebiyle tecviz edilmiştir. Ölü üzerine Kur’an okutmakta böyle bir zarûret yoktur. Her müslüman bildiğini okur ve dua edebilir. 3209
İnsanlarda, hak olsun, bâtıl olsun, din ile tatmin arayışı fıtrîdir. Kendisini müslüman olarak bulmuş, fakat İslâm’ı sağlam temelleriyle bilmeyen insanların hatim ve mevlit gibi dinî görünümlü uygulamalara başvurmaları, ya da sığınmaları, bu fıtrî duygunun eksik bilgi ile bütünleşmesi sonucudur. Âdetâ bir meslek olarak, para ile Kur’ân-ı Kerim, ya da mevlit okuma, ekonomik değil; psikolojik ve itikadî kökenlidir ve hadis-i şerifte sözü edilen yahudi ve hıristiyan din adamlarını taklid ve izleme cümlesinden sayılabilir. Buna zaruretlere binâen cevaz vermek de mümkün değildir. 3210
Hiçbir Peygamber, Tebliğ Karşılığında İnsanlardan Ücret İstemez
“(Hz. Nuh, kavmine şöyle dedi:) Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi (mükâfatımı) verecek olan, ancak âlemlerin Rabbi Allah’tır.” 3211
“(Hz. Hûd, kavmine şöyle dedi:) Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi (mükâfatımı verecek olan, ancak âlemlerin Rabbi Allah’tır.”3212. Aynı ifadeleri, Hz. Sâlih,3213 Hz. Lût,3214 Hz. Şuayb3215 kavimlerine söylerler.3216 Aynı ifadeleri Hz. Muhammed’in de (s.a.s.) kavmine belirtmesi istenir:
“(Ey Rasûlüm) de ki: ‘Ben bu yaptığım tebliğe karşı sizden bir ücret istemiyorum,
3208] İbn Âbidin, Ukûdü’d-Dürriyye, II/116; İbn Âbidin, Ukûdü Resmi’l-Müftî, s. 14
3209] Hayreddin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, c. 1, s. 113
3210] Faruk Beşer, Fıkıh Penceresinden Fetvâlarla Çağdaş Hayat, s. 92 (Geniş bilgi için bk. s. 60-92)
3211] 26/ Şuarâ, 109
3212] 26/Şuarâ, 127
3213] 26/Şuarâ, 145
3214] 26/Şuarâ, 164
3215] 26/Şuarâ, 180
3216] Yine insanlardan tebliğ karşılığında ücret istememekle ilgili olarak, benzer ifadeler için bkz. 11/Hûd, 29, 50-51, 88; 10/Yûnus, 72; 26/Şuarâ, 109-110.
- 868 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ancak Rabbine bir iman ve itaat yolu tutmak isteyen kimseler istiyorum.” 3217
“Yoksa sen, onlardan bir ücret istiyorsun da, borçlu kalmaktan, yük altında ezilmişler midir?” 3218
“(Ey Rasûlüm) Buna karşı (yaptığın tebliğ ve imana dâvetten dolayı) onlardan bir ücret de istemiyorsun. O Kur’an, bütün âlemlere ancak bir nasihattir.”3219 Rasûlullah’ın tebliğine karşı ücret istememesi ile ilgili olarak benzer ifadeler içeren âyetler de vardır. 3220
“Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, onların sözlerine kulak verin; çünkü onlar hidâyete (doğru yola) ermiş kimselerdir.” 3221
“Ben Allah tarafından size gönderilmiş bir Rasûlüm” diyenlere kavimleri “acaba ne yapmak istiyor bu adam, nedir bunun maksadı?” diye şüphelerini dile getirmişlerdir. Allah, Rasûllerinin üzerindeki bu şüpheyi öncelikle kaldırmak için onların niyetlerinin dünya olmadığına dair güvence vermiştir. Zannettikleri gibi bu Rasûllerin maksatlarının dünya malı olmadığını, kadın olmadığını, makam ve mevki, yani riyâset olmadığını söylemiş ve söyletmiştir. Peygamberler, yaşadıkları hayat ile bunu bilfiil isbat etmişlerdir. Maksatlarının dünya menfaati, kadın ve makam-mevki olmadığını halka göstermişlerdir.
Buna bugün de gerek vardır; hem de çok. Rasûllerin kendilerini isbat ettikleri gibi, peygamberlerin mirasına sahip çıkanlar, çıkmak isteyenler, onların ümmetlerinin velâyetlerini devralacak olanlar, insanlara bu güveni vermek zorundadırlar. Maksatlarının Allah rızâsı olduğunu sözle değil; bilfiil yaşadıkları hayatlarıyla ortaya koymalıdırlar. Tebliğ faaliyetinde bulunanlar, ümmeti uyarma, müjdeleme ve korkutma görevini yüklenenler ücretlerini ümmetten almamalı, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan almalıdırlar; Özellikle bu görevlerinin karşılığını. Rasûllerin mirası olan ümmet için çalışıp çabalama karşılığında dünyalık elde etmeyi istemek, aslında ahmaklıkların en büyüğüdür. Çünkü çok kıymetli bir şeyi yok pahasına satmaktır. Hatta Cennet satın alınabilecek şeyle tutup Cehennem satın alma ahmaklığıdır.
Meselenin âhiret yönü elbette daha önemlidir; fakat orayı Allah’a havale ederek, biz dünyevî açıdan değerlendiriyoruz. Çünkü öncelikle ümmetin bu insanlar karşısında ümitlerinin kaybolmamasını, onlara karşı güvenlerinin sarsılmamasını istiyoruz. Elindeki çok kıymetli bir şeyi ucuza satın almak isteyenlere karşı uyanık davranan bir çocuk kadar olsun, ümmete olan hizmetini dünyevî yönde bozdurup harcamasını isteyen nefsine, şeytana veya buna teşvik eden insanlara karşı müslüman uyanık olmalıdır.
Müslüman olmayan kitleler dahi liderlerinde bu özellikleri aramaktadır. Toplumun kendisine teveccühünü kötüye kullananları daha sonra sırtından attığını göz önüne alırsak, mü’minlerin âlimlerine ve az çok isim yapmışlarına büyük yükümlülükler düşmektedir. Bunların başında sade bir yaşantı gelmektedir.
3217] 25/Furkan, 57
3218] 52/Tûr, 40; 68/Kalem, 46
3219] 12/Yûsuf, 104
3220] Bk. 42/Şûrâ, 23; 38/Sâd, 86; 34/Sebe’, 47; 6/En’am, 90.
3221] 36/Yâsin, 21
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 869 -
Müslüman toplumun genelinin üstünde bir yaşantıya sahip olan kişiler, asla emniyet ve itimat telkin edemeyeceklerdir. Peygamberler bunun en muazzam örnekleriydi. Hatta Allah Teâlâ onlardan bahsederken “kendi içlerinden birisi” ifadesini kullanmıştır. Bu, kendileri gibi bir insan, tanıdıkları birisi vs. diye tefsir edilse bile, asıl anlamı; kendilerinden ayrı bir hayat yaşamayan, kendi hayat standartlarında, içini dışını bildikleri ve her yönüyle kendilerinden olan birisi, anlamındadır. 3222
İslâm ve Basit Çıkar Gözetmek
Bir insanın imanında samimi olduğunun, yalnızca Allah’ın rızâsını gözettiğinin en büyük göstergesi, basit çıkarlar peşinde koşmaması, ihlâslı, yani hâlis olarak Allah’ın rızâsı için çalışmasıdır. Her nimetin Allah’tan geldiğini kavramış, yalnızca O’nun rızâsını hedefleyen, O’ndan isteyen ve O’ndan korkan bir mü’min, elbette basit ve küçük bazı hesapların peşinde koşmayacaktır. Dolayısıyla yaptığı işlerde çıkar gözetip gözetmemek, bir insanın doğrudan imanıyla ilgilidir. Allah’ı ve âhireti kavramış olan bir insan, elbette bunların yanında basit çıkar hesaplarına itibar etmeyecek ve Kur’an’n fedâkârlık emri gereği kendi bencil hırslarını tatmin etmek için uğraşmayacaktır. Buna karşın Allah’ı ve âhireti kavrayamamış bir insanın bu büyük gerçekleri göremeyip basit ve ufak menfaatler peşinde koşması doğaldır. Son derece küçük bir dünyaya, son derece dar bir kafa yapısına sahip olacağı için, sürekli olarak “sahtekâr tüccar” tavrı ortaya koyacaktır.
Kur’an, mü’minlerin üstlendikleri iman görevinden hiçbir çıkar ummamaları gerektiğini sık sık hatırlatır. Tüm peygamber kıssalarında da, peygamberlerin üstlendikleri tebliğ ve cihad görevinden dolayı hiçbir “ücret/çıkar” aramadıkları haber verilir. Yapılan hizmet karşılığında makam ve mevki beklentisinde olmak, mü’minlere değil; inkârcılara yakışan bir tavırdır. Nitekim Kur’an, Hz. Mûsâ’ya karşı Firavun’a yardım eden sihirbazların bu tür bir tavır içinde olduğunu vurgulayarak bu konuya dikkat çeker: “Sihirbazlar Firavun’a gelip dediler ki: ‘Eğer biz galip olursak, herhalde bize karşılık (armağan) var, değil mi?’ ‘Evet’ dedi. ‘(O zaman) Siz en yakın kılınanlardan olacaksınız.”3223 Allah’ın rızâsını gözeten kişi, sürekli olarak O’na ibâdet halinde olur. Basit çıkarlardan geçtiği için, dünya hayatının süsü onu etkilemez. Nitekim Kur’an, mü’minlerle beraber olmayı ve dünya hayatının süsünü âhirete tercih etmemeyi emretmektedir: “Sabah akşam Rablerine, sırf O’nun rızâsını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının zînetini/süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini, bizi zikretmekten/anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” 3224
Burada çok önemli bir nokta vardır: İnsan dine yaklaşırken, “bu yapının/cemaatin içinde nasıl bir çıkar elde ederim?” gibi sapkın bir mantıkla değil; “nasıl Allah’a hakkıyla ibâdet/kulluk edebilirim, O’na itaat edip rızâsını kazanabilirim?” mantığıyla düşünmeli ve hareket etmelidir. Aksi bir tavır samimiyetsizlik, münâfıklık ve yahudileşme özelliği olur. Münâfık ve yahudi karakterli kişiler, dinin ancak kendi çıkarlarına uygun yönlerini kabul etmekte, diğer hükümlerini reddetmektedirler. 3225
3222] Mehmed Göktaş, Gençlerle Tevhid Dersleri, s. 58-60
3223] 7/A’râf, 113
3224] 18/Kehf, 28
3225] 24/Nûr, 47-49
- 870 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mü’minin hedefi, Allah’ın rızâsı, rahmeti ve cennetidir. Bunun dışında küçük dünyevî çıkarlar aramaz. Bu nedenle Allah mü’minleri tarif ederken “gerçekten biz onları, katıksızca (âhiretteki asıl) yurdu düşünüp anan ihlâs sahipleri kıldık”3226 demektedir. Gerçekten de ihlâs, yani hâlis, katıksız bir şekilde Allah rızâsını aramak, mü’mini mü’min yapan en önemli özelliktir. “De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.” 3227
Mü’minlerin bu konuda yaptıkları yanlış hareket, Cuma suresinde şöyle uyarılır: “Onlar, bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki:’Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha yararlıdır. Zira Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” 3228
“Bir parça somuna iman mayasını satan;
Bir arpa tanesine maden ocağını bağışlayan;
Nemrud da Halil’e gönül vermedi de,
Gitti canını verdi bir sivrisineğe.” 3229
Allah’ın Âyetlerini Satan Karakter: Bel’am
Bel’am’la ilgili olduğu değerlendirilmesi yapılan âyet meali şudur: “Onlara, kendisine ayetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku. Dileseydik elbette onu ayetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevâ/hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Eğer üstüne varsan, dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.” 3230
Âyetlerde, Hz. Peygamber’den, geçmişte yaşanmış bir olayın kahramanını anlatması isteniyor. Olayın kahramanının adı geçmiyor. Onun yerine, tavır ve davranışı geçiyor. Kur’an’ın üslûbu budur. Nedeni de, dikkatler özel isimler, özel yerler, özel zamanlar ve toplumlar üzerinde değil de, tavırlar üzerinde yoğunlaşması içindir. Âyetin çizdiği hastalıklı tipin belirgin özellikleri şunlardır: Kendisine mucize, vahiy, kitap, ya da birtakım olağanüstü ve herkeste olmayan yetenekler verilen bir ulu, önder ve âlim kişi, daha önce bu ilâhî ödülü hak eden bir davranış içerisinde olduğu halde sonradan bozuluyor. Kendisine verilen âyetlerle amel etmeyip onlara sırtını dönünce, şeytanın askeri oluyor. Vahiyden uzaklaştıkça azgınlaşıyor. Âyetleri ihtirasları uğruna kullanıyor.
Azgınlığının temel sebebi makam-mevkî, mal-mülk, şöhret-servet sevdası. O, dünyalığı Allah’a tercih edip Allah’ın verdiği âyetleri menfaat temininde kullanınca, Allah da ona verdiği âyetleri, o âyetlerle gelen tüm meziyet ve faziletleri
3226] 38/Sâd, 46
3227] 9/Tevbe, 24
3228] 62/Cum’a, 11; Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 123-129
3229] Celâleddin Rûmî
3230] 7/A’raf, 175-176
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 871 -
alıyor. Adam şahsiyetini kaybederek, “köpek gibi”, bir çanak yal uğruna her türlü zillete eyvallah eder hale geliyor. Kovsan da, sevsen de, dövsen de onun için fark etmiyor. Tabiatı köpekleştiğinden, kendisini tutanla kendisini iten arasındaki farkı göremeyip, her ikisine de dilini sarkıtıp soluyor. Âyette yapılan bu keskin tasvir, “İşte âyetlerimizi yalanlayanların hali budur” cümlesiyle tamamlanıyor. Hz. Peygamber’e de bu kıssayı anlatması emrediliyor ki, bu âyetlerin nâzil olduğu Mekke döneminin sonlarında tıpkı bu adam gibi bilgi ve hikmet sahibi olup da ilmini şeytana satan kimseler “belki düşünür, öğüt alırlar” diye...
Âyette geçen şahsın gerçek kimliği hakkında farklı rivayetler var. Bel’am bin Baura (Eber), Ümeyye bin ebi’s-Salt es-Sakafî, Ebu Amir bin Sayfî bu isimlerin başında geliyor. Bel’am, âyette anlatılan kıssanın gerçek sahibi ve mâzideki sebeb-i nüzulü, Ümeyye bin ebi’s-Salt, haldeki sebeb-i nüzulü, Ebu Amir ise istikbaldeki sebeb-i nüzulüdür.
Hz. Ali, İbn Ömer, İbn Abbas, Mücahid, İkrime ve müfessirlerin büyük bir çoğunluğu, kıssası anlatılması istenen bu adamın, Benï İsrail bilginlerinden Bel’am bin Baura olduğunu kabul ederler. Tevrat ve İncil’de Bel’am, Boer oğlu Balam olarak geçer.3231 İslâmî kaynaklarda anlatılan rivayetler de, Tevrat’ta verilen Bel’am portresiyle uyuşmaktadır. Tevrat’ta anlatılanları biraz daha detaylandıran İslâmî rivayetler de Bel’am’ın resmî din adamı kimliğini tescil eder. Duası makbul bir bilgin olan bu kişi, kavminin ısrarı üzerine Hz. Mûsâ’ya beddua etmiş, o yüzden dili göğsüne kadar sarkmış.
Allah’ın Âyetlerini Satmak; Dünyevîleşmek ve Dünyayı Âhirete Tercih Etmektir
“...Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilip dururken hakkı gizlemeyin.” 3232
Bugünkü dünyevîleşme mantığıyla, Benî İsrâil ve benzerlerinin “ilkel” dünyevîleşme mantığı arasında şaşılacak kadar benzerlik buluyoruz. Aslında bu şaşılacak bir şey de değil. Çünkü insanın tabiatı, zaafları, zamanın değişmesiyle değişmiyor. İnsanın hakikat karşısında aldığı tavırlar, genellikle aynı. “Dünyevîleşmiş tip” dediğimiz bu insanın, tüm zamanlar ve mekânlarda bir tek dini vardır: Madde, para, ekonomi...
Dünyevîleşmiş çağdaş insan tipinin dini ekonomi, imanı para, kitabı çek koçanı, mâbedi bankadır. Dünyevîleşmiş tip, dindarsa dinini, ideolojisi varsa ideolojisini, dâvâsı varsa dâvâsını her fırsatta paraya çevirmenin yollarını arar. Karun’laşmış ve Bel’amlaşmış bu tip, “Allah rızâsı, hizmet, tebliğ, dâvet, ihlâs, cihad, bereket, tekbir, cihad” gibi dinin kavramlarını çok rahat kullanarak insanları sömürür. Menfaatini dininden, imanından, dâvâsından önde tutar. Çıkarı neyi gerektiriyorsa o boyaya giren bukalemundur. İktidar ve güç odağı etrafında pervanedir.3233
Allah’ın Âyetlerini Satmak, Çok Zararlı Bir Ticarettir
“İşte onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti
3231] Sayılar, 22-23
3232] 2/Bakara, 41-42
3233] Yahudileşme Temayülü, s. 308
- 872 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.”3234
Din tüccarları, hidayeti verdiler, karşılığında dalâleti satın aldılar. Cenneti verdiler; cehennemi satın aldılar. İzzeti verip zilleti satın aldılar. Sonunda her iki dünyada zararlı çıktılar. Kur’an’ın Bakara 16. ve konumuzla ilgili 41. âyetinde ve başka bazı ayetlerde kullandığı “satın alma” kavramı üzerinde biraz durmak gerekir. Ayetlerden anlaşıldığına göre satın alma, insanın işlediği iyilik ve kötülük sonuçlarına dayanan her türlü eylemini kapsamaktadır. Yani insanın tüm yaptığı işler, bir ticaret niteliğinde; özel ve genel yapısında kâr ve zarara elverişli birer eylemdir. İnsanın ortaya koyduğu her harekette, her sözde kâr-zarar söz konusudur. İnsan bazı eylemleriyle kendisini, hayatını, cenneti satın alabilir. İnsanın, canını ve malını feda ettiği durumlar da bu ticaret alanına girer. Çünkü bu durumlarda eylemler karşılıksız kalmaz. Karşılık, mü’minler için esas olarak ahirette verilecektir, ama bu veresiye satış da mü’mini psikolojik olarak daha dünyadayken bile rahatlatmaktadır.
“Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde, O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” 3235 “Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlü’ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.” 3236
Böylece hayatın tamamı, tüm alanlarında ve tüm mücadelelerinde ya Allah’la; ya da şeytanla bir alışveriş eylemine dönüşür. İnsan ne yaparsa, ne verirse mutlaka onun bir karşılığı vardır. Eğer sonuçlar iyi, yararlı ise, alışveriş kâr; değilse zarar getir. Münafıkların, yahudileşenlerin, Bel’amların, din tüccarlarının, dini gerçekten sömüren, dinin sırtından geçinen satılık kalem ve dillerin, ne tür bir ticaret yaptıklarını bu konular ışığında anlayabiliriz. Onlar, hem dünyada hem de ahirette kendilerini zarara sokacak bir şeyi satın almışlardır. Yaptıkları ticaret, kendilerine umdukları kârı sağlamayacaktır.
Allah’la alışveriş yapan, çok kârlı ticareti seçenlere ne mutlu!
3234] 2/Bakara, 16
3235] 9/Tevbe, 111
3236] 61/Saf, 10-12
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 873 -
Konu ile İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur’ân-ı Kerim’de Âyet Kelimesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 382 Yerde): 2/Bakara, 39, 41, 61, 73, 99, 106, 118, 118, 129, 145, 151, 164, 187, 211, 219, 221, 231, 242, 248, 248, 252, 259, 266; 3/Âl-i İmrân, 4, 7, 11, 13, 19, 21, 41, 41, 49, 49, 50, 58, 70, 97, 98, 101, 103, 108, 112, 113, 118, 164, 190, 199; 4/Nisâ, 56, 140, 155; 5/Mâide, 10, 44, 75, 86, 89, 114; 6/En’âm, 4, 4, 21, 25, 27, 33, 35, 37, 37, 39, 46, 49, 54, 55, 65, 68, 93, 97, 98, 99, 105, 109, 109, 118, 124, 126, 130, 150, 157, 157, 158, 158; 7/A’râf, 9, 26, 32, 35, 36, 37, 40, 51, 58, 64, 72, 73, 103, 106, 126, 132, 133, 136, 146, 146, 146, 147, 156, 174, 175, 176, 177, 182, 203; 8/Enfâl, 2, 31, 52, 54; 9/Tevbe, 9, 11, 65; 10/Yûnus, 1, 5, 6, 7, 15, 17, 20, 21, 24, 67, 71, 73, 75, 92, 92, 95, 97, 101; 11/Hûd, 1, 64, 59, 96, 103; 12/Yûsuf, 1, 7, 35, 105; 13/Ra’d, 1, 2, 3, 4, 7, 27, 38; 14/İbrâhim, 5, 5; 15/Hicr, 1, 75, 77, 81; 16/Nahl, 11, 12, 13, 65, 67, 69, 79, 101, 101, 104, 105; 17/İsrâ, 1, 12, 12, 12, 59, 59, 98, 101; 18/Kehf, 9, 17, 56, 57, 105, 106; 19/Meryem, 10, 10, 21, 58, 73, 77; 20/Tâhâ, 22, 23, 42, 47, 54, 56, 126, 127, 128, 133, 134; 21/Enbiyâ, 5, 32, 37, 77, 91; 22/Hacc, 16, 51, 52, 57, 72, 72; 23/Mü’minûn, 30, 45, 50, 58, 66, 105; 24/Nûr, 1, 18, 34, 46, 58, 59, 61; 25/Furkan, 36, 37, 73; 26/Şuarâ, 2, 4, 8, 15, 67, 103, 121, 128, 139, 154, 158, 174, 190, 197; 27/Neml, 1, 12, 13, 52, 81, 82, 83, 84, 86, 93; 28/Kasas, 2, 35, 36, 45, 47, 59, 87; 29/Ankebût, 15, 23, 24, 35, 44, 47, 49, 49, 50, 50; 30/Rûm, 10, 16, 20, 21, 21, 22, 22, 23, 23, 24, 24, 25, 28, 37, 46, 53, 58; 31/Lokman, 2, 7, 31, 31, 32; 32/Secde, 15, 22, 24, 26; 33/Ahzâb, 34; 34/Sebe’, 5, 9, 15, 19, 38, 43; 36/Yâsin, 33, 37, 41, 46, 46; 37/Sâffât, 14; 38/Sâd, 29; 39/Zümer, 42, 52, 59, 63, 71; 40/Mü’min, 4, 13, 23, 35, 56, 63, 69, 78, 81, 81; 41/Fussılet, 3, 15, 28, 37, 39, 40, 44, 53; 42/Şûrâ, 29, 32, 33, 35, ; 43/Zuhruf, 46, 47, 48, 69; 44/Duhân, 33; 45/Câsiye, 3, 4, 5, 6, 6, 8, 9, 11, 13, 25, 31, 35; 46/Ahkaf, 7, 26, 27; 48/Fetih, 20; 51/Zâriyât, 20, 37; 53/Necm, 18; 54/Kamer, 2, 15, 42 ; 57/Hadîd, 9, 17, 19; 58/Mücâdele, 5; 62/Cum’a, 2, 5; 64/Teğâbün, 10; 65/Talâk, 11; 68/Kalem, 15; 74/Müddessir, 16; 78/Nebe’, 28; 79/Nâziât, 20; 83/Mutaffifîn, 13; 90/Beled, 19.
B- Âyetleri Ucuza Satmak Konusuyla İlgili Âyetler
2/Bakara, 41, 174-176; 3/Âl-i İmran, 199; 5/Mâide, 44; 6/En’am, 90; 7/A’râf, 169, 175-176; 9/Tevbe, 34; 10/Yûnus, 72: 11/Hûd, 29, 50-51, 88; 12/Yûsuf, 104; 25/Furkan, 57; 26/Şuarâ, 109, 110, 127, 145, 164, 180; 34/Sebe’, 47; 36/Yâsin, 21; 38/Sâd, 86; 42/Şûrâ, 23; 52/Tûr, 40; 68/Kalem, 46.
Konu ile İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Âyet
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 469-471
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 115
3. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 317-319
4. Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 321-324
5. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 647-667
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neş. c. 1, s. 276-279
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 137-179
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 552-565
9. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 424-439
10. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 276
11. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 156
12. Muht. Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 123
13. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 45
14. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 122-131
15. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 202-206
16. El-Esâs fi’t-Tefsîr, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 389-392
17. Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 163-175
- 874 -
KUR’AN KAVRAMLARI
18. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 3, s. 252-262
19. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. (Y. Şevki Yavuz, A. Çetin), c. 4, s. 242-245
20. Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Cengiz Yağcı), Şamil Y. c. 1, s. 179-180
21. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 48-51
22. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 51-54
23. Kur’an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 94-103, 299-312
24. Kur’an Penceresinden Bakış, Mevlüt Güngör, Özel Y. s. 203-212
25. Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılâb Y. s. 28-29
26. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 51-76
27. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 53
28. Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 21-23
29. Kutsal Kitabımız Kur’ân-ı Kerim, Ahmet Okutan, Özel Y. s. 148-152
30. İslâm’a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi Y. 191-305
31. İlmin Işığında İslâmîyet, Afif A. Tabbara, Kalem Y. s. 42-80
32. Âyetler ve Yetenekler, Necmettin Şahinler, Beyan Y.
33. Âyetü’l-Kübrâ, B. Said Nursi, Sözler/Yeni Asya/İhlâs-Nur/Envâr Y.
34. Kur’an ve Kâinat Âyetleri, Fethullah Han, İnkılab Y.
35. Âyet ve Slogan, Ruşen Çakır, Metis Y.
36. Müsbet İlimlerde Kur’an Mucizesi, Hikmet Özdemir, Gonca Y.
37. Kur’ân-ı Kerim Hakkında Bilmediklerimiz, Arif Arslan, Adım Y.
38. İlim ve Din Açısından Mucize, Osman Karadeniz, Marifet Y.
39. İslâm’ın En Büyük Mucizesi Kur’an, Muhammed Mahmud es-Savvaf, Emin Y.
40. Tefsir Usulü, İsmail Cerrahoğlu, D.İ.B. Y.
41. Kur’ân-ı Kerim Mucizesi, Mâlik bin Nebi, T. Diyanet Vakfı Y.
42. Kur’an Mucizesi, Muhammed M. Şaravi, Esra Y.
43. Mucizeler Mucizesi Kur’an, Ahmet Deedat, İnkılab Y.
44. Sonsuz Mucize Kur’an, İsmail Karaçam, Çağ Y.
45. Kur’an Mûcizeleri, Harun Yahya, Vural Y.
46. Kur’ân-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, Suat Yıldırım, Ensar Y.
47. Kur’an Tefsirinde Yeni Bir Metod, Emin Huli, Kur’an Kitaplığı
48. En Mühim Mesaj Kur’an, M. Abdullah Draz, Akçağ Y.
49. Kur’an’da Ölçü ve Ahenk, Abdürrezzak Nevfel, İnkılab Y.
50. Çağımızı Aydınlatan Kur’an Mucizeleri, Mehmet Eminoğlu, Hizmet Kitabevi Y.
51. Kur’an Mucizesi, Haluk Nurbaki, Damla Y.
52. Kur’an’ın ilmi Sırları, Süleyman Aksoy, Sır Y.
53. Kur’an’ın ve Peygamberimiz’in Çağımızı Aşan Mesajları, M. Avni Özmansur, Altınkalem Y.
54. Kur’ân-ı Kerim ve Fenni Keşifler, Suat Yıldırım, D.İ.B. Y.
ÂYET VE ÂYETLERİ SATMAK HEM DE UCUZA
- 875 -
55. Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyyid Kutub, Hilâl / Çizgi Y.
56. Kur’an’da Edebî Mucize, Abdullah Aymaz, Özel Y.
57. Siret Ansiklopedisi, Hzr. Afzalur Rahman, İnkılâb Y. c. 5, s. 222-230
58. Kendi Dilinden Kur’an, Muhammed Bayraktar, Ravza Y. s. 101-105
59. Kur’an Okulu Cüz Cüz Kur’an, Hanif Yay. Sayı 11, s. 522-526
Âyetleri Ucuza Satmak
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 140-141
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 71
3. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 285
4. Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 129
5. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 320
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 110-112
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 469-470
8. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 221-222
9. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 103-107
10. Fıkıh Penceresinden Fetvalarla Çağdaş Hayat, Faruk Beşer, Nûn Y. s. 60-92
11. İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, (1) Hayreddin Karaman, Kalem Y. s. 113-116
12. Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 241-247, 303-308
13. Resmî İdeolojinin Ücretli Köleleri, Mustafa Çelik, Misak Y.
14. Gençlerle Tevhid Dersleri, Mehmed Göktaş, İstişâre Y. s. 55-60
15. Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücâhede Y. s. 155-171, 254-259
16. Kur’ân-ı Kerim Hakkında Bilmediklerimiz, Arif Arslan, Adım Y. s. 120-124
17. Yüce Kitabımız Hz. Kur’an, Tayyar Altıkulaç, T. Diyanet Vakfı Y. s. 53-68
18. Kutsal Kitabımız Kur’ân-ı Kerim, Ahmet Okutan, Özel Y. s. 181-185
19. Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 432-438
20. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. 63-65
21. Kur’an’da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 123-129
22. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 283-293
ATALAR YOLU
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
ATALAR YOLU
• Atalar Yolu; Anlam ve Mâhiyeti
• Atalar Yolu, Her Dönemdeki Câhiliyyenin Temel Dinidir
• Kur'ân-ı Kerim'de Atalar Yolu İle İlgi Âyetler
• Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve Geleneğin Putlaştırılması
• Hurâfe; Anlam ve Mâhiyeti
• Çokça Görülen Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar
• Muska ve Muskacılık
• Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini
• Bu Din Benim Dinim Değil!
• Bid'at; Anlam ve Mâhiyeti
• Mescidlerdeki Bid'atler
• Bir Başka Bid'at; Mevlid
• Bir Büyük Bid'at Daha; Mescidlerin Süse Boğulması
• Taklit ve Taklitçilik
"Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” 2807
Atalar Yolu; Anlam ve Mâhiyeti
Tarihin esasına, nakle ve ancak ilmî kaynakların tesbit edeceği birçok asırların tecrübelerine, daha doğrusu Allah’ın tayin edip indirdiği delillere bağlı olan hükümlerde geçmişi büsbütün atmak ve ondan habersiz olarak hep yeni şeyler aramak doğru değildir. Bununla beraber, körükörüne geçmişe taparcasına sevgi beslemek, ne olursa olsun atalar yolunu tutmak ve özellikle ilimden, dinden nasibi olmayan, hata ve sapıklıkları açık ve Allah tarafından beyan edilmiş bulunan ataları taassupla taklit etmek de onları, Allah’a eş ve ortak tutmak, cehâlet ve sapıklıkta boğulup kalmaktır.
Bu konuda aranacak olan şey; hak ve bâtıl, menfaat ve zarar, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinliktir. Menfaatin, hakkıyla menfaat; iyilğin hakkıyla iyilik, güzelliğin hakkıyla güzellik olması için de Allah’ın hükmünü, hakkın delilini bulmak lâzım gelir. Bundan dolayı, bir şeye tâbi olma sebebi; eskilik, yenilik
2807] 2/Bakara, 170-171
- 758 -
KUR’AN KAVRAMLARI
veya atalar yolu olup olmaması değil; Allah’ın emrine ve Hakk’ın deliline uygun olmasıdır. Allah’ın emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Aksine, Hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere -atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu gibi, yenilerde de böyledir. Bunun için fıkıhta “zarar kadîm olmaz” diye bir genel kaide vardır. “Kadîm, kıdemi üzere terk olunur” genel kuralı da bununla kayıtlıdır.
Bu bakımdan eski, hiçbir kayda bağlı olmadan eski olduğu için değil; açık bir zararı bulunmaması yönünden geçerli olduğu gibi, iyiliği ve güzelliği ilmin sebeplerinden biriyle bilinen ve hakkın deliline uygun olup sonradan ortaya konan yeni de geçerlidir. Kısaca, hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne de bilgisizlik ve istektir. Allah’ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun Allah’ın indirdiği delillere bakmayıp da ataların halini, yalnız ata olduklarından dolayı taklit etmek, onları Allah’a eşler tutmak ve hakkı bırakıp hayal ve kuruntulara, şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir.
“Onlara; ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler...”2808 Bu âyet gösteriyor ki, bir hak (doğru) delile dayanmayan katıksız taklit, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup onu taklit etmek, aklen bâtıl olduğu gibi; şüpheli olan hususta da delilsiz taklit, din açısından câiz değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi Allah’a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket etmektir. Nitekim “Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve diğer açık delillere, parlak belgelere ve bunların hükümlerine uyun” denildiği zaman Arap müşrikleri, taassupla böyle yapmış ve böyle söylemişlerdi ki, bu âyet bu sebeple inmiştir. Bir rivâyette de böyle diyen ve âyetin inmesine sebep olanlar, yahûdilerden bir gruptur. “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği zaman bunlar: “Hayır, biz babalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona tâbi oluruz. Çünkü onlar bizden hayırlı, bizden daha bilgiliydiler” demişler, yapılan bu teklifteki âyet ve delilleri hiç düşünmeyerek taassuba sapmışlardır.2809 Onların bâtıl gelenekleri ile ilgili tek otoriteleri, bunların, atalarının da gelenekleri olmasıdır. Ahmak izleyiciler bu tür bir geleneği, uyulması gereken bir otorite olarak kabul ederler. 2810
Âyet-i kerimede kast olunanlar, ister İslâm’a ve İslâm şeriatına dâvet edildikleri zaman, yukarıdaki sözü tekrarlayan ve İslâm’ın reddettiği câhiliyet âdetlerine sımsıkı sarılan müşrikler olsun; isterse bu dini kısmen veya tamamen reddedip atalarının yolundan ayrılmayan yahûdiler olsun; her iki zümre için de bahis konusu olmak üzere âyet-i kerime, akîde hususunda Allah’tan başkasından bir şey almayı ve dinî konularda bâtıl dinleri taklit ederek, düşünmeden, şuursuzca nakiller yapmayı kesinlikle reddediyor.
“... Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”2811 Ya durum böyle idiyse; onlar hâlâ atalarına uymakta ısrar edecekler midir? Bu ne taklit, bu ne taassup? Bu yüzden âyet-i kerime onların halini, taklitçi ve mutaassıp
2808] 2/Bakara, 170
2809] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 482-483
2810] Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, c. 1, s. 323-324
2811] 2/Bakara, 170
ATALAR YOLU
- 759 -
tavırlarına yaraşan, azarlayıcı ve tekdir edici bir tablo halinde canlandırıyor. Söylenenden başka bir şey anlamayan, çobanlarının haykırışını mânâsız seslerden ibâret sayan, başıboş bir hayvan resmi var tabloda. Hatta onlar, hayvandan da aşağıdırlar. Hayvan görür, işitir ve bağırır. Fakat onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler: “(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.”2812 Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür. Her ne kadar kulakları, dilleri ve gözleri olsa da, bu Kur’an’dan istifade edip hidâyete ermedikten sonra onlar sağırdır, kördür, dilsizdir. Hilkatinin sebebi olan vazifeleri yerine getirmeyen kötürümleşmiş uzuvlar gibidirler. Sanki ne gözleri, ne dilleri, ne de kulakları var... 2813
Atalar Yolu, Her Dönemdeki Câhiliyyenin Temel Dinidir
İnsanlar, çoğu zaman düşünce ve yaşam perspektiflerini büyük ölçüde tarihlerinden devraldıkları kültür ve geleneksel yaşam tarzıyla şekillerdirmektedirler. Çünkü insan, doğduğu andan itibaren, -doğru ya da yanlış- atalarının kültür ve geleneğiyle içiçedir. İnsan, içinde bulunduğu bu kültürle yetişerek, onun bir parçası, onu bir önceki nesilden devralıp daha sonraki nesle devredecek olan bu câhiliyye din ve düzeninin bir dişlisi haline gelir. Bu rolün taşıyıcılığını yapan insan, rolünün yanlışlığını düşünmek bir yana, çoğu zaman yaşatmaya çalıştığı kültürünün doğruluğundan şüphe bile etmez. Ona göre, kendisinin yapması gereken; devraldığı kültürü yaşatmak, kendinden sonraki nesillere devretme görevini yerine getirmektir. Bu görevi yerine getirmeye içinde bulunduğu toplum tarafından zorlanır ve kendisini bu noktada bilinçsizce zorunlu hisseder. Çünkü geleneksel yapı, bir anlamda, hatta çoğunlukla bilinç denen olgunun iyiden iyiye köreldiği ve alışkanlığa dönüşen davranışlar bütünü olduğu için, insanı etkin yönlendiricilikle kuşatıverir. İnsanın, kendisini saran gelenek hakkında kuşkuya kapılması için, ya tamamen farklı kültür ve geleneklerin egemen olduğu bir toplum içinde yaşamak zorunda kalması, ya da peygamberlerin itikat noktasında ortaya koydukları tebliğ ve mücâdelede olduğu gibi, kendi toplumunun geleneğine karşı şiddetli bir başkaldırı ve dirençle uyarılmış olması gerekir. Bu faktörlerin etkisi, değişim sözkonusu olmadığı müddetçe, geleneksel çark dönmeye devam edecek, yerleşik kültür tek düze yaşamını sürdürecek, ahtapotun kolları gibi bu geleneksel atalar dini tüm toplum bireylerini sarıp sağlıklı düşünce yapılarını dumura uğratacaktır.
Antropoloji bu olayı “historizm”, yani “tarihselcilik” olarak tanımlar. Kur’ân-ı Kerim’in anlatımı ile bu durum, “atalar dini”nin devam ettirilmesi diye vasıflandırılabilir. Kur’an’da anlatılan geçmiş kavimlere ait kıssalarda görürüz ki; “atalar dini” mâzereti, İlâhî tebliği reddetmekte büyük bir yer tutmaktadır. Yani insanların atalarından devraldıkları dinden ayrılmak istemeyişleri, onları hak dini reddetme sonucuna götürmüştür. Çünkü hemen her yönden birbiriyle tezat teşkil eden “atalar dini” ile “hak din”in öğretileri karşısında bu insanlar tercihlerini atalar dini yönünde yapmışlardır. Bu noktada “atalar dini”ni tercih eden insanlar, alışılmış tarihî düşünce kalıpları ve davranış biçimleri dışındaki
2812] 2/Bakara, 171
2813] Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, c. 1, s. 119
- 760 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tutum ve anlayışları reddetmişlerdir.
İşte bu “tarihselcilik”, İlâhî mesaj karşısında insanın doğru/sağlıklı ve hür düşünebilmesini, buna bağlı olarak da dini yalnızca Allah’a hâlis kılarak yaşayıp sadece Allah’a kul olarak gerçek özgürlüğüne kavuşmasını engellemiştir. Bu önkabuller “İlâhî din”in evrensel ilkeleri değil de; temelde “atalar dini”nin önkabulleri olunca, asırlar boyu yanlış anlayış ve yaşayış devam edegelmiştir. Kendilerine getirilen doğrular karşısında da atalarından devraldıklarını mâzeret göstererek kendilerini sorumluluktan kurtarmaya boşuna çalışmışlardır.
Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin kıssalarını anlatırken inkârcıların mâzeretçi tavırlarını ve “atalar dini” yönündeki tercihlerini bize ibret verici bir şekilde aktarmaktadır. Zaten Kur’an’da kıssaların anlatılmasının da ibret vermekten başka bir amacı yoktur. Âd kavminin kıssasından bahsederek Hûd’un (a.s.) tebliği karşısında kavmi: “Yâ! Demek sen, tek Allah’a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin?!”2814 diyerek bu şekilde tavır almış, Allah’a kulluk yerine atalarının taptıklarını tercih etmişlerdir. Yine Medyen halkına gönderilen Şuayb’ın (a.s.) tebliğine karşı kavminin takındığı tavır da farklı olmamış, yine “atalar dini”ni tercih yönünde olmuştur. 2815
Kur’an’da anlatılan kavimlerin kıssalarında temelde iki ortak nokta göze çarpmaktadır. Birincisi, dini sadece Allah’a hâlis kılarak kulluk yapmak; ikincisi, bu kulluğun zorunlu sonucu olarak “atalar dini”nin getirdiği yanlış anlayışları reddetmektir. Ancak, İlâhî mesajla karşılaşan her kavim, içlerinde küçük birer topluluk hâriç, atalarından devraldıkları dinin etkisiyle İlâhî dini reddetmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’i yalanlayanların durumu da bunlardan farklı değildir. Mekke dönemi müşriklerini anlatırken Rabbimiz bir genelleme yaparak peygamber/elçi gönderilen her kavmin inkârcılarının aynı mâzereti ileri sürdüklerini bildirmektedir.2816 Buna göre; İlâhî mesajla gönderilen her elçi, birçok yalanlamalarla birlikte “atalar dini” mâzeretiyle (daha doğrusu bahânesiyle) karşılaşmışlardır. Bu insanlar, gelen mesaj karşısında akıllarını birazcık kullanmak külfetine katlanmak yerine; daima kolaycılığı tercih etmişler, atalarının üzerinde bulunduklarını yaşamaktan uzak durmamışlardır. Bu tavır da sürekli olarak yanlışların kültürel olarak devam etmesine sebep olmuştur.
Kur’ân-ı Kerim “atalar dini”ni mâzeret gösterenlere karşı: “... ataları bir şey düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan kimsele olsalar da mı?!”2817 şeklindeki sorularla, yaptıklarının ne kadar tutarsız ve geçersiz olduğunu istihzâ ile ortaya koymuştur. Atalar dinini mâzeret gösterenler, hiçbir şekilde ataları tarafından kendilerine sunulan dinin doğru olup olmadığını araştırmamış, öylece taasssupla/bağnazca kabul etmişlerdir. Düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan atalarını mâzeret göstererek kendileri de ataları gibi düşünmeyen, dolayısıyla doğru yolu bulamayan kimseler durumuna düşmüşlerdir.2818 Atalar dininin düşüncesi dışına çıkmamaları ve kendi akıllarını kullanamamaları, onları Allah’a karşı iftiraya2819
2814] 7/A’râf, 70
2815] 11/Hûd, 87
2816] 43/Zuhruf, 22, 23
2817] 2/Bakara, 170, 5/Mâide,104
2818] 21/Enbiyâ, 54
2819] 7/A’râf, 28
ATALAR YOLU
- 761 -
ve sonuçta da şeytanın dâvet ettiği alevli ateşin azâbına götürmüştür. 2820
İnkârcıların durumu böyle iken Rabbimiz kitabında iman edenlere hitap ederek kesin ve net bir dille onları uyarmış; değil câhilî kültürü ve atalarını taklid etme... yanlış üzere olan en yakınları, babaları ve kardeşlerini dahi velî edinmemelerini istemiştir. 2821
Yukarıda anlatılanların günümüzdeki yansımalarını düşündüğümüzde içerik olarak belki biraz farklı olmakla birlikte, Kur’ânî doğrular karşısında öne sürülen mâzeretlerin yer yer benzer itirazlarla aynılaştığı gözlenir. Bu anlayış; ya mezhep taassubu, ya geçmiş ulemânın dokunulmazlığı, ya da yaşayan her geleneğin doğruluğunu kabul etmek gibi önkabullerle kendisini göstermiştir/göstermektedir. On dört yüzyıllık bir süreç geçiren İslâm kültürü bu zaman zarfında düşünce ve yaşantı itibarıyla birçok eskiltme, artırma, bid’at ve hurâfelere mâruz kalmıştır. Geleneksel din anlayışı, tarihin taşıdığı yanlış anlayışları da dinin aslından sayılmış ve tarih (geleneğin) baskısı altında onların doğruluğuna hükmederek yaşatmaya devam etmiştir. Dinin aslını Kur’ân-ı Kerim’den ve örnek uygulamasını sahih sünnetten almayı bırakan insanlar, atalarının kendilerine taşıdığı yanlış-doğru ne varsa hepsini sorgulamadan kabul ederek hepsini “asıl din” ya da “dinin aslı” konumuna getirmişlerdir.
Doğru olmayan şeyleri gözü kapalı olarak doğru saymak ne kadar yanlış ise; doğruluğu kesin delillerle ortaya konmamış, ancak ataların ve mevcut geleneğin getirmiş olması dolayısıyla “doğru kabul edilen” şeyleri doğru saymak da o kadar yanlıştır. Bundan dolayı atalarımızın düştüğü hatalara düşmemek, inanç ve amelde “gerçekten doğru”2822 olanla hareket edebilmek için; doğrularımızı dinin aslı olan Kur’an’dan almak ve atalarımızın bize taşıdıklarını da Kur’an süzgecinden geçirmek zorundayız. Aksi takdirde farkında bile olmadan hüsrâna düşebiliriz. “Asra andolsun ki insan hüsran içindedir. Ancak, iman edip sâlih amel işleyen, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriç.” 2823
Ataların yolu, babalardan dedelerden devralınan din anlayışı, Kur’an ve Sünnet’e ters, hurâfe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp putlaştırmak, onları Allah’a ortak koşmak demektir. Bu problem, sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini devam ettiren bâtıl anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek, örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle kendini gösterir; “ele güne karşı”, “başkaları ne der?”, “ben bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır”, “senin yaşın kaç? Sen ne bilirsin?”, “biz hocalarımızdan, babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden doğrusu budur” gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar, câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde tevhidî çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de de durum farklı değildir. Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin sırât-ı müstakîm çizgisinde sahih İslâm’ı
2820] 31/Lokman, 21
2821] 9/Tevbe, 23
2822] 5/Mâide, 48
2823] 103/Asr, 1-3; Mustafa Başbekleyen, Atalar Dini Üzerine, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7
- 762 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu “atalar yolu” anlayışıdır.
Kur’ân-ı Kerim’de Atalar Yolu İle İlgi Âyetler
Peygamberlerin Allah’tan getirdiği hakikate, sadece Allah’a kulluk yapma mesajına karşı müşriklerin “atalarının yolu”nu gerekçe gösterip ecdatperestlik yapmaları Kur’ân-ı Kerim’de 25 yerde gündeme getirilir. Atalarının izini takip etmelerinin, atalarının yolunu şuursuzca sürdürmelerinin İlâhî ölçüye ters olduğu gibi, akla mantığa da uygun olmadığı, geçersiz bir gerekçe, daha doğrusu şirk için bahâne olduğu vurgulanır.
“Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” 2824
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ denildiği vakit, ‘babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter’ derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?” 2825
“Müşrikler/putperestler diyecekler ki: ‘Allah dileseydi, ne biz şirk/ortak koşardık ne de atalarımız şirk koşardı. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.’ Bu şekilde onlardan öncekiler de (peygamberleri) yalanladılar da sonunda azâbımızı tattılar. De ki: ‘Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.” 2826
“Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” 2827
“(Âd kavmi, peygamberleri Hûd’a (a.s.) dediler ki: ‘Sen bize tek Allah’a kulluk etmemizi ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azâbı) getir. (Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gazab/hışım inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” 2828
“Kıyâmet gününde, ‘Biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şâhit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Onlar da), ‘Evet (Rabbimiz olduğuna) şâhit olduk’ dediler. Yahut, (ne yapalım) daha önce babalarımız Allah’a şirk/ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik, (onun için biz de onların izinden gittik. Ahd’i) iptal edenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?” 2829
“Onlar (Firavun ve toplumu) dediler ki: ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (dinden)
2824] 2/Bakara, 170-171
2825] 5/Mâide, 104
2826] 6/En’âm, 148
2827] 7/A’râf, 28
2828] 7/A’râf, 70-71
2829] 7/A’râf, 172-173
ATALAR YOLU
- 763 -
bizi döndüresin ve yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin? Hâlbuki biz size inanacak değiliz.” 2830
“(Semûd kavmi) Dediler ki: ‘Ey Sâlih! Sen, bundan önce içimizde ümit beslenen birisiydin. (Şimdi) babalarımızın taptıklarına (putlara) tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine (kulluğa) çağırdığın şeyden ciddî bir şüphedeyiz.” 2831
“(Medyen halkı) Dediler ki: ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları) bırakmamızı yahut mallarımızda (eksik veya fazla verme hususunda) dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Hakikaten sen yumuşak huylusun, çok akıllısın, (diyerek alay ettiler).” 2832
“O halde onların tapmakta oldukları şeylerden (bu şeylerin onları azaba götürdüğünden) şüphen olmasın. Çünkü onlar ancak daha önce babalarının taptığı gibi tapıyorlar. Biz onların (azaptan) nasiplerini mutlaka eksiksiz olarak vereceğiz.” 2833
“(Yusuf dedi ki:) Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Siz, Allah’ı bırakıp sadece sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlere tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm Allah’tan başkasının değildir. O da Kendisinden başkasına ibâdet etmememizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 2834
“Sizden öncekilerin, Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah’tan başkası bilmez. Peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdi de onlar, ellerini peygamberlerinin ağızlarına bastılar, (hakkı söylemelerini engellemek istediler) ve dediler ki: ‘Biz, size gönderileni inkâr ettik ve bizi, kendisine çağırdığınız şeyden şüphelendirici bir kuşku içindeyiz. Peygamberleri dedi ki: ‘Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Hâlbuki O, sizin günahlarınızdan birkısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için sizi (hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: ‘Siz de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsiniz. Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz.” 2835
“Müşrikler dediler ki: ‘Allah dileseydi ne biz, ne de babalarımız ondan başkasına ibâdet ederdik. Onun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık!’ Onlardan öncekiler de böyle demişlerdi. Peygamberlerin üzerine açık-seçik tebliğden başka bir şey var mı?” 2836
“Onların da (Allah evlât edindi diyenlerin), atalarının da bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. (Onların küfür ve iftira husûsunda) ağızlarından çıkan bu söz ne büyük oldu! Çünkü yalandan başka bir şey söylemiyorlar.” 2837
“Andolsun Biz, daha önce İbrâhim’e de hidâyet, dürüstlük ve bilgi gücü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.’ ‘Doğrusu, dedi, siz ve babalarınız, açık bir sapıklık içindeymişsiniz.” 2838
2830] 10/Yûnus, 78
2831] 11/Hûd, 62
2832] 11/Hûd, 87
2833] 11/Hûd, 109
2834] 12/Yûsuf, 39-40
2835] 14/İbrâhim, 9-10
2836] 16/Nahl, 35
2837] 18/Kehf, 5
2838] 21/Enbiyâ, 51-54
- 764 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Andolsun Biz Nûh’u kavmine gönderdik. ‘Ey kavmim! dedi, Allah’a kulluk edin. O’ndan başka ilâhınız yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız? Bunun üzerine, kavminin içinden kâfir olan liderler topluluğu; ‘Bu, dediler, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak bir melek gönderirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da böyle bir şey işitmiş değiliz.” 2839
“Onlar, öncekilerin dediklerinin benzerini söylediler. Dediler ki: Sahi biz, ölüp de bir toprak ve kemik yığını haline gelmişken, mutlaka yeniden diriltileceğiz, öyle mi? Hakikaten, gerek bize, gerekse daha önce atalarımıza böyle bir vaadde bulunuldu; (fakat) bu geçmiştekilerin masallarından/efsânelerinden başka bir şey değildir.” 2840
“(Rasûlüm!) Onlara İbrâhim’in haberini de naklet. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Neye tapıyorsunuz?’ demişti. ‘Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz’ diye cevap verdiler. İbrâhim: ‘Peki, dedi, yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda ya da zararları olur mu?’ Şöyle cevap verdiler: ‘Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.’ İbrâhim dedi ki: ‘İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın olsun, neye taptığınızı (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur).” 2841
“Kâfirler dediler ki: ‘Sahi, biz ve atalarımız, toprak olduktan sonra gerçekten (diriltilip) çıkarılacak mıyız?’ Andolsun ki, bu tehdit bize yapıldığı gibi, daha önce atalarımıza da yapılmıştır. Bu, öncekilerin masallarından/efsânelerinden başka bir şey değildir. De ki: ‘Yeryüzünde gezin de, günahkârların âkıbeti nice oldu, bir bakın!” 2842
“Mûsâ onlara apaçık âyetlerimizi getirince, ‘Bu, olsa olsa uydurulmuş bir sihirdir. Biz önceki atalarımızdan böylesini işitmemiştik’ dediler. Mûsâ şöyle dedi: ‘Rabbim, kendi katından kimin hidâyet rehberi getirdiğini ve hayırlı âkıbetin kime nasip olacağını en iyi bilendir. Muhakkak ki, zâlimler iflâh olmazlar.” 2843
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin azâbına çağırıyor idiyse!” 2844
“Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman demişlerdi ki: ‘Bu, sizi babalarınızın taptığı (putlardan) çevirmek isteyen bir adamdan başkası değildir. Bu (Kur’an) da uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir.’ Hak kendilerine geldiğinde hakkı inkâr edenler de: ‘Bu, apaçık bir büyüdür, başka bir şey değildir’ dediler.” 2845
“Sonra kesinlikle onların dönüşü, çılgın ateşe olacaktır. Kuşkusuz onlar atalarını dalâlette buldular da peşlerinden koşup gittiler. Andolsun ki, onlardan önce eski toplumların çoğu dalâlete düştü. Kuşkusuz, Biz onlara uyarıcılar göndermiştik. Uyarılanların âkıbetinin ne olduğuna bir bak! Allah’ın ihlâslı kulları müstesnâ.” 2846
“Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar? Hayır! Sadece,
2839] 23/Mü’minûn, 23-24
2840] 23/Mü’minûn, 81-83
2841] 26/Şuarâ, 69-77
2842] 27/Neml, 67-69
2843] 28/Kasas, 36-37
2844] 31/Lokman, 21
2845] 34/Sebe’, 43
2846] 37/Sâffât, 68-74
ATALAR YOLU
- 765 -
‘biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz’ derler. Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: ‘Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi. ‘Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?” 2847
“Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.” 2848
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler/dostlar edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir. De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” 2849
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabâları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. İşte onların kalplerine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Hizbullah’tır/Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki Allah’tan yana olanlar, kuşkusuz kurtuluşa erenlerdir.” 2850
“Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş olan) oğlum da ehlimden/âilemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen Hâkimler Hâkimisin.’ Allah buyurdu ki: ‘Ey Nûh! O asla senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi (Kâfirdi). O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.” 2851
“Biz, insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak Banadır. O zaman, size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.” 2852
“Eğer onlar (ana-baban) seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” 2853
2847] 43/Zuhruf, 21-25
2848] 53/Necm, 23
2849] 9/Tevbe, 23-24
2850] 58/Mücâdele, 22
2851] 11/Hûd, 45-46
2852] 29/Ankebût, 8
2853] 31/Lokman, 15
- 766 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve Geleneğin Putlaştırılması
Sosyal Çevre: İnsan, her türlü zihinsel ve duygusal yapıya sahip olarak gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu gelişim sürecini devam ettirebilmek için toplum içerisinde yaşamak ve diğer insanlardan faydalanmak zorundadır. Bu yönüyle toplumsal bir varlık olarak değerlendirilen insan; inancını, bakış açısını, her türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı toplumdan alır. Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde toplum, insanın benliğini, irâdesini, idrâkini kuşatır, âdeta esir alır, hapseder. İnsanın, toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele haline gelir. Zira toplumlar kendi normlarını bireylere benimsetmek onların düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek ister. Bu, toplumun putlaşması demektir.
Toplum, binlerce yıllık birikimini, tecrübelerini, örf ve âdetlerini, inançlarını, değer yargılarını bireylere aktardıktan sonra, bu sosyal değer ve normların eleştirilmesine tahammül edemez, kendine mensup bireylerden mutlak itaat bekler. Bu normlar karşısında şüpheye düşülmesini bile istemez. Sosyal çevre, insanın her yönüyle gelişimine uygun bir ortam olmakla birlikte, belli bir aşamadan sonra yetersiz kalmakta, hatta fertlere alternatif tanımadığı zaman da zararlı olmaktadır. Hür düşünme ve araştırma imkânlarını ortadan kaldıran toplumsal çevre baskısı, hiçbir zaman hoş karşılanmamaktadır.
Kur’an kültürüne dayalı bir perspektiften baktığımızda, yapılarına göre iki tür toplumun varlığından söz edebiliriz. Biri normları İlâhî öğretiye dayalı toplumlar (İslâmî toplum/ümmet), diğeri normları câhilî öğretiye dayalı toplumlar (câhiliye). Câhiliye toplumlarında insanı doğruluktan, iyilikten, güzellikten uzaklaştırıcı bir baskı vardır. İşte böylesi toplumlarda toplumun yanlışlığına rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne ve çirkinliğine rağmen iyiyi ve güzeli tercih etmek, söz konusu topluma ve toplumsal değerlere karşı çıkmayı, baskılara göğüs germeyi gerektirir. Ayrıca kişiliğini içinde bulunduğu toplumla özdeşleştirmiş kimseler için böyle bir durum geçerli değildir. Bunlar için, içinde yaşadıkları toplumu reddetmek kendi kişiliğini reddetmek gibi imkânsızdır. Bu tip insanlar İlâhî bir mesajla, hak sözle karşılaştıklarında kendilerine göre bir değerlendirme yapma yeteneklerini işlevsiz hale getirmişlerdir. Böyle bir durumda zihinlerinin ilk çağrıştırdığı şey, içinde yaşadıkları toplumun yaklaşımlarıdır. Doğru da olsa yanlış da olsa toplumun reddettiği her şey, toplumun bireylerince kabul edilemezdir; bu toplumun yazılı olmayan yasasıdır/nassıdır.
Hak bir sözle, İlâhî bir mesajla câhiliye toplumunun karşısına çıkanlar şu tür sorulara muhâtap olurlar: “Bu kadar insan bilmiyor da sen mi biliyorsun? Bunca insan yanlış yolda da, sen mi doğru yoldasın, yani bu kadar insan aldatıldığının farkında değil de, bunu bir sen mi farkettin? Daha senin yaşın kaç? Biz bu yaşa kadar atalarımızdan buna benzer bir şey duymadık, böyle bir şey görmedik...”
Evet, bu kimselerin anlayışına göre iyi ve doğru, çoğunluğun kabul ettikleridir. Peki nedir çoğunluğun özellikleri? Kur’ân-ı Kerim, çoğunluğun “yoldan çıkmış, fısk ehli”,2854 “vahiy bilgisine karşı ilgisiz”,2855 “Allah’ın verdiği sayısız
2854] 5/Mâide, 59; 7/A’râf, 102; 9/Tevbe, 8
2855] 7/A’râf, 187; 12/Yûsuf, 21; 30/Rûm, 6; 34/Sebe’, 28
ATALAR YOLU
- 767 -
nimetlere nankörlük eden”2856 ve “kâfir”2857 kimseler olduğunu belirtir. “Muhakkak ki Biz, bu Kur’an’da insanlara her türlü misali, çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu küfürden/inkârcılıktan başkasını kabullenmediler.”2858; “Andolsun ki eski milletlerin çoğu dalâlete düştü.”2859; “Sen iman etmelerine düşkün olsan bile yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir.”2860; “Elif Lâm Mîm Râ, Bunlar Kitab’ın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen haktır, fakat insanların çoğu iman etmezler.” 2861
Kur’an ölçülerine göre itikadî ve ahlâkî açıdan olumsuz kimlik taşıyan, normları câhiliye esaslarına göre belirlenmiş toplumlar, çoğunluğun câhil, gâfil ve kâfir olması sebebiyle insanları Hak yoldan saptırabilecek bir etkinliğe sahiptir. Yüce Allah konu üzerinde mü’minlerin dikkatini çekecek uyarılarda bulunur: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan; seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.”2862 Bu âyet, aynı zamanda, hakkın tek, bâtılların ise birden fazla olduğuna, yerküre üzerinde yaşayanların çoğunluğunun da kâfirler topluluğuna mensup olduğuna işaret eder. İnsanın bâtıl inançlara mensup toplumla etkileşiminden genellikle bâtıl inançlar doğar. Her insanda çoğunluğa ayak uydurma, çoğunluğun beğenisini kazanma eğilimi, çoğunluk tarafından dışlanma korkusu vardır. İnsanın içerisinde yaşadığı toplum inanç açısından Tevhid üzere ise, toplumun yapacağı etkileme olumlu olur. Fakat toplum dalâlet ehli insanlardan oluşuyorsa etkileşim de bu doğrultuda olacağından, dalâlet ehli toplum, inkâr motivi işlevini görür. Bu durumda İslâm, çoğunluğun değer yargılarına değil, Kur’an öğretilerine itibar etmeyi öngörür.
Bireyin kimlik ve kişiliğinin oluşmasında çoğunluğun, yani sosyal çevrenin rolü inkâr edilemez. Sosyal çevre, doğrudan doğruya olmasa bile, dolaylı olarak etkide bulunur. İslâmî açıdan bozuk bir çevre, öncelikle ruhu bozar. Ve bozulan ruhî ortamda, kutsal duyguların, yüce düşüncelerin gelişimi zayıflar, âdi düşünceler güçlenir, bayağı duygular revaç bulur. Böyle bir ortamda kişinin inkâra düşmesi kolaylaşır. Hatta olumsuz sosyal çevre, bireyin inkârcılığının bir motivi olur.
Atalar Kültürü: Her doğan insan, bir toplum içerisinde, o topluma özelliğini veren kültür ortamı içerisinde bulur kendisini. Birey kültür ortamıyla başlattığı etkileşim sürecini bir ömür boyu devam ettirir. Fertler bir yandan mevcut kültürle hayatlarını şekillendirirken, diğer yandan bu kültürü yeni yetişen nesle aktarma uğraşına girerler. Başta yetişen nesil olmak üzere bütün toplum bireyleri kültür ortamına adapte olmaya çaba harcarlar. Zira sosyal bir varlık olan insan, doğal olarak, önceki nesillerin devretmiş olduğu fikirleri, inançları, davranış kalıplarını benimser, sahiplenir. Sahiplenilen bu sosyal normlar nesileller boyu sürekliliğini korur. Geçmiş nesilden alınan sosyal normların en belirgin özelliği süreklilik arzetmesi ve sürekliliği sağlayan ataların üstünlüğü fikridir. 2863
2856] 2/Bakara, 243; 7/A’râf, 17; 12/Yûsuf, 38; 40/Mü’min, 61
2857] 12/Yûsuf, 103; 13/Ra’d, 1; 17/İsrâ, 89
2858] 17/İsrâ, 89
2859] 37/Sâffât, 71
2860] 12/Yûsuf, 103
2861] 13/Ra’d, 1
2862] 6/En’âm, 116
2863] Mustafa Armağan, Gelenek, Ağaç Y. s. 19
- 768 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kültürün insana kazandırdığı normlardan insanın bir anda sıyrılması, onları terketmesi oldukça zor bir iştir. Bu tür değerler önceki nesillerden miras alınmış ve bireylerin benliğine ayrılmamacasına yerleşmiş, onların kişiliklerinin bir parçası olmuştur. Aynı şekilde toplumda bâtıl inançlar, kötü alışkanlıklar hâkim olunca, bu insanları atalarından taklit yoluyla devraldıkları bu inanç ve alışkanlıklardan uzaklaştırmak, ayırmak imkânsız gibidir. İşte toplumun yapısını oluşturan bâtıl inanç ve kötü davranışlar insanları hakikatleri idrâk etmekten ve hakka itaatten alıkoyan en önemli sosyal motivlerden birisidir. Bireyin içinde yaşadığı câhiliye toplumunun normları, insandaki inanma kabiliyetinin uyanmasını ve gelişmesini engelleyen etkili bir perdedir. Kur’ân-ı Kerim bu toplumsal yapıyı Hakk’ın tezâhüne en büyük engel kabul etmiş; aklî incelemeyi, delillere sarılmayı, bilinçli ve insanca yaşamayı önermiştir.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin azâbına çağırıyor idiyse?!” 2864 Eski atalarına tapıyor olmalarının hiçbir aklî dayanağı yoktur.2865 Saf, katıksız mücerret taklide yöneliyorlar.2866 Öyle bir taklit ki, taklit ettikleri şey doğru mu, yanlış mı bunun üzerinde hiçbir şekilde düşünmüyorlar. İnsan bir şeyi taklit edebilir, fakat bir yandan da onu sorgular veya taklit etmeden önce üzerinde düşünür. Fakat kâfirler kendilerine gelen İlâhî mesajı kabul etmedikleri gibi, taklit ettikleri gelenek ve değerlerin doğru olup olmadığı üzerinde düşünmek de istememişlerdir.
Câhiliye toplumlarında gelenekçi anlayış, geçmişin tartışılmasına, atalardan miras alınan sosyal normların analiz edilmesine ve seçmeciliğe tâbi tutulmasına karşı çıkar: “Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”2867 Kur’an’a, Peygamber’in getirdiklerine tâbi olmaları istendiğinde atalarını taklitle yetinmişlerdir.
Hurâfe; Anlam ve Mâhiyeti
Dinde olmadığı halde dindenmiş gibi uydurulup anlatılan hikâye ve rivâyetlere verilen ad. Bu çeşit rivâyetler ve hikâyeler tümüyle uydurma, hatta bir kısmı saçma sapan olduğu halde, tarih boyunca dine mal edilmiş, dinî bir kılıfla sunulmuşlardır.
Hurâfe, aslında bir insanın adıdır. Aslı astarı olmayan hikâyeler anlatırmış. Dolayısıyla, Hurâfe’nin anlattıkları, Hurâfe’nin uydurdukları, Hurâfe’nin çıkardığı söylentiler zamanla, bu tür bütün uydurma rivâyetlerin ortak adı olmuştur.
Hurâfeler, dilden dile veya kitaplar aracılığıyla anlatılan rivâyetlerdir. Bunların sağlam bir asılları yoktur, yani uydurma şeylerdir. Ancak dinî bir motifle, dine mal edilerek anlatılır. İşin önemli olan yanı da burasıdır. Hurâfeler yalnızca hikâye olsa, üzerinde durulmaz. Hikâye ve masal, her yerde her zaman anlatılabilir, yazılabilir. Ancak, uydurma ve yanlış oldukları halde bunlara dinî bir maske takılır, İslâmî bir kılıf giydirilirse, o zaman iş değişir. Çünkü bu tür rivâyetler
2864] 31/Lokman, 21
2865] İbn Kesîr, III/458
2866] Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, IV/241
2867] 2/Bakara, 170
ATALAR YOLU
- 769 -
müslümanların saf inancına zarar vermektedir.
Müslümanlar arasında dolaşan yanlış unsurların bir kısmı, yahûdi ve hıristiyan kaynaklarından aktarılmışlardır. Bunlara ‘İsrâiliyyât’ denilir. Bir kısmı, dinden olmadığı halde dine sonradan sokulan bid’atlerdir. Ki bunlar, uydurma oldukları halde, çok önemli dinî ibâdetler gibi algılanır ve yapılır. Bir kısmı, halk arasına yerleşmiş bâtıl, yani yanlış, İslâm dışı inançlardır. Hurâfeler, İslâm gerçekleriyle bağdaşmayan bâtıl inanışlar, uydurma hikâyeler ve çarpık davranışlardır.
Hurâfeler, bir taraftan müslümanların inançlarına zarar verirken bir taraftan da başkalarının, yeni yetişen nesillerin İslâm hakkında yanlış fikre sahip olmalarına sebep olur. Hurâfelerle örülmüş bir din, günümüzün gerçeklerinin çoğuyla bağdaşmaz. Hâlbuki İslâm, kâinattaki kevnî gerçeklerle uyuştuğu gibi, her çağın ve her ülkenin insanına hitap etmektedir.
Günümüzde birçok felsefî, siyasî ve iktisadî düşünce, birçok tavır ve anlayış da birer bilimsel gerçek, birer değişmez inanç ilkeleri gibi sunulmaktadır. Hâlbuki bunların çoğu, gerçekliği kesinleşmemiş teori, zan ve kuruntudan ibârettir veya kişilerin kendi görüşleri, ya da zamanla modası geçecek hususlardır. Bunların pek çoğu müslümanların saf inancını bozacak özelliktedir. Bunlara ‘modern hurâfeler’ dememiz mümkündür. Müslümanlar, hangi adla ve hangi kılıfla sunulursa sunulsun, her türlü hurâfeye karşı dikkat etmek zorundadırlar. 2868
Dinimize göre, İslâm imanı dışında kalmış kişi dalâlettedir/sapıktır. Müslümanı doğru yoldan, yani sırât-ı müstakîmden uzaklaştırıcı, sapıklığa çağırıcı üç ana sebep vardır: Şeytan, ehl-i kitap (yahûdi ve hıristiyanlar), bid’at ve hurâfeler. Bid’at ve hurâfeler, farkına vardırmadan doğru yoldan uzaklaştırıcılıkları dolayısıyla, en az önceki iki sebep kadar, hatta onlardan daha etkili yanıltıcı ve saptırıcılardır. Bunların müslümanlar için arzettikleri tehlikeye ve sünnetin yaşanması gereğine Peygamber Efendimiz birçok hadis-i şeriflerinde dikkat çekmiştir.
Sağlıklı bir İslâmî yaşayış için, önce sağlam inanç esaslarına ve bunlara bağlı bir ibâdet hayatına sahip olmanın, sonra da ciddî, bilinçli ve sürekli bir denetimle, yozlaşmaya yardımcı olacak hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmamanın, körü körüne taklitçiliği terketmenin, çevre, toplum ve ecdattan devralınan anlayışı Kur’an ve sünnet ölçüsüne vurmadan doğru kabul etmemenin önemi inkâr edilemez.
Bilindiği gibi hakikatin zıddı olan hurâfe, aslı esası olmayan, uydurulmuş, saf ve doğru inançlar arasına katılmış, bazı zaman ve mekânların uğuru veya daha çok uğursuzluğu ile ilgili olarak dillerde dolaşan abartılmış hikâyelerden, efsâne ve kerâmet adı altında uydurmalardan ibârettir. Bâtıl inanışlar da bu asılsız söylentilere inanmak ve gereğine göre hareket etmek demektir. Her devirde, her toplumda az-çok, ama mutlaka görülen hurâfe ve bâtıl inanışlar, toplumların ortak derdi olarak daima gündemde kalmış önemli bir konudur. Hurâfe ve bâtıl inanışların bu derece insanlığın başına dert olmasında genellikle câhillik, alışkanlık, gelenek-görenek, propaganda, çıkar hesapları/istismarlar ve kişisel zaaflar etkili olmuşlardır.
2868] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 279
- 770 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Öte yandan hurâfeler ve bâtıl inanışlar daha çok sağlık, ihtiyaç ve gelecek hakkında önceden bilgi sahibi olmak gibi belli bazı konularda ve özellikle kadınlar arasında yaygındırlar. Kadınlardan nice kültürlüler bile, bâtıl itikatlara ve inanılmayacak şeylere inanmaya meyillidirler. Geçim şartlarının düzeltilmesi, sağlık hizmetlerinin yeterince yerine getirilmesi gibi sosyo-ekonomik tedbirlerle hurâfe ve bâtıl inanışların ortadan kaldırılabileceği görüş ve iddiâsı, modern ve ileri kabul edilen toplumlarda da (ülkemizdeki batılı kültürle yetişmiş ve ekonomik yönden halk ortalamasının üzerinde yaşayan sosyete çevrelerinde de) çeşit çeşit hurâfe ve bâtıl inanışlara rastlanması gerçeği karşısında büyük ölçüde geçerliliğini yitirmiştir. Bu durum hurâfe ve bâtıl inanışların ekonomik olmaktan çok kültürel, daha doğrusu sahih iman/inançla ilgili itikadî bir mesele olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim, dinler tarihi bize göstermektedir ki, insanlar tarihin çeşitli dönemlerinde doğrudan uzaklaşmışlar, birtakım yaratıkları kutsallaştırıp ilâhlaştırmışlar, hurâfe ve bâtıl inanışların tutsağı olmuşlardır. Bütün bu dönemlerde Allah, rahmetiyle muâmele etmiş, peygamber ve kitap göndererek, insanlığı boş ve asılsız, zararlı inanç ve tapınmalardan kurtarmaya, dünya ve âhirette huzurlu kılmaya çağırmıştır. Hak dinin peygamberler aracılığı ile verdiği bu ciddî savaşa tevhid mücâdelesi denilir.
Tevhid mücâdelesi, putperestlerle mücâdele demek olduğu kadar, asılsız kabuller, yanlış uygulamalar, yani hurâfe ve bâtıl inanışlarla da mücâdele demektir. Kur’an ve Rasûlullah da aynı şartlar içinde zuhur etmiş ve aynı mücâdeleyi naklî olduğu kadar, en aklî ve mantıkî metodlarla da en başarılı şekilde yürütmüştür. Bunun tarihî kanıtı, “câhiliyye devri” diye bilinen İslâm öncesi dönemin kokuşmuş ortadoğu toplumlarının, Kur’an ve Sünnete uydukları süre içinde dünya toplumlarınca özlem ve gıpta ile izlenen İslâm medeniyetini gerçekleştirmiş olmalarıdır.
Ne var ki, bu kültürel hastalık (hurâfe ve bâtıl inanışlar), Kur’an ve Sünnet çizgisini unutan, o anlayış ve yaşayışı yozlaştıran değişen düzen ve toplum şartları içinde yeniden kendini göstermiş, giderek gelişen boyutlarla günümüze kadar gelmiştir.
Hurâfe ve bâtıl inanışların hemen hepsinin temelinde ecdâda/atalara bağlılık, ateş, su, orman ve ağacı kutsal kabul etmenin derin izlerinin bulunduğu bir vâkıadır. Bazı yaratıklarda (özellikle ölmüş kişilerde, onların yatırlarında) üstün güç ve nitelikler görerek, onların yakınlığını elde etmek için onlara belli zamanlarda kurbanlar sunmak gibi sapıklıklar, insanlığın tarih içinde sıkça görülen büyük yanılgısı olmuştur. Kendilerini bu fecî yanlıştan kurtarmaya çalışan peygamberleri ve onların izindeki mü’minleri “uğursuzluk sebebi” olarak suçlayan toplumlar bile görülmüştür. Hatta İslâmiyetin getirdiği en muazzam gerçekleri “öncekilerin uydurmaları, masalları” diye, hurâfeler ve bâtıl inanışlar adına mahkûm etmek isteyenler çıkmıştır. Günümüzde de saplandıkları hurâfe ve bâtıl inanışları ölesiye savunanlar görülmekte, kendilerini uyarıp karşı çıkanlara, kendi vasıfları olan “yobaz” ve “sapık” gibi ithamlarla saldıranlara rastlanmaktadır. Hiç kuşkusuz, bu davranışın temelinde bütün karanlığı ve korkunçluğu ile derin bir cehâlet/câhiliyye bulunmaktadır. Dinimizin, insan fıtratına/özüne ve gerçeğine en uygun inanç esasları, ibâdet ve ahlâk ilekleri ve bunlara dayalı en olgun ve medenî uygulamaları konusunda yeterli bilgiye sahip olan, İslâm’ı aslına uygun şekilde tanıyan kişilerin, böylesi olumsuz davranışları sergilemesi düşünülemez.
ATALAR YOLU
- 771 -
Çünkü bilgi güçtür, aydınlıktır, gerçeği tanımaktır; bilgi gerçek anlamıyla vahiydir, haktır, hakkı/İslâm’ı kabul edip teslimiyettir.
Toplumun hangi kesimine mensup olursa olsun, yeterli ve sağlıklı dinî bilgisi olmayan ve inanç boşluğu içinde bulunan kişilerin, hurâfe ve bâtıl inançlara kapılmaları daha kolay olacaktır. Çaresi ise, bütünüyle toplumu, yeterli ve sağlıklı bir din bilgisine sahip kılmaktır. Hurâfe ve bâtıl inanışların en büyük zararı, önce onlara kapılanlara dokunur. Çünkü hurâfe ve bâtıl inanışlar, kişileri farkına vardırmadan doğru yoldan ayırır. Onlar, iyi bir şey yapıyoruz diye avunurlarken bir de bakarlar ki, gerek inanç olarak gerek davranış olarak, inandıklarını söyledikleri dinin gerçeklerinden uzaklaşıvermişler. Çünkü Sevgili Peygamberimiz’in bir hadis-i şeriflerinde buyurdukları gibi, her bid’at ve hurâfe dalâlet/sapıklık sebebidir: “Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı; yolların en doğrusu Muhammed’in yoludur. İşlerin en kötü ve zararlısı, dinden olmadığı halde sonradan uydurulup dine sokuşturulanlardır. Böyle uydurulmuş her şey bid’attır, hurâfedir. Her bid’at da dalâlettir/sapıklık sebebidir.” 2869
Öte yandan, hurâfe ve bâtıl inanışlar; inanma, kulluk, takdir ve vefâ duygularının kötüye kullanılması demek olduğundan toplumda kavram ve değer kargaşasına yol açarlar. Hak ile bâtıl (doğru ile eğri) birbirine karışır. Özellikle, toplumda yaygınlaşmaları halinde bu asılsız inanç ve uygulamalar “kurunun yanında yaşın da yanması” gibi, yeterli dinî bilgisi olmayan kişiler tarafından, dine ait bazı esasların da hurâfe ya da bâtıl inanış olarak görülmesine ve tenkit edilmesine sebep olurlar. Böylece “dindarlık” yaptıklarını sananlar, gerçek dinî esasların tenkidine yol açmış olmanın sorumluluğunu da yüklenmiş olurlar. Unutulmamalıdır ki herhangi bir kötülüğe sebep olmak, o kötülüğü işlemek gibi sorumluluk doğurur.
Hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmış kişilerin büyük bir kısmı, bu durumlarına “dindarlık”, bunlara karşı çıkılmasına da “itikatsızlık, inançsızlık, sapıklık” damgasını vururlar. Oysa, iyi bilinmesi gerekli olan bir gerçek vardır: Dinin kabul etmediği anlayış ve uygulamalarla dindarlık olmaz. Dindarlık, ancak dinî olanı, dinden olanı dince kabul ve emredileni, emredildiği şekil ve şartlarda yerine getirmekle mümkündür. Bu yüzden dindarlık sanarak hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmak, cennet sanarak cehenneme yönelmektir.
Hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmış kişiler, ikaz edildikleri, uyarılmak istendikleri zaman, genellikle, kendileri gibi düşünen ve yaşayanların çokluğunu, atalarından böyle gördüklerini öne sürerek, yanlışlarını savunmaya kalkarlar. Çoğunluğu veya atalarının yolunu yanlışın doğru, hurâfenin hakikat sanılmasına gerekçe yapmaya çalışırlar. Değil çoğunluğun, bütün bir toplumun ve mezarlarındaki ölülerin tümünün bile yanlış ve hurâfe üzerinde birleşmesi, onun niteliğini değiştiremez, hurâfeyi hakikat yapamaz. Gerçeğin ölçüsü, sadece gerçektir/haktır. Gerçek, Kur’an’da belirtildiği gibi Allah’tan gelendir/vahiydir: “Hak ve gerçek olan, Rabbinden gelendir. Sakın kuşkulananlardan olma.” 2870
Tüm belâların anası olan cehâletin sosyal bir belirişi olan hurâfe, dinde yozlaşmanın besleyici zeminini oluşturan sinsi ve zehirli bir musîbettir. Halk
2869] Müslim, Cum’a 43; Ebû Dâvud, Sünnet 5; Nesâî, Iydeyn 22; İbn Mâce, Mukaddime 7
2870] 2/Bakara, 147; İsmail Lütfi Çakan, Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, Marifet Y. s. 11-18
- 772 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kitlelerini perişan eden bulaşıcı bir hastalık olmasına rağmen asırlardır hiç kimse onu tümüyle etkisiz kılma başarısını gösterememiştir. Ocakları batıran, ama yine de peşinden gidilen rezil bir yosmaya benzer hurâfe. Yıkıcı ama câzibeli, zehirleyici ama tatlı...
Hurâfenin ana ocağı İsrâiliyattır; öncelikle ve özellikle yahûdiliktir. Onu hıristiyanlık izler. Ehl-i kitap geleneği, bir anlamda hurâfeler geleneği gibidir. Bu gelenek nazar boncuğundan muskacılığa, falcılıktan cinciliğe, melek kanadı saymaktan şeytan/cin çıkarmaya kadar akla gelebilecek tüm hurâfe çeşitleriyle doludur.
İsrâiliyât tahribi, hurâfe yığınının omurgasını oluşturmaktadır. İsrâiliyyât denilen ehl-i kitap hurâfeciliğini, özellikle yahûdilik yoluyla bünyesine aktaran müslümanların yanlış kültürü, daha sonra buna hıristiyan, Sasani, Hint, Eski Yunan ve nihayet Türk-Şaman kabullerini de ekleyerek iyice hurâfe okyanusuna dönüşmüştür. Şamanizm gibi yarı pagan, yarı mistik bir dinin oluşturduğu kollektif bir şuuraltına sahip bulunan Türk insanı, İslâm’ı kabul ettiğinde, bu sayılan hurâfelerin ilk dördünü, girdiği yeni dinle birlikte sîneye çekmekle kalmadı, ona kendi Şaman kaynaklı hurâfelerini de, ufak kılık değiştirmelerle ekledi. Ve bir zaman geldi ki, Türk insanı için din hayatı, bir tür hurâfeler hayatı oluverdi.
Hurâfe, bunamak anlamındaki haref kökünden türemiş bir kelimedir. Kitleleri bunamaya iten bir hastalık olduğu için bu toplumsal illete hurâfe denmiştir. İbn Manzûr hurâfeyi, “yalan sözün tatlı geleni” diye tanıtır.2871 Demek oluyor ki hurâfede, tüm tutarsızlığa rağmen, dinleyene tatlı ve çekici gelen bir yan bulunmaktadır. Belki de hurâfeyi yaşatan, insanoğlundaki tatlı söze aldanma şeklinde tecellî eden akıl almaz ahmaklıktır.
Batı dillerinde, Latince bir kök olan superstitio’dan türeyen superstition kelimesiyle karşılanan hurâfe, bu dillerdeki ortak kabule göre de mantık dışı, temelsiz, boş, aldatmaca, büyü üründen inanç ve kabul demektir. Bu sözcük, aynı zamanda ataların kabullerinden gelen akıl dışı anlayışları da ifade eder. Larousse’a göre, hurâfede “mesnetsiz, saçma yükümlülük”, belirgin niteliklerden biridir.
Hurâfe-Atalar Dini İlişkisi: Kelimenin kökünde, eski halk inançları anlamları da vardır. Bu demektir ki, hurâfecilikte, eski kabullerin yeni anlayışlar içinde sürdürülmesi önemli noktalardan biridir. Kur’an’ın ecdat kabullerini dokunulmaz kılmayı putperestliğin bir belirişi olarak gösteren konumuzla ilgili âyetlerini hatırlamalıyız. Hurâfenin omurga noktalarından biri, eski ataların kubullerini yeni zamanda yaşatmaktır. Kur’an 25 âyetinde şirkin bir belirişi olarak gösterdiği ataların âdet ve geleneklerini kutsallaştırmayı hurâfe sebebi kaynaklardan biri olarak ortaya koyar. Ecdatperestliğin temel sloganı, peygamberlerin temel kanıtına bir karşılık olarak gösterilmiştir. Peygamberler diyor ki: “Eğer doğru sözlüler iseniz delilinizi getirin!” 2872 Yine peygamberler diyorlar ki: “Eğer doğru sözlüler iseniz bana ilimle haber verin!” 2873 Şunu da söylüyor nebîler: “Eğer doğru sözlüler ise2871]
Lisânü’l-Arab, Hı-rı-fe maddesi
2872] 2/Bakara, 111
2873] 6/En’âm, 143; 46/Ahkaf, 4
ATALAR YOLU
- 773 -
niz haydi kitabınızı getirin!” 2874 Bu isteğe, hurâfeci şirkin verdiği cevap şudur: “Eğer doğru sözlüler iseniz bize atalarımızdan kanıt getirin!”2875 Veya şöyle söylüyorlar: “Şu dediğinizi biz, önceki atalarımızdan duymadık.” 2876
Hurâfe zehrinin kimliğiyle onun panzehirinin kimliğini birer cümlede böylesine ihtişamla anlatmak, ancak Kur’an kelâmının başaracağı bir hârika olabilirdi. Bu kelâm hârikasından biz şunu öğreniyoruz: Hurâfecilik ve atalar yolunu körü körüne taklit; bir ilimsizlik, kitapsızlık, kanıtsızlık illetidir ki insanı kör ve sersem ederek ataların fosillerine, ete-kemiğe tutsak hale getirir.
Hurâfe-Ümniyye İlişkisi: Çoğulu “emânî” olan ümniyye kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de bir yerde tekil, beş yerde çoğul olmak üzere toplam 6 yerde geçmektedir. Fiil halinde kullanımı ise bunun iki katından fazladır. Kur’an bu kavramı, kitap kavramına karşı bir olumsuzluğu ifade için kullanmaktadır. Karşıtlık şöyle verilmektedir: “Kitabı bilmezler, sadece emânî bilirler...”2877 Ehl-i kitap dediğimiz yahûdi ve hıristiyanlarla müslüman kitlelerin emânîsinden şikâyet edilmekte, meselelerin bu emânîlerin hiçbirisiyle çözülemeyeceği belirtilmektedir. Çözüm; Kitap, ilim ve eylem ile olacaktır. 2878
Kitab’a, yani ilim ve delile karşı konmuş bulunan emânî, aslı-esası olmayan şey, yalan, sanı, ne dediğini anlamadan okumak anlamlarındaki ümniyye kelimesinin çoğuludur. Ümniyye, takdir etmek (ölçü tutturmak) anlamındaki meny kökünden türemiştir. Meny sözcüğündeki takdir, daha çok sanı, hayal ve kuruntuya dayanarak yapılan tahminler için kullanılır. Bu yüzdendir ki meny, genellikle gerçeğe dayanmayan hayalî tasavvurlar ve tasarımları ifade eder. Bu kökten gelen “temennâ” fiili, “yalan söyledi” anlamındadır. Buradan hareketle Mücâhid bin Cebr gibi bazı müfessirler, emânî kelimesini “yalanlar” diye açıklamışlardır.
Kur’an’ın “Kitab”a karşıt gösterdiği emânî, bizim hurâfe, anlamadan veya yanlış anlayarak okumak dediğimiz illetlerin ta kendisidir. Emânî hakkında bilgiler veren Râgıb, şöyle diyor: “Şeytan, peygamberlerin ümniyyelerine bir şeyler karıştırır” mealindeki âyet 2879 bünyesinde kullanılan ümniyye, okuyuş demektir. Kendini iyice vermeden okumak, bu tehlikeyi taşıdığındandır ki, Hz. Peygamber’e Kur’an okuyuşunda aceleden kaçınması emredilmiştir.” 2880
Şeytanın insanı saptırışının esası da ümniyyeye itmektir. Şeytan, tüm vaatlerinde ümniyye kullanır. Yani, insanı, anlamını bilmeden sırf üfürük olsun diye okumaya ve aslı-esası olmayan şeylere inanıp bel bağlamaya iter.2881 Daha ilginci, şeytan, insanoğlunu ümniyeler (hurâfeler, uydurmalar, anlamsız okuyuşlar) kullanarak saptıracağını Allah huzurunda açıkça beyan etmiştir: “Yemin olsun, onları ümniyyelere, (boş kuruntulara, hurâfelere, yalanlara) iteceğim...”2882 Zafer, mut2874]
37/Sâffât, 157
2875] 44/Duhân, 36; 45/Câsiye, 25
2876] 23/Mü’minûn, 24; 28/Kasas, 36
2877] 2/Bakara, 78
2878] 4/Nisâ, 123
2879] 22/Hacc, 52
2880] 20/Tâhâ, 114; 75/Kıyâme, 16
2881] bk. 4/Nisâ, 120
2882] 4/Nisâ, 119
- 774 -
KUR’AN KAVRAMLARI
luluk, ölümsüzlük bir emânî işi değildir; bir eylem ve üretim işidir. 2883
Cennete gidiş de din mensuplarının ürettikleri ve kendilerini öne çıkarmak için kullandıkları emânî sloganlarıyla değil; üretilen değerlerle olacaktır.2884 İnsanoğlunun yolunu vuran, başına bin türlü belâ açan da ümniyyelerdir. İnsan bu ümniyyelere aldanır, sapar ve iyi şeyler yapıyorum sana sana batıp gider. Bu batışın en kahırlısı, insanınn Allah ile aldatılmasıdır. Kur’an bu aldanışın altını özellikle çiziyor.2885 Bu gerçeği gösteren âyet, ümniyyelerle ayağına çalı dolandırılan kitlelerin, Allah’ı paravan yapanlarca aldatılıp perişan edileceğini de mûcize bir biçimde gösteriyor.
Kitap yerine, okuyup üfürme, asılsız gelenek ve kabullerin peşinden gitme, hurâfelere saplanma gibi olumsuzluklara kucak açanlar şeytanın vaatlerinden başka hiçbir şeyle ödüllendirilmeyeceklerdir. Böyle bir sonuçla karşılaşmamak için dini, hurâfelerden temizlemek kaçınılmazdır. Bunu yapmayanlar, kitabın yerine emânîyi (uydurma ve kuruntuları, anlamsız üfürükleri, hurâfeleri) geçirerek bunların işletilmesiyle saltanat sürenlere teslim olur, sahte tanrılara kul-köle haline gelirler. Bu bilgiler ışığında hurâfeyi şöyle bir tanıma kavuşturabiliriz: Hurâfe, sünnetullah (Allah’ın tabiattaki değişmez kanunlarına), vahye, ilme, akla ters düşen ve çoğunluğu ataların eski kabullerinden oluşan inançların, yaklaşımların, kabullerin, iddiâların, uygulamaların, tavırların ortak adıdır. 2886
Zan ve vehimlerle veya doğrudan doğruya cehâletin verdiği telkinlerle, atalardan miras alınan din anlayışının sorgulanmadan kabulüyle görülen hurâfe inançlar, ameller ve bunları savunanlar, dini hurâfeler yığını olarak takdim edenler maalesef hayli yaygındır. Cehâlet ve küfür devrinde görülen hurâfeler, her zaman diliminde de görülebileceği için Kur’an, “atalar yolu” olarak ifade ettiği bu taklitçiliği, ecdatperestliği şiddetli bir şekilde kınamış, şirk sebeplerinden biri olarak göstermiştir.
Sadece sokaklarda ve vitrinlerde değil, hayatın hemen her alanında ve en önemlisi gönüllerde çeşitli putların sergilendiği ve yerleştiği çevrelerde ve zaman diliminde artık hurâfelerin hakikat, hakikatlerin de hurâfe kabul edilir hale gelmesi sürpriz sayılmaz. Kur’an’ı, hadisi, İslâm’ı bilmediği halde yahûdi, hıristiyan, ateist ve müşriklerin bâtıl fikir ve hurâfeleri ile kafalarını ve kalplerini dolduran birtakım zavallılar, dinin gerçek hükümlerini efsâne ve bâtıl inanç kabul etmekte; bâtıl yorum, uydurma ve hurâfeleri ise hak zannetmektedirler.
Hurâfelerin tümü din açısından tehlikeli olmakla birlikte, itikadı ilgilendiren hususlar, şirke yol açmaları yönüyle en çirkinleridir. Aslında her hurâfenin, hatta bir ölçüde bid’atin kabul ve uygulanışı, İslâm itikadına zarar verir. Kur’an’da da tevhid dâvetine, sadece Allah’a ibâdet/kulluk çağrılarına itiraz edenlerin temel gerekçe olarak “atalarının yolu”nu göstermeleri, onların örf-âdet, gelenek ve göreneklerini, onlardan miras aldıkları inanç ve yaşayış biçimlerini alternatif olarak ileri sürmelerini bir ecdatperestlik, körü körüne taklitçilik kabul etmenin yanında, hakkın karşısında en önemli şeytanî gerekçe olarak görmekteyiz.
2883] bk. 4/Nisâ, 123
2884] bk. 2/Bakara, 111
2885] bk. 3/Fâtır, 5; 57/Hadîd, 14
2886] Geniş bilgi için bk. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, s. 37-47
ATALAR YOLU
- 775 -
Çokça Görülen Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar
Dünyanın öküzün boynuzunda durduğunu, hem de din adına iddiâ eden hurâfeciler hâlâ kaldı mı bilinmez ama, yıldıznâmeye (astroloji ve fallara) bakanlar ve baktıranlar, kahve içtikten sonra kapatıp fala bakarak bir şeyler uydurup söyleyenler ve onlara inananlar, baykuşun bir eve tüneyip ötüşünü, köpeğin uzun uzun ulumasını duyanların mahalle veya köyden bir kişinin öleceğini yorumlayıp buna inananlar, yılbaşı gelince noel baba olan, onun heykelini yapan, noeli kutlayan, hindi kesen, çam deviren ve benzeri hıristiyan taklitçiliğini çekinmeden işleyenlere hemen her zaman ve her yerde rastlamaktayız.
a- Ölüler ve Kabirlerle/Türbelerle İlgili Hurâfeler
Bu tehlikeli hurâfelerin içinde en yaygınları, türbe ve tekkelerde, yatır (ölü) ziyaretlerinde, ölü veya diri bazı kişilerin aşırı yüceltilip kutsallaştırılması, tanrılaştırılması, daha doğrusu putlaştırılmasında, bazı mubahların haram kabul edilmesinde, Kur’an’da emredilmediği ve Peygamber döneminde uygulanmadığı halde bazı yeni ibâdet şekillerinin kabulünde görüyoruz. Dinden olmadığı halde dinin içine katılan her türlü ilâveler, yama ve sentezler, bâtıl âdet ve sapık yorumlar, hurâfe ve bid’at kavramıyla ilgili cinâyetlerdir.
Daha çok kadınlar ve hastaların rağbet ettiği türbeler çevresinde kümelenen hurâfelerin başında, türbelere adak adamak, pencere demirlerine ve yakınındaki bir ağaca çaput bağlamak, türbe içinde veya çevresinde mum yakmak gelmektedir. Bunlar üzerinde kısaca duralım:
Türbelere adak: Adak ya da dinî ifadeyle nezir; Allah rızâsı için, insanın kendi kendini herhangi bir şarta bağlı olarak veya mutlak şekilde mubah olan bir konuda borçlandırmasıdır. Adak yerine getirilmediği müddetçe, adayan borçlu kalır. Adak, Allah’tan başkası adına adanamaz. Adanırsa adak olmaz. Adayan da şirk koşmuş olur. Ayrıca, iyice bilinmesi gerekli bir husus da adağın hiçbir şeyi değiştiremeyeceği, kaderi zorlayamaycağıdır. Kimse yapacağı vaatlerle -hâşâ- Allah Teâlâ’nın ezelî takdirini değiştirebileceğini sanmamalıdır. Peygamber Efendimiz konuyu şöyle dile getirmiştir: “Nezir (adak) hiçbir şeyi (şerri ve zararı) def etmez. Ancak nezir sebebiyle cimriden mal çıkarılmış olur.” 2887 Başka bir hadis-i şerif de şöyledir: “Kim, Allah’a itaati gerektiren bir hayır ve ibâdet adarsa, adağını yerine getirsin. Kim de Allah’a karşı günah işlemeyi gerektiren şer bir iş nezrederse, Allah’a âsi olmasın, adağını yerine getirmesin.” 2888
Allah’a karşı isyan olan bir adağın yerine getirilmesi, adanmasından daha büyük bir vebaldir. Allah’tan başkaları için adanan adaklar da yerine getirilmemesi gerekli nezirler cümlesindendir. O halde “falan türbeye bir koç adadım” diye söylenip gezenler ne yapmak istediklerini anlamalıdırlar. Bu sözden maksatları “adadığımı falan türbe civarında Allah için keseceğim” demek midir? Yoksa, “o türbede yatana adadım” mı demek istemektedirler? İkincisi ise, bu bir şirk koşmadır, terkedilmesi kesinlikle lâzımdır. Bir ölü için, yatır için kurban kesilmesi, ona adak adanması şirktir/küfürdür. Oralarda kurban adıyla hayvan kesenlerin hemen hepsi böyle bir şirk içine düşmektedir. Bunlar, besmeleyle de kesseler, kestikleri murdardır, yenilmez. Birincisi ise; câhilleri yanıltmamak ve hurâfeci duruma düşmemek için ve yer kaydı da adakta önemli olmadığından
2887] Buhârî, Kader 6
2888] Buhârî, Eymân 28
- 776 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dolayı, türbe çevresinde değil de istediği başka bir yerde Allah için adağını yerine getirmeli, hayvanını hurâfelere karıştırmadan kesmelidir.
Ölülere Yalvarıp Duâ Etmek: Yatırlardan bir şeyler beklemek, hastalığına şifa, derdine devâ, bahtına açıklık, kısırlığına çözüm... için ölüden yardım ve imdat beklemek; tümüyle şirk olan hurâfe ve bâtıl inanıştır. Bunları bir müslüman yapamaz.
Çaput Bağlamak: Mezar taşı, türbe ve tekke penceresine veya o civardaki ağaçlara düğümler, çaputlar bağlamak eski Türk câhiliyesinden devralınan hurâfe ve putperest özelliklerindendir. Türkler, müslüman olmadan önce sahip oldukları türbelere ve kutlu saydıkları ağaç ve çalılara paçavra bağlamak ve mezarlarda mum yakmak gibi câhiliyye âdetlerini, İslâm’ı kabul etmeleriyle birlikte yeni dinlerine katmışlar, hâlâ da bu hurâfe ve bâtıl inanışları terkedememişlerdir.
Mum Yakmak: Türbe, mezar, tekke vb. yerlere mum yakma âdeti, eski câhiliyye çağından kalma âdetlerindendir. Arkeologların çoğu bu âdetin en ilkel ateş kültü ile ilgili olduğuna kanidirler. Yani “ateşe tapınmak”tan kalma bir âdet olduğu söylenilmektedir. Eski çağlarda yalnız “aziz” sayılanların değil; başka ölülerin de mezarlarında yahut öldükleri yerde mum veya ateş yakmak bir nevi kurban sayılırdı. “Türbelerde kandil (mum) yakmak âdeti, Fenikelilerden intikal etmiş bir an’anedir. Fenikeliler Sur şehrinin koruyucusu ve tanrısı olan Melkâres’in heykeli önünde devamlı kandil (mum) yakarlardı.” 2889
Hıristiyanlıktan önceki Helenler ve Romalılar’ın da mezarlarında ve mezar taşları üzerinde meş’aleler yaktıkları bilinmektedir. Bunlar Hıristiyan olduktan sonra da bu âdetlerini bırakmamışlardır. Bu Paganizm kalıntısı âdet, daha sonraları hıristiyan din adamları tarafından kitaba uydurulup mum yakma şeklinde dinî âyinlere sokulmuştur. Hıristiyan din adamlarının izahlarına göre güya bu âdet, ilk hıristiyanların karanlık mağara ve Katakomplarda gizlice ibâdet ettikleri zaman yaktıkları mum ve meş’alelerin hâtırası imiş.2890 İslâm’da câmi duvarına, kabir taşına, mezar taşına, türbelere, yatırlara mum yakılır diye bir davranış kesinlikle yoktur. Bunlar Türklere de hıristiyanlar aracılığıyla müşrik ve mecûsilerden geçmiştir.
Kabir başına, mezar taşına mum yakan kişi, oradaki yatırla kendini bütünleşmiş, ondan bir parça olmuş gibi kabul ediyor ki, bu büyük bir hatadır ve şirktir. İslâm’a göre insan, ancak Allah’a ilticâ eder ve O’na sığınır. O’nun dışındaki varlıklardan medet ummak tevhide ters düşen büyük bir yanlıştır. Bu itibarla kabirlerde mum yakma âdeti, bâtıl bir inanç ve hurâfedir. Ayrıca, halk arasında yaygın olan bir yanlış inanç da, cenâze çıkan odada 40 gün ışık yakılmasıdır. Güya ölü çıkan odada 40 gün ışık yakılırsa, ölünün ruhu geldiği zaman karanlıkta kalmaz, evini ve odasını daha çabuk bulurmuş.
Malı israf etmek, başka ümmetlere benzemek gibi iki haramı birden işleten bu tür hurâfelerden kesinlikle uzak bulunmak gerekir. Tevhidi gölgeleyici, müslümanları tevhid inancından şirke sevkedici bu çirkin putperest âdetlerinden medet umanlar, putlardan fayda bekleyenler gibi kendilerini aldatmaktan ve
2889] Hurâfâttan Hakikate, M. Şemsettin Günaltay, s. 298
2890] Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, s. 43
ATALAR YOLU
- 777 -
etrafa, özellikle yeni yetişenlere kötü örnek olmaktan başka hiçbir iş yapmış olmazlar. Bu da vebal olarak onlara yeter de artar bile.
Mum yakarak, çaput bağlayarak, ölülere adaklar adayarak, murâdına nâil olacağını, hastalığından veya dertlerinden kurtulacağını, bahtının açılacağını, çocuk doğuracağını sananlar ve yeri geldiğinde de müslümanlığı kimselere bırakmayanlar, inandıklarını iddiâ ettikleri İslâm’a, Kur’an ve sünnete ne kadar ters düşmüşlerdir! “Yalnız Sana ibâdet eder, yalnız Senden yardım dileriz.” 2891 âyetini kıldığı namazın her rek’atında okuyanların, “gazaba uğramış ve sapıkların yoluna tâbi olmaktan”2892 Allah’a sığınanların, verdikleri bu söze ve yaptıkları duâya sâdık kalmalarından daha doğal ne olabilir?
Merhum Mehmed Âkif’in;
“Hurâfeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar,
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar!”
mısralarıyla çizdiği yakışıksız görünümden uzaklaşmaya, İslâm’ın sadeliğinde dinî kişiliği ve sadece Hakka kulluk yapan izzeti bulmaya çalışmalıdır. Çünkü kurtuluşa giden doğru yolun, böylesi hurâfelere tahammülü yoktur.
Cenâzeye Çelenk Götürmek ve Yeşil Düşmanlığı: İslâm hayat dinidir. Her şeyde canlılık ister. Bu sebeple de hayat sembolü olan yeşili, yeşilliği korur, geliştirilmesini teşvik eder. Rahmete, berekete, sıhhate ve çevre sağlığına yararlı ve yeşilliğin (her çeşit ot, bitki ve ağaçların) Allah’ı kendi halleriyle zikredip ibâdet ettiklerini kabul eder. Ne var ki, her güzel ve doğrunun düşmanı olan hurâfe ve bâtıl inanışlar, kör taklitçilik, amacı bilinmeden başka milletlerden devşirilen, kapılardan gümrüksüz geçirilen câhiliyye âdetleri yeşilin ve yeşilliğin de düşmanıdırlar.
İslâm ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan “hıdırellezde yeşil çiğnemek gerek” düşüncesi ve uygulaması, yılbaşı kutlamaları dolayısıyla çam kesmeler, vitrin süslemeler, bayramlarda mezarlara yeşil çalı götürmeler, kabirlere çiçek bırakmalar, büyük kentlerde salgın hale gelen cenâzeleri çelenklerle uğurlamalar gibi bir sürü uygulama, bize yabancı, zararlı ve başka milletlere benzeme girişimleri olarak sosyal ve dinî bünyeyi kemirip durmaktadırlar. Ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili hurâfe ve bâtıl inanışlar, gün geçtikçe artmaktadır. Oysa çok dikkatli davranılması gerekli hayat olayı, ölüm ve sonrası ile ilgili muâmelelerdir. Ne ses, ne gürültü, ne bando, ne top arabası, hatta ne slogan... Sadece acele fakat telaşsız, üzgün fakat vakur, hayat kadar ölüme de râzı bir havada, duâlarla ve sürekli ölümü düşünerek ölü için duâ makamında kılınacak cenâze namazı ve yapılacak mütevâzi bir merâsim, ölene karşı son görevin yerine getirilmesi için kâfidir. Ötesi bir yığın hurâfe ve günahtır, israf ve yorgunluktur, cenâzeyi de rahatsız, huzursuz etmektir.
Bilinmelidir ki, cenâzeyi çelenklerle uğurlamak hıristiyan âdetidir. Çelenk, aslında hıristiyanların kutsal kabul ettiği haç taşıma aracıdır. Haçı çıplak taşımamak için onu çiçeklerle süslemekte ve öylece mezara kadar götürmekteler. Peki, bir müslüman, bu çelenk hurâfesiyle mezara ne götürmekte veya
2891] 1/Fâtiha, 5
2892] 1/Fâtiha, 7
- 778 -
KUR’AN KAVRAMLARI
göndermektedir? Hıristiyanın haçını mı, yoksa çiçek buketleri arasına sıkışmış, üzüntülerle harmanlanmış hurâfeleri mi? Yapmadığı duâları mı? Çelenk için, cenâze için çiçeği koparmak, onu zikirden/ibâdetten ve insanlara güzellikler veren özelliklerden mahrum etmektir. Ayrıca israftır, bu paralarla fakirlere sadakalar verilse daha iyi olmaz mı?
Dinimiz, kabir üzerine yığılmış kurumaya mahkûm çelenk ve çalı değil; büyümeye ve yeşil kalmaya lâyık fidanlar, çiçekler dikilmesinden yanadır. Peygamberimiz bizzat buna örnek vermişler, iki kabrin üzerine hurma fidanı dikerek, “bunlar yeşil kaldıkça, içeridekiler için rahmet vesilesi olmaları umulur” buyurmuşlardır. O halde ne yapılması gerektiğine dikkat edilmelidir? Allah’ı râzı etmek, cenâzeye rahmet vesilesi olmak veya hıristiyanları körü körüne taklit edip hurâfeyi çağdaşlık sanarak çeşitli zararları seçmek. Kararı inançlar belirleyecektir.
Bir de kurban olarak horoz adamak veya kesmek var ki, horozdan kurban olsa olsa, böyle sahte tanrılara olur dedirtiyor insana. Yine, yatırların yanlarına konulan tuz ve şekerlerden medet ummak, onları şifalı kabul edip almak veya dağıtmak, istismarcıların ekmeğine yağ süren hurâfelerdendir. Oraların toprağını kutsal kabul edip beraberinde götürmek, kabirlerin etrafında tavaf etmek... Bütün bunlar şirk unsuru olan hurâfelerdir.
b- Günlerle İlgili Hurâfeler
İki Bayram Arası Nikâh Kıyılmaz mı? Anadolunun birçok yöresinde hâlâ yaşatılmakta olan bir yanlış anlayış da “iki bayram arasında nikâh kıyılmaz” görüşüdür. Nereden çıktığı bilinemeyen bu asılsız sözün, toplumda giderek etkisini kaybetmesine rağmen, tamamen unutulmamış olması ve zaman zaman ortaya atılması, hurâfelerin yaygınlığı açısından düşündürücüdür.
Bilindiği gibi dinimize göre nikâh, ibâdet ve muâmele sıfatlarına sahip, şaka götürmeyen bir icraattır. Dinimizde “ruhbanlık” olmadığı için evlenmek teşvik ve evlenmemekten hayırlı kabul edilmiştir. Hatta ibâdet edebilmek için evlenmeme düşüncesine kapılanlar bizzat Peygamber Efendimiz tarafından uyarılmış, “Benim sünnetimi terkeden Benden değildir!” diye çok ciddî şekilde tehdit edilmişlerdir. Nikâhın şartları arasında “iki bayram arasında olmaması” gibi bir kayıt bulmak mümkün değildir. Dinimizde herhangi bir hüküm koyabilmek için bunun Kitab’dan veya Sünnet’ten bir delilinin olması gerekmektedir. Bu kaynaklardan delil bulunmayan bir görüş hakkında söylenecek sözler mesnetsiz, asılsız, uydurma olmaktan öte gidemez ve dinî açıdan en küçük bir değer taşımaz. Herhangi bir konunun haram/yasak olduğunu tesbit etmek için bu delillere ihtiyaç vardır. Kafadan atmakla bir helâl haram olmaz.
“İki bayram arası nikâh kıyılmaz” uydurması; delilsiz bir söz olmanın ötesinde bizzat Hz. Peygamber’in hareketiyle reddedilmiş bir görüştür de. Çünkü Hz. Peygamber’in Hz. Âişe ile evlenmesi Ramazan ayını tâkip eden Şevval ayı içinde gerçekleşmiştir. Yani iki bayram arasında meydana gelmiştir. Hem bir düşünelim: İki bayram arası olmayan gün var mı ki?! Ramazan Bayramı ile Kurban Bayramı arasında iki ay on günlük bir zaman varsa, Kurban Bayramı ile gelecek yılın Ramazan Bayramı arasında da kamerî yıl 354 gün olduğuna göre yaklaşık dokuz ay on gün vardır. Biri 2 ay 10 gün olduğu için “iki bayram arası” kabul edilirken; ötekisi 9 ay 10 gün olduğu için mi “iki bayram arası” kabul edilmez? Tabii bunun anlaşılır ve mantıklı bir tarafı yoktur.
ATALAR YOLU
- 779 -
Fıkıh kitaplarında nikâhın ibâdet niteliği dolayısıyla mescidlerde ve Cuma günü kıyılmasının güzel görüldüğü yani “müstahap” olduğu kaydedilmiştir. Bunun ötesinde zaman açısından herhangi bir kayda rastlamak mümkün değildir. O halde insanımız bu tür asılsız söylentilere iltifat etmemeli, nikâhın ne zaman kıyıldığına değil; hangi şartlarla kıyıldığına ve kurulan yeni yuvanın dinî açıdan aranılan şartlara sahip olup olmadığına dikkat etmelidirler. Çünkü “Allah’ın emri, Hz. Peygamber’in sünneti” üzere sözleriyle başlatılan evlilik hayatına başlama için uygulama ve törenlerin ve devamının da Allah’ın emri, Hz. Peygamber’in sünneti üzere olması gereklidir.
Salı Yola Çıkılmaz, Cuma İş Yapılmaz mı? Özellikle hanımlar arasında çok yaygın olan iki yanlıştan biri, “Salı günü bir işe başlanmaz, çamaşır yıkanmaz, yola çıkılmaz” anlayışı; ötekisi ise, kadınların Cuma günü iş yapmalarının doğru olmadığı inanışıdır. Tabii, her iki yanlışın/hurâfenin de dinî ve ma’kul bir gerekçesi yoktur. Bâtılın bâtıl/yanlış olmaktan başka gerekçesi olur mu?
Dinimizde haftanın günleri ile ilgili olarak, “şu yapılmaz, bu yapılır” şeklinde bir ayrım bulunmamaktadır. Zaman, sahne olduğu eylemlere göre kıymet kazanır veya tehlike arzeder. Salı günü ile ilgili söylentilerin asılsızlığı müslümanlar açısından İstanbul’un 29 Mayıs 1453 Salı günü fethedilmiş olması ile ortaya konmuş bulunmaktadır. Bu fetihden fevkalâde üzüntü duyan hıristiyanlar; İstanbul’u kaybettikleri gün olduğu için Salı gününü kendileri açısından uğursuz saymış, yas günü ilan etmiş ve bir süre o gün herhangi bir iş yapmamış olabilirler. Zamanla, onların bu -kendileri açısından- bir ölçüde haklı görülebilecek kanaat ve uygulamaları, işin farkında ve bilincinde olmayan hurâfeye düşkün müslüman halk arasına girmiş ve yerleşmiştir. Sonra da müslümanlığa ait bir görüş ve esasmış gibi yayılıp gitmiştir.
Yine, 13 sayısının hıristiyan Batılı halka göre uğursuzluğu da, fethin 1453 yılında gerçekleşmesi dolayısıyla olduğu şeklinde izah edilir. 1453 sayısının rakamları tek tek toplandığı zaman 13 sayısı çıkar; tabii bundan da önemlisi Batılılar açısından da rahmet olduğu halde, kendi sapık yollarının yanlışlığının isbat edildiği dönemin başlangıcı olan Peygamberimiz’in doğum yılı milâdî 571 yılının rakamları da toplandığı zaman 13 sayısı ortaya çıkmaktadır. Bu sebeplerle 13 sayısı hıristiyan Batılı halklar tarafından eskiden beri uğursuz sayılmıştır. Peki, müslümanlara ne oluyor da bu tür gün ve tarihleri uğursuz sayıyorlar?
Cuma günü kadınların iş yapmamasına gelince, bu da anlaşılması güç bir tutum ve bâtıl inanıştır. Zira Cuma günü, iç ezan dediğimiz câmi içinde okunan ezandan, Cuma namazının farzını kılıncaya kadar geçecek süre içinde işi, alış verişi terketmek bir vecîbedir, Kur’an emridir.2893 Ama tabii, Cuma namazıyla mükellef olan müslüman erkekler için. Kadınların Cuma namazı kılmak gibi bir mükellefiyetleri olmadığından işi bırakmak zorunlulukları da yoktur. Zaten erkekler de Cuma namazının farzı bittikten sonra işlerinin başına ve ticarete dönebileceklerdir. Konu ile ilgili âyetlerin mealini görelim: “Ey iman edenler, Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman, Allah’ı anmaya koşun ve alış-verişi (işi-gücü) bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutfundan (nasibinizi) arayın. Allah’ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa
2893] 62/Cum’a, 9
- 780 -
KUR’AN KAVRAMLARI
erersiniz.” 2894 Evet, tekrar belirtelim ki, bu âyetlerin muhâtabı, genelde mükelleflik çağında bulunan, özelde Cuma namazının edâ şartlarına sahip olan müslüman erkeklerdir, kadınlar değil. Öte yandan, Cuma günü kadınların iş yapmayı doğru bulmamaları, Cuma gününün hafta tatili olduğu günlerden kalma mânâ ve mâhiyet değiştirmiş bir uzantısı gibi değerlendirilebilir. Şöyle ki:
Kur’an o günü tatil günü kabul etmemesine, namaz saati dışında iş günü olduğunu ilan etmesine rağmen, müslümanlar ibâdetlerini daha rahat icrâ etsin diye, uygulama olarak Cuma günü Osmanlılarda ve günümüzdeki çokça müslümanların yaşadığı hemen her yerde tatil kabul edilmiştir. O yüzden evin erkeği genellikle evdedir. Cuma namazına gidecektir. Onu rahatsız etmemek ve özel hizmetlerinde bulunmak için genel temizlik ve çamaşır gibi işlerin yapılması belki uygun bulunmamıştır. Bu yüzden böyle bir gelenek yerleşmiş olmalıdır. Hafta tatilinin değiştirilmesinden sonra bu anlayış ve uygulamanın, Cuma gününün, gün olarak kendisine ait bir nitelikten ileri geldiği sanılmış ve böylece de bugünkü yanılgıya ve yanlışa düşülmüş olabilir. Ve bu anlayışın, yahûdilerin Cumartesi günü iş yapma yasağının müslümanların mübârek kabul ettiği Cuma gününe aktarılması gibi bir yahûdi taklitçiliğinden kaynaklandığı da düşünülebilir.
Kaynağı ne olursa olsun, Salı ve Cuma günleri hakkında hanımlar arasında dolaşıp duran bu ve benzeri sözlerin İslâmî bir ölçüyü ifade etmediği, hurâfe ve bâtıl inanış olduğu ortadadır.
c- Gaybdan Haber Vermeye Bağlı Hurâfeler
Gaybı Bilmek Mümkün mü? Yüce Yaratıcı’nın biz insanlara verdiği akıl, duyular ve benzeri öğrenme vâsıtaları ile hakkında kesin veya zannî bilgi edinebildiğimiz şeylerin tümüne “şehâdet âlemi” denir. İnsanın, bu kendine ait vâsıtalarla hakkında bilgi edinemeyeceği Allah, cennet, cehennem, yarın başına neyin geleceği, kıyâmetin ne zaman kopacağı gibi konuların hepsine de insan açısından “gayb âlemi” denir.
Eskiden beri gayb âlemi, insanoğlunun merakını çekmiştir. Bu âlem hakkında bilgi edinmek istemiştir. Tabii bu merak ve istek; gaybdan/gâipten haber verdiğini söyleyen kâhinler, arraflar, falcılar, müneccimler, cinciler tarafından istismar edildiği gibi günümüzde de bunlara ek olarak medyumlar, astrloglar, ruh çağıranlar tarafından kötüye kullanılmaktadır. Hurâfelerin, bâtıl inanışların toplumda yaygınlaşmasına ve bazı kişilerin asla kendilerinde bulunmayan birtakım üstün niteliklere sahip kabul edilmesine ve böylece menfaat sağlamasına yol açan “gaybı bildiği ve haber verdiği” yalanına ve çeşitli şekillerine dikkat çekmeden önce, meselenin dinimiz açısından nasıl ele alındığını açıklayalım:
İslâm’a göre gayb’ı sadece Allah bilir. “De ki: Göklerde ve yerde gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur.”2895 Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını insanlara duyurmak için içlerinden seçtiği peygamberler bile gaybı bilemezler. Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber Efendimize hitâben şöyle buyrulmakta ve durum bize açıklanmaktadır: “De ki: ‘Size Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.” 2896; “De ki: ‘Ben,
2894] 62/Cum’a, 9-10
2895] 27/Neml, 65
2896] 6/En’âm, 50
ATALAR YOLU
- 781 -
Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır/iyilik yapardım ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı. Ben sadece iman eden bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim.” 2897
“O bütün gaybı bilir. Gaybına/sırlarına kimseyi muttalî kılmaz. Ancak (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar.”2898 Bu âyetlerde de Allah Teâlâ’nın ancak dilediği peygamberleri gaybdan dilediği bilgiye muttalî kıldığı belirtilmektedir. O halde Allah’tan bir bildirme olmadığı sürece gaybı kimsenin bilmesi ve haber vermesi mümkün değildir. Allah da bu bilgiyi sadece peygamberlerine bildirdiğine ve Hz. Muhammed’den (s.a.s.) sonra da peygamber gelmeyeceğine göre, ortalıkta gaybdan haber verdiğini söyleyip gezenlerin açık birer yalancı oldukları anlaşılmış olmaktadır. Her akıllı kişi kabul eder ki, hakikat, yalancıdan öğrenilmez. Ve gerçekler hiçbir zaman bu zavallıların hevâ ve heveslerine tâbi olmaz, onlar dedi diye İlâhî takdir değişmez. “Eğer gerçek, onların heveslerine uysaydı gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi.” 2899
Hidâyet rehberimiz olan Peygamberimiz, gaybdan haber vermeye kalkışan kişilere inanmanın tehlikesine şöyle işaret buyurmaktadır: “Gayb habercisine (kâhin, arraf, falcı...) gidip onun dediğini doğrulayan kişi, Muhammed’e gönderileni (Kur’an’ı) inkâr etmiş olur.” 2900
Falcılık ve Fala Baktırmak: Fal ve falcılık; gaybdan haber verme, gelecek hakkında önceden fikir beyan etme temeline dayanmaktadır. Tarihin her devrinde, her toplumda istikbali öğrenme teşebbüslerine, bunun çeşitli şekillerine ve değişik araçlarına rastlanmaktadır. Câhiliyye Araplarında “ezlâm” denen fal okları, remiller, günümüzde yıldız, burç, kahve, bakla, iskambil kâğıdı, suya bakma, kitap açma vs. falcılığın şekil ve malzemesinin bir kısmıdır. Ayrıca çağdaş câhiliyyede falcılık, medya aracılığıyla modern insanın günlük hayatına da girmiş bulunmaktadır. Günlük fallar yanında, gazetelerin yıl başlarında, senelik fallar yayınlamaları, faldaki yalanın boyutlarını oldukça genişletmiştir.
Hurâfe ve bâtıl inanışların hepsine birden savaş açmış bulunan İslâm, bütün çeşitleriyle falcılığı yasaklamıştır. “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), ezlâm/fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.”2901 Bu âyet, fal oklarının şeytanın pis işlerinden olduğunu, kötülükte şarap içmeye, kumar oynamaya ve putlara tapmaya denk bir cürüm sayıldığını, kurtuluş için bunlardan uzak durulması gerektiğini çok açık bir şekilde bildirmektedir. Bir başka âyette de: “... Ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı.”2902 buyurulmuştur. Öte yandan “... Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını (başına neler geleceğini) bilemez. Yine hiçbir kimse nerede öleceğini de bilemez.”2903 buyurulmakta, gelecekten haber vermeye kalkışmaktan ibâret olan falcılığın İslâm’da
2897] 7/A’râf, 188
2898] 72/Cin, 26-27
2899] 23/Mü’minûn, 71
2900] Tirmizî, Tahâre 122
2901] 6/En’âm, 90
2902] 6/Mâide, 3
2903] 31/Lokman, 34
- 782 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yeri olmadığı belirtilmektedir. Peygamber Efendimiz de falcılıktan elde edilecek kazançtan mü’minleri nehyetmiştir. 2904
O halde fala bakmak, falcılık yapmak, fala inanmak, faldan kazanç temin etmek hiçbir sûrette müslümana yakışmayan hareketlerdir. Özellikle hanımların bu konuya daha bir dikkat etmeleri, böyle boş ve haram şeylerle kendilerini aldatmamaları gerekmektedir. Falcılar bir şey biliyorlarsa, önce kendilerini kötülüklerden korusunlar. Unutmayalım ki, aldatmak hâinlik, aldanmak da ahmaklıktır. Bir sürü yalan ve tahmin içinde birkaç tanesinin mevcut duruma, ya da ileride olacaklara uygun düşmesi, falcıların gaybı bilmesi anlamına gelmediği gibi, onlara inanıp İslâm’ın temiz inanç esaslarından vazgeçmeye, âyet ve hadislere ters düşmeye değmez. Kim böyle bir değişmeye rızâ gösterirse, dünyanın ve âhiretin büyük zararına uğramış demektir.
Ruh Çağırma: Son zamanlarda özellikle sosyete arasında yaygınlaşmış olan modern kâhinlik veya çağdaş cincilik diyebileceğimiz bir uygulama vardır: Ruh çağırma. Ruh çağırma seanslarında, eğer sahtekârlık, teknik hileler yoksa, madde ötesi bir varlıkla ilgi kurulduğu bilinmektedir. Ancak bu madde ötesi varlığın ruh olup olmadığı, söylediklerinin gerçeği yansıtıp yansıtmadığı ciddi şekilde üzerinde durulması gerekli bir konudur.
Beden kafesinden ayrılan ruhlar, berzah âleminde toplanırlar. Orada dünyadakine benzer birtakım faâliyetlerde bulunma, bazı noksanları telâfi etme imkânları yoktur. Artık amel safhası bitmiş, hesaplaşma için bekleme dönemi başlamıştır. Peygamberimiz kabir hayatını tarif ederken, onun iki durumda olabileceğini, ölenlerin bu iki durumda bulunacağını belirtimiştir: “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.”2905 Şimdi düşünmek gerekir; cennet hayatı lezzeti içindeki bir ruh, dünya ile, dünyadakilerle o güzel hayatı terkederek niçin meşgul olsun? Yine cehennem azâbı içinde kıvranan bir ruh da nasıl dünyadakilerin dâvetlerine icâbet edebilecektir? Ona bu izni kim verecektir?
Dolayısıyla ruhların, insanlarla ve dünyadiklerle haşir-neşir oldukları, ölmemiş gibi birtakım işler yaptıkları iddiâsına dayanan ruh çağırma girişimleri, ruhların durumuyla ilgili bu olaylara ters düşmektedir. Ruh çağırma iddiâsında bulunanların iddiâları geçersiz ve tutarsızdır, delilden yoksundur. Eğer ruhların dünyaya dönüp dünyadakiler gibi birtakım faâliyetlere katılma imkân ve şansları olsaydı, herhalde ruh çağırma seanslarıyla meşgul olmaktan çok daha önemli işleri olurdu. Nitekim bir âyet-i kerimeden bir kısım ruhların ne yapmayı arzu edeceklerine dair bilgi bulmaktayız: “Onlar (günahkârlar) orada, ‘Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımız amelden başkasını (daha iyisini) yapalım’ diye bağrışırlar.” Bu arzuya verilen cevap da âyette açıklanmakta, şöyle denilmektedir: “Öğüt alacak insanın öğüt alabileceği kadar bir zaman sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın (o azâbı). Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.”2906 Ruhların dünyaya dönüp dünyalılar gibi birtakım faâliyetlerde bulunamayacakları bir başka âyette şu şekilde belirtilmektedir: “Onlardan birine ölüm gelince; ‘Rabbim, beni geri çevir, belki yapmayıp (noksan) bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim’ der. Hayır; bu kendi sözüdür.
2904] Buhârî, Büyû’ 25, 113; Müslim, Müsâkât 40
2905] Tirmizî, Kıyâme 26
2906] 35/Fâtır, 37
ATALAR YOLU
- 783 -
Tekrar diriltilecekleri güne kadar aralarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir engel vardır.”2907 Medyumlara cevap verdiği söylenen ruhlar, bu engeli aşmayı beceren birtakım gözü açıklar mı dersiniz? İlâhî sınırları, Allah’ın beyanını, beşerî sınırlar ve insanın sözlerine benzetebilen câhiller/kâfirler ancak bunun böyle olabileceğini düşünebilirler ve tabii aldanırlar.
Denilebilir ki; “iyi ama, ruh çağırma seanslarına gelen, hatta içecek sigara bile isteyen görünmez varlıklar var. Peki bunlar ne? Verdikleri birtakım geçmiş olaylara uygun bilgiler var, bunlara ne diyeceğiz?” Ruh çağırma seanslarına mesajlar getiren madde ötesi varlıkların, gerçekten çağrılan ruhlar olmadığı, olamayacağı kesindir. Huddamcılık/cincilik/cin çağırma faâliyetleri ve bu esnâda edinilen bilgiler ve bunların açıkça cinler yoluyla elde edildiği eskiden beri bilinen ve hâlen de devam eden bir uygulamadır. Sosyete çevrelerinin buna “ruh çağırma” ismini takması, hiçbir şeyi değiştirmez. Bu, sadece modern cinciliktir o kadar.
Cinlerin varlığı Kur’an’la sâbittir ve cinler gaybı bilmezler 2908. Bununla beraber cinlerin insanlardan farklı bazı bilgilere sahip olabileceklerini, özellikle de ruh çağırma seanslarında kendisiyle görüşülmek istenen kişinin geçmiş hayatına dair birtakım bilgileri bilmelerinin onlar için mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Şunun ya da bunun ruhu olarak seanslara gelenlerin, sorulan soruların bir kısmına doğru cevap vermeleri, kendilerinin her söylediklerinin doğru olması için yeter sebep değildir. Cinlerin ömürlerinin uzun, niteliklerinin bizden çok farklı olması, kısa zamanda uzun mesafeleri dolaşabilmeleri sebebiyle insanlardan farklı bilgileri bulunmaktadır. Onların bizim bilmediğimiz bazı konularda bazı şeyler söylemeleri gaybı bildiklerini göstermez; onların bilgileri de çoğu kez noksan ve kasıtlı olarak yanlışla karıştırılmıştır. İnsanları yanıltmaya yöneliktir. Müslümanlar maddeye olduğu kadar melek, şeytan, cin gibi madde üstü varlıklara da inanırlar. Ancak bu inançların Kitap ve Sünnette yer alan bilgilere uygun olması gereklidir. Onların verdiği bilgilere bazı vehimler, zanlar karıştırılmasına müsaade edilmemelidir. Çünkü zan ve vehim hiçbir zaman ilim değildir. İman da en kesin ilme dayanmak zorundadır. O halde asılsız birtakım söylentilerin, aldatmacaların peşinde imanı süründürmenin anlamı yoktur.
Taş Yapıştırmak: Gaybdan haber almak ve gelecek konusunda bilgi sahibi olmak merakının en garip ve akıl almaz tezâhürlerinden biri de daha çok kadınların ilgi gösterdikleri taşa taş yapıştırma hurâfesidir. Bu da niceleri gibi türbeler çevresinde uygulanmaktadır. Genellikle türbe içinde veya yakınındaki herhangi bir taş veya duvar bu iş için kullanılmaktadır.
Taş yapıştırma hurâfesinde dikkat çeken husus; o türbedeki zat aracılığı ile tutulan niyetin Allah katında kabul görüp görmediğinin öğrenileceği zannı, hatta dileklerin bizzat türbede bulunandan dilendiğine inanılmasıdır. Bazen de taş yapıştırılan taşta/duvarda bir kutsiyet vehmedilmesinin bu eyleme vesile kılındığı görülür. Tabii bütün bunlar, putperestlik, yani kutsiyet izâfe ederek putlara tapınma sapıklığının bir uzantısı olmaktadır. İslâm’ın en ciddi mücâdele hedeflerinden birincisi olan putperestlik kalıntılarının, çağdaş müslümanın hayatında uygulama imkânı bulması ne kadar ters bir durumdur. Hz. Peygamber’in
2907] 23/Mü’minûn, 99-100
2908] 34/Sebe’, 14
- 784 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vefâtından sonra İslâm’dan ayrılan mürtedlerle en amansız mücâdeleyi/savaşı Hz. Ebu Bekir vermiştir. Bu yüzden çağdaş irtidat olaylarına İslâm mütefekkirleri “Ebu Bekir’i olmayan irtidat” demektedirler. Hz. Ömer de bid’at, hurâfe ve bâtıl inanışlara karşı pek büyük bir hassâsiyet içinde olmuştur. Bu yüzden çağdaş hurâfe ve bâtıl inanışlara da “Ömer’i olmayan hurâfeler” denilebilir.
Taş yapıştırmakla geleceği hakkında bilgi edindiğini, dileğinin kabul edilip edilmediğini öğrendiğini sanan câhillere Buhârî ve Müslim gibi sahih hadis kitaplarında, kendisinden nakledilen bir hadiste gördüğümüz Hz. Ömer’in şu tavrını hatırlatmakta büyük fayda olabilir: Hz. Ömer, bir haccında Haceru’l-Esved’e yaklaşıp öpmüş ve sonra kulaklara küpe şu sözleri söylemiştir: “Çok iyi biliyorum ki sen zararı ve faydası olmayan sade bir taş parçasısın! Eğer Rasûlullah’ın seni öptüğünü görmeseydim asla seni öpmezdim!”
Nerede ve ne şekilde olursa olsun herhangi bir taşa şu ya da bu şekilde taş yapıştırmakla tutulan niyetin gerçekleşeceğine inanmak gibi bir sapıklıktan vazgeçilmesi ve böyle hurâfelerle sevinen veya yerinenlerin ikaz edilmesi, akıl ve İslâm çizgisine gelmelerinin öğütlenmesi Tevhide hizmet noktasından önem arzetmektedir. “Allah bize kâfidir ve O, ne güzel vekîldir.” 2909
Uğursuzluk Var mıdır? Hurâfe ve bâtıl inanışların, yanlış kabullerin, doğrudan kaçışların cirit attığı tevhid bilincinden mahrum bir toplumda bazı şeylerin uğuruna, birçok şeyin de uğursuzluğuna hükmedileceği ve değer kargaşasına düşüleceği gayet doğaldır. İçinde yaşadığımız toplulumda ne uğursuzluk vehimleri yok ki?! Evden çıkınca kedi ya da köpek görmek, köpek uluması, baykuş ötmesi, 13 rakamı, elden sabun ve makas almanın ayrılık getireceği gibi nice anlayışlar, uğursuz yerler, zamanlar, kişiler ve eşyalar... Kuş uçurup veya ürkütüp gittikleri yöne göre hüküm çıkarmak, bacanın veya sigaranın dumanının çıkışına ve gidiş yerine göre yorumlara girmek ve daha neler neler...
Hatırladıkça, saydıkça insana bunaltı veren bu tevhide ters yanlış ve uydurmaların günümüzde de hatta tesirini artırarak yaşaması, toplumun çoğu kesimini etkisine alması karşısında, sığınılacak yer Kur’an ve Sünnet olacaktır. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Uğursuzluk diye bir şey yoktur!” 2910 Kadın, ev ve binekte uğursuzluk bulunabileceğine dair bir rivâyeti Hz. Âişe vâlidemiz; “Câhiliyye Arapları bu üç şeyde uğursuzluk olduğuna inanırlardı” şeklindedir, diyerek katılmadığını kesin bir şekilde ortaya koymuştur. “Uğursuzluk vehmiyle hiçbir niyet edilen işten geri dönülmemesi gerektiği” Taberânî’nin rivâyet ettiği bir hadiste yer almaktadır. Halk arasında günlük konuşmalarda duyduğumuz “uğurlu geldi”, “uğursuz geldi”, “aramızda uğursuz biri var” gibi sözler ve hükümler birer zan ve vehimdir. O şeyin veya olayın aslında uğurlu veya uğursuz olduğunu göstermez. Hiçbir şey doğuştan uğursuz değildir. Uğursuzluk varsa, bu, kişilerin yorumunda ve anlayışında aranmalıdır.
Uğursuzluk anlayışı, birçokları gibi İslâm’a başka inanç sistemlerinden girmiştir. Dolayısıyla müslümanların İslâmî hiçbir esasa dayanmayan ve Peygamberimiz tarafından “yoktur!” diye beyan buyrulan uğursuzluk hurâfesine iltifat etmemeleri, aydınlık ufuklarını karartmamaları, hüsn-i zan ve iyimser özelliklerini
2909] 3/Âl-i İmrân, 173
2910] Buhârî, Tıb 19, 25, 43-45; Müslim, Selâm 102
ATALAR YOLU
- 785 -
yitirmemeleri, zihnî ve imanî sâfiyetlerini bozmamaları gerekir. Hurâfeler ve bâtıl inanışlarla sıkıntı ve evhamdan başka bir yere varılamaz.
d- Bazı Yanlış Kabuller
Dünya Kâfirin, Âhiret Mü’minin mi? Dünya Mü’mine Zindan mıdır?
Bazı saf ya da câhil müslümanlarca, tembelliğe mâzeret olarak ileri sürülen “dünya kâfirin, âhiret mü’minin” veya “dünya Mü’minin zindanıdır” yargısı; İslâm ve müslümanlar aleyhinde konuşulmasına vesile olan bir yanlış yorumdur. Neden yanlıştır? Açıklayalım:
Evet, “Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.”2911 şeklinde bir hadis-i şerif vardır. Bu hadis-i şerif birkaç çeşit yoruma tâbi tutulabilir. Kur’an ışığında ve hadislerin bütünlüğü içerisinde ve en aklî açıklaması şöyledir: Bu hadis, iman ve küfrün öteki dünyada sebep olacağı neticeye göre dünya hayatının değerlendirmesini yapmaktadır. Yani, “âhiretteki durumlarına göre dünya, mü’minin zindanı, kâfirin cenneti yerindedir” anlamını ifade etmektedir. Nitekim mü’minin ve kâfirin âhiretteki durumunu belirten âyetlerden de aynı mânâ anlaşılmaktadır: “Kitap ehlinden ve müşriklerden inkâr edenler, şüphesiz, içinde temelli kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte bunlar yaratıkların en kötüsüdürler. Fakat iman edip sâlih amel işleyenler, işte onlar da yaratıkların en hayırlısıdırlar. Onların Rableri katında mükâfatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan râzı; onlar da Allah’tan râzıdır. Bu, Rabbinden korkan kimseyedir...” 2912
Mü’mine vaad olunan cennetin ve kâfirin varacağı yer olan cehennemin vasıflarını anlatan öteki Kur’an âyetleri; gerçekten âhiretteki duruma göre dünyanın, mü’min için nasıl bir zindan hayatı niteliği taşıdığını; yine kâfir açısından da ne ölçüde bir cennet hayatı görünümünde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Konuyu şu tarihî hikâye, güzel bir şekilde açıklamaktadır: Kadı’lardan biri Bağdat’ta, yanında hizmetçisi olduğu halde gösterişli bir biçimde atıyla külhan sokağından geçer. Külhancı yahûdi, üstü başı simsiyah, cehennemî bir görünümle kadı’nın önüne çıkar, atının gemine yapışır ve: “Allah, kadı’ya kuvvet versin. Peygamberinizin, ‘dünya mü’mine zindan, kâfire cennettir’ sözünün mânâsı nedir? Görüyorsun ya, dünya -mü’min ve Muhammedî olduğun halde- sana cennet; -kâfir yahûdi olduğum halde- bana zindandır. Hadisin mânâsı, tam tersiyle ortada?!” der. Kadı şöyle cevap verir: “Şu üzerimde gördüğün dünyanın süsü ve heybetine rağmen dünya; Allah’ın cennette hazırladıklarına nisbetle benim için zindandır. Cehennemde seni bekleyen azaba nisbetle dünya (bu haliyle de olsa) senin için cennettir.” 2913
İşte din bütünlüğünden farklı ve yanlış yorumlanarak bu hadis gerekçe gösterilerek “dünya kâfirin, âhiret mü’minin” yargısıyla müslümanları dünyayı terke ve tembelliğe zorlamak, önce hadisin gerçek mânâsına, sonra da İslâm’ın özüne aykırı bir tutum olur. Unutulmamalıdır ki, temiz ve hoş rızıklar, dünya hayatında da öncelikle müslümanlar içindir: “De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı (yarattığı) ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kılabilir?’ De ki: ‘Onlar, dünya hayatında
2911] Müslim, Zühd 1; Tirmizî, Zühd 16
2912] 98/Beyyine,6-8
2913] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l Beyân Tefsiri, III/23
- 786 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(inanmayanlarla birlikte) mü’minlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız iman edenlerindir.’ İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklarız.” 2914 “Müjde, dünya hayatında da, âhiret hayatında da onlarındır. Allah’ın sözleri için bir değişiklik yoktur. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” 2915
Bu konudaki sözümüzü Mehmed Âkif’ten mısrâlarla bağlayalım:
“Bizim muhîti, bizim halkı seyredince naza;
Görür ki; beyni bozulmuş yığın yığın kafa var.
Ne hükmü var ki, esâsen yalancı dünyânın?
Ölürse, yan gelecek cennetinde Mevlâ’nın.
Fenâ kuruntu değil! Ben derim, sorulsa bana;
‹Kabul ederse cehennem, ne mutlu, amca, sana!’
Dolaş da yırtıcı aslan kesil behey miskin!
Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin?
Elin kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak!
Ki artığınla geçinsin senin de bir yatalak.
Bekãyı hak tanıyan sa’yi bir vazîfe bilir;
Çalış, çalış ki bekã, sa’y olursa hak edilir.”
Dünya Öküzün Boynuzunda mı?
Halk arasında dolaşmakta olan “dünya sarı öküzün boynuzları üzerinde durmaktadır” sözü, özellikle deprem olduğu yer ve zamanlarda “sarı öküz yine kafasını salladı” gibi yarı şaka yarı ciddî söylenen sözler, kaba bir cehâletin akıl almaz delilleridir. Hatta “dünyanın öküz ile balığın üzerinde olduğuna dair hadisin mevcûdiyetinden bahsedilmesi işi iyice ciddîleştirmektedir. Gerçek durum şudur:
Dünyanın öküz ya da balık üzerinde bulunduğuna dâir güvenilir hadis kitaplarımızda hiç bir kayda rastlanmamaktadır. İbn Hacer’in el-Metâlibu’l-Âliye’sinde2916 yeryüzünün yaratılışıyla ilgili babta İsrâilî hikâyeler nakletmekle meşhur olan Kâ’bu’l-Ahbar’ın -Hz. Peygamber’e izâfe etmeksizin- balıkla dünya arasında ilişki kurduğu görülmektedir. Öte yandan el-Heysemî’nin Mecmûu’z-Zevâid’inde 2917 İbn Ömer’den naklen Hz. Peygamber’in dünyanın yeri ile ilgili bir dizi soruya “Arz su üzerindedir”, “Su, kaya üzerindedir”, “Kaya, iki tarafından arz’a temas eden bir balığın üzerindedir” şeklinde cevapladığı belirtilmektedir. Ancak el-Heysemî, bu zayıf hadisi rivâyet edenler arasında bulunan Abdullah bin Ahmed’in “zayıf bir râvi olduğu”nu belirterek, bu haberin doğruluğu konusundaki endişesini duyurur. Zaten adı geçen kitap, birçok zayıf, hatta uydurma hadisin de bulunduğu, bu rivâyetlerin yer yer kritiklerinin yapıldığı bir
2914] 7/A’râf, 32
2915] 10/Yûnus, 64
2916] c. 3, s. 265-266
2917] c. 7, s. 131
ATALAR YOLU
- 787 -
eserdir; sahih hadis kitabı da sayılmaz. El-Albânî ise, İbn Adî’nin el-Kâmil’inde ve İbn Mende’nin et-Tevhid’inde de gördüğü bu rivâyetin kesinlikle “uydurma” olduğunu ve böylesi İsrâil kıssalarının Rasûlullah’ın sözü imiş gibi nakledilmesinin vebâline işaret etmektedir. 2918
Abdüllatif Harputî, meşhur eseri Tenkîhu’l-Kelâm fî Akaid-i Ehl-i’l-İslâm’da bu öküz-balık uydurma ve hurâfesinin ehl-i kitaba âit olduğunu hatta bunun yahûdilik ve hıristiyanlık için bile bir leke olduğunu belirtmektedir. Bazı dikkatsiz veya hurâfelere düşkün müslümanların yazdığı eserlerde görülen öküz ve balığa dair acâyip ve akıl almaz hikâyeler ya İsrâiliyattandır veya (“bugün dünya kadınların üstünde duruyor”; “dünya, futbol topunun veya paranın üstünde durmaktadır” sözleri gibi) temsil/benzetme çeşidindendir ya da bazı rivâyetçilerin şahsî yorumlarıdır. Ancak bazı dikkatsizler bunları hadis zannederek Peygamber’e isnad etmişlerdir. 2919
Müslüman olmayan milletlerin eski hikâyelerinin uzantısı şeklinde halk arasında dolaşan bu dünyanın öküz veya balık üzerinde olduğu şeklindeki asılsız söz ve görüşler İslâm ile uzaktan yakından ilgili değildir. Müslümanların böyle boş laflara itibar etmemeleri gerekmektedir. Ve tabii hiç kimse de bu sözleri ileri sürerek İslâm düşmanlığı yapmaya yeltenmemelidir. Aksi halde körü körüne bir düşmanlıktan, zulmetmekten başka bir şey yapmış olmaz. Böyle kişilere Âkif gibi “Suç başkasınındır da, niçin başkası mahkûm?” diye sorma hakkı doğar... Şu âyet hakkında düşünelim: “Sen dağlara baksan, hareketsiz olduklarını sanırsın. Hâlbuki onlar bulut gibi kayar giderler. İşte sana her şeyi hesaplı ve sapasağlam yapan Allah’ın sanatı! Şüphesiz O, yaptıklarınızdan tamamen haberdardır.” 2920
Sorumluluktan Kurtulmak Mümkün mü?
Bazı câhillerin “bizim abdestimiz alınmış, namazımız kılınmıştır. Önemli olan kalp temizliği değil mi? O da bizde var. İbâdete ihtiyacımız yok” gibi sözleri, ya da “biz şeriatı aştık, hakikata ulaştık; artık mükellefiyet/sorumluluk kalmadı” yollu hezeyanları, saçmalıkları orada burada söyledikleri ve bu görüşleri savundukları -az da olsa- görülmektedir. Dâr-ı teklif (mükellefiyet sahnesi) olan dünyada, Allah’ın verdiği ömrü yaşarken İlâhî emir ve yasakların dışında kalmak ya da mükellefiyet sınırını aşmak mümkün değildir. Her akl-ı selim sahibi bunu böyle kabul eder. O halde mükellefiyet nedir? diyenlere, açıklayalım: Mükellefiyet: İlâhî emir ve yasaklardan sorumlu olmak demektir. Bu da müslüman olmak, akıllı olmak ve ergenlik çağına ulaşmış olmak şartlarına bağlıdır. Bunlar genel şartlardır. Ayrıca her emrin yerine getirilmesi için kendine has bazı özel şartlar da vardır. Meselâ; orucun farz olması için; Ramazan’a erişmiş ve mukîm olmak, oruç tutamayacak kadar hasta olmamak gibi.
Bu kısa açıklama göstermektedir ki, mükellefiyetten kurtulabilmek için, ya müslüman olmamak, ya bülûğa ermemiş çocuk olmak veya deli olmak yahut da ölmek lâzımdır. Bunun dışında, hiçbir sebeple, hiçbir görevle, hiçbir makamda bulunmakla, tasavvufta zirveye çıkıp zırvalamakla tekliften, yani Allah’a kulluk görevinden, sorumluluktan kurtulmak hiçbir insan için asla mümkün değildir.
2918] Silsiletu’l-Ahâdîsi’z-Zaîfe, 294 nolu hadis
2919] Lem’alar, s. 86
2920] 27/Neml, 88
- 788 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir kere, düşünmek gerek; eğer mânevî mertebeler, mükellefiyetten kişiyi kurtaracak olsaydı, herkesten önce peygamberler bu teklif yükünden kurtulurlardı. Hâlbuki onlar, ümmetlerine neyi teklif etmişlerse, aynen kendileri de sorumlu olmuşlardır. “Gönderdiğimiz peygamberlere de, kendilerine peygamber gönderdiklerimize de soracağız.” 2921 Hatta onların sorumlulukları ümmetlerinden daha da ağır olmuştur. Çünkü bazı hususlar sadece onlardan istenmiştir. Teheccüd namazının Hz. Peygamber’e emredilip ona vâcip olması gibi.2922 “Onların işledikleri onlara, sizin yaptıklarınızın hesabı da size!” 2923 “O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek, imtihan etmek için ölümü ve hayatı yarattı...” 2924 Sonra, yalancı peygamberlerden ve sahtekârlardan başka hiçbir sahâbi, ve İslâm âlimi mükellefiyetinin bittiğini, emir ve yasaklara uyma zorunluluğunun kalmadığını söylememiştir. Tarih böyle bir şeye şâhit değildir. Hz. Peygamber’e hitâben “Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” 2925 âyeti İslâm’da hiçbir kimse için dokunulmazlık, şeriat üstülük hakkı tanınmadığını bütün açıklığıyla ilân etmektedir.
Herhangi bir kimseye -peygamber de olsa- yakın olmak, şu ya da bu ırka veya cemaate mensup olmak da mükellefiyetten kurtulmaya gerekçe yapılamaz. Hz. Peygamber, akrabâlarına ayrı ayrı hitap ettiği bir konuşmasında en son kızı Fâtıma’ya hitabettikten sonra, “Benden bana âit şeyleri isteyin, vereyim. Ama Allah’ın azâbına karşı bana güvenmeyin. Allah’ın azâbından kendinizi kendiniz koruyun.” buyurmuştur. Yine dinin hükümlerinin uygulanması konusunda hiçbir kimseye ayrıcalık olamayacağını, aksi anlayışın kesin bir dalâlet/sapıklık olduğunu şu hadisiyle net bir şekilde açıklamıştır: “Ey insanlar, sizden öncekilerin sapıtmasının nedeni şu idi: İçlerinde üstün mevkiden biri hırsızlık yapınca, hadd (cezâ) uygulamadan onu serbest bırakıyorlar, ama güçsüz (arkası olmayan, fakir) birisi çalınca da hemen hadd tatbik ediyorlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsa, Muhammed, onun elini de keser.” 2926
Sorumluluğun kalktığını, sorumlu olmadığını iddia etmek büyük bir sorumsuzluk ve büyük bir sorunluluktur; çünkü sorumluluk imtihan dünyasında herkes için zorunluluktur. Sorumsuzluk iddiâ etmek, “namazımız kılınmış”, “biz şeriatı aştık, o kabuktur, avam içindir, biz hakikat(!) ehliyiz” demek, dünya şartlarında insan ve müslüman olarak mümkün değildir. Bu iddiâ, “lâ yüs’el ammâ yef’al -yaptığından sorumlu tutulmayan-” Allah’a ortaklık iddiâ etmek gibi bir hezeyandır, saçmalıktır. Asıl amacı da haram-helâl sınırını yıkarak her şeyin mubahlığı (ibâhiyye) görüşünü yaymaktır. Hem dâll, hem mudıll -hem sapık, hem saptırıcı- olan bu ve benzeri düşünce sahiplerini, düzeltmek, cezâlandırmak elimizden gelmiyorsa, kendi düşünceleriyle başbaşa bırakmak, ama hiç olmazsa onun etkisinde kalanlara hakikati anlatıp uyarmak ve bu sapıkları toplumdan soyutlamak onlara yapılacak en büyük iyilik olsa gerektir. Ola ki akıllarını başlarına devşirir ve kendilerine gelir de böyle saçmalıklardan vazgeçerler. “Rabbım, her köle âzâd edildiği gün sevinir; ben ise Sana gerçekten kul-köle olduğum gün sevineceğim.”
2921] 7/A’râf, 6
2922] 17/İsrâ, 79; 73/Müzzemmil, 2
2923] 2/Bakara, 134, 141
2924] 67/Mülk, 2
2925] 15/Hıcr, 99
2926] Buhârî, Hudûd 12; Tirmizî, Hudûd 7
ATALAR YOLU
- 789 -
Kul, Kusursuz Olur mu?
“Kusursuz kul olmaz”, “beşer şaşar”, “düşmez-şaşmaz bir Allah” gibi cümlelerin, günlük konuşmalarımız arasında bolca yer almasına ve gerçeğin de bu olmasına rağmen, bazı câhillerin, saygı duydukları kişileri “kusursuz” ilan ettiklerine -seyrek de olsa- rastlanmaktadır. Kusursuz kul anlayışı, Kur’an prensiplerine, tevhid anlayışına ters düşmektedir. Peygamberlerden bile “zelle” denen küçük hataların sudûr ettiği gerçeği -ki Kur’an, bunu Hz. Muhammed (s.a.s.) dâhil hemen bütün peygamberler için ısrarla vurgular- yanında, “şeyh efendi”nin veya “üstad”ın hatasızlığını iddiâ etmek, her şeyi ters yüz etmek, “hatayı sevap görmek” gibi bir sapıklığı sergilemek ve insanı aşırı yüceltip tanrılaştırmak demektir.
Herkesi gerçek mevkiinde ve doğal özellikleri ile değerlendirebilmek ya da buna rızâ gösterebilmek bir olgunluktur. Bu olgunluk, övgü ve yergi duygularındaki îtidâle, adâlet, denge ve ölçüye bağlıdır. Sevdiğini ölçüsüz/sınırsız seven, yerdiğini kararsız yeren tipler, haddini bilmeyen, aşırılıktan yana ve her an gaf yapmaya hazır kişilerdir. Kiminin yanlış zannettiği gibi, eğer varsa(?) kişideki keşifler ve kerâmetler, kusursuzluğun belgeleri değillerdir. Mûcize sahipleri bile insanî/beşerî özellikleri sebebiyle yanılgıya düşerlerse, kerâmet asla kusursuzluk beratı olarak değerlendirilemez. Kaldı ki, kerâmet hikâyelerinin, özellikle günümüz fesat ortamında tamamına yakını yalandan ibarettir. Halkın güzel ifadesiyle “şeyh uçmaz, onu müridleri uçurur.” “Kerâmeti zâhir” kabul edilen tüm kişilerin, kerâmetinden önce “hatâsı zâhir”dir. Bunun böyle olması da, pek tabii, çok normaldir. Çünkü ne kadar sâlih olursa olsun, bir kişi kusursuz olamaz. “Âdemoğlunun hepsi hata edici, günah işleyicidir. Ancak, günahkârların en hayırlısı, tevbe edip Allah’tan affını isteyendir.” 2927 İnsan kusurunu kabul edip affettirmesini bildiği ölçüde saygıdeğerdir, kıymetlidir. Zaten hüner, hiç kusur işlememekte de değildir. İşlenen hatayı affettirebilmektir hüner. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, siz hiç günah işlememiş olsanız, Allah sizi giderir, yok eder de, günah işleyip tevbe eden bir kavim getirir/yaratır. Onlar Allah’a istiğfâr ederler, Allah’tan af dilerler. O da kendilerini affederdi.” 2928 buyurarak, hataya müsâmaha etmemenin, onu affettirebilmek için gayret sarfetmenin İlâhî irâdeye daha uygun düştüğünü belirtmiş, kusursuzluğu değil; hatadan hemen dönmeyi, yani tevbeyi teşvik etmiştir.
Öte yandan, kusursuzluğu kabul edilen kişilerin genellikle, -varsa- eserlerinin de hatasızlığı ilan edilmekte, hataya bir hata daha eklenmektedir. Ve tabii bu hatasız(!) görüşleri ve eserleri tenkit etmek mesele olmakta, böyle bir saygısızlık, cür’et ve cürmü(!) işleyenler, dinlerinden, imanlarından bile uzaklaştırılmakta, en azından sapık ilan edilmekte, olmadık hakaret ve karalamalara muhâtap kılınmaktadırlar. İlmî tenkit faâliyeti ve dolayısıyla ilmin gelişmesi de böylece körü körüne kösteklenmektedir. Unutulmamalıdır ki, kusursuz kitap, sadece Kur’ân-ı Kerim’dir. Çünkü Allah kelâmıdır. O, Allah’ın hıfzı ve korumasındadır. Onun dışında her kitapta az-çok kusur, eksik, hata bulunmaması mümkün değildir. Dolayısıyla bazı câhillerin sevdikleri kişileri ve eserlerini kusursuz ilan etmeleri, bizzat bu iddiâ sahiplerinin en büyük kusurlarından biri olmaktadır. Buna göz yuman “kusursuzluğu ilan edilen kişi”nin, eğer hayatta ise bütün bu
2927] İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed bin Hanbel, III/198
2928] Müslim, Tevbe 2; Tirmizî, Cennet 2, hadis no: 2526
- 790 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlayışları düzeltmemesi, kusursuzluk isnâdından memnun olması, affedilemeyecek hatalardan biridir.
Kullara yaptıklarını güzel göstermek, şeytanın bir taktiğidir. Kimse hatasına sevap süsü vermeye ve hatalıları hatasız göstermeye kalkmamalıdır. Bilmelidir ki, bu tür bir eğilim, açıkça şeytanın tuzağına düşmek ve tam anlamıyla büyük bir hata işlemektir. Halk deyimiyle “dost için post olmak”tır. “Her günahın içki gibi sarhoşluğu olsaydı; sen o zaman görürdün, ayık kalan kimsenin olmadığını!”
Nazarlık Takmak Doğru mu?
“Göz değmesi” veya “nazar değmesi” diye bilinen, mikrobik olmayan ve âniden çoğunlukla baş ağrısı şeklinde beliren mânevî rahatsızlıkların varlığını bilmeyen veya duymayan yoktur. “Nazar değdi, nazara geldi, nazara uğradı” gibi cümlelerle hep aynı rahatsızlık anlatılmak istenir. Tıb da bu tür rahatsızlıkları kabullenmekte ve “insan gözünden çıkan şuaların/manyetik ışınların, dikkatle ve belki biraz da kıskançlıkla bakış esnâsında yoğunluk kazanması ve bu yoğun şuaların karşı organizmanın atomlarının çalışma düzenine etki etmesi” şeklinde açıklamaktadır.
Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Nazar/göz değmesi gerçektir (vâkidir).” 2929. Hatta Peygamber Efendimiz, “dokunan her kötü gözden” Allah’a sığınmayı, Hz. İbrâhim’in bir duâsı olarak ümmetine ta’lim etmiştir.2930 “Nazardan Allah’a sığının; çünkü nazar haktır.”2931 Hz. Âişe vâlidemiz de Hz. Peygamber’in göz değmesine karşı okumayı emrettiğini haber vermiştir. 2932
Nazar değmesine karşı okuma sûretiyle uygulanan tedâvinin Hz. Peygamber ve ashâbı tarafından yapıldığı ve müsbet neticeler alındığı örnekleriyle sâbittir. Bu tedâvide daha çok Fâtiha, İhlâs, Felak ve Nâs sûreleri ve Âyetü’l-Kürsî’nin okunduğu da hadislerde yer alan bilgiler arasındadır. Yine 68/Kalem sûresinin 51 ve 52. âyetlerinin okunması tavsiye edilir. Elmalılı’nın belirttiği gibi2933 bu tedâvi çeşidinde aslolan hastanın bizzat kendisinin okumasıdır. İnsan, hoşuna giden bir şeye bakarken nazarı değmemesi için “Mâşâallah, lâ kuvvete illâ billâh” demelidir. Bu, Peygamber Efendimiz’in okuduğu bir duâdır.
Bu açıklamalardan sonra, göz değmesine karşı gûya tedbirmiş gibi, halk arasında dolaşan birtakım hurâfelerin mânâsızlığı kendiliğinden ortaya çıkmış olmalıdır. Çocukların elbiselerine mavi boncuklar, nazarlıklar, iğde çekirdekleri, kaplumbağa kabuğu vs. takmak; evlerin, binâların girişine, arabalara boynuz, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar, cevşenler asmak, kurşun dökmek, tütsü yapmak, ceplere sarımsak koymak, arabalara ve dükkânlara göz resimleri yapıştırmak, acâyip heykeller monte etmek ve benzeri şeylerin hepsi, bu bâtıl inanışın zavallı âletleridir. Bunların tıb açısından en küçük bir faydası düşünülemeyeceği gibi, bâtıl inanışları yaygınlaştırması ve sürdürmesi noktasından büyük sakıncaları
2929] Buhârî, Tıb 36, Libas 86; Müslim, Selâm 41-42; Ebû Dâvud, Tıb 15; Tirmizî, Tıb 19; Ahmed bin Hanbel, I/294, II/222, IV/67, V/70
2930] Buhârî, Enbiyâ 10; Ebû Dâvud, Sünnet 20; İbn Mâce, Tıb 36
2931] İbn Mâce, hadis no: 3508
2932] Buhârî, Tıb 35
2933] Hak Dini Kur’an Dili, c. 9, s. 6394-6399
ATALAR YOLU
- 791 -
vardır. Bu yüzden de bunları bu niyetle kullanmak kesinlikle haramdır; bazı İslâm âlimleri, Allah’tan başka şifa veren, zararı def eden mânevî sığınak ve çözüm kaynağı kabul edildiğinden bunları nazar giderici olarak kullanmayı şirk kabul etmişlerdir. Bir tür koruyucu totem izlenimi veren ve hastalıklardan koruduğu yanlış kanısının zihinlere yerleşmesine vesile olan nazarlıkların, nazar boncuklarının kullanılmasını Peygamber Efendimiz kesin bir şekilde yasaklamıştır. Hatta böyle bir nazarlığı üzerinde taşıyan kişinin bey’atını kabul etmemiş ve onu çıkarıp atmasını emretmiştir.2934 Yine Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Efsun yapmak, nazar boncuğu takmak, kadınların kocalarına kendilerini sevdirmek için sihir yapmak şirktir.” 2935
Müslümana yakışan, basit birer madde olan nazarlıkların koruyuculuğu zannına kapılmak değil; her şeyini borçlu olduğu ve kulluğunu kendisine sunduğu Rabbine sığınmaktır. Şifâyı verecek olanın ilaç, doktor, okuma, üfürme, hoca değil; bizzat Allah olduğunu hiç unutmamaktır. Allah şifâ vermeyecek olduktan sonra, dünya bir araya gelse ne çıkar? Ma’kul ve meşrû yollarla hastalıklara çare aramak nasıl görev ise, şifâyı yalnız ve yalnız Allah’tan bilmek ve beklemek de aynı şekilde görevdir. Mânevî hastalıkların tedbiri de mânevîdir. Kur’an âyetlerinin ve sünnette geçen duâların okunması ve Allah’a sığınılması bu tedbirin en üst seviyede alınması demektir. Ötesi avunma, aldanma, gerçeği bırakıp bâtıla dalma, denize düşünce yılana sarılma demektir. “Allah’ım, her şeytan (tabiatlının şerrin)den, zehirli haşerâttan ve dokunan her kötü gözden Senin şifâ veren kelimelerine sığınırım.” 2936
Kurşun Dökmek: Nazar isâbetinden kurtulmak için uygulanan yöntemlerden biri de, kurşun veya mum döktürülmek, nefesi keskin hocalara(!) okutulmaktır. Bazı yörelerde de “tuz çatılmak”, “un yakılmak”, “üzerlik otu yakılarak dumanı ile tütsülenilmek” çare olarak görülmektedir. En yaygın olan uygulama, kurşun veya mum dökme âdetidir. Bu iş şöyle yapılmaktadır: Nazar isâbet eden hasta (genellikle çocuklar), kurşun dökücüsünün önüne oturtulur. Başı bir örtü ile kapanır. Çocuğun başı üzerinde tutulan ve içinde su bulunan kaba, ocakta eritilen kurşun dökülür. Kurşun döküldükten sonra oradakiler hep beraber: “Kem göz çatlasın, Nazar eden patlasın” diye bedduâ ederler. Bazı yerlerde de yaygın olarak nazarlık otu, üzerlik otu yakılır. Dumanı ile hasta tütsülenir. Bu esnâda çabuk çabuk şöyle söylenir: “Üzerliksin havâsın / Her dertlere devâsın / Ak göz, kara göz / Mavi göz, elâ göz / Hangisi nazar etmişse / Onların nazarını boz.” Şu tekerleme de söylenilmektedir: “Elemtere fiş / Kem gözlere şiş / Üzerlik çatlasın / Nazar eden patlasın!”
Bunların ne kadar gülünç, ama aynı zamanda trajik olduğu, insanımızın ne denli câhiliyye uygulamalarına kapılarını açtıklarını, kafalarını ve gönüllerini hurâfeyle kirlettiklerini gösteren uygulamalardır.
Muska ve Muskacılık
Muska ve Tılsımların Menşei: Muska ve tılsımların menşei, putperestliğin en ilkel şekli olan “fetiş”tir. Bu inançta olanlar, bazı nesnelerde uğur veya
2934] Nesâî, Ziynet 17; İbn Mâce, Tıb 39
2935] Fethu’l-Kebir, c. 1, s. 304
2936] İ. Lütfi Çakan, a.g. e. s. 11 vd.
- 792 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uğursuzluk bulunduğuna inanırlar. Kişi, uğurlu saydığı nesneyi boynuna asar veya yanında taşır. Bu nesne bir bitki, kurt dişi, ayı tırnağı, leylek kemiği, kartal tırnağı olduğu gibi, bazen kurumuş bir böcek hatta bazı taş parçaları vb. olabilir.
Bu nesneleri taşıyanlar, çeşitli hastalıklardan, belâ ve kazalardan korunacaklarına inanırlar. Hâlâ bazı nesneleri “uğur getiriyor” inancıyla boynunda ya da yanında taşıyanlar bulunmaktadır. İslâm’ın fıtrata, akla ve ilme uyan güzel esaslarına inanmamakta direnen nice insan, böyle safsatalara kolaylıkla inanabiliyor, dolayısıyla Kur’an’ın “onlar akıllarını kullanmayan akılsızlardır” ifadesini her an farkında olmadan doğruluyorlar. Günümüzde üniversite gençliği ve sosyete semtlerinin kültürlü geçinen kesimlerinde gittikçe bu tür “uğur taşları” vb. yaygınlaşmakta, İslâm’dan uzaklaşan insan ne kadar komik ve aşağılık olmaktadır!
Daha sonraki dönemlerde kâğıt parçaları üzerine yazılmış dinî formüller veya tuhaf işaretlerle çizilmiş muska ve tılsımlar, fetişlerin yerini aldı. Muska ve tılsımların en eski şeklinin Mısır’da bulunduğu belirtilir. Eski Romalılar da, hastalıklardan ve zehirlenmeden korunmak için acayip işaretlerle yazılmış veya çizilmiş muska tılsımları kullanmışlardır. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler de, putperest kavimlerden geçen, kendi dönemlerinde yaygın olarak kullanılan fetiş ve tılsımları yasaklamışlardı. Buna dair eski Ahid’de (Tevrat’ta) rivâyetler vardır.2937 Hırisitiyanlıkta da muska ve tılsımlara inanmak çok yaygındı. Hıristiyan din adamları muska taşıma âdetleriyle mücâdele etmişler, ama pek başarılı olamamışlardır. Milâdî 366 yılında toplanan “Laodice” dinî kurultayı, muska ve tılsım taşımaya yasaklayan bir karar çıkartıp ilân etmiştir. Fakat hıristiyanları bunları taşımaktan bir türlü vazgeçirememişlerdir. 8. Yüzyılda Papa II. Gregoare bu bâtıl inançlara karşı şiddetle karşı koydu. Ancak halk bildiğinden ve gördüğünden şaşmadı. Sonuçta hıristiyan din adamları bu hurâfeye tâviz vermeye mecbur kaldılar. Muskaların yerine “haç” hıristiyanlık sembolü olan balık resmi, “Agnus Dei” (Tanrı Kuzusu) yazılı levhacıkları taşımayı tavsiye ettiler, giderek halkı buna alıştırdılar. 2938
İslâm’ı kabulden evvel yaşamış Türk boylarında da muska-tılsım kullanma âdeti vardı. Sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda Budist ve Maniheist Türklerin yaşamış olduğu Doğu Türkistan’da yapılan arkeolojik araştırmalarda elde edilen malzemeler arasında “tılsım-muskalar”, çeşitli dinî formüller yazılı levhalar, tahtalar vs. eşya bulunmuştur. Budist Uygurların dinî kitaplarında da tılsım şekillerine rastlanmıştır. Bunlardan üç şekil Alman Türkologu F. W. K. Müller tarafından neşredilen eski Türkçe Uygur metinlerinden birinde açıklamalarıyla gösterilmiştir. Müslüman olduğunu iddiâ edenlerin de kullandıkları muskalardaki tılsımların bir benzeri olan bu şekillerin ifade ettikleri anlamlar olarak, bunlardan biri için, bir kadın bu muskayı vücudunda taşısa, kolay doğurur, rahat ve sevinç bulur; diğerinde, Pars yılı doğmuş olan (şimdiki burçların bir benzeri olsa gerek) kişi, bu tılsımı saklarsa çok mutlu olur; üçüncüsünde de, herhangi bir kişinin hayvanları çok ölüyorsa, bu tılsımı kapıya yapıştırsın denilmektedir. 2939
Günümüzde muska, tılsım ve sihir yapma işleriyle uğraşan bazı inanç
2937] Meselâ, bk. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab 35, s. 35
2938] Abdülkadir İnan, Hurâfeler ve Menşeleri, s. 44
2939] A. İnan, a.g.e., s. 46-47
ATALAR YOLU
- 793 -
sömürücüsü kişilerin ellerinde bulunan kitaplar, eski Babil, Asur, Mısır müşriklerinin, eski Budist ve Şamanist Türklerin kullandıkları kitaplardan yararlanılarak yazılmıştır. Bu kitaplara inandırıcılığı kuvvetlendirmek için Kur’ân-ı Kerim’den âyetler,Esmâü’l-Hüsnâ ve bazı duâlar da ilâve edilmiştir. Muska ve tılsımla ilgili kitaplarda yazılan muska ve efsunlar incelendiğinde görülüyor ki, birçoğunda bazı âyet ve duâlarla beraber, hiçbir dile benzemeyen kelimeler de bulunmaktadır. Tılsımcılar, mal ve mülkün tılsım-muska ile her türlü âfet ve kazalardan korunacağını da telkin ediyorlar. Bu tılsımlarda Esmâü’l-Hüsnâ, âyet-i kerime ve duâlar sû-i istimal edilmektedir. Bunların, câhil halkı kandırmak için kullanılmakta olduğu şüphesizdir. Bu hurâfeler, mü’minlerin inancına, sağlığına, malına ve canına zarar verecek zırvalardır. İmanı tam olan müslümanlar, bunlara inanamaz.
Tılsımlar, harfler ve rakamlar ile yapılmaktadır. Efsun ve tılsım kitaplarına göre harfler ve onların ifade ettikleri rakamlar tabiatüstü esrârengiz kudrete sahiptir. Harfler; “ebced, hevvez...“deki sıraya göre adet ifade ederler. Yazı tarihi araştırmalarıyla ispat edilmiştirki, “ebced, hevvez...“aslında hece harflerinin sırasını göstermek ve sırf harfleri hatırda tutmak için tertip edilmiş, mânâsız sözlerden (mühmelât) ibârettir. Her şeyde esrâr arayan uydurma meraklıları bu “ebced“deki mühmelât hakkında birçok hurâfe icad etmekte zorlanmamışlardır. Aslında bu “ebced...“Aramî alfabesindeki harflerin sırasını gösteren mânâsız sözlerdir. Bu alfabe sırası Aramîlerden Nabatilere, onlardan da câhiliyye çağı Araplarına geçmiştir. Aynı kaynaktan gelen İbrânî, Süryânî, Yunan ve latin alfabelerinde de bu sıra, gelenek olarak muhâfaza edilmiştir. Araplar, birbirine şekil bakımından benzeyen harfleri yanyana koymak maksadıyla bu “a, b, c...“sırasını bozmuşlarsa da, eski sırayı “abced hevvez“altı mühmelâtından muhâfaza etmişlerdir. Harfleri, rakam gibi kullanırken de bu “ebced“deki sıraya riâyet etmişler ve Arapçaya mahsus altı harf için de iki mühmel söz uydurup ilâve etmişlerdir. Üfürükçülük kitaplarında gördüğümüz harflerin büyük bir kısmı, Esmâü’l-Hüsnâ harfleri ve rakamları da, bu harflerin “ebced“hesabına göre ifade ettikleri sayıyı göstermektedir. Bazı tılsımlarda ise bu “ebced“hesabı tutmuyor.
Bu arada şu küçük açıklamayı da ifade edelim: Yazı işaretlerinin (hiyeroglif, harf, rakam) esrârengiz sihrî kuvvet içerdiğine inancın en eski kaynağı, tarihin karanlık devirlerine kadar uzanmaktadır. Zira yazının mâhiyetini bilmeyen kavimler, yazıyı keşfeden kavimlerin deri, tahta, tablet ve başka nesnelere çizdikleri çizgilerle konuşup gâipten haber aldıklarına ve bu acâyip çizgilerde tabiatüstü esrarlı kudret bulunduğuna inanıyorlardı. Bu inanç ve korkunun câhil halk arasında bugün bile tesirini sürdürdüğünü görüyoruz. Bazı okuma-yazma bilmeyen câhil kimseler, herhangi bir muskayı alıp atmak, ya da kâğıdını yırtmak istediğiniz zaman, “aman çarpılırsın!“diyerek size muskalarını vermek veya açtırmak istemezler. Muska ve tılsım kitapları incelendiğinde öyle anlamsız melek, cin, şeytan ve peygamber adlarına rastlarsınız ki anlamlarını hiçbir dil ve lügatta bulamazsınız. Bunların hiçbirisinin İslâm’la ilişkisi yoktur. Tümü uydurma ve hayali adlardır, hurâfedir. Bunların yahûdilerin Kabbalah denilen mistik ve skolastik felsefelerinden geçmiş olduğu belirtilir. Bu felsefeye göre yahûdi alfabesindeki 22 harfin ve ifade ettikleri rakamların mistik ve sihrî mâhiyetleri vardır. Bu yahûdi anlayışına göre, yahûdi din kitaplarında zikredilen Tanrı adları ve sıfatlarını iyi kullanmak şartıyla, her türlü hârikalar yaratmak mümkündür. Bu
- 794 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kabbalah mârifetleri nesilden nesle gözli bilgi olarak, seçkin çömezlere öğretildi. 13. y.y. dan sonra kitap halinde yazılmaya başlandı. İspanya yahûdilerinden de müslümanlara geçti.
Muskacıların Dayanağı: Her şeye bir dayanak, bir gerekçe arayan insanoğlu, kendi görüşünü kuvvetlendirmek için bazen kutsal değerleri bile istismar edebilmiştir. Nitekim muskacılardan bazıları İsrâ sûresindeki Kur’an’ın şifâ olduğunu belirten âyeti, muska yazmaya delil olarak göstermişlerdir. Oysa zikredilen âyette muska yazma için hiçbir işaret yoktur. Bu âyette Allah şöyle buyurmuştur: “Biz Kur’an’dan mü’minlere rahmet ve şifâ olan şeyler indiriyoruz. O, zâlimlerin ise sadece husrânını/kaybını arttırır.” 2940 Kur’an, ruhları terbiye ederek mü’minleri psikolojik problemlerden ve rûhî hastalıklardan korur. Mü’minler, o sâyede bâtıl akîdelerden, kötü huylardan kurtularak mânevî sıhhatlerini temin edebilirler. Yine, Fâtiha gibi sûreleri hüsnüniyetle okumak da bazı bedenî hastalıklar için bir şifâ vesilesi olabilir. Kur’an, beşeriyete yücelme sebeplerini, takip edilecek kurtuluş yolunu göstermiş, onları maddî ve mânevî helâka sebep olacak şeyleri yasaklamış, kendilerine dünya ve âhirette huzura götürecek şeyleri emretmiş rahmet kitabıdır. Fakat Kur’an, zâlim için, Kur’an’ı inkâr eden, onun hükümlerine karşı gelen kimseler için ise, zarardan başka bir şey arttırmaz. Çünkü bu kimseler Kur’an’ın beyanlarına karşı düşmanlıkta, hürmetsizlikte bulunur, her türlü ahlâksızlığı yaparak, kendileri için mânevî felâketleri çağırırlar. Elbette, tedâviye muhtaç olan insan, kendisine verilen en faydalı bir ilacı terkeder de midesini zehirli şeylerle doldurursa kendi hayatına kasdetmiş, kendisini helâka mâruz bırakmış olur. Kur’an hükümlerinin, yanlış yolda olanlara ve kötü huy sahiplerine gerçeği görme ve doğruyu bulma yolunda şifâ ve rahmet olduğunu, ama kötü niyetli zâlimler için ise, bir helâk sebebi olabileceğini anlıyoruz. Ancak, âyette ne sûretle olursa olsun, muska yazılacağına dair hiçbir işâret yoktur.
Kur’ân-ı Kerim, muska yazmak, büyü yapmak, fal bakmak için değil; “insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak” 2941 gönderilmiştir. Allah’ın Kitabının âyetlerini rastgele yerlere yazarak çöplüklere gitmesine sebep olmak veya beşerî çıkarlar için istismar etmek, İslâm’a ve İlâhî Kitaba ihânettir. Bu işi yapanlara fırsat vermek gaflettir, hıyânettir. Hatta mü’minlerin itikadını zedelemeye hizmettir. En üzücü tarafı ise bunu yapanların kendilerini “hoca” olarak lanse etmeleridir. Oysa İslâm’da “hoca” dinin hükümlerini bilen, ilmiyle amel eden, Allah’tan korkan, Allah’ın âyetlerini az bir dünya metâına satmayan örnek ve önder bir şahsiyettir. İslâm’ın yasak kıldığı işleri yapan ve bu tür davranışlara cevaz veren insan, hoca olamaz. Böyleleri ancak fâsık ve münâfık olur; bunlara dense dense cinci, üfürükçü, din tüccarı, hurâfe pazarlamacısı muskacı denilir.
Muskacıların Sonu: Ömrünü muska yazarak, fal açarak, sihir yaparak geçiren pekçok insanın sonu hüsran ile noktalanmıştır. Bunlardan kimisi hapishane köşelerinde, kimisi de feci hastalıklara yakalanarak fakr u zarûret içerisinde ölmüşlerdir. Vakitlerini muskacılıkla geçirenler, bu yoldan her ne kadar dünyevî menfaat temin ediyorlarsa da bu iş, dinen kınanmış olduğu için iflâh olmuyorlar. Daima hayatları sıkıntı ve sefâletle, beş kuruşa muhtaç olarak geçmekte olduğu
2940] 17/İsrâ, 82
2941] 2/Bakara, 184
ATALAR YOLU
- 795 -
müşâhede edilmektedir. Hayatlarının sonunda perişan bir vaziyette, miskinlik içinde yaşadıkları görülmektedir. Bunların hepsi yaptıklarının avans cinsinden dünyadaki küçük cezâsıdır. Esas cezaları, ceza gününde verilecektir. Çünkü bakılması haram olan nice göbeklere muskalar yazmışlardır. Nice genç kızları veya evli insanları muhabbet muskalarıyla aldatmışlar, ümitleriyle oynamışlardır. Allah’ın men ettiği şeyleri insanlara aşılamışlar, imanın temelini sarsmışlar, İslâm akîdesini bozmuşlardır. Böylelikle yahûdi ve hıristiyan âdetlerini canlandırarak ve bunları birkısım insanlara kabul ettirip onların itikadlarını bozarak imanlarını sarsmaları ile İslâm âleminde tedâvisi imkânsız olan yaralar açmışlardır.2942 Her aklı başında mü’min, insanları bu tür cinci, muskacı, üfürükçü sahtekârların tahribatından korumak için elinden gelen gayreti esirgememelidir. 2943
Unutmamak lâzım ki, dindarlık, dinî olanı işlemektir; dinde olmayanı değil. Nice insan, hem de din adına, dini de küçük düşürerek ve sevap yapıyorum zannıyla günaha girerek bu tür hurâfe ve bid’atler, bâtıl inançlar peşinde kendisine sıkıntı vermekte, hayatını daha da çekilmez hale getirmektedir. Bazı insanlar, Cumartesi ve Salı günleri çamaşır yıkamıyor, bazıları da kırılan bir ayna veya evinin yakınlarında öten bir baykuş nedeniyle kâbuslar görüyor. Bâtıl inanç, hurâfe ve bid’atlerden ancak sağlıklı ve doğru dinî bilgiyle, Kur’an’ın hayata geçirilmesiyle korunulabilir. Bu tür sapıklıklara yönelmenin nedeni, insandaki inanç ihtiyacının doğru ve gerçek bilgilerle doldurulamaması, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olması, câhiliye düzeni, medya ve çevre şartlarının doğruyu eğri, eğriyi doğru diye göstermesidir. Dini; bazı çıkarcı, istismarcı, cinci, câhil ve bağnazların elinden kurtarmadıkça, bu tür insanlara ilgi gösterilip “hoca” diye iltifat edildikçe bu sorunlar küçülmeyecek, aksine büyüyecektir.
Yukarıda açıklananlardan başka hâlâ yaşayan bazı bâtıl inanç ve hurâfeleri saymaya çalışalım:
“At, avrat ve silâh uğursuzdur.”
“Ayna kırılması uğursuzluktur, ayna kırılan ev yedi sene iflâh olmaz.”
“Ateşle oynayan çocuk altını ıslatır.”
“Ayın 13’ü uğursuzdur.”
“Gece tırnak kesilmez, ev süpürülmez.”
“Gece ev süpürülürse fakirlik gelir.”
“Geceleri aynaya bakılmaz.”
“Gece vakti, bir evden başka bir eve kazan, tencere ve tava verilirse mutlaka ölüm olur.”
“Gece, vaktinden önce öten horoz uğursuzluk getirir.”
“Pazar günü çalışmak uğursuzluktur.”
“Salı günü işe başlanırsa bitmez, sallanır.”
“Salı günü yeni elbise giyilirse yanar.”
2942] Recep Aktaş, Bâtıl İnanışlar, s. 39-40
2943] Kemalettin Erdil, Yaşayan Hurâfeler, s. 19-32
- 796 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Çarşamba gecesi işe başlanırsa, ‘Çarşamba karısı’nı kızdırı ve o eve kötülüğü dokunur.”
“Çarşamba günü yorgan kaplayan hastalanır.”
“Çarşamba günü süt içmek, ev satın almak iyi değildir.”
“Perşembe günü çamaşır yıkanırsa zengin olunur.”
“Cuma akşamı ev süpürülürse meleklerin kanadı kırılır.”
“Cuma günü ev süpüren veya çamaşır yıkamak, fakirlik getirir ve günahtır.”
“Çocuğu ölen kadın, Cuma günleri hiçbir iş yapmaz.”
“Cuma günleri çocuğun ayakları câmi kapısına bağlanır ve namazdan sonra çözülürse, hasta olmaz.”
“Henüz konuşamayan çocuğun ağzı, Cuma salâsı verilirken câmi anahtarıyla açılırsa, çocuk hemen konuşmaya başlar.”
“Cumartesi günü çamaşır yıkamak uğursuzluk getirir.”
“Arefe günü dikiş dikmek günahtır.”
“Arefe günü dikiş diken kadının ölmüş çocuğu varsa, onun derilerini diker.”
“Misafirin ardından ev süpürmek iyi değildir.”
“Makasın ağzı açık kalırsa, kefen biçmeye yarar.”
“Makasın açık kaldığı evde kavga çıkar.”
“Elden ele makas alınmaz, makas düşman sayılır.”
“Elden ele sabun alınmaz, uğursuzluk getirir.”
“Hapse giren biri, ölmüş birisinin yüzüğünü takarsa hapisten çabuk çıkar.”
“İnsanın önünden kara kedi geçmesi, uğursuzluk sayılır.”
“Tavşan, tilki, kara köpek birinin yoluna çıkarsa uğursuzluk getirir.”
“Kapı eşiğine basan, iftiraya uğrar.”
“Merdiven altından geçmek uğursuzluktur.”
“Başa pisleyen kuş, talih kuşudur; Kuş pisliği başına düşene para gelir.”
“Şimşek çakarken kırmızı giyilmez.”
“Terlik ve ayakkabının ters dönmesi iyi değildir.”
“Evliliğin ilk günü, gerdek gecesinde, erkek veya kadın, hangisi önce uyursa o daha evvel ölür.”
“Gerdek gecesi, karı ile kocadan hangisi daha evvel diğerine tokat vurursa, onun sözü daha çok dinlenir.
“Zifaf gecesi gelin ve dâmat sabunla yıkanırsa, sabun acı olduğundan, aralarına acı ve ayrılık girer.“
ATALAR YOLU
- 797 -
“Ev süpürülürken süpürge birine dokunursa uyuz olur. Süpürgeye tükürülürse hastalık bulaşmaz.“
“Gece tırnak kesilirse ömür kısalır.“
“Cenâze yıkanırken teneşirin altına dökülen su, bir şişeyekonup habersiz sarhoşa içirilirse içkiyi bırakır.“
“Nazara uğrayan kişi, kuşkulandığı insanın saçından, ayakkabısından veya elbisesinden habersiz bir parça kesip yakarak dumanı ile tütsülenirse nazarı geçer.“
“Kötü bir hastalıktan söz edilirken: ‹Değirmenden geldim unluyum’ denilmezse o hastalık, söyleyene bulaşır.“
“Sarılık hastalığına tutulan kişinin ‹izinli’ denilen biri tarafından alnı jilet ya da çakı ile çizilir. Akan kan alnına ve burnuna sürülür. Yaradan kan aktıkça hastalık da akar gider.“
“Dişi ağrıyan bir kişi mezarlığa gider, mezar taşını ısırır, arkasına bakmadan geri gelirse ağrısı kesilir.“
“Başı ağrıyan bir kadın câmiye gider, yazması (başörtüsü) ile câmiyi süpürür ve yazmayı tekrar başına örterse başının ağrısı gider.“
“Evden çıkan erkek, işine giderken önünü kadın keserse (kadın adamın önünden karşıya geçerse) adamın işi ters gider.“
“Kısa boylu kadınlar uğursuzdur.“
“Bir kız akşam ezanı okunurken merdiven altından geçerse kısır kalır.“
“Cuma günü ezan okuyan müezzine kızın başörtüsü veya mendili sallattırılırsa nasibi çıkar.“
“Evli birinin yüzüğünü bekâr kız takarsa kısmeti kesilir.“
“Bekâr kız, evli birinin gelinliğini giyerse kısmeti kesilir.“
“Gelin olanın duvağı evde kalmış kızın başında çözülürse kızın bahtı açılır.“
“Evde kilitlenen kilit, bayram sabahı veya Cuma günü, namazdan önce imam tarafından câmide açılırsa kızın bahtı açılır.“
“Ellerini birbirine bağlayanın kısmeti kesilir.“
“Ellerini kavuşturanın kısmeti kapanır, anası ölür.“
“Hâmile bir kadın yumurta yerse çocuğu terbiyesiz olur.“
“Hâmileyken anahtar açanın doğumu kolay olur.“
“Bir hâmile kadın ölü yıkanırken suyundan atlarsa çocuğu baygın doğar.“
“Aş yeren bir kadın, çirkin bir yere bakarsa çocuğu çirkin olur.“
“Doğum yapan kadın, yedi gün çocuğunun yanından dışarı çıkmaz. Çıkarsa cinniler gelir, çocuğu götürür. Başka bir çocukla değiştirir.“
“Çocuğu yaşamayan bir kadın bir yatıra ‹Bunu sana sattım’ der ve kurban
- 798 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kestirir. Çocuk dünyaya gelince eğer kız ise adını Satı, oğlan olursa Satılmış koyar. Aksi halde çocuk yaşamaz.“
“Çocuğu yaşamayan kadın, yeniden doğum yaptığında 40 evden topladığı parçalarla gömlek dikip çocuğuna giydirirse çocuğu yaşar ve ömrü uzun olur.“
“Çocuğu ölen bir kadın Cuma günü iş yapmaz.“
“Lohusa kadının ve çocuğun yastığı altına iğne, çuvaldız, kama, bıçak konulursa albasmaz.“
“Lohusa kadının bulunduğu yere süpürge, Kur’an, soğan, sarımsak asılırsa ‹alkarısı’ loğusa ve çocuğa zarar vermez.“
“Hayızlı kadın, sebze bahçesinden geçerse sebzeleri kurutur.“
“Hayızlı kadın akşam ezanından sonra küpten turşu çıkarırsa turşu bozulur.“
“Gelin eve ilk geldiğinde kaynanasının iki bacağı arasından içeri girerse saygılı olur.“
“Yeni doğan çocuğun ilk dışkısı, yattığı odanın eşiğine veya beşiğinin altına konursa cadı zarar vermez, nazar da değmez.“
“Yeni doğan çocuğun beşiği altına türbe ve kabirlerden toprak getirilip konursa çocuğu cadı boğmazmış.“(Buna bazı yerlerde cüher almak denilir.)
“Bebek fıtık doğarsa, külotu çalı ağacını bir dalı yarılarak arasından geçirilince fıtığı iyileşir.“
“Bebeğin kırkı çıkmadan tırnağı kesilirse, ya arsız ya da hırsız olur.“
“Yeni doğan çocuk, bayram günü bir dişi eşeğe ters bindirilip köyün etrafında dolaştırılırsa ömrü mutlu geçer.“
“Çocuğun doğduğu yerde elişi yapılırsa, göbeği düşmez.“
“Cuma günü çocuğun ayakları bir câmi kapısında bağlanır, Cuma namazından sonra çözülürse hastalığa tutulmaz.“
“Bebek ayakları altından öpülürse talihsiz olur.“
“Çocuk dünyaya geldikten sonra yıkanıp tuzlanır ve sofraaltı denilen beze sarılırsa tokgözlü olur.“
“Çocuğun göbeği, câmi duvarına veya avlusuna gömülürse dindar, medresenin (okulun) bahçesine veya avlusuna gömülürse âlim, ahıra gömülürse malcı olur. Ayrıca suya atılırsa huyu temiz, evin içinde bir yere gömülürse gözü dışarıda olmaz.“
“Boyu ölçülen çocuk kısa kalır.“
“Çocuğun boyu metre ile ölçülürse ömrü kısa olur.“
“Sünnetsiz ölen çocuğun parmaklarından birinin kırılması gerekir.“
“Çocuk sünnet olurken annesi oklava sallarsa, sünnet acısız ve kolay olur.“
“Küçük çocukların yüzünde yara çıkarsa, deniz kenarında yaşayan ve denize
ATALAR YOLU
- 799 -
giren biri tarafından okunup yüzü meshedilirse yaraları iyileşir.“
“Yürüyen çocuğun emeklemesi, misafir geleceğinin işaretidir.“
“At, öküz, inek, dana gibi büyükbaş evcil hayvanlar, eğer gece ahırda huzursuzsa, bağırıyor, kişniyor veya böğürüyorsa, o evden biri ölecektir.“
“Ölü yıkandıktan sonra kazan ters çevrilmezse bir başkası daha ölür.“
“Bir evden ölü çıkarsa o evdeki su kapları boşaltılır. Eğer boşaltılmazsa Azrâil suları ellediği için biri yine ölebilir.“
“Cenaze çıkan ev ile çevresindeki evlerin suları dökülmelidir. Çünkü Azrâil kılıcını o sularda yıkar. Sular bu kılıçla pislendiği için içilmez olur.“
“Gece vakti bir evden başka bir eve kazan, tava veya tencere verilirse ölümü celbeder.“
“Gece sandık açmak, kendi mezarını açmaktır. Yani ölümü çağırmaktır.“
“Bir evdeki eşyalardan herhangi biri kendi kendine düşer veya kırılırsa ölüme işarettir.“
“Ayakkabı çıkarılırken ters çevrilirse o evden cenâze çıkar.“
“Kefen diken iğne kırılmalıdır. Zira ölümü ve uğursuzluğu celbeder.“
“Saçakta baykuş ötmesi, ölüme işarettir.“
“Bir genç askere giderken evden çıkmadan önce bir dilim ekmeğin yarısını yer, yarısını da geri bırakırsa, artık ekmek onu çağıracağı için kazaya belâya uğramadan geri döner.“
“Biri yolculuğa çıkıp gurbete giderken arkasından yola su dökülürse, su gibi yolculuğu olur, kazaya uğramadan sağ sâlim yerine ulaşır, gurbetten çabuk döner.“
“Biri yolculuğa çıkarken arkasından aynaya su serpilirse kazaya uğramaz.“
“Bir kişi sabunu başka birine elden verirse, sabun acı olduğu için, acı olaylar görülür veya o iki kişi arasına düşmanlık girer.“
“Gök gürlerken buğday ambarına el ile vurulursa hasat çok olur.“
“Nar tanelerini yere düşürmeden bir bütün narı yiyip bitirebilen cennete girer.“
“Tarla veya bahçede bitkiler hastalanmış ise, tarla sahibinin güneş doğmadan önce, tarlasının etrafını koşarak dolaşması gerekir.“
“Çeltik ekilen arazinin etrafı eşeğe binmiş bir kimse tarafında Kur’an okunarak dolaşılırsa, o araziye dolu yağmaz.“
“At nalı asılan yere nazar isâbet etmez.“
“Önünde ‹beş taş’ oyunu oynanan eve fakirlik gelir.“
“Cezveden su içilirse zengin olunur.“
“Ayakkabılar ters dönerse şeytan üzerinde namaz kılar.“
- 800 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Daha neler neler... Saymakla bitmeyecek bir sürü bâtıl inanışlar...
Dikkat edilirse, hurâfe ve bâtıl inanış olarak kabul edilen haftanın hemen bütün günleri ya belâya, ya da günaha sebep gösterilmiştir. Sanki müslümanın temizlik yapması, çalışması suç kabul edilmiştir. Bu inanç, hem ibâdetlere, hem temizliğe, hem çalışıp kalkınmaya ihânettir.
“Yıldızname“ye baktırmak, “fal“açtırmak, “sevicilik“yaptırmak, “sihir“bozdurmak, “muska“yazdırmak, “tılsım“yaptırmak, “afsunlanmak“için diyar diyar, semt semt hoca(!) arayanlar, dileğinin yerine gelmesi için türbe ve evliya mezarlarını/yatırları dolaşanlar, kızının nasibini açtırmak için il il üfürükçü arayanlar azımsanmayacak kadar çoktur. Göğüse ve göbeğe muska yama cür’et ve ahlâksızlığına tevessül edenler ve bunların tuzağına düşüp pişmanlığını sineye çekenler de az değildir. Kimi yerde gelin, kocasının evine girerken “kaynanasının iki bacağı arasından geçerse saygılı olur“diye inanılmak, dolayısıyla insan onuru ayaklar altına alınmaktadır. Kimi yerde de “yeni doğan çocuğun ilk dışkısı, cin çarpmasın, nazar değmesin diye, yattığı odanın eşiği altına konulmakta, bazı yerlerde de bebeğin beşiğine mezarlıktan toprak getirilerek konulmaktadır.
Kurşun dökmek, muska ve nazar boncuğu takmak gibi eski hurâfe ve bâtıl inanışların yanında; modern hurâfe ve çağdaş bâtıl inanışların da sosyete çevreleri, üniversite öğrencileri ve Batı kültürüyle yetişmiş insanlar başta olmak üzere, toplumda giderek yaygınlaştı(rıldı)ğını belirtmek gerekiyor. Burç taşları, şans ve uğur getireceğine inanılan çeşitli taş, yüzük, kolye veya boncuklar, sinema filmleri veya tv. dizilerindeki kahramanlara ait resim ve aksesuarlar, muska yerine uğur ve şifa kolyeleri, taşları, nazar değmesin diye elini kulağına tutup tahtaya vurmalar, aksırınca “çok yaşa“demeler ilk sayabileceğimiz modern gereçler ve tavırlardır.
Tabii, bunların yanında cinciliğin modern şekli olan medyumluk, falcılığın bin bir çeşidi, burçların ve gök cisimlerinin insan kaderi üzerinde etkisi olduğuna/tanrılığına inanmanın bir yansıması olan burç falları, müneccimliğin modernize edilmiş şekli olan astroloji, felekle ve feleğin kadere etkisiyle ilgili inanış ve deyimler, ruh çağırma ve reenkarnasyon inanışları, insanın maymun soyundan geldiğine inanmak, İmanî hakikatlerin çoğunun bilimsel olmadığı, bilimin tek doğru ve gerçek mürşit olduğunu kabul, tabiat/doğa veya tesadüfe yaratıcılık atfetmek gibi bâtıl inanışlar ve modern hurâfeler...
Türbe ve yatırlardaki mantık dışı hurâfelerin çağdaş ve modern şekillerini de televizyon izleyen herkes görmekte, mâtem törenlerini, andiçmeleri... bilmekte. Simokinli resepsiyonlar, tuhaf, saçma ve İslâm dışı kuralları olan törenler, seromoniler, âyinler, tapınmalar... Kolej ve üniversite mezunlarının keplerini havaya fırlatmaları, kıyâfet dayatmaları vb. zorunluluklar da resmî hurâfeler olarak sayılabilir. Bütün bunların yanında kapitalizm, komünizm, kemalizm, laiklik gibi her türlü beşerî ideolojiler, İslâm’a ters dünya görüşleri ve felsefî anlayışlar, tâğutî yaklaşımlar, Bel’amca yorumlar çağdaş bâtıl inançlar ve modern hurâfelerdir.
Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denilse, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan
ATALAR YOLU
- 801 -
kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna uyacaklar)?” 2944. Aklı olmayan kimsenin dini de yoktur: “Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanlara verir.” 2945
Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek gerekir. Bize intikal eden miras, hem bazı doğruları, hem de bazı eksiklik ve yanlışları içermektedir. Bu miras, çeşitli siyasî ve itikadî tartışmaların yoğun olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize ulaşmıştır. Bu mirasın intikalinde çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz kimselerin de olduğunu unutmamalıyız. Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. O halde bize intikal eden mirası analiz etmeden, araştırmadan, Kur’an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek gerekir.
İslâm dünyasında insanlara, müslümanlara yön veren kimselerin değişmeyen dinin temel esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken özellikleri ayırt edebilmesi ve kendilerini sürekli yenilemeleri gerekir. Dengelerin kısa sürede değiştiği bir dünyada mü’minlerin pasif kalmaları, tamamıyla nakilci/taklitçi/şerhçi ve düşünemeyen kimseler olmaları, din açısından üzücü bir olaydır. Böylesi bir tablonun sorumlusu, bu insanların kendileridir. Çünkü Allah, Kur’an’da hayra doğru değişmenin mutlak sûrette gerçekleştirilmesi gerektiğini beyan etmektedir: “Bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe şüphesiz Allah da onların durumunu değiştirmez. Allah bir kavme kötülük murad ettimi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların, O’ndan başka koruyup kollayanları da yoktur.” 2946
Her konuda analizci, araştırıcı olmamız gerekir. Câhiliyye Araplarının yaptığı gibi hayra doğru değişmeye, yenilenmeye karşı olmak, ataların yolunu körü körüne taklit etmek demektir. Câhiliyye Araplarına tebliğ edilen gerçek dine karşı çıkanların tavrı, tamamıyla İslâm’a karşı mücâdele olmuştur. Âyet-i kerimelerde de sık sık atalar dinine körü körüne bağlılığın kötülüğünden söz edilir. Bu bağlılığın ne kadar tehlikeli olduğu vurgulanır. Bu tehlike, müslümanlar için de söz konusudur. Kur’an ve sünnete bağlı kalmakla birlikte, çağın dilini ve çağın gündemini kendi lehimize kullanmak zorundayız.
“Hayır, (ne bilgileri var, ne de kitapları.) Sadece: ‘Biz, babalarımızı bir din üzere bulduk; biz de onların izinden gidiyoruz’ dediler (Bütün delilleri bundan ibâret). İşte, böyle senden önce de hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın varlıklıları: ‘Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk; biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi. Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?” 2947 “Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” 2948
Hz. Peygamber (s.a.s.), müşrik Araplara yepyeni bir din sunmamıştı. Çağın
2944] 2/Bakara, 170
2945] 10/Yûnus, 100
2946] 13/Ra’d, 11
2947] 43/Zuhruf, 21-25
2948] 7/A’râf, 28
- 802 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ihtiyaçlarına cevap verecek bazı yenilikleriyle bu din; İbrâhim’in (a.s.) ve ondan önceki peygamberlerin getirdiği Tevhidin/hak dinin aynısı idi. Ancak müşrikler İbrâhim’in (a.s.) dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl inanışlarının inşâsı ile yeni bir din çıkarmış, onların tâkipçileri de araştırıp soruşturmadan aynı şeyi taklit etmişlerdi. Allah’ın dinine isnad edilen bu yanlışlıkları ortadan kaldırmak için Allah Teâlâ bir peygamber gönderdi. O’ndan sonra artık bir peygamber gelmeyecek ama, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den bize kalan tertemiz ve dupduru iki kaynak var (Kur’an ve Sünnet). Bu iki kaynak, devamlı bulandırılmak istendi. İlkine kimse dokunamadı, çünkü onun her her şeye kaadir bir koruyucusu var. “Kur’an’ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız.” 2949
Ancak, ikincisi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: “Kim Benim adıma yalan söylerse (hadis uydurursa) cehennemdeki yerine hazırlansın.” 2950 Buna rağmen insanlar bu kaynağı devamlı bulandırmaya çalışmış ve O’nun adına zaman zaman hadis uydurulmuştur. İslâm toplumunun içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; bunun yanında hadis uydurma cür’et ve cesâretinde bulunamayanlar da kanaatleri doğrultusunda hikâye, kıssa ve menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır.
Hikâyecilerin İslâm tarihinde yaygın bir yeri vardır. Hz. Ali, bu kıssacıları câmiden kovmuş, onların bu yolla din kaynağını bulandırmasına izin vermemiş, ama ondan sonra yine bu olay devam edegelmiştir. Felsefecilerin, Kelâmcıların, tasavvufçuların kaynağa soktukları yanlışlar, halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü, İslâm’a vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı. Her ne kadar, ana kaynakları bulandırmadan, dini eksiltme ve ona ilâvelerde bulunma gibi cinâyetleri işlemeden, sahih din anlayışı; her asırda az veya çok insan tarafından takip edilse de, genel halkın çoğunluğu vahyi yanlış anlamış insanlardı.2951 Bu konuda suçun büyüğü, halktan daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey, hoca ve tebliğcilerdedir.
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsa da mı?”2952 Bizim dinimiz, acezelerin, meczupların dini değildir. Geleceği beklerken bu gününü unutanlar da bize yabancıdır. Atalarının dinleri, yaptıkları ile övünmekle yetinenler de. Çünkü peygamber oğlu olmak bile kurtuluş için yeterli değildir. Dinimiz, geçmişin sanıkları ve tanıkları kaybolmuş dâvâlarının kavgasından da ibâret değildir. Din, Allah’ın, Peygamberi vâsıtasıyla bize bildirdiği, eksiği ve fazlası olmayan Kitapta yazılı olandır; Peygamber’in bize tebliğ ettiğinden ibârettir. Hz. Peygamber ve O’nun dostları, bize bu dinin pratiklerini göstermişler ve O’nun sahih sünneti tevârüs edilerek bize ulaşmıştır.
Toplumların câhiliyye dönemlerinden kalma gelenekleri dinimizin bir parçası
2949] 15/Hicr, 9
2950] Buhârî, İlim 38, Cenâiz 33, Enbiyâ, 50, Edeb 109; Müslim, Zühd 72; Ebû Dâvud, İlim 4; Tirmizî, Fiten 70, İlim 8, 13, Tefsir 1, Menâkıb 19; İbn Mâce, Mukaddime 4; Dârimî, Mukaddime 25, 46; Ahmed bin Hanbel, 2/47, 83, 133, 150, 159, 171
2951] Abdurrahman Çobanoğlu, İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, s. 47-52
2952] 2/Bakara, 170
ATALAR YOLU
- 803 -
değildir. Kuşkusuz onların, tevhide/vahdâniyete karşı olmayanlarını koruyabilir ve geliştirebiliriz. Ancak, kendi atalarımızdan, ırkımızın ve halkımızın geleneklerinden gelen her özellik dinimizin bir parçasını oluşturmayacaktır. Atalarımızın yaşadıkları zaman, mekân ve şartlar farklıdır. Geçmiş zamanı tekrar etmek mümkün değildir. Biz bu gün Kur’an’ı, burada ve bu şartlarda yaşamak, onun için de eskiyi tekrar etmek değil; yeniden, Kur’an’da belirtilen sorumluluğumuzu asrın idrâkine söyletmek zorundayız. Uzunca süren bir fetret döneminin, esâret, yoksulluk ve sapma döneminin ardından, bu gün dini anlama ve yaşama mücâdelesinde yığınla İsrâiliyat ve nefsimize kolay gelen, atalarımızın örflerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmeye kalkışmak, bizi çok farklı mâceralara sürükleyebilir. Bugünkü iletişim akışı içinde, medyanın; uzun boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren, hâinleri kahraman, kahramanları hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak için yoğun çaba göstermek zorundayız.
Eskilerin 32 ya da 54 farzdan ibâret din telakkileri ile bu günü açıklamak mümkün değildir. Daha önceki dönemlerin siyasal ve sosyal şartları içinde şekillenen din anlayışının, günümüzde dini yeniden aslî yapısına döndürme gayreti içindeki insanlar için kesin ve mutlak bir örnek teşkil etmesi düşünülemez. Ancak, tarihî bilgi ve belgeler, tarihî tecrübeler de hiçbir zaman görmezlikten gelinecek olaylar değildir. Gelenekleri aynı ile tekrarlamaya çalışmak gibi, geleneklerden kesin olarak koparak, geçmişi, geçmişin birikim ve tecrübelerini görmezlikten gelmek de bize bir şey kazandırmaz; çok şey kaybettirir.
Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir. Sanıkları ve tanıkları kaybolmuş bir dâvâda kahramanlar ve hâinler üretmek, bize bir şey kazandırmaz. Onlar, bizden önce gelip geçen bir topluluktu, onların yaptıkları onlara, bizim yaptıklarımız bizedir. Tarihi, bugünümüzü inşâ ederken bir tecrübe alanı olarak ciddiye almamız gerekir. Kahramanlar üretmek adına ihânetleri görmezlikten gelmek, ihânetlerden söz ederken faziletleri görmezlikten gelmek, tarihte kalanlar için hiçbir şeyi değiştirmez; ama bize birçok şeyi kaybettirir. Tarihi, bu günlerini ispat için malzeme olarak kullananlar ve tarihî gerçekleri çarpıtanlar, hem kendi geleceklerini ve hem de toplumun geleceğini karartırlar. Zaman içinde doğruluğunu kanıtlamış, insanların ortak faziletini oluşturmuş, berraklaşmış değerlere elbette sahip çıkmak, dürüst herkes için ahlâkî bir görevdir.
“İnsanlardan kimi de vardır ki, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık’ derler; oysa inanmamışlardır. Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalplerinde hastalıkr vardır...” 2953 Nasıl, kimi zaman insanlar katil ruhlarının üstüne cihad elbisesi giyerek din adına cinâyetler işleyebiliyorsa, kimi zaman da şeytan aklımızı çelip bize birtakım fantezileri din gibi göstererek onları kafamıza sokmaya çalışmaktadır.
“Onlar kalbimiz temizdir” diyerek kendilerini aldatmaktadırlar. Hayatlarına, dinlerine göre yön vermek yerine, hayatın içinde buldukları şeyleri kendileri için din haline getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik... İslâm’ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah’ın rızâsı değil; çağın icapları tayin etmekte ve çağın icaplarına göre te’vil edilmek
2953] 2/Bakara, 8-10
- 804 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.
Elbette Kur’ân-ı Kerim, kıyâmete kadar bâki kalacağına göre, çağın getirdiği yeniliklere karşı İslâm’ın mesajı olacaktır. Müslümanların bilgileri ve tecrübeleri geliştikçe Kur’ânî anlayışları da gelişecektir. Ancak, burada çağın gereklerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmek değil; Kur’an’dan yola çıkarak çağı yorumlayıp onu meşrû bir yoruma tâbi tutmak zorundayız. Reddettiğimiz şeyin doğrusunu, savunduğumuz şeyin delillerini ortaya koymamız gerekir.
Birinci yolda, yani çağın gereklerini din zannetmede bireyin aktif, entelektüel bir katılımı yoktur. Sadece dinini te’vil etmek sûretiyle edilgen bir yola girmektedir. Şuurlu bir müslüman ise, İslâmî sorumluluk şuuru ile olayı yeniden yorumlamak ve onu tashih ederek ona yeni bir biçim vermek durumundadır. Sağcılığın dine eklenmesi, ya da Arap ülkelerindeki ve özellikle Libya’daki solcu müslümanlık iddiaları, dini te’vil gayreti, dini moda akımlarla sentez etme gayretini belgelemektedir.
Demek ki sentezcilik modası, sadece dini ırkla sentez etmek değil; dini şahsî kanaatlerimiz, lider ve örgütlerimizle ve de aynı zamanda, birtakım çağdaş felsefî akımlar, moda ideolojilerle, kavramlarla sentez etme gayretleri de gözükmektedir. Bütün bunlara karşı uyanık olmak zorundayız. Eğer her şeyi bu kadar birbirine karıştıracak olursak, sonra bu işin içinden çıkamayan insanlar, bal peteğindeki lafza-i celâl yazısının hikmeti üzerinde gereğinden fazla kafa yorarak, imtihan olmak için geldikleri dünyanın gerçeklerinden koparlar ve sorumluluk duygusunu yitirerek inançlarını eyleme dönüştürme irâdesini kaybederler.
Hacca giden biri teraziye el sürmemeli imiş. Artık o, Allah adamı olduğundan, dünya menfaati ile işi olmazmış. Kim uydurmuşsa... İyi bir tüccar, nebîlerle birlikte haşrolmayacak mı? Bizim dinimiz, bu dünya ile ilgilidir. Bize âhiretin sırlarını açıklar; ama ve bu dünyada yaşanmak üzere, bu dünyadaki insanlar için inmiştir.
Câmide dünya kelâmı konuşulmazmış. “Din nasihattir (nasihatten ibârettir).” 2954 diyen bir dinin tebliği, anlaşılması için dünya kelâmı konuşmadan nasıl nasihatleşeceğiz? Câminin asr-ı saâdetteki hayatın hemen her alanıyla ilgili fonksiyonu, dünyayı ve dünya kelâmını dışlayarak nasıl icrâ edilecektir? Din ve dünya işlerini birbirine karıştırmayacakmışız. Gerçeğini bilmediğimiz âhiret işlerine bu dünyayı nasıl karıştırabiliriz ki!? Bizim dinimiz konuşmamızı, ticaretimizi, ekonomik ve sosyal ilişkilerimizi, her şeyi kapsar. Yaptığımız ve yapmamız gerekirken yapmadığımız, söylediğimiz ve söylememiz gerekirken söylemediğimiz her şeyi!
Kimine göre din sadece vicdan özgürlüğü gibi bir şey. Bunlar din ve vicdan özgürlüğünün ayrı ayrı şeyler olduğunu bile bilmeyecek kadar zekâ sorunu olan insanlar... Din Allah’la kul arasında imiş. Bu din, kimin dini ise, kim uydurdu ise... Her din, kendi bağlılarını birbirleri arasında hukuk sahibi kılar. Onlarınkisi şeytanın uydurduğu hayal âleminde olan bir din... Elbette kimsenin kalbini yarıp bakmadık ama, Allah’ın kitabı Kur’an, müslümanları kardeş yapmak sûreti ile birbirleri üzerinde hak sahibi yapmadı mı?
Dini dünya hayatının dışına itme iddiası, şeytanı bile güldüren bir komedi
2954] Müslim, İman 55; Ebû Dâvud, Edeb 67
ATALAR YOLU
- 805 -
olsa gerekir. Allah, peygamberlerini bizim gibi birer beşer olan insanlardan seçip gönderdi. Dinin bütün hükümleri, bu dünya içindir, bu dünyada uygulanır. Âhiret, sadece geleceğe ilişkindir; cennet ve cehennem, bu dünyadaki amellerimizin sonucu olarak varacağımız yerdir. Bu gün yaşanacak gerçek, bu dünya ile ilgilidir. Öbür kısmı, haber verilen gerçektir. Dini dünya hayatından soyutlamak, dini yok etmekle eş anlamlıdır. Bu bir inkârdır, küfürdür!
Onlar bilmedikleri bir dine iman ettiklerini sanıyorlar. Onu kendi gönüllerince süslüyor ve ona şeytanlarının söylediği şekilde bir muhtevâ kazandırıyorlar. Eski putperest toplumlarda zenginlerin kendi adlarına özel tanrılar, özel putlar edinmeleri gibi... Din, onlar için bir nazar muskası gibi bir şeydir. Kalplerinin temiz olduğunu sanıyorlar, ama şeytan kalplerine yuva yapmış. 2955
Bu Din Benim Dinim Değil!
Bugün okullarda öğretilen mecburî din ve aynı şekilde câmilerden halka empoze edilmeye çalışılan, yine dinde reform gayreti sahiplerinin yaymaya çalıştıkları sahte bir din sözkonusudur. Bu sahte dinle bırakın müslüman olmayı, hıristiyan olmak bile mümkün değil. Hatta dinsiz bile olunamaz, ancak din düşmanı olunabilir. Bugün hıristiyan misyonerliğinden daha korkunç olan radyodan, TV’den, kimi bürokratların, sözde aydınların ağzından kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu sahte dindir.
Amaç, devletle uyumlu yeni bir müslüman(!) tip yetiştirmek. Yeni Türk müslümanının standartlarını düzen ve kemalist ilkelerle tesbit edip TSE damgalı bir din oluşturmak. Bu standartların dışındaki dine “irticâ” damgası/yaftası vurarak onu yasaklamak. Cumhuriyet çocuğu, demokrat, laik, Atatürk ilkelerini benimsemiş, Türk standartlarına uygun, düzenle uyum içinde, etliye sütlüye (tabii zâlimlere ve sömürücü tâğutlara) karışmayan müslüman(!) vatandaşlar yetiştirmek.
Laiklik, batı kökenli bir kelime... Batı şartlarında ortaya çıkmış ve o şartlarda mümkün olan bir şey. Kaldı ki, bugün birçok batılı ülke laiklik ilkesine bağlı değil. Hele Türkiye’deki laiklik, onlar için çok yabancı. Ama müslüman Türk halkı ille de laik olmak zorunda... Laikliği batı şartlarında bile mümkün kılmak sorunken, müslüman bir toplumda nasıl mümkün olabilir? 23’den beri bunun yolu aranıyor. Önce dini yasaklamak istediler, olmadı. Kaleyi içeriden fethetme yolunu denediler, tutmadı. Okullara zorunlu din dersi koyarken, maksatları, dini yaymak ve güçlendirmek değil; halkın elindeki kitabı almak mümkün olmadığına göre, dini öğreten kitabı kendileri yazıp öğretmek, dini yeniden yorumlamak ve standardize etmek.
Türkiye ille de laik olacaktı ya, devlet değişmeyeceğine göre, din devlete uymalıydı. Batılı anlamda bir laikliği mümkün kılmak için imamın papaza, caminin kiliseye, Kur’an’ın da İncil’e benzemesi gerekiyordu. Bütün gayret de onun için… Yani, hıristiyan gibi (hatta dinsiz gibi) yaşayacak, yine de müslüman gibi ölüp törenle müslümanca gömülecektiniz… Âhiret, dinin alanına girdiği için, öldükten sonra imama teslim olacaktınız; yaşarken Sezar’lara, tanrının tüzel kişilik kazanmış hali olan iktidar irâdesine! Bu, aslında laiklik filan değil; doğrudan
2955] A. Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, s. 49-52
- 806 -
KUR’AN KAVRAMLARI
doğruya din düşmanlığı idi aslında.
Liselerde Din Dersi Eğitimi ve Ders Kitapları: Resmî anlayışa göre laiklik, kesin doğru olduğu için, laiklik müslümanlığa değil; müslümanlık laikliğe uydurulacaktı. İşte, zorunlu din dersleri bu irâdenin eseri idi. Elbette bu Din dersi de bu temel felsefenin ürünü olacaktır. Türk milli eğitiminin temeli ve alâmet-i fârikası “gökten indiği söylenen kitaplardan ilham almayacaktır!” Atatürk’ün müslümanlara hoş gelir gibi gözüken sözleri ise, icraatta ve pratik hayatta, o zamanın şartlarına göre söylenmesi gereken politikacı Atatürk’ün sözleri olarak mülâhaza edilerek, resmî belgelere geçen ve bizzat Atatürk’ün özel hayatında ve düşüncelerinde ifadesini bulan din telakkîsi esas alınacaktır.
İlköğretim ve Ortaöğretim kurumlarında okutulan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi ders kitaplarında en fazla iktibas edilen görüş Atatürk’ün görüşleridir. Bunu âyet ve hadisler izlemektedir. Atatürk’ün görüşleri, hem metin aralarında, hem de ayrıca blok olarak geniş ve uzun bölümler halinde verilmektedir.
İlköğretim ve Liselerde (tabii İmam-Hatip Liselerinde de) okutulan Din derslerindeki konular: Biraz İnkılap Tarihi, biraz Yurttaşlık Bilgisi ve biraz da dinlerin ortak yönlerinden birkaç örnek; yalan söyleme, hırsızlık yapma, israf etme, âmirlerine itaat et. Taassup yasak. Meselâ kadınların cemiyete karışmalarına karşı çıkmak taassuptur. Atatürk taassubu reddeder, Kur’an da, peygamber de reddeder. Kur’an, “âmirlerinize itaat ediniz” der...
Meselâ, kitaplarda fâiz, cihad, başörtüsü, şarap gibi şeyler yok. Bir öğrenci, “mâdem namaz farz, namaz kılmak istiyorum” dese, disipline verilir: “Ne demek istiyorsun sen?! Din, kalp temizliğidir. İlim ibâdetten önemlidir. Nöbet ibâdetten önemlidir!...”
Hakikatin kaynağı ve ölçüsü, Atatürk’ün sözleri olduğu için, zorunlu din derslerinin kaynağı da bulunmuş. Atatürk diyor ki: “Her fert, dinini, dininin buyruklarına uymayı, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur.” Mâdem öyle, haydi dinin pratikleri için okullarda açsanıza mescidleri... İşleri geldiği yerde, işlerine geldiği kadar, işlerine geldiği zaman... İsterlerse kitaplarının bu sayfasını okurlar, isterlerse başka bir sayfasını. Herkese göre hazır sözleri vardır.
Ne diyordu Celal Bayar: “Atatürk’ü sevmek ibâdettir.” Bu adamların gözünde Atatürkçülük bir dindir. Sevgileri bir tapınmanın tezâhürüdür. Bu kişilerin kafasına göre Türkiye’de Kemalist teokrasi vardır. 1948’de basılan Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğündeki din maddesi de öyle değil mi idi: “Kemalizm: Türklerin dini.” Haydi öyle ise laiklik adına Atatürkçülüğü devletten ayırsanız ya! Türbeleri ziyaret gericilikti. En büyük anıt mezarı onun için yapıp mezar ziyaretini devlet töreni haline getirdiler.
Atatürk’ün din hakkındaki görüşleri ve dine konu olan olaylarla ilgili düşünceleri Din dersi kitaplarında çok geniş yer kaplamaktadır. Atatürk iyi bir müslüman mı, yoksa TSE damgalı bir dinin, Allah ve peygamberden önce ya da sonra gelen bir diğer şartı mı?... Burada öyle anlaşılıyor ki, asıl belirleyici olan Atatürk’tür. Çünkü Kur’ân-ı Kerim ya da peygamberin sözlerinden Atatürk ilke
ATALAR YOLU
- 807 -
ve inkılapları ile çelişenlerin bu kitaplarda yeri yoktur ve olamaz da. 2956
Modern Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar İçin Diğer Bir Örnek
Kemalizm; Resmî Din mi? Atatürk’e Tanrı veya Peygamber Diyenler: Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına, sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul’da 1931 yılında, Devlet Matbaası’nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi’nde İslâmiyet ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet’in yeri yoktur. Çünkü “İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!”, “Hz. Muhammed (s.a.s.) nihayet bir çöl bedevîsidir”, “İslâmiyet’in yerine yeni bir din koymak lâzımdır ki, o da Kemalizmdir.” Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut’a göre Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti. Yani “Kemalizm dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı.”
Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi’nin meşhur Mevlid’ini Atatürk’e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi’ni okutmakta hiçbir sakınca görmedi.
Kemalizm dininin yeni öncüleri ise, imanın altı şartı olan İslâm âmentüsü karşısına, Kemalizm’in yeni âmentüsünü çıkardılar. Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!) âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler:
“Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına iman ederim.”
Halk, “halkçı” Kemalistlerin bu dehşetli dalkavukluklarından nefret ediyordu. Din ve dünya işlerini birbirinden ayırmaya çalışan Atatürk ise, kendisine takılan bu dinî sıfatlar karşısında şaşırıp kalıyordu. 2957
Bid’at; Anlam ve Mâhiyeti
‘Bid’at’, ‘ibdâ’ kökünden türemiştir. İbdâ, önceden yapılmış bir şeyi örnek almaksızın yapma ve icat etme demektir. Buna göre ‘bid’at’ sözlükte, daha önceden bir örneği olmaksızın yapılan, sonradan icat edilen şey (muhdes) demektir.
Kavram olarak ‘bid’at’; Şeriata karşıt olması sebebiyle onunla ters düşen ve onda bir fazlalık ya da noksanlığa neden olan şeydir. Bid’at Sünnetin zıddı olarak kullanılmaktadır ki, Şârî’nin (din koyucunun) açık ya da dolaylı, sözlü ya da fiilî izni olmaksızın, dinde sahâbeden sonra ortaya çıkan eksiltme ya da fazlalaştırmadır.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya çıkan her şey bid’at’tır; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık insanı ateşe sürükler.”2958; “Allah
2956] Abdurrahman Dilipak, a.g.e. s. 52-62
2957] Yavuz Bülent Bakiler, İslâmiyat cilt 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
2958] Müslim, Cum’a 43, hadis no: 867, 2/592; Ebû Dâvûd, Sünne hadis no: 4606, 3/201; İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 45-46, 1/17; Nesâî, Iydeyn 22, 3/153
- 808 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(c.c.) bid’at sahibinin, orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, (hayır yoluna) harcamasını, şâhidliğini kabul etmez. O, kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkar.” 2959
Bu kadar tehlikeli ve imandan ayırıcı olan bid’at konusunda müslümanların doğal olarak duyarlı olmaları gerekir. Allah (c.c.) kendi dini olan İslâm’ı peygamberinin tebliği ile insanlara ulaştırmış ve onu tamamlamıştır.2960 Hz. Muhammed (s.a.s.) yaşayarak ve uygulayarak İslâm’ın ne olduğunu ortaya koymuştur. Hiç bir insanın bu dine müdâhale hakkı yoktur; kimse ne dinden eksiltme yapabilir ne de ona bir şey ilâve edebilir. Sonradan ortaya çıkan ve yetkili ilim adamları tarafından yapılan ictihâd (fetvâ verme) ise, dine ilâve değil; dinî hükümleri sistemleştirme ya da yeni sorunlara Kur’an ve hadislerle cevap bulabilme gayretidir.
Ancak, değişen zamana göre, gelişen ilimler doğrultusunda yeni yeni şeyler icat edilir, yeni buluşlar ve teknikler, hatta yeni görüşler ortaya çıkabilir. Bid’at’ın sözlük anlamına takılarak, yeni ortaya çıkan her şeye bid’at demek mümkün değildir. Bu hem Din’i anlamamak, hem de Din’in mubah (helâl) alanını haksız olarak daraltmak, Din’in uygulanmasını zorlaştırmaktır.
Bid’at’ı bu şekilde anlayanlar günlük hayata biraz da zorunlu olarak giren yenilikleri bid’at kelimesiyle bağdaştırmanın yoluna gittiler ve bid’at’ı, ‘hasene-güzel’ ve ‘seyyie-kötü’ diye ikiye ayırdılar. Hatta bazı bilginler daha da detaya inerek bid’atleri; vâcip, haram, mendup, mekruh ve mübah olmak üzerer beş kısma ayırmışlardır.
Bid’at’ı dar kapsamlı olarak, yani kavram anlamıyla alanlar, onu inanç ve amellerde dine yapılan ekleme ve eksiltme olarak tanımlamışlardır. Böyle düşünenlere göre, dinî bir özelliği olmayan, insanların dünyalık işleriyle ilgili, İslâm’ın mubah dediği alana giren şeyler bid’at kapsamında değildir. İnsanların örf olarak yaşattıkları Din’e aykırı olmayan âdetler, sonradan gerek bir ihtiyacı karşılamak, gerekse ilmî araştırmalar sonucunda geliştirilen icatlar, üretimler, bazı kurumlar, ya da fikirler bid’at alanının dışındadır.
Kimileri, hasene (güzel) dedikleri bid’at’ı, Din’e bir ekleme olarak ele almazlar. Bunu Peygamberimizin haber verdiği ‘güzel bir çığır açma’ hadisine dayandırırlar. “Kim benden sonra terkedilmiş bir sünnetimi diriltirse, onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye sevap verilir, hem de onların sevabından hiç bir şey eksiltmeden. Kim de Allah ve Rasûlünün rızâsına uygun düşmeyen bir sapıklık bid’at’ı icat ederse, onunla amel edenlerin günahları kadar o kişiye günah yüklenir, hem de onların günahlarından hiç bir şey eksilmeden.” 2961
Onlar, teravih namazını cemaatle ve yirmi rek’at kılınmasına bid’at diyenlere Hz. Ömer (r.a.)’in “ne güzel bid’at!” demesini delil olarak alırlar. Hâlbuki Hz. Ömer (r.a.) bid’ate güzel demedi, tam tersine; “teravihin bu şekilde kılınması bid’at değildir. Eğer siz kendi fikrinize göre ona bid’at diyorsanız, o zaman bu ne güzel bid’at’tır” demek istemişti.
“Her yeni uydurma bid’at’tir” hadisinden, Dinin esaslarına, Hz. Peygamber’in
2959] İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 49, 1/19
2960] 5/Mâide, 3
2961] İbn Mâce, Mukaddime 15, hadis no: 209-210, 1/76. Bir benzeri için bk. Müslim, İlim 16, hadis no: 2674, 4/2060; Tirmizî, İlim 16, hadis no: 2677, 5/45
ATALAR YOLU
- 809 -
ve O’nun ilk dört halifesinin yollarına uymayan şeyler anlaşılmalıdır. Bu bid’atler, Hz. Peygamber’in Sünnetinin ortaya koyduğu ilkelerle uyuşmaz, onlara aykırıdır. Hatta bu bid’atler, bir şer’î (dinî) hükmü kaldırırlar, yerine kendileri yerleşirler.
Bid’ati, iyi ve kötü diye ikiye ayırmayan, onu dar kapsamlı yani kavram anlamıyla alanlar bu yorumlara katılmayarak derler ki; Yukarıda geçen ‘Sünnetin diriltilmesi (ihyâ edilmesi)’ yeni bir şey icat etmek değildir. Unutulmuş bir sünneti yeniden hayata kazandırmaktır. Hz. Ömer’in (r.a.) terâvih namazıyla ilgili uygulaması da yeni bir ibâdet çeşidi veya sonradan ortaya çıkmış bir uydurma değil; örneği Peygamber’in hayatında görülen ve O’nun tavsiye ettiği bir ibâdetin sürekliliğini sağlama düşüncesidir.
Bid’at Din’de temeli olmayan inançları ve ibâdet şekillerini İslâmî bir kılıfla İslâm’a yamamaktır. İslâm dışı görüş, inanış ve tapınmaları İslâm’a mal etmektir. Bunları yapanlar yaptıkları işin Din’e aykırı olduğunu bile kabul etmezler. Bundan dolayı Süfyân-ı Sevrî ve bazı âlimler şöyle demişlerdir: “Bid’at, İblis’e, mâsiyetten (günâh işlemekten) daha sevimlidir. Çünkü bid’atin tevbesi olmaz, hâlbuki kişi günâhından dolayı tevbe edebilir.” “Bid’atin tevbesi olmaz” sözünün mânâsı şudur: Allah (c.c.) ve Rasûlünün (s.a.s.) ortaya koymadıkları bir şeyi din edinen kimseye amelleri süslü gösterilir. O yaptıklarını doğru zannetmeye başlar. Kötü amellerini güzel görmeye devam ettiği sürece de tevbe etmiş olmaz. Her şeyden önce tevbenin başlangıcı; kişinin işlediği fiilin tevbe etmesi gereken kötü bir amel olduğunu kabul etmesi, ya da tevbeyi gerektirecek denli vâcip veya müstehab bir dinî emri terkettiğini bilmesidir. Bir kişi, kendi yaptıklarını güzel görmeye devam ettikçe tevbeye ihtiyaç duymaz.
Bid’at ehlinin tevbe etmesi, Allah’ın ona hidâyeti göstermesi ile mümkündür. Bu da ancak kişinin bildiği Hakk’a uyması ile gerçekleşebilir. “Bildiği ile amel edene Allah (c.c.) bilmediği şeyleri de öğretir.”2962 Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Doğru yolu bulanların Allah hidâyetlerini artırmış ve onlara takvâlarını (Allah’tan korkup sakınmalarını) vermiştir.” 2963
Peygamberimiz’in deyişiyle bütün bid’atler merduttur (reddedilmiştir). Hiç birinin İslâm’a göre bir değeri ve hükmü yoktur. Çünkü böyle bir şey, İslâm’da eksiklik veya fazlalık olduğu düşüncesine dayanır. Hâlbuki Din Allah (c.c.) tarafından insanlar için beğenilip gönderilmiş ve tamamlanmıştır. Onda eksik veya fazla bir şey yoktur. Bid’atçıların bir kısmı Kur’an’a ve Sünnet’e aykırı inanç ve amelleri uydurup İslâm’a sokarlar, onları Din’denmiş gibi sunarlar. Bazıları da İslâm’ı daha iyi yaşamak, daha dindar bir müslüman olmak amacıyla yeni ibâdet ve inanış türleri uydururlar. Her iki tutum da yanlıştır. İnsanlara düşen görev, İslâm’ın, olmayan eksikliklerini bulup kendi akıllarınca o eksiklikleri gidermek değil; İslâm’a hakkıyla teslim olarak ellerinden geldiği kadar onu yaşamaktır. Unutmamak gerekir ki hiç kimse İslâm’ı Hz. Muhammed’den (s.a.s) daha güzel yaşayamaz, O’ndan fazla dindar olamaz.
‘Güzel bid’at, kötü bid’at’ tanımları net değildir. Hangi inanış, hangi amel ve âdet bid’attır, hangisi güzeldir, hangisi kötüdür? Bu gibi değerlendirmeler kişilere ve kültürlere göre değişebilir. Bid’atin sınırlarını kim ve nasıl çizecek?
2962] Ebu Nuaym, Enes b. Malik’ten, nak. İbn Teymiyye, Takvâ Yolu, s: 14
2963] 47/Muhammed 17; ayrıca bk. 4/Nisâ, 66-68; 57/Hadîd, 28; 5/Mâide, 16
- 810 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tarihte ve günümüzde hemen hemen her grup (hizip) kendi düşündüğünün ve yaptığının doğru, diğerlerinin yaptıklarını yanlış görmektedir. Herkes görüşlerini ve eylemlerini Kur’an ve Sünnete dayandırma iddiasındadır. Hiç kimse de yaptığının bid’at olduğunu kolay kolay kabul etmez.
Onun için bu konuda da dikkatli olmak ve her şeye bilmeden ‘bid’at’ demek, ya da o şey gerçekte bid’at ise onu da İslâm’dan sayma yanlışlığına düşmemek gerekir. Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) yaşayıp tebliğ ettiği Din’i iyi bilirsek; bid’atleri daha iyi tanıyabiliriz. Peygamberimiz’den sonra ortaya çıkan bütün fikirlere, icatlara, kurumlara, yani her şeye -kavram anlamında- bid’at demek yanlış olduğu gibi, din kılıfı geçirilmiş sonradan ihdas edilmiş şeyleri de kabul etmek mümkün değildir.
Meselâ, mezar ziyareti ibret verici ve sevaptır; ama, türbeye veya mezarın yanındaki bir şeye çaput bağlamayı, mezardaki ölüden bir şey dilemeyi nereye koyacağız? Zikir yapmak, Allah’ı her an ve bütün ibâdetlerle anmak, hatırlamak Kur’an’ın emridir; ama, kolkola girerek, yat��������������������������������������ıp kalkarak, ayılıp bayılarak, kendin-�����������������������������������kendinden geçerek, feryat ederek zikretme(!) davranışlarının delilini nerede bulacağız? Âlimleri dinlemek, derslerinden, sözlerinden, ahlâklarından ve ilimlerinden faydalanmak güzeldir, gereklidir de. Ancak “bir âlime, bir şeyhe bağlanılmadan, ömür boyu onun peşinden gidilmeden İslâm yaşanmaz“, “şeyhi olmayanın mürşidi şeytandır“ gibi iddiaları nereye koyacağız? Ölünün arkasından duâ etmek, onu hayırla anmak güzeldir. Ama onun arkasından yapılan kırkıncı, elli ikinci gece ve mevlid merasimlerini hangi âyete ve hadise dayandıracağız? İslâm’da biat (seçim), şûrâ, din hürriyeti, hoşgörü ilkelerinden hareketle; şirk ve zulüm düzenlerini, İslâm’a aykırı yapılanmaları İslâmî sayabilir miyiz? Hoşgörünün sınırları; sapıklıkları, isyanları, Din’e hakarete varan tavırları kabullenmek midir?
İslâmî olmadığı halde İslâm kılıfıyla sunulan bütün inanç, amel, tavır ve anlayışlara karşı duyarlı olmak zorundayız. Bunlar Din’den olmadığı halde ona sokulan bid’at ve hurafelerdir. Her bir bid’at, müslümanın hayatından bir sünneti alıp götürür. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Sünnetini iyi tanıyanlar ve onu bir hayat olarak yaşayanlar bid’atlerin tuzağına düşmezler. 2964
Bid’at, bir nesneyi yeniden peydahlamak mânâsına gelir. Örneği ve benzeri olmayan bir şeyi ortaya çıkarmak, üretmek demektir. Yeniden vücuda getirmenin olumsuz yönlerini ifade için bid’at sözcüğü kullanılmaktadır. Türkçedeki “türedi” kelimesi, bunun tam karşılığıdır. Kur’an’da bid’at kelimesinin kavramsal ve kurumsal mâhiyette ele alındığı âyete bakarsak, konu daha iyi anlaşılacaktır: “Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i verdik; ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları (ibtedeû, bid’at icat ettikleri) ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızâsını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.”2965 Peygamberler tarihinde bid’ate/türediliğe örnek olarak hıristiyan ruhban sınıfının icat ettiği ve sonra da ilkelerine saygılı olmadıkları ruhbanlık gösterilmektedir. Bid’atin omurgasını tanımamızı sağlayan bu âyet gösteriyor ki, bid’atler:
2964] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 87-91
2965] 57/Hadîd, 27
ATALAR YOLU
- 811 -
1. İyi niyetle, Hak rızâsı kazanmak gâyesiyle icat edilebilirler; bu, onların bid’at olmasını engellemez.
2. Bid’at olarak ortaya çıkarılan şeye bir süre sonra bizzat onu icat edenler bile uyamazlar.
Böylece, dikkatler şu iki noktaya çekilmektedir: Bu dinin Peygamber(ler)i de,2966 kavramları ve kurumları da bid’at/türedi değildir. Bu bir dindir ki, Yaratıcı onu ilk insanla başlatmış ve asırlar boyunca insanı onun değişmez, zaman üstü ilkeleriyle eğitmiştir. Bu ilkeler tüm peygamberlerin mesajlarında aynıdır. Kur’an bu mesajları toplayan kitaptır. Kur’an’ın din dediğine, Peygamber’in din dediğine eklemeler yapan, bid’atçılık/türedilik yapar ve uydurma bir din icat eder. Tamamlanan, kemâle eren ve adına İslâm denilen bir dinin2967 bid’at/uydurma/türedi kişi, kurum ve kavramlara ihtiyacı yoktur. O yüzden bid’ati bazı âlimler şöyle tanımlar: “Kemâle erdirildikten sonra dinde ortaya çıkan nesneye denen bid’at, dinde Peygamber’den sonra ortaya çıkan tutku ve davranışlardır. Dinde ortaya çıkan eksiltme veya artırmalar için kullanılır.”
Bid’at, dinin vahye dayanan tespitlerine, buyruklarına, kabullerine yapılan ekleme veya bunlarda vücuda getirilen eksiltmedir. Buna göre bid’at, din bünyesinde sözkonusu olur. Hayatın diğer alanlarındaki yeniliklerin bid’at kavramıyla irtibatlandırılması tam bir saptırmadır. Hatta, diyânet denen ve dine getirilen beşerî yorumları içeren alandaki yenilikler de bid’at kavramı içine girmez. Bid’atin sözkonusu edilebilmesi için “din” bünyesinde yeni icatların olması gerekir. Bid’at, dinde olmayan şeyi dine sokmaktır. Bid’at, Allah’ın din olarak gönderdiğinde olmayan şeyi var göstermektir. Bid’at, vahyin oluşturduğu tevhid anlayışına aykırı kabuller icat etmektir.
Yine, bid’atin hasenesi/güzeli olduğunu ifade etmek, temelden yanlıştır. Güzel bid’at tâbiri, birçok olumsuzluğun gözden kaçmasına yol açan bir maske tâbirdir. Ortaya getirilen bir yenilik, dinde olmayan bir şeyi icat etmektedir; bunun güzeli olmaz. Dine ekleme yapmanın güzeli olacağını söylemenin kendisi bid’attır. Bir bid’ati ölçüt yaparak başka bir bid’ati tanımlayamayız. Ortaya getirilen yenilik, dinle iligil değil de hayatın başka alanlarıyla ilgili ise onun bid’at kavramıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bid’at, eski örf ve âdetlerin yerine yeni örfler koymanın adı değildir; dinin tesbitlerinin yerine eski veya yeni herhangi bir âdeti koymanın adıdır. Bazıları ne hikmetse, eski âdetlere bağlılığı bid’at saymazken yeni âdetlere en küçük bir itibarı hemen bid’at ilan eder. Oysa ki âdetin dinleştirilmesi, her hal ve şartta bid’attır. Bunun birkısmı günah bid’ati olur, birkısmı şirk bid’ati. Ama güzel bid’at asla ve asla olmaz. Âdetler dinleştikçe din de âdetleşir. Bunun sonu, dinin tahribi ve saygınlığının yok olmasıdır.
Yaşadığımız toplumda bid’atler karşı çıkmak adına ortaya çıkıp en yıkıcı bid’atleri üreten kişi ve zümreler hayli çoktur. Bunlara göre bid’at, öncelikle eski kabullere aykırılıktır. Daha net bir çerçeveden bakılınca bid’at, bu insanların mensup oldukları fırkanın kabullerine ters her şeydir. Bunlar için olay “biz ve ötekiler” olayıdır. Din, bunun sadece dokunulmazlığını sağlayan bir araçtır. Bid’at suçlamalarında bulunanların çoğu, vahyin verilerini değil; kendi mezhep,
2966] 46/Ahkaf, 9
2967] 5/Mâide, 3
- 812 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tarikat, cemaat, ırk veya bölgelerinin âdetlerini esas alarak başkalarını bid’atle itham ettiler. Bid’ati Kur’an ve sahih sünnete aykırılık olarak asla tanıtmadılar. Yani bid’atle mücadele adı altında bir tür yozlaştırma yaptılar.
Allah’ın dininde eksiltme veya artırma yoluyla değiştirme olarak ortaya çıkan bid’atin en kötü yanı, genellikle iyi niyetle sergilenmesidir. Bu iyi niyet zemini, bid’atin toplumda revaç bulmasına sebep olmakta, bunun sonucunda da sapma sessizce yerleşmekte ve dine eklenen âdet ve alışkanlıklar dinleşmektedir. İman Süyûti bu konuda şunları söyler: “Bid’atlerin bir kısmını, halkın ibâdet ve Allah’a yaklaşma zannıyla yaptıkları oluşturmaktadır. Oysa ki esâsında bunların terk edilmesi ibâdettir. Câhiller bunların görüntüsünün ibâdeti andırmasına aldanarak esasında yasak olan fiilleri ibâdet yerine koymaktadır. Burada aldatıcı olan, ‘daha çok ibâdet etme’ hırsıdır. İşte bu hırs, insanları, ibâdet görüntüsü veren bu yasakları icrâya itmektedir. Bu tür ibâdetlerin haram olanı vardır, mekruh olanı vardır. Hz. Ömer, Cuma namazının ardından iki rekât ilâve namaz kılan bir adamı engelleyip mescidden uzaklaştırmıştır...” 2968
Bid’at yüzünden saparak beşerî âdetleri din gibi yaşamaya kalkışanların vücut verdikleri günah yükü, bid’ati icat edenlerin boynuna binecektir. Çünkü Kur’an, ilimsizlik yüzünden insanların sapmasına sebep olanların, saptırdıkları insanların günahlarına ortak olacaklarını çok açık bir biçimde bildirmiştir: “Onlar, kıyâmet günü, kendi günahlarını tamamen yüklendikten başka, ilimsizlik yüzünden saptırdıkları kişilerin günahlarının bir kısmını da yükleneceklerdir. Bakın, ne kötü şey yükleniyorlar.” 2969 Şâtıbî’ye göre bid’at, bir şirk kurumudur ve esası da Allah’a iftira ederek dine haram-helâl, iyi-kötü hükümleri eklemektir. Bu ilâve kabuller onları uyduranlar tarafından süslenip püslenmekte ve taklit bedavacılığında rahat arayanlar tarafından benimsenip hayata geçirilmektedir.2970 Şâtıbî’ye göre bid’atçılık, lânetlenmeyi gerektiren istisnâî cürümlerden biridir. 2971
Mescidlerdeki Bid’atler
Mescidlerle ilgili birçok bid’at, İslâm’a ve müslümanlara rağmen maalesef hâlâ yaşamaktadır. Câmilerde görülen bid’atlerin en önemli ve yaygınlarını saymaya çalışalım:
a- Mescidlere kadın-erkek her müslüman girebilmesi gerektiği halde, Asr-ı saâdette ve Peygamberimiz’in sünnetinde kadınların mescide devam etmelerinin kısmen veya tamamen engellenmesi diye bir şey olmadığı halde,2972 kadınların Cuma ve bayram namazlarında, teravih veya vakit namazlarında cemaatten, câmideki vaaz ve nasihatlerden, sosyal faâliyetlerden din adına mahrum bırakıldığı sözkonusudur. Dolayısıyla günümüzde kadınlara mescid yolunu göstermemek, onları mescidlerden uzaklaştırmak, en azından bid’at olacaktır. Onlar, özellikle Cuma günü ve benzeri özel günlerde câmideki hitâbe, öğüt ve vaazlardan hisse almalı, cehâlet karanlığından kurtulmalıdır.
2968] Celâleddin Süyûtî, el-Emru bi’l-İttibâ ve’n-Nehyu ani’l-İbtidâ (Bid’atlar), Beyrut, 1998, s. 55-57
2969] 16/Nahl, 25
2970] Şâtıbî, el-İ’tisâm, R. Rızâ Y. Mısır, c. 1, s. 126-139
2971] Şâtıbî, a.g.e., s. 117; İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, s. 48 vd.
2972] Ahmed bin Hanbel, 6/66, 90, 154; Müslim, Salât 16, 137; Ebû Dâvud, Salât 13; Tirmizî, Cum’a 48, 64; Buhârî, Cum’a 13
ATALAR YOLU
- 813 -
b- Pis kokular yayanların mescide girmelerini Rasûlullah yasaklamıştır. Hatta helâl ve şifalı bitkiler olan soğan sarımsak gibi hoş olmayan kokulara sebep olan gıdaları yiyenlerin mescide gelmemelerini istemiştir.2973 Fosur fosur sigara içen ve sigarasını lütfen câmi kapısında söndürüp atan ve sigara içmeyenleri, soğan yiyenlerin kokusundan rahatsız olduğundan çok daha fazla etkileyen kişi, durum değerlendirmesi yapmalıdır. Tabii, birini tercih etmesi gerekiyorsa neyi tercih edeceğine de karar vermelidir.
c- Mescidler, imkânlar zorlanarak asr-ı saâdetteki fonksiyonlarına yaklaştırılmalı, faâliyet alanlarını genişletmelidir. Mescidlerin çok yönlü faâliyetlere merkezlik teşkil etmesi yüzünden, insanlar oraya daha fazla gelecektir; mescid, sosyal hayatın merkezi, en vazgeçilmezi olacaktır. Çok yönlü hizmetleri yüzünden cemaatle kılınan namaz, 25 veya 27 derece daha üstündür. Mescidin bu çok yönlü fonksiyonunun kalktığı, kardeşlik ve kaynaştırmanın yerini hizip ve politik çekişmelerin, dedikoduların aldığı için, günümüz cemaatlerinde bu derece sevap fazlalığının bulunduğunu söylemek zordur. Şimdi ne o takvâ mescidi, ne de bir namazı 27 derece yükselten erdem sahibi cemaat...
ç- Mescidlerde konuşulmayacağı, dünya kelâmı edilmesinin yasak olduğuna dair hiçbir şer’î hüküm yoktur. Yasak olan, lağvdır/boş söz, gereksiz lakırdıdır, mâlâyanidir, ki bir hayır amacına ulaştırmayan bu gereksiz söz, sadece mescidde değil; her yerde yasaktır 2974. Bütün evren secde halinde olduğundan arzın her yeri mescid hükmündedir. İnsanlık açısından mescid olma hali ise o mekânda secde edilmesine bağlıdır.
d- Belirli mekânları mescid edinip başka yerde namaz kılmamak veya kılınamayacağını iddia etmek de bid’attir, yanlıştır. Evleri de kabir haline getirmemek, oralarda özellikle farz dışındaki namazları edâ etmek Peygamber tavsiyesi ve uygulamasıdır.
e- Bugünkü câmiler, dolaylı yoldan da olsa devlet kanunlarıyla yönetildiğinden, imamlar bazı dinî emirleri de uygula(ya)mamaktadır. Örnek olarak, müslüman olmadığı bilinen, hatta din düşmanı olarak tanınan bir kimse öldüğünde hangi görevli, “ben bunun cenaze namazını kıldırmam!” diyebilir? Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın dininden hoşlanmayan fâsıkların, kâfir ve münâfıkların namazlarının kılınmamasını, mezarları başında durulmamasını isterken, tâğut ve zâlimler için duâlar edildiğini görüyoruz. “Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak öldüler.” 2975
f- Farz namazdan sonraki müezzinlik fasılları bid’attir. Müezzinin namaz esnasındaki görevi ezan ve kametle sınırlıdır. Farz namazlarından evvel veya Cuma namazında hutbe öncesinde İhlâs sûreleri veya başka âyetler okumak sünnette olmayan bir davranıştır.
g- Kur’an ve sünnetin belirlemediği uydurma ibâdet veya bereket unsuru kabul edilen şeylerin mescide sokulması bid’attir. Tesbih adı altında câmiye
2973] bk. Buhârî, Ezan 160; Müslim, Mesâcid 68, 69, 71; Ahmed bin Hanbel, 2/20, 266, 429; İbn Mâce, İkamet 58
2974] bk. Mü’minûn, 3
2975] 9/Tevbe, 84
- 814 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sokulan bazı araçlar, onların cemaat arasında ona buna atılması huzur bozan bir davranıştır. Câminin duvarlarına, kubbesine levhalar, yazılar yazmak, dikkat çekici süsler yapmak da bid’attir. İmam Mâlik gibi nice âlimler câminin mihrabına bir Kur’an âyetinin yazılmasına bile karşı çıkmıştır.
h- Namaz kılan cemaatin secde ettiği yerden daha yüksek ve câmide çıkıntı olacak şekilde mihrap yapmak da doğru değildir. Hatta mihrabın Emevîler döneminde câmiye konmaya başlandığından, Peygamber mescidinde bulunmadığından tümüyle bid’at olduğu değerlendirilir.
ı- Mescidlere para toplamak için konan “sadaka sandıkları”na İmam Mâlik karşı çıkmış, “Allah, mâbedleri dünyalık toplama yeri yapmadı” demiştir. Câmiler dilencilik yapılacak yerler olmamalı; imamlar ve vâizler de dilenci. Cuma’dan cumaya câmiye gelen adamdan para isteme ve fâsıkların, hatta müslüman oldukları şüpheli olan insanların, haram olduğu halde câminin îmârına katkıda bulunması2976 isteniyor; namazsızlar veren el olduklarından aziz, câmi ve görevliler isteyen ve alan el oldukları için altta ve zelil oluyor. Denilebilir ki, “efendim, ne yapalım, câminin halıları değişecek, süslü âvizeler alınacak, paraya ihtiyaç var...”
Hâlbuki Cuma ve bayram namazında câmiye gelenleri, kayıp çocuklarımız ve misafirlerimiz olarak kabul etmeli, onlara biz birşeyler verebilmeliyiz. Onlar ayakkabı çalınma riskinden veya yine para isterler anlayışından dolayı câmiden kaçma yolu arayan değil; câmide dağıtılacak hediyelerden ve sunulan imkânlardan yararlanmak için de olsa aramıza katılabilmeli. Câmiye çok nâdir gelen Cuma cemaatine kitaplar, broşürler, dergiler, kasetler, başka hediyeler verebilmeli, ondan bir şey kesinlikle istememeliyiz. Cebine değil, gönlüne hitap etmeli, gönlünü ve gözünü doyurabilmeliyiz. Hemen bütün peygamberlerin toplumlarına bir hitabı vardır: “Sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi (ecrimi, mükâfatımı) verecek olan ancak âlemlerin Rabbi Allah’tır.” 2977
i- Yine, bir câmi inşaatı için elde makbuz, çarşı pazar geziliyor, önüne çıkan dinli dinsiz herkesten câmi için yardım isteniyor. Bunun, dini ve câmileri küçülten bir tavır olduğu kadar, Kur’an’ın yasakladığı2978 bir tavır olduğunu belirtmek gerekiyor.
j- Mescidlerde ticaret yapılması da çirkin bir bid’attir. Özellikle Diyanet, kendi kasasını şişirmek için kendi memurlarına, kendi yayınlarını câmide pazarlamalarını emretmektedir. Takvim, dergi, kitap ve makbuzlarının satılması şeklinde örneklerini gördüğümüz ticaretle ilgili işler için mescidin kullanılması Hz. Peygamber’in bizzat yasakladığı hususlardandır.
k- Günümüzde, mescidlerle ilgili bir başka yanlışlık da, çoğu müslüman halk tarafından yapılıyor: Filan vilâyet veya uzak semtten Sultan Ahmet Câmiini veya câminin içindeki Konya’ya Mevlâna müzesini ya da başka bir câmiyi ziyaret etmeye gidiyorlar. Câmi ziyaret edince sevaba girdiklerini zannediyorlar. Hâlbuki câmi ziyareti kasdıyla yapılan bu davranışlar, yanlıştır, yasaktır, vebaldir. Çünkü yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek ancak üç mescid vardır. “Üç mescidden başka bir yere (ibâdet ve ziyâret etmek için)
2976] 9/Tevbe, 17
2977] 26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180..
2978] 9/Tevbe, 17
ATALAR YOLU
- 815 -
özel olarak yolculuk yapılmaz; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve Benim mescidim.”2979 Bugün müslümanlar, maalesef Mescid-i Aksâ’yı ziyaret edememektedirler. Hiç olmazsa hacca gidenlerin yol üzerinde uğrayıp ziyaret edebilecekleri ilk kıblelerine gitme yollarını bulmak bedel istiyor; insanımız da kolay sevap istediği için bedele yanaşmıyor.
l- Peygamberimiz’in her Ramazan’da mutlaka yaptığı mescidde i’tikâf sünneti unutulmuş, câmiler i’tikâfsız/coşkusuz kalmıştır. İtikâf, bilindiği gibi, dünya işlerinden arınıp bir mescidde özellikle Ramazan ayının son on günü ibâdete çekilme demektir. Bu kuvvetli sünnetin terk edilmesi, mescidlerimiz açısından önemli bir eksikliktir. İ’tikâfın ihyâ edilmesi gerekmektedir.
m- Bid’at unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme hakkı olan mü’minlerin, şirk unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme zorunluluğu vardır. 2980
n- Mescidin dırar olması/zararlı mescid haline gelmesi, mescidin sadece o niyetle yapılmasını gerektirmez. Mescid-i Dırarla ilgili âyet-i kerimede,2981 yapmak ve kurmak anlamında bir kelime kullanılmamış, “ittihaz (edinme)” kelimesi kullanılmıştır. Bu demektir ki, bir mescidin zarar vermesinden söz etmek için, daha yapılırken o niyetle yapılmış olması şartı aranmaz. İlk zamanda, hatta yüzyıllarca iyi hizmetler verdiği halde günün birinde “zarar veren mescid” haline dönüşen binalar olabilir.
o- Mü’minleri fırkalara bölmek, tefrika çıkartmak için mescid yapmak veya yapılmış mescidleri bu maksatla kullanmak, dırar mescidinin özelliğidir. Avrupa’da Türkler tarafından mescid haline getirilen yerlerde çok net sırıttığı gibi, her fırkanın kendine has bir câmisi vardır. Câmiler, sadece Allah’ın olması gerektiği2982 halde, falancıların mescidi, filancıların câmisi diye câmiler gruplarıyla bilinir ve çoğu mescidde ırklar ve uluslar arası ayrım özelliğine işaret anlamına gelecek tarzda Türk bayrakları, hem de mihrab veya minber civarında bulunur. Sadece kendi gruplarına ait mescidlerde toplanıp namaz kılanlar, öteki câmilerde namaz kılmaz ve o mesciddekilere müslüman gözüyle bakmaz. Hemen hepsi, birbirinin gıybetini etmeyi cihad zanneder.
ö- Rus işgali dönemindeki Afganistan’da ve günümüzde nice yerlerde örnekleri görüldüğü şekilde, câminin İslâm düşmanı olanlara, dini kullanmak ihtiyacı duyan ikiyüzlü kişilere barınak yapılması da bid’at olmaktan öte şirk unsurudur, dırar özelliğidir. Senelerce kahır ve zulüm altında inlettikleri müslümanların mâbedlerini, onları sömürmek, kontrol etmek ve birbirine düşürmek için kullanma alçaklığının İslâm tarihinde ilk temscilcileri Emevî hânedanıdır. Onlar, İslâm’ın zaferi önünde eğilmek zorunda kaldıklarında, müslüman kanı damlayan kılıçlarını kınlarına soktular ve o kılıçlarla dize getiremedikleri müslümanları, Musallat oldukları mâbedlerinden vurdular. Bu öyle bir vuruştu ki, en büyük kahrını, dinin tebliğcisi Peygamber’in evlâdı üzerinde gerçekleştirdi. Onları zehir ve kılıçla yok etmekle yetinmedi, tevhidin mâbedinden yaklaşık bir asır o aziz Rasûl evlâdına ezan ve hutbelerden lânet okuyarak o Peygamber’in ümmetine
2979] Buhârî, Fedâilu’s-Salât -Salâtu Mescid-i Mekke- 1, 6, Savm 67; Müslim, Hacc 74; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243, hadis no: 326
2980] Bk. 7/A’râf, 29; 9/Tevbe, 107-109; 72/Cinn, 18
2981] 9/Tevbe, 107
2982] 72/Cinn, 18
- 816 -
KUR’AN KAVRAMLARI
âmin dedirtti. Ömer bin Abdülaziz,2983 Rasûl evlâdına okunan bu lâneti mescidlerden kaldırdığında, kavramları tersine çevirmeye örnek olarak onu şu şekilde itham etme çarpıklığına gidebildiler: “Sünnete muhâlefet ediyor...”
p- Mescid yapımında, Allah rızâsı ve takvâ kaygısından başka herhangi bir kaygının rol oynaması da Dırar mescidinin temel özelliğidir. Kişisel menfaat, şöhret hırsı, grup ve parti çıkarı, ekonomik rant vb. bu özelliklerdendir.
r- Mescidlerde Allah’ın dışında herhangi bir kişiye sığınılması, yakarılması, herhangi bir kişinin Allah ile kul arasında vesîle ve aracı yapılması da, mescidin takvâ mescidi özelliğinin kalkması demektir.2984 Bu durum, ulûhiyet şânından olan özelliklerin Allah dışında bir varlığa verilmesini ifade ettiği için şirktir. Allah’ın dışında kişi veya kişiler için çağrıda bulunulması, övgüler dizilmesi, propaganda ve reklâm yapılması da mescidlerdeki çirkin davranışlardandır. İslâm’ın temel kabullerine zıt unsurların sokulduğu mescidlerdeki bu durumlara karşı çıkılmalı, tavır alınmalıdır.
s- Mescidlerin vazgeçilmez fonksiyonlarından biri, oradaki cemaatin birbirlerinin dertleriyle dertlenmesi ve istişâre etmesine zemin olmasıdır. Bu ibâdet ve meşveret yerlerinde müslümanlar, eşitlik kuralına uyarlar. Kimsenin kimseye meslek, maddî güç, makam vb. açıdan üstünlüğü olamaz. Bu ayrımlara göre saflar düzenlenip bazılarına ayrıcalık verilemez. Herkes aynı safta ve omuz omuzadır. Bu yüzdendir ki, imamın da cemaatten yüksek bir yerde namaz kıldırması doğru değildir; hatta bunu câiz görmeyenler bile vardır.2985 Hatta bazı ülkelerde günümüzde de uygulandığı şekilde, mihrabdaki imamın cemaatten daha yüksek yerde namaza durarak gurura kapılmaması için, mihrab câmideki cemaatin secde ettiği zeminden daha aşağıda olmasının daha faziletli olacağı değerlendirilebilir.
ş- Cemaatteki bu eşitlik, ancak bir noktada bozulur; o da ilim ve ibâdet noktasıdır. Mescidde, ilk safta ilim ve takvâ bakımında önde olanlar bulunur. Bunlar, imâmet ve riyâset namzedi oldukları gibi, müzâkere ve müşâverede de reylerinden en fazla yararlanılan kişilerdir. İmamın, namazdan sonra arkasını mihraba, yüzünü cemaate dönüp oturması, duâ için olmayıp, kendisini imam seçen veya imam olarak kabul eden cemaatle istişâre ve tartışmaya başkanlık etmek içindir. “Benim hemen arkama sizden dirâyet ve akıl sahipleri dursun! Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenler dursun! Çarşıların karışıklığından sakının!”2986; “Üç kişinin namazları kabul olmaz; bunlardan birisi cemaat istemediği halde imamlık yapmak isteyen kişidir...” 2987
t- Bu ölçüler dahilinde câmilerde istişârenin terk edilmesi, cemaatin birbiriyle kaynaşmaması, imam-cemaat ilişkisinin sağlıklı olmaması ciddî problemlerden biridir. Takvâ ve ilim durumuyla öne çıkmadığı halde ön safı ve imamın arkasını âdetâ parselleyen kimselerin bu tavırları da sünnete uymaz. Aslında imamın cemaat tarafından seçilip öne çıkartılması gibi, imamın arkasına geçecek insanları da cemaat belirlemeli, lâyık olanları namaza durmadan oraya dâvet etmelidir.
2983] ölümü; 102/720
2984] 72/Cinn, 18
2985] Ebû Dâvud, Salât 67
2986] Müslim, Salât 123; Ebû Dâvud, Salât 96; Tirmizî, Salât 168
2987] Ebû Dâvud, Salât 63; Tirmizî, Salât 266
ATALAR YOLU
- 817 -
u- Vaaz ve hutbelerde, müezzinlik ve imamlıkta, normal olarak ses duyulduğu müddetçe, gereksiz yere hoparlör kullanmak ve kulağı tırmalayacak şekilde bağırmak da çok yanlıştır, çirkin bir bid’attir.
ü- Duânın kabulünün bir şartı, samimiyet ve sessizliktir. “Rabbinize tazarrû ile yalvara yakara, gizlice duâ edin. Bilin ki O, haddi aşanları sevmez.”2988 Duâ, tevâzu ve zillet ile, fakirane, gizlice ve çok yavaş sesle yapılmalıdır. Yoksa, duâ, tevâzunun tersine bağırma ile, yarış edercesine, edebiyat gösterişi şeklinde, kafiyeli ama samimiyetsiz sözlerden oluşan tarzda olduğu müddetçe o duâ, câmi kubbesinin dışına yükselmeyecektir. Hele bir de zâlim ve tâğutlar için de rahmet istenerek duâ edilmesi, duâda câiz olmayan vesîleler, ırk asabiyetine dair övünmeler de varsa, böyle duâya el açıp âmin diyenlerin de durumu, Akaid ilmini ilgilendirir.
v- Cuma namazlarında hutbeyi kısa, namazı uzun tutmak sünnet olduğu, aksi bid’at olduğu halde, hutbeler çok uzun ve namazlar çok kısa edâ ediliyor.
y- Mescidlerden yola çıkılarak, oradan İslâm’ın öğrenilip yaşanması, hâkim olması halka halka yayılarak toplumu hükmü altına alması gerektiği halde; bugünkü mescidler, aslî görevlerinin çoğunu yerine getirmemektedir. Tâğutlar ve onların rejimleri, çeşitli baskı ve dayatmalarıyla İslâm dünyasındaki mescidlerin çoğunu mahkûm etmiş, hapishaneye çevirmiştir.
Câmiler, müslümanların her çeşit ibâdet, buluşma ve görüşme, önemli meselelerini müzâkere etme, dinin emir veya tavsiye ettiği birtakım hizmetleri gerçekleştirmek üzere faâliyetlerde bulunma yerleridir. Bu kutsal mekânları laik devletin kontrol altına alması ve işlevlerini de yalnızca namaz ibâdetinden ibaret kılması; dine, sünnete, hukuka aykırıdır. Câmilerde yapılan vaazların ve hutbelerin devlet tarafından kontrolü, hele devlet tarafından hazırlanıp papağan yerine konanların eline tutuşturulması, kesinlikle din özgürlüğüne müdâhale anlamı taşır.
Câmiler ilk kuruluşundaki örnek uygulamaya göre birden fazla iş ve ihtiyaç için kullanılırdı. Eğer biri çıkar da “bunlar tarîhîdir, o günkü ihtiyaç ve imkânsızlıklara bağlıdır, bugün bu işler için ayrı mekânlar ve kurumlar vardır” diyecek olursa, kendisine şu cevap verilir: Bunlar doğru olabilir, ancak, bu tarihî uygulama iki şeye kesin delildir: 1- Câmiler yalnızca namaz kılmak için değildir. 2- Müslümanların din işleri, dünya işlerinden ayrı değildir; din ile dünya iç içedir. Kur’an ve Sünnet, hem din hayatını hem de dünya hayatını düzenlemek, yönlendirmek, yönetmek için gönderilmiştir.
z- Câmilerde; farzmış, namazdan bir parça imiş gibi, Haşr sûresinin son âyetlerinin sabah ve akşam namazlarında imam veya müezzin tarafından mutlaka okunması, tesbihlerin komutlarla ve hiç ihmal edilmeksizin ve mescidin dışındaki hayata yayılmaksızın câminin ve namazın olmazsa olmazı gibi okunması da bid’attir. Bakara sûresinin son iki âyetinin de yatsı namazından sonra, başka âyetler okunmaz veya hiç terkedilmemeli gibi kıraati için de aynı şey söylenebilir.
Aslında, okunan aşır veya sûrelerin meal ve tefsirleri verilmeli, hatta güncel konularla, câmi dışı hayatla ilgili hükümleri, tavsiyeleri içeren âyetler seçilmelidir
2988] 7/A’râf, 55
- 818 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ki, okunanlar yerini bulsun, gerçek sünnete ve istenilen sevaba ulaştırsın. Ezanın, müezzinliğin haydi neyse, hele Kur’an’ın namaz veya namaz dışı okunmasında teğannî, şarkı okur gibi gereksiz, yersiz ve hatta yanlış uzatmalar ve ses dalgalandırmaları, sesin alçaltılması gereken yerlerde yüksek sesle okunması ve tersi uygulamalar, cehâlet kaynaklı bid’atlerdendir. Kur’an kıraatinin ağlayarak, hiç olmazsa ağlar gibi yapılarak hüzünlü bir şekilde okunması gerekirken, ses sanatkârı gibi ve değişik makamlarda okumanın da doğru olmadığını belirtelim.
Yine, müezzinlik gereği zannedilen tesbih duâları için komutlarda ve mevlid vb. okuyuşlarda Kur’an makamıyla, Allah’ın âyetleri dışındaki şeylerin okunması büyük yanlışlardan ve bid’atlerden biridir.
Kamet getirilirken bazı müezzinlerin ellerini namazda imiş gibi bağladığı görülüyor; bu da bid’attir. Mevlid okunurken de, Peygamber’in doğum zamanı anlatılırken, namaza durur gibi cemaatin ayağa kalkması ve ellerini namazda bağlar gibi bağlamaları da yanlış üstüne yanlıştır.
Namazdan sonra veya câmiden çıkmak üzere cemaatin birbirleriyle sanki namazın bir tamamlayıcısı gibi her zaman tokalaşmaları, bunu âdet haline getirmeleri de bid’attir. Ama arada bir yapılyor, olmasa da olur deniliyor ve özellikle birbirlerini az görenlerin arasında uygulanıyorsa, bunda sakınca yoktur.
Ramazanlarda câmilerde kılınan teravih namazları, İstanbul boğazında sürat teknelerinin tehlikeli yarışlarına benziyor. Kıraat, rükû, secde hep yarım yapıldığı gibi, ta’dîl-i erkâna riâyet edilmiyor. Böyle, dostlar alışverişte görsün hesabı 20 rekât kılınacağına, sünnette olduğu gibi 8 veya 12 rekât kılınsa, ama hakkını vere vere kılınsa bid’at ve hatalardan uzaklaşılmış olur. Ama, Hz. Ömer devrinde sahâbe 20 rekât da kıldığından, usûlüne uygun şekilde isteyen elbette 20, hatta daha fazla kılabilir. Ama, tavuğun yem topladığı gibi kılınacaksa, 100 rekât da kılınsa, gerçek sünnet sevabı elde edilemez. Teravihlerin devamlı cemaatle ve câmide kılınması da Peygamberimiz’in sürekli yapmadığı bir davranıştır.
Sanırım câmide bizim görevimiz kısa sûreleri çabuk çabuk okuyarak işimizi bitirip câmiden ayrılmak olmamalı. İmamların görevi namaz kıldırmakla bitmiyor, eğer arkalarında cemaat var ise... Şöyle yapmamız gerekirdi: Özellikle câmilerin anlamı da burada gizlidir. İmamlar, bilen insanlar olarak Kur’an’dan öyle âyetler seçerek okumalılar ki, müslümanlar o günün çokça konuşulup tartışılan meselesini Kur’anî gözle görüp anlayabilsinler. Hz. Peygamber zamanında bu, temelde böyle idi. Çünkü âyetler, olaylar üzerine nâzil oluyor, Peygamberimiz onu okuyor ve sonra onu açıklıyordu. Biz de bugün yeniden olayların üzerine sanki Kur’an yeniden nâzil oluyormuş gibi namazda onları okumalıyız.
Evet, evet... Namazda okumamız gereken âyetler, o günün üzerinde tartıştığımız, konuştuğumuz ya da sorumluluk alanımıza giren şeyler olmalı. Müslümanlar bunu evrensel bir bildirinin ardından, yaklaşık iki milyar müslümanın mânevî huzuru ile Allah’ın evinde ve O’nun önünde kıyam, rükû ve sücûd aralarında okumalıdırlar. Böylece namaz, müslümanın sorumluluklarını kuşandığı bir mekân olacak. Müslümanlar günde beş defa Allah’ın evinden mânevî nitelikli dünyevî görevlerle ve bilgilerle donanmış olarak bir cemaat bilinci ile ayrılmış olacaklardır. Cemaat olmanın anlamı da budur. Katılan, karşı çıkan, konuşan ve sorumluluk yüklenen bir insan.
ATALAR YOLU
- 819 -
Tartışıp durduğumuz şey fâiz mi, zulüm mü, başörtüsü mü, haksızlıklar mı? Küfür mü, ahlâksızlık mı? Kur’an’ın hükmünü okur imam efendi ve namazdan sonra da oturur konuşuruz. Allah’ın hükmü üzerinde. Sorun ve çözüm yolları üzerinde düşünür, görüşlerimizi koyarız. Tartışmayız, ittifak etmişsek birlikte, ihtilâf etmişsek meşrû zeminde birbirimizi mâzur görerek herkes Allah’a vereceği hesabına göre sorumluluklarımızı kuşanırız. Ve namaz; donanma, namazlar arası zamanlar eylem vaktidir bizim için. Ve ibâdetimiz süreklidir. Sorumluluk şuuru ile hareket eden bir insan, âdeta bütün zaman namazdadır. Kıyamdadır, rükûdadır ve secdededir. Her yer mesciddir onun için.
İşte öyle olmasın diye, “câmilerde dünya kelâmı edilmez” diyorlar. Oysa din bu dünya içindir. Ve bizim dinimiz dünyayı ve hayatı kuşatır. Câmi, müslümanların cem’ olup toplandığı, namazda okudukları âyetleri Peygamberî bir metotla sorumluluğa dönüştürme mekânıdır.” 2989
Câmilerde Bir Büyük Bid’at; Mevlid
Mevlid, doğum zamanı ve doğum yeri anlamındadır. Zamanla doğum tarihini kutlamak anlamı kazanmıştır. Mevlid, bugün özellikle câmilerde kullanıldığı şekliyle, Peygamberimiz’in doğumunu anmak ve kutlamak şeklinde uygulanan tören ve okunan şiir anlamında kullanılmaktadır. Osmanlı şâiri Süleyman Çelebi’nin (ölümü, 1422) Vesîletü’n-Necât adlı şiir kitabı bu adla yapılan törenlerde özel bir makam ve usûlle okunduğu için, mevlid dendiği zaman o şiir kitabının okunduğu merâsim akla gelmektedir. Peygamberimiz’in doğumunu anma esprisi de unutulmuş, Peygamber için yazılan bu şiirin okunması kendi başına bir dinî törene, bir ibâdet kabulüne dönüşmüştür. Bugün birçok aile, ölüleri için sevap, hatta mutlaka yapılması gerekli dinî vecîbe gibi düşünmektedir.
İbâdetler, Allah’a nasıl yaklaşıp hangi uygulamalarla sevaba girileceği nassların hükmü ile belli olur. Yani ibâdetler, fıkhî deyimiyle “taabbudî alandır, tevkîfîdir, vahyîdir. Din tamamlanmıştır, artırma da eksiltme de yapılamaz. Rasûlün ve ashâbın hayatında mevlid diye bir uygulama kesinlikle mevcut değildir. Mevlidi savunanlar şöyle derler: “Mevlid bir vesîledir, biz bu vesîleyle Kur’an okuyoruz, salât ve selâm getiriyoruz, duâ ediyoruz; esas amaç da bunlardır.” Cevap olarak deriz ki: Mevlid dışında sayılanların kendi başlarına okunmaları halinde hangi zorluk ve eksiklik çıkıyor da Süleyman Çelebi’nin şiirine sığınılıyor? Süleyman Çelebi’den önce Kur’an okuyanların okudukları boşa mı gitti?
Kur’an ve sünnet, ibâdet anlayışı ile böyle şiir okuyarak sevap kazanılacağı bir ibâdetten bahsetmez. Ayrıca, mevlid şiir gibi değil; Kur’an okunur gibi Kur’an makamıyla okunmakta, Kur’an dinlenir gibi dinlenmektedir. Mevlid türünden kutlamalar, din kaynaklı değil; folklor ve âdet kaynaklıdır. Bu kutlamalar, câmide olmadığı sürece, ibâdet ve sevap kabul edilmemek şartıyla, Kur’an makamıyla ve kutsal metinmiş gibi icrâ edilmediği özelliklerde, salt şiir okur gibi okunursa bir sakıncası olmaz. Bugünkü şekliyle ise, en azından büyük bir bid’at ve hurâfedir. Bugün, bir şiir, ölülere rahmet ve cennete ulaşma vesilesi gibi kabul edildiğinden, Kur’an’dan öne çıkarıldığından, dinin temel ilkeleri açısından çeşitli sakıncalar içerir. Örf dinleşince, din de örfleşir. Örfün kutsallaşmasına seyirci kalmak, dinin tahribine seyirci kalmakla eş anlamlıdır.
2989] Abdurrahman Dilipak, A.g.e. s. 33-35; 48-49
- 820 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an şöyle buyuruyor: “Allah yalnız başına anıldığında, âhirete inanmayanların kalpleri nefretle ürperir; O’nun berisindeki ilâhlaştırılmış kişiler anıldığında ise hemen müjdelenmiş gibi sevinirler.”2990 Tevhid, ibâdet kasdıyla “Allah’ı da anmak” dini değil; “sadece Allah’ı anmak” dinidir. Câmiye sokulup ibâdet kasdıyla okunan mevlidin, sadece bid’at olarak kalmayacağı, bu anlayış ve kabulün şirk kapsamına girebileceğini bu riski taşıdığını belirtelim.
Bir Büyük Bid’at Daha; Mescidlerin Süse Boğulması
Mescidin meşrû ve makul süsü, orada bolca secde edilmesi, çokca insanın ibâdetle mescidi şenlendirmesidir. Asr-ı saâdette mescide biçilen roller, ne oranda uygulanabilirse onları icrâ etmekle mescidlerin yüzü gülecektir. Mescide gidenlerin süslenmeleri, temiz ve güzel giyinmeleri Kur’an’ın tavsiyesidir.2991 Ama mescidleri, hem de gözü meşgul edecek, ibâdetteki huşûya engel olacak şekilde süslemek, abartılı tarzda ziynetlere, desen ve boyalara boğmak din açısından yanlıştır. Konuyla ilgili hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur: “Mescid yükseltmekle, mescid süslemekle emrolunmadım.”2992 “İnsanlar, mescid yapma yarışına girip bununla övünmedikçe kıyâmet kopmaz.”2993; “Sizin benden sonra, yahûdilerin havralarını, hıristiyanların da kiliselerini süsleyip püsleyerek yükselttikleri gibi, mescidlerinizi süsleyip püsleyeceğinizi görür gibiyim.”2994; “Bir topluluk, mâbedlerini süsleyip püsleme hastalığına tutulmadıkça, ameli çirkin ve zararlı hale asla gelmez.”2995 Sahâbî fakîhlerinden İbn Mes’ud (r.a.) Kûfe’ye ilk geldiğinde süslü, nakışlı bir câmi gördü ve şöyle dedi: “Bunu kim yaptıysa Allah’ın malını O’na isyanda harcamış.”
Olayın israf boyutu da önemlidir. Mescidin gereksiz süslerine, kubbelerine yatırılacak para ile cemaat bulunup, oluşturulan cemaatin seviyelerini arttırmaya, İslâm ve müslümanlar için zarûri ihtiyaçlara kullanmak çok daha faziletli olacaktır. Paraları gereksiz taşlara ve süslere yatırmak yerine; dâvâya, insana, cemaate yatırmak dinin maslahatı açısından önemlidir. Mescidleri çok görkemli yapmışsın, süslemişsin, cemaati olmadıktan sonra neye yarar? Sağlam yetişen cemaat ise, bulunduğu her yeri mescid yapabilir, her yerde ibâdetini yerine getirebilir.
İslâm hâkimiyetinde her yer, üzerinde namaz kılınabilecek temizlikte olacağı, yani mescide benzeyeceği gibi, küfrün egemenliğindeki günümüzde de her yer tapınaklara benziyor. Müzikholler, stadlar, borsalar, bankalar, nice kurumlar, okullar, meclisler, hatta kanallar, sokaklar, çarşılar... mâbed değil de nedir? Oradaki insanlar, ibâdet halinde değiller mi dersiniz?
Günümüz insanı, çok kıbleli, çok mâbedli, çok imamlı (önderli) ve çok dinli. Câmi, hayatımızın merkezi ve her şeyimiz câmiye uygun olmadıkça bu problemler azalmayacak, aksine gittikçe artacaktır.
Taklit ve Taklitçilik
İbn Hazm, İbn Teymiye, İbnu’l-Kayyim ve Şevkânî’nin de bulunduğu bazı
2990] 39/Zümer, 45
2991] 7/A’râf, 31
2992] Ebû Dâvud; et-Tâc, 1/243
2993] İbn Mâce, Mesâcid 2
2994] İbn Mâce, Mesâcid 2
2995] İbn Mâce, Mesâcid 2
ATALAR YOLU
- 821 -
İslâm bilginleri bid’at olarak niteledikleri taklidin haram olduğunu delillerle savunmuşlardır.
1. Allah Teâlâ’nın mukallidleri zemmetmesi,2996 Kitap ve Sünnet’in hâkim kılınmasını emretmesi ve ihtilâf çıkınca Kitap ile Sünnet’e başvurulmasını istemesi;2997 hükmün yalnız Kendisine âit olduğunu bildirmesi,2998 dinde Allah ve Rasûlünden başkasına dayanmayı yasaklaması,2999 Kendinden başkasının helâl ve haram kılacak rab ve velî ittihaz edilmesini yasaklaması,3000 Kitap ve Sünnet’e dâvet edilen bir kimse, hangi nedenle olursa olsun, onu terk ederse, kendisine büyük bir belâ/musîbet isâbet edeceğinin bildirilmesi3001 taklidin haramlığına delâlet eder.
2. “Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun.”3002 âyetindeki “zikir” Kur’an ve hadis, onun “ehli” de bunları bilen âlimlerdir. Meselesiyle ilgili âyet ve hadisi bilmeyen kimse, elbette bunları bilenlerden soracak ve nakledilen âyet ya da hadise uyacaktır. Selef, hiçbir zaman bunlar yerine bir kimsenin kişisel rey ve görüşünü sormamıştır.
3. Başı yaralı kişiye, bu konudaki delili bilmeden fetvâ veren ve onun ölümüne neden olanlara Hz. Peygamber, “... Allah canlarını alsın! Mâdem bilmiyorlar, bilenlere sorsalar ya! Cehâletin şifâsı sormaktır” buyurmuştur. Bu, ilimsiz fetvâ vermenin haram olduğuna delâlet eder. Taklit, ilim olmadığına göre, onunla fetvâ vermek de haramdır.
4. Hz. Ömer’in kelâle meselesinde Hz. Ebû Bekir’i taklit edişi, birkaç şekilde açıklanabilir: Hz. Ömer bu konuda ölene kadar kesin bir kanaate varamadığına göre, burada sözkonusu olan uyma, Hz. Ebu Bekir’in söylediği “Reyimle hükmediyorum, hata edebilirim” ilkesine âit olacaktır. Yoksa Hz. Ömer, mürted esirlerin reddi; savaşla fethedilen arazinin vakfı, hilâfette veliaht tâyin edilmesi gibi birçok konuda Hz. Ebu Bekir’e muhâlefet etmiştir.
5. Sahâbe, cemaatle kılınan namazın bir bölümünü kaçırınca, önce bu bölümü kılıyor, sonra imama uyuyorlardı. Hz. Muaz ise önce imama uydu, imam selâm verince, kalkıp kaçırdığı bölümü edâ etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber; “Muaz size yol gösterdi, artık öyle yapın” buyurdu. Hz. Peygamber’in Muaz’ın hareketini tasvip etmesiyle sünnet meydana gelmiş, sahâbe de bu sünnete uymuştur. Kitap ve Sünnet’e uymak taklit değildir.
6. Allah Teâlâ, Kendine, Rasûlüne ve ülü’l-emre itaati emretmiştir 3003. Ülü’l-emre itaat, dinin uygulayıcıları olmaları bakımındandır. Yoksa onların kendilerine itaat emredilmemiştir.
7. Allah Teâlâ, muhâcir ve ensâra iyi bir şekilde ittibâ edenleri övmüş,
2996] 5/Mâide, 104; 31/Lokman, 21; 43/Zuhruf, 22-23
2997] 4/Nisâ, 59
2998] 6/En’âm, 57; 12/Yûsuf, 40
2999] 9/Tevbe, 16
3000] 9/Tevbe, 35
3001] 24/Nûr, 63)
3002] 16/Nahl, 43
3003] 4/Nisâ, 59
- 822 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onlardan râzı olduğunu bildirmiştir.3004 Zayıf rivâyetle Hz. Peygamberin de “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine uysanız doğru yolu bulursunuz” buyurduğu belirtilmiştir. Muhâcirûn ile ensâra uymaktan maksat, dinî hayatta onların yolundan yürümektir. Onlardan hiçbiri Kitap ve Sünnet’in nasslarını bir kişinin rey ve ictihadı için terketmemişlerdir. “Ashâbım yıldızlar gibidir...” sözü de sağlam yollardan gelmemiştir. Sahih olduğu kabul edilirse, mukallidlerin, kendi imamlarından önce ashâba uymaları gerekir. Bundan da önce ashâb gibi davranarak Kitap ve Sünnet delillerini öğrenip bunlara tâbi olmaları gerekirdi.
8. Müctehid imamların taklidi yasaklayan söz ve davranışlarını herkes bilir. Onların Kitap ve Sünnet’ten delilini bulamadıkları birkaç meselede daha âlim kimselerin ictihadlarına tâbi olmaları, herkes için vâcip olan taklittir ve zarûret halleriyle sınırlıdır.
9. Allah’ın insanları çeşitli yeteneklerde yarattığı, öğrenci ve çırağın hocalarını taklit etmelerinin doğal olduğu gerçektir. Ama, bununla taklidin bir ilgisi yoktur. Taklit, sözü hüccet olmayan bir kimsenin sözüne delilini sormadan uymaktır. Oysa Allah, kullarının fıtratına körü körüne taklidi değil; iddiâ sahibinden delil ve isbat isteme eğilimini yerleştirmiştir. 3005
Kur’an ve hadisler, taklitçiliği, ötekinin berikinin mukallitliğini, yani delilini bilmeksizin körü körüne herkesin söz ve davranışlarına uymayı yasaklıyor. Daima her şeyin vahiy ile, akıl ve mantık ile, delillere dayanan muhâkemelerle incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Bir âyette: “Sözlerinizde doğru iseniz delillerinizi getirin.”3006 buyuruluyor. Diğer bir âyette de: “İlminin ulaşmadığı şey üzerinde durma!”3007 buyuruluyor.
Halk, her şeyden önce kasıtlı olarak câhil bırakılmış, halkı gerekli İslâmî bilgilerden mahrum bırakanlar, dünya ve âhirette lâzım olacak kültürden mahrum bırakanlar bununla yetinmeyip, nice dayatmalar ve yönlendirmelerle halkı saptırmışlar, doğruyu eğri ve eğriyi doğru olarak göstermişlerdir. Halk, kızılmaktan daha çok acınacak bir zavallı, düzen ve çevrenin kurbanı durumundadır. Onlara tevhid öğretilmeden, tevhidî bilinç ve ibâdet anlayışı kazandırılmadan, sahih bir din öğretilmeden bâtıl inançların ve hurâfelerin önünün alınamayacağı bilinmelidir. Bununla birlikte görülen bâtıllara müdâhale edilmeli, halkın hurâfeci yaklaşımları en güzel üslûpla önlenmeye çalışılmalıdır. Ama, bataklık kurutulmadan sivrisineklerle mücâdelede ciddîi bir mesafe kat edilemeyeceği unutulmamalıdır. Hurâfe üreten düzen ve çevre şartları değiştirilmeden eski ve yeni câhiliyye hurâfelerinin, bâtıl inanış ve bid’atlerin önünün alınamayacağı bir gerçektir.
Hakk’a ve hak dine inanmayan insanların bize din biçmelerine, kendi bâtıl dinlerini bize dayatmalarına, hak dini tahrif etmeye çalışmalarına, Allah’a ve Allah’ın dinine iftira etmelerine göz yumacak ve boyun eğecek değiliz. Onların ilâhlıklarını, rabliklerini reddedeceğiz; onların tuzaklarına düşmeyeceğiz. Onların (b)alıkları avlamak için oltalarına taktıkları “din”i yutmayacağız.
Allahumme erina’l-hakka hakkan ve’rzuknâ’l-ittibâa ileyh. Ve erinâ’l-bâtıle bâtılen ve’rzuknâ-l ictinâba anh. Ey Allah’ım, bize hakkı hak olarak göster ve hakka ittibâ etmeyi nasip et. Bâtılı bâtıl olarak görmeyi ve bâtıllardan kaçınmayı nasip et.
3004] 9/Tevbe, 100
3005] Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 98-99
3006] 2/Bakara, 111
3007] 17/İsrâ, 36
ATALAR YOLU
- 823 -
Kur’ân-ı Kerim’de Atalar Yolu İle İlgili Âyetler
(Toplam 25 Yerde) (2/Bakara, 170-171; 5/Mâide, 104; 6/En’âm, 148; 7/A’râf, 28, 70-71, 172-173; 10/Yûnus, 78; 11/Hûd, 62, 87, 109; 12/Yûsuf, 39-40; 14/İbrâhim, 9-10; 16/Nahl, 35; 18/Kehf, 5; 21/Enbiyâ, 51-54; 23/Mü’minûn, 23-24, 81-83; 26/Şuarâ, 69-77; 27/Neml, 67-69; 28/Kasas, 36-37; 31/Lokman, 21; 34/Sebe’, 43; 37/Sâffât, 68-74; 43/Zuhruf, 21-25; 53/Necm, 23). Ayrıca, bu konuyla ilgili olarak bkz. 9/Tevbe, 23-24; 58/Mücâdele, 22; 11/Hûd, 45-46; 29/Ankebût, 8; 31/Lokman, 15)
Konu ile İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 482-483
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 119
3. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 323-324
4. Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 335-336
5. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 677
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neş. c. 1, s. 286-287
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 204-207
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 584-592
9. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 448-452
10. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 277-279
11. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 160-162
12. Muht. Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 126
13. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 147-151
14. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 210
15. El-Esâs fi’t-Tefsîr, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 410-423
16. Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 197-200
17. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. Âdet: c. 1, s. 369-373, Atalar Kültü: c. 4, s. 42-43
18. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. (Gelenek) c. 2, s. 230-231, (Örf:) 5/179-182, (Taklit:) 6/98-99
19. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 66-90
20. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 279(Hurafe), 87-91 (Bid’at), Taklit
21. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 50-52
22. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 266-271
23. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 123-124
24. Kur’an’da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 206
25. Yokluğuna Düşülmüş Notlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 134-136
26. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, (Gelenek md.), Risale Y. c. 2, s. 87-94, (Örf ve Âdet), s. 201-203
27. Yahûdileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 176-253
28. Üç Muhammed, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 77-80
29. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 198-200
30. İslâm Dininin Yasak Ettiği Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y. 3
31. Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, İsmail Lütfi Çakan, Marifet Y. / Büşra Y.
32. Yaşayan Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y.
- 824 -
KUR’AN KAVRAMLARI
33. İslâm’a Sokulan Bid’at ve Hurâfeler, Mustafa Uysal, Uysal Y.
34. Bid’at-ı Hasene Yanılgısı, Abdülkayyum es-Süheyhani, Ümmül Kura Y.
35. Yaşayan Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y.
36. Dilek Taşları, Sabiha Ünlü, İnkılâb Y.
37. Kavram ve Mâhiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Ali Çelik, Beyan Y.
38. Dünden Bugüne İbâdetlerde Bid’at, Abdülhay Leknevî, Vahdet Y.
39. Câhiliyye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
40. İslâm’dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Ank. Ün. İlâhiyat Fak. Y.?
41. Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
42. İslâm Hukukunda Örf ve Âdet, Selâhattin Kıyıcı, İşaret Y.
43. Taklitlerin Çarpışması, Muhammed Kutub,
44. Kur’an ve Hadise Göre Bid’at, Harun Ünal
45. Kitabu’l-Esnâm: Putlar Kitabı, İbnü’l-Kelbî, Terc. Beyza Düşüngen, s. 28, 48, 62
46. Sosyal Âdet ve Gelenekler, Nermin Erdentuğ, Kültür Bakanlığı Y.
47. Geleneğin Direnişi, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Neşriyat
48. Geleneğin Dünyası – Yeniliğin Ufukları, Necmettin Türinay, Akçağ Y.
49. Gelenek, Mustafa Armağan, Ağaç Y.
50. Gelenek ve Modernlik Arasında, Mustafa Armağan, İnsan Y.
51. Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin Arpaguş, Çamlıca Y.
52. Eski, Yeni ve Ötesi, Orhan Şaik Gökyay, İletişim Y.
53. Eski Türk Dini Tarihi, Abdülkadir İnan, s. 1-4
54. Eski Türk Dini ve Alevilik-Bektaşilik, Mehmet Eröz, Türk Dünyası Araştırma Vakfı Y.
55. Eskiçağ Türkiye Tarihi, Ekrem Memiş, Selçuk Ün. Y,/Öz Eğitim Y.
56. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
57. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y. s. 54-69
58. Din İstismarı (Özel sayı), İslâmiyât, c. 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
59. Atalar Dini Üzerine, Mustafa Başbekleyen, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7
60. Anadolu Örf ve Âdetlerinde Eski Kültürlerin İzleri, A. Ü. İlâhiyat Fak. Sayı 17, yıl: 1969
61. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı? s. 37-67
62. Uydurulan Din ve Kur’an’daki Din, s. 340-345