Çarşamba, 20 Ocak 2021 18:32

Put ve Puta Tapınma

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 


Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -13-
PUT ve PUTA TAPINMA
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
PUT ve PUTA TAPINMA
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-13-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
İnsanlık modern câhiliyenin en çirkin davranışlarını sergiliyor. Aynen putperest Araplar gibi, putlarına dokundurmuyor, onlara söz ettirmiyor. Eski dönemin aksine, putperestliği de kabul etmiyor. Yaptıkları ve taptıklarının put ve putperestlik olduğunu kabul etmiyor. Bazıları zannediyor ki, putperestlik eski Arapların döneminde kalmış bir olgu. Putlar da o dönemdeki Lât, Menât, Hubel, Uzzâ’dan ibaret. Hâlbuki günümüzdeki putperestlik, eski câhiliyyeden çok daha kapsamlı ve çok daha derin. Eskiden sadece heykellere tapılıyor, onlar Allah’a şirk koşuluyordu. Şimdi tapınılan heykeller, tek ilâh kabul edilerek, Allah’ı onlara şirk koşturmuyorlar. O dönemde sadece heykellere tapılıyordu, şimdi ise ideolojilere, ölmüş tâğutlara, Anıtkabir gibi modern türbelere, ya da klasik türbelere, ideolojilere, düzenlere, sanatçılara, futbolculara, bilime, özgürlüğe, paraya, makama, karşı cinse, vatana, bayrağa ve daha bunlara benzer nice şeylere tapılıyor.
Bu ülke büyük bir depremle yerle bir olsa ya da başka bir âfetle helâk olsa, sözgelimi 20-30 asır sonra bu topraklar üzerinde kazılar yapılsa, meclis, resmî daire veya okullardan çıkan heykeller ve benzeri buluntulardan yola çıkarak bu toplumun dininin ne olduğuna hükmederlerdi? “Put” denilince Çağrı filmindeki putlar, “gâvur” denilince Sultanahmet’teki turistler aklına geliyorsa bu insanın putları da tanıdığı söylenemez. Tanımadığı putlardan kaçınıp korunması da beklenemez.
Diyanet Teşkilatının ve cami görevlilerinin düzenin özellikle okullarda dayattığı puttan herhangi bir şikâyeti yoktur. Camilerde put ve putperestlik, sadece Arap câhiliyesi gündeme getirilirken hatırlanır ve o zaman dilimiyle sınırlı kalır. İbrâhim’in (a.s.) putları nasıl kırdığı Kur’an’da ballandıra ballandıra, hem de birkaç ayrı sûrede tekrarlanarak bahsedilmesi, sanki günümüz için herhangi bir çıkarımı olmayan bir tarih masalı gibi algılanır. Putlarla ve putçularla mücadele, esas ve öncelikle gönüllerde ve zihinlerdeki putları yıkma gayretleri çoğu Müslümanları ilgilendirmiyor artık. Putlarla ve putçularla uzlaşma içinde insanımız. Onları öyle benimsemiş ki, put ve putçu olduklarını bile göremiyor. Ülkeyi putların yönettiğini, ya da putlar adına ve putların izinden gittiklerini söyleyenlerin yönettiğini görmek istemiyor insanımız.
Kur’an, başka bir canlıyı, eşyayı veya soyut bir şeyi Allah’a endâd/denk tutmanın da putlaştırma olduğunu belirtir ve bu suçun cezâsının da büyük olacağını belirtir (2/Bakara, 22, 165; 14/İbrâhim, 30; 34/Sebe’, 33; 39/Zümer, 8; 41/Fussılet 9). Kur’an, somut putlar yanında soyut putları da gündeme getirir. Hevâ ve hevesi putlaştırıp ilâhlaştırmak tehlikesi de sözkonusudur (45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 12).
Aslında eski câhiliyye dönemindeki gibi, günümüzde de insanlar putların arkasındaki çıkarlarına, hevâlarına tapıyorlar. Putlara tapanlar gerçekte ona tâbi olmuyor, zanlarının peşinden giderek kendi hevâlarına tapmış oluyor, zâlim müstekbirlere kulluk yapmış oluyorlar (10/Yûnus, 66; 28/Kasas, 62-63; 39/Zümer, 3).
Tüm putlardan, putlaştırılan özelliklerden uzaklaşması istenen insanlara Kur’an, gerçek ilâhı, tek ma’bud olan Allah’ı vasıf ve isimleriyle tanıtır. Allah’tan başka ilâh olmadığını çok net biçimde ve ısrarla gündeme getirir (2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i imrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73…).
Tevhid, yani tüm putları reddedip tek ilâha iman edip O’na kulluk inancı, insanlığın aslî itikadı ve tüm peygamberlerin çağlar boyu tebliğ edip canlandırmaya çalıştığı husustur. Bütün İlâhî dinlerin adı ve esası İslâm’dır/teslimiyettir ve tevhide (putları reddedip tek Allah’a iman ve yalnız O’na ibâdet ve kulluğa) dayanır. Çünkü tevhidden başka her şey bâtıldır.
Önce hakkı tanımak ve hakka teslim olmak gerekiyor. Sonra bâtılı; güncel versiyonlarıyla birlikte… Bâtılı tanımadan bâtıldan sakınmak mümkün değildir. Bu alanda yazı yazmanın mayınlı tarlada dolaşmak anlamına geldiği de mâlum. Mayını tanırsak, tarladan yararlanmış oluruz. Yoksa birkaç mayın, bizi tarlaya girip oradan yararlanmamıza fırsat vermeyecektir. Tarlalarını mayından temizler gibi; zihin ve gönüllerini her türlü puttan arındırmaya çalışan ve neslini de putlara teslim etmeyen muvahhid mü’minlere selâm olsun!
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye

İÇİNDEKİLER
PUT VE PUTA TAPMA / 11
Put; Anlam ve Mâhiyeti / 11
İlâh Nedir; Putlaştırıp İlâhlaştırma Nasıl Olmaktadır? / 26
Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları / 32
Kur’ân-ı Kerim’de Put Kavramı ve Puta Tapma / 34
Hadis-i Şeriflerde Put Kavramı ve Puta Tapma / 47
Tasvîr (Putlaştırılan Heykel ve Resim); Putçuluğun Genel Görüntüsü / 51
Tasvîrin (Resim ve Heykelin) İtikad, Fıkıh ve Sanat Açısından Hükmü / 69
Putlara, Heykellere ibâdet / 72
Çağdaş Bir Putlaştırma Örneği; Atatürk’e Tanrı veya Peygamber Diyenler / 75
Hevânın Putlaştırılması / 82
Putları Kırmak / 83
Put ve Putperestlikle İlgili Kavramlar ve Anlamları / 86

- 11 -
PUT VE PUTA TAPMA

Put; Anlam ve Mâhiyeti

İlâh Nedir; Putlaştırıp İlâhlaştırma Nasıl Olmaktadır?

Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları

Kur’ân-ı Kerim’de Put Kavramı ve Puta Tapma

Hadis-i Şeriflerde Put Kavramı ve Puta Tapma

Tasvîr (Putlaştırılan Heykel ve Resim); Putçuluğun Genel Görüntüsü; Heykel ve Resim

Tasvîrin (Resim ve Heykelin) İtikad, Fıkıh ve Sanat Açısından Hükmü

Çağdaş Bir Putlaştırma Örneği; Atatürk’e Tanrı veya Peygamber Diyenler

Hevânın Putlaştırılması

Putlara, Heykellere ibâdet

Putları Kırmak

Put ve Putperestlikle İlgili Kavramlar ve Anlamları
“İbrâhim, babası Âzer’e: ‘Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum’ demişti.” 1
Put; Anlam ve Mâhiyeti
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan bir takım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.
Kur’ân-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlea edilebilir:
1- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir. Sanem veya vesen dediğimiz ilk
1 6/En’âm, 74
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
maddedeki putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir gücü
ve kuvveti temsil ettikleri için putperestler, bu güç ve kuvvetin
tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her
putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş
tarihsel bir mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir
kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs.
yi temsil eder.
İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, putperestlik,
İslâm’dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir
ki, Arabistan’da putçuluğun bütün çeşitleri olmakla beraber, daha
çok birinci maddede belirtilen putperestlik yaygındı. Kâbe’nin,
putperestliğin sergilendiği bir yer olarak gerçek amacından saptırıldığını
görüyoruz. Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke’yi fethettiği
zaman Kâbe’ye girmiş ve orada bazı insanların heykellerinin bulunduğunu
görünce, bunların ortadan kaldırılmasını emretmişti.
Ayrıca Kâbe’de her biri farklı kabile ve şahıslara ait olan ve değişik
şeyleri temsil eden 360 putu görünce, onların da kırılmasını emretmişti.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü
en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri,
insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini ve putları,
heykellerin de yaratıcı değil; yaratık olduğu düşüncesini aşılama
sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz?
Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.” 2
Put, sadece Arapların câhiliyye döneminde taptıkları basit ve
alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrâhim döneminde olduğu
gibi muhtelif câhiliyye sistemlerinde tapınılan tahtadan, taştan,
tunçtan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş,
ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri
Allah’a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca
bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki
şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak,
oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamış olmayız.
Oysa Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin
Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir.
Bu putları, hayatın amacı kılmak da Allah’a şirk koşmak olarak
nitelendirilmiştir. İnsanları kendilerine faydası dokunmayan ağaç,
taş, maden vs. şeylere ibâdete sevk eden sebepler nelerdir? insanlar
niçin putlara taparlar? Göz göre göre bu cansız şeylere neden
tâzimde bulunulmuş ve bulunulagelmektedir?
2 37/Sâffât, 95-96
PUT VE PUTA TAPINMA
- 13 -
Putlara Tapınmanın Sebepleri: Kur’an, putlara tapınma sebepleri
konusunda şunları sayar:
1- Şefaat düşüncesi ve Allah’a bu aracılarla güya yakın olma
arzusu: Kur’an, putçuların bu bahanelerini, yapay kılıflarını geçerli
bir neden kabul etmez ve putperestliği bırakmaları için insanlara
en keskin ve sert dili kullanır. 3
2- Aşırı ta’zim: Kur’an’a göre bir varlığa aşırı saygı gösterme,
onu yüceltme ve onu ululama, sonuçta onu tanrılaştırmaya yol
açacağı için yerilmiş ve şirk olarak değerlendirilmiştir. Sanki ibâdet
edilecek derecede yüceltilen şahsiyetler, Allah katında makbul ve
aslında böyle bir ta’zimden kaçan kimseler bile olabilirler. Kur’an,
peygamberlere, din adamlarına, meleklere, sâlih insanlara vb.
varlıklara gösterilen bu aşırı ta’zimi şirk olarak değerlendirmiştir. 4
3- Aşırı sevgi: Kur’an, herhangi bir şeyi, Allah’ı sever gibi severek,
onun arzularına, emir ve yasaklarına itaat etmeyi Allah’a şirk
koşmak olarak değerlendirmiş; herhangi bir şeye veya kimseye
karşı beslenen aşırı sevgiyi de, onu putlaştırmak olarak nitelemiştir.
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başka eşler tutarlar. Allah’ı
sever gibi onları severler. İman edenler ise, en çok Allah’ı severler...”5
Allah’a inanmak, kişinin O’nun isteğini kendi dileğine veya başkalarının
isteklerine tercih etmesini ve diğer arzuları O’nun yolunda
fedâ edecek kadar O’nu sevmesini gerektirir. Allah’ı sevmenin
kanıtı, Allah’ın belirli nitelik ve güçlerini başkalarına atfetmemek
ve O’nun hakkını sahte ilâh ve rablere vermemektir. Allah’ın sıfat
ve güçlerini başkalarına atfedenler, O’nu sevdiklerini iddia edemezler;
bilakis bu şekilde O’na ortak koşmuş, Allah’a denk tutmuş
olurlar. İnsan, Allah’ın melekleri, nebi ve velileri gibi değerli kullarını
severken de, bu âyetin çizdiği sınırda durmasını bilmelidir.
Zira Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmenin arasındaki
farkı bilmek gerekir. Hiçbir şeyi veya kimseyi Allah’ı sever gibi sevemeyiz,
O’na ait vasıfları veremeyiz, O’nun gibi yüceltemeyiz.
Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk
temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve
putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler
de bir Allah inancına sahipti.6 Fakat, Allah’ın hükmü yerine Mekke
site devletinin parlamentosu Dâru’n-Nedve’nin kanun yapmasını
ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlardı.
3 Bk. 39/Zümer, 3, 44; 10/Yûnus, 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 30/Rûm, 13
4 Bkz. 5/Mâide, 116; 9/Tevbe, 30, 31; 34/Sebe’, 40; 71/Nûh, 23
5 2/Bakara, 165
6 Bkz. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
Yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak
şirke sarılıyorlardı.
Günümüzdede kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan,
hacca giden kimselerden önemli bir kesimin tâğutun hükmüne
rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah’a mahsus
olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu
kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri,
bayrakları, heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram
ve ideolojileri, sanatı, sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını,
parti veya kurumlarını, devlet adamlarını, liderlerini... yücelttikleri
ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını,
ahlâklarını pâyimal ettikleri, böylece bu değerlere kulluk ettikleri
ortadadır. Sözü edilen bu şahısların, tâğutun ortaya koyduğu
nefsanî, şeytanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve
şeriati çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatini onların istekleri doğrultusunda
yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların
arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine
getirdikleri ve Allah’ın şeriatine tümüyle zıt olan sistemleri kabul
ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez.
Bunlar, müşrik değil de nedir? Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir
mi? Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket
ederek onların yolundan hiç ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına
ve Rasûlü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların
işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha çok putperest
olur mu? Bunlar, apaçık müşrik olduklarını kendileri ilan ediyorlar.
Bu tür insanlar, ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister hacca
gitsin ve isterse sabahlara kadar Allah Allah diyerek tesbih çeksinler.
Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan
kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz!..
7
İbrâhim’in (a.s.) tevhid mücâdelesini tahlil ederken, “tevhid”in
zıddı olan şirk ve putçuluk hakkında Yüce Allah, İbrâhim’in (a.s.)
şöyle duâ ve niyazda bulunduğunu bildiriyor: “Hatırla ki İbrâhim
şöyle demişti: ‘Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı
putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun
dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana
uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok
bağışlayansın, çok merhametlisin.” 8
7 Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, Şafak Y. s. 132-138
8 14/İbrâhim, 35-36
PUT VE PUTA TAPINMA
- 15 -
Üstad Seyyid Kutub, İbrâhim’in (a.s.), “Beni ve oğullarımı putlara
tapmaktan uzak tut!” duâsını, İslâm’ın öğretileri doğrultusunda günümüz
şartlarını da göz önünde bulundurarak şöyle izah ediyor:
“Hz. İbrâhim’in hem kendisini hem de çocuklarını, tapınmaktan
korumasını Allah’tan istediği put, sadece Arapların ilkel câhiliyet
dönemlerinde yaptıkları gibi basit ve alelâde şekilden ibaret değildir.
Veya muhtelif câhiliyet sistemlerinin taş, ağaç, kuş, hayvan,
yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayaller biçiminden ibaret değildir
put.
Bu basit ve alelâde puta tapınma şekilleri, Allah’a şirkin bütün
anlamlarını içine almaz. Allah’tan başka tapınılan tüm putları
ihtivâ etmez. Yalnızca bu basit ve alelâde şirk ve put şekilleri üzerinde
durarak, Kur’an’daki şirkten maksadın bunlar olduğunu kabul
edecek olursak, sonsuz derecede şekilleri olan şirk kavramını
iyi kavramış olmayız. Ve bugün beşeriyetin içine saplandığı şirk ve
modern câhiliyye şekillerinin gerçek yüzlerini tam olarak göremeyiz.
Bunun için şirkin mâhiyetini derinliğine araştırmak ve putun
şirkle olan alâkasını açığa çıkarmak gerekir.
Allah’tan başka ilâhın olmadığını belirten “lâ ilâhe illâllah”ın
zıddı olan şirk, hayatın tüm alanlarında, Allah’ın buyruğuna dayanmayan
ve her konuda dinin emirlerini benimsemeyen tüm
sistem ve her tavır şirktir. Tek bir ilâh olarak Allah’tan başkasını
tanımadığını söyleyip de abdest, namaz, oruç ve hac gibi dinin
emirlerini yerine getirdiği halde; siyasî, sosyal ve ekonomik konularda
Allah’tan başkasının koyduğu hükümlere bağlananlar... Değer
ölçülerinde ve hükümlerinde Allah yapısı olmayan düşünceleri
ve fikirleri benimseyenler... Geleneği, ahlâkı, âdet ve alışkanlıkları
itibarıyla giyindiği kıyafeti ve elbiseleriyle birtakım insanları tanrı
tanırcasına onların icat ettikleri kılık ve kıyafetlere girip modalarına
uyan ve Allah’ın şeriatının yasakladığı şekillere bürünenler...
Evet, bunlar, şirkin âlâsını işlemektedirler. Bütün gerekçeleriyle
birlikte söyledikleri “eşhedü en lâ ilâhe illâllah” kelime-i
şehâdetinin zıddını yapmaktadırlar... İşte günümüzdeki insanların
çoğunun yanıldıkları noktalardan birisi budur.
Put... Sadece o, ilkel ve basit şekilde olmaz. Dikilen heykeller
biçiminde olması şart değildir putun. Put, putlaşmak isteyenlerin
arkasına gizlendikleri birer işaret ve alâmetten başka bir şey
değildir. Onlar insanları kendilerine kul köle yapmak için o dikili
putların arkasına sığınırlar ve onun gerisinden kendi buyruklarını
rahatça yürütürler. Hiçbir zaman için bir putun konuştuğu, duyduğu
ve gördüğü görülmemiştir. Ancak, putların arkasına gizlenmiş
olan râhipler ve mâbet bekçileri mırıldanarak etrafında onun
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
adına duâlar okur ve bereketler dağıtan muskalar asarlar. Sonra
da kitleleri ezmek ve kölesi kulu haline getirmek istediği kimselerin
adına o putları konuştururlar. Herhangi bir yerde herhangi bir
zamanda idarecilerin ve kâhinlerin adına konuştukları ve Allah’ın
izni, müsaadesi olmaksızın hükümler koydukları ve kanunlar vaz
ettikleri, hareket ve işlemler yaptıkları şeyler ortaya sürülecek
olursa... İşte bu ortaya atılan şey tabiatı, mâhiyeti ve vazifesi itibarıyla
putun ta kendisi olur.
Bir yerde bunlar arma olarak “ırkçılığı” mı seçiyorlar? Bir yerde
arma olarak “vatan”ı mı çıkarmak istiyorlar? “Halk”ı mı işaret
ve simge olarak kendilerine bayrak yapmak istiyorlar veya bir
“sınıf”ı mı kendilerine sembol olarak yükseltiyorlar? Sonra da insanlardan
bu yükseltilen armalara, şiarlara, işaretlere ve bayraklara
Allah’ı bırakıp kulluk etmelerini mi istiyorlar? Halkın bu kaldırılan
alâmetler uğruna fedâkârlığa katlanmasını mı istiyorlar?
Malını, mülkünü, ahlâkını, ırz ve namusunu bu uğurda harcamasını
mı diliyorlar? Ve her ne zaman bu işaretlerin, alâmetlerin ve
armaların isteğiyle Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep
Allah’ın şeriatını onların isteğine göre yontarak şekiller vermek mi
istiyorlar? Ve Allah’ın emirlerini bırakıp o armaların ve işaretlerin
veya daha doğru bir tâbirle bu putların, yani putların arkasına
saklanmış olanların istek ve emirlerini mi yerine getiriyorlar? İşte
orada putçuluk vardır. Allah’tan başkasına tapınma vardır. Yoksa
putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş veya bir taştan, tunçtan
yontulmuş olması zarûri değildir. Put bir sistem olabilir, bir arma
olabilir, bir ekol olabilir...
Hem İslâm, sadece ağaçtan, taştan, tunçtan yontulmuş putları
yıkmak için gelmemiştir ki... Bunca gelmiş geçmiş peygamberler
silsilesi sadece bu putları yıkmak için uğraşmamışlardır ki. İslâmî
hareket, yalnızca ağaçtan dikilmiş veya taştan yontulmuş putları
yıkmak için tarih boyunca bunca fedâkârlıklar yapmış, bunca acı
ve ıstıraplara katlanmamıştır...
Bilâkis İslâm, gerçek mânâda Allah’a kulluk ve her meselede
Allah’ın emirlerine itaat ile her ne şekilde olursa olsun Allah’tan
başkasına kulluk ve itaatten ayrılış noktalarını kesinkes belirtmek
için gelmiştir. Her devirde geçerli olan prensipleri iyice inceleyip
tevhid esasına mı, şirk esasına mı dayandığını ortaya koymak gerekir.
O sistemde ve prensipte Allah’ın hâkimiyetinin mi esas alındığını,
yoksa putların hâkimiyetinin mi esas alındığını belirtmek
icap eder...
PUT VE PUTA TAPINMA
- 17 -
Dilden söyledikleri kelime-i şehâdet ile “Allah’ın dini”ne girmiş
olduklarını ve fiilen yaptıkları ibâdetleri, kıldıkları namazları,
tuttukları oruçlarıyla müslüman olduklarını sanıp da bunun dışında
kalan ahkâm ve diğer hususlarda Allah’tan başkasının buyruklarına
uyanlar, Allah’ın emrinin zıddı olan sistem ve prensipleri
benimseyenler, Allah’ın şeriatına tamamı tamamına zıt olan hükümleri
tatbik edenler...
Sonra bu her gün yenilenen putların istediğini yerine getirmek
ve arzularını tatmin etmek için bu uğurda namuslarını, ahlâklarını,
mallarını ve canlarını verenler... Bu putların istek ve arzularıyla
dinin emir ve hükümleri çatıştığı zaman Allah’ın emir ve hükümlerini
arkaya atıp putların istek ve arzularını yerine getirenler... Evet
bütün bu yaptıklarına rağmen hâlâ “Allah’ın dini”nde olduklarını
ve “müslüman” kaldıklarını sananlar bir kere kendilerine gelsin
de içinde yüzdükleri şirki görsünler...
Allah’ın dini bu kendilerinin müslüman olduklarını sananların
tasavvur ettiği gibi zayıf değildir, basit değildir. Şurası muhakkak
ki Allah’ın dini, hayatın en küçük meselelerine, bütün teferruatına
kadar şâmil olan tam ve mükemmel olan bir hayat nizamıdır.
Esas ve temelleri bir yana, hayatın en ufak bir meselesinde bile
yalnız ve yalnız Allah’ın buyruklarına uymaktır. Ve Allah’ın, başkasını
kabul etmediği yegâne din, İslâm dini budur.
Şirk, yalnızca Allah’tan başka ilâhların olmadığını kabullenmekle
bitmez. Allah’tan başka hüküm koyan rablerin bulunmadığını
kabullenmek de gerekir. Puta tapıcılık, sadece dikilen bir
ağaca ve yontulan bir taşa tapınmak değil; hatta ondan daha fazlasıyla
kaldırılan bayraklar, flamalar, işaretler ve bunların arkasına
gizlenen güçler, nüfuzlar ve isteklerdir. Ve işte buna göre herkes
kendi yurduna baksın en yüce hüküm ve makam kimin elindedir?
Bütünü bütününe kimin dinine bağlanmışlardır? Kimin emrine
uymaktadırlar? Şayet bu konuların hepsinde hâkimiyet ve emir
Allah’a aitse işte onlar katıksız olarak Allah’ın dinindedirler. Şayet
bu hâkimiyet ve emir Allah’tan başkalarına ait ise, onlar Allah’ın
dininde değil; hâkim/egemen olan putların ve tâğutların dinindedirler.
9
Putperestlik: İnsanların, Allah Teâlâya yapmaları gereken
ibâdet, göstermeleri gereken saygı, sevgi ve korkuyu, Onun dışında
herhangi bir mahlûku ma’bûd kabul ederek ona yöneltmeleri
hali. Put, âyet ve hadislerde “sanem” ve “vesen” şeklinde
de isimlendirilmektedir. “Asnâm/putlar”, “sanem” kelimesinin
9 Seyyid Kutub, a.g.e. c. 9, s. 87-90
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
çoğuludur. İbnul-Esîr, en-Nihâye, adlı kitabında “sanem” kelimesini;
“Allah’tan başka ilâh edinilen şey” diye tanımlamaktadır. Bu
da müşriklerin taptıkları putlar anlamına geldiği gibi, Allah’ın
nizamına ve hâkimiyetine engel olan tüm tâğutlar mânâsınadır.
Allah’ın nizamına ne şekilde olursa olsun engel olan ve bu
mânâda putlara, heykellere ve büstlere değer veren kimseler de
aynen putperest müşrikler gibidirler. Namaz kılsalar, oruç tutsalar,
hac yapsalar da, onlardan hiçbir farkları kalmaz.
Yine İbnül-Esîr, şöyle demektedir: “Vesen” ile “sanem” arasında
fark bulunmaktadır. Vesen; insan sûreti ve şekli gibi taştan,
ağaçtan ya da toprağın herhangi bir madeninden yapılan cüsseli
şeydir ki; bir yere dikilir, müşrikler tarafından buna tapınılır, ibâdet
olunur. Sanem ise; cüssesiz şekilden ibarettir. Kimi lügatçılar ise
bu iki kelime arasında herhangi bir ayrım gözetmeyip her iki kelimeyi
aynı anlamda ve birbirlerinin yerinde kullanmaktadırlar.
Allah Teâlâ insanlığın babası Âdem’i (a.s.) eşi ile birlikte yeryüzüne
indirdikten sonra, Adem’in nesli çoğalıp artmıştı. Bu ilk
nesil, tek bir ümmet olup, aynı dine ve ayrı ma’buda tâbi olarak,
doğruluk ve istikamet üzere idiler. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah Peygamberi müjdeci ve uyarıcı
olarak gönderdi. İnsanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm
vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi.”10 İbn Abas’dan
(r.a.) rivâyet edilen bir hadiste şöyle denilmektedir: “Âdem ile Nûh
arasında on asır vardır. Bu zaman içinde insanlar Allah’ın şeriati üzerinde
idiler. İhtilâfa düştükleri anda Allah müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak
peygamberler gönderdi.”11 İkrime’den nakledilen diğer bir hadiste
de; Âdem’le Nûh arasında herkesin İslâm üzere bulunduğu on asır
vardır.” 12 denilmektedir.
Düşman (şeytan) insanoğluyla sürekli uğraştı. Onları kâfirler
ve mü’minler şeklinde iki gruba ayırana kadar mücâdelesine devam
etti. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettirip putperest bir toplum
yapıncaya kadar savaşını sürdürdü. Allah Teâlâ, Nûh kavminin
durumunu şöyle anlatmaktadır; “İnsanlara; ‘sakın tanrılarınızı bırakmayın.
Ved, Suvâ, Yağus, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin’
dediler.”13 İbn Abbas şöyle demektedir: “Bu isimler Nûh kavminin
sâlih kimselerinin isimleridir. Onlar öldüklerinde şeytan bu kavme,
oturdukları yerlere onların hatırasını canlı tutmak için putlarını
dikmeleri fikrini verdi. Onlar bunu yaptılar, ancak onlara hiçbir
10 2/Bakara, 213
11 İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, 2/194
12 a.g.e, 29/162
13 71/Nûh, 23
PUT VE PUTA TAPINMA
- 19 -
zaman tapınmadılar. Bu ilk nesil geçtikten sonra gelenler, dikiliş
gâyelerini unutup onlara tapınmaya başladılar.” 14
Arapların dinî inançlarına şirki ilk sokan kimse Amr bin
Luheyy’dir. Rasûlullah (s.a.s.); “Amr İbn Âmir el-Huzâ’îyi Cehennemde
bağırsaklarını sürürken gördüm. Bu adam ilk sâibe (put) bırakan adamdır.”
15 demiştir.
Başka bir rivâyette de; “Arapları putlara tapmaya yönelten ilk
kimsedir”16 denilmektedir. Peşinden her Arap kabilesi için yücelttikleri,
sığındıkları, kurban kestikleri, şefaat diledikleri putlar
ortaya çıktı. İbn Cüreyc’in de dediği gibi; Lât, Sakif kabilesinden
yağla kavut’u karıştıran bir kimse idi ve öldüğü zaman mezarına
bir put dikmişlerdi. Rasûlullah (s.a.s.), Mekke’yi fethettiğinde,
Beytullah’ın etrafında üçyüz altmış put bulmuştu. Rasûlullah
(s.a.s.), yayının ucuyla bu putların yüzlerine, gözlerine vurarak onları
itiyor ve yere yuvarlıyordu. Sonra da Lât’ın dışarı çıkarılmasını
ve yakılmasını emretti.
Bu putların aslının bazı sâlih ve veli kimselerinin sûretleri olduğu
ortaya çıkmıştır. Müşrikler, onların Allah’ın indinde büyük
bir makama sahip olduklarına inanıyorlardı. Onları, Allah Teâlâ
ile kendi aralarında aracılar ve şefaatçiler edindiler. Onlara göre
Allah Teâlâ, ancak bu putların aracılığı ve şefaati ile halkı rızıklandırıyor,
hidâyet ediyor, fayda sağlıyor ve zarara uğramalarını
engelliyordu. Onlar bu putları o sâlih kimselerin hâtıralarını canlı
tutmak, bu vesile ile ibâdet ve duâlarını daha bir şevkle yapabilmek
için edinmişlerdi. Bu putlara tapınırken, aslında bu sâlih kimselere
tapınıyorlardı. İbâdetleri kendi elleriyle yaptıkları putlara
değildi. Nitekim Allah Teâlâ, putperest bir kavimden bahsederken
onların meleklere, cinlere ve peygamberlere tapındıklarını bildirmektedir.
Bu müşrikler, tapındıkları ilâhların yarattığına, rızıklandırdığına,
diriltip öldürdüğüne inanıyor değillerdi. Allah Teâlâ onların
bu durumlarını hikâye ederek şöyle buyurmaktadır:
“Yemin olsun ki, eğer onlara; gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ay’ı
hizmete âmâde kılan kimdir?’ diye sorsan, mutlaka; ‘Allah’tır’ derler.”17;
“Yemin olsun ki, eğer onlara; ‘gökten su indirip onunla yeryüzüne öldükten
sonra tekrar hayat veren kimdir?’ diye sorsan, mutlaka; ‘Allah’tır’
derler.”18 Kur’ân-ı Kerim’de bu tip misaller çoktur. Müşrikler
14 Buhârî, Tefsir 71
15 Müslim, Cennet 13; Buhârî, Menakıb 9
16 Ahmed İbn Hanbel, III/353
17 29/Ankebût, 61
18 29/Ankebût, 63
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
telbiyelerinde şöyle derlerdi: “Senin ortağın yoktur. Yalnız bir şerik
(ortak) müstesnâ, o Senin şerikindir. Sen, ona ve onun sahip
olduğu her şeye mâliksin.” 19
İmam Şehristanî bu konuda şöyle demektedir: “Onlar ne zaman
putlara yönelmek üzere ellerinde bir hüccet, delil, izin veya
Allah Teâlâ tarafından bir emir olmadığı halde gayret gösteriyor,
ihtiyaçlarının giderilmesini onlara bağlıyorlarsa, onların bu hareketleri
bir ibâdet olmuş oluyor. Onların bu putlardan ihtiyaçlarının
giderilmesini taleb etmeleri, onda bir ilâhlık bulunduğuna
inandıklarını isbat etmektedir. Bundan dolayıdır ki onlar; “Biz onlara
tapınmıyoruz. Onlar bizi sadece Allah’a yaklaştırıyor” 20 derler.
Bu durum, Allah Teâlâ’ya olan ibâdeti hakkıyla yerine getirmenin;
sevgi, boyun eğme, korkma, sığınma, tevekkül, korku ve
ümit, kurban adama, namaz, duâ vb. İbâdet türlerinin tamamında
hiç bir şeyi ortak koşmadan ona hasretmeden ibaret olduğunu
ortaya koymaktadır. İbâdet türlerinden herhangi birinde melek,
nebi, sâlih kimse, taş, ağaç gibi şeylere yönelen bir kimse müşrik
ve kâfirdir. Geçmiş müşriklerin şirkleri de bu idi. Fakat ibâdet ve
şirkin anlamını bildikleri zaman, Allah’tan başkasına duâ etmenin
ve bir şey istemenin ne anlama geldiğini bilirler.
Bundan dolayıdır ki, ilâhlar edinip, onlara ibâdet ederek Allah
Teâlâ’ya ortak koştular; bunların ilâhlar olduklarını açıkça
ortaya koydular ve Allah’tan başkasına tapındıklarını gizlemediler.
Fakat çağdaş müşrikler ibâdet, tevhid ve şirkin hangi anlama
geldiğini bilmediklerinden; velilere, sâlih kimselere ve nebilere,
tapınmanın her çeşidi ile tapındıkları halde, kendilerinin müslümanlar
olduklarında ısrar edip duruyorlar. Bunun sebebi, onların
bu yaptıklarını “ibâdet” olarak isimlendirmemeleridir. Ayrıca ilâh
edindikleri şeyleri de ilâhlar olarak isimlendirmemektedirler. Fakat
böyle yapmaları onlara ne fayda sağlar ne de putperestlikten
kurtarır. Hanbeli imamlarının büyüklerinden olan İbn Akil; “Câhil
ve bayağı insanlara dinî sorumluluklar ağır gelmeye başlayınca,
şerîatın koymuş olduğu prensiplerden yüz çevirerek nefisleri için
uydurmuş oldukları prensipleri yüceltmeye yöneldiler. Bu onlara
çok kolay gelir ve böylece başkalarının emri altına girmemiş
olurlar” diyerek şöyle devam etmektedir: “Anlayışıma göre onlar
kabirlere tazim etmek, şeriatin nehyettiği halde ateş yakarak
onlara saygı göstermek, kıble edinmek ve özel bir temizliğe tabi
tutmak, mezardaki ölüye ihtiyaçları arzetmek, “ey mevlâm benim
19 Müslim, Hacc 3/22
20 39/Zümer, 3
PUT VE PUTA TAPINMA
- 21 -
için şunu şunu yap” şeklinde kâğıt yazmak, hayır ve iyilik getirmesi
dileğiyle toprağından almak, kabirlerin üzerine güzel kokular
atmak, sırf onları ziyaret etmek için yolculuğa çıkmak sûreti ile
kâfir olmaktadırlar”.
İbrâhim’in (a.s.) kavmi yıldızlara tapınmakta idi. Onların inançları
şöyleydi: “Âlem için, yaratan, idare eden, ona hükmeden, bir
varlık vardır. Bizim üzerimize düşen yükümlülük ise, onun yüce
varlığına ulaşmaktaki aczimizin bilincinde olmaktır. O’na ancak,
O’nun yakınları olan aracılarla yaklaşılabilir. Bu aracılar ise, fiil,
hal ve cevher olarak takdis edilip temiz kılınan ruhanîlerdir. İcad
etmede, yaratmada ve işleri bir halden diğer hâle sokmada, yaratıkları
başlangıçtan kemale erdirmede sebep olan aracılar bu
kimselerdir.
Onlar bu işleri yüce, mukaddes, İlâhî zattan dileyerek aldıkları
kuvveti, süflî varlıklar üzerine yayarak yerine getirirler; yedi gezegenin
yörüngeleri içerisindeki hareketlerini düzenlerler. Bu gezegenlerden
her biri bu ruhanîlerden birinin heykelidir. Yani her
ruhânî için bir heykel vardır ve her heykelin de bir gök tabakası
vardır. Ruhanînin bir heykel’e nisbeti, ruhun cesede nisbeti gibidir.
Yani o ruh onun rabbidir. İdareci ve yönlendiricisidir. Ancak
aracının görülüyor olması kaçınılmazdır ki, ona yönelmek ve ona
yaklaşmak ve ondan istifade etmek mümkün olabilsin”. Böylece
onlar yedi gezegenden oluşan bu heykellere sığındılar; onların
menzillerini, doğuş ve batış yerlerini iyice öğrendiler; gündüzleri,
geceleri ve saatleri ona göre bir taksimata tabi tuttular; her heykel
için özel bir efsun yaptılar; bir takım efsunlu sözler ve duâlar
öğrendiler; ayrıca her gezegen için bir gün tayin ettiler. Meselâ,
Zühal için cumartesi gibi... Bu günde belirli bir saati gözetleyerek
o saatte bu gezegenin hey’eti, yapısı ve şekli üzerine yapılmış
duâlarla ona has elbiseler giyiyor, ona ait tütsü ile tütsüleniyor, o
heykele ait duâlarını okuyarak ondan ihtiyaçlarını gidermesini istiyorlardı.
Bu, diğer gezegenler için de aynı şekilde tekrarlanıyordu.
Onlar bu gezeğenleri ilâhlar ve rabler olarak adlandırmakta
idiler. Allah ise, rablerin rabbi, ilâhların ilâhı idi. Onlar, heykellere
yaklaşarak ruhanilere yaklaşmış oluyor; ruhanilere yaklaşmakla
da Allah Teâlâ’ya yaklaştıklarını kabul ediyorlardı.
Sonra yıldızlara tapınmak için tuhaf şeyler ürettiler. Bunlar, sihir
ve kehanet kitaplarında zikredilen tılsımlar, efsunlar ve insanların
yakalarına takılan diğer şeylerdir. Bunların tamamı üzerinde
tam bir bilgi sahibiydiler.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
Peşinden onlardan bir grup şöyle dedi: “Kendisiyle tevessülde
bulunulan bir aracının, kendisiyle şefâat dilenilen bir şefâatçinin
ve ruhanîlerin varlığı kaçınılmazdır. Madem ki vesileler bunlardır
ve biz onları gözle görüp hitap edemiyoruz; o halde heykelleri
olmadan onlara yaklaşmamız gerçekleşmez. Fakat heykeller (yıldızlar)
bazı vakitler görülür, diğer bazı vakitlerde de gözükmezler.
Çünkü onlar doğarlar ve batarlar. Dolayısıyla bizim için yaklaşma
olayı tamamlanmış olmaz. Öyleyse, bu şahısların putlarını sürekli
gözümüzün önünde olacak şekilde dikmemiz kaçınılmazdır. Böylece
biz onlara bağlanır, onlarla heykellere ulaşır ve bu heykellerle
de ruhanîlere yaklaşmış oluruz. Ruhanilere ulaşmakla da onlar
vasıtasıyla Allah Teâlâya yaklaşırız ve Allah Teâlâya yaklaşmak için
onlara ibâdet ederiz; onlar bize Allah yanında şefaatçi olurlar. Onlar
yedi heykeli temsil eden, insan sûretinde putlar edindiler. Her
put bir heykel (gezegen)’e karşılıktı. Bunun için onları heykel’in
aslı olarak gözettiler; onlar için tapınaklar yaptılar, bekçilik ve hizmetçilik
gibi görevler ihdas ettiler; onlara ibâdet kastıyla ziyaretlerde
bulundular ve onlar için kurban kestiler. Bu putperestlikler
eski çağlarda olduğu gibi yeni çağlarda da sürekli var olmuştur.
Bunların bir grubu güneşe taparlardı. Şeriatleri, ona tapınma
üzerine kurulmuştur. Onlar güneş için bir put edinmişlerdir. Onun
bir elinde ateş renginde bir maden parçası vardır. Adına inşa ettikleri
bir de özel tapınak vardır. Bu tapınakta, puta hizmet eden ve
onu bekleyen görevliler bulunmaktadır. Bu mâbede gelerek tapınıyor,
duâ ediyor, dilekte bulunuyorlar. Güneş doğduğu vakit hepsi
secdeye kapanıyorlar. Aynı şekilde öğlen vakti tepe noktasına
geldiği ve akşam battığı vakit de secdeye gidiyorlar. Bu üç vakitte
tapınmaya gitmeleri için şeytan onları dürtü ile harekete geçiriyor.
Bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.s.), görünüş itibariyle olsa bile
kâfirlere benzememek için bu vakitlerde namaz kılmaktan kaçınılmasını
emretmiştir.
Bunun gibi başka bir topluluk aya, diğeri Zuhal gezegenine
ve başkaları da buna benzer şeylere tapınıyorlardı. Putların yapılmasının
asıl sebebi, ilâhlarının ortada olmayışıdır. Böylece, onun
şeklinde ve görünüşünde bir put yaparak onu ilâhlarının vekili ve
makamım dolduran varlık olarak kabul ediyorlardı. Akıllı bir kimse
eliyle yaptığı tahtadan veya taştan bir nesnenin ilâh olamayacağını
bilir.
Ölülere ve kabirlere saygı göstermek, şirkin çeşitlerindendir.
Cenab-ı Allah kabirlerin üzerlerinde mescidler edinilmesini yasaklamış,
bunu yapanı da lânetlemiştir. Ancak, özellikle kastedilen
bir yer olarak seçilmediği zaman, bunda bir mahzur yoktur. Aynı
PUT VE PUTA TAPINMA
- 23 -
şekilde mezarların bayram yeri edinilmesini de yasaklamıştır. Bayram,
Arapça “tekrarlama, geri dönme”21 ve alışkanlık haline getirme22
kelimelerinden alınmıştır. Bu bir yere isim olarak verildiği
zaman ondan, bu yerin toplanma yeri olduğu kastedilir. Tapınma
veya başka şeyler için sürekli gidilen bir yer olur. Böyle bir yerde
namaz kılmak, onu tavaf etmek, kıble edinmek, istilam etmek,
toprağı üzerine çizgiler çizmek, üzerine bina yapmak, üstüne
mum yakıp koymak ve buna benzer birçok uygulama yasaklanmıştır.
Bütün bunlar Rasûlullah’ın (s.a.s.) ümmetine, önceki kavimleri
helâk eden şirke düşmelerini önlemek için bir rahmettir. Birçok
ülkede kabirlerin üzerine yapılan binalar (türbe) görülmekte;
insanlar onlara tazimde bulunmakta, uzaktan yakından onlara
yakarmakta, Allah’ın evlerinde ve seher vakitlerinde yapmadıkları
ibâdetleri orada içtenlikle yerine getirmektedirler. Bir kısmı,
onlar için secde etmekte, çoğunluğu ise namazın bereketini onların
yanında dilemekte, mescidlerde yapmadıkları duâ ve niyazları
yapmaktadırlar. Bunların tamamı, bu kabirleri put edinmek
ve Allah’dan başka bir ilâhâ tapınmaktır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurmaktadır: “Allahım! Kabrimi tapınılan bir put kılma!” 23
Bir başka hadisinde Rasûlullah (s.a.s.) şöyle demektedir: “Allah,
Yahudilerle Hıristiyanlara lânet etsin; onlar nebîlerinin kabirlerini
mescidler edindiler.” Âişe (r. Anhâ), “Eğer bu (endişe) olmasaydı,
Peygamber’in (s.a.s.) kabri açıkta bulundurulacaktı” demiştir. 24
Bütün bunlar, onunla şirk tohumlarının ekilmesini önlemek
içindir. Rasûlullah (s.a.s.), kabirlere tazim etmenin, onları put
edinmenin Allah’dan başkasına ibâdetin tohumlarını ektiğini bildirmektedir.
Puta tapıcılık sadece İslâm öncesi Arap toplumuna has bir olay
değildir. Çağımızda da putçuluk daha değişik görünümler altında
varlığını sürdürmektedir. Putçuluk, yalnızca sert bir taştan yapılmış
heykel önünde eğilmek ve ona tazim göstermek olarak ele
alınırsa, kuşkusuz büyük bir yanılgı içine düşülür. Kaldı ki, müşrik
Arap toplumunun elleriyle yaptıkları putlara gösterdikleri saygıyı
bu çağda da görmek mümkündür. Hattâ bu tür putçuluk bu
gün fazlasıyla hüküm sürmektedir. Put, putlaştırmak isteyenlerin
arkasına gizlendikleri birer işaret ve alâmetten başka bir şey değildir.
Yoksa putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş yahut bir taştan
yontulmuş olması zaruri değildir. Allah’ın dışında tapınılan her
21 el-Muâvede
22 el-İ'tiyâd
23 Muvatta, Sefer, 85; Ahmed bin Hanbel, II, 246
24 Müslim, Mesacid, III
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
şey puttur. “Allah”ı bırakıp da kendilerine kıyâmete kadar cevap veremeyecek
şeylere tapanlardan daha sapık kimdir?”25. Allah tarafından
gönderilmiş bir delil olmaksızın, O’ndan başkasına itaat eden, bir
hükme sahip olduğuna inanan, O’ndan başkasına duâ edip bir
şey isteyen, Allah’a şirk koşmuştur. Dolayısıyla putçuluğun şirkle
ve küfürle yakından bağlantısı vardır. Puta tapan bir kimse hem
Allah’a şirk koşuyor, hem de küfre giriyor demektir. Göklerde ve
yerde bütün otorite ve yetkilere sahip olan, ancak Allah’tır; yaratma
O’na mahsustur; bütün nimetler O’nun kudret elindedir;
bütün işler yalnızca ve yalnızca O’na aittir; kuvvet ve çare O’nun
hükmündedir; göklerde ve yerde olan her şey ister istemez O’na
itaat etmeye, emrine boyun eğmeye mecburdur. İşte bunun için
O’ndan başka ilâh yoktur. Kur’ân-ı Kerim, insanların ibâdet ettikleri
şeylerin Allah’ın kulu ve O’nun karşısında aciz olduklarını
açıkladıktan sonra, insanları ve cinleri ibâdet kelimesinin muhtelif
mânâlarıyla yalnız Allah’a ibâdete, sadece O’na kulluk etmeye,
ancak O’na itaatte bulunmaya, kişinin O’ndan başkasını tanrı kabul
etmemesine ve ibâdetin hangi çeşidiyle olursa olsun O’ndan
başkasına tapılmamasına çağırıyor: “Andolsun ki, biz her ümmete,
Allah’a kulluk edin, putlara tapmaktan kaçının diye bir elçi gönderdik...” 26
Aslında insanların Allah’tan başka birine ya da bir puta tapmasının
asıl nedeni; kendi nefsini ilâh edinmesidir. Bugünkü müşriklerle,
Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında fark yoktur.
Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne
karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte
şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı
yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu
kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak anıyorlar, dünya
ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar.
İşte günümüzde şirkin aldığı görünüm budur.
Tekrar edelim: Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı
kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın
amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan bir takım nesneler değildir.
Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse,
yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli
herhangi bir şey insanlar için put olabilir.
Kur’ân-ı Kerimin birçok âyetinde Allah Teâlâ, insanları şirke
düşmemeleri hususunda uyarır.“O ancak tek bir ilâhtır. Doğrusu ben
O’na ortak koşmanızdan masumum, de.” 27
25 46/Ahkaf, 5
26 16/Nahl, 36; Eymen ed-Dımaşkî, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 206-209
27 6/En’âm, 19
PUT VE PUTA TAPINMA
- 25 -
Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar
ile onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar
ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzade,
zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat
eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın hükümlerine aykırı
olmasına rağmen - yaşayan halk yığınlarından meydana gelir.
Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan
ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın,
yalnız Allah’a ibâdet edildiği ve uyulduğu sürece mümkün
olmadığını bilirler. Çünkü Allah’ın dini adâleti emreder ve bütün
insanları eşit olarak görür. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, İnsanları
kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur.
Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini
kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere
kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları
taptırarak, aslında kendilerine taptırır, kulluk ettirirler. Şirk,
insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.
Allah’ın halîli (dostu) İbrâhim (a.s.) ne güzel duâ etmiş: “Allah’ım,
beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ya Rabbi, şüphesiz ki bu
putlar, birçok insanı saptırdı.”28 âyette belirtildiği üzere, İbrâhim (a.s.)
bile kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması için Allah’a duâ
etmiştir.
Hele, İslâm’ın hâkim olmadığı günümüz câhiliyye ortamlarında
şirk çeşitleri daha da çoğalmıştır. Kur’an’ın birçok âyetinde;
küçük olsun, büyük olsun şirkin her türlüsünden arınan müttakî
kullardan bahsedilmektedir. Allah’ın birliğine iman eden, Allah’a
şirk koşanlara düşman olan, tâğutlara ve müşriklere buğz ederek
Allah’a yaklaşan, sadece Allah’ı dost, ilâh ve ma’bud edinen,
yalnız O’nu seven, O’ndan korkan, O’ndan uman, O’ndan yardım
isteyen, O’na boyun eğen, O’na tevekkül eden, O’nun emrine
tâbi olup rızâsını gözeten, bir iş yaptığı zaman Allah adıyla yapan
ve hayatının her bölümünde O’na ait olan kimseler kurtuluşa ermişlerdir.
“De ki, namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin
Rabbi Allah içindir. O’nun hiçbir şeriki/ortağı yoktur.”29; “De ki, Allah her
şeyin Rabbi iken, ondan başka bir rab mı arayayım?” 30
Tarihten Günümüze Put ve Putlaştırma: Tevhid ve şirk insanlık
tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık
tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün
28 14/İbrâhim, 35-36
29 6/En’âm, 163-164
30 6/En’âm, 164
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir.
Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi
ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirk, sadece putlara tapmak değildir.
Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini
tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden
birini dahi reddetmek de şirktir.
Peygamberimiz zamanındaki Mekke müşrikleri Allah’la birlikte
birçok ilâha/tanrıya inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ
ve heveslerine göre putlar yapıyorlar ve onlara tapıyorlardı.
Kâbe’nin içinde 365 tane put bulunuyordu. Bunların en büyükleri;
Hubel, Lât, Menât, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suvâ, Yeûk ve
Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan
iyi huylu, cömert ve sâlih insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların
heykelleri yapılmış ve zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı.
Bazı Araplar bunlardan başka, güneşe, aya, bazı taşlara,
ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, melekleri
Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve onları Allah’a şirk koşuyorlardı.
Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl
nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir. Bugünkü müşriklerle,
Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında temelde bir fark
yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı
yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır.
İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar
kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah
olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar,
dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler
koyuyorlar. Günümüzde şirkin aldığı en net görünüm budur.
İlâh Nedir; Putlaştırıp İlâhlaştırma
Nasıl Olmaktadır?
Şirki ve tevhidi, yalnız Allah’a kulluk/ibâdet ve putlara tapmayı
tam değerlendirmek için iyi bilinmesi gereken kavramlardan
biri de “ilâh” kavramıdır. Bu kavram iyi bilinmeden şirk de yeterince
anlaşılmaz. Tevhid Kelimesinin içinde yer alan bu kavram,
iman ile şirk (ortak koşma) arasındaki farkı ortaya koyar. Sözlük
anlamı; ısınmak, alışmak, birisine aşırı sevgi ile yönelinen, kulluk
edilen, ma’bûd haline getirilen, alışılan, düşkün olunan demektir.
Kendisinden türediği ‘elihe’ fiili; yönelmek, düşkün olmak, kulluk
yapmak, örtmek, gizlemek, alışmak gibi anlamlara gelmektedir.
Kavram olarak; “kendisine ibâdet edilen, ma’bûd sayılan her
şey, her şeyden çok sevilen, ta’zim edilen kutsal varlık” anlamında
kullanılmaktadır. Tapınılan, kendisine ibâdet edilen, üstün sayılan
PUT VE PUTA TAPINMA
- 27 -
bütün ma’bûdların ortak adı “ilâh”tır. Türkçede bunu “tanrı” kelimesi
ile karşılarız. İslâmî istılahta ilâh; tapınılan, kendisine ibâdet
edilen demektir. İlâh; ibâdet edilmeye lâyık, yani kudret ve kuvveti
önünde huşû ile boyun eğip ibâdet ve itaat etme gereği duyulan,
her şeyin O’na muhtaç olduğu bir varlık demektir. İlâh kelimesi,
gizlilik ve esrârengizlik mânâlarına da gelir ki, böylece ilâh, görülmez
ve ulaşılmaz bir varlıktır. İlâh, İslâmî ıstılahta şu anlamlara
gelir: “Otorite sahibi, kanun koyan, ibâdet edilen, rızık veren, hesaba
çeken, kendisine ihtiyaç duyulan.” İlâhlık ve otorite birbirini
gerektirir. İlâh denildiğinde, aklımıza, hayatımız için kanun koyan,
nizam ve hukuk belirleyen ve kayıtsız şartsız hâkimiyet sahibi Allah
(c.c.) gelmelidir.
İnsanın fıtratında kendinden üstün bir varlığa yalvarma ve tapınma
ihtiyacı yatar. Her insan bir şeye tapar. İnsanlar fıtrattan
gelen ilâh edinme ihtiyacını sadece Allah’a yöneltmezse, başka
ilâhlara tapar ki, bu da insanı şirke ve küfre sokar. Kur’ân-ı
Kerim’de öncelikle Allah’ın ilâhlığı üzerinde durulur. Tek ilâh
Allah’tır, yani kendinden başka kulluk edilecek, tapınılacak, yönelinecek
başka bir ilâh yoktur. Câhiliyye döneminde, gerek Mekke
müşrikleri gerek yahûdi ve hıristiyanlar Allah’a inanıyorlardı; fakat
Allah’ın ilâhlık vasıflarını başkalarına da vererek, Allah’a karşı
en büyük yalan olan şirke düşmüşlerdi.
İlâh tektir ve O da Allah’tır. Allah; her şeyi yaratan, insanları
bir gün bir araya toplayacak olan, öldüren ve dirilten, kendisine
güvenilen, yalvarılan, sığınılan, kendisi için zaman ve mekân sınırı
olmayan ve varlıkların eksikliklerinden bütünüyle uzak olandır. O
halde, sadece bütün bunlara gücü yeten “ilâh” tır ve O da bir
tanedir. Birden fazla ilâh olması mümkün değildir. Birden fazla
ilâh inancı, kâinatın var oluşu ve işleyişindeki nizam ile ters düşer.
Evrenin varlık ve nizamındaki mükemmellik, Allah’ın tek ilâh
olmasının bir delilidir. Allah bu konuda şöyle buyurur: “Allah hiç
evlât edinmemiştir. O’na ortak hiç bir ilâh da yoktur. Aksi takdirde her
ilâh kendi yarattığını sevk ve idâre eder ve bir gün mutlaka onlardan biri
diğerine gâlip gelir, üstün çıkıp büyüklenirdi. Allah Onların (müşriklerin)
bütün isnatlarından münezzehtir.” 31
Yani, her ilâh başka bir şey dilerdi. Her ilâh diğerinden farklı
bir şey yapmak, bağımsız olduğunu ve egemenliğini göstermek isterdi.
Bunun sonucunda da bütün kâinat yerle bir olurdu. Hâlbuki
kâinatta muazzam bir düzen vardır. Öyleyse bütün kâinata
hükmeden ilâh tekdir ki, O da Allah’tır. Bütün evren, içindeki
31 23/Mü’minûn, 91
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
varlıklarla birlikte, gücü her şeye yeten, bilgisi her şeye ulaşan
bir İlâh’ın kontrolündedir. İnsanlar bu İlâh’a yönelirler, O’na duâ
ederler. Korkuları bu İlâh’tandır, güvenleri de bu İlâh’adır. Bu
İlâh’a her şeyiyle bağlıdırlar, O’nu her şeyden çok severler. Elbette
bu ilâh âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. “Lâ ilâhe illâllah” kelimesinde
belirtildiği gibi, Allah’tan başka hiç bir ilâh yoktur.
İlâhlık vasıflarının en önemlisi, Allah’ın hayatımız için kanun
koyan, nizam ve hukuk belirleyen olmasıdır. Eğer kanun koyma,
insanlar için hukuk belirleme Allah’tan başkalarına verilirse,
bu onlara ilâhlık vasıflarını da vermek olur ki, bu da şirktir. Bu
mânâda kanun koyucu olarak ilâhlık taslayan tâğutlar tarih boyunca
çıkmıştır ve çıkacaktır. Günümüzde ve tarihte en çok görülen
şirk çeşidi budur.
“Kim tâğutu reddedip Allah’a iman ederse, muhakkak ki, kopması
mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur.”32 Kur’ân-ı Kerim
bize bütün Peygamberlerin tevhid akidesiyle gönderildiğini bildirir.
Âyet-i kerimede şöyle buyrulur: “Ey Muhammed! Senden önce
gönderdiğimiz her Peygambere; Benden başka ilâh yoktur, Bana ibâdet/
kulluk edin diye vahyetmişizdir.” 33
İnsanoğlu her zaman bir ilâha inanma, sığınma ve ondan yardım
istemeye muhtaçtır. İnsan, bazı şeylerden korkar, bazı şeylere
gücü yetmez de başkalarından yardım ister, bazı şeylere sığınır,
bazı şeyleri kendinden üstün görür. Bütün ümitlerinin bittiği yerde,
görmediği, tanımadığı, hayal etmediği bir gizli ‘ilâh’tan yardım
ister. Çevresinde gördüğü bütün olayların kendi gücünün
dışında olduğunun farkındadır. Bu olayları bir gücün yaptığına
inanır. Bunlara benzer daha birçok sebepten dolayı insan sığınacak
bir melce, sığınak arar.
Peygamberlerin tebliğ ettiği Allah inancından uzaklaşan topluluklar
ve insanlar, yaratılışlarında ve pratik hayatlarındaki bir
ilâha bağlanma ihtiyacını başka şekillerde giderirler. Tarihte ve
günümüzde gerçek anlamda dinsiz insan olmadığı gibi, ilâhsız insan
da yoktur. Kimileri, hiç bir tanrıya inanmadığını söylese bile
onun içerisinde, sığındığı, bağlandığı, yardım istediği, her şeyden
çok sevdiği, her şeyden çok büyük saydığı bir ‘şey’ mutlaka vardır.
İşte o ‘şey’ onun için bir tanrıdır. Kur’ân-ı Kerim çok ilginç bir örnek
veriyor: Bir takım insanlar kendi görüşlerini, kendi isteklerini,
kendi emirlerini en üstün ve doğru görürler. Bırakın bir dinin emrine
uymayı, toplumda geçerli olan hiç bir kural onları bağlamaz.
32 2/Bakara, 256
33 21/Enbiyâ, 25
PUT VE PUTA TAPINMA
- 29 -
Bu tip insanlar, kendi keyiflerine uyarlar. Kendi hevâlarından (arzularından)
başka kutsal, kendi isteklerinden ve görüşlerinden üstün
güç ve doğru kabul etmezler. İşte bu tür insanlar için Kur’ân-ı
Kerim; “Gördün mü o kendi hevâsını (istek ve arzularını) ilâh/tanrı edinen
kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın?”34 demektedir.
İlâh zannedilen şey, insan üzerinde var sayılan ‘güç’tür. Bu kimilerine
göre ateş, kimilerine göre güneş, kimilerine göre gökler,
kimilerine göre yıldızlar, kimilerine göre madde, kimilerine göre
ataların ruhu, kimilerine göre tabiat (doğa), bazılarına göre devlet
erki, kimilerine göre iyilik ve kötülük tanrılarıdır. Hatta kimi
insanlar ve toplumlar, başlarındaki yöneticileri, kralları ilâh, ya da
yarı ilâh saymışlardır. Nitekim Firavun, elinin altındakilere “ben
sizin en büyük Rabbinizim/ilâhınızım”35 diyordu. Japon kralları,
güneşin/tanrının oğlu, bir çeşit Budist dini olan Lamaların büyüğü
Dalay Lama yarı tanrı sayılıyor. Birçok ülkede diktatörler, tanrı gibi
algılanmış, karşı konulmaz üstün güce sahip, her dedikleri yapılması
gereken, kızdığı zaman gazâbıyla herkesi cezalandırabilen
tanrılar gibi düşünülmüştür. Hatta birçok yerde bu diktatörler
adına dikilen heykellere insanlar secde edercesine saygı göstermektedirler.
Tarihte, Tevhid Dininden uzaklaşmış bütün toplumlarda farklı
ilâh düşünceleri gelişmiştir. Kimileri inandıkları ilâhlar adına putlar
ve mâbetler/tapınaklar yapıp o putlara tapınmışlardır. Bu putların
taştan, tunçtan veya ahşaptan yapılmasının fazla bir önemi
yoktur. İnsanlar, ilâhları adına kendi elleriyle heykeller yapıp, sonra
da buna, ilâhımız veya bizi ilâhımıza götürecek aracımız diyorlar
ve o heykellere tanrı diye tapınıyorlardı.
Kur’ân-ı Kerim’e göre, yer, gök ve ikisinde olan her şey, bir
olan Allah’ındır. Yoktan var eden yalnızca O’dur. Bütün nimetler
O’nun elindedir. Sonsuz güç ve kuvvet yalnızca O’nundur. Bütün
işler yani kader O’nun elindedir. Yerde ve gökte olan her şey isteyerek
veya istemeyerek O’na boyun eğer. Her şey O’nu tesbih eder
(O’na ibâdet eder, O’nu zikreder). Yerde ve gökte yalnızca O’nun
hükmü geçer. O’nun bir benzeri ve eşi yoktur. Hiç bir şey O’nun
dengi olamaz. O’nun Rabliğinin, ilâhlığının, hükmünün, yaratıcılığının
ortağı ve yardımcısı yoktur. O hiç bir şeye muhtaç değildir.
Mutlak anlamda yardım edici O’dur, mutlak anlamda ceza verici
yine O’dur. O, gerçek ve mutlak olan yegâne ‘ilâh’tır ve O’ndan
başka ilâh yoktur.
34 25/Furkan, 43
35 79/Nâziât, 24
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
İslâm, bu sıfatları taşıyan Rabbe, Allah demiştir. Bu isim ilâh
kavramından farklıdır. Benzeri, eşi, ortağı, çoğulu, olmayan bir Allah
kavramı. Bu, kâinatın sahibi, mutlak yaratıcı ve azamet sahibi
‘ilâhın’ özel adıdır. İnsanlar birçok ilâhlar düşünmüşlerdir, düşünebilirler
de; ama ‘Allah’ birdir ve O’nun hakkında başka türlü
düşünmek de mümkün değildir. Allah, hem ilâhlık (ulûhiyet), hem
rablık (rubûbiyet), hem hâkimlik (hâkimiyet), hem de meliklik
(mülûkiyet) sıfatlarına, işlevine sahiptir.
İlâh’ın Kur’an’daki İki Mânâsı: Kur’an’da ‘ilâh’ daha çok iki anlamda
kullanılmıştır: Birincisi, hak olsun bâtıl olsun, bütün insanların
kendisine ibâdet ettikleri ma’bud; İkincisi, gerçek ibâdete
lâyık olan, âlemlerin Rabbi olan Allah.
İlâh Düşüncesi: Hz. Âdem’den belirli bir zaman sonra insanlar,
Tevhid inancının dışına çıkmaya başladılar ve ikinci Âdem Hz.
Nûh’tan sonra da yaptıkları heykelleri ilâh haline getirip onlara
tapındılar. Daha sonradan gelen birçok kavmin arasında ve günümüzde
dünyanın çeşitli yerlerinde bu bâtıl inanış devam etmektedir.
Kişinin inandığı ilâh, onun ihtiyaçlarını karşılayan, duâlarına
karşılık veren, sıkıştığı zaman imdadına koşan ve her bakımdan
üstün (müteâl) olmalı. Bu ilâh, insanın sahip olmadığı birçok özelliği
taşır. Ulûhiyet (ilâhlık), aynı zamanda ulaşılamayacak yüce bir
makamdır. Kimileri bu ilâhlarını somut bir şekilde, put halinde cisimleştirmişlerdir.
Birçoğu da insana ait birtakım özellikleri onlara
vermişlerdir.
Eski yunan tanrıları, insanlar gibi kavga ediyorlar, birbirlerinin
hanımlarına göz koyuyorlardı. Eski İran dini Mazdeizm’in iki tanrısı
vardı ve sürekli kavga ederlerdi. Birisinin kötülükleri, diğerinin
iyilikleri yarattığına inanılırdı. Eski Azteklerin ilâhı zâlim bir savaşçıydı.
Kimileri birtakım hayvanları, kimileri zamanı, kimileri ruhları,
kimileri yerleri kutsal sayıp, onlara bir ilâh gibi saygı göstermişlerdir.
Geçmişte bu tür acaip ve sapık ilâh inançları çoktu. İslâm,
bütün peygamberler vâsıtasıyla bu tür bütün ilâh düşüncelerini
kaldırmış ve insanlar hakkında hakk olan Allah inancını getirmiştir.
Çünkü bu inanç, insanların kendi kafalarından ve eksik görüşlerinden
değil; bizzat insanların Rabbi Allah’tan gelmiştir. Böylece,
Tevhid dinine inanan insanlar ‘ilâh’ konusundaki düşüncelerini ve
inançlarını düzeltebilmişlerdir.
Ancak buna rağmen tarihte olduğu gibi günümüzde de aklını
kullanmayan, Kur’an’a kulak vermeyen insanlar, hâlâ yanlış
ilâh inancını sürdürmektedirler. Allah’a ait bir sıfatı veya sıfatları
bir başka varlığa veren, onu ilâh gibi düşünmüş olur. Dinimizde
PUT VE PUTA TAPINMA
- 31 -
bunun adı şirktir. Allah’ın yaratma, öldürme, diriltme, affetme,
azâb etme, yoktan var etme, kutsal olma, nimet verme, hüküm
koyma gibi sıfatları, başka şeylerde, başka varlıklarda var sayılırsa,
onlar ‘ilâh’ haline getiriliyor demektir. Bu bağlamda bir kimse; bir
kişinin, bir kurumun veya bir başka şeyin, tıpkı tanrı gibi olduğunu
kabul etmesi, “tıpkı tanrı gibi yaratıyor” diye düşünmesi, onu
ilâh saymasıdır.
Günümüzde bu tür ilâh fikrini çokça görmek mümkündür.
Üzülerek söylemek gerekirse, bilimin bu kadar ilerlemesine rağmen
insanlar hâlâ, geçmişteki câhiller gibi sapık ilâh inancını terketmemişlerdir.
Bugün kimileri, atalarının ruhunu, kimileri devlet
yöneticilerini ve kahramanları, kimileri devlet örgütlerini, kimileri
uluslararası kuruluşları tıpkı ilâh gibi görmektedirler. Bunların
gücü çok büyüktür ve bunlara asla karşı gelinmez diye inanılmaktadır.
Gazete sayfalarında görülen ‘futbol ilâhı’, ‘müzik ilâhı’, ‘sanat
ilâhı’, ‘seks tanrıçası’, ‘ey falanca şarkıcı sana tapıyorum’, ‘ey
sevgili sana tapıyorum’ gibi ifadeler işte bu yanlış ilâh fikrinin çok
çirkin görüntüleridir. Kimileri bir spor yıldızını, kimileri bir müzik
ve film yıldızını kendisi için en üstün örnek sayar, onun peşinden
gider, onu taparcasına sever, ondan başka üstün ve kutsal bir şey
düşünmez. İşte bu yanlış fikir onu sapık ilâh fikrine, yani şirke sürükler.
Rejimlerin, devlet adamlarının, diktatörlerin, partilerin, meclislerin
koydukları ilkeler ve kanunlar, yaptıkları işler, uygulamalar,
‘karşı gelinemez, değiştirilemez, itaat edilmesi zorunlu ilkelerdir’
düşüncesi, onları ilâh saymanın çağdaş görüntüleridir. İnsanlar
bu gibi otorite sahiplerinde olağanüstü bir güç var sanmaktalar,
dolaysıyla onlarda ilâhlık sıfatları görmekteler. Bazılarının, ‘birtakım
kişilerin veya grupların fikirleri, ilkeleri, kanunları en üstündür,
onların üzerinde güç ve otorite yoktur’ şeklindeki düşünce ve
inançları, onların dinleridir. Aynı konuda âlemlerin rabbi Allah’ın
insanlar için indirdiği hükümlere aldırmamak, onları reddetmek,
ya da onların yerine kişilerin ve kurumların hükmünü kabul etmek;
onları ilâh haline getirmenin göstergesidir.
Diyelim ki, herhangi bir konuda Allah’ın koyduğu bir ölçüsü
veya bir hükmü var. Buna karşın aynı konuda bir kişinin, siyasî bir
otoritenin, devletin veya başka bir gücün tam aykırı bir görüşü
veya ölçüsü bulunmaktadır. Bir insan Allah’ın hükmüne rağmen
onları benimser, inanır ve peşinden giderse; işte o kabul ettiği
hükmü veya ölçüyü koyan kaynağı ilâh haline getirmiş demektir.
Örneğin, Allah (c.c.), Kur’an’da içki içmeyi yasaklıyor, fâiz alıp vermeyi
haram sayıyor, kadınlara örtünmeyi emrediyor, ama birtakım
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
yöneticiler veya yetki sahipleri, içki içmeyi normal görüyor, fâizsiz
ekonomi olmaz diyor, ya da birileri kadınların örtünmesini çağdaş
kıyafet değil diye yasaklıyor. Bazıları, ‘Allah’ın ölçülerinin geçerliliği
yoktur, bu zamanda uygulamak zordur, ama yöneticilerin koyduğu
hüküm daha doğrudur, zamana daha uygundur, biz onları
tercih ederiz’ derlerse, işte bu inanç başkalarını ilâh haline getirmedir.
Kim herhangi bir şeyi Allah’tan fazla severse, bir şeye Allah’tan
fazla saygı gösterir, Allah’tan korkar gibi ondan korkarsa, kim
Allah’ın dışında herhangi bir şeye veya insana tapınırsa, kim
Allah’ın hükmüne aykırı olarak başkalarının ilkelerini daha üstün
sayarsa, işte o insan, bütün bunları ilâh haline getiriyor demektir.
Farklı ilâhlara inananlar, bu inançlarını zaman zaman ortaya
koyuyorlar. ‘Falanca devletin, filanca uluslararası kuruluşun, falan
adamın ilkeleri her şeyin üstündedir’ diyen kimse, Allah’ı değil onları
ilâh tanıyor demektir.36 İslâm’ın ezelî, ebedî, değişmeyen ve
evrensel ilkesi şudur: “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Rasûlullah”
Yani, “Allah’tan başka ilâh yoktur; Hz. Muhammed Allah’ın rasûlü,
elçisidir.” “Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapınma. O’ndan başka
hiç bir ilâh yoktur.” 37
Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen
Bâtıl Tanrı Anlayışları
Kur’ân-ı Kerim, müşrikler tarafından tapınmaya konu edilen
varlıklardan bahsederken, birçok durumda genel ifadeler kullanır:
“Allah’tan başka taptıkları”38; “Allah’tan başka duâ edip yalvardıkları”39;
“Allah’a şirk koştukları”40; “Şirk koştukları şeyler”41; “Allah’tan başka
benimsedikleri”42 tarzında fiil şekilleri olduğu gibi; genel anlamda
birtakım isimler de hayli fazladır: “İlâh”43; “âlihe -ilâhlar-”44; “endâd -eş
ve denkler”45; “esnâm -heykelden putlar-”46; “evsân -putlar-“47; “temâsîl
36 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 295-299
37 28/Kasas, 88
38 25/Furkan, 17
39 7/A’râf, 194
40 28/Kasas, 68
41 7/A’râf, 190
42 45/Câsiye, 10
43 15/Hicr, 96
44 21/Enbiyâ, 36
45 2/Bakara, 165
46 7/A’râf, 138
47 22/Hacc, 30
PUT VE PUTA TAPINMA
- 33 -
-heykeller-”48; “şürekâ –ortaklar-”49; “şühedâ -şâhitler, yardımcılar-”50;
“şüfeâ’ -şefaatçiler, aracılar”51; “erbâb -rabler-”52; “evliyâ -velîler, dostlar,
yöneticiler-”53; “emsâl -eşler, benzerler-”54; “tâğût -azgın yönetici”55; “cibt
-putlar-”56; “ensâb -dikili taşlar, putlar”57; “veled-çocuk-”58; “sâhibe -eş,
hanım, zevce, tanrıça-”. 59
Kur’an’da yukarıdaki âyetler başta olmak üzere çeşitli yerde
yüzlerce defa kullanılan bu genel tâbirler gösteriyor ki, Kur’an
şirkin her türlüsünü iptal için gelmiştir. Yoksa sadece zuhur ettiği
bölgede, birtakım özel isimlerle belirtilen (Menât, Hubel, İsâf
vb.) putları hedef almış değildir. Allah’ı tek tanımanın hâlis olması
için yukarıda anılan bütün şirk kavramlarının kapsadığı alanın,
ulûhiyete tahsis edilmesi gereklidir (İbâdet, şefaat, duâ, tutunma,
hâkimiyet, velâyet vb.). Bu özellik, Kur’an’ın şirk karşısındaki durumu
bakımından, birinci dereceden bir önem arzetmektedir. Öbür
yandan Kur’an, bâtıl ulûhiyetlerin (sahte tanrıların) türlerini gösterirken
genel olarak, onların adlarından değil; mâhiyetlerinden
bahseder. (Arabistan’da o dönemde tapılan tanrılardan bazılarının
özel isimleri -el-Lât, el-Uzzâ, Vedd vb.- sadece birkaç yerde zikredilmiştir.)
Şu halde, o, aslında ulûhiyet bakımından yok olan o
varlıkları muhâtap, bir muârız, bir rakip veya düşman gibi telâkkî
ederek birtakım belirli fertlere değil; insanlık dünyasında tanrılaştırılmaları
yaygın olan mâhiyetlere hücum etmiştir. Mâhiyetler
üzerinde dururken de, onlar hakkında bilgi vermek değil; onların
eksik yanlarını, neden tanrı olamayacaklarını belirtmeye yönelmiştir.
Diğer taraftan, Kur’an’ın mâhiyetlerinden bahsettiği bâtıl ve
sahte tanrıların, insanlığın çeşitli devir ve yerlerinde tanrılaştırdığı
varlık tipleri durumunda olduğu söylenebilir. Bu tipler arasında,
Arabistan’da rastlanmayanların da bulunması, Kur’an’ın evrenselliği
ile açıklanmalıdır. Bu tipler, şöyle sınflandırılabilir:
48 21/Enbiyâ, 52
49 13/Ra’d, 16
50 2/Bakara, 23
51 39/Zümer, 43
52 12/Yûsuf, 39
53 29/Ankebût, 41
54 16/Nahl, 74
55 2/Bakara, 256
56 4/Nisâ, 51
57 5/Mâide, 90
58 72/Cin, 3
59 72/Cin, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
Hayat sahibi varlıklar
İnsanlarca görülmeyen varlıklar; a) hayırlılar (Melekler, kısmen
cinler), b) Şerliler (şeytanlar, kısmen cinler)
İnsanlar; a) Tanrı oğlu veya kızı (İsa, Uzeyr), b) Tanrıça (sâhibe),
c) Hükümdar-tanrı (Firavun)
Hayvanlar; a) Buzağı, boğa, b) Nesr (kartal)
Cansızlar
Tabiat varlıkları; a) güneş, b) ay, c) yıldızlar (Şi’râ), d) Ba’l, e)
ağaç (el-Uzzâ), kaya (el-lât, Menât)
İnsan eliyle yapılanlar; a) esnâm, evsân (Vedd, Yeğûs vb.), b)
ensâb
Mücerred Varlıklar
a) Nefsin hevâsı, b) şâri’, c) dehr, d) seneviye. 60
Kur’ân-ı Kerim’de Put Kavramı ve Puta Tapma
Kur’ân-ı Kerim’de put anlamındaki “sanem” kelimesinin çoğulu
“esnâm” 5 yerde geçer:61 Yine put anlamındaki “vesen” kelimesinin
çoğulu evsân ise 3 yerde zikredilir:62 Heykel anlamındaki
timsâl kelimesinin çoğulu temâsîl kelimesi iki yerde kullanılır. Bunlardan
biri, put anlamı yüklendiğinden olumsuz tavır alınmasını
gerektirecek şekildedir.63 Diğeri ise, Süleyman’ın (a.s.) cinlere sanat
eseri olarak yaptırdığı heykellerdir ki, put özelliği olmadığından
olumludur. 64
Kur’an’da putperestliğin genel adı olan “şirk” ve türevleri 168
yerde geçer. Şirk ve puta tapma ifâdeleri geçmese bile âyetlerin
çok büyük bir bölümü, tevhidi hâkim kılmak için şirkle, putlarla
ve putçularla mücâdeleyi konu edinir. Kur’ân-ı Kerim, putperestleri
ve her çeşit müşriği, yeryüzünde birliği ve huzuru bozan,
insanlar için zararlı, çirkin bir tip olarak görür ve necis, yani pislik
olarak nitelendirir.65 Kur’an’da putperestlik ve şirk, herhangi
bir şeyi, kavramı veya bir kimseyi tercih etme, önem ve kıymet
verme, yüceltme bakımından Allah’la eşit düzeyde görmek veya
bunu davranışlarıya göstermektir. Kur’an bize Allah’ı (c.c.) birçok
60 Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 339-340
61 6/En’âm, 74; 7/A’râf, 138; 14/İbrâhim, 35; 21/Enbiyâ, 57; 26/Şuarâ, 71
62 22/Hacc, 30; 29/Ankebût, 17, 25
63 21/Enbiyâ, 52
64 34/Sebe’, 13
65 9/Tevbe, 28
PUT VE PUTA TAPINMA
- 35 -
sıfat ve isimleriyle tanıtmış ve O’ndan başka ilâh/tanrı olmadığını
kesin ifadelerle bildirmiştir. İlâh, Allah’ın Kur’anda bildirilen özelliklerine
sahip olan varlıktır. Allah gerçek ve tek ilâhtır; Allah’ın
sıfatlarına sahip olan başka hiçbir varlık olamaz. İşte, Allah’ın herhangi
bir sıfatına başkasının Allah’la birlikte veya bağımsız olarak
sahip olduğunu iddia etmek, Allah’tan başka ilâh kabul etmektir,
yani şirktir, putperestliktir. Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette Allah
Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri, hiçbir şeyi putlaştırmamaları
husûsunda uyarır.
Kur’ân-ı Kerim’de, şirkin çeşitlerine göre ayrı ayrı isimlendirildiği
görülür; “Vesen” küçük putlara verilen isimken, şekilsiz
putlara “sanem” denilir. Yönetici putlar ise “tâğut” olarak isimlendirilir.
“Erbâb” ise, üstün meziyetler ve ilâhî vasıflar yakıştırılarak
putlaştırılıp tanrılaştırılan varlıklara verilen isimdir. Bu kelime,
ilâh/tanrı seviyesine getirilen puta duyulan sevgiyi de ifâde eder.
Peygamberlerin ve sâlih insanların ilâhlaştırılması da genellikle bu
kelime ile anlatılır.
Kur’ân-ı Kerim’de putlar, sebep oldukları zararlar açısından
konu edilir ve insanlar dünya ve âhiret güzellikleri için putlara
tavır almaya çağrılır. Putperest müşrikler, putları şefaatçi kabul
ederler.66 Putperest müşrikler, meleklere cinsiyet yakıştırırlar.67 O
yüzden putlara yücelik atfeden müşrikler, Allah’a iftira etmiş olmaktadırlar.
68 Putperestler, çocuklarına putlarının adını da verdikleri
olur.69 Putlar, hiç kimseye zarar ve fayda veremezler.70 Bırakın
başkalarına, putların kendilerine bile faydaları dokunmaz.71 Putların
hiçbir şey yaratmadıkları, buna güçlerinin olmadığı belirtilir.
72 Putların kimseye rızık veremediği, veremeyeceği ifâde edilir.73
Putlar, yapılan duâlara cevap veremezler.74 Aslında, kendilerine
yanlış yere tapılan putların rabbinin de Allah olduğu vurgulanır.75
Putların kendilerine tapanlardan bile habersiz olduğu belirtilerek
akıllı insanların böyle âciz durumdakilerden medet ummalarının
mümkün olamayacağı vurgulanır.76 Onlar hiçbir şeye sahip
66 10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/Nahl, 55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3,
43-44
67 43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28
68 6/En’âm, 138-139, 143-144
69 7/A’râf, 190-191
70 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 40, 41, 46, 71 vb.
71 7/A’râf, 197-198; 10/Yûnus, 35
72 7A’râf, 191-192; 10/Yûnus, 34; 13/Ra’d, 33; 16/Nahl, 20; 21
73 29/Ankebût, 17
74 13/Ra’d, 14; 27/Neml, 62; 34/Sebe’, 22; 35/Fâtır, 14
75 53/Necm, 49
76 46/Ahkaf, 5
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
değildirler,77 kendi hayatları bile yoktur ki, bir şeye sahip olsunlar,
onlar diri değil ölüdürler. 78
Böylesine âciz varlıklar olan putlara putlara tapmaktan sakınmak
gerekir.79 Putlara tapmak haramdır.80 Putlar, kıyâmet günü
kendilerine uyanlardan uzaklaşacaklardır.81 Arap putperestlerinin
çok sayıdaki putları arasından, önemseyip öne çıkardıkları putların
isimlerini zikreder. Bunlar, Lât, Uzzâ ve Menât putlarıdır. 82
Putlara tapanlar gerçekte ona tâbi olmuyor, zanlarına peşine
giderek kendi hevâlarına tapmış oluyor, zâlim müstekbirlere
kulluk yapmış oluyorlar.83 Bütün bunlarla birlikte Kur’an, putlara
sövmekten sakınmayı tavsiye eder.84 Örnek peygamber Hz.
İbrâhim’in putlarla mücâdelesini ve ateşe atılma pahasına onları
yıkıp devirmesini ayrıntılı biçimde gündeme getirir. İbrâhim (a.s.),
babası Âzer’e tek ilâh olarak sadece Allah’ı kabul edip yalnız
O’na ibâdet etmeyi, putlara tapmaktan vazgeçmeyi samimi dille
anlatıp onu dâvet ettiği halde, ondan büyük tepki görür.85 Aynı
dâveti İbrâhim (a.s.), kavmine de ulaştırır ve aynı tepkiyle karşılaşır.
86 İbrâhim (a.s.), kavmine karşı akıl yolu ile Allah’ı arayıp ispat
eder, onların da akıllarını kullanıp sahte tanrılardan kurtulmalarını
tavsiye eder.87 Kafalarındaki putları kırmaya güç yetiremeyen
Hz. İbrâhim, en sonunda kavminin taptığı putları baltayla kırar ve
büyük tepkiyle karşılaşır.88 O, Kâbe’yi de putlardan temizler.89 Tevhid
konusunda münâzara ettiği Nemrut tarafından putlara karşı
çıkmanın bedelini ödemek üzere ateşe atılır, ama her şeye gücü
yeten Rabbi tarafından ateş ona soğuk ve selâmet yapılır.90 Safını
putlardan yana koyup bâtılın yanında mücâdele eden Nemrut ise
helâk olur. 91
77 16/Nahl, 73; 35/Fâtır, 13; 53/Necm, 19-20
78 16/Nahl, 21
79 17/isrâ, 22; 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 68; 42/Şûrâ, 9
80 5/Mâide, 90; 17/İsrâ, 29, 39
81 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53; 10/Yûnus, 28-30 vb.
82 53/Necm, 19-20
83 10/Yûnus, 66; 28/Kasas, 62-63; 39/Zümer, 3
84 6/En’âm, 108
85 6/En’âm, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 37/
Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27; 60/Mümtehine, 4
86 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 29/Ankebût, 16-18, 24-26; 37/Sâffât,
85-87; 43/Zuhruf, 26-27
87 6/En’âm, 76-79; 21/Enbiyâ, 58-67; 26/Şuarâ, 70-82
88 21/Enbiyâ, 52-68; 37/Sâffât, 88-97
89 22/Hacc, 26
90 21/Enbiyâ, 68-71; 29/Ankebût, 245; 37/Sâffât, 97-98
91 21/Enbiyâ, 70
PUT VE PUTA TAPINMA
- 37 -
Kur’an, başka bir canlıyı, eşyayı veya soyut bir şeyi Allah’a
endâd/denk tutmanın da putlaştırma olduğunu belirtir ve bu suçun
cezâsının da büyük olacağını belirtir.92 Kur’an, somut putlar
yanında soyut putları da gündeme getirir. Hevâ ve hevesi putlaştırıp
ilâhlaştırmak tehlikesi de sözkonusudur.93 Put diye şeytana
tapanlar da vardır. 94
Tüm putlar, putlaştırılan özelliklerden uzaklaştırılması istenen
insanlara Kur’an, gerçek ilâhı, tek ma’bud olan Allah’ı vasıf ve
isimleriyle tanıtır. Allah’tan başka ilâh olmadığını çok net biçimde
ve ısrarla gündeme getirir. 95
Tevhid, yani tüm putları reddedip tek ilâha iman edip O’na
kulluk inancı, insanlığın aslî itikadı ve tüm peygamberlerin çağlar
boyu tebliğ edip canlandırmaya çalıştığı husustur.96 Bütün İlâhî
dinlerin de İslâm’dır/teslimiyettir ve tevhide (putları reddedip tek
Allah’a iman ve yalnız O’na ibâdet ve kulluğa) dayanır.97 Çünkü
tevhidden başka her şey bâtıldır. 98
Kur’an, bütün bu gerekçelerden dolayı, insanlığa muvahhid
olup Allah’ı birlemeleri çağrısını yapar.99 Yüzümüzü tevhid dinine
döndürmemiz istenir.100 Allah’ın yolunu (tevhid’i) tâkip etmek emredilirken,
başka yolları tâkip etmek (her çeşit put ve putçularla
iyi ilişkiler) de yasaklanır.101 İster putlara tapmak yönüyle olsun,
ister başka çeşitte; şirk büyük bir zulümdür.102 Allah, kendisine
şirk koşmayı kesinlikle affetmez.103 Müşriklerin temel özellikleri,
Allah’tan başkasını tanrı edinmeleridir. 104
92 2/Bakara, 22, 165; 14/İbrâhim, 30; 34/Sebe', 33; 39/Zümer, 8; 41/Fussılet 9
93 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 12
94 4/Nisâ, 117
95 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i imrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73;
6/En'âm, 19, 102, 106; 14/İbrâhim, 52; 16/Nahl, 22, 51; 20/Tâhâ, 8, 14; 22/
Hacc, 34; 23/Mü'minûn, 116; 27/Neml, 26; 28/Kasas, 70, 88; 37/Sâffât, 4
96 2/Bakara, 133; 7/A'râf, 59, 65, 73, 85, 158; 9/Tevbe, 129; 11/Hûd, 50, 61, 84;
16/Nahl, 2; 18/Kehf, 110; 21/Enbiyâ, 25, 108; 23/Mü'minûn, 23; 41/Fussılet,
6). Tevhid dini ise İslâm'dır (6/En'âm, 161; 10/Yûnus, 105; 21/Enbiyâ, 92;
30/Rûm, 30; 39/Zümer, 3, 11
97 6/En'âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/Mü'minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf,
45; 87/A'lâ, 14-15, 18-19
98 10/Yûnus, 32; 22/Hacc, 31; 41/Fussılet, 6
99 22/Hacc, 31; 30/Rûm, 30
100 10/Yûnus, 105
101 6/En'âm, 153
102 31/Lokman, 13
103 4/Nisâ, 48, 116
104 2/Bakara, 165; 3/Âl-i imrân,151; 4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107,
136 vb.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
Kıyâmet günü putlar da, küfür önderleri ve öncüleriyle birlikte
cezâlandırılacaklardır.105 Putlar, müşrikler tarafından da âhirette
inkâr edilecektir.106 Kur’ân-ı Kerim, Kıyâmet günü putların durumuyla
ilgili de geniş bilgiler verir. 107
Kur’ân-ı Kerim, mü’minlerin putperest ve her çeşit müşrikle
ilişkilerinin nasıl olmasını da belirler. Müşriklerin dostluğu yoktur,
mü’min onları dost kabul edemez.108 Putperest müşrikler,
mü’minleri ateşe çağırırlar.109 Putperestlerden yüz çevirmek emredilir.
110 Müşriklerden korkulmaz, korkulmamalıdır.111 Çünkü
putperest ve her çeşit müşrik, mü’minlere zarar veremez.112 Putperestlere
ve her çeşit müşriklere karşı mücâdele edilmeli, savaşılmalıdır.
113
Kur’an’da Allah, ibâdetin sadece kendisine yapılmasını emretmektedir.
İster içimizde ve ister dışımızda olsun bizi kendisine
râm eyleyen, mutlak anlamda itaatkâr kılan, bizim bedenimizi ve
ruhumuzu kendi kudretine göre yönlendiren, bizim enerjimizi
kendi istediği yöne sevkeden, yani bizi teslim alan her “güç”, bizi
kendisine kul yapmış demek olur. Dolayısıyla putlaştırma, önce
insanın kendisine hakarettir; en güzel şekilde yaratılmış olan insanın
kendi cinsinden veya kendinden de aşağı olanların yanında
alçalması, onlardan daha aşağıları tercih etmesi demektir. Oysa
Rabbimiz, ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyeti bizim yalnızca kendisine
tahsis etmemizi ve bu noktada bütün sahte ilâh ve rableri
reddederek her çeşit puttan ve putlaştırmadan yüzçevirmemizi
istiyor.
Kur’ân-ı Kerim’de Her Çeşit Puta Tapma ve Şirk,
Şu Şekillerde Tanımlanır:
1-) Büyük Günah: “Allah’a şirk/ortak koşan kimse şüphesiz büyük
bir günahla iftira etmiş olur.” 114
105 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34
106 30/Rûm, 13
107 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34
108 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106; 9/Tevbe, 7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73-
75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9
109 2/Bakara, 221; 17/İsrâ, 73-75; 29/Ankebût, 12-13
110 6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94; 28/Kasas, 87; 32/Secde, 30;
37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/Câsiye, 18; 51/Zâriyât,
54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil, 10
111 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/Hacc, 38; 37/Sâffât, 171-175
112 37/Sâffât, 160-163; 52/Tûr, 42
113 9/Tevbe, 5-6, 11-12
114 4/Nisâ, 8
PUT VE PUTA TAPINMA
- 39 -
2-) Büyük Zulüm: “Lokman, oğluna öğüt vererek: ‘Ey oğulcuğum,
Allah’a eş koşma. Doğrusu O’na eş koşmak büyük haksızlıktır, zulümdür’
demişti.” 115
3-) Büyük Cehâlet: “O’nu bırakıp tanrılar mı edindiler? De ki: ‘Kesin
delilinizi getirin. İşte benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin
kitabı.’ Hayır, onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.” 116
4-) Apaçık Sapıklık: “Allah’ı bırakıp da, kıyâmet gününe kadar
cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kimdir? Çünkü yalvardıkları
şeyler yalvarışlarından habersizdirler.” 117“Allah kendisine ortak
koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar.
Allah’a ortak koşan kimse, derin bir sapıklığa sapmış olur.” 118
5-) Büyük Alçaklık: “Buzağıyı tanrı olarak benimseyenler, Rablerinin
öfkesine ve dünya hayatında alçaklığa uğrayacaklardır. İftira edenleri
böylece cezalandırırız.” 119
6-) Zanna Göre Hareket: “Yeryüzündekilerin çoğunluğuna itaat
edersen seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar, sadece
tahminde bulunurlar.” 120
7-) Dünya Hayatına Düşkünlük: “Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya
karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Şirk koşan müşriklerden/
putperestlerden her biri de arzular ki, bin sene yaşasın. Oysa (uzun)
yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yapmakta
olduklarını eksiksiz görür.” 121
8-) Halkı, Sağlam Temellerden Uzak Tutma: “Allah’tan başka
dostlar edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir.
Evlerin en dayanıksızı şüphesiz örümceğin yuvasıdır. Keşke bilseler!”
122
9-) Şirk Koşanların Kalplerinin Korku ile Doldurulması: “Hakkında
hiç bir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koşmalarından ötürü,
inkâr edenlerin kalbine korku salacağız. Onların varacağı yer cehennemdir.
Zâlimlerin durağı ne kötüdür!” 123
10-) Cennetin Kapılarının Şirk Koşanlara Kapanması: “Kim
115 31/Lokman, 13
116 21/Enbiyâ, 24
117 29/Ankebût, 5
118 4/Nisâ, 116
119 7/A’râf, 52
120 6/En’âm, 116
121 2/Bakara, 96
122 29/Ankebût, 41
123 3/Âl-i İmrân, 151
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
Allah’a ortak koşarsa, muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı
yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” 124
11-) Tevhid İnancında Olanlara Karşı Düşmanlık: “İman edenlere
en şiddetli düşman olarak, yahudileri ve Allah’a şirk/eş koşanları bulursun...”
125
“(Ey Allah’ım,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım
isteriz.” 126
“İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a -hâşâ- eşler, ortaklar,
benzerler edinirler de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise
Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azâba uğrayacakları
zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın
vereceği azâbın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.” 127
“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır,
biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. Ya
atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” 128
“De ki: ‘Ey Kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye
(tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi
ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı
Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şâhid olun, biz gerçekten
müslümanlarız.” 129
“Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a şirk/ortak koştuklarından
dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma
yerleri ateştir. Zâlimlerin konaklama yeri ne kötüdür!” 130
“Allah’a ibâdet edin. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” 131
“Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost)
olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” 132
“Kendilerine Kitap’tan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve cibt’e
ve tâğûta (putlara ve sahte tanrılara) iman ediyorlar, sonra da kâfirler için:
‘Bunlar Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar.” 133
124 5/Mâide, 72
125 5/Mâide, 82
126 1/Fâtiha, 5
127 2/Bakara, 165
128 2/Bakara, 170; Benzer âyetler için bkz. 5/Mâide, 104; 43/Zuhruf, 22-24;
7/A’râf, 28
129 3/Âl-i İmrân, 64
130 3/Âl-i İmrân, 151
131 4/Nisâ, 36
132 4/Nisâ, 45
133 4/Nisâ, 51
PUT VE PUTA TAPINMA
- 41 -
“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında
kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa
elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.” 134
“Onlar (müşrikler), O’nu bırakıp yalnızca birtakım dişilere tapar, onlardan
yardım isterler. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan
başkasına tapmazlar.” 135
“Andolsun, ‘Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler küfre
düşmüştür. Oysa Mesih’in dediği (şudur:) ‘Ey İsrâiloğulları, benim de
Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet edin. Çünkü O, kendisine
ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir.
Zulmedenlere yardımcı yoktur. Andolsun, ‘Allah üçün üçüncüsüdür’
diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer
söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkâr edenlere
mutlaka (acı) bir azâb dokunacaktır.” 136
“De ki: Allah’ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar vermeye gücü yetmeyen
şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir. (O’na ibâdet
etmeniz gerekmez mi?)” 137
“De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen
Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana müslüman
olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah’a ortak koşan müşriklerden
olma!’ (denildi).” 138
“O ancak tek bir ilâhtır. ‘Doğrusu ben O’na ortak koşmanızdan
mâsumum’ de.” 139
“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz
ki: ‘Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?’ Sonra onların: ‘Rabbimiz
olan Allah’a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’ demelerinden
başka bir fitneleri olmadı. Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve
düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup uzaklaştı.” 140
“De ki: Ben Allah’tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum.”
141
“İbrâhim, babası Âzer’e: ‘Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun?
Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum’
demişti.” 142
134 4/Nisâ, 116
135 4/Nisâ, 117
136 5/Mâide, 72-73
137 5/Mâide, 76
138 6/En’âm, 14
139 6/En’âm, 19
140 6/En’âm, 22-23
141 6/En'âm, 56
142 6/En’âm, 74
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
“Kavmi onunla (İbrâhim a.s. ile) tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: ‘Beni
doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz?
Ben sizin O’na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin
dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır.
Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah’ın size, haklarında hiçbir hüküm
indirmediği şeyleri O’na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk
koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki
gruptan (Allah’ı tek ilâh kabul edenlerle O’na ortak koşanlardan) hangisi
(Allah’ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?” 143
“İşte, Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi
yaratandır. O her şeye vekildir. Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri
görür. O latiftir, -her şeyden- haberdardır.” 144
“Nihâyet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikleri zaman şöyle
diyecekler: ‘Allah’ı bırakıp da tapındığınız putlar nerede?’ Onlar şöyle
cevap verecekler: ‘O putlar bizi bırakıp kayboldular.’ Onlar kendi aleyhlerine
kâfir olduklarına şâhitlik edeceklerdir.” 145
“Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler...” 146
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler
ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet
etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O,
bunların şirk koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir.” 147
“Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak
şeylere kulluk ederler ve ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’
derler. De ki: ‘Siz, Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber
veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir.” 148
“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler.” 149
“Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Sizin
Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği,
sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlerden başkası
değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk
etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların
çoğu bilmezler.” 150
143 6/En'âm, 80-81
144 6/En’âm, 102 - 103
145 7/A'râf, 37
146 9/Tevbe, 28
147 9/Tevbe, 31
148 10/Yûnus, 18
149 10/Yûnus, 106
150 12/Yûsuf, 39-40
PUT VE PUTA TAPINMA
- 43 -
“Onlar Allah’ın yolundan saptırmak için Allah’a eşler uydurdular. De ki:
‘Eğlenip keyfinize bakın! Çünkü gidişiniz muhakkak ateştir.” 151
“Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: ‘Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli
kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar),
insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim.
Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen
gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin.” 152
“Andolsun biz, her millet içinde: ‘Allah’a ibâdet/kulluk edin, tâğut(a
tapmak)dan kaçının’ diyen bir rasûl/elçi gönderdik.” 153
“Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden,
yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, din
de (itaat ve kulluk da) yalnız O’nundur. Böyleyken, Allah’tan başkasından
mı korkuyorsunuz?” 154
“Kâfirler Beni bırakıp da kullarımı evliyâ/dostlar edineceklerini mi sandılar?
Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.” 155
“Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman’a kul olarak gelecektir.”
156
“O’nu bırakıp ilâhlar mı edindiler? De ki: ‘Kesin delilinizi getirin, işte
benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitapları.’ Hayır, onların
çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.” 157
“Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: ‘Benden başka
hiçbir ilâh yoktur. Bana kulluk/İbâdet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” 158
“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık.
O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz
heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar
kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık
içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan
biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin
de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki,
siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda
İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki
ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o,
151 14/İbrâhim, 30
152 14/İbrâhim, 35-36
153 16/Nahl, 36
154 16/Nahl, 51-52
155 18/Kehf, 102
156 19/Meryem, 93
157 21/Enbiyâ, 24
158 21/Enbiyâ, 25
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk;
kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen
insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza
sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır.
Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi
vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler.
Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını
pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp
da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız?
Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz
mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza
yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve
selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha
çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak,
içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” 159
“Siz ve Allah’tan başka taptıklarınız cehennem odunusunuz. Siz (odun
gibi) oraya gireceksiniz.” 160
“İnsanlardan kimi de Allah’a bir yönden (dinin bütününe inanmadan)
ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse, onunla huzura kavuşur (sevinir)
ve eğer başına bir kötülük gelirse yüz üstü döner (dini kötüleyerek
ondan vazgeçer).” 161
“...Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten
de kaçının. Kendisine şirk/ortak koşmaksızın Allah’ın hanifleri (O’nun
birliğini kabul eden mü’minler olun). Kim Allah’a ortak koşarsa, sanki o,
gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu
uzak bir yere sürükleyip atmış gibidir.” 162
“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç
sahibidir, azizdir.” 163
“Allah, sizlerden iman edip sâlih amellerde bulunanlara vaad etmiştir:
Hiç şüphesiz kendilerinden öncekileri nasıl güç ve iktidar sahibi kıldıysa,
onları da yeryüzünde halifeler (yeryüzüne hâkim, güç ve iktidar sahibi) kılacak,
kendileri için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) kendilerine yerleşik kılıp
sağlamlaştıracak ve onları geçirdikleri korku döneminden sonra, güvenliğe
çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibâdet ederler ve Bana hiçbir şeyi
şirk/ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır
159 21/Enbiyâ, 51-71
160 21/Enbiyâ, 98
161 22/Hacc, 11
162 22/Hacc, 30-31
163 22/Hacc, 74
PUT VE PUTA TAPINMA
- 45 -
(büyük günahkârlardır).” 164
“Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azâba uğratılanlardan
olursun.” 165
“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapma. O’ndan başka hiç bir ilâh
yoktur.” 166
“Biz insana, anne ve babasına (karşı) ihsânı/güzelliği tavsiye ettik. Eğer
onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı
çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz
Banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.” 167
“Siz Allah’ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/
uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık
veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O’na kulluk edin ve O’na
şükredin. Ancak O’na döndürüleceksiniz.” 168
“(İbrâhim onlara) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet
uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...” 169
“Gönülden katıksız bağlılar olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup
sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın.” 170
“Ey oğlum, Allah’a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.”
171
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin
azâbına çağırıyor idiyse?!” 172
“Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki
onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye
asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu ma’bûdlar için yardıma hazır askerlerdir.”
173
“İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi
ki: ‘Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. Tanrıları bir tek ilâh mı yaptı? Doğrusu
bu, tuhaf bir şey!’ Onlardan mele’ (ileri gelen bir grup, egemen
164 24/Nûr, 55
165 26/Şuarâ, 213
166 28/Kasas, 88
167 29/Ankebût, 8
168 29/Ankebût, 17
169 29/Ankebût, 25
170 30/Rûm, 31
171 31/Lokman, 13
172 31/Lokman, 21
173 36/Yâsin, 74-75
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
güçler): ‘Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz
budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, içi boş bir uydurmadan başka
bir şey değildir.” 174
“İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah’ındır. O’ndan başka velîler edinerek:
‘biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz’ diyenlere (gelince):
Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü
verecektir.” 175
“De ki: ‘Ben dinimi yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na ibâdet/kulluk ediyorum.”
176
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde var.
Müjdele kullarımı.” 177
“De ki: ‘Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?’
Ey Muhammed! And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere
de vahyolunmuşıur. And olsun, eğer Allah’a ortak koşarsan
amellerin şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır,
yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol. Onlar, Allah’ı gereği gibi
takdir edemediler. Hâlbuki kıyâmet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır.
Gökler O’nun eliyle dürülüp bükülecektir. O, müşriklerin ortak
koştuklarından münezzeh ve yücedir.” 178
“Gece, gündüz, güneş ve ay O’nun âyetlerindendir. Ne güneşe ne de
aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah’a secde edin. Eğer kulluk ediyorsanız
(böyle yapın).” 179
“Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin
vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar)?
Eğer o fasıl kelimesi (azâbı erteleme sözü) olmasaydı, derhal aralarında
hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir
azap vardır.” 180
“Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: ‘Ben sizin taptıklarınızdan
(putlardan) uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım.
Çünkü O, beni doğru yola iletecektir.’ Bu sözü, ardından geleceklere devamlı
kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler.”
181
174 38/Sâd, 4-7
175 39/Zümer, 3
176 39/Zümer, 14
177 39/Zümer, 17
178 39/Zümer, 64-67
179 41/Fussılet, 37
180 42/Şûrâ, 21
181 43/Zuhruf, 26-28
PUT VE PUTA TAPINMA
- 47 -
“Şimdi sen, kendi hevâsını putlaştırıp ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim
üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne
de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona
kim hidâyet verecektir? Siz öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” 182
“Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım.” 183
“Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât’ı.
Demek erkek size, dişi O’na öyle mi? O zaman bu, insafsızca bir taksim!
Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir.
Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve
nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol
gösterici gelmiştir.” 184
“İbrâhim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel
bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve Allah’ı
bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek
Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve
öfke belirmiştir.’ Ancak, İbrâhim babasına: ‘Andolsun senin için mağfiret
dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye
gücüm yetmez’ demişti. (O mü’minler şöyle dediler:) ‘Rabbimiz! Ancak
Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır.” 185
“De ki: Ey kâfirler! ‘Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim
ibâdet ettiğime tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak
değilim. Siz de benim ibâdet ettiğime tapacak değilsiniz. Sizin dininiz
size; benim dinim bana!” 186
“De ki; O Allah bir’dir. O Allah samed’dir. Her şeyin kaynağı ve yaratıcısıdır.
Hiç kimseyi doğurmamıştır. Hiç kimse O’nu doğurmamıştır. O’na
benzeyen hiçbir şey de yoktur.” 187
Hadis-i Şeriflerde Put Kavramı ve Puta Tapma
“Bazı insanlar, Allah’ın nimetiyle geceyi geçiriyor, sabah olunca da,
‘bize şu yıldız sebebiyle yağmur yağdırıldı’ diyor. Böyle demeleri sebebiyle
onların çoğu kâfir olmuştur.” 188
Sahâbeden Muaz b. Cebel anlatıyor: Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)
bana, “Ey Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir? diye sordu.
Ben: ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dedim. Rasûlullah: “Allah’ın
182 45/Câsiye, 23
183 51/Zâriyât, 56
184 53/Necm, 19-23
185 60/Mümtehıne, 4
186 109/Kâfirun, 1-6
187 112/İhlâs, 1-4
188 Buhârî, Megâzi 35; Müsned, Ahmed b. Hanbel, II/525
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
kulları üzerindeki hakkı, kulların O’na ibâdet edip, başka hiçbir şeyi şirk/
ortak koşmamalarıdır.” buyurdu. 189
“Ümmetimle ilgili olarak en çok korktuğum şey, Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır.
Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’
demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde
meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına
göre iş yapacaklardır ve gizli şehvet içinde olacaklardır.” 190
“Her ümmetin bir ıcl’i vardır; bu ümmetin ıcl’i de dînâr ve dirhemdir
(küçük ve büyük paradır).” 191
“Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan
tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkulardan) daha
büyüğü yoktur.” 192
“Allah, Yahûdi ve Hıristiyanlara lânet etsin. Onlar, peygamberlerinin
kabrini mâbed (tapınak) hilene getirdiler.” 193
“Altına tapanlar mel’undur, gümüşe tapanlar mel’undur.” 194
Câhiliye döneminde cömertliğiyle meşhur Hâtem Tâî’nin oğlu
Adiyy bir gün boynunda altından bir haç asılı olduğu halde Peygamberimizi
ziyarete geldi. Kendisine Adiyy b. Hatem’in geldiği
haber verildi. Rasûlullah (s.a.s.) o sırada şu âyeti okuyordu: “Onlar,
Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem
oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten
başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların
şirk koştukları şeylerden yücedir.”195 Adiy b. Hâtem, orada söylenenleri
duyunca şöyle dedi: “Ben yahûdileri ve hıristiyanları tanırım,
onlar hahamlarına ve papazlarına ibâdet etmiyorlar onları rab ve
ilâh edinmiyorlar ki” Bunun üzerine Ekrem Rasûl şöyle buyurdu:
“Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din
adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara
ibâdettir. (Evet, onlar onların önünde secde ederek ibâdet etmiyorlar,
fakat onlar halka bir şeyi helâl veya haram kılıyorlar, halk da din adamlarının
bu hükümlerini kabul edip uyuyorlar. İşte onları ilâhlaştırıp rab haline
getirmenin mânâsı budur.)” Sonra Peygamberimiz onu İslâm’a dâvet
etti, o da müslüman oldu. 196
189 Buhârî; Müslim
190 İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4205
191 Deylemî, Müsned; Hayâtu’l Hayevân, 2/16; naklen, S. Ateş, Kur’an Ans. 8/92
192 Taberanî, nak. Elmalılı, 6/70; Şamil İslâm Ans. II/397
193 Buhârî, Cenâiz 216
194 Tirmizî, Zühd 42, hadis no: 2376
195 9/Tevbe, 31
196 Tirmizî, Tefsîru Kur’an, 10, hadis no: 3292
PUT VE PUTA TAPINMA
- 49 -
“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyiniz. Yalnız,
‘Allah’ın kulu ve elçisidir’ deyiniz.” 197
İbn Mes’ud (r.a.) diyor ki: “Ben, “Ey Allah’ın Rasûlü, günahların
en büyüğü hangisidir?” diye sorduğumda, buyurdu ki: “En
tec’ale lillâhi nidden ve hüve halekake (Allah, seni yaratmış olduğu halde
kendisine nidd/şirk koşmandır).” 198
Bir adamın Peygamberimiz (s.a.s.)’e “Allah ve sen isterseniz”
demişti. Bu söze karşılık Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “E
cealtenî lillâhi niddâ (Beni Allah’a nidd/eş mi koşuyorsun?” 199
“Sizden hiç biriniz Allah isterse ve falan da isterse demesin. ‘İnşâallah’,
yani ‘ Allah isterse’ desin.” 200
Sahâbeden Muaz b. Cebel anlatıyor: Bir gün Rasûlullah bana,
“Ey Muaz! Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı nedir?” diye sordu. Ben;
“Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedim. Rasûlullah: “Allah’ın kulları
üzerindeki hakkı, kulların O’na ibâdet edip, başka hiçbir şeyi şirk/ortak
koşmamalarıdır.” buyurdu. 201
“Her doğan, fıtrat üzere doğar. -Başka bir rivâyette ise ‘bu din üzere
doğar’- (Fakat sonradan) ana-babası onu yahûdileştirir, hıristiyanlaştırır
veya mecûsileştirir...” 202
“Bir kişi, beni anne ve babasından daha fazla sevmedikçe iman etmiş
olmaz.” 203
“Kişi, Allah ve Rasûlünü, o ikisi dışında kalan her şeyden daha çok
sevmedikçe imanın tadını bulamaz.” 204
Ebû Rezîn el-Akîl, kendisine: “Ey Allah’ın elçisi, iman nedir?”
diye sorunca, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap vermiştir: “Allah ve
Rasûlünün, sana, her şeyden daha sevgili olmasıdır.” 205
“Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça
iman etmiş olmaz.” 206
“Kul beni âilesinden, malından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe
iman etmiş olmaz.” 207
197 Buhârî, Enbiyâ 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/23, 24, 47, 55
198 Buhârî; Müslim
199 Seyyid Kutub, Fi Zılali'l-Kur'an, c. 1, s. 96. Karşılaştırın: İbn Kesir, c. 2, s. 210
200 İbn Mâce
201 Buhârîi, Müslim
202 Buhârî, Cenâiz 33, 79; Müslim, Kader 23-25, İman 264; Ahmed bin Hanbel,
II/315, 233, III/435, IV/9
203 Buhârîi, İman 8; Müslim, İman 69
204 Buhârî, İman 9; Müslim, İman 67; Tirmizî, İman 10
205 Ahmed bin Hanbel, IV/11
206 Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11
207 Buhârî, İman 8, Eymân 3; Müslim, İman 69, 70; Nesâî, İman 19; İbn Mâce,
Mukaddime 9; Ahmed bin Hanbel, III/170, 207, 275
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
“Ben, müşrikler arasında ikamet eden her müslümandan berîyim/uzağım.”
Ashâb; “Niçin yâ Rasûlallah?” diye sorunca, şöyle buyurdu:
“Çünkü o ikisinin ateşi birbirini görmez.” 208
“Kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikamet ederse, o da
onun gibidir.” 209
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’
deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu
söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar
müstesna; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah’a aittir.” 210
Abdullah bin Mes’ûd dedi ki: “Rasûlullah (s.a.s.) bize karşı yaptığı
bir konuşmasında dedi ki: “Kendisinden başka ilâh olmayan (Allah)
hakkı için söylüyorum: Allah’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına, benim
de Allah’ın peygamberi olduğuma şehâdet eden bir kimsenin kanı ancak
şu üç şeyden biri dolayısıyla helâl olur: İslâm’ı terkedip İslâm cemaatinden
ayrılan, evli olduğu halde zinâ eden ve birisini öldürdüğü için (kısas cezâsı
olarak) öldürülmesi gereken.” 211
“Kâfir müslümana, müslüman da kafire mirasçı olamaz.” 212
“İki millet (mü’min ve kâfir) arasında miras yoktur.” 213
“…Her kim ‘Lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri
reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur.
Hesabı Allah’a kalmıştır.” 214
“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasulü olduğuna
şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır.” 215
“Allah’a inanıp, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet’e girmiştir.
Allah’a inanıp da, O’na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir” 216
“Allah yahudi ve hırıstiyanlara lânet etsin, peygamberlerinin ve sâlih
kişilerinin kabirlerini mescid yaptılar.” 217
208 Ebû Dâvud, III/45, hadis no: 2645
209 Ebû Dâvud, III/93, hadis no: 2787
210 Buhârîi, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104;
Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
211 Müslim, Kasâme 25-26; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 5,
14; İbn Mâce, Hudûd 1
212 Buhârî, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1
213 Ebû Dâvud Ferâiz, 13; Tirmizi, Ferâiz, 16; İbn Mâce, Ferâiz, 6
214 Müslim, İman 35, hadis no: 21, 1/52
215 Buhârî, İlim, 49
216 Müslim, İmân, 152
217 Buhârî, Salât 48, Cenâiz 62, 96, Enbiyâ 50, Meğâzî 83; Müslim, Mesâcid 19,
23
PUT VE PUTA TAPINMA
- 51 -
Ebû’l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: “Bana Hz. Ali (r.a.): ‘Rasûlullah’ın
(s.a.s.) beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim mi?’
diye sordu ve Rasûlullah’ın kendisene: “Haydi git, kırıp dökmedik put,
düzlemedik yüksek kabir bırakma!” buyurduğunu söyledi.” 218
“Dikkat edin! Bütün câhiliyye emirleri (kanunları, yasaları, hükümleri
ve bakış açıları) ayaklarımın altındadır ve hepsi de kaldırılmıştır...” -Vedâ
Hutbesinden- 219
“Ümmetimin içinde câhiliyye döneminden kalma, tamamen terk edemeyecekleri
dört âdet vardır: Asâletleriyle övünmek, başkalarının soyuna
dil uzatmak, yıldızlar vesilesiyle yağmur istemek, ölünün arkasından yüksek
sesle ağlamak.” 220
“Câhiliyye dâvâsıyla hak iddia eden kimse bizden değildir.” 221
“Herkim körükörüne (dikilmiş) bir sancağın altında asabiyete davet
veya bir asabiyete yardım ederken ölürse, bu câhiliyyet ölümüdür.” 222
Ebû Mes’ud el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü
dendi, biz câhiliye devrinde yaptıklarımızdan hesaba çekilecek
miyiz?” Şu cevabı verdiler: “Müslüman olduktan sonra iyi olana,
câhiliye devrinde yaptıklarından sorulmayacaktır. Kötü amel işleyene,
hem İslâm’daki ameli hem de önceki ameli sebebiyle hesap sorulacaktır.”
223
Tasvîr (Putlaştırılan Heykel ve Resim);
Putçuluğun Genel Görüntüsü
Bir şeye sûret vermek, şekillendirmek. Kelime olarak sa-ve-ra
kökünden tef’îl kalıbında masdardır. “Rahimlerde dilediği gibi sizi şekillendiren
O’dur.”224 âyetinde anlatılan tasvir budur.
Resim, fotoğraf, kabartma, heykel gibi şeyler hüküm itibarıyla
tasvir grubuna girerler. Alimler, İslâmın tasvir hakkındaki hükmünü
ortaya koyabilmek için tasvire konul olan sûret (şekil)leri ikiye
ayırmışlardır:
1- Boyutları olan ve alçı, mermer, madenler ve taşlardan yapılan
şekiller. Bunlara timsâl veya mücessem şekiller adı verilir.
218 Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99
219 Müslim, Hacc 194, h. no: 1218; Tirmizî, Fiten 2, h. no: 2610; Tefsîr 2, h. no:
3087
220 Müslim, Cenâiz 29, hadis no: 934
221 Buhârî, Cenâiz 39
222 Müslim, İmâre, 57; Neseî, Tahrîmu'd-Dem, h. no: 4098
223 Buhârî, İstitâbe 1; Müslim, İman 189, h. no: 120
224 3/Âl-i İmrân, 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
İmam Kurtubî bunu şöyle açıklar: “Temâsîl, timsâl kelimesinin çoğuludur.
Bu ise, hayvan veya başka varlıkların benzerini oluşturmak
için yapılan her şekildir, camdan, bakırdan ve mermerden yapılan
sûretlerdir. Söylendiğine göre peygamberlerin ve âlimlerin
şekilleri yapılmış, halkın ibâdete düşkünlüğü ve gayreti artsın
diye bunlar ibâdethanelere asılmıştır... Rasûlullah (s.a.s.)’in bunu
yasakladığı, bunu yapan ve edinenlerin azâbla korkutulduğuyla
ilgili haberler sahihtir. Cenab-ı Hak bu konuda daha önceki ümmetlere
verdiği ruhsatı neshetmiştir.
Bunun hikmetine gelince, Rasûlullah (s.a.s.) peygamber olarak
gönderildiğinde putlara (sûretlere) tapılıyordu. Bu konuda tutulacak
en iyi yol, kaldırılmasıydı ve öyle yapıldı.” 225
2- Boyutları olmayan ve kağıt üzerine, duvarlara çizilen, halı
ve kumaşa dokunan resimler bu türdendir.
Boyutları olan sûretlerin İslâm’da hükmü: Heykel yapımı için
sert maddeleri yontma işi İslâm’dan önce de vardı. Bunlar daha
çok put olarak tapılan şeylerdi. Bunlar Arabistan’a Şam taraflarından
Amr b. Luhay tarafından getirilmişti. Rasûlullah (s.a.s.),
Mekke’yi fethettiği zaman elindeki kamçı ile işaret ederek ve
“De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu; zaten bâtıl yok olmaya mahkumdur.”226
âyetini okuyarak bunların kırılmasını emretmiştir.
Heykelin İslâm âleminde yapılmasına Emevîler devrinde
başlanmış, Abbasîler devrinde devam edilmiştir. Ama bu, gayri
İslâmi medeniyetlere nisbeten çok cüz’î kalmıştır. Yapılanlar da
genellikle idarecilerin saray ve köşklerini süslemek için kullanılmıştır.
Meselâ Abbasî hükümdarı Mansûr’un Hîcrî 329’da yıkılan
Kubbetü’s-Sahrâ isimli sarayı bunlardan birisidir. Mütevekkil’in
Kasru’l-Burc’u, İbn Tulun’un Kasr’ı, Zahir Baybars Köprüsü heykel
veya oyma resimlerin kullanıldığı yerlerdir.
Zamanla bu sanat kolu yaygınlaşmıştır. Ama İslâm’ın bir konudaki
hükmü değişmemiştir. Çünkü bir şeyin Müslümanlar arasında
yaygınlaşması, onun helâl veya mubah olmasını gerektirmez.
Müslümanların durumu başka şey, Şer’î hükümler daha başka şeydir.
İslâm’da heykelciliğin haram olduğuna dair hükümler gâyet
açıktır: “Ey iman edenler; şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), şans okları
şeytan isi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.”227; “Bir
225 Kurtub, el-Câmî, XIV, 272
226 17/İsrâ, 81
227 5/Mâide, 90
PUT VE PUTA TAPINMA
- 53 -
zamanlar İbrâhim şöyle demişti: Rabbim; bu şehri güvenli kıl, beni ve
oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Rabbim, çünkü onlar, insanlardan
bir çoğunu şaşırtılar.”228; “İbrâhim babasına ve kavmine demişti ki: ‘Sizin
su karşısında durup taptığınız heykeller nedir?’ ‘Babalarımızı onlara tapar
bulduk’ dediler. ‘Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içine
düşmüşsünüz’ dedi.”229; “İbrâhim babası Âzer’e demişti ki: ‘Sen putları
tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde
görüyorum.” 230
Mekke fethinde Rasûlullah (s.a.s.) İsrâ sûresi 81. âyetini okuyarak
putları kırmıştır.
“Dediler ki: ‘Tanrılarınızı bırakmayın; ne Vedd’i, ne Suvâ’ı, ne de,
Yeğûs’u, Yeûk’u ve Nesr’i terketmeyin.’ Böylece onlar, birçok kimseyi yoldan
çıkardılar. Sen de o zâlimlere şaşkınlıktan başka bir şey artırma!”231
İmam Kurtubî âyette sayılan isimlerin sâlih kimselere ait olduğunu,
kavimlerinin onların hatırasını anmak için heykellerini yaptıklarını,
zamanla bu saygının tapınmaya dönüştüğünü, yazar. 232
Câhiliyye Arabları bir şeylere tapınmak için bahane ararlardı.
Zâtu Evsât denilen büyük, yeşil bir ağaç vardı. Ona silâhlarını
asarlar, yılın bir gününde de ona saygılarını sunarlardı. Rasûlullah
(s.a.s.) Huneyn’de iken bir grup bedevî gelerek “Ey Allah’ın
Rasûlü onların Zâtü Evsât’ı gibi bize de bir Zâtü Evsât bul” dediler.
Rasûlullah (s.a.s.) “Allahu Ekber! Canım kudret elinde olan Allah’a yemin
olsun ki İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ’ya, Ey Mûsâ bunların nasıl tanrıları
varsa, bize de öyle bir tanrı yap!”233 demeleri gibi konuştunuz. Siz
câhil bir topluluksunuz. Sizden öncekilerin gidişatına aynen uyacaksınız.
Onlar tarla faresinin deliğine girse, siz de gireceksiniz”
buyurdu.” 234
Aşağıdaki hadîs-i şerifler de heykel yapmanın haramlığına
delâlet etmektedir:
İbn Abbas’dan (r.a.): “Ebû Talha’nın Rasûlullah’tan (s.a.s.) dinlediği
şu hadisi ben de ondan dinledim: “Melekler, içinde köpek ve
heykel (put) olan eve girmezler.”235 Kudsî bir hadiste Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: “Benim yarattığım gibi yaratma yoluna girmeye
228 14/İbrâhim, 35-36
229 21/Enbiyâ, 42-44
230 6/En’âm, 74
231 71/Nûh, 23-24
232 Kurtubî, el-Câmî'li Ahkâmi'l-Kur'an, XVIII, 308; İbn Kayyim el-Cevziyye,
İğasetü'l-Lehfân fi Mekâyidî 'ş-Şeytan, II, 200
233 7/A'râf, 138
234 Kurtubî, el-Câmi', VII, 273
235 Nevevî, Müslim Şerhi, Xll, 84
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
kalkışandan daha zâlim kim vardır. Şu halde onlar, haydi bir zerre yaratsınlar,
bir tane yaratsınlar, bu arpa yaratsınlar.” 236
İslâm heykel edinmeyi yasakladığı gibi, gayri müslimler için
yapsa bile onun sanatıyla uğraşmayı da haram kılmıştır. Abdullah
b. Ömer, Nâfi’ye Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğunu haber
vermiştir: “Şu sûretleri yapanlar, kıyamet gününde azâb görecekler ve
onlara: ‘Yarattığınız bu sûretlere hayat verin’ denecek.” 237
Said b. Ebû’l-Hasen’den: “Bir adam Abdullah b. Abbas’a gelerek,
“Ben şu sûretleri yapan (geçimini bundan sağlayan) birisiyim.
Bunlar konusunda bana fetva ver.” dedi. İbn Abbas, “Bana yaklaş”
dedi. Adam ona yaklaştı. Sonra, “Bana yaklaş” dedi. Adam
ona yaklaştı, ta ki İbn Abbas elini onun başı üzerine koydu ve
“Rasûlullah’tan (s.a.s.) işittiğimi sana haber vereceğim; O şöyle buyurdu:
“Her resim yapan cehennemdedir. Onun yaptığı her resme bir
can verilir ve bu, kendini yapana cehennemde azâb eder.” ‘Sen mutlaka
bunu yapmak zorunda isen, ağaç veya cansız şeylerin resmini yap’
dedi.” 238
Haram Kılınışının Hikmetleri: İslâm, içine hiçbir şüphenin karışmadığı
tevhid dinidir. Bu dinin en önde gelen özelliği, Allah’ı
birleyen ve O’nu kendisine layık olmayan her şeyden tenzih eden
bir ulûhiyet akidesine sahip olmasıdır. Bunun için İslâm, şarktan
veya garptan gelen câhilî, batıl inanç ve düşüncelerle ilgiyi kesmiştir.
239
İslâm resim (sûret) yapımını, zamanla bunlara tapınılabileceği
için yasaklamıştır. Nitekim Nûh sûresi, 23. âyetinde sayılan put
isimlerinin sâlih kişilere ait olduğunu, onların ölümünden sonra
sırf hatıralarını yâdetmek için heykellerinin yapıldığını, ancak bu
yâd etme isteğinin zamanla tapınmaya dönüştüğünü görüyoruz.
Bunun için yapanın niyetine değil, işin sonucuna ve semeresine
bakılır, denmiştir. Bu sonuca göre iyi veya kötü hükmü verilir. Buna
bağlı olarak yapılan işe vasıtalık eden şey de sonucun hükmüne
göre değerlendirilir. Yani sonucun hükmü haram ise, ona vasıta
olan şey de haramdır. Sonuç mubah ise, sebebi de mubahtır. Dolayısıyla
tevhidi zedeleyen ve şirke, putperestliğe götüren sebep ve
vasıtalar da yasaklanmıştır. Heykelcilikte bu tehlike devamlı vardır.
Burada sûretlerin haram kılınışının illeti, onlara tapınılmasıdır.
Bu gün, bu illet ortadan kalkmıştır. Bir müslümanın bir sûrete
236 Nevevî, Müslim Şerhi, XII, 90
237 İbn Hacer, Fethu'l-Bârî Şerhi Sahihi 'I-Buhârî, Xll, 508
238 Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, XII, 93
239 Seyyid Kutub, Hasaisu't-Tasavvuri'lİslâmi, s. 37
PUT VE PUTA TAPINMA
- 55 -
tapması düşünülemez. Medeniyet çağının insanı bu hataya düşmez,
denilebilir. Ancak İslâm, putu haram kılarken, bunu bir zaman
ve mekânda sınırlamamıştır. Ayrıca yeryüzünün birçok yerinde
hâlâ putlara tapılmaktadır. Hindistan’da hâlâ, birçok heykel
yanında ineğe de tapılmaktadır. Bunun için kanlı mücâdeleler verilmektedir.
Yâni asırların ve medeniyetin ilerlemesiyle bu konuda
değişen pek bir şey olmamıştır. Birçok büyük dinin salikleri selim
aklın kabul etmeyeceği birçok şeyi, din diye kabul edip benimsemektedir.
Filipinler’de birçok devlet görevlisinin, hatta bakanların
ve yüksek rütbeli askerlerin yılana ibâdet törenlerine katılıp görevlerini
ihmal ettikleri şikâyet konusu olmaktadır. Bu gayri makul
dine tabi olanların bunu sürdürürken düşünmek, akıl terazisine
vurmak ihtiyacını duymadıkları gözlenmektedir. Hak veya batıl
bütün dinlerde kötülenen bir varlık olan şeytana tapınma âyinleri
düzenleyen “Şeytanın Dostları” isimli yüksek sosyeteye mensup
grupların var oluşu, bu konudaki tehlikenin insan için her zaman
var olduğunun en güzel delilidir.
Bu konuda puta tapınmanın, sadece onun karşısında yerlere
kadar eğilmekten ibaret olmadığını da unutmamak gerekir.
Çocuk Oyuncakları
Fukaha, çocuklar için yapılan insan ve hayvan şeklindeki oyuncaklara
cevaz vermişlerdir. İmam Kurtubî şöyle der: “Heykel, mücessem
insan ve hayvan figürlerinin haram kılınmasından bir istisna
vardır. O da çocukların oynadığı oyuncaklardır. Çünkü bu konuda
Hz. Âîşe’den rivâyet edilen şu hadis-i şerif vardır: “Rasûlullah
(s.a.s.) Tebük veya Hayber gazvesinden döndü. Evin dolap yerinde
perde vardı. Bu esnada rüzgâr esti ve Âîşe’nin oyuncak bebeklerinin
bulunduğu bölümü açtı. Rasûlullah (s.a.s.) “Bu nedir, ey Âîşe?”
diye sordu. Âîşe, “Benim kızlarım” cevabını verdi. Oyuncakların
arasında deriden iki kanadı bulunan bir at vardı. Rasûlullah (s.a.s.)
“Oyuncakların ortasında gördüğüm şu şey nedir?” diye sordu. Âîşe, “iki
kanat” dedi. Rasûlullah, “İki kanatlı at olur mu?” dedi. Aişe, “Hz.
Süleyman’ın çok kanatlı atlarının olduğunu duymadın mı?” cevabını
verdi. Hz.Âîşe der ki: “Rasûlullah (s.a.s.) bu cevap üzerine
dişleri görünecek kadar tebessüm etti.” 240
“El-umûr bi-mekasıdihâ” genel kaidesine bağlı olarak bazı ilim
dallarında kullanılan boyutlu sûretlere cevaz verilmiştir. Meselâ
tıp ilminde vücudun teferruatlı olarak tanınması gerekir. Bunun
içinde boyutlu ve vücudun iç organlarını gösterin iskeletlere veya
240 Ebû Davûd, Edeb 54
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
insan sûretlerine ihtiyaç vardır. Bilhassa operatör bir hekimin sahasında
başarılı olabilmesi için insan vücudunu iyi tanımasına ihtiyaç
vardır.
Bir veterinerin de hayvan vücudunu tanıması gerekir. Bir biyoloji
bilgini de aynı ihtiyacı duyar. Bunlarda mücessem canlı
sûretlerinin kullanılması zaruretten dolayı mubahtır, câizdir.
Boyutsuz (gayri mücessem) sûretler (Resim ve fotoğraf). Bu
konudaki görüşleri şu maddeler içinde toplamak mümkündür:
1- Bitkiler, deniz manzaraları, tabiat manzaraları gibi cansız
cisimlerin resimlerini yapmak ulemanın icmâı ile mubahtır.
2- Tapılan canlının resmini yapmak da ulemanın ittifakı ile haramdır.
Meselâ Budistlerin tapındığı Buda’nın resmini tapılsın diye
yapan kimse kâfirdir, küfür ve sapıklığın yayıcısıdır. Bu gibi kişiler
hakkında Rasûlullah (s.a.s.) “Kıyamet gününde insanların azâb bakımından
en şiddetlisi tasvir yapanlardır.” buyurmuşlardır.
İmam Taberî de bunu şu şekilde açıklamaktadır: Bu hadis-i şerifteki
tasvirciden kasıt, ibâdet edilen bir şeyin resmini yapan, bu
fiili bilerek ve kasıtlı olarak işleyendir. O bu fiili ile kâfir kabul
edilir. Bu kasdı taşımayan ise isyankâr kabul edilir. 241
3- Resmi yapan bununla Allah’ın yaratışına benzetmek veya
Allah’la yaratma yarışına girmeye çalışmak gibi bir kasıt güderse,
tevhid akidesinden çıkar. İşte bunlar ve bunlara benzeyenler hakkında,
“İnsanlar içerisinde azâbı en şiddetli olanlar, Allah’ın yaratmasına
benzer yaratma yarışına gidenlerdir.” 242 hadis-i şerifi vârid olmuştur.
4- İhtilâfsız olarak haram çerçevesine giren sûretler, tabilerinin
dinî yönden mukaddes kabul ettikleri, dünyevî yönden ululadıkları
tasvirlerdir. Bunlardan birinci gruptakiler peygamberlere,
meleklere, sâlih kişilere ve evliyaya atfedilen resimlerdir. Mesela
Hz. İbrâhim’in, Hz. Mûsâ’nın, Hz. İsa’nın, Cebrail’in, Hz. Ali’nin resimleri
bu kabildendir. Bu çeşit resimler, ehl-i kitabda ve müslümanlardan
Şîa’da çoktur.
İkinci gruptakiler ise ululanan ve bir nevi takdis edilen kralların,
sultanların, kumandanların, din adamlarının, sanatkârların,
hangi sahada olursa olsun meşhur olmuş şahısların tasvirleridir.
Bunlar ya gününde resmî otoritenin baskıyla veya zaman aşımıyla
dinî hüviyet kazanarak takdis edilirler. Müslim’in Sahih’inde
Ebû’d-Duha’dan şöyle bir rivâyet vardır: “Mesrûk’la birlikte içinde
241 Y. El-Kardavî, el-Halâl ve'l-Haram fi'l-İslâm, 104
242 Buhârî, Libâs, 91; Nesâî, Zînet, 112; Ahmed İbn Hanbel, 111, 36
PUT VE PUTA TAPINMA
- 57 -
heykeler bulunan bir evde idik. Mesrûk bana: “Bunlar Kisra’nın
heykelleri mi? diye sordu. “Hayır, bunlar Meryem’in heykelleridir”
dedim. 243
5- Takdis kastı güdülmemek ve Allah’ın yaratmasına benzer
bir şey yaratma iddiasında bulunmamak sûretiyle yapılan ağaç,
güneş, ay, nebatlar, tabiat manzaraları ve diğer cansızların resimlerini
yapmak mubahtır.
Boyutsuz resimleri mubah görenlerin dayandıkları deliller:
Ebû Talha’dan (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İçinde
resim (sûret) olan eve melekler girmez. “ Hadisin râvîlerinden Büsr
dedi ki: “Zeyd b. Halid hastalandı. Ziyaretine gittik. Gördük ki, kapısında
resimli bir perde var. Rasûlullah (s.a.s.)’ın zevcesi Meynûne
(r.anha)’nın üvey oğlu Ubeydullah el-Havlânî’ye: “Zeyd sana bir
gün önce resimler hakkındaki hadisi haber vermedi mi?” diye sordum.
“Onun “Ancak elbise ve örtüdeki nakış ve resimler müstesnadır”
dediğini işitmedin mi?” cevabını verdi. 244
Ebû Talha el-Ensarî’den: Ebû Talha: Rasûlullah (s.a.s.)’in “Melekler,
içinde köpek ve resim bulunan eve girmez” buyurduğunu işitim,
dedi. Zeyd b. Hâlid el-Cühenî dedi ki: Hz. Âîşe’nin yanına geldim
ve; şu (Ebû Talha) Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Melekler, içinde köpek ve
resim bulunan eve girmez” buyurduğunu haber veriyor. Rasûlullah
(s.a.s.)’in bunu söylediğini işitin mi? dedim. “Hayır, yalnız ne yaptığımı
sana haber vereyim. Bir gazâsına çıktığını gördüm. Resimli
bir örtü alıp kapıya örttüm. Rasûlullah gazadan dönüp perdeyi
görünce yüzünde hoşnutsuzluk alâmetleri gördüm. Hemen perdeyi
çekip yırttı ve “Allah bize, taşları ve çamurları giydirmemizi emretmedi”
buyurdu. Hz. Âîşe devamla dedi ki: “Biz o perdeden iki
yastık yaptık. Ben içlerini hurma lifiyle doldurdum. Benim bu yaptığımı
ayıplamadı.” 245
İmam Nevevî hadisin şerhinde şu açıklamayı yapar: “Bu hadiste
haramlığı gerektirecek bir ifade yoktur. “Allah bize, taşları ve
çamurları giydirmemizi emretmedi” ifadesi bunun ne vâcib, ne
mendub, ne de haram olduğunu gerektirir.”
Âîşe (r.anha)’dan: “Üzerinde kuş resimleri olan perdemiz vardı.
Eve girenin hemen karşısında görünüyordu. Rasûlullah (s.a.s.)
bana, “Bunun yerini değiştir, çünkü eve her girdiğimde onu görüp dünyayı
hatırlıyorum” buyurdu.” Hadisin diğer bir rivâyetinde Hz. Âîşe:
243 Ahmed İbn Hanbel, 1, 375
244 Buhârî, Libas, 92
245 Nevevî, Müslim Şerhi, XVI, 86
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
“Rasûlullah (s.a.s.) bize onu kesmemizi emretmedi” diyor. 246
Ulemâdan bir kısmı bu hadis hakkında şöyle derler: “Bu hadisin
hükmüyle amel edilir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Âîşe’ye
onu parçalamasını emretmedi. Eve girerken karşısına gelen yerden
onu kaldırıp başka yere asmasını emretti. Onun hoşlanmadığı
nokta, eve girişinde dünyayı ve dünyanın süsünü kendisine hatırlatacak
eşyayı görmesidir. Özellikle Rasûlullah (s.a.s.) hemen hemen
bütün sünnet ve nafile namazlarını evde kılıyordu. Bu çeşit
resimli örtü ve perdeler kalbin huşuuna ve Allah’a yönelip kâmil
bir şekilde O’na niyazda bulunmaya engel oluyordu.” 247
Enes (r.a.)’den “Hz. Âîşe’nin nakışlı ve resimli bir perdesi vardı.
Onunla evin bir tarafını örterdi. Rasûlullah (s.a.s.) ona “Onu benden
uzaklaştır. Çünkü resimler, devamlı olarak namazımda bana görünüyor”
buyurdu.”248 Abdurrahman b. el-Kasım’dan: “Kasım’ın Âîşe
(r.anha)’dan şu hadisi rivâyet ettiğini işittim: Âîşe’nin üzerinde
resimler olan bir örtüsü vardı. Bu örtü, sergi olarak sofaya kadar
uzatılmıştı. Rasûlullah (s.a.s.) ona doğru namaz kılıyordu. Âîşe’ye
“Onu benden uzaklaştır” buyurdu. Hz. Âîşe dedi ki: “Onu uzaklaştırdım
ve ondan yastıklar yaptım. Rasûlullah (s.a.s.) bu yastıklara
dayanırdı.” 249
Ulemânın Görüşleri: Hanefî ulemasından İmam Tahavî şöyle
der: “Şâri’ Teâlâ önce bütün sûretleri, nakış da olsalar, yasaklamıştır.
Çünkü o günün insanı sûretlere, tasvirlere tapmayı daha yeni
bırakmıştı. Bunun için toptan hepsini yasakladı. Sonra bu yasaklaması
kesinleşip kararlaşınca, üzerinde resimli nakışlar bulunan
kumaştan, zarûret halinde sergi edinilmesini mubah kıldı. Çünkü
değersizleştirilen şeye câhilin bile saygı duyamayacağına güvendi.
Bu durumda yasak, değerli tutulan şeylerde geçerli oldu.” 250
Malikî fakihlerinden İbnü’l-Arabî ise meseleye şöyle yaklaşır:
“Resim ve tasvir edinme konusunun özeti: Bu eğer mücessem (boyutlu)
cinsten olursa, icmâ ile haramdır. Eğer boyutsuz ise dört
çeşit hükmü vardır:
a- Ancak örtüdeki nakışlı resimler müstesna” hadisin zâhirine
göre mutlak câizdir.
b- Nakışlı resim bile olsa mutlak haramdır.
246 Nevevî, Müslim Şerhi, XVI, 187
247 Y. el-Kardavî, el-Halâl ve'l-Harâm fi'l-İslâm, 108
248 Buhârî, Salât 15, Libas 93; İbn Hanbel, III/151, 283
249 Nevevî, Müslim Şerhi, XIV, 89
250 Seyyid Sâbık, Fıkhü's-Sünne, III, 503
PUT VE PUTA TAPINMA
- 59 -
c- Eğer sûret nakışsız ise haram, kafası koparılmış veya organları
parçalanıp asıl vücuttan ayrılmış ise câizdir. Geçerli olan görüş
de budur.
d- Yerlere serilerek veya başka şekilde değer verilmeyecek yerde
kullanılırsa câiz, duvara veya yükseğe asılıp değer verilirse câiz
değildir.” 251
İmamü’l-Harameyn, gölgeli (boyutlu) olmayan sûretler, sergi
ve yastık gibi şeylerin üzerindeyse câiz olacağını, çatı ve duvar
üzerindeyse câiz olmayacağını söyler. Bundaki anlam şudur: Yüksek
yerlere konuluyorsa değeri yükseltiliyor demektir. Ama sergi
üzerinde bulunursa, bu, değerini düşürmek kabul edilir. 252
Yusûf el-Kardavî şöyle demiştir: “Bunun dışındaki sûretler ve
levhalar, bitkiler, ağaçlar, denizler, gemiler, dağlar, güneş, ay, yıldızlar
ve diğer tabiat manzaraları gibi cansızları yapana, edinene
günah yoktur. Bu tartışmasız bir hükümdür.
Sûret canlıya ait olur, yukarıda geçen sakıncalar, yani mukaddes
sayılmak, ululanmak gibi bir durum olmaz, Allah’ın yaratmasına
benzer bir yapım kastı da bulunmazsa, buna da haramdır,
denilmez. Ama levhalara resmedilen, halılara, duvarlara ve elbiselere
dokunan, nakşedilen resimlere gelince, bunlar hakkında haram
olduğuna delâlet eden sahih, açık ve tartışmasız nas yoktur.
Rasûlullah (s.a.s.)’in bir çeşit tasvirlere karşı hoşnutsuzluk gösterdiğini
ifade eden hadisler vardır. Çünkü bunda sorumsuz kişilere
ve basit menfaatlere aşırı bağlı kişilere benzeme vardır.” 253
Eski Mısır müftüsü Muhammed Baht el-Mut “el-Cevabü’şŞâfi’fi
İbahati’t- Tasviri’l-Fotografi” isimli bir kitab yayınlamış ve
fotoğrafın hükmünün de boyutsuz resim gibi olduğunu beyan
etmiştir.
Bu konuda dikkat edilecek en önemli nokta, İslâm akaid ve
âdâbına muhâlif olup olmamaktır. Çıplak kadın resimleri, kadınlık
mahremiyetini açığa koyan resimleri, şehveti tahrik eden resimleri
yapmak bu kabildendir. Nitekim bazı kitap, dergi, gazete
ve sinema filmlerinde bu açıkça görülmektedir. Bunların haram
olduğunda; imalatının, insanlar arasında yayılmasının, evlerde,
bürolarda bulundurulmasının, basılmasının, duvarlara asılmasının,
kasıtlı olarak seyredilmesinin haram olduğunda da şüphe
yoktur.” 254
251 İbn Hacer, Fethu'l-Bârı, XII, 515
252 İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XII, 511
253 Y. Kardavî, el-Halâl ve'l Haram fi'l-İslâm, 106
254 Kardavî, el-Halâl ve Haram fi'l-İslâm, 113
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
Zâlimler, fâsıklar, dinsizlere ait resim ve heykeller de böyledir.
Putperestliğin şiarını yaşatan her resim de böyledir. Rasûlullah
(s.a.s.) dönemindeki resim ve heykellerin çogu bu kabildendir.
Bunun için Rasûlullah (s.a.s.) Mekke’yi fethettiği zaman Mescid-i
Haram’ın içine girdi. Orada bazı resimler görünce, silinmelerini
emretti. Bunlar Mekke’deki putperestliği besleyen sapıklığa kaynaklık
ediyorlardı.
Konuyla ilgisi açısından göz önünde bulundurulacak önemli
noktalardan birisi de şudur: Rasûlullah (s.a.s.) câhiliyye dönemine
ait Arab paralarının kullanılmasına müsaade etti. Bizans’tan
ve İran’dan gelen paralar Rasûlullah’ın ülkesinde geçiyordu. Bu
paralar Hz. Ebû Bekir’in hilâfetiyle Hz. Ömer’in hilâfetinin ilk ilk
yıllarında tedâvülde kaldı. Hicrî 18. yılda Hz. Ömer tedâvüldeki
bu câhilî ve gayri İslâmî paralar yanında, üzerinde İslâmî ibareler
bulunan paralar bastırdı. Said b. el-Müseyyeb bu iki çeşit parayla
da alışveriş yapardı.
Yemen’den üzerinde resimler bulunan elbiseler, kumaşlar, perdeler
gelirdi. Hz. Ömer’in azadlısı ve hâzini Yesâr b. Nümeyr evinde
resimler kullandı. Tâbiînin büyüklerinden Kasım b. Muhammed
b. Ebî Bekir’in duvarlarında kunduz resimleri ve minyatürler
bulunan bir odası vardı. Bu zat halası Hz. Âîşe’nin terbiyesinde
yetişmişti. Hz. Âîşe’nin fıkhını ve hadisini en iyi bilen kişi idi. 255
İbn Ebî ,Şeybe, el-Mûsânnef isimli eserinde, Huzeyfe’den naklen
der ki: Huzeyfe’nin yüzüğünde karşılıklı duran iki kartal vardı,
aralarına “elhamdûlillah” yazılmıştı. Yine el-Mûsânnef’teki
rivâyetlere göre Enes’in yüzüğünün nakışı aslandı. İmrân b.
Hüseyn’ın yüzüğünde kılıç kuşanmış bir adam resmi vardı. Kadı
Şureyh’in yüzüğünde aralarında ağaç resmi bulunan iki aslan resmi
vardı. Dahhâk b. Müzâhim’in gümüş yüzüğünde ise bir kuş resmi
vardı: 256
Bunlar da gösteriyor ki ilk Müslümanlar, canlı resimlerden putperestlik
endişesiyle uzaklaşmışlardır.
Resmin mekrûh olduğunu ileri sürenlerin delilleri
Hanbelî fakihlerinden İbn Kudame el-Makdisî, Ebû Hüreyre,
resimlerin yukarıda tutulanını da, aşağılananını da mekruh görmüştür.
İmam Malik ise onu tenzihen mekruh olarak görür, haram
saymazdı. Belki de, o, Rasûlullah’ın (s.a.s.), “İçinde sûret bulunan
255 Hudarî, Tarihu'l-Ümmemi'l-İslâmiyye, II, 220; Hasan İbrâhim Hasen,
Tarihu'l-İslâm, II, 356
256 Kettânî, et-Terâtibü'l-İdâriyye, 2, 70
PUT VE PUTA TAPINMA
- 61 -
eve melek girmez” hadisinin umum ifade etmesine göre fetva vermiştir.
Bizim için Âîşe (r.anha)’nın rivâyet ettiği şu hadis temeldir:
“Rasûlullah (s.a.s.) bir yolculuktan gelmişti. Ben de sofamı üzerinde
resimler bulunan bir sergiyle örtmüştüm. Rasûlullah (s.a.s.) onu
görünce “Odayı resimli bir örtüyle mi örtüyorsun?” diye azarlayıp
yırttı. Ben ondan iki yastık yaptım. Ben Rasûlullah (s.a.s.)’in onlardan
birine dayandığını görür gibiyim.”
Resmin mubah olan kısmı yere serilip ayak altında çingenenidir.
Mekrûh olan ise duvara asılandır.257 Resmin (sûretin), giderildiği
takdirde canlının yaşayamayacağı, göğsü, karnı gibi yerleri
koparılırsa veya bedeninden ayrı sadece baş yapılırsa, bu yasak
kapsamına girmez. Çünkü o organın gitmesiyle geride canlı kalmaz.
Bu canlının kafasını kesmeye benzer. İlk yapıldığında resim
başsız bir beden, veya bedensiz bir baş şeklinde yapılırsa veya başı
bir canlıya, bedeni başka bir canlıya ait olarak yapılırsa, bu da
yasak kapsamına girmez. Çünkü bu (gerçek) bir canlının resmi değildir.
258
Haram olduğunu söyleyenlerin delilleri
İbn Âbidn, Hasiye’sinde söyle der: “Resim yapmak mutlak
sûrette câiz değildir. Çünkü bu, Allah’ın yaratmasına benzer yaratma
iddiasına kalkışmaktır.” 259
İmam Nevevi şöyle der: Bizim ashabımıza ve diğer âlimlere
göre, canlının resmini yapmak şiddetle haramdır. Bu aynı zamanda
büyük günah (kebair)lardandır. Çünkü hadislerde onun
hakkında şiddetli tehditler vardır. O, ister değersiz tutulmak için
yapılsın, ister başka niyetle yapılsın. Onu yapmak tamamen haramdır.
Çünkü onda Allah’ın yaratmasına benzetmek vardır. İsterse,
bu elbisede, sergide, dirhemde, dinarda, felsde, kapkacakta,
duvarda veya başka yerde olsun. Bütün bu durumlarda yapılan
sûretin, gölgeli (boyutlu) olup olmaması fark etmez. 260
İmam Kurtubi ise şöyle der: Rasûlullah (s.a.s.) tasviri yapanlara,
istisna yapmaksızın lanet etmiştir. “Bu sûret yapanlara kıyamet
gününde azâbedilecek ve onlara “yarattıklarınızı diriltiniz”
denilecek” hadisinde de istisnada bulunmamıştır. Sünen-i
Tirmiz’de Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadis-i şerif şöyledir:
“Rasûlullah’ın (s.a.s.) söyle buyurduğunu işittim: “Kıyamet gününde
cehennemden bir boyun çıkar. Bunun bakan iki gözü, işiten iki
257 İbn Kudâme el-Muğn, VII, 113
258 İbn Kudame, el-Muğn, VIII, 13
259 İbn Âbidîn, Hâşiye, I, 608
260 Nevevî, Müslim Şerhi, XIV, 85
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
kulağı ve konuşan bir dili vardır. Bu şöyle diyecektir: “Ben üç şeyi
ilan etmekle görevlendirildim: İnatçı bütün cebbarların, Allah’la
beraber başka ilâhlara da sığınanların ve Mûsâvverlerin hakkından
geleceğim.” 261
Buhârî ve Müslim’de Abdullah b. Mes’ud’dan (r.a.) rivâyet
edilen bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.)’ın: “Kıyamet gününde azâb
yönünden insanların en şiddetlisi, resim yapanlardır” buyurması,
herhangi bir şeyin resmini yapmanın memnû olduğuna delâlet etmektedir.
Bu şey ne olursa olsun, durum değişmez. 262
Heykelcilik, Ressamlık, Fotoğrafçılık
Heykel konusunda İslâm fukahası, hemen hemen, ittifak halinde
haram hükmünde birleşmişlerdir. Malikîlerden İbnü’l-Arabî
bunu, “Sûretin gölgesi varsa haram olduğunda icmâ vardır” şeklinde
ifade etmiştir. Buna bağlı olarak heykeli yapmak ve edinmek
de aynı hükme tâbîdir. Ancak yapmanın haramlığı daha şiddetlidir.
İlim aracı olarak imal edilenler bu hükme tabi değildir. 263
Fukaha, İmam Buhârî’nin aşağıdaki hadisine dayanarak
heykelciliğin haram olduğunda icmâ etmişlerdir. Said b. Ebî’l-
Hasen’den: İbn Abbas’ın yanında idim. Onun yanına bir adam geldi
ve “Ey İbn Abbas, ben elinin sanatıyla geçinen bir adamım. Ben
şu resimleri yapıyorum” dedi.
İbn Abbas şu cevabı verdi: Ben sadece Rasûlullah’tan (s.a.s.)
işittiğimi haber vereceğim. Rasûlullah (s.a.s.)’i söyle buyururken
işittim: “Kim bir resim yaparsa, o kişi o resme ruh verinceye kadar Allah
ona azâbeder. Hâlbuki o kişi ebediyyen ruh veremez.” Adam sıkıntıdan
solumaya başlayınca İbn Abbas “Yazıklar olsun sana! Mutlaka resim
yapman gerekiyorsa şu ağacın ve cansız olan şeylerin resmini
yap” dedi.
Tasvirin Kazancı
Belirli niteliklere sahip tasvir İslâm’da haramdır. Buna bağlı
olarak onu yapmak da haramdır. Bunlar haram olunca, bundan
sağlanan kazanç ve bunu yapmak için alınan ücret de haramdır.
Bu hüküm ilmî açıklamalar için kullanılan tasvir ve boyutlu
canlı şekillerini kapsamamaktadır. Resmin haram olan ksmının kazancı
da haramdır. Mubah olanın yapılması ve kazancı da helâldir.
261 Ebû İsa et-Tirmizî: Bu hasen, garib sahih bir hadistir, demiştir
262 Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'an, XIV, 274
263 Abdullah Nasıh Ulvan, Hükmü'l-İslâm fi Vesaili'l-İ'lâm, 8
PUT VE PUTA TAPINMA
- 63 -
Fotoğrafta aslonan mubahı olmakla beraber, İslâm’ın çizdiği
hudutlar dışına çıkarsa, mubah olma özelliğini kaybeder. Bunun
kazancı da kendi durumuna tâbîdir. 264
‘Tasvir’, sûret kökünden gelen bir kelimedir. ‘Sûret’; gözlere
görünüp üzerinde bulunduğu şeyin başkaları tarafından farkedilmesine
sebep olan nakışlar demektir. Bu, iki şekilde olur: Ya
herkesin, hatta akılı olmayan hayvanların bile seçebildiği sûrettir.
Ya da belirli kişilerin farkedebildiği, kavrayış ve anlam gibi belirli
özellikleri olan sûrettir. Tasvir, Türkçe’de ‘görüntü, resim, fotoğraf,
şekil’ dediğimiz şeydir. ‘Sûret’, varlık hakkında düşünülen görüntü
ve şekildir. O varlığa ait özellikleri ifade eder. Sözgelimi, insana
ait fizikî özellikler, onun aklının faâliyeti, düşünce kapasitesi onun
sûretidir, insana ait özelliklerdir. Eşyanın birbirine benzeyen özellikleri
de onların sûretleridir.
Varlıklara ‘Sûret’ Veren Allah’tır: İnsanı yaratan Allah (c.c.),
ona dilediği gibi bir biçim, dilediği gibi bir şekil verdi. Onun fizik
görüntüsünü, organlarını, boyunu-postunu, vücut yapılarını
O şekillendirdi. İnsanı meydana getiren hücreleri yaratıp, onları
çoğaltarak bir insan haline koydu. O hücreleri şekilden şekle, halden
hale, tavırdan tavıra çevirdi. Her durumda ona yeni bir şekil
vererek, ona ait dokuları, kemikleri, kasları, damarları, sinirleri ve
diğer organları, bu organların her birinin fonksiyonlarını var etti.
Her birine ayrı bir görev verdi.
İnsana ait maddî veya mânevî oluşlar, bedensel ve ruhsal
faâliyetler, fiziksel ve psikolojik oluşumlar hep O’nun bilgisiyle ve
yaratmasıyla olmaktadır. İnsan, atılmış bir nutfeden değişik evrelerden
geçerek meydana geliyor. Sonra ona ait birçok özellikler
var ediliyor. Ona akıl, idrâk, düşünce, duyma, anlama, hissetme,
acı duyma, tad alma, üzülme, sevinme, bilme ve bildiğini ifade
etme gibi çeşitli kabiliyetler veriliyor.
Allah (c.c.) bütün yaratıklara ait ‘sûretleri’ tıpkı insanı yarattığı
gibi yarattı, meydana getirdi. Her birine bir şekil, bir biçim
verdi. Bu kadar şekil ve biçimdeki varlıkları ancak sonsuz güç ve
ilim sahibi Büyük Yaratıcı yaratabilir. Kur’an diyor ki: “Andolsun sizi
yarattık, sonra size ‘sûret-şekil’ verdik. Sonra da melekler ‘Adem’e secde
edin’ dedik.” 265
O Büyük Yaratıcı, ana rahminde insana dilediği şekli verir. Bu
konudaki irâde ve ilim, tamâmen O’na aittir. Bunun anlamı, aynı
264 İsmail Kaya, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 126-130
265 7/A'râf, 11
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
zamanda şudur: İşte böyle bir biçimde olmanızı, insan olarak yaratılmanızı
dileyen O’dur.266 Bir başka âyette şöyle deniyor: “Allah,
yeryüzünü sizin için bir karar (yaşama) yeri, gökyüzünü de bir binâ kıldı;
size sûret verdi, sûretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size
güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte Rabbiniz Allah budur. Âlemlerin
Rabbi Allah ne yücedir.” 267
İnsanı şekillendiren, bu şekillendirmeyi de (sûreti de) en güzel
ve en uygun biçimde yapan Allah (c.c.), şüphesiz yücedir. Allah
(c.c.) insana, Kendisinin şekil verdiğini (sûretlendirdiğini) şöyle hatırlatıyor:
“Ey insan! Üstün kerem sahibi olan Rabbine karşı seni aldatıp
yanıltan ne? Ki O, seni yarattı, sana düzen içinde bir biçim verdi ve seni
i’tidâl (denge, ölçü) üzeere kıldı. Dilediği bir sûrette seni tertip etti (düzene
koydu).” 268
‘Sûret’ kökünden gelen ‘tasvir’, şekil ve biçim verme, şekillendirme,
resim yapma anlamlarına gelir. ‘Tasvir’, Türkçe’de; bir şeyi
şekil ve sözle anlatma, görebildiğimiz veya hissedebildiğimiz şeyleri
bize gösterebilecek, meydanda olmayan ama duyumsanabilen
şeyleri duyurabilme yeteneği diye tanımlanmaktadır.
‘Tasvir’i, sûret verme anlamında alırsa, şüphesiz en büyük tasvirci
Rabbimizdir. Yukarıdaki anlamlar çerçevesinde aynı kelimeyi
insanlar hakkında da kullanabiliriz. Nitekim Arapça’da resme
ve fotoğrafa ‘sûret’ denilmektedir. Türkçe’de sûret, bir belgenin,
evrakın veya bir yazının aynısına, kopyasına denir. Kaba bir söylenişi
olan ‘surat’ ise, insanın yüzü için kullanılır. ‘Tasvir’ edene,
‘sûret’ verene, sûretlendirene ‘Mûsâvvir’ denir. Bu anlamda tek
‘Mûsâvvir’ Allah’tır (c.c.). Başka hiç kimse hakkında ‘Mûsâvvir’ sıfatı
kullanılmaz. Çünkü ‘el-Mûsâvvir’, yoktan var etme gibi, örneği
olmayan, öncesi bulunmayan, yepyeni bir şekillendirme, İlâhî bir
biçim vermedir ki, bu da Allah’a ait bir sıfattır. Kur’an, bir yerde
Allah’ın ismi olarak ‘el-Mûsâvvir’i kullanmaktadır. 269
Kıyâmetin kopuşunu ilân edecek olan ‘sûr’ âleti de ‘sûret’ kelimesiyle
aynı kökten gelmektedir. Bu âlet, sanki bütün insanların yeniden
dirilmesiyle, yeniden şekillenmesiyle ilgili bir ‘sûretlenme’yi
anlatmaktadır. ‘Tasvir’in, ‘sûret yapma, sûretlendirme’, resim veya
kabartma şekil ve biçim verme olduğunu hatırlayalım.
İslâm bilginlerine göre iki türlü ‘tasvir-sûret’ vardır: Birincisi,
boyutları olan sûretler, yani heykeller. İkincisi de boyutları
266 3/Âl-i İmrân, 6
267 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3
268 82/İnfitâr, 6-8
269 59/Haşr, 24
PUT VE PUTA TAPINMA
- 65 -
olmayan, kâğıt, duvar, kumaş vey abenzeri yüzeylere yapılan
sûretler, yani resimler.
Kur’an, çok eski devirlerden beri gelen heykelciliği ve buna
ibâdet etmekte olan puta tapıcılığı kesinlikle yasaklamaktadır.270
(Hz. Nûh zamanında süs ve saygı için yapılan heykeller, zamanla
tapınılan birer put haline gelmişlerdir.271 İslâm’a göre heykel
yapmak, heykele sahip olmak, bunun sanatıyla uğraşmak uygun
görülmemiştir. (Çocuk oyuncakları ve benzeri şeyler bu yasağın
dışındadır.)
Fotoğraf, gölgeyi hapsetmek sanatı olduğu ve el ile yapılan
resimler gibi olmadığı için, kimilerine göre -aşırı saygı ve edep dışı
olmamak şartıyla- bir sakıncası yoktur. 272
El ile yapılan resimlerle (sûretlerle) ilgili farklı görüşler vardır.
Tapınılan şeylerin resimlerinin yapılması helâl olmaz. Tabiat manzaraları
yapılabilir. Resmi yapan, Allah’ın yaratması sıfatıyla yarışmaya
kalkarsa, ‘ben de yaratıyorum’ derse, bu tehlikelidir. Aşırı
saygı duymak üzere birinin, bir ileri gelenin resmini yapması da
mubah görülmemiştir. İslâm, tevhid dinidir ve Allah inancının başka
bir şeyle zedelenmesine izin vermez. Bu bakımdan Allah’tan
başkasına ta’zimi (aşırı saygı ve büyüklemeyi) kesinlikle yasaklar.
İnsanlar zaman zaman birilerini aşırı severler, takdis ederler (kutsarlar)
ve tapınmaya bile başlarlar.
Günümüzde birtakım ihtiyaçlar, bazı meslekler resim yapmayı
gerekli kılmaktadır. Aşırı saygı duymakla, puta tapanlar gibi yapmamak
şartıyla bu gibi resimleri yapmak ve kullanmak haram değildir.
273
Heykel
Taş, tunç, mermer ve pişmiş toprak gibi dayanıklı maddelerden
yapılmış insan ya da hayvan görüntüsü, simgesi. Heykel, İslâm
terminolojisinde “sûret” kavramı içerisinde değerlendirilmiş resim
anlamındaki sûretten bunu ayırmak için “gölgeli sûret” deyimi
kullanılmıştır. Heykel, şekil olarak müşriklerin tapındığı putlarla
aynı olmakla birlikte kendisine tapınılan anlamda put olmadığı
için sûret kavramı içerisinde ele alınmış ve onunla birlikte hükme
bağlanmıştır.
270 5/Mâide, 90
271 71/Nûh, 23-24
272 Yusuf el-Kardavi, İslâm'da Helâl ve Haram, s. 183-201
273 Y. Kardavi, İslâm'da Helâl ve Haram, s. 201-205; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın
Temel Kavramları, s. 674-676
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
Kur’an, heykelden put anlamı dışında bir yerde söz etmekte,
hakkında herhangi bir hüküm vermemektedir. Sebe’ sûresinde
cinlerin bir kısmının Hz. Süleyman’ın emrinde çalıştığı bildirildikten
sonra “Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş)
leğenler, sabit kazanlar yaparlardı.”274 buyrulmaktadır. Bu âyet bilginlere
göre Hz. Süleyman devrinde heykel yapmanın mubah olduğunu
ifade etmektedir. Ama yine bilginler Hz. Süleyman devrine
ait olan Rasulullah (s.a.s.) den gelen haberlerle ortadan kaldırıldığını,
İslâm dini tarafından neshedildiğini söylemektedirler.
Kur’an, Hz. İbrâhim (a.s.)’ın putları, heykelleri kırdığını anlatmaktadır.
Rasul (s.a.s.)’da Mekke’nin fethinde Kâbenin içinde,
çevresinde ve Safa ile Merve tepeleri üzerinde bulunan putları
(heykelleri) kırıp temizletmiştir. Rasûlullah (s.a.s.)’dan gelen hadisler
heykel (sûret) yapmayı yasaklamaktadır. Bu konuda gelen
haberler tevâtür derecesine ulaşacak kadar çoktur.
Hz. Âişe (R. anha) dan Nebi (s.a.s.)’in şöyle dediği nakledilmiştir:
“Kıyâmet günü en şiddetli azâba uğrayacak olanlar, yaratma hususunda
kendisine Allah’ın yerine koyup, kendini ona benzetenlerdir.” 275
İbn Abbas (r.a.)’a Iraklı bir adam gelip; Şu sûretleri yapıyorum,
bu konuda ne dersiniz diye sorunca, o, şu cevabı vermiştir: Yaklaş,
yaklaş, Muhammed’i (s.a.s.) şöyle derken işittim: “Kim dünyada bir
sûret yaşarsa, Kıyamet günü buna can vermekle yükümlü tutulur. Hâlbuki
ona can verecek değildir.” İbn Abbas ve Ebû Hureyre’nin naklettiği
başka bir rivâyet şöyledir: “Kim sûret yaparsa, ona can verilinceye
kadar azap olunur. Hâlbuki bu sûrete can verebilecek değildir.”276
İbn Ömer’den, Nebi’nin (s.a.s.) şöyle dediği nakledilmiştir: “Sûret
yapan kimselere kıyamet gününde azap olunur ve kendilerine; yarattığınız
şeylere can veriniz, bakalım denilir.” 277
İmam es-Sindî, Nesâî Hâşiyesinde yukarıdaki İbn Abbas ve
İbn Ömer hadislerini şöyle açıklar: İbn Abbasa hükmü sorulan
“sûret”ten maksat “canlılara ait sûretler” dir.” Sûreti diriltinceye
kadar azap olunmaktan maksat, azâbın sona ereceği zamanı
belirtmektir. Hadiste; sûreti hiçbir zaman diriltemeyeceklerinin
belirtilmesi azâbın devamlı olarak uygulanacağını ifade eder. Ancak
es-Sindi, yukarıda sözü edilen azâbın, sûret yapma sebebiyle
dinden çıkan kimse ile ilgili olduğunu belirtir. Ve bunun da üç şekilde
ortaya çıkabileceğini ifade eder. a) Helâl kabul ederek sûret
274 34/Sebe’, 13
275 Buhârî, Libas 39; Nesâî, Ziynet 112-114
276 Nesâi, Ziynet 113
277 Nesâî, Ziynet 113
PUT VE PUTA TAPINMA
- 67 -
yapmak, b) Tapınmak amacıyla yapmak, c) Zaten mü’min olmayan
kimsenin sûret yapması? Bu üç sınıfın dışında kalanlar, sûreti helâl
saymadan ve tapınma kastı da taşımaksızın yapmışsa bu fiili sebebiyle
“asi” olur. Hak ettiği azâbı Allah affetmezse azap görür,
sonra azaptan kurtulur. Yahut da bu azaptan maksat; işin çirkinliğini
şiddetle ortaya koyup, yasaklayarak sûret yapımını engellemektedir.
Bu son değerlendirmeye göre, hadisin açık anlamının
kastedilmediği düşünülebilir. 278
Heykelin yasaklanma nedeni
Yukarıda zikredilen hadisler incelendiğinde heykelin yasaklanma
nedenini de ifade ettikleri görülür. İslâm bilginlerinin ortaklaşa
belirttiklerine göre heykelin yasaklanma nedeni, onları
yapanların Allah’ın yarattıklarına benzetmeye çalışmaları kendilerini
yaratıcı yerine koymuş olmalarıdır. Yasağın hikmeti ise, insanları
putperestlikten uzaklaştırmak, saf tevhid inancını şirk ve
putperestlikten korumaktır. Çünkü bütün kavimlere putperestlik
heykel yoluyla girmiştir.
Âyette Nuh Peygamberin kavmi ile ilgili olarak şöyle buyrulur:
“Sakın ilâhlarınızı bırakmayın “ved “, “suvâ”, “Yeğâus”, “Nesr” gibi
putlarınızdan vazgeçmeyin, dediler. Böylece birçok insanı sapıttılar. Sen
bu zâlimlerin sadece sapıklıklarını arttır.”279 Bunlar Nûh kavminin
Allah’tan başka kendilerine taptıkları putlarının adlarıdır. Abdullah
bin Abbas ve Muhammed bin Kays’tan şöyle dediği nakledilmiştir:
Âyette adı geçen put isimleri Nuh kavminin bazı sâlih
kimselerinin adlarıydı. Bu kimseler öldükten sonra, şeytan onların
birer heykelinin dikilmesini öğütleyerek: “siz onların yaptıklarını
bu heykeller aracılığıyla hatırlar ve yaparsınız.” der. Şeytanın bu
yanıltmasına kanan insanlar o sâlih kimselerin heykellerini yaparak
dikerler. Önceleri güzel amelleri hatırlamada birer araç olan
heykeller, bir kaç nesil geçtikten sonra nitelik değiştirir ve kendilerine
tapınılan birer put halini alırlar. İşte İslâm’dan önceki arap
toplumunda bu putları yeni ilavelerle devir almış ve onlara tapınırken
İslâm güneşi doğmuştur. 280
Sonuç olarak, İslâm’ın heykel yasağının kökeninde tevhid
inancını korumak, yaratmada yüce yaratıcıya benzemeyi engellemek,
mahrem yerleri tasvire karşı tedbir almak ve zararı faydasından
çok olan bir alanda israfı önlemek gibi sebebler yatar. Diğer
yandan İslâm’da ne Hz. Peygamberin ve ne de din büyüklerinin
278 es-Sindi, ö 136/1724 Haşiye Süneni'n-Nesâi, İstanbul 1931, VIII, 215
279 71/Nuh, 23-24
280 İbn Kesir, Muhtasaru Tefsiri İbn Kesir, 7. baskı, Beyrut 1402/1981, III, 554
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
heykellerle tasvir edilmeye ihtiyaçları yoktur. Onlar mû’minlerin
gönüllerinde taht kurmuş, mesaj ve doktrinleri İslâm toplumunda
baş tacı edilmiştir. Hatta İslâm Peygamberi sözle aşırı övmeyi bile
yasaklamıştır. O şöyle buyurur: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri
gibi beni övmeyiniz. Yalnız, ‘Allah’ın kulu ve elçisidir’ deyiniz.” 281
Resim
Resim; insanın özlem ve duygularını estetik kurallar çerçevesinde
çizgi ve renklerle düz bir satıh üzerinde figürlü veya figürsüz
olarak yansıtılmasına dayanan sanat dalıdır. İslâm dini her konuya
dair, bir bakış açısı ortaya koyup her hususta görüş ve düşünceyi
yansıttığı gibi resimle ilgili olarak da bir bakış açısı belirtmiştir.
Allah’ın birliği inancına dayanan İslâm dini, bu inancı korumak
için son derece titizlik gösterir. Akla ve kalbe, gizli ve açık
bir şekilde girebilecek her tür şirk ve putperestlik yolunu kapatır.
Onun için de, resim konusunda hassas davranır. Çünkü çoğunlukla,
sevilen kimselerin hatıralarını devam ettirmek gibi bir niyetle
başlayan resim ve heykel işi, sonunda Allah’a şirk koşmaya, resmi
ve heykeli yapılan kimseleri yüceltmeye varır. Onun için İslâm bu
kapıyı kapatmıştır.
Hz. Peygamber İslâm’ın ilk döneminde, ne sûretle olursa olsun,
resimli eşya kullanılmasını yasakladı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.)
şirkle mücâdele halindeydi; insanları putlara, heykellere, resimlere
ibâdetten uzaklaştırıyordu. Nitekim resim ve heykeli şiddetle
yasaklayan hadisler bu dönemde söylenmiştir.
“Kim bir canlı resmi yaparsa Allah ona o resme can verinceye kadar
azâb eder. Ressam resmine katiyyen ruh veremez ve ebediyen azâb
olunur.”282; “Şu resimleri yapanlar yok mu? İşte onlar, kıyamet gününde,
haydi yaptığınız resimlere can veriniz, diye azâb olunacaklardır.” 283
İslâm’ın kuvvetlenip güçlenmesiyle tazim ifade etmeyen resimlerin
yapılmasına müsaade olunmuştur. Nitekim İslâm bilginlerinin
çoğu, manzara resimlerinin, yarım (Meselâ belden yukarı)
insan ve diğer ruh taşıyan hayvanların resimlerinin yapılmasında
ve kullanılmasında bir sakınca görmemişlerdir. Yalnız tam insan
ve ruh taşıyan hayvan resimleri hakkında alimlerden bir kısmı,
tazim olmaksızın kullanmayı kerahetle câiz görmüş, bir kısmı da
görmemiştir.
281 Buhârî, Enbiyâ 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/23, 24, 47, 55; Şamil
İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 397-399
282 Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI, s. 533
283 Tecrid, XII, 116
PUT VE PUTA TAPINMA
- 69 -
Fotoğrafın durumu nedir? Bu hususta da bazı alimler bunun
câiz olduğunu, bir kısmı da olmadığını savunmuştur. Câiz görenler,
fotoğraf belirli vasıtalarla gölgeyi hapsetmekten ibarettir, yasaklanan
resimlerden değildir, çünkü yasaklanan resim, daha önce
yapılmamış bir resmi yapmak, Allah’ın yarattığı bir hayvana benzetmeye
çalışmaktır, hâlbuki herhangi bir aletle alınan fotoğrafta
bu anlam yoktur, derler. Câiz görmeyenler de resim konusunda
olduğu gibi fotoğraf konusunda da şiddet gösterir ve kerahati
üzerinde ısrar ederler. Yalnız bunlar da pasaport, nüfus cüzdanı,
ehliyet gibi zorunlu haller ve şüphelileri tanıma dolayısıyla çekilen
ve tazim niyeti yahut inancı sarsma olmayan resim ve fotoğraflara
ruhsat verirler. 284
İslâm inançlarına ve adabına ters düşen her türlü resim haramdır.
Kadın resimlerinin çıplak veya yarı çıplak çizilmesi, fitne
doğuracak yerlerinin belirtilmesi, gazete, dergi ve sinemalarda
gösterilmesi haramdır. Bunları çizen, çeken, yayınlayan, evlerde
ve dairelerde bulunduran, onları görmeye niyetlenen manen
sorumludur. Kâfir, fâsık ve zâlimlerin resimleri de aynı hükümdedir.
Bir müslüman, Allah’ın varlığını inkâr eden bir liderin, Hz.
Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini reddeden bir kimsenin,
müslüman olduğunu söylediği halde, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla
hükmeden kişilerin resimlerini asması helâl değildir. Namaz
kılan bir kimsenin karşısında resim bulunmaması gerekir. 285
Tasvîrin (Resim ve Heykelin) İtikad,
Fıkıh ve Sanat Açısından Hükmü
Haramlığında şüphe bulunan hususlarda cesaret fıska; ihtiyat
ise takvâya götürür. “Üzümünü ye, bağını sorma!” anlayışı materyalist
inancın (veya inançsızlığın) sonucudur. Haramdan kaçınmak
için, bağını sorup öğrenmediğin üzümü yememek, haramlığına
dair bir şüphe varsa, ihtiyatlı davranarak sakınmak müslümana
yakışan takvadır. Sanatçı gönül eri olduğundan, Allah’ın sanatına
hayran bir ruha sahip bulunduğundan, takva herkesten önce ona
yakışır. Takvanın getirileri sadece öteki dünya ile sınırlı değildir.
Sanattaki bu ihtiyat da, yeni konulara, orijinal ürünlere kapılar
açacaktır ve tarihsel süreç içinde de açmıştır.
Hz. Süleyman döneminde, put görevi üstlenmediği ve sadece
sanat eseri olduğu anlaşılan heykele (timsâl) hoş gözle bakan,
eleştirmeyen Kur’an’ın,286 İbrâhim (a.s.) döneminde put görevi
284 Yusuf el-Kardâvî, İslâm'da Helâl ve Haram, s. 128
285 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 246-247
286 bkz. 34/Sebe', 13
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
üstlendiği için ateşe atılma pahasına devrilmesini, put-heykellerle
mücâdeleyi emrettiğini hatırlayalım. Aynı “timsâl” (heykel) kelimesini
Kur’an bu sebepten tavır alarak ifâde eder: “İbrâhim babasına
ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’
demişti.”287 Yine aynı heykelin Peygamberimiz döneminde put
haline dönüştüğü, saygı duyulduğu için onları devirmek, yeryüzünden
onları kaldırmak için savaşların göze alındığı bilinir. (Din
aynı din, heykel aynı put; ama müslümanlar...)
Kur’an ve hadisin, dinî emir, yasak ve uygulamalara ters düşmemek
kaydıyla tasviri esastan ve temelden yasakladığını söylemek
mümkün değildir. Tasvirin haram ve mubah olmasındaki ölçünün,
onun mesajı ve kullanıldığı yer olduğu söylenebilir. Yoksa
salt olarak tasvir haram ise, Hz. Âişe’nin, üzerinde sûret bulunan
minder ve yastık kullanması sükût ve takrirle karşılanmazdı. Salt
olarak tasvir yasak kabul edilse, günümüzdeki fotoğrafın her
türlüsünün haram olması icap ederdi. Bu da konusu ve amacı ne
olursa olsun, sinema ve televizyondaki her türlü görüntünün de
tamamıyla haram olmasını beraberinde getirecekti. (Hâlbuki hiç
bir meşhur âlim böyle düşünmemekte.) Hz. Süleyman’dan bahsederken
belirtildiği şekilde Kur’an salt olarak heykeli yasaklamaz.
Kur’an put amaçlı heykelleri kesin dille ve ısrarla yasaklar.
Saygı duymak ve tapmak amacıyla yapılmış veya bu amaca
hizmet eden insan heykelinin, putlaştırılmaya yol açma ihtimali
olan kişilerin duvarlara asılabilecek ve saygı duyulacak resimlerinin
haramlığında ittifak vardır. Tevhid inancının temel esaslarını
korumak bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına
tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde
değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece
imal ettiği halde “yaratma” vehmine kapılmak, çıplak kadın heykeli,
sahte tanrılar, batıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya
kalkmak ve bunların demirden, tunçtan yontusu için büyük paralar
sarf etmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin dinen kaçınılması
ve soğuk görülmesi için diğer hikmetler. Tasvir, kralların,
diktatörlerin ve siyasi liderlerin büyük olduğu fikrinin halkın zihnine
işlenmesine yarayan en önemli araçlardan biridir. İster resim,
ister heykel şeklinde olsun, tasvir, müstehcenliğin yayılmasında da,
yığınların çeşitli şekillerde saptırılmasında da geniş olarak kullanılmıştır.
Bu gerekçelerden yola çıkarak, tasvir tasvip görmemiştir.
Tarih boyunca her türlü canlı resmine, özellikle insan figürüne
alimler ve müslüman sanatçılar soğuk ve ihtiyatlı yaklaşmıştır.
287 21/Enbiyâ, 52
PUT VE PUTA TAPINMA
- 71 -
Resim ve heykelin soyut olanına İslâm hiç bir yasak koymaz.
Dolayısıyla resimle veya heykelle uğraşmak isteyen ihtiyatlı müslüman
için soyut resim ve heykelin kapıları ardına kadar açıktır.
Modern resim ve heykel sanatı bile soyut resim ve heykele yöneldi.
Minyatür modernize edilebilir, soyut resmin sınırsız imkan ve güzelliklerinden
yararlanılabilir. Hat modern resme adapte edilebilir.
Heykelden tebliğ amaçlı olarak da yararlanılabilir. Allah’ı, âhireti,
ölümü, kulluğu hatırlatan, canlı figürlerden uzak, soyut heykel ve
anıtlar gerekirse meydanlara dikilebilir. İsrafa kaçmadan ve yararlı
bir şekilde müslümanca bu sanatlarla uğraşılabilir.
Tasvirin yasak kabul edildiği anlayışından dolayı müslümanların
sanatı hat, tezhip gibi güzel sanatlara ve mimariye yönelmiş
olması bir avantaj olarak algılanabilir. Özellikle putçuluğa giden
yolların tümüyle kapanması amacına dayanan putlaştırılma ihtimali
olan canlıların heykel ve resimlerinin yasaklanması, sanat ve
sanatçı açısından dünyada da büyük faydalar sağlamıştır. Zâten
İslâm’daki tüm yasakların dünyaya yönelik hikmetleri vardır. Allah,
sadece bizim için zararlı olan şeyleri yasaklamış olduğundan; yasaklara
uymak, farkında olmasak bile birçok maslahat ve faydayı
beraberinde getirir.
Evet, put amaçlı ve dinî esaslara ters düşen tasvirin haram olması
ve de müslümanların canlı resim ve heykelleri tümüyle yasak
kabul etmesinin, sanat için çok olumlu etkileri vardır. Biyolojik bir
vakıadır ki, kullanılmayan bir kabiliyet, kullanılmakta olan diğer
yeteneği takviye eder. Meselâ gözleri görmeyen birinin belleği
ve hassasiyeti gören insanlarınkinden kat kat üstündür. Meyvesini
çoğaltmak için ağacın budanması gibi canlı yaratıkların resim,
yontma ve heykellerinin tasvirinden uzak kalan sanatkarın kabiliyeti
diğer alanlarda daha büyük kuvvetle kendini gösterir. Hat
sanatı, minyatür, arabesk, stilizasyon ve her çeşit süsleme sanatlarındaki
müslüman sanatçıların başarıları bunun delilidir.
İslâm’ın, put amaçlı tasviri (figüratif resmi) yasaklaması, insanlık
için çok faydalı olmuştur. Bu yasak, putperestliği önlemiş,
yeni bir sanat türünün doğmasına sebep olmuştur. Eğer bu yasak
olmasaydı, sanatçılar hala İsa ve Meryem resimlerini tekrar edip
duruyor olacaklardı. Tasvir yasaklanmasa veya yasak kabul edilmeseydi,
soyut sanat ortaya çıkmayacak, modern soyut sanata
giden yol açılmayacaktı. Minyatür bu yasağın biraz yumuşak bir
şekilde, ama saygıyla kabulünün etkisiyle gelişmiş, hat sanatının
gelişmesi de bu yasaktan yön ve hız almıştır. Başka hiç bir din ve
medeniyette göremediğimiz ihtişamda bir yazı sanatı ortaya çıkmıştır.
Minyatür ve hat sanatının modern soyut resme katkılarını
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
objektif gözle değerlendirdiğimizde, put amaçlı tasvir yasağını
sanat adına alkışlamamak mümkün değildir.
Putlara, Heykellere ibâdet
İnsanlara Fayda ve Zarar Vermeyen, İşitmeyen, Görmeyen
Putları ve Heykelleri İlâh Edinmek ve Onlara ibâdet Etmek:
Kur’ân-ı Kerim’in andığı şirk çeşitlerinden birisi, putlara ibâdet
şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla
beraber, genel olarak iki kısımda mütâlaa edilebilirler:
1- İnsan, hayvan veya bunların karışımı bir şeklin; içinde bir
sembolü, bir ruhu, bir örnekliği temsil ettiği anlayışıyla ağaç, taş
ve madenden yapılarak, temsil ettiği varsayılan sembolün kutsanması
biçimindeki putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı
verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere
dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü
daha moderndir.
Birinci maddede ele aldığımız putçuluk olayında putlar, tapanların
nazarında tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri
için, putperestler bu güç ve kuvvetin, tapındıkları putlarda
gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun
ilgili bulunduğu bir efsânesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir
kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu vs. yi temsil eder.
İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, putperestlik
İslâm’dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir
ki, Arabistan’da putçuluğun tüm çeşitleri olmakla beraber, daha
çok birinci kısımda anlatmaya çalıştığımız putperestlik yaygındı.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara ibâdet etmenin
kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim
âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini aşılama
sadedinde delil üstüne delil sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız
(putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı
Allah’tır.” 288
“De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (iyi bilin ki) ben,
sizin Allah’tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Yalnız sizi öldürecek
olan Allah’a ibâdet ederim. Bana mü’minlerden olmam emredildi.”289
Âyette geçen “Allah’tan başkasına ibâdet” , putlara duâ etmek ve
yalvarmak anlamındadır. Nitekim peşinden gelen âyette, “Yüzünü
288 37/Sâffât, 95-96
289 10/Yûnus, 104
PUT VE PUTA TAPINMA
- 73 -
Allah’ı birleyici olarak dine çevir ve müşriklerden olma!”290 denildikten
sonra, “Allah’tan başka sana ne fayda, ne de zarar vermeyecek olan şeylere
yalvarma/duâ etme. Eğer böyle yaparsan, o zaman sen zâlimlerden
(müşriklerden) olursun.”291 buyrulmuştur.
“De ki: (Ey müşrikler!) Ben, Allah’tan başka yalvardıklarınıza ibâdet
etmekten men olundum.”292 Bu âyetteki “duâ”ya, “İbâdet” anlamı
verilebilir. Bu takdirde ibâdet, ilâh kabul ederek putlara saygı
göstermek anlamını ifade eder. Putlara ibâdet, ister musibet
ve sıkıntılı anlarda onlara yalvarmak, duâ etmek; ister ilâh diye
ta’zim göstermek olsun, neticesi aynıdır. Böyle bir davranış şirk293,
hak yoldan sapmak ve hidâyete erenlerden olamamaktır.294 Allah’tan
başkasına tapanlar câhil kimselerdir. “Ey câhiller! Allah’tan başkasına
ibâdet etmemi mi bana emrediyorsunuz?” 295
Kur’an’da Allah’tan başkasına tapılanlar, insana zarar ve faydası
dokunmayan,296 rızık vermeyen,297 insan eli ile yapılan298 işitmeyen ve
görmeyen,299 bir şey yaratamayan,300 insanların ilâh diye isimlendirdikleri
boş isimler,301 uydurma tanrılar,302 heykeller 303 ve putlar 304 olarak nitelendirilmişlerdir.
İbrâhim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: “Sizin şu karşısında
durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), ‘Babalarımızı
onlara ibâdet eder bulduk’ dediler. (İbrâhim), ‘Doğrusu siz de, babalarınız
da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz’ dedi. (...) İbrâhim (a.s.), büyük
bir put hariç diğer putları kırdı. Kavmi, putların kırıldığını görünce, ‘Bunu
ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak bunu yapan zâlimlerden biridir’ dedi.
(...) (İbrâhim’e), ‘Ey İbrâhim! Bu işi ilâhlarımıza sen mi yaptın?’ dediler.
İbrâhim, ‘Hayır, işte şu büyükleri yapmış. Onlara sorun, eğer konuşurlarsa’
dedi. (...) (Kavmi), ‘Ey İbrâhim! Sen de bilirsin ki, bunlar konuşmazlar’
dedi. Bunun üzerine İbrâhim, ‘Siz Allah’ı bırakıp da size hiç fayda ve
zarar vermeyen şeylere mi ibâdet ediyorsunuz? Size ve Allah’tan başka
290 10/Yûnus, 105
291 10/Yûnus, 104
292 6/En’âm, 56; 40/Mü'min, 66
293 6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 18
294 6/En'âm, 56
295 39/Zümer, 64
296 10/Yûnus, 18
297 16/Nahl, 73
298 37/Sâffât, 95
299 19/Meryem, 42
300 46/Ahkaf, 4
301 53/Necm, 23; 12/Yûsuf, 40
302 37/Sâffât, 86
303 21/Enbiyâ, 52
304 14/İbrâhim, 35
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
taptıklarınıza yuh olsun. Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? (dedi.)”305; “Ey
babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak
olan şeylere niçin ibâdet ediyorsun?’ dedi.” 306
Kendi elleriyle yapıp ilâh diye adlandırdıkları307 heykellerin
(temâsîl), insanlara elbette faydası ve zararı olmaz. Bu sebeple
heykelleri ilâh edinip onlara saygı göstermek, yalvarmak, onlardan
medet ummak, ahmaklık ve akılsızlıktır. Allah’tan başkalarına, uydurma
ilâhlara, putlara ve heykellere tapanlar, kendilerini felâkete
sürüklemiş, dünya 308 ve âhirette Allah’ın azâbını hak etmiş olurlar309
Kendisinden başkasına ibâdet edenlere, “Siz ve Allah’tan başka
ibâdet ettikleriniz cehennemin odunusunuz. Siz oraya (cehenneme) gireceksiniz.”
310 uyarısını yapan Yüce Allah, “Allah’tan başka dilediğinize
ibâdet edin!” 311 diyerek müşrikleri tehdit etmiştir. 312
Allah’tan başka ibâdet edilenler, kıyâmet günü kendilerine
ibâdet edenleri inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır.
“(Müşriklerin taptıkları ilâhlar), onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara
düşman/karşı olacaklardır.” 313
“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!”
diyor şâir. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere
ibâdet etmeleri; onları Allah katında kendilerine şefaatçi
ve yardımcı olur, kendilerini azaptan korur inancı ile ilâh edinip
tapmak, saygı göstermek, duâ edip yalvarmak, sıkıntı anlarında
onlara sığınmak anlamlarını ifade etmektedir.
Put, sadece Arapların câhiliyye döneminde taptıkları basit
ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrâhim döneminde
olduğu gibi, muhtelif câhiliyye sistemlerinde tapınılan taştan,
tunçtan, tahtadan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök
cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta
tapınma şekilleri Allah’a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz.
Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve
Kur’an’daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek
olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamayız.
Kur’an’ın evrensel boyuttaki ve zamanlar üstü mesajını
305 21Enbiyâ, 52-54, 58-59, 62-63, 65-67
306 19/Meryem, 42
307 14/İbrâhim, 35
308 11/Hûd, 109
309 21/Enbiyâ, 98
310 21/Enbiyâ, 98
311 39/Zümer, 15
312 37/Sâffât, 22-34
313 19/Meryem, 82; 46/Ahkaf, 6
PUT VE PUTA TAPINMA
- 75 -
kavrayamayız. Kur’an’ın en büyük problem olarak gördüğü şirk,
kıyâmete kadar hemen tüm toplumlarda olabilecek tüm tevhid
dışı kutsama ve tapınma özelliklerini kapsar. Kur’an’a göre put,
o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının
amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir. Bu putları hayatın amacı
kılmak da Allah’a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. Fakat insanları
kendilerine fayda ve zararı olmayan taş, ağaç, maden vs.
şeylere ibâdete sevkeden sebepler nelerdi? insanlar niçin putlara
tapmışlar ve tapmaya devam ediyorlar? 314
Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve Geleneğin
Putlaştırılması
Sosyal Çevre: İnsan, her türlü zihinsel ve duygusal yapıya sahip
olarak gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu gelişim
sürecini devam ettirebilmek için toplum içerisinde yaşamak ve diğer
insanlardan faydalanmak zorundadır. Bu yönüyle toplumsal
bir varlık olarak değerlendirilen insan; inancını, bakış açısını, her
türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı toplumdan
alır. Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde toplum, insanın
benliğini, irâdesini, idrâkini kuşatır, âdeta esir alır, hapseder. İnsanın,
toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele haline gelir.
Zira toplumlar kendi normlarını bireylere benimsetmek onların
düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek ister. Bu, toplumun
putlaşması demektir. 315
Çağdaş Bir Putlaştırma Örneği; Atatürk’e
Tanrı veya Peygamber Diyenler
Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek
için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına,
sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul’da 1931 yılında,
Devlet Matbaası’nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi’nde İslâmiyet
ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri
bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin
resmî ideolojisinde İslâmiyet’in yeri yoktur. Çünkü “İslâm birtakım
zevâta göre eskimiştir!”, “Hz. Muhammed (s.a.s.) nihâyet
bir çöl bedevîsidir”, “İslâmiyet’in yerine yeni bir din koymak
lâzımdır ki, o da Kemalizmdir.” 316
314 Bu konuda Kur'an şu âyetlerde bu sorulara cevap vermektedir: 39/Zümer,
3; 10/Yûnus; 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 39/Zümer, 44; 30/Rûm, 13.
315 Bk. Atalar Yolu Kavramı
316 Konunun devamı için Bk. Din Kavramı.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut’a göre Kemalizm dininin
altı esası, altı oktan ibaretti: Yani “Kemalizm dini, cumhuriyetçilik,
milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık
prensiplerine dayanmalıydı.” Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında
Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi
kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi:
Mustafa Kemal Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi’nin
meşhur Mevlid’ini Atatürk’e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il
ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi’ni
okutmakta hiçbir sakınca görmedi:
(...)
Ger dilersiz bulasız oddan necât
Mustafâ-yı bâ Kemâl’e essalât.
Ol Zübeyde, Mustafâ’nın ânesi
Ol sedeften doğdu ol dürdânesi!
Gün gelip oldu Rızâ’dan hâmile
Vakt erişti hafta ve eyyâm ile.
Geçti böyle, nice ay nice sene
Vakt erişti bin sekiz yüz seksene.
Merhaba ey baş halâskâr merhaba
Merhaba ey ulu serdâr merhaba!
Edip Ayel, Atatürk’e: “Sen bizim yeni peygamberimizsin!” diye
seslenmekte geciktiği için dövünmeye başladı. Behçet Kemal’i geride
bırakacak bir atılım içinde olması gerekirdi. Bunu gerçekleştirebilmek
için, Atatürk’e yeni dinî sıfatlarla secde etmesi lâzımdı.
Edip Ayel, aruzun tumturaklı kalıplarıyla Türk edebiyatının en
muhteşem dalkavukluk örneğini ortaya koydu:
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
PUT VE PUTA TAPINMA
- 77 -
Edip Ayel’in bu kükremesinden sonra bir tereddüt belirdi: Atatürk,
yeni Kemalizm dininin Allah’ı mı olmalıydı; peygamberi mi?
Cumhuriyet devri şairlerinin bir büyük bölümü, Atatürk’e kıyamadılar.
Onun üstünde de, altında da hiçbir gücün, hiçbir varlığın
bulunmasına tahammül edemediler. Bu bakımdan, Atatürk’e hem
Allah, hem de peygamber diye seslenerek kendilerinden geçtiler.
Behçet Kemal, Edip Ayel’den geri kalmak istemedi:
Kaç yıldır Türkçe’ydi Tanrı’nın dili
İnsana ne ilâh, ne de sevgili
Ne de ana-baba aratıyordu
Her an yaratıyor, yaratıyordu.
Artık işaret verilmiş, yarış başlamıştı. İpi herkesten önce göğüslemeye
çalışan atletler gibi, o devrin edipleri de “Allah”, “tanrı”,
“ilâh”, “Kâbe”, “put” gibi kelimelerle Atatürk’e daha önce ulaşabilmenin
cezbesine kapılmışlardı. Yüzlerce örnekten işte birkaçı:
Halil Bedii Yönetken çığlıklar koparıyordu:
Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda, denizlerde, göklerde
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.
Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren şiirini kalabalıklara
okumaya başladı:
Çankaya;
Burada erdi Mûsâ
Burada uçtu İsa
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter.
Ne örümcek, ne yosun
Ne mûcize, ne füsun...
Kâbe Arab’ın olsun
Çankaya bize yeter.
Sonra Faruk Nafiz Çamlıbel, sazını eline aldı:
On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
O’nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.
1938 yılında, Faruk Nafiz, tanrısız kalmamak için, Atatürk’ü
yüreğine bir put gibi oturttu:
Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil
Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!
Türk edebiyatında, tarihin hiçbir devresinde görülmeyen
dalkavukluk ve putperestlik örnekleri, patlayan bir lağımın dehşet
saçan kokusu ve manzarasıyla etrafa yayılmaya başlamıştı:
Akbaba’cı Yusuf Ziya Ortaç da sesini yükseltti:
Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği
Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.
Nurettin Artam, dinin bütün nurlarından koparak kula kul
oldu:
Koca bir güneşin akşam olmadan
Dağların ardında sönüşü gibi
Millete can veren, vatan yaratan
Tanrının göklere dönüşü gibi.
Her zaman ırkıma büyük Baş Atam
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!
Ömer Bedrettin Uşaklı da, Atatürk tapıcılığından kurtulamadı:
Bir güneş gibi yalnız
Sensin ülkü tanrımız
Ey Türlüğün bütünü.
Vasfi Mahir Kocatürk de, kocaman yakıştırmalarla Kemalizm
dininin müridleri arasında zikre başladı:
Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti
Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.
PUT VE PUTA TAPINMA
- 79 -
İlhami Bekir, alnımızın akına, katran karası elleriyle küfrün yobazlığını
bulaştırmaya çalıştı:
İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa
Toprağın haritasını çizdi bayrağa
Allah değil, o yazdı alın yazımızı.
Bu ruhsuz, bu köksüz, bu tatsız örnekleri uzatmak istemiyorum.
Yalnız, Cumhuriyetin o kuruluş yıllarında, zilli-düdüklü dalkavuklar
zümresinden, üç önemli ismin ayrıldığını belirtmek istiyorum:
Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet! Nazım Hikmet,
daha önce Marks’a ve Lenin’e kul köle olduğu için Atatürk’e secde
etmedi. Hatta ona “Burjuva Mustafa Kemal” diye homurdanan şiirler
yazdı. Yahya Kemal’le Necip Fazıl, İslâm’ın âmentüsüne bağlı
kaldılar. Kemalizm dininin yeni öncüleri ise, imanın altı şartı olan
İslâm âmentüsü karşısına, Kemalizm’in yeni âmentüsünü çıkardılar.
Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!)
âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler:
“Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var
eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına,
mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına
iman ederim.”
Halk, “halkçı” Kemalistlerin bu dehşetli dalkavukluklarından
nefret ediyordu. Din ve dünya işlerini birbirinden ayırmaya çalışan
Atatürk ise, kendisine takılan bu dinî sıfatlar karşısında şaşırıp
kalıyordu. 317
Yazmazlar yazar, soytarılar şair olmuştu; kaside okuyup meddahlık
yapanlara ulûfeler dağıtılıyordu ya, bu kemiklerden nasiplenmek
isteyen itler ha bire hırlıyordu. Şair geçinen başka birileri
şöyle yalakalık yapıyordu: “Türk’e bir hayır gelmez, Arap felsefesinden,
/ Gazi bize bir din ver, Türk’ün öz nefesinden.”; “İşte diz
üstü geldim, gözlerim dolu dolu. / Rabb kulu olsun eller, bizler
Gazi’nin kulu. / Cemâlini vaad etsin Tanrı başka kullara, / İşte karşımızdadır
şimdiden o manzara.”
Türkiye’de ise, halkın farklı milliyetçilik (daha doğrusu ulusalcılık)
anlayışları sözkonusu olmasına rağmen, devlet tek bir milliyetçiliği
esas alır: Atatürk milliyetçiliği, yani Kemalizm. Hıristiyanların
inanç esasları, müslümanların âmentüsü olur da Kemalistlerin özel
âmentüsü olmaz mı? Bu âmentülerden bir-iki örnek verelim: Türkün
Âmentüsü: “Türküm: Dinimi tanırım. Mezhebim: Cumhuriyet
317 Yavuz Bülent Bakiler, İslâmiyat cilt 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
/ Kitabım: Kanundur. Buna vicdanla, inandım. / Kâbemiz: Ankara.
Peygamberimiz: Gazi Kemal, / Kalben ona biat ederek bin canla,
inandım…”318 1928 Ağustos’unda basılan Türkün Yeni Âmentüsü
de şöyle başlar: “Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklâlini
yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna,
yüce kanunlarına ve Türkiye için âhiret günü olmadığına iman
ederim…”319 Bir başka âmentü de şöyledir: Kemalizmin Andı ve
Âmentüsü: “Kemalizm, Müslümanlık dininin özü ve ışığıdır. Kemalizmin
prensipleri, Kur’an’ı Türkçeleştirdiği, tasfiye ettiği, İslâm
dininin esaslarını öz dilimizle açıkladığı için kutsaldır. Din, kanun,
parti her şey vatan içindir.” 320
Bu örnekler kadar putperestlik kokmasa da, müslümanlar açısından
daha az zararlı olmadığı kesin olan Harun Yahya’nın kitaplarına
yansıyan Atatürk sevgisi de unutulmamalıdır. Nice müslüman
halkın severek okuduğu Harun Yahya, Atatürk’ü göklere
çıkaran on civarında kitabıyla, öyle anlaşılıyor ki, takıyye yapmıyor,
basbayağı Atatürkçülük’teki samiyetini dosta-düşmana haykırıyor.
İşte kitaplarından bazıları: “Samimi Bir Dindar Atatürk.”321
Atatürk’ün ne kadar takvâlı bir müslüman olduğu, gündüzleri
sâim, geceleri kaim; yani devamlı oruçlu, geceleri nâfile ibâdetle
geçiren samimi bir dindar olduğu, içki gibi haramlardan nasıl
kaçındığı, kurduğu devletin ne kadar dinî bir devlet olduğu…
anlatılıyor olmalı kitapta. Öyle ya, samimi bir dindar böyle biri
olmalı. Böyle bir Atatürk’ü elbette her müslüman sevmek zorundadır,
değil mi? Diğer bir kitabı: “Atatürk’ü İyi Anlamak”322 Zâten
ne kadar aksayan durumumuz varsa o da Atatürk’ü iyi anla(ya)
madığımız için başımıza geliyor demek ki, iyi anlayalım da dünyada
ve âhirette kurtulalım; sağ olasın Harun Yahya. Bir başka
kitabı: “Gerçek Atatürkçülük”323 Tabii ki yetmez; müslüman halk
Atatürk’ün vatan ve millet sevgisini de çok iyi anlamalıdır. Harun
Yahya bu boşluğu da doldurur: “Atatürk’ün Vatan ve Millet Sevgisi,
Ne Mutlu Türküm Diyene!”324 Bu konuda başka kitaplar da yazılmalı,
Müslümanlardan hâlâ Atatürk’ü sevmeyenler varsa, sevdirmeli
diye düşünüyor olmalı ki yazar, devam eder kitaplarına:
“Atatürk ve Gençlik”325 Atatürk’ün askerî dehâsı yazılmazsa olur
318 Raif Necdet, Türkün Âmentüsü, Sebil, no 22, 28 Nisan 1978, s. 11
319 bkz. Kemalist İnkılâbın Anatomisi, Sebil 9 Ocak 1976, s. 4-5
320 Osman Nuri Çerman, Dinimizde Reform: Kemalizm dergisi, Aralık 1957,
sayı 1, s. 1-3 vd
321 Kültür Y., İst. 2002
322 Kültür Y., 2002
323 Kültür Y., İst. 2001
324 Araştırma Y., 2002
325 Araştırma Y., 2002
PUT VE PUTA TAPINMA
- 81 -
mu ya: “Asker Atatürk”326 Atatürk’ü iyi anlayan, onun ne kadar
samimi dindar olduğunu kavrayan insan, tabii ki, onun kurduğu
düzene/devlete de bağlı olmalı. Onu da unutmamış yazar, müslümanları
Atatürk’ün kurduğu devlete bağlılığa dâvet eder; ve
döktürür hikmetleri(!): “Devlete Bağlılığın Önemi”327 Kitabın ismi
her şeyi anlatmaya yetmiyor mu? Bu kitaplarla da hızını alamayan
Harun Yahya, koca bir ansiklopedi yazmaya da ihtiyaç duymuş:
“Atatürk Ansiklopedisi.”328 Anlaşılıyor ki, bu tür kitapların devamı
da gelecek.
1980 sonrası Ahmet Gürtaş’la başlayan Atatürk’ü samimi dindar
gösterip müslümanlara sevdirme gayreti, Yaşar Nuri gibi bir-iki
modernist akademisyenle sınırlı kalıyordu. Atatürk ve Din Eğitimi
329 adlı kitabı, A.Gürtaş’a Diyanet İşleri Başkanlığında üst seviyede
bir koltuk kazandırıyordu, ama ona ve onun gibilere neler kaybettirdiğini
görmek için herhalde âhireti beklemek gerekiyor.
İslâm tevhid dinidir. Tevhid, “Lâ ilâhe illâllah” ifâdesiyle özetlenir.
Allah’tan başka ilâh, yani mutlak otorite, egemenlik kaynağı,
ibâdete lâyık zât yoktur; En çok sevilen, korkulan, umut edilen
O’dur. Tevhide rağmen, hiçbir şahsın ve kurumun değeri yoktur.
Dostluk ve düşmanlıkta ölçü, Allah ve Rasûlüdür; İslâm’dır. Allah
sevgisine eş bir sevginin endâd/şirk olduğunu bilir Müslüman.330
Bırakın herhangi bir âlim veya halifeyi, bir peygamberi bile aşırı
övüp aşırı sevmek, onu putlaştırmaya götürür ve İslâm bunu
kesinlikle yasaklar. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hıristiyanların
Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyin. Yalnız, ‘Allah’ın kulu ve
rasûlüdür’ deyin.” 331
“Beşerin böyle dalâletleri var / Putunu kendi yapar, kendi tapar!”
“Gerçekten bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin
Rabbinizim. Öyle ise (sadece) Bana kulluk/ibâdet edin.”332; “Mü’minler
ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan
korkun ki, merhamete erişesiniz.”333; “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a,
Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın…”334; “O (Allah), gerek bundan
önce (ki kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size ‘müslümanlar’ adını
326 Kültür Y., İst. 2002
327 Vural Y., İst. 2000
328 2 cilt, Araştırma Y.
329 DİB Y., Ank. 1982
330 2/Bakara, 165
331 Buhârî, Enbiyâ 48
332 21/Enbiyâ, 92
333 49/Hucurât, 10
334 3/Âl-i İmrân, 103
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
verdi…” 335 “Allah yanında hak din (sadece) İslâm’dır…” 336
Hevânın Putlaştırılması
“Hevâ”; boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelir.
Bu kavram nefsin şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi,
yeterli ilmi olmadan sahibine emir veren nefis anlamında da kullanılmaktadır.
Böyle bir nefis, sahibini şehvete ve aşırı zevke düşürüp
günaha sürükler, dünyada rezilliğe, âhirette ise azâba götürür.
İnsanın aşırı isteklerine, Allah’tan gelen ilme yani vahye uymayan
tutumlarına “hevâ” denilmektedir. Nefsin ölçülü ve sınırlı istekleri,
meşrû arzuları normal yoldan karşılandığı zaman hata değil;
sevap bile olur. Nefis her zaman çeşitli isteklerde bulunur. Bu
taleplerin bir kısmı insanın ihtiyacı değil; hevânın aşırı arzularıdır.
Kişi, nefsinin meşru isteklerini inandığı Rabbin gönderdiği ölçüler
içerisinde karşılayabilir. Aşırı isteklere uyulması; nefsin Rabbin ölçülerine
aldırmaması anlamına gelir. Bu, şüphesiz bir hatadır ve
sahibine zarar veren bir şeydir. 337
Allah’tan Başkasına ibâdet338
Tâğuta ibâdet/Tapınma339
Bilginleri ve Din Adamlarını Putlaştırma; Onlara
ibâdet340
Şeytana ve Cinlere ibâdet341
Sanatın Putlaştırılması342
Gök Cisimlerinin ve Arzın, Vatanın Putlaştırılıp Bâtıl
Tanrı Kabul Edilmesi 343
Bilimin Putlaştırılması 344
Küfrün Şiarları/Sembolleri, Bâtıl Dinlerin Kutsalları;
335 22/Hacc, 78
336 3/Âl-i İmrân, 19
337 Hevânın putlaştırılması konusunda geniş bilgi almak için bk. Hevâ Kavramı
338 Bk. İbadet Kavramı
339 Bk. Tâğut Kavramı
340 Bk. Allah’tan Başkasına İbadet, İbadet Kavramı
341 Bk. Allah’tan Başkasına İbadet, İbadet Kavramı
342 Bk. Sanatın Putlaştırılması, Sanat ve Allah’ın Sanatı Kavramı
343 Bk. Gök cisimlerinin ve Arzın Putlaştırılması, Yer ve Gök Kavramı
344 Bk. İlim Kavramı
PUT VE PUTA TAPINMA
- 83 -
Heykel, Giyim...345
Putları Kırmak
Şeytan insana, şirkten kurtulmayı çok zor ve karmaşık, tevhidi,
ihlâsı ve imanı ise yaşanması imkânsız gibi olağanüstü zor gösterebilir.
Oysa bu, yalnızca şeytanın verdiği bir vesveseden ibarettir.346
Bilinmelidir ki, şirkten kurtulmak için samimi bir niyet ve tavır değişikliği
yeterlidir. Bu niyet tashihi kişinin her şeye, herkese ve tüm
olaylara karşı olan bakış açısını şirkten tevhide çevirecektir. Yani
siyah gözlük takan birisinin etrafını görebilmek için her yeri tek
tek aydınlatmasına gerek yoktur. Gözlüğünü çıkarması yeterlidir.
Şirk de her yeri karartan bu gözlük gibidir. Gözlüğü çıkarmadan
zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya çalışmak hem zor, hem de
ümit kırıcıdır. Bir hamlede gözlüğü çıkarmak ise hem kolay, hem
de tek etkili çözümdür. İnsanın şirk boyutundan Allah’ın râzı olduğu
iman ve ihlâs boyutuna geçmesi de tek bir kararlılık hamlesi
gerektirir. Bu da her ne durumda olursa olsun Allah’a güvenmek
ve Kur’an’a bütünüyle ve samimi olarak uymaya karar vermektir.
Bu samimiyet ve kararlılık, muhakkak beraberinde Allah’ın yardımını,
hidâyetini ve büyük bir nimetle rahmetini getirecektir.
Şeytan tabii ki, tevhidi ve ihlâsı çirkin, sıkıntılı ve ıstırap verici
olarak göstermeye çalışacaktır. Hâlbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve
ıstırap şirktedir. Bu, dünyada da âhirette de böyledir. Taptığı sahte
ilâhları bırakarak sadece Allah’a yönelen bir insan boşlukta ve
sahipsiz kalmaz; aksine tek gerçek ilâh olan Allah’a sığınarak olabilecek
en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. “Kim Allah’tan
ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu
hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O,
ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir.” 347
Şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı
farkıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış,
Hz. Mûsâ yahûdilerin edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini
denize savurmuştur. Bunlar, sembolleştirilen şirklere karşı vurulan
darbelerdir. Bugün de sembolleştirilen şirklere karşı aynı fiilî
müdâhaleler yapılabilir; ama önemli olan öncelikle şirkin mantığını
yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar yıkılmadan diğer putların
yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve kafalardan
yıkmak için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi gerekmektedir.
345 Bk. Şiarlar Kavramı
346 14/İbrâhim, 22
347 65/Talâk, 2-3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 84 -
Bu nedenle, şirkten vazgeçip tevhide yönelen insanın yaşadığı
büyük değişim, öncelikle kalpte ve zihinde meydana gelir. Dış
görünüm olarak belki eski yaşamının bazı öğelerini devam ettirse
bile tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur muvahhid
insan. Eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına,
birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi
sadece Allah’ın kitabına göre ve sadece O’nun rızâsı için düzenler.
Böylece binlerce küçük ve sahte ilâha kulluk etmeyi, onları memnun
etmek için uğraşmayı bırakarak, “birbirinden ayrı rabler mi daha
hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?”348 diyen Hz. Yûsuf gibi,
sadece kendisini Yaratan’a teslim olur. 349
“Andolsun biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık.
O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz
heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar
kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık
içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan
biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin
de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki,
siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda
İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki
ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o,
zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk;
kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen
insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza
sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır.
Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi
vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler.
Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını
pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp
da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız?
Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz
mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza
yardım edin!’ dediler. ‘Ey ateş! İbrâhim için serinlik ve esenlik ol!’ dedik.
Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana
uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle
âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” 350
Hz. İbrâhim’in putçularla mücâdelesi ve putları devirmesi
Sâffât sûresinde de şu şekilde anlatılır: “Şüphesiz İbrâhim de onun
(Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o,
348 12/Yûsuf, 39
349 Harun Yahya, Şirk, s. 90, 92
350 21/Enbiyâ, 51-71
PUT VE PUTA TAPINMA
- 85 -
babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan
başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi
hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar,
onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber
bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara
şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça
(kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri
görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun
üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak
İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz
şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı
Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’
dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onları alçaklardan
kıldık.” 351
Ve Rasûlullah: Yegâne önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), put kıran
bir peygamber babanın, put kıran bir peygamber oğludur. Tek
başına bir ümmet olan İbrâhim (a.s.), put kıran bir peygamber
idi. O babanın oğlu, yani onun neslinden olan Rasûlullah da, put
kıran bir Peygamberdir. Rasûlullah, hem kalplerdeki, hem beyinlerdeki
putları ve putlaşmış fikirleri, akîdeleri kırıp parçalamış,
hem de müşrik putperestlerin kendi elleriyle yapıp meydanlara
diktikten sonra tapınılan put heykelleri paramparça edip kırmıştır.
Rasûlullah, hem putçu ideolojileri ortadan kaldırmış, hem de tapınılan
ve putlaştırılan şeyleri yok etmişti.
Gerek içteki, gerekse dıştaki putları kırmak ile vazifeli olan
Rasûlullah’ın, müşrik tâğutların egemen olduğu ve bir dâru’ş-şirk
haline getirdikleri tevhidin merkezi Mekke’deki bir uygulaması
şöyledir: (Bu uygulama, Rasûlullah’ın hicret edeceği sırada gündeme
gelmiştir.) Emîru’l-Mü’minîn İmam Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) anlatıyor:
“Ben ve Peygamber (s.a.s.) yürüdük, nihâyet Kâbe’ye vardık.
Bana: “otur!” dedi. Oturdum, omzuma çıktı, yukarıya kaldırmak
istedim. Benim güçsüzlüğümü görünce, indi ve: “Sen, benim omzuma
çık!” dedi. Omzuna çıktım, beni kaldırdı, bana öyle bir hal geldi
ki, istersem göğe kadar yükselebileceğimi sandım. Nihâyet Beyt’in
üstüne çıktım. Bakır ve altından yapılmış birçok heykellerle karşılaştım.
Beyt’in sağından, solundan, önünden ve arkasından onları
toplayıp bir araya getirdim. Hepsini topladığımda bana, şöyle
buyurdu: “Şimdi onları bir bir aşağıya fırlatıp at!” Fırlatıp attım, cam
bardaklar gibi kırılıp parça parça oldular. Sonra indim. İnsanlardan
birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin
351 37/Sâffât, 83-98
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 86 -
ötesine kaçtık, kaybolduk.” 352
Olayı anlatan Hz. Ali (r.a.)’nin ifadelerine dikkat edilecek olursa,
bu put kırma hareketi çok gizli yapılmış, gerekli önlemler alınıp
en müsait zaman seçilmiş, olay gerçekleştikten hemen sonra
koşarak evlerin arasında kaybolup olay yerinden uzaklaşılmıştır.
Hatta İmam Ali’nin ifadesiyle, “İnsanlardan birinin bizi görmesinden
korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.”
Bu korku, tedbir mâhiyetinde bir endişe idi ki, tabiî ve fıtrîdir. Yoksa
korkunun adı tedbir olmuş değildi. Yine dikkat edilecek olursa,
tüm ihtimaller düşünülerek ve tedbirler alınarak olay gerçekleşmiştir.
Müşrik tâğutların egemenliğindeki Mekke’de örnek bir put
kırma olayını gerçekleştiren önderimiz Rasûlullah, birkaç yıl sonra
fethedilen Mekke’de, gerek Kâbe’nin içinde ve üstünde, gerekse
Kâbe’nin etrafında, yani Harem-i Şerif’teki bütün putları kıracaktı.
Abdullah bin Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s.),
Mekke’nin fethi günü Kâbe’nin avlusuna girdi. Kâbe’nin etrafında
ibâdet için dikilmiş üç yüz altmış put vardı. Rasûlullah, elindeki
deynekle bu putlara dürtmeye başladı (onunla dokunduğu
her put, yüz üstü düşüyordu) ve şu âyetleri okuyordu: “Hak geldi,
bâtıl yok oldu.” 353; “Hak geldi, bâtıl ise, ne (bir şey) ortaya çıkarabilir,
ne geri getirebilir.” 354
Ebû’l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: “Bana Hz. Ali (r.a.): ‘Rasûlullah
(s.a.s.)’ın beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim
mi?’ diye sordu ve Rasûlullah’ın kendisene: “Haydi git, kırıp dökmedik
put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!” buyurduğunu söyledi.” 355
Hz. İbrâhim’in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara
biz de tekrarlıyoruz: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza!
Siz aklınızı kullanmaz mısınız?” 356
Put ve Putperestlikle İlgili
Kavramlar ve Anlamları
Abbas’ın Eli: El biçiminde nazarlık. Bazı câhil müslümanlarca
bu nazarlığın her türlü kötülüklere karşı koyacağına inanılır.
352 Ahmed bin Hanbel, 1/84; Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid: Büyük Hadis Külliyatı, c.
3, s. 259, hadis no: 6396-6398; İslâm Tarihi, Mekke Devri, M. Âsım Köksal,
c. 6, s. 149
353 17/İsrâ, 81
354 34/Sebe’, 49; Buhârî, Meğâzî, B. 50, hadis: 294; Müslim, Cihad ve’s-Siyer,
B. 32, hadis: 87; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, B. 18, hadis no: 3345; Kul Sadi
Yüksel, Selefin İzinde, s. 215-219
355 Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99
356 21/Enbiyâ, 67
PUT VE PUTA TAPINMA
- 87 -
Bu beklentiyle evlere, işyerlerine asılır. Hıristiyan inançlarında da
Meryem’in eli nazarlığı vardır.
Abd: Kulluğu ve köleliği ifade eden bir kelimedir. Her ikisinin
de lûgat mânâsı “itaat etmek, tevazû göstermek, daha açık bir
ifadeyle kişinin bir kimseye ona isyan etmeden, ondan yüz çevirmeksizin,
itaati ve boyun eğmesidir.” Arapça’da “abd” kelimesi
değişik mânâlarda kullanılmıştır. Bunları şu şekilde özetlemek
mümkündür:
a) İbadet eden, hükümlere râzı olarak itaat eden. İslâmî
ıstılâhta “abd” kelimesi genellikle bu anlamda kullanılır. “İnsanları
ve cinleri ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım.”357 meâlindeki âyet-i
kerimeden de anlaşılacağı üzere, insanın yaratılış hikmeti; sadece
ve sadece kulluktur. Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.s.)
kadar bütün peygamberler insanları Allah’a (c.c.) kulluğa dâvet
etmişlerdir. Nitekim “Andolsun ki, biz her kavme: ‘Allah’a ibâdet edin,
tâgût’a kulluk etmekten kaçının’ diye (tebligat yapması için) bir peygamber
göndermişizdir.”358 âyet-i kerimesi, insanların “Abd olma-kulluk”
hususunda istisnasız uyarıldıklarını belirtmektedir. Dolayısıyla
Allah’a (c.c.) kul olma hususunda tebliğe muhatab olmamış tek bir
kavim gösterilemez. Şimdi “Allah’a ibâdet etmek” ve “tâgûta kulluktan
kaçınmak” kavramları üzerinde duralım. Tâgûtu şu şekilde
tarif etmek mümkündür:” Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil
olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler ihdas eden (kanunlar
koyan) her güç tâgûttur. Bunun insan olması, put olması,
şeytan olması veya bunların dışında herhangi bir şey olması mahiyeti
değiştirmez. Dolayısıyla insanların hayatlarını, kendi yanlarından
çıkardıkları kanunlarla düzenlemeye çalışan bütün siyâsi
güçler tâgûtî mahiyet arzederler. Bugün dünyada beşikten mezara
kadar insanların hayatlarını, heva ve heveslerine uyarak düzenlemek
iddiasında olan meclisler, konsüller, krallar, kavimler arası
kuruluşlar “tâgût” hükmündedir. “İman edenler Allah (c.c.) yolunda
cihad ederler, küfredenler (kâfirler) tâgût yolunda savaşırlar.” 359âyet-i
kerimesi insanın, bu iki sınıftan birine dahil olacağını beyan etmektedir.
Ayrıca “Sana indirilen Kûr’ân’a ve senden önce indirilen kitaplara
iman ettik, diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar
tâgûtun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar.
Hâlbuki tâgûtu inkâr etmekle (tekfir etmekle, lânetlemekle) emrolunmuşlardır.”
360âyet-i kerimesi, bütün ideolojilerin inkâr edilmesini
357 51/Zâriyât, 50
358 16/Nahl, 38
359 4/Nisâ, 76
360 4/Nisâ, 60
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 88 -
ve lânetlenmesini emretmektedir. Nitekim İbn Kesir bu hususta
şunları kaydediyor: “Bu âyet-i kerimede Hz. Muhammed (sav)’e
ve diğer peygambere iman ettiklerini söyleyip, bununla beraber
ihtilaf ettikleri hususlarda çözümü için Allah (c.c.)’ın kitabından
ve peygamberin sünnetinden ictinap edenlerin durumu haber verilmektedir.
İnsanların, kendi hevâlarına göre (beşerî kanunlarla)
hüküm vermesini isteyen kişinin, iman iddiasını Allah Teâlâ reddetmektedir.”
b) Köle’ye “abd” denilmesinin sebebi hem itikad, hem
muâmelât ile ilgilidir. Zira Allahû Teâla (c.c.) istisnasız bütün insanlardan
“misak” almıştır. A’râf sûresinin 172’nci ve 173’ncü
âyet-i kerimelerine “misak” âyetleri denilmesinin mânâsı budur.
Misak, Allah (c.c.) ile insan arasında tahakkuk eden bir mukaveledir.
Her mü’minin “ne zamandan beri müslümansın?” sualine,
“gâlû belâ’dan beri” diye cevap vermesinin sebebi budur. İnsan
bülug çağına erdikten sonra İslâm’ı terkeder ve mü’minlere karşı
savaşırsa “emanet”e ihanet etmiş olur. Bu ihanetin tabii sonucu
olarak ehliyet ârızası başlar. Kölelik, misakı inkâr edip, küfrün
güçlenmesi için savaşmakla ilgili bir hâdisedir. Burada şu akla gelebilir:
“Hür bir insan kuvvet kullanılarak (inkâr sözkonusu olmadan)
köle yapılabilir mi?” buna “evet” demek imkânsızdır. Zira
hürriyetin kaynağı fıtrîdir. Ehliyet sahibi olan her insan tekliflere
muhataptır. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) “Hür bir kimseyi köle edinenin
hasmı (düşmanı) benim” buyurduğu bilinmektedir. Ayrıca Hz.
Abdullah b. Amr’dan rivâyet edilen merfû bir hadis’te: “Üç kişi var
ki Allah (c.c.) oların namazını kabul etmez. İstemedikleri halde kavminin
başına geçen, hür bir insanı köle edinen...” denilmektedir. Görüldüğü
gibi, hür bir kimsenin, İslâm’a karşı savaş açmadığı müddetçe köle
edinilmesi mümkün değildir. “Abd” ıstılâhını bu şekilde ortaya
koyduktan sonra günümüze bir göz atalım. İslâm topraklarında,
Allah’ın (c.c.) indirdiği hükümleri inkâr eden veya kabul ettiğini
iddia etmekle beraber çağımıza uymaz” gerekçesi ile uygulamayan
siyasi güçler iktidardadırlar. Lâ ilâhe (ilâh yoktur, putun hükmü
yoktur, tâgût’u inkâr ederiz) diye haykıran ve İllâllah (yalnız
Allah vardır, O’na itaat ederiz) diye tastikte bulunan mü’minler
“kul” olma şuurunu ayakta tutmak zorundadırlar. Aksi takdirde
“tâgût’a kulluktan kaçınmış” olamazlar. “Her kavme Allah’a ibâdet
edin ve tâgût’a kulluktan kaçının diye (tebligat yapması için) peygamberler
göndermişizdir.”361 meâlindeki âyet-i kerime iyi tefekkür edilmelidir.
362
361 16/Nahl, 36
362 Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 27-30
PUT VE PUTA TAPINMA
- 89 -
Peygamberimiz buyuruyor ki: “Altına, gümüşe ve lükse abd-kul
olan kahrolsun”363 Allah (c.c.) insanı ‘abd-kul’ olarak yaratmıştır. Dolaysıyla
insana düşen bu kulluğun şuurunda olmaktır. Abd, efendisinin
emrine itiraz etmeksizin, karşı gelmeksizin uyar. Verilen
emri yerine getirir, istenen hizmeti görür. Çünkü efendisi onun
sahibidir, ona nimet vermektedir, ona sayısız iyilikte bulunmaktadır.
İnsan öldüğü zaman da hayatının hesabını bu efendisine
(Mevlâ’sına) verecektir.
Abd olarak yaratılan insanın, kendisine sonsuz bağışta bulunan
Mevlâsı Allah’ı bırakıp, kendisine faydası veya zararı olmayan
putları, az bir faydası var zannettiği tâğutları ve sahte ilâhları
mevla bilip onlara kulluk yapması ne kadar yanlıştır? Elbette gercek
Efendiye kulluğu unutanlar, başka yalancı mevlâlar (efendiler)
bulurlar.
İman eden kimse, bir anlamda bütün kölelikleri, bütün yanlış
kul ve kulluk anlayışlarını reddettiğini ilân etmiş olur. O, imanıyla
der ki, ‘ben âlemlerin Rabbini ilâh olarak kabul ediyorum,
ben O’nun kuluyum. Dolaysıyla mutlak itaati, mutlak hizmeti ve
ibâdeti yalnızca O’na yapacağım. O benim sahibimdir, O benim
her şeyime hâkimdir, her şeyimi bilmektedir ve yaptığım her şeyi
görmektedir. Ben O’na aitim, O’ndan geldim ve yine O’na döneceğim.’
Allah (c.c.) kendisine itaat etmeyen, O’na şirk (ortak) koşan,
O’nu tanımayan ve O’na karşı kibirlenen azgınları lanetler, onların
bir kısmını davranış yönünden başka hayvanlara benzetir ve
bir kısmını da ‘tâğut’a ‘abd-kul’ yapar. İşte böyleleri doğru yoldan
ayrılıp, sapık yollara gidenlerdir.364 Allah’a kulluk yapmayı reddedenler
kendileri için yeni ve yalancı ilâh bulurlar, sonra da onun
önünde abd/kul olurlar. Bu durum insan için alçaltıcı bir konumdur,
insanın şerefine yakışmayan bir durumdur.
Mü’min, Allah’a abd-kul olduğunun şuuruyla kulluk görevlerini
yerine getirmeye çalışır, Rabbinin rızâsını kazanmaya çaba harcar,
O’na mümkün olduğu kadar samimiyetle bağlanır, davranış
ve ibâdetleriyle O’na tazim eder (saygısını gösterir). Allah’a yönelen
bu davranışlara ibâdet denir. Bu şekilde ibâdet eden kullara
(abd’lere) ‘ibâd’, yani Allah’ın kulları denilir.
Müslümanlar arasında en yaygın isimler Abdullah ve
Abdurrahman’dır. Bunlar, ‘Allah’ın kulu, Rahman’ın kulu’ demektir
363 İbn Mâce, Zühd 8, Hadis no: 4136; Tirmizî, Zühd 42, Hadis no: 2375
364 5/Mâide, 60
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 90 -
ki en güzel isimler bunlardır. Allah’ın güzel isimlerinin başına ‘abd’
getirilerek yapılan bütün isimler güzeldir. Çünkü hepsi de Allah’ın
kulu olmayı ifade ederler. 365
Abdâl: Tasavvufa göre, sayıları yedi veya yetmiş olarak gösterilen
bir evliyâ zümresi. Dünyadan habersiz kalacak kadar dünyaya
boş vermiş saf insanlar, ermişler. Büdelâ ve abdâl; Bedel, karşılık,
denk, bir şeyin halefi ve değişiği anlamına gelen “bedel”in çoğuludur.
Tasavvufta; Yediler (yedi evliyâ) anlamına gelir. Bunlardan
her biri gözden kaybolur, bir anda çok uzak mesafelere giderler.
Gözden kayboldukları vakit, yerlerine her yönden kendilerinin
tıpkısı olan canlı bir beden bırakırlar. Hâl, hareket ve şekil bakımından
aslından ayırt edilmeyen bu bedene “bedel” ve “bedil”
denir. Bedel bırakma gücüne sahip olan velîlere “büdelâ” denir.
Çeşitli tarikatlerde abdal deyimi, ermiş, derviş, evliyâ anlamlarında
da kullanılır. Abdallık, aynı zamanda Melâmîlikten türeyen
ayrı bir tarikatin de adıdır. Bektâşîliğin beşinci derecesine de abdallık
denilir. Ayrıca, göçe Türk dervişleri de bu adla anılmıştır. Eski
Türk dini şamanlığın temsilcileri olarak yayılmışlar, daha sonra
müslüman olarak Kalenderî abdallarına karışmışlardır. Saç, sakal,
bıyık, kaş gibi vücutlarındaki bütün tüyleri kazıtmakla ünlüdürler.
Çıplak ayakla gezerler. Göğüslerine çoğunlukla dövme yaptırırlar.
Görevleri, yağmur yağdırmak, doğal âfetleri önlemek, savaş kazanmak
gibi işlerde varlığına inanılan İlâhî güçleriyle müslümanlara
yardım etmektir. Bu inanışların şirk olduğunu genişçe izah
etmeye gerek yoktur.
Abhişeka: Kutsal kabul edilen Ganj nehrinin suyuyla ıslanma
töreni. Âri ırka özgü bir adak törenidir. Hıristiyanların vaftizi, bu
törenden alınmıştır.
Âb-ı Hayat: Can suyu, içene ebedî hayat veren çeşme. Efsâneye
göre, içilen bir damlası bile insanı ölümsüzleştiren ve ebedîleştiren
su. Bu su Doğuda karanlık bir yerde bulunur. Tasavvuf’a ve ondan
etkilenen halka göre; Hızır ve İlyas bu çeşmeden içtiklerinden
ölümsüzlüğün sırrına ermişlerdir. İskender-i Zülkarneyn bu suyu
bulmak için Hızır’ı kılavuz yaparak günlerce karanlıklar içinde yürümüş,
bir noktada Hızır gözden kaybolmuş, İskender yolunu şaşırmış
ve perişan bir halde geri dönmüş. Edebiyatta; mecâzî olarak
içimi hoş, soğuk ve berrak su için kullanıldığı gibi, sevgilinin ağzı,
dudağındaki ıslaklık ve yaşlık için de kullanılır. Aynı zamanda
sevglinin sözü ve sohbeti anlamında değerlendirilir. Tasavvufta;
a) Evliyânın sözü, öğüdü ve nefesi; b) Aşk ve mahabbet çeşmesi ki
365 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları, 25-26
PUT VE PUTA TAPINMA
- 91 -
ondan içen asla yok (ma’dûm ve fânî) olmaz. Bu efsânevî suya âb-ı
Hızır veya âb-ı İskender de derler.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ’nın genç arkadaşının pişirdiği balık,
suya düşünce, yeniden canlanıverdiğinden bahsedilir.366 Bu
âyet, efsâneler ışığında özellikle tasavvufçular tarafından alabildiğince
serbest yorumlanmış, yanlış çıkarımlara gidilmiştir. Suyun
yaratıcılığı inancının câhil müslümanlara girmesinden olmuştur.
Eski Türklerde de ölümsüzlük veren su inancı vardır. Aynı anlamda
“bengisu” deyimi kullanılmıştır. Bu inanç, Antikçağ Yunanlılarında
da vardı. Meselâ, Yunan mitolojisine göre, Akhilleus doğar
doğmaz annesi tarafından Styx suyuna batırılmış ve ölümsüz kılınmış.
Batı kültüründe de çok tanrılı Yunan mitolojisinden miras
kalan âb-ı hayat/bengisu anlayışı vardır. Bunlarla birlikte, Allah,
Kur’an’da açıkça hiç kimseye ölümsüzlük vermediğini, herkesin
ölümlü olduğunu açık şekilde ifâde etmektedir. 367
Abradakabra: Büyülü olduğuna inanılan sözcük. Yahûdi gizemciliğinin
ünlü eseri Kabala’da verilen bu kelimenin hastalıkları
iyileştirdiğine inanılmıştır. Bu ifâde, Kabala’da üçgen biçiminde
yazılmaktadır. Muskalar da bu tür büyülü olduğu düşünülen kelimelerin
üçgen biçiminde yazılması şeklinde kullanılır. Muska kültürünün
yahûdi ve hıristiyanlardan etkilendiği bir gerçektir.
Afrodit (Aphrodite): Eski Yunanda aşk ve güzellik tanrıçası;
İştar veya Astarte’nin eski Yunan’daki karşılığı. Yunan mitolojisine
göre, Cronus, babası Uranüs’le mücâdele edip onu yendiğinde,
onun bazı organlarını denize attı. Bunların etrafında oluşan köpüklerden
Afrodit doğdu. Afrodit’in sonradan Kıbrıs’a geçtiğine
inanılırdı. Eski Yunanda fâhişeler ona Afrodit Hetaira ve Afrodit
Porne adıyla taparlardı. Hephaestus ile evli olan Afrodit, ayrıca
Ares, Poseidon, Pygmalion, Adonis, Dionysus, Anchises, Nerites
vePhaeton’un da eşidir. Afrodit’in mutluluk kadar felâket ve şiddete
de yol açan bir tanrıça olduğuna inanılır.
Alâim-i Semâ: (Göğün alâmetleri, göksel belirtiler) Eski Araplarda
bulutları yöneten Kuzah adlı meleğin sardığına inanılan
gökkuşağı. Bu yüzden Araplarca kavs-i kuzah (Kuzah’ın kuşağı)
adıyla anılmıştır. Eski Arap inançlarında iki Kuzah vardır. İkincisi
fırtına tanrısıdır, Şeytan adıyla da anılır. Dolu tanelerinden olan
oklarını akıtır, yayını bulutlara asarmış.
Alfabe: Alman (Cermen) mitolojisine göre, sadece tanrı
Votan’ın tanıdığı harfler.
366 18/Kehf, 63
367 21/Enbiyâ, 34-35
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 92 -
Albasma: Câhil Türklerde Alkarısı adlı cinin meydana getirdiğine
inanılan loğusa hastalığı. Türk inançlarına göre çocuk doğuran
kadın, doğumdan sonra yedi gün yalnız bırakılmamalıdır. Yalnız
bırakılırsa Alkarısı adlı cin gelir ve albastı hastalığını meydana
getirir. Gerçekte bu hastalığın hekimlik adı eklampsi’dir.
Alkarısı: Câhil Türklerde, doğuran kadınları öldürmeye çalışan
cin. Doğuran bir kadını alkarısı ya da alkarası adlı bir cinin öldürmeye
çalıştığı, fırsatını bulursa ciğerini söküp yediği eski müşrik
Türklerin inancıdır. Bu cinin, kadınlara daha çok uykuda Mûsâllat
olduğuna, onlara felâket ve şiddet getirdiğine inanılır, kâbus
ruhu kabul edilir. Günümüze kadar süregelmiş bulunan bu inanç,
bu cinin kötülüğünden kurtulmak için loğusa kadınlara al renkli
giysiler giydirme, nazarlık takıp tütsüler yakma, iğde dalı, demir
gibi önleyici olduğuna inanılan koşulları da kapsar, bu tür eşya
ile bu cinin şerrinden korunmaya çalışılır. Bütün bunlar İslâm’ın
kabul etmediği bâtıl inanışlardır.
Ali-İlâhîler (Aliyyullahîler): Hz. Ali’nin kişiliği konusunda aşırılığa
giderek, onun tanrı olduğuna ya da tanrısal gücün ona hulûl
ettiğine inananlardan oluşan bir sapık akım. Bunlar, gulât-ı şiadandır.
İslâm dışı müşrik bir mezheptir.
Altın Buzağı: İsrâiloğullarının çölde, Hz. Mûsâ’nın Tûr-ı Sina’ya
çıkışında, yaparak tapınmaya başladıkları buzağı şeklindeki put.
Sâmirî tarafından yapılan bu put, verimlilik idolü kabul ediliyordu.
Eski Ahid’de bu idolü Hârun’un (a.s.) yapmış olduğu iftirâsı vardır.
368 Hâlbuki Kur’an, bunu Sâmirî’nin yaptığını, Hârun’un (a.s.)
ise bu konuda kavmini uyardığını vurgular.369 Bu idol, sonradan
Hz. Mûsâ tarafından kırılmış, yok edilmiştir.
Ameni: Eski Mısır’da, tanrı tarafından gönderileceğine inanılan
kurtarıcı (mehdi). Onun Sudan civarında ortaya çıkacağına
anılır. Bu inanç, MÖ 1950 yıllarından kalma bir papirüs metninden
anlaşılmaktadır.
Anıtkabir (Anıt mezar): Mozole veya türbe olarak da bilinen
büyük ve etkileyici mezar. Din kurucuları ya da önderler, büyük
değer verilen, ta’zim edilen veya ilâhlaştırılan kimseler anısına
yapılan görkemli bina. Bugüne kadar yapılmış anıtmezarlardan
en görkemlisi Babürşah’ın 1631’de ölen hanımı Şahcihan için
yaptırdığı Tac Mahal’dir. Mısır’daki piramitler de anıtkabirdir.
Ankara’da bulunan anıtkabire, İstanbul’da Adnan Menderes ve
368 K. Mukaddes, Çıkış, 32/2-4
369 20/Tâhâ, 87-96
PUT VE PUTA TAPINMA
- 93 -
Turgut Özal’ın anıtkabirleri de ilâve edilmiştir. Selçuklu ve Osmanlı
padişah ve vezirleri için ve özellikle evliyâ sayılan tasavvuf
büyükleri için anıtkabir şeklinde türbeler yapılmış, diğer anıtmezarlardan
çok daha fazla şirk unsuru görevini yapmaya devam
etmektedir. 370
Animalizm: Başta totem düşüncesinin hâkim olduğu dinî gelenekler
olmak üzere, çeşitli dinlerde görülen hayvanların kutsallaştırılmasına
dayalı kült. Animalizm, hayvanlarla onları avlayan
insanlar arasında büyük bir bağ olduğu inancıdır. Bu inanç, hayvanda
insanca bir öz bulunduğu inancına bağlıdır.
Animizm: Tabiatla ilgili olaylara ve tabiat cisimlerine tapma
dini. Animist: Animizmi benimseyen, animizmi savunan. Animizm
anlayışına göre, ata ruhları ve fetişlere tâzim etme geleneği puta
tapıcılığın ve politeizmin temelini oluşturmuştur. Animizm, insanın
çevresinde bütün şeylerin ruhlu olduğu inancıdır. E. B. Taylor
1871’de, İlkel Kültür adlı çalışmasında “ruhsal varlıklarla ilgili
doktrin”; Taylor tarafından dinin kaynağıyla ilgili olarak savunulan
teori. Tylor, animizmin insanlık terazisinde düşük kabileleri
karakterize ettiğini ve buradan yüksek modern kültürlere kadar
yükseldiğini söyler. Ona göre, ilkellerin çevrelerindeki hayvan, bitki,
ağaç, taş, toprak vb. gibi bütün doğa nesnelerini ve belirtilerini
ruhlu sayma inancını dile getirir.
Anka: İsmi var, cismi yok efsânevî kuş. Kaf dağında yaşar. Tüyleri
renkli ve süslü, yüzü insan yüzüne benzer, boynu gâyet uzun,
her hayvanın bir alâmetine sahip, çok büyük bir kuş. Bulunduğu
yerdeki kuşları avlaya avlaya Batıya doğru uçtuğundan Anka-i
Muğrib adını alır. Zümrüd-i Anka, Simurg, Simurg-ı Anka da denir.
Çocukları da kaparmış. Efsâneye göre, ashâb-ı ress durumu
peygamberlerine şikâyet edince bedduâya uğrayan ankanın nesli
tükenmiş. Son derece kanaatli bir kuşmuş. Tasavvufa göre anka,
insa-ı kâmil demektir. Kâmil insan anka gibi olmalıdır. Tasavvuf
felsefesine göre; heyûlâ ve hebâ da anka (gibi) kabul edilir. Muhiddin
İbn Arabî, âlemin maddî varlığına hebâ, heyûlâ ve anka
gibi isimler verir. Çünkü ona ve mutasavvıfların çoğuna göre bu
evrenin tıpkı anka gibi ismi var, cismi yoktur. Veya âlem anka gibi
bir bakıma var, bir bakıma yoktur, hem vardır, hem yoktur. Veya
ne vardır, ne yoktur. 371
And (Yemin): Yemin, kutsal sayılan bir varlığı tanık göstererek
verilen sözdür. Her toplum, kendi kutsal saydığı tanrısı, putu
370 Bak. Türbe
371 Cîlî, I/22
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 94 -
veya totemi adına yemin eder(di). Sümerliler suya dokunarak yemin
ederlerdi. Yunanlılar da Zeus adına. Özellikle çeşitli silâhlar,
demir ve demirci körüğü üzerine and Ortaasya Türkleri arasında
yaygınlığını sürdürmüştür. Anadolu Türkleri arasında bıçak, kılıç
atlamak en kuvvetli andlar arasında sayılagelmiştir. Çeşitli silâhlar,
çoban sopası ve bıçak gibi âletlerin birincide derecede and içmede
rol almaları, ilkel toplumlarda bu âletlerin üretim aracı olarak
büyük fonksiyon ifa etmeleriyle açıklanır. Bu âletler aynı zamanda
koruyucu ve besleyici ruhu temsil eden fetişlerdir. Anda uyulmaması
halinde bu fetişler darılır ve bozana zarar verir inancı vardır.
İslâmiyet’ten sonra Türkler, yer yer bu geleneklerini sürdürürken,
Mushaf/Kur’an üzerine and içildiği veya Kitab’a el basıldığı da görülmeye
başlanmıştır. Sonra, ekmek üzerine de and içmek önem
kazandı. Sevilen, değer verilen kişiler üzerine and içme, eski Türklerden
bu güne kadar yaygın bir uygulamadır. Fetişizmden dolayı,
kendisi üzerine and içilen/yemin edilen tabu veya putun, eğer yemine
sâdık kalınmazsa çarpacağı, zarar vereceği anlayışının hâlâ
sürdüğü görülmektedir. Halkın, “Kur’an çarpsın!”, “ekmek çarpsın!”,
“iki gözüm önüme aksın!”, veya “çocuğumun başı üzerine”,
“anamın ölüsünü öpeyim” gibi bedduâ/ilenç karışımı and içmeleri,
bu anlayışın uzantısıdır. “Yemin etsem başım ağrımaz” deyimi de,
yine, yalan yeminin musîbete sebep olacağı anlayışı ile ilgilidir.
Andiçme: And ve andiçme kelimeleri, Moğolca’dan dilimize
geçmiştir. Moğolca anda: Kan kardeşi ve amca, dayı anlamına gelir.
Türkçeye and şeklinde geçmiştir. Andiçmek, bir Moğol töresi
gereğidir. Moğol töresine göre, iki ayrı boydan olan kimse, birer
damla kanını bir kaba damlatır, şerbetle karıştırır, karşılıklı içerler.
Bu durumda ikisi, birbiriyle kankardeşi olur, buna andiçmek
denir. Türkler müslüman olmazdan önce, bu uygulamaları benimsemişler
şamanist Türk boylarında eski çağlardan beri bu andiçme
geleneğini uygulamışlardır. Eski Türkler; Göktanrı, tapındıkları
putlar ve tabiat varlıkları adına andiçerlerdi. En değerli antlardan
biri, kan üzerine içilen anddı. Eski Türklerde kan kardeşliği çok
önemliydi ve kişilere gerçek kardeşlerin hak ve görevlerini yüklerdi.
Yapılan and töreni, ettikleri kardeşlik yemininin kanıtı sayılırdı.
Kardeşleşme ve dostlaşma töreni olarak and merasiminde, kardeş
olmaya karar veren şahıslar, topluluk huzurunda kollarını çizerek
and kabına kan akıtırlar, kımız, süt veya şarapla karıştırılan bu kan
taraflarca içilirdi. Daha sonra, silâhlar, atlar veya kız kardeşler değiştirilir
ve taraflar andlı adaş (Moğollar devrinde anda) olurlardı.
Bu, kan üzerine yapılan yemin demekti.
Bu tür and törenleriyle ilgili ilk bilgilere Herodot tarihinde
PUT VE PUTA TAPINMA
- 95 -
rastlanmaktadır. Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügat-ı Türk adlı meşhur
eserinde; Kırgız, Kıpçak ve daha başka Türk boylarında andiçmenin
kılıç üzerine yapıldığını açıklar. Yakut, Altay ve Salcak
kabileleri en büyük andlarını eski totem olan ayı üzerine yaparlardı.
Türkler İslâmiyetten sonra, şer’î mahkemelerde fıkhî yeminleri
uygulamalarına ve giderek çoğalan bir uygulama ile Allah adına
yemin etmeye başlamalarına rağmen, eski câhiliyye geleneğinin
devamı mâhiyetindeki bazı and gelenekleri sürdü. Anadolu’nun
kimi yörelerinde hâlâ benzeri kankardeşliği, yani and içme görülmektedir.
İslâm mahkemelerinde genellikle tanıklara yemin ettirilmezdi.
Yalan yere yemin etme yaygınlaştığı son zamanlarda gerekli
görüldüğü durumlarda yemin istenirdi. Bu yemin, Osmanlı devletinde
Allah adına “vallahi” şeklinde idi. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda
da önceleri Allah adına yemin edilmeye devam edildi.
Laiklik, devletin ilkeleri arasına girince Allah adına yemin etme
kaldırıldı, “namusum ve vicdanım üzerine yemin ederim” şeklinde
ifadeler kullanılmaya başlandı. Ceza mahkemelerinde tanıklar,
bu şekilde yemin ederek ifade vermek zorundadır.
İlköğretim öğrencilerine, her sabah andiçme törenleri uygulanır,
çocuklara Atatürk’ün izinden gideceklerine, ilkelerini sürdüreceklerine
dair söz verdirilir, andiçirilir. 657 sayılı Devlet Memurları
Kanununun 2670 sayılı kanunla değişik 6. maddesine göre, her
memur ve memurluğa yeni başlayan kişi, anayasa ve kanunlara
bağlı kalacağına, Atatürk ilkelerine ve laik TC’ye karşı görevlerini
yerine getireceğine namus ve şerefi üzerine yemin ettirilir ve
yazılı metne imzası alınır. Yemin töreni: Askerlere, genellikle kırk
günleri dolduğunda topluca yukarıdaki yemin sözleri söyletilir. Bu
bir merasim havasında olur. Buna yemin töreni denir.
Arâis-i Hak: Hakk’ın gelinleri. (Arûs; gelin, güveyi, düğün) Tasavvufta;
Başkalarından kıskandığı için Hakk’ın, kimliklerini halka
açıklamadığı ve gizli tuttuğu velîleri. Hakk’ın harîm-i ilâhideki has
dostları, özel ilgisine mazhar olan kulları. Gerdek gecesi gelini damaddan
başkası görmediği gibi bunları da İlâhî haremde Hak’tan
başkası görmez. Bunlara “arûs-i azrâ” (bâkire gelinler, dilber gelinler)
ismi de verilir.
Arbede: Savaşmak, kavga etmek. Tasavvufta; Cezbeli sâliklerin
ve galebe halindeki bazı sûfîlerin Cenâb-ı Hak ile tartışmaları, çekişmeleri
ve kavga etmeleri. Buna müşâcere ve muhâseme de denir.
Bir naz ve samimiyet halidir.
Artemis: Eski Yunan’da verimlilik tanrıçası. Elinde ok ve yay
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 96 -
tutan çok göğüslü atletik bir genç kadın şeklinde tasvir edilen ve
genellikle iyi tabiatlı olduğu düşünülen Artemis, inanışa göre bazen
ânî yıkım ve tahribata da neden olabilirdi. Dolayısıyla o, aynı
zamanda tehlikeli bir tanrıçaydı. Ona doğrudan bakmak bile kişiye
ölüm getirirdi. Ayrıca o, küçük hataların cezâlandırılmasından
da sorumlu idi.
Apollon (Apollo): Yunan mitolojisinde, geleceği haber veren
tanrı. Genellikle şiir ve müzik tanrısı olarak bilinen Apollon’un
ana niteliği, geleceği haber vermektir. Zeus’ün, Leto’dan doğma,
en sevgili oğluymuş. Tanrıların en güzeliymiş, tanrıça Artemis’in
de ikiz kardeşi. Heykelleri, erkek güzelliğinin simgesi olabilecek
ölçülerle yapılmıştır. Romalıların da en çok benimsedikleri ve taptıkları
Yunan tanrısı odur. Hem hastalık saçmak hem de hastalıkları
iyi etmek gibi karşıt nitelikleriyle de meşhurdur.
Ariel: Yahûdi inancına göre kütü melekler. Yahûdi gizemciliğinin
baş eseri kabala’da kötü ruhlu melekler bu adla anılır.
Yahûdilere göre, Yahûdi peygamberlerinden Eş’iya da Kudüs’ü bu
adla anmıştır.
Ârif: Bilen, vâkıf, âşinâ, tanıyan, anlayışlı, kavrayışı mükemmel,
irfan sahibi. Tasavvufta; Allah Teâlâ’nın kendi zâtını, sıfatlarını,
isimlerini ve fiillerini müşâhede ettirdiği kimse. Keşf ve
müşhâhede yoluyla yani mânevî ve rûhî tecrübelerle Allah hakkında
zevkî ve vecdî bilgilere sahip olana “ârif” denir. Ârif, kendisi
sustuğu halde diliyle Hakk’ın konuştuğu kimsedir. Ârif, kendi varlığında
fâni, Hak ile bâkîdir.” İbn Arabî, ârifin dış âlemde “şeyler”
(eşya) yaratma gücüne sahip olduğunu ve bu gücün onun himmeti
olduğunu söyler.372 Onun yarattığı şeye “mahlûk-ı ârif” denir.
Ârif, sûfîlikte kâmil insandır. 373
Arrâf: Falcı, kâhin, medyum; çalınan veya kaybolan eşyayı bulmak
için falcılık yapan kimse. Gaybden haber veren kimselere verilen
vasıftır. Cin, yıldız ve bazı tılsımlara dayanarak gelecekten
haber vermeye çalışan kimselere verilen isim.
Asena: (Aşine) Eski Türk mitolojisinde Türklerin kendisinden
türediği düşünülen dişi kurt. Bundan dolayı eski Türkler arasında
bozkurtlara büyük saygı duyulmakta ve Türk hakanları kendilerini
Asena soyuna bağlamaktaydılar.
Asya (Asia): Yunan mitolojisine göre Prometheus’un annesi.
Okeanus’la Tethys’in kızı ve Titanlardan İapetos’un karısıdır. Asya
372 bkz. Füsûs, 6. Fasl
373 Süleyman Uludağ, s. 52-53
PUT VE PUTA TAPINMA
- 97 -
kıtası, adını ondan almış. Homeros çağında sadece Batı Anadolu’ya
Asya deniyordu. Asya kıtasının adının Yunan mitolojisindeki Asios
adlı Toia’lı (Yunan) büyücüden geldiği de söylenir.
Astroloji: Yıldızların hareketlerinden hüküm çıkarma, ilm-i
nücûm, müneccimlik. Gök cisimlerini, yıldız ve gezegenleri inceleyerek
insan kaderi, mevsimler, olaylar vb. şeylerle ilgili yorumlarda
bulunma bilimidir.
Astrolog: Yıldız falına bakan kimse, müneccim.
Atalar Kültü: Birçok inanç sisteminde varlığı gözlemlenen atalara
ta’zim ve onların tanrılaştırılması fikri. Çin ve Japon geleneksel
dinlerinden eski Ortadoğu dinlerine kadar birçok dinî sistemde
yer verilen bu külte göre ölmü ataların ruhlarının varlıklarını
sürdürdüğü ve geride kalan akrabaları, yakınları ve bütün toplum
için tasarruf yetkisini devam ettirdiği düşünülür. Bu nedenle onların
mezarlarını ya da yeryüzündeki varlıklarını simgeleyen kalıntılarını
bir duâ ve ta’zim yeri haline getirmek, bu külte yer veren
bütün dinsel geleneklerde görülen ortak bir özelliktir. Ayrıca onların
resim, kabartma ya da sembolik sûretlerini yaparak onlara
ta’zimde bulunmaya da sıklıkla rastlanır. Azizler ve ermişler kültü
de atalar kültünün bir başka uzantısını oluşturur.
Ateizm: Ate: Allah’ı inkâr demektir. Ateizm: Allah’ın varlığını
inkâr etme, tanımama anlamına gelir. Tanrıtanımazlık da denilen
ateizme, eskiden ilhâdiye ve dehriyye denilirdi. Ateist de: Allah’ı
inkâr eden; tanrısız, dinsiz kâfir demektir. Ateizme Ateistlik de
denir.
Ateşe Tapma: Mecûsilerin dini, Zerdüşt dininde esas olan tapınma.
“Mecûs” (ateşe tapanlar) 22/Hacc, sûresi, 17. âyetinde geçer.
Mecûs dinindekilere Mecûsî denilir. Zerdüşt: Milâttan önce
altıncı asırda yaşamış, iyilikle kötülüğün mücâdelesi esasına dayanan,
iyilik ve kötülük tanrısı olarak iki ayrı tanrıya inanılan ve
ateşe tapılan dini kuran kişi. Bu dine mezdekîlik de denir. Zerdüşt,
Bilgelik tanrısı Ahuramazda’nın kendisine göründüğünü ve ondan
doğruluğu yaymak görevini aldığını ileri sürdü. Ahuramazda’nın
en büyük tanrı olduğunu, öteki birçok tanrı arasında, yalnız ona
tapmak gerektiğini savundu.
Ateşgede: Ateşe tapanların, Zerdüştlük inancına sahip olanların
ateş yaktıkları tapınak. Tasavvufta; Sürekli hak aşkı ile yanan
gönül anlamında kullanılır.
Athene: Yunan tanrılarından biri. Zeus’ün kafasından çıkan
kızı. Yunan çoktanrıcılığının en ünlü ve önemli tanrılarından
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 98 -
biridir. Atina kentinin koruyucusu ve ruhu sayılır. Savaşçıdır, babası
tanrılar tanrısı Zeus’ün kafasından tepeden tırnağa silâhlı olarak
çıkmıştır.
Atılan ok geri dönmez: Tasavvuf kültürüne göre; bir velî
bedduâ ettimi mutlaka hedefini bulur. Bedduânın hedefine ulaşmasına
engel olmak ve onu geri almak, velînin elinde değildir.
Şeyhe ve velîye karşı işlenen suçun tevbesi ve affı olmaz.
Atina: Yunan mitolojisine göre, ruhunun tanrıça Athena tarafından
temsil edildiğine inanılan Yunan kenti. Yunan mitolojisinde
Athenai (Athena’nın kenti) adıyla anılır. Güzel sanatlar kentidir.
Atlantis: Yunan mitolojisine göre yok olmuş ada. Antik çağın
ünlü Yunan düşünürü Platon’un anlattığına göre, eski bir Yunan
masalında bu adı taşıyan bir ada varmış, sonradan denize gömülüp
yok olmuş. Atinalıların oraya gönderdikleri ordu da adayla
birlikte sulara gömülmüş.
Atlas: Yunan tanrısı, kralı ve dev. Yunan mitolojisinde iki Atlas
vardır. Biri denizler tanrısı Poseidon’un Atlantis yerlilerinden
Euenor’dan doğma oğludur ve babası tarafından Atlantis kralı
yapılmıştır. İkincisi bir devdir, dev tanrı. Yunan mitolojisinde Olimpus
tanrılarına karşı yapılan bir başkaldırı hareketinde yer alan ve
cezâ olarak dünyanın ucunda ebediyyen dikilerek semâları sırtında
taşımak zorunda bırakılan bir titan (dev); Hesperides’in babası.
Sihirli elmaları almaya geldiğinde Herkül’e yardım ederken, kısa
bir müddet semâları sırtlama işini Atlas’ın yerine Herkül’ün yaptığına
inanılır.
Avesta: Mecûsilerin kutsal kitabı. Zerdüşt’ün sözleri olduğuna
inanılan kitap. Eski İran diliyle yazılmıştır. Aslının on iki bin öküz
derisine yazıldığına ve bu metnin de İskender tarafından yaktırıldığına
inanılır.
Avrupa: Bkz. Europa
Ay ata: Eski Türk yaratılış mitolojisinde yaratılan ilk insan.
Onun eşi ise Ayva idi.
Ayazma: Yunanca “kutsal” demektir. Hıristiyanlıkta bir aziz
veya azizeye isnat edilen kuyu veya pınar için kullanılır. İsa
Mesih’in vaftizinin hâtırasına adanan su veya su kaynağı. Bazı yörelerde
bu suyu içmekle veya vücuda sürmekle hastaların iyileşeceğine
inanılmaktadır.
Âyin: Dinî merâsim, ibâdet. Âyin, Farsça bir kelime olup, aslında
âdet, gelenek, usûl ve kanun demektir. Dilimizde hıristiyanların
PUT VE PUTA TAPINMA
- 99 -
dinî tören ve ibâdetlerine denilir. Dinsel bir amaçla; günahlardan
sıyrılmak, sevap elde etmek, kötü güçleri kovmak, İlâhî güçleri yardıma
çağırmak gibi gâyelerle tek veya toplu şekilde yapılan tapınma,
ritüel. Âyinler, dinî geleneklerin temel özelliklerinden birisidir.
Gelenekten geleneğe farklı âyin şekilleri olabileceği gibi, birçok
dinde görülebilen ortak âyinler de vardır. Âyini-i rûhânî: Hıristiyanlarda
dinî tören demektir. Bütün din mensuplarının, mecûsîlerin,
yahûdilerin ve özellikle hıristiyanların ibâdethânelerde icrâ ettikleri
toplu dinî törenler, ibâdetler için kullanılır. Tasavvuf kültüründe
ise; tarikat ehlinin kendi aralarında belli bir usûl ve düzene
göre topluca icrâ ettikleri zikir, dinî merâsim, semâ bu adla anılır.
Âyin-i Tarikat: veya Âyin-i Ehlullah: Evliyâ âyini; a) Şeyh veya halifesi
tarafından yönetilen, mürit ve dervişlerin iştirâki ile yapılan
tarikat âyinleri; b) Evliyânın sîreti, gidişâtı, harket ve ibâdet tarzı,
meşrebi ve zihniyeti. Bütün tarikatlerde belli âyinler ve dinî
törenler, başka bir deyimle vecd yolu ile Allah’a yaklaşmak için
yapılan belli hareketler vardır. Bu âyine Mevlevîler semâ veya
mukabele, Kadirîler devrân, Rifâîler Zikr-i Kıyâm, Nakşibendîler
Hatm-i Hâcegân ismini verirler. Bu âyinler tekkelerde, zâviyelerde,
mescidlerde ve evlerde icrâ edilir. Birkaç tarikat hâriç, bütün tarikat
âyinlerinde besteli şiirler ve İlâhîler, bazı tarikatlerde ise buna
ilâve olarak tef, ney ve kudüm gibi çalgı âletlerini çalmak esastır.
Âyin-i Niyâz: Bektâşîlerin, Babaya gelip hayır ve himmet istemek
için onun huzurunda yüz ve gözlerini yerlere sürerek yalvarırlar,
buna niyâz etme ve niyaz âyini adı verilir. Bu âyin, Mevlevîlikte
de vardır. Âyin-i Cem: Cem veya Cemşid âyini demektir. Efsâneye
göre şarabın mûcidi olan eski İran hükümdarlarından Cem veya
Cemşid adına yapılan törendir. Tasavvufta; Bektâşilerin ve Alevî
zümrelerin çeşitli vesilelerle düzenledikleri müzikli ve içkili toplantıya
bu ad verilir. Alevîlerde kadınlar da bu âyinlere katılır.
Aziz (sint, saint): Kutsallığına inanılan kişi, ermiş insan. Hıristiyanlık
tarihinde azizlik kurumu çok büyük bir önem taşır. Aziz,
önce halkın inancıyla azizleşir, sonra kilise tarafından resmen
aziz olarak tanınır ve açıklanır. Hıristiyanlıkta otuz beş bin aziz
bulunduğu tespit edilmiştir. Meşhur hıristiyan araştırmacılarından
Camille Jullian şöyle der: “Ancak azizlerin mezarlarına sahip
olduktan sonradır ki, hıristiyanlık halk yığınlarınca kabul edilmiş
ve tutulan bir inanç haline gelmiştir.” Hatta ilk hıristiyanlar, Kelt
kasabalarında kendi inançlarını yayabilmek için onların kutsal
saydıkları mezarların üstüne birer haç dikip benimsemek zorunda
kalmışlardır.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 100 -
Bâtıl ve Bâtıl Dinler: Bâtıl: Doğru olmayan, yanlış, boş ve geçersiz
olan demektir. Hakkın karşıtı olan bâtıl, Allah’ın indinde
geçerli tek din olan İslâm’ın dışında veya ona muhâlif olan her
şey için kullanılır. Kur’an’da, hakkın yanında bâtılın hiçbir yerinin
olamaycağı, zira hakkın gelmesiyle bâtılın zâil olacağı, ortadan
kalkacağı ve bâtılın zâten yok olmaya mahkûm olduğu belirtilir.374
Tasavvuf anlayışına göre bâtıl inkâr olunamaz. Çünkü eşya zıddıyla
kaimdir. Onun için bâtıla da hak nazarıyla bakmak gerekir.
“zehî hayâl-i muhâl, zehî tasavvur-ı bâtıl” (Anonim). Bâtıl Dinler:
İnsanlar tarafından ortaya atılan, beşerî dinlerdir. İnsanın uydurmasına
dayanan bu dünya görüşü ve hayat anlayışları, hak dine
alternatif olarak ortaya konulan bazen din olarak, bazen felsefe
veya ideoloji olarak ortaya konulan görüşlerdir. Başlangıcından
itibaren vahye dayanmayan tüm din ve ideolojiler, dünya görüşlari
ve yaşama biçimleri birer bâtıl dindirler. Adına din denilmeyen
kapitalizm, komünizm, materyalizm, laiklik ve demokrasi de birer
bâtıl din kabul edilmelidir. Bâtıl İnanç: Doğru olmayan, dinin
temel yapısının dışında olan ve genellikle eski geleneklerin veya
diğer inanç sistemlerinin bir uzantısı olarak kabul edilen şeylerdir.
Bâtıl inançların temelinde yanlış tabiat bilgileri, mantık dışı düşünceler,
yanlış korkular ve tutkuların etkileri vardır. Falcılık, yıldız
veya rüya yorumları, kehânette bulunma, gizemli tedavi biçimleri,
cin korkusu, büyü, sayı sembolleri bâtıl inancın tipik tezâhürleridir.
Gerçek dinî inancın kaybolduğu yerde bâtıl inanç bunun yerine
geçer.
Bedîuzzaman: Bedî’: Eşi ve benzeri olmayan, örneksiz olarak
yaratan375 demektir. Allah’ın güzel isimlerinden (esmâü’lhüsnâ’dan)
biridir. Hayret verici, eşsiz güzellikte olan, benzeri
olmayan şeyleri vücuda getiren, kimseye benzemeyen, icat edici
olan, yaratıcı anlamında kullanılır. Bedîuzzzaman: Zamanın bedîi
olanı, zamanda kendisi gibi görülmedik olan. Kimseye benzemeyen
demektir.
Bekçi: Sahip, hâkim, hâmi, muhâfız. Tasavvuf kültüren göre;
her beldenin bir sahibi, yani mânevî bekçisi ve muhâfızı vardır; Bu
da velîdir.
Bellona: Romalıların savaş tanrıçası. Savaş tanrısı Mars’ın karısı
ya da kız kardeşidir. Yunan tanrıçası Enyo’nun Latinleştirilmişidir.
Beşler: Tasavvuf kültürüne göre; Cebrâil’in kalbi üzere bulunan
(rûhânî his ve bilgilerini ondan alan) beş ermiş. Ruhların
374 17/İsrâ, 81; 21/Enbiyâ, 18
375 Bk. 2/Bakara, 217
PUT VE PUTA TAPINMA
- 101 -
hükümdarı olan Cebrâil’in nefesinden ve ilminin feyzinden kalpler
hayat bulduğu gibi, tarik ehlinin hükümdarları olan beşlerin
nefes ve ilim feyzinden de gönüller hayata kavuşur.
Bî-reng: Renksiz. Tasavvufta; dinlerin birliği (vahdet-i edyân).
Bütün renklerin aslı renksizlik olduğu gibi, bütün dinlerin aslı da
bir ve aynıdır. Bu da bütün insanların “elest bezmi”nde kendilerinin
kul, Allah’ın Rab olmasını kabul etmelerinden ibâret olan
tek ve bir dindir. Belli bir mertebeye ulaşan mutasavvıf, bütün
din mensuplarına aynı gözle bakar. Çünkü hepsinin aslı birdir. Bütün
dinler ve mezheplerde esas olan sözkonusu dinin renkleridir.
Hallâc’a göre insanlar, kendilerinin tercih ettikleri din üzere değil;
kendileri için tercih edilen din üzere bulunurlar. İbn Arabî’ye göre
Allah, kendisinden başkasına ibâdet edilmemesine ferman buyurduğundan,
esasen Ondan başkasına ibâdet etmek mümkün değildir,
başka şeylere ibâdet edenler farkında olmadan Ona ibâdet
ederler.
Brahmanizm: Vedaları vahiy mahsûlü olan kutsal kitap kabul
eden ve reenkarnasyon (tenâsüh/ruh göçü) inancına yer veren,
Hinduizm tarihinin Vedalar sonrası iksinci safhası. Adını hem
râhipler sınıfı Brahmanların ağırlıklı konumlarından hem de tanrı
Brahma’ya verilen önemden alır. Brahmanizmde karmaşık kurban
işlemleri ve kast sistemi gelişerek ağırlık kazanmıştır.
Buda (Buddha): Budizmin kurucusu Gautama Buddha için
kullanılan bir unvandır. Tharavada Budistleri geçmiş dünya çağlarında
birkaç Buddha’nın bulunduğunu ve gelecekte de yine diğe
Buddhaların var olacağını kabul etmekle birlikte, içinde bulunduğumuz
dünya devrinde yalnızca bir Buddhanın, yani Gautama’nın
varlığını benimserler. Mahayana Budtistleri ise sayısız Buddha ve
Bodhisattvaların varlığını kabul ederler.
Budizm: MÖ 6. veya 5. yy’da Gautama Buddha’nın öğretilerine
dayalı olarak Hindistan’da kurulmuş olan misyonerliğe dayalı
büyük inanç sistemlerinden birisidir. Hindistan’da doğup orada
gelişmesine rağmen sonradan anavatanında hemen hemen
yok oldu ve daha ziyade uzak doğuda yayıldı. Tarihî süreç içerisinde
Budizm, iki ana kola ayrılmıştır. Bunlardan hinayana’nın
(Küçük araba) Tharavada (eskilerin geleneği) ekolü, Güneydoğu
Asya’da, Seylan, Burma, Tayland ve Kamboçya’da yayılırken, Mahayana
(Büyük araba) mezhebi ise Tibet, Çin, Kore, Japonya ve
Vietnam’da taraftar buldu.
Hinduizm içerisinde reformist bir hareket olarak ortaya çıkan
Budizm, Hinduizmin tanrı düşüncesini ve kast sistemini reddeder.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 102 -
Acı ve ıstırapla dolu insanın kendi çabasıyla kurtulabileceğini savunur.
Büdelâ: Bedel, karşılık, denk, bir şeyin halefi ve değişiği anlamına
gelen “bedel”in çoğuludur. Tasavvufta; Yediler (yedi evliyâ)
anlamına gelir. Bunlardan her biri gözden kaybolur, bir anda çok
uzak mesafelere giderler. Gözden kayboldukları vakit, yerlerine
her yönden kendilerinin tıpkısı olan canlı bir beden bırakırlar. Hâl,
hareket ve şekil bakımından aslından ayırt edilmeyen bu bedene
“bedel” ve “bedil” denir. Bedel bırakma gücüne sahip olan velîlere
“büdelâ” denir (bak. Abdal maddesi).
Burç: Güneş sisteminde yer alan on iki takım yıldızın her biri:
Koç, Boğa, İkizler, Yengeç, Aslan, Başak, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak,
Kova, Balık. Güneş her yıl bu takım yıldızlarından birinin bölgesinde
bulunur. Burçlar, daha çok fal için, kişinin geleceğini öğrenmek
gibi bâtıl, yalana dayanan ve büyük günah kabul edilen gaybı bilme
iddiasının aracı olarak eski zamandan beri kullanılır. Hemen
tüm bâtıl dinlerde burçların yeryüzündeki yaşam ve insanlar üzerinde
etkili oldukları düşüncesi mevcuttur. Maalesef son zamanlarda
daha yaygınlaşarak şuurlu zannedilen Müslümanlara kadar
bu şirk düşüncesi yayılmakta, insanlar, kendi kaderlerini burçlarda
görmektedir.
Büt: Put, sanem. Divan edebiyatında sevgiliye istiâre yoluyla
büt ve sanem denilir. Buradaki put, daha çok kilise duvarlarındaki
mozaik işlemeli tasvirler yerine kullanılır ve sevgilinin o tasvirler
kadar güzel olduğu anlatılmak istenir. Putun güzel kabul edilmesi,
İslâm etkisi altında oluşturulduğu değerlendirilen bir edebiyat
için (Osmanlı divan edebiyatı) ne kadar İslâmîdir, orası hiç gündeme
gelmez. Sevgilinin beni ile kâkülü putperest olarak bilinir.
Küfr kelimesinin siyah anlamı ve kâfir kelimesiyle olan ilişkisi böyle
bir teşbihe sebep olur. Bu küfür karşısında yanak, aydınlık şekliyle
imanı simgeler. Yine sevgilisinin güzelliği bir puthâne gibidir
(Meselâ câminin değil; puthanenin de örnek güzelliği kabullenilir).
Âşık, sevgilisinin güzelliği karşısında kendini bir puthânedeki
kadar dinden imandan çıkmış olarak gösterir. Çünkü o güzellik
aklını başından almış ve onu, ne yaptığını bilmez hale getirmiştir.
Büt kelimesi, Çin ile birlikte kullanıldığında ortak yön resim olur.
Çünkü resmin Çin’den çıktığı ve en güzel resimlerin orada yapıldığı
görüşü yaygındır. Büt-i tersâ: Hıristiyan putu. “Demâdem cevrler
çekdiğim bî-rahm bütlerden / Bu kâfirler esîri bir müselmân olmasın
yâ Rab.” (Fuzûlî); “Ol büt-i tersâ sana ‘mey nûş eder misin?’
demiş / El aman ey dil, ne müşkilter suâl olmuş sana.” (Nedim) (O
Hıristiyan güputu -güzel-, sana ‘şarap içer misin?’ demiş. Aman ey
PUT VE PUTA TAPINMA
- 103 -
gönül, sana ne zor bir sual sormuş!)
Cadı: Büyücü kadın; Geceleri dirilip insanlara kötülük ettiğine
inanılan ölü kadın, hortlak. Cadı inancı özellikle ortaçağ Avrupa’sında
çok yaygındı. Büyücülük yapanların da bu cadılar olduğuna
inanılmış ve cadı kelimesi, büyücü anlamında da kullanılmıştır.
Hıristiyanlık tarihinde büyücü avları gibi cadı avları da ünlüdür.
Cadı sayılıp yakılanların sayısının ortaçağ hıristiyan Avrupasında
milyonları aştığı tarihlerde yazılıdır.
Câhiliyye: Câhiliyye; lügatta “bilgisizlik” mânâsına gelir, ilmin
zıddıdır. Beyinsizliği ve hamâkati de içine alır. Genellikle İslâm’ın
hâkim olmasından önceki hayatı içine alır. İslâm’ın ortaya çıkmasından
önceki küfür ve sapıklık hali anlamında kullanılır. Istılah
olarak: “Allah’ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip
bunların yerine insanlar tarafından konulan hükümlere, düşüncelere
ve sistemlere inanmaktır.”
Kur’an’da genellikle bu anlamda yer almıştır. Mâide Sûresi
50. âyete göre; Allah’ın koyduğu hükmü, hududu dikkate almayan
bütün sistemler, câhiliyyeye dayanmaktadır. Helâl ve haram
hudutlarını önemsemeyen bütün ekonomik kuruluşlar, câhilî sermayeye
dayanmak durumundadır. İnsanları Allah’ın dinine göre
eğitmeyen bütün eğitim sistemleride câhilî eğitim durumundadır.
Câhiliyye kavramı, hakka ve hakikate dayanmayan her türlü
itikadî ve amelî unsurları içine alan bir kavramdır.
Câhiliyye, “bilgisiz olma”yla eş anlamlı görünmüş olsa da, temelde
bir düşünme biçimi, bir sistem, bir yaşantı şeklidir. Kur’an’ın
İslâm dışı toplumların ve kişilerin tutum, davranış, yaşantı ve kurdukları
sistemi tanımlamak için kullandığı bir kavramdır. Değer
yargılarını, ahlâk kurallarını, inanç, düşünme ve davranış biçimlerini
bünyesinde toplayan ve kendine bağlı insanların yaşayışlarına
yön veren iki sistemden biri İslâm; diğeri hangi ad altında
olursa olsun “câhiliyye”dir. Şirk ve küfür, bu sisteme inanç ve itikad
yönüyle ad olurken, câhiliyye de, kabul edilen değer yargıları
ve davranış biçimleri, yani sosyolojik yönüyle ad olur. Câhiliyye,
“bilgisiz olmak”tır; evet, esas bilinmesi gerekeni bilmemek, yanlış
bilgi sahibi olup, bilmediğini de bilmemek, hevâya, kuruntuya,
zanna uymaktır. Esas bilinmesi gereken Hakk’ı hak olarak bilmemektir,
câhiliyye.
Câhiliyye, belli bir döneme ait bir olgu değil; insan hayatında
sürekli var olan dinamik ve yaşayan bir olgudur.
Peygamberimiz’den önceki dönem câhiliyye devri olduğu gibi;
günümüz modern câhiliyyesi de en büyük ve en ilkel câhiliyyedir.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 104 -
Câhiliyyenin, kendine göre (Allah’a dayanmayan) inanç sistemi,376
yaşayış biçimi,377 ahlâk anlayışı378 ve devlet görüşü379 vardır.
İslâm’ın zıddı, câhiliyyedir. (Câhiliyye bir inanç ve yaşama biçimi
olarak İslâm’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. Küfür
demektir.) İslâm’ın her parçasının karşısında mutlaka câhiliyye
vardır.
Câhiliyye dönemi Arap Dini: Peygamberimiz Hz. Muhammed’in
(s.a.s.) İslâm’ı tebliğ edip Mekke fethiyle birlikte tüm Arabistan
yarımadasında tevhid dini olan İslâm’ı hâkim kılmasından önceki
dönemde, Arabistan’da hâkim olan dinsel yapı. Dinler tarihinde
bir adı bulunmayan bu dinin temel karakteristikleri, Yüce bir Allah
inancına sahip olmakla birlikte, O’na birçok konuda şirk koşulması,
çeşitli gök cisimlerinin, tabiat nesnelerinin, melek ve cin
gibi bazı metafizik varlıkların ve kabile reisleri, zenginler ve asiller
gibi bazı kişilerin tanrılaştırılması ve bunlara dayalı bir paganizmin
mevcut olmasıydı.
Cibt: Put, tâğut, habis ve alçak, kâhin, ruhsuz ma’bud. Allah’ın
dışında kendisine kullukta bulunulan her şeye ve her kişiye isim
olarak verilir. “Kendilerine Kitap’tan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara
ve cibt’e ve tâğûta (putlara ve sahte tanrılara) iman ediyorlar, sonra
da kâfirler için: ‘Bunlar Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’
diyorlar.”380 Cibt, Allah’ın otoritesine karşı çıkan ve insanları yönetme
ve yönlendirme iddiâsını taşıyan her kişi ya da kurum için kullanılır.
Tâğût kelimesiyle eşanlamlı gibidir. Cibt ve tâğut, Allah’tan
başka ilâh olarak tanınan ruhlu ve ruhsuz ma’butların, putların
tam isimleridir. Kur’an’da bu terim, şirki tevhidden -sırf düşmanlık
ve kinleri yüzünden- üstün gösteren bazı Yahûdilerin bâtıla
ve puta inandıkları, inkâr edenlere müşriklerin Müslümanlardan
daha doğru yolda olduklarını söyledikleri anlatılırken sözkonusu
edilmektedir. Allah bu tip adamlara lânet etmiştir. 381
Cifr: Harflere verilen sayı kıymeti ile geleceğe veya geçen
hâdiselere, ibârelerden tarih veya isme dair işaretler çıkarmaya
denir. Ebced hesabının bir çeşididir. Harflere verilen ebced değerleri
gibi, rakam ve remiz (sembol) ile ifade edilen, gelecek hakkında
haber verdiğine inanılan bilgiye ad verilen cifr, hurûfilik denilen
sapık bir tarikat tarafından dini, tümüyle zâhirinden farklı
376 3/Âl-i İmrân, 154
377 48/Fetih, 26
378 33/Ahzâb, 33
379 /Mâide, 50
380 4/Nisâ, 51
381 bk. Tâğut
PUT VE PUTA TAPINMA
- 105 -
değerlendirmeye sebep olan anlayıştan etkilenerek ortaya çıkmıştır.
Hurûfiliğin kaynağı da yahûdi kabalası, eski Yunanlardan kalma
Pisagorculuk ve çeşitli câhiliyye tılsımlarıdır. Değişik sihirlerde,
kayıp bulmada, gayba taş atmada ve muskalarda bol bol cifirden
ve ebcedden yararlanılır.
Cin: Gözle görülmeyen canlı varlık; Cinler tarafından çarpılmaya,
daha doğrusu böyle kabul edilen felç vb. sakatlıklara cin
çarpması, veya şeytan çarpması denilir.
Cincilik: Yere ait ruhlardan, yani cinlerden yararlanılarak,
daha doğrusu böyle bir iddia ile yapılan sihirdir. Bu tür büyülerle
uğraşanlara da cinci denir.
Çan: Eski Mısır, Yunan ve Roma kültleri yanı sıra, uzakdoğudaki
şintoizm gibi çeşitli din ve geleneklerde, tanrıları uyarmak,
kötü güçleri kovmak, dinî âyin ve törenleri düzenlemek ve benzeri
amaçlarla kullanılmıştır. Şintoizmde çan, mâbed girişinde çalınır.
Hıristiyanlıkta çanın Kartaca’da kullanılışıyla ilgili ilk bilgiler 6.
yy’a âittir. Öten yandan Roma’da Papa Sabiniamus’un 604 yılında
çan kullanımını Batı kilisesine soktuğu belirtilir. Doğu kiliselerinde
ise çan 9. yy’dan itibaren kullanılmaktadır.
Çaput: Türbelere bağlanan kumaş parçaları. Mezar taşı, türbe
ve tekke penceresine veya o civardaki ağaçlara düğümler, çaputlar
bağlamak eski Türk câhiliyyesinden devralınan hurâfe ve putperest
özelliklerindendir. Türkler, müslüman olmadan önce sahip
oldukları türbelere ve kutlu saydıkları ağaç ve çalılara paçavra
bağlamak ve mezarlarda mum yakmak gibi câhiliyye âdetlerini,
İslâm’ı kabul etmeleriyle birlikte yeni dinlerine katmışlar, hâlâ da
bu hurâfe ve bâtıl inanışları terkedememişlerdir.
Çarpmak: Bir ermişin veya yatırın gazâbına uğramak. Velîlere,
ermişlere, yatırlara veya kutsal şeylere hakaret edilip bu gibi kişiler
ve nesneler aşağılanınca ermişlerin ve yatırların mâneviyâtı ve
rûhâniyeti onları cezalandırır.
Ayrıca, cin, peri, şeytan, ifrit, kara büyü, sihir ve benzeri güçlerin
etkisinde kalarak bunlardan olumsuz etkilenme hali için çarpılma
deyimi kullanılır. İslâm’da bâtıl bir inanç olarak nitelenen
çarpılma tasavvuruna dünyada mevcut birçok inanç sisteminde
yer verilir. Şamanizm gibi bazı din ve gelenekler bunu, doğaüstü
güçlerle trans halinin sağlanması açısından olumlu bir durum olarak
görürken, diğer birçok gelenekte bu hoş karşılanmaz ve bundan
korunma yolları aranır; çarpıldığına inanılan kişilere çeşitli
mânevî tedâvi işlemleri uygulanır; cincilerden yardım alınır. Bütün
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 106 -
bunların putperestlikle ilişkisi sözkonusudur.
Çelenk; Cenâzeye Çelenk Götürmek: Cenâzeyi çelenklerle
uğurlamak hıristiyan âdetidir. Çelenk, aslında hıristiyanların kutsal
kabul ettiği haç taşıma aracıdır. Haçı çıplak taşımamak için onu
çiçeklerle süslemekte ve öylece mezara kadar götürmekteler. Peki,
bir müslüman, bu çelenk hurâfesiyle mezara ne götürmekte veya
göndermektedir? Hıristiyanın haçını mı, yoksa çiçek buketleri arasına
sıkışmış, üzüntülerle harmanlanmış hurâfeleri mi? Yapmadığı
duâları mı? Çelenk için, cenâze için çiçeği koparmak, onu zikirden/
İbâdetten ve insanlara güzellikler veren özelliklerden mahrum etmektir.
Ayrıca israftır, bu paralarla fakirlere sadakalar verilse daha
iyi olmaz mı?
Dinimiz, kabir üzerine yığılmış kurumaya mahkûm çelenk ve
çalı değil; büyümeye ve yeşil kalmaya lâyık fidanlar, çiçekler dikilmesinden
yanadır. Peygamberimiz bizzat buna örnek vermişler,
iki kabrin üzerine hurma fidanı dikerek, “bunlar yeşil kaldıkça, içeridekiler
için rahmet vesilesi olmaları umulur” buyurmuşlardır. O halde
ne yapılması gerektiğine dikkat edilmelidir? Allah’ı râzı etmek,
cenâzeye rahmet vesilesi olmak veya hıristiyanları körü körüne
taklit edip hurâfeyi çağdaşlık sanarak çeşitli zararları seçmek. Kararı
inançlar belirleyecektir.
İslâm hayat dinidir. Her şeyde canlılık ister. Bu sebeple de hayat
sembolü olan yeşili, yeşilliği korur, geliştirilmesini teşvik eder.
Rahmete, berekete, sıhhate ve çevre sağlığına yararlı ve yeşilliğin
(her çeşit ot, bitki ve ağaçların) Allah’ı kendi halleriyle zikredip
ibâdet ettiklerini kabul eder. Ne var ki, her güzel ve doğrunun
düşmanı olan hurâfe ve bâtıl inanışlar, kör taklitçilik, amacı bilinmeden
başka milletlerden devşirilen, kapılardan gümrüksüz geçirilen
câhiliyye âdetleri yeşilin ve yeşilliğin de düşmanıdırlar.
İslâm ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan “hıdırellezde yeşil
çiğnemek gerek” düşüncesi ve uygulaması, yılbaşı kutlamaları dolayısıyla
çam kesmeler, vitrin süslemeler, bayramlarda mezarlara
yeşil çalı götürmeler, kabirlere çiçek bırakmalar, büyük kentlerde
salgın hale gelen cenâzeleri çelenklerle uğurlamalar gibi bir
sürü uygulama, bize yabancı, zararlı ve başka milletlere benzeme
girişimleri olarak sosyal ve dinî bünyeyi kemirip durmaktadırlar.
Ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili hurâfe ve bâtıl inanışlar, gün geçtikçe
artmaktadır. Oysa çok dikkatli davranılması gerekli hayat
olayı, ölüm ve sonrası ile ilgili muâmelelerdir. Ne ses, ne gürültü,
ne bando, ne top arabası, hatta ne slogan... Sadece acele fakat
telaşsız, üzgün fakat vakur, hayat kadar ölüme de râzı bir havada,
PUT VE PUTA TAPINMA
- 107 -
duâlarla ve sürekli ölümü düşünerek ölü için duâ makamında kılınacak
cenâze namazı ve yapılacak mütevâzi bir merâsim, ölene
karşı son görevin yerine getirilmesi için kâfidir. Ötesi bir yığın
hurâfe ve günahtır, israf ve yorgunluktur, cenâzeyi de rahatsız,
huzursuz etmektir.
Bir de kurban olarak horoz adamak veya kesmek var ki, horozdan
kurban olsa olsa, böyle sahte tanrılara olur dedirtiyor insana.
Yine, yatırların yanlarına konulan tuz ve şekerlerden medet
ummak, onları şifalı kabul edip almak veya dağıtmak, istismarcıların
ekmeğine yağ süren hurâfelerdendir. Oraların toprağını kutsal
kabul edip beraberinde götürmek, kabirlerin etrafında tavaf etmek...
Bütün bunlar şirk unsuru olan hurâfelerdir.
Çelîpâ: Haç, put, salîp. Edebiyatta, özellikle Divan edebiyatında
sevgili için kullanılır. Sanat eseri sayılan putta güzellik olduğu
varsayımından yola çıkılarak “put gibi güzel” demek istenir. Aslında
bâtıl müslümana göre güzel olamaz, kişiyi Allah’tan uzaklaştıran
ve şeytana, cehenneme yaklaştıran şeyin güzel olması sözkonusu
olamaz. Bir müslümana göre putun güzelliği kabul edilemez.
Bununla birlikte “büt” ve “sanem” kelimeleri gibi, aynı anlama
gelen “cibt” ve “çelîpâ” kelimeleri de sevgili için, çelîpâ kelimesi
de özellikle sevgilinin saçı için sözkonu edilir. Sevgililerin birer
kâfir olduğu düşünülürse, saçlarının da çelîpâ (haç/put) olması uygun
görülmüştür. “Tonanup ol büt-i Çîn atlas u dîbâlar ile / Deyr-i
hüsnün bezemiş müşg-i çelîpâlar ile.” 382
Çevre; Sosyal Çevre: İnsan, her türlü zihinsel ve duygusal yapıya
sahip olarak gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu
gelişim sürecini devam ettirebilmek için toplum içerisinde yaşamak
ve diğer insanlardan faydalanmak zorundadır. Bu yönüyle
toplumsal bir varlık olarak değerlendirilen insan; inancını, bakış
açısını, her türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı
toplumdan alır. Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde toplum, insanın
benliğini, irâdesini, idrâkini kuşatır, âdeta esir alır, hapseder.
İnsanın, toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele haline
gelir. Zira toplumlar kendi normlarını bireylere benimsetmek onların
düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek ister. Bu, toplumun
putlaşması demektir.
Toplum, binlerce yıllık birimini, tecrübelerini, örf ve âdetlerini,
inançlarını, değer yargılarını bireylere aktardıktan sonra, bu sosyal
değer ve normların eleştirilmesine tahammül edemez, kendine
mensup bireylerden mutlak itaat bekler. Bu normlar karşısında
382 Ahmed Paşa
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 108 -
şüpheye düşülmesini bile istemez. Sosyal çevre, insanın her yönüyle
gelişimine uygun bir ortam olmakla birlikte, belli bir aşamadan
sonra yetersiz kalmakta, hatta fertlere alternatif tanımadığı zaman
da zararlı olmaktadır. Hür düşünme ve araştırma imkânlarını
ortadan kaldıran toplumsal çevre baskısı, hiçbir zaman hoş karşılanmamaktadır.
Kur’an kültürüne dayalı bir perspektiften baktığımızda, yapılarına
göre iki tür toplumun varlığından söz edebiliriz. Biri normları
İlâhî öğretiye dayalı toplumlar (İslâmî toplum/ümmet), diğeri
normları câhilî öğretiye dayalı toplumlar (câhiliyye). Câhiliyye
toplumlarında insanı doğruluktan, iyilikten, güzellikten uzaklaştırıcı
bir baskı vardır. İşte böylesi toplumlarda toplumun yanlışlığına
rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne ve çirkinliğine
rağmen iyiyi ve güzeli tercih etmek, söz konusu topluma ve toplumsal
değerlere karşı çıkmayı, baskılara göğüs germeyi gerektirir.
Ayrıca kişiliğini içinde bulunduğu toplumla özdeşleştirmiş kimseler
için böyle bir durum geçerli değildir. Bunlar için, içinde yaşadıkları
toplumu reddetmek kendi kişiliğini reddetmek gibi imkânsızdır.
Bu tip insanlar İlâhî bir mesajla, hak sözle karşılaştıklarında kendilerine
göre bir değerlendirme yapma yeteneklerini işlevsiz hale
getirmişlerdir. Böyle bir durumda zihinlerinin ilk çağrıştırdığı şey,
içinde yaşadıkları toplumun yaklaşımlarıdır. Doğru da olsa yanlış
da olsa toplumun reddettiği her şey, toplumun bireylerince kabul
edilemezdir; bu toplumun yazılı olmayan yasasıdır/nassıdır.
Hak bir sözle, İlâhî bir mesajla câhiliyye toplumunun karşısına
çıkanlar şu tür sorulara muhâtap olurlar: “Bu kadar insan bilmiyor
da sen mi biliyorsun? Bunca insan yanlış yolda da, sen mi
doğru yoldasın, yani bu kadar insan aldatıldığının farkında değil
de, bunu bir sen mi farkettin? Daha senin yaşın kaç? Biz bu yaşa
kadar atalarımızdan buna benzer bir şey duymadık, böyle bir şey
görmedik...”
Evet, bu kimselerin anlayışına göre iyi ve doğru, çoğunluğun
kabul ettikleridir. Peki nedir çoğunluğun özellikleri? Kur’ân-ı
Kerim, çoğunluğun “yoldan çıkmış, fısk ehli”383, “vahiy bilgisine
karşı ilgisiz”384; “Allah’ın verdiği sayısız nimetlere nankörlük
eden” 385 ve “kâfir”386 kimseler olduğunu belirtir. “Muhakkak ki Biz,
bu Kur’an’da insanlara her türlü misali, çeşitli şekillerde anlattık. Yine
383 5/Mâide, 59; 7/A'râf, 102; 9/Tevbe, 8
384 7/A'râf, 187; 12/Yûsuf, 21; 30/Rûm, 6; 34/Sebe', 28
385 2/Bakara, 243; 7/A'râf, 17; 12/Yûsuf, 38; 40/Mü'min, 61
386 12/Yûsuf, 103; 13/Ra'd, 1; 17/İsrâ, 89
PUT VE PUTA TAPINMA
- 109 -
de insanların çoğu küfürden/inkârcılıktan başkasını kabullenmediler.”387;
“Andolsun ki eski milletlerin çoğu dalâlete düştü.”388; “Sen iman etmelerine
düşkün olsan bile yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir.” 389;
“Elif Lâm Mîm Râ, Bunlar Kitab’ın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen
haktır, fakat insanların çoğu iman etmezler.” 390
Kur’an ölçülerine göre itikadî ve ahlâkî açıdan olumsuz kimlik
taşıyan, normları câhiliyye esaslarına göre belirlenmiş toplumlar,
çoğunluğun câhil, gâfil ve kâfir olması sebebiyle insanları Hak
yoldan saptırabilecek bir etkinliğe sahiptir. Yüce Allah konu üzerinde
mü’minlerin dikkatini çekecek uyarılarda bulunur: “Yeryüzünde
bulunanların çoğuna uyacak olursan; seni Allah’ın yolundan saptırırlar.
Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de
söylemezler.”391 Bu âyet, aynı zamanda, hakkın tek, bâtılların ise
birden fazla olduğuna, yerküre üzerinde yaşayanların çoğunluğunun
da kâfirler topluluğuna mensup olduğuna işaret eder. İnsanın
bâtıl inançlara mensup toplumla etkileşiminden genellikle bâtıl
inançlar doğar. Her insanda çoğunluğa ayak uydurma, çoğunluğun
beğenisini kazanma eğilimi, çoğunluk tarafından dışlanma
korkusu vardır. İnsanın içerisinde yaşadığı toplum inanç açısından
Tevhid üzere ise, toplumun yapacağı etkileme olumlu olur.
Fakat toplum dalâlet ehli insanlardan oluşuyorsa etkileşim de bu
doğrultuda olacağından, dalâlet ehli toplum, inkâr motivi işlevini
görür. Bu durumda İslâm, çoğunluğun değer yargılarına değil,
Kur’an öğretilerine itibar etmeyi öngörür.
Bireyin kimlik ve kişiliğinin oluşmasında çoğunluğun, yani sosyal
çevrenin rolü inkâr edilemez. Sosyal çevre, doğrudan doğruya
olmasa bile dolaylı olarak etkide bulunur. İslâmî açıdan bozuk
bir çevre, öncelikle ruhu bozar. Ve bozulan ruhî ortamda, kutsal
duyguların, yüce düşüncelerin gelişimi zayıflar, âdi düşünceler
güçlenir, bayağı duygular revaç bulur. Böyle bir ortamda kişinin
inkâra düşmesi kolaylaşır. Hatta olumsuz sosyal çevre, bireyin
inkârcılığının bir motivi olur.
Çoktanrıcılık (Politeizm): Çok sayıda tanrıya tapma. Bir’den
çok tanrıya tapan çoktanrıcılığın tanrıları, genellikle kişileştirilmiş
doğa güçleri, atalar, şef ya da kahraman gibi saygı duyulan ölüler,
kutsal sayılan bitkiler ve hayvanlarıdır. Günümüzden üç bin yıl
önce insanların otuz beş bin tanrıya taptıkları saptanmıştır. Sümer
387 17/İsrâ, 89
388 37/Sâffât, 71
389 2/Yûsuf, 103
390 13/Ra'd, 1
391 6/En'âm, 116
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 110 -
mitolojisinden Yunan ve Roma mitolojilerine kadar bütün mitolojiler
bu tanrıların serüvenlerini anlatırlar. Çoktanrıcılık, felsefe
açısından doğatanrıcılık (panteizm) temeline dayanır. Kamutanrıcılık
adıyla da anılan bu felsefî anlayışa göre tanrı, evrenin yaratıcısı
değil; bizzat kendisidir. Bu anlayış, Müslümanlar arasında
yaygınlaşan tasavvufta vahdet-i vücut (varlığın birliği) deyimiyle
dile getirilmiştir. Çoktanrıcılığın tanrıları, insan niteliklidir, insanlardan
tek ayrılığı ölümsüz oluşlarıdır. (bk. Politeizm)
Daktyl’ler ve Daktilo: İda dağının demirci cinleri. Tanrı
Kybele’nin yoldaşları ve râhipleri sayılan bu cinler silâh yapımcılarıdır.
Halkın ilk demircilere duyduğu hayranlıktan ve onları tanrılaştırmasından
doğmuşlardır. Demir döverken çıkardıkları uyumlu
seslerden ötürü de müzikte ritmin bulucuları sayılmışlardır. Yunanca
daktiylos sözcüğü, parmak (el işçileri) anlamını dile getirir.
Bunlara, parmak cinleri anlamında daktylos denir. Beş tane olan
bu cinler, usta el işçisi olduklarından bu adı almışlardır. Bu cinler,
tanrıça Rhea’nın Zeus’ü doğurmak için ıkınırken yere dayadığı sağ
elinin parmak izlerinden doğmuştur.
Darwinizm: Darvin’cilik. Darvin tarafından geliştirilen, bütün
canlı varlıkların bir organizmadan evrim neticesi meydana geldiği
görüşü, evrimcilik. Evrimcilik veya Darvincilik denen bu görüşü
benimsemek, Allah’ı, Allah’ın yaratıcılığını inkâr demektir.
Dehriyye (Dehrîlik): Devre âit, zamana dâir demektir. Âlemin
ezelî ve ebedîliğini iddiâ edip âhirete inanmayan inkârcı ve imansız
bir fırka. Dehriye fırkası, her şeyin dehr, yani zaman tarafından
tâyin edildiğini iddiâ erenem Allah’ın varlığını ve yaratıcılığını
inkâr edenler ve bunların fırkası. Bugünün dünyasındaki ateizm
ve materyalizm, dehriyenin mirası üzerine oturmuş, onların temelsiz
görüşlerini savunmuşlardır. Dehrîlik, 10. yy’da Müslümanların
yaşadığı ülkede ortaya çıkmış, bu görüşü savunanlar, zaman
(dehr) ve maddenin yaratılmadığını, ezelî ve ebedî olduğunu
iddiâ etmişlerdir. Kur’an’da geçen bir ifâdeden, Kur’an’ın nâzil
olduğu dönemde de âhireti inkâr eden ve yalnızca içinde bulunduğumuz
zamanın varlığını kabul eden bir grubun bulunduğu
anlaşılmaktadır. Dehriyye, yalnız duyularla algılanabilen maddî
dünyanın varlığını kabul eder, duyular üstü bir âlemin varlığı fikrini
reddeder. Ayrıca, aklî bilgilerin kaynağının duyular olduğunu
savunur. “Dediler ki: ‘Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz
ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi
de yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar.”392 Dirilmeyi ve
392 45/Câsiye, 24
PUT VE PUTA TAPINMA
- 111 -
âhiret hayatını inkâr eden dehrîler (materyalistler), ölümü “dehr”
denen sürekli zamana veya tabiata bağlayarak, onun dışında ve
üstündeki hakiki müessiri, Allah’ı tanımadıklarını ifâde ederler.
Bunlara göre ölümü, gece ve gündüz, yani zaman hazırlar. Ruhları
alan bir ölüm meleği yoktur. Bütün olaylar zamana dayandırılır.
Ama onlar bu inancı beslerken zandan, ispatlanmamış teorilerden,
varsayımdan başka hiçbir delile sahip değillerdir.
Demirhan: Eski Türklerde dağ başı-tanrı. Özellikle Yakut Türklerince
inanılmıştır. Bazı metinlerde Yer-Su’lardan kutsal bir ruh
sayıldığı yazılıdır.
Demokrasi: Batının laiklik, özgürlük vb. hemen tüm kavramları
gibi demokrasi kavramı da kaypaktır. Sınırı, tanımı çok belirgin
değildir. İsteyen istediği yere çekebilir. Yöneticiler ve etkin güçler,
içini istedikleri gibi doldurabilir. “Halkın kendi kendini yönetmesi”
belki tek ortak tanım. Onun da nasıl olacağı ve müslümanlıkla
nasıl bağdaşacağı konusunda ortak görüş yoktur.
“Ver oyunu, gör oyunu!” “Kim daha oy alıyor/oyalıyor?” “Oy,
oy!” diye halktan rey dilenenler, iş başına geçtiklerinde halkı “of,
of!” diye inletirler. Buna rağmen oyun devam eder. Demokrasi
sâyesinde insan, ısırıldığı delikten bir değil; on kez ısırılır. Tahterevallidir
demokrasi; partilerin biri iner, biri çıkar. Ama bu tahterevallinin
üzerine binilip oturulan yerinde gıcırdayan tahta kalas
değil; inleyen halk vardır. Hangi doktrin, rejimde hâkimse, onun
koyduğu kurallar işlemekte, hâkim gücün çarkının işlemesi için
halkın desteğine ihtiyaç duyulduğundan, senaryosu önceden yazılmış
oyunda, halka sadece figüran roller verilmektedir. Halkın
seçmek mecbûriyetinde olduğu düzenin memurları, isteseler bile
hâkim gücün/derin devletin sistemini değiştirme hakkına sahip
olmadıklarından, halkı temsilen seçilenlere düşen iş, mevcut sistemin
çarkının başında durmaktan öteye gitmez. Bu olayda halka
düşen ise, düzenin bazı yerlerine idareciler tâyin ederek onların
suçuna ortak olmaktır.
Demokrasi bir yönetim biçimidir; yönetimleri belirleme biçimi
değil! Kendisi bir düzendir; başka düzenlere kapı değil! Davul tutanları
seçme işidir; tokmakları değil! Egemen güçler tarafından
kuralları belirlenmiş oyundur; oyun kurallarını belirleme işi değil!
Demokrasi, kitabına uydurma rejimidir; Kitab’a uyma değil! Demokrasi
ile disiplini esas alan rejimler arasındaki fark, önemsizdir:
Totaliter rejimlerde kral veya general; “Ben böyle istiyorum!” der;
Demokrasi ise, “sen böyle istiyorsun!” der.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 112 -
Güçlünün hâkim olduğu rejimin adıdır demokrasi. Çağdaş bir
masaldan ibarettir. Her ne kadar tersi iddia ediliyor olsa bile seçenlerin
ve hatta seçilenlerin değil; seçtirenlerin ve derindekilerin
irâdesi önemlidir. Demokrasi, bir Truva atıdır. Halka, oy vermeme
hürriyeti bile vermeyen çağdaş dayatma rejimidir. %51 delinin
% 49 akıllıya gâlip getirilmesinin adıdır. Müslümanla kâfirin,
mücâhidle İslâm düşmanının, âlimle câhilin, aydınla avamın eşit
olduğu adâletsiz rejimin adıdır demokrasi. Demokrasi açısından,
oy veren insanlar, eşit olmasına eşittir, ama bazıları daha çok eşittir.
Elli bir pirenin kırk dokuz file gâlip getirilmesidir demokrasi.
Kazanan ve kaybedenin maçtan önce belli olduğu şikeli bir karşılaşmadır.
Hakka rağmen halk idaresi olmasının yanında; aslında
halka rağmen egemen çevrelerin halkın inancına ters dayatmalar
rejimidir. Teorisiyle pratiği birbirine bu denli ters bir anlayış, başka
hiçbir ideolojide bu kadar sırıtmaz.
Demokrasi, bilindiği gibi batı kültürünün ürünü olan bir sistemdir.
Batı medeniyetinin en önemli özelliği, insanın kendini
ilâhlaştırarak, tanrıya başkaldırı, nefse, hevâya ve şeytana tâbi olmaktır.
Demokrasi anlayışında da bu özelliği görürüz: Yüce Allah’ın
nizamını kabul etmeyip, yönetimde insanların hüküm koyması ve
Allah’ın indirdiğini bırakıp kendi hükümleriyle kendilerini yönetmek
istemeleridir. Bunu demokratların ifadeleriyle (daha doğrusu,
hal dilleriyle) söyleyecek olursak: “Sen kim oluyorsun ey tanrı!
Biz kendi hayatımızı kendimiz düzenleyebiliriz. Kendimiz düzenlemek
için yöntemler buluyor ve uyguluyoruz” demekteler; dilleriyle
veya tavırlarıyla. -Basite indirgeyecek olursak- demokratik
söylemin içeriği ve anlamı işte budur. Haliyle, başka bir bâtıl gâye
için, insanı/halkı putlaştırma amacıyla bâtıl tanrılara başkaldırılınca,
hak ilâh olan Allah Teâlâ’ya da başkaldırılmış oluyor. “Hevâsını
ilâh edinen kimseyi gördün mü? Onun koruyucusu (bekçisi, vekili) sen mi
olacaksın?”393 İster “hümanizm” adıyla, ister “demokrasi” ideolojisiyle,
Batının anlayışı, insanı Tanrı yerine koymaktır; insanı, yani
kendi hevâsını tanrılaştırmak. Batıda düşünce, inanış, ideoloji ve
sistemlerin hepsi hakkında bu yargı geçerlidir; bu hüküm, ortak
bir değerlendirmedir.
Batı uygarlığının karşısında İslâmî dâvet vardır. İslâmî mesaj,
Allah’a başkaldırı yerine ibâdeti öngörür. Fakat birilerine de başkaldırmayı
emreder. Bu da nefsi, hevâyı ve şeytanı kapsamına alan
“tâğut”a başkaldırmaktır. “De ki: Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur.
O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri
O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları
393 25/Furkan, 43
PUT VE PUTA TAPINMA
- 113 -
emretti.” 394Âyet-i kerime, gerçekten müslümanın hayatını, herhangi
bir gedik bırakmaksızın tamamıyla Allah’a tahsis etmiştir.
İşte Allah’a teslimiyet bu demektir. Ölüm ile noktalanıncaya kadar,
hayatımızın tümünü, inanç ve kanaatlerimizden başlayarak tüm
eylemlerimizi Allah için, Allah’a teslimiyet sûretiyle ortaya koyacağız.
İslâm budur; böyle bir teslimiyettir.
Bütün siyasî sistemlerin, ideolojilerin olduğu gibi, demokrasinin
de can alıcı noktası; hâkimiyet/egemenlik meselesidir. Yukarıda
da belirtildiği gibi, hâkimiyet, daha ilerisi düşünülemeyen,
siyasal bir güç ve etkinliği ifade eder. Yani siyasal güç ve etkinliğin,
iktidar ve muktedir oluşun en ileri derecesini ifade eder. Bu en
üstün kabul edilen otorite, kanunları yapar. Yöneticiler ona göre
belirlenir. Yönetimin nasıl olacağını ve bu esasların ayrıntılarını o
belirler. Hâkimiyet anlayışı itibarıyla İslâm bir tarafta, diğer bütün
sistemler bir taraftadır. İslâm, hâkimiyeti mutlak olarak sadece
Allah’ta kabul eder; Allah’ın hakkı olarak bilir. Bunun dışındaki
diğer bütün sistemler, hâkimiyeti kimde görüyorlarsa ona göre
isim alırlar.
Demokrasi, hâkimiyetin halkın elinde olmasının adıdır. Krallık,
hâkimiyetin kralın elinde olmasıdır. Teokrasi, hâkimiyetin Allah
adına konuştuğunu iddia eden din adamı sınıfının ya da kendini
tanrı yerine koyanların elinde olmasıdır. Buna benzer diğer bütün
sistemler de böyledir. Yani siyasî sistemler, hâkimiyeti elinde
bulunduranlara göre tanımlanır ve ona göre isimlerini alırlar. Yalnız
İslâm, hâkimiyeti Allah’ta görür, hâkimiyeti Allah’ın bir hakkı
olarak kabul eder. Bunun dışındaki diğer bütün beşerî sistemlerin
(dinlerin) özelliği ise, hâkimiyeti Allah’ta görmeyip insanda görmeleridir.
Hâkimiyeti insanda görmek gibi ortak bir paydaya sahip
olduktan sonra, bu insanların “kim veya kimler?” sorusuna
verdikleri farklı cevaplara göre isim alsalar da, müslümana göre
bütün bunlar tâğutî ideoloji ve şeytanî düzenlerdir.
Hâkimiyet noktasında demokraside yetki; halkın veya milletindir;
Yani, toplumun geneli, egemenliğe sahip kabul edilir. Hangi
inanca sahip olurlarsa olsunlar, fertler birbirlerine eşit olduklarına
göre de, her bir şahıs, o hâkimiyetin bir birimine, bir parçasına
sahiptir. Yani 70 milyonluk bir ülkede hâkimiyet, 70 milyon eşit
parçaya bölünmüş demektir. Bunun Kur’ânî ifadesi 70 milyon ilâh
kabul ediliyor, demektir. Herkes hâkimiyetin eşit bir parçasına sahip
olduğundan, zamanı gelince hâkimiyet parçalarının sahipleri
oylarını bir tarafta toplar ve ittifakın mümkün olmadığı halde,
394 6/En’âm, 153
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 114 -
çoğunluğu teşkil eden parçaların toplamı doğrultusunda icraatlar
yapılır, kararlar alınır. Bu noktada hâkimiyetin kullanılması gündeme
gelir. Demokrasi, çok tanrıcı Grek kültürüne dayalı, ondan
kaynaklanan bir sistemdir. Yani, irticânın esasıdır. Şu irticâya karşı
dayatılmak istenen demokrasi, asıl irticânın kendisidir; asıl mürtecî
de demokratlar. Çünkü onlar, kökü, tarihi itibarıyla eski Yunan’a
kadar uzanan bir mürtecîlik yapıyorlar. Ondan da eski bir kökü
var; şeytana kadar uzanan bir başkaldırıya kadar devam edip uzanıyor,
kökleri oraya kadar varıyor, Allah’a başkaldırı ve şeytana
itaat olan bir siyasî sisteme tâbi oluyorlar demokrat mürtecîler.
Batılılar açısından demokrasi, en az zararlı (ehven-i şer) olabilir.
Onlar Hakk’a, yani mutlak doğruya, nassa inanmazlar çünkü.
İslâm diye bir din, devlet ve dünya görüşü olmasaydı, Peygamberlerin
ve iman edenlerin, uğruna her fedâkârlıklara katlandıkları
İlâhî hükümler söz konusu olmasaydı, “demokrasi mi, başka rejim
mi?” tartışılabilir, Hakkın emrettiği “hayr” olmayınca “şerrin en
ehveni” tercih edilebilirdi. Ama, müslümanın teslim olduğu Rab
ve Kitap her şerri yasaklar ve sadece hayrı emreder. Hak, apaçık
ortadadır. Bâtıl rengine bürün(e)mez. Bâtıl görünümünde hak
veya hak görünümündeki bâtıl, olsa olsa “ehven-i şer”dir. Ehven-i
şerri tercih etmek de şerre râzı olmak demektir. Müslüman hakka
tâlip olmak zorundadır.
Deniz Han: Eski Türklerde Doğa Tanrısı olduğuna inanılan
Oğuz Han’ın en küçük oğlu.
Destur: İzin, ruhsat, müsâade. Tasavvufta; Bazı tarikatlarda,
özellikle Mevlevîlikte ve Bektâşîlikte şeyhlerden ve tarikat büyüklerinden
müsâade almak için kullanılan bir deyim. Cesâret isteyen
zor bir işe girişilirken evliyânın rûhâniyetinden faydalanmak
ve onlardan güç almak için “destûr!” denir. Ekseriya; “Destûr yâ
pir!”, “destûr ya üstâz!”, “destûr yâ Ali!” denir.
Determinizm: Bütün insan aktiviteleri de dâhil tüm evrenin
katı bir sebep-sonuç ilişkisi düzenine bağlı olduğunu savunan
ve özgür irâdeye açık bir kapı bırakmayan felsefî sisteme verilen
addır. Özellikle J. S. Mill tarafından popülize edilmiştir. Bu felsefî
görüşte, sebepler putlaştırılır; esas sebebin Allah olduğu değerlendirilmez.
Dev: Çok iri, güçlü ve genellikle korkunç görünümlü olduğuna
inanılan mitolojik varlık. Kötü varlıklar olarak görülen devlerin,
cinlerle irtibatlı oldukları kabul edilir. Eski Yunan mitolojisine
göre Uranüs ve Gaea’nın oğulları olan devler, tanrı Uranüs’ün kanı
yeryüzüne düştüğünde bu kandan doğarlar. Onların, Olimpus
PUT VE PUTA TAPINMA
- 115 -
Dağında tanrılarla savaştıkları ve birçoğunun Heracles ve Dionysus
tarafından öldürüldüğü anlatılır. Devler, hemen bütün mitolojilerde
tanrılara karşıdırlar ve kötülük kampında yer alırlar. Dilimizdeki
dev kelimesi, İranlıların Zerdüşt dininde kötülü ruhlarını
adlandıran “dîv” (Darvand da denir) sözcüğünden gelmektedir.
Zerdüşt dini şu duâyla başlar: “Deva’lara (devlere) tapmaktan vazgeçiyor,
Zerdüşt’ün izinde olduğumu, Ahura Mazda’ya taptığımı
ve Deva’ların (devlerin) düşmanı olduğumu bildiriyorum. İhtimal
ki, putperest câhiliyye insanları, Hak dindeki şeytan anlayışını çarpıtarak
dev anlayışına dönüştürmüştür. Çok eski Hint inançlarına
göre de dünya bir dev’in vücudunun parçalanmasıyla oluşmuştur;
başından gök, gövdesinden hava, ayaklarından da dünya meydana
gelmiştir. Alnından ay, soluğundan rüzgârlar, gözlerinden
güneş ve ağzından tanrı İndra’yla Varuna doğmuş, Hintlilerin
dört ana kastı, devin öbür parçalarından oluşmuştur. Mezopotamya
mitolojisi de evrenin yaratılışını aşağı-yukarı böylesine bir
tasarımla tasvir etmektedir. İskandinav mitolojisindeki tasarım da
hemen hemen bunun aynıdır; evrenin oluşması dev Ymir’in parçalarıyla
gerçekleşir. Vücudundan karalar, kemiklerinden dağlar,
kanından denizler, saçlarından ormanlar, beyninden bulutlar ve
çürüyen etlerinden oluşan kurtlardan da cüceler meydana gelir.
Almanların ünlü Thor öyküsünde mağaralar devlerin eldivenleri,
fırtınalar devlerin horultularıdır. Câhilî Türk inançlarında devler,
“bir dudağı yerde, bir dudağı gökte” kocaman varlıklar olarak
tasarlanmıştır. Birbirleriyle evlenebilen erkekleri ve dişileri vardır.
Dişilerine dev anası denir. Kaf dağının ardında otururlar. Yunan
inançlarının en ünlü devleri Titan’lardır. Bunlar, ilk tanrılar olarak
tasarlanmışlardır.
Diana: Roma’nın verimlilik, doğum ve yaban tanrıçası.
Diana’nın kutsal günü 13 Ağıustos’tu.
Dicle: Yunanca Kaplan-nehir. Yunan mitolojisine göre Medes,
su perisi annesinin babası kaplanla (Tigris) birleştiği nehre bu adı
koymuş.
Dogma: Hıristiyanlıkta kilise tarafından belirlenen ve inananların
kabul etmek zorunda oldukları öğretiler. Örneğin, teslis
inancı ve Hz. İsa’da insanî ve İlâhî tabiatın varlığı konuları birer
dogma olarak kabul edilir. Katolik Kilisesinde dogma dinsel bir
hakikattir ve tanrı tarafından vahyedilmiştir. Dogmanın kökeni,
ya kutsal kitaba ya da sözlü rivâyetlere dayanır. Buna “inanç hakikati”
de denilir. Dogmalar, konsillerce veya papalıkça belirlenir.
Dogmanın bağlayıcılığı Protestan Kilisesince gözden geçirilmiştir.
Diyalektik ilâhiyat akımı dogma ve kilise öğretisine yeni bir pozitif
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 116 -
değerlendirme getirmiştir.
Dogma, ayrıca, özellikle Hıristiyanlığı kapsayacak biçimde,
ama genel olarak bütün dinlerin değiştirilemeyecek temel esasları
için de daha çok Batılılar tarafından kullanılır. Dinlerde vahiy,
ilham ve benzeri yollarla ya da kurumlar, konsiller, dinî lider ve
önderler gibi şahıslar vâsıtasıyla belirlenen dinsel gerçek ve öğretiler
için de kullanılır.
Dörtler: Ricâl-i ilâhiye adı da verilen dört ermiş, evtâd-ı erbaadan
başka olup onlara imdad ederler. Halleri rûhânî, kalpleri
semâvî olduğundan yeryüzünde meçhul, ama semâda tanınırlar.
İbn Arabî bunları Endülüs’te ve Suriye’de gördüğünü söyler.
Dürzîlik: Suriye, Lübnan ve Filistin’de taraftarları bulunan ve
gulât-ı şia’ya mensup olan bir mezhep. İsmâiliye mezhebi kökenli
Fâtımî hânedanından halife el-Hakîm İbn Emrillâh (996-1021)
ve veziri Hamza İbn Ali’nin kurduğu dinsel akım. Dürzî ismi, ed-
Darâzî’ye (ö. 1020) atfedilir. Dürzîlikte Mısırlı halife el-Hakîm’e
ulûhiyet atfedilir. Onun bedenleşmiş tanrı olduğuna, gerçekte ölmediğine,
fakat bir müddet için gizlendiğine inanılır. Dürzîler el-
Hakîm’in geri gelişini beklerler; Hazma İbn Ali’nin ise tanrının yarattığı
ilk yüce varlık olduğunu düşünürler. Ayrıca Dürzîler, âhireti,
cenneti ve cehennemi reddederler ve kutsal yazılarını gizlerler.
Tapınaklarına Halavat adını verirler.
Ekanim-i selâse: Arapça olan bu deyim, üç uknum, üç esas anlamına
gelir. Tanrıyı hem üç, hem bir sayan teslis anlayışı. Tahrif
edilmiş Pavlus hıristiyanlığının temel ilkesi olan bu inanç, tanrı
kavramını baba, oğul ve kutsal ruh olarak bir üçlükte teklik anlayışı
olarak kabul ederler. Bu anlayışa Fransızca trinite, Arapça
teslis adı verilir. Üçleme anlamına gelen bu deyim, hıristiyanlığın
temel inancı olan baba, oğul ve ruhu’l kudüsten meydana gelir.
Bu anlayışa göre, İslâm’a ve Hz. İsa’nın tebliğ ettiğine ve hatta bugünkü
Kitab-ı Mukaddes’in nice ifadesine göre tek olan Allah’la
birlikte, tahrif edilen hıristiyanlıkta kutsal ruh ve oğul diye anılan
Hz. İsa’nın da tanrı olduğu ileri sürülür.
Efendi: Sözü geçen, buyruğu yürüyen, itiraz edilmeksizin
kendisine uyulan kimse. Tasavvufta; şeyh, pir. Doğu geleneğinde
padişah efendi, tebaa onun kullarıdır. Hükümdar, emri altındakilere:
“kullarım”, onlar da sultanlarına “efendimiz (mevlânâ,
seyyidenâ)” diye hitap ederler. Aslında efendi (seyyid, mevlâ) köle
sahibi demektir. Buradan kalkan dervişler, şeyhlerine “efendi”,
“efendimiz”, “efendi hazretleri” gibi ünvanlar verir, kendilerini de
onun kulları yerine korlar. Şeyh ise müritlerinden; “bendelerim”,
PUT VE PUTA TAPINMA
- 117 -
“kullarım” diye söz eder. Şeyhe şah ve sultan da denir. “Efendi ne
isterse etmek gerek / Kuluz biz düşer mi sual eylemek.” 395
Efes (Ephesos): Efes kenti. Kalıntıları İzmir’in Selçuk ilçesinin
çok yakınında bulunan eskiçağ kentlerinin en ünlülerinden.
Efes’in de içinde bulunduğu bölgeye eskiden İyonya denirdi,
İyonya’nın on iki kentinden biri olan Efes, MÖ 10. yy’da kuruldu.
Mitolojiye göre şehrin Amazonlar denilen savaşçı kadınlar tarafından
kurulduğuna inanılır.
Efrâd: Ferdler, eşsiz şahsiyetler. Tasavvufta; kutbun gözetimi
dışında kalan gayb erenler. Bunların belli bir sayıları yoktur. 2, 3,
6 ve 10 olabilir.
Efsâne (Mit, Mitos, Ustûre -ç. Esâtîr-): Gerçek olmayan ya
da gerçek bir bilgiye dayanmayan uydurma hikâyeler, mitolojik
bilgiler. Birçok inanç sisteminde efsâneler önemli bir yer tutar.
Efsânelerin temel konusu tanrı ya da tanrısal varlıklar, âlemin ve
insanın menşei ve tanrı-âlem, tanrı-İnsan ya da insan-âlem ilişkileridir.
Ayrıca insanın aşkınlığa yönelik istek ve tutkularıyla gelecekle
ilgili tasavvurları da efsânenin konusunu oluşturur. 396
Ege (Aigeus): Yunan mitolojisine göre Ege Denizi, Theseus’un
babası ve Atina’nın mitolojik kralı Aigeus397 kendini sularına attığı
için onun adıyla anılmıştır. Yunancada Ege Denizine Aigae Denizi
denir. Yunan mitolojisine göre, Aigeus’un oğlu Thesus, Girit seferine
giderken kara yelkenler açmış ve babasına başarıyla dönerse
gelirken ak yelkenler açacağını söylemişti. Ne var ki, başarısının
sevinciyle bunu unutmuştu. Aigeus, kara yelkenleri görünce
üzüntüsünden kaldırıp kendini denize atmış, bu denize bu yüzden
Aigae 398Denizi adı verilmiş.
Ekstazi: Doğaüstü bir duruma, aşkın bir ruh haline ulaşmak;
kendinden geçmek; kişinin duygularını bırakması. Bilinci ortadan
kaldıran dinsel kendinden geçme durumu. İnsanın İlâhî bir duruma
yükseldiğini dile getiren bu deyim, hıristiyanlığa ve tasavvuf
yoluyla müslümanlara da geçmiştir. Tasavvufta buna vecd ve
cezbe denir. Ekstazi; klasik Yunancada ekstazi kişinin kızgınlığını,
deliliğini ya da akıl hastalığını ifade ederdi. Sonraları ise kişinin
trans halinde olmasıyla ilişkili olarak kullanılmaya başlandı. Dinî
geleneklerde genellikle mistikler ve diğer bazı kişilerin (râhipler,
büyücüler, kâhinler ve medyumlar gibi) ilham almak, metafizik
395 İzzet Molla
396 Bak. Mitoloji
397 Ege
398 Ege
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 118 -
duyum veya bilgilere ulaşmak ve benzeri nedenlerle bu hali yaşadıkları
sölenir. Genel kabule göre; ekstazinin temel karakteristiği,
ruha İlâhî gücün inmesiyle duyu organlarının devre dışı kalmasıdır.
Bu hal yaşanırken vücut kımıldayamaz, göremez, işitemez; bütün
aktivitesini geçici olarak yitirir. Patolojik şuursuzluk durumundan
farklı olarak ekstazi halini yaşayan şahıs, sonradan bu esnâda nelerin
cereyan ettiğini hatırlar.
El: Fenike’lilere ve Kenanlılara göre büyük gök tanrı. Semit
topluluklarının baş tanrısıdır. Bu tanrıya özellikle Semit ırkından
bir topluluk olan Fenikeliler yüceltmişler, erkeklerine Baal ve dişilerine
Baalât denen bütün ikinci derece tanrıların baştanrı-gök
El tarafından yaratıldığına inanmışlardır. O, boğa olarak nitelenmiştir.
İsrail inançlarına göre, baştanrının Aşherat adında bir yardımcısıyla
Anat ve Elat adında iki kızı varmış. İslâmiyetten önce
putperest Araplar da tanrı El’e tapmışlar ve onun Ellat, Menât ve
Uzzâ adlarında üç kızı olduğuna inanmışlardır. Eski Suriye inançlarında
El’in kızlarından biri olan Ellat, üretim tanrısı Dusares’in
karısıdır. Bu inançlarda El güneşi, ay ışığını, mevsiminde yağmuru
veren iyi gök tanrısı, Belsamin (Baal) ise, fırtınayı, kasırgayı, yıldırımı
veren kötü gök tanrısıdır. Mûsâ’dan (a.s.) sonra yahûdiler,
Yahve’ye El’in çoğulu olan Elohim adını vermişlerdir. El ve Elohim
isimleri Kitab-ı Mukaddes’te de geçer. Tevrat’ta Yahve teriminin
dışında tanrı için kullanılan diğer isimlerin başında El399 ve El’in
çeşitli kombinasyonları olan El Şeddai, El Bethel, El Elyon, El Olam
ve El Roi gelir. Bazı araştırmacılar Arapçadaki el-ilâh teriminin de
El ile aynı kökten geldiğini düşünürler.
Elf: Eski İskandinav dininde muhtemelen ruh anlamına kullanılan
bir terim. Edda’da400 Elfler, tanrılar ve cücelerle birlikte zikredilir.
Işık elfleri ve karanlık elfleri diye iki çeşittir.
Elohim ve Elohist: İbrânîce “tanrılar” anlamına gelen bu terim,
Eski Ahit’in Elohist metinlerinde İsrail’in tanrısı (Yahve) için
bir isim olarak kullanılır. Bugünkü Eski Ahit’te (Tevrat’ta) iki ayrı
kitabın birleştirilmesi gibi anlaşılan iki ayrı anlatım tarzı vardır.
Yüce Tanrıdan Elohim ismiyle bahseden metinlerin mutemel yazarı
için Elohist ismi kullanılır. Bir Tanrıdan Yahve diye bahsedilen
metin vardır. Elohist metinlerin daha sonraki dönemlere âit olduğu
düşünülür. Yahvist metinler tarihsel açıdan daha eskidir.
Elektra: Yunan mitolojisine göre Okyanus’un kızı.
399 Tekvin, 35/1; 49/25
400 Eski İskandinav diniyle ilgili bilgilerin temel kaynağı konumundaki metinler
PUT VE PUTA TAPINMA
- 119 -
Ellât: İsmi basitçe “tanrıça” anlamına gelen ve kültü bütün
Kuzey Arabistan’da, Palmira, Nebat ve Suriye bölgelerinde yaygın
olan Ellât, Nebâtîlerce “mutluluk hanımefendisi” olarak adlandırıldı.
Zaman zaman Athena, Afrodit, Atargatis ve İştar-Venüs’le
de özdeşleştirilen Ellât’a, câhiliyye döneminde Hicaz yöresinde
Lât adı altında tapılmaktaydı. 401
Ene’l-Hak: “Ben Hakk’ım, tanrıyım” anlamında Hallâc-ı
Mansur’un (ö. 922) mistik panteizmi doğrultusunda söylediği meşhur
sözü. Hallac’ın bu sözle, Cenâb-ı Hakk’ın kendisinde tecellî
eteği veya kendisinin Cenâb-ı Hakk’ta ve O’nun sıfatlarında fânî
olduğunu kastettiği te’vil ve yorumlarıyla bütün tasavvufçular bu
sözü savunur, eleştirmez.
Erlik Han: Eski müşrik Türklerde yeraltı tanrısı. Altay Türklerinin
inançlarına göre yeraltında bir sarayı varmış. Dokuz katlı olan
ve her katında bir tanrı bulunan yeraltı ülkesini yönetirmiş. Kötü
ruhlar olan bu dokuz tanrının insanlara kötülük etmesine engel
olurmuş, bu yüzden kendisine at kurban ederlermiş. Kar Han’ın
oğluymuş, kendisinin de beş oğlu ve iki kızı varmış.
Eros: Eski Yunan aşk tanrısı. Home’de kişileştirilmiş bir tanrılıktan
ziyâde bir ihtiras arzusu olarak kullanılırken, Hesiod onu
Afrodit’le ilişkilendirir ve Eros’u en eski tanrılardan biri yapar. Şairler
onun ölümlüler üzerine oynadığı hileleri söylerler; onun yay
ve oklarından bahseden ilk kişi ise Euripides’tir. Eros, dişi güzellik
kadar erkek güzelliğin de tanrısı olarak kabul edilir. Ayrıca o,
bereket ve verimlilikle de ilişkili görülür. Romalılarca Amor diye
bilinir. Elinde yay ve ok bulunan, kanatlı ve güzel bir erkek çocuğu
olarak tasarlanıp tasvir edilmiştir. Başı güllerden örülmüş bir
çelenkle süslüdür. Attığı okların saplandığı kişi çılgınca bir aşka tutulur.
Oklarının etkisinden tanrılar tanrısı Zeus bile kendini kurtaramaz.
Tanrılar, birini aşk ateşiyle tutuşturmak isteyince bu görevi
Eros’a verirler. Eros’un yanından hiç ayırmadığı ve birlikte gezip
dolaştığı sevgi yardımcıları da vardır.
Esâtîr: Efsâneler, mitoslar. Bak. Efsâne.
Europa (Avrupa): Yunan mitolojisinde Tyre kralı Apenor’un
kızı. Mitolojiye göre Zeus, kendisini bir boğa sûretine sokarak
Europa’ya göründü ve sonra onu sırtına alarak Girit’e götürdü.
Europa, orada Zeus’a çocuklar (Minos dâhil) doğurdu. Europa’ya
bir Girit tanrıçası olarak tapılmış ya da o bir Girit tanrıçasıyla
özdeşleştirilmiştir. Önceleri Europa ismi yalnızca Yunanistan’a
401 Bak. Lât
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 120 -
verilmişken, sonradan tüm kıta için kullanılmaya başlandı.
Evliyâ: Velîler, dostlar. Tasavvufta; ermişler, erenler. Özel anlamda
sadece Allah’ın kendilerine kerâmet ve ilham ihsan ettiği
kâmil mü’minler evliyâdır. Evliyânın çeşitli varlıklar üzerinde etkli
olan bir mânevî gücü vardır. Duâları Allah katında makbul olur.
Evliyâiye: Allah’ın velîsi ve dostu olma seviyesine yükselenlerden
mükellefiyetin ve ibâdetlerin düşeceğine inanan mutasavvıflar
zümresi.
Evtâd: Direkler, sütunlar. Tasavvufta; biri doğuda, diğeri batıda,
üçüncüsü kuzeyde, dördüncüsü güneyde bulunan dört büyük
velî. İbn Arabî, Allah bu bölgeleri bu ermiş kulları aracılığı ile korur,
der.
Fal: İstikbalden haber almak, gelecekte olacak şeyler hakkında
bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli nesnelerden anlam
çıkarma. Bakla falı, yıldız falı, kahve falı, iskambil falı, burç falı
gibi çeşitleri vardır. Fal kelimesi, ayrıca; uğur, kadem, meymenet;
ileride yapılması düşünülen bir işin hayırlı ve faydalı sonuçlar vereceğine
dair bazı ipuçlarının ve işaretlerin bulunduğuna inanmaya
da ad verilmiş, özellikle bu anlamlarda tasavvuf terimi olarak
kullanılmıştır. Şeyhin hâl, hareket ve tavırlarını ileride iyi şeylerin
olacağının işareti olarak kabul etmek de faldır. Fakat mutasavvıflar
bu çeşit fallara “işâret”, “beşâret” gibi isimler verirler.
Falcılık ve Fala Baktırmak: Fal ve falcılık; gaybdan haber verme,
gelecek hakkında önceden fikir beyan etme temeline dayanmaktadır.
Tarihin her devrinde, her toplumda istikbali öğrenme
teşebbüslerine, bunun çeşitli şekillerine ve değişik araçlarına rastlanmaktadır.
Câhiliyye Araplarında “ezlâm” denen fal okları, remiller,
günümüzde yıldız, burç, kahve, bakla, iskambil kâğıdı, suya
bakma, kitap açma vs. falcılığın şekil ve malzemesinin bir kısmıdır.
Ayrıca çağdaş câhiliyyede falcılık, medya aracılığıyla modern
insanın günlük hayatına da girmiş bulunmaktadır. Günlük fallar
yanında, gazetelerin yıl başlarında, senelik fallar yayınlamaları,
faldaki yalanın boyutlarını oldukça genişletmiştir.
Hurâfe ve bâtıl inanışların hepsine birden savaş açmış bulunan
İslâm, bütün çeşitleriyle falcılığı yasaklamıştır. “Ey iman edenler! Şarap,
kumar, dikili taşlar (putlar), ezlâm/fal ve şans okları birer şeytan işi
pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.”402. Bu âyet, fal oklarının
şeytanın pis işlerinden olduğunu, kötülükte şarap içmeye,
kumar oynamaya ve putlara tapmaya denk bir cürüm sayıldığını,
402 6/En'âm, 90
PUT VE PUTA TAPINMA
- 121 -
kurtuluş için bunlardan uzak durulması gerektiğini çok açık bir
şekilde bildirmektedir. Bir başka âyette de: “... Ve fal oklarıyla kısmet
aramanız size haram kılındı.”403 buyrulmuştur. Öte yandan “... Hiçbir
kimse yarın ne kazanacağını (başına neler geleceğini) bilemez. Yine hiçbir
kimse nerede öleceğini de bilemez.”404 buyrulmakta, gelecekten
haber vermeye kalkışmaktan ibâret olan falcılığın İslâm’da yeri olmadığı
belirtilmektedir. Peygamber Efendimiz de falcılıktan elde
edilecek kazançtan mü’minleri nehyetmiştir. 405
O halde fala bakmak, falcılık yapmak, fala inanmak, faldan
kazanç temin etmek hiçbir sûrette müslümana yakışmayan hareketlerdir.
Özellikle hanımların bu konuya daha bir dikkat etmeleri,
böyle boş ve haram şeylerle kendilerini aldatmamaları gerekmektedir.
Falcılar bir şey biliyorlarsa, önce kendilerini kötülüklerden
korusunlar. Unutmayalım ki, aldatmak hâinlik, aldanmak da ahmaklıktır.
Bir sürü yalan ve tahmin içinde birkaç tanesinin mevcut
duruma, ya da ileride olacaklara uygun düşmesi, falcıların gaybı
bilmesi anlamına gelmediği gibi, onlara inanıp İslâm’ın temiz
inanç esaslarından vazgeçmeye, âyet ve hadislere ters düşmeye
değmez. Kim böyle bir değişmeye rızâ gösterirse, dünyanın ve
âhiretin büyük zararına uğramış demektir.
Fakirizm: Fakir adı verilen Hint ermişlerinin doğaüstü güçlere
bağladıkları olağanüstü hünerlere inanma. Fakirizm, uzun bir
süre doğaüstü güçlere yorulmuş ve sonunda âdî bir gözboyacılık
olduğu anlaşılmıştır. Hint fakirleri, bu hünerleri doğaüstü bir güçle
zihinlerini konsantre olup bir nokta üstende toplayarak gerçekleştirdiklerini
ileri sürerler. Böylelilkle tüm maddîlikten sıyrılıp salt
ruhsal bir güce dönüşürlermiş. Tasavvufu da etkiliyene fakirizm,
tasavvufta “fakr” kavramının oluşmasında rol oynamıştır. Tasavvufçular
“Fakr gerçekleşince Allah kalır” diye hadis uydurarak,
insanın tanrıda yok olacağını dile getirmişler, Hint fakirleri gibi
(izini takip ettikleri önderlerinin, evliyâ dedikleri ermişlerin/fakirlerin
de) doğaüstü olaylar gerçekleştirdiklerini iddia etmişlerdir.
Fallus Tapımı: Çeşitli toplumlarda verimliliğin, bereketin ve
bolluğun sembolü olarak erkek cinsel organının ta’zim edilmesi.
Erkeklik organının kutsallığı inancı tarımla uğraşan bütün câhilî
toplumlarda saptanmıştır. Fallus tapımı, eski Mısır, Yunan, Roma,
Çin, Japon, Hint gibi gelişmiş toplumlarda da süregelmiştir. Bu
tapımla bereket sağlanacağına inanılır. Korkuluk olarak toprağa
403 6/Mâide, 3
404 31/Lokman, 34
405 Buhârî, Büyû' 25, 113; Müslim, Müsâkât 40
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 122 -
saplanan kazıklar da aslında nice toplumlarda fallusu simgeler. Taş,
toprak, ağaç, maden gibi maddelerden yapılan fallus muskalarının
da sihirli bir güç taşıdığına inanılır. Kimi câhilî toplumlar, yendikleri
düşmanlarının erkeklik organlarını kesip saklarlar. Erkek
organının, erkek vücudundan ayrı olarak da döl yetiştirdiği çeşitli
mitolojilerde tasarlanmıştır. Örneğin, tanrı Dionysos, Agditis’in
organını kesip toprağa atar, toprağın organla birleşmesinden bir
badem ağacı çıkar. Irmak-kız Nana bu ağaçtan bir badem alarak
göğsüne saklar, bundan gebe kalıp Attes’i doğurur. Yine, Yunan
mitolojisinde erkek organından ayrılan tohumların da döl yetiştirdiği
üstüne pek çok öyküler vardır. Örneğin, Hephaistos, kendisine
bir şey ısmarlamaya gelen tanrıça Athena’ya saldırır. Onu
yakalamak için kovalarken tohumunu bacağına akıtır, tanrıça da
bir yün bezle tohumu silip yere atar, toprak bu tohumdan gebe
kalarak Erikhthonios’u doğurur.
Bunun yanında, Phallpheria denilen fallus tapımı şenlikleri
vardır. Roma’da bu bayram ve şenliklerde ellerinde phallos (erkeklik
organı) taşıyan alaylar geçerdi. Romalılar erkeklik organı
şeklinde bardaklar kullanırlar, muskalar taşırlar, evlerinin kapılarına
koruyucu olarak bu biçimde simgeler asarlardı. Eski Yunanda
incir ağacından yapılma erkeklik organları bayramı yapılırdı;
bunun adına phallophoria denirdi. Erkeklik organı şeklinde tanrı
heykelleri de vardı. Örneğin Anadolu’lu eski bir Pelasg tanrısı
olan Hermes bir fallus taşıydı. Nitekim kabirler de Girit’te erkeklik
organlarıyla simgeleniyordu. Kybele râhipleri, toprağı gebe
bırakarak verim sağlamak için, erkeklik organlarını keserler ve
Kybele taşının altına gömerlerdi. Bu câhilî tapımların Yahûdiliği
ve Müslümanlığı etkilediğini ileri süren Batılı sözde araştırıcılar
da vardır. Onların iddiâsına göre, Yahûdilerin ve Müslümanların
sünnet geleneği, bu inancın ve Attis-Agdistis-Adonis’in erkeklik
organlarını kesmiş olmaları inancının süregelişidir. Aslında bu
iddiâların tam tersi doğru olmalıdır. Hak dine mensup olanların
en azından İbrâhim’den (a.s.) beri sünnet olma özelliği bilinmektedir.
Câhiliyye mensupları, bu hak dinden esinlenip etkilenmişler,
kendi uydurma tanrılarına ve putperest inançlarına bu sünneti
yozlaştırarak katmışlardır. Zeus’tan önce tanrı olarak tapınılan
Anadolu’lu Priapos, eski Mısır’da tanrı Min, Hindistan’da Siva (Linga)
birer erkeklik organı şeklinde idi.
Ayrıca, erkeklik organını nazardan ve her türlü kötü etkilerden
korumak için bazı ilkel câhiliyye toplumları organlarına kılıf takarlardı.
Buna penis kılıfı denir. Özellikle Melanezya, Güney Amerika,
Sudan eski toplumlarınca kullanılmıştır. Bu kılıf, kabaktan,
PUT VE PUTA TAPINMA
- 123 -
kamıştan, palmiye yapraklarından, mercandan yapılırmış.
Fals: Câhiliyye dönemi Araplarınca tapınılan bir tanrı. Dağlık
bölgede bulunan ve uzaktan bakıldığında insanı andıran bir kaya
parçasıyla temsil edilirdi. Bu kayanın bulunduğu bölge, kutsal sayılır
ve buraya sığınanlar suçlu da olsalar bağışlanırdı.
Felek: Arapça’dan dilimize geçmiş bir kelimedir. Asıl anlamı
gök olduğu halde, halk arasında baht, kader ya da tâlih anlamlarına
kullanılan bir terimdir. Gök ile kader arasında bağ kurulması,
Keldânîlerden beri gelen gökleri tanrı kabul etme câhilî anlayışıyla
ilgilidir. “Feleğin sillesi”, “zâlim felek”, “kambur felek” gibi
ifâdelerde olduğu gibi genellikle olumsuz bir anlamda kullanılması
dikkat çekicidir. Bu olumsuz ifâdeler kader denilen iman
esaslarından biri için ve Allah’ın bilgisi ve yazgısı anlamında kader
anlamı için kullanıldığı düşünüldüğünde bunun açık bir şirk olduğu
değerlendirilir.
Fenâ fillâh: Tasavvufun ortaya attığı ve içini doldurduğu kavramlardandır.
Fenâ; yokluk, hiçlik demektir. Fenâ fi’l-vücûd: Varlıkta
fâni olmak, her şeyi hem Allah olarak görmek, hem Allah
olarak bilmek, bu hale zevkle ulaşmak. Bu mertebede bulunanlar;
“lâ mevcûde illâllah (Allah’tan başka varlık yoktur; her şey
Allah’tır)” derler. Fenâ fillâh; Allah’ta fâni olmak. Kulun, beşerî/
İnsanî vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp İlâhî vasıflarla donanması.
Fenâ, Arapçada ölüm, ölümlülük demektir, burada insanın
insanî tarafını, insanlığını öldürüp yok etmesi anlamında kullanılmaktadır.
Budizmin Nirvana düşüncesinde de benzer şekilde
benlikten tamamen kurtularak sonsuz mutluluğa erme anlayışı
vardır.
Fenâ fişşeyh: Müridin mürşidde, dervişin, pîrinde fâni olması.
Mürîdin kendi şahsî irâde ve arzularını yok edip yerine şeyhinin
irâde ve arzusunu koyması. Şeyhinin hatasını kendi isâbetli fikrine
tercih edecek derecede ona uyması. Şeyhte fâni olmak, Allah’ta
fâni olmanın mukaddimesi ve başlangıcıdır.
Fetiş: Sihir ve büyü nesnesi, tılsım veya muska anlamındadır.
Tapınılan nesnelere de denir. 16. yy’da Batı Afrika’ya giden
Portekizli tâcirler orada gördükleri sûretleri ve sihir/büyü tılsımlarını
kendi dillerindeki fetiço terimiyle adlandırdılar. Latince
factitius’dan gelen bu terim, sanatla yapılan bir şey, büyü ve peri
anlamına geliyordu ve Portekizlilerin kendilerince, taşınan tılsımları
için kullanılmaktaydı. Sonraki yazarlar bu terimi bütün Afrika
dini için veya taşlara ve eşyalara tapınma için kullanmaya başladı.
Öte yandan terim, Afrikalıların dinsel yapılarını tanımlamakta
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 124 -
yetersizdi; zira Afrika inanç sistemi yüce bir varlığa ve atalara
ta’zîme de yer veriyordu. Böylelikle fetiş terimini yalnızca sihir tılsımları
için kullanma konusunda bazı girişimler oldu ve böylelikle
Afrika dinsel yapısı, genelde Animizm veya Politeizm terimleriyle
ifâde edildi. Sihir ve büyü tılsımları yalnızca Afrika’ya has değildir;
dünyanın birçok yöresinde benzeri durumlara rastlamak mümkündür.
Günümüzde fetiş terimi, genellikle kullanılmamaktadır.
Fetişizm: Fetiş teriminden türetilen bu terim, bir zamanlar taşlara
ve doğal nesnelere tapınma şeklinde basite indirgenen Afrika
dini için kullanılmaktaydı. Ancak, Afrika dinindeki yüce varlık
inancı, atalar kültü ve benzeri motifler nedeniyle günümüzde kullanılmaktan
vazgeçildi. Fetişlere tapan ya da onları kutsallaştıranlar,
fetişlerde doğaüstü bir güç bulunduğuna inanırlar. Bu fetişler;
taş, bitki, hayvan olabilir. Fetişizm, fetişleri kutsal görenlerin dinî
eylemlerinin tümü anlamında kullanılır. Bu fetişleri insanlar muska
ve uğurluk olarak taşımışlardır. Bu muska ve uğurluklar, günümüzde
de hem müslüman olduğunu söyleyenlerce ve hem de
dinle ilgilerinin olmadığını bildiğimiz sosyete çevrelerince, hatta
ateistlerce bile rağbet görmekte, bâtıl inanç ürünü olarak fetişleri
saygıyla taşımaktalar. Haç işareti olan kolyeler, nazar boncukları,
muskalar, cevşen ve benzeri kutsal kabul edilen duâ vb. metinler
yanında, uğur taşları ve uğur kolyeleri, yüzükleri şeklinde çeşitli
fetişler giderek yaygınlaşmaktadır.
Feyz: Taşmak. Tasavvufta; sâlikin çalışması ve çabası sözkonusu
olmaksızın Allah tarafından onun kalbine herhangi bir
husûsun verilmesi. Feyz-i isnâdî: Şeyhe ve müridlerine senet ve
silsile vâsıtasıyla gelen feyz, rûhânîler yoluyla ulaşan feyz, irfan.
Firâset: Sezmek, hissetmek. Tasavvufta; Yakîn, keşfetme ve
gaybı görme, gaybı bilme.
Firavun: Fir’avn, aslında özel isim değildir; Diliyle veya hal
diliyle tanrılık iddiasına kalkışan her tâğutun unvanı olabilecek
şekilde prototiptir. Fir’avn, Keyhüsrev’in Mısır’ı ele geçirip İran’a
katmasından önce, Mısır’da hüküm süren hükümdarlara verilen
ünvandır. Özellikle tanrılık iddiasında bulunduğu için Hz. Mûsâ’nın
mücâdele ettiği azgın Mısır hükümdarının adı yerine geçmiştir. O
yüzden bu tarihî şahsiyete “Fir’avn-ı Mûsâ” da denir. Kur’an’da,
Allah’tan korkacak kimseler için ibret olsun diye, 170’den fazla
âyette söz edilmektedir.
“Fir’avn’a git, çünkü o azmıştır. De ki: ‘(Nasıl,) tezkiyeye/arınmaya
gönlün var mı? Seni Rabbine (O’nu bilmeğe) ileteyim de O’ndan korkasın.’
(Mûsâ gitti, Allah’ın emrini Fir’avn’a duyurdu.) Ona büyük mucizeyi
PUT VE PUTA TAPINMA
- 125 -
(asânın ejderha oluşu mucizesini) gösterdi. Fakat o, (Mûsâ’yı) yalanladı,
karşı geldi. Sonra sırtını döndü, koşmağa başladı (Mûsâ’nın getirdikleri
iptal etmek için bütün gücüyle çalışmaya koyuldu). (Adamlarını) topladı,
(onlara) bağırdı: ‘Ben sizin en yüce Rabbinizim!’ dedi. Allah da onu,
(sonrakilere ve öncekilere ibret olacak biçimde) ahiret ve dünya azâbıyla
yakaladı. Şüphesiz bunda (Allah’tan) korkacak kimse için ibret vardır.” 406
Kur’an’ın birçok âyetinde geçen Firavun, Hz. Mûsâ ile kardeşi
Hz. Hârun’un mücâdele ettikleri Firavun’dur.407 “Andolsun Biz ona
(Fir’avn’a) âyetlerimizin hepsini gösterdik, yine de yalanladı ve dayattı.”408
Firavun, Hz. Mûsâ ile mücâdelesinde yenik düşünce, zorlayıp büyü
yaptırdığı sihirbazları da “Hârun’un ve Mûsâ’nın Rabbine inandık”
diye teslim olunca, onların elleriyle ayaklarını çapraz kestirip hurma
dallarına asacağını söyleyerek tehdit etti. Allah, İsrailoğullarını,
Fir’avn ailesinin zulmünden kurtarmıştır. 409
Kur’an’da Firavun’dan “zü’l-evtâd (kazıklar sahibi)”410 diye de söz
edilmektedir. Saltanat sahibi olan bu azgın, kızdığı kişileri kazığa
bağlayarak işkence ediyordu. Nitekim Firavun ailesi, İsrailoğullarına
“azâbın en kötüsünü revâ görüyor, yeni doğan erkek çocuklarını
boğazlayıp fenalık için kızları sağ bırakıyordu.” 411
Gavs: Sığınma, ilticâ etme demektir. Tasavvufta; kendisine sığınıldığı
zaman kutba “gavs” denir (Kâşânî, Ta’rîfât). Sûfîler darda
ve sıkışık durumda kaldıkları zaman: “Yetiş yâ Gavs!”, “Meded
yâ Gavs!”, “İmdâd yâ pîr!” diye feryad eder ve kutbun mânevî
himâyesine ilticâ ederler. “Gavs-ı a’zam”: En ulu gavs, buna
“kutb-ı ekber” de denir. Hz. Peygamber’in bâtınından ibârettir.
Velîliğin en yüce mertebesi budur. Abdülkadir Geylânî’ye özellikle
Gavs-ı a’zam denir.
Gaybı Bildiğini İddiâ Etmek ve Gaybdan Haber Vermek: Yüce
Yaratıcı’nın biz insanlara verdiği akıl, duyular ve benzeri öğrenme
vâsıtaları ile hakkında kesin veya zannî bilgi edinebildiğimiz
şeylerin tümüne “şehâdet âlemi” denir. İnsanın, bu kendine ait
vâsıtalarla hakkında bilgi edinemeyeceği Allah, cennet, cehennem,
yarın başına neyin geleceği, kıyâmetin ne zaman kopacağı
gibi konuların hepsine de insan açısından “gayb âlemi” denir.
Eskiden beri gayb âlemi, insanoğlunun merakını çekmiştir. Bu
âlem hakkında bilgi edinmek istemiştir. Tabii bu merak ve istek;
406 Nâziat, 17-26
407 20/Tâhâ, 29-36
408 20/Tâhâ, 56
409 Bkz. 20/Tâhâ, 57-73, 77-81; 2/Bakara, 49
410 Fecr, 10
411 2/Bakara, 49-50
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 126 -
gaybdan/gâipten haber verdiğini söyleyen kâhinler, arraflar, falcılar,
müneccimler, cinciler tarafından istismar edildiği gibi günümüzde
de bunlara ek olarak medyumlar, astrloglar, ruh çağıranlar
tarafından kötüye kullanılmaktadır. Hurâfelerin, bâtıl inanışların
toplumda yaygınlaşmasına ve bazı kişilerin asla kendilerinde bulunmayan
birtakım üstün niteliklere sahip kabul edilmesine ve
böylece menfaat sağlamasına yol açan “gaybı bildiği ve haber
verdiği” yalanına ve çeşitli şekillerine dikkat çekmeden önce, meselenin
dinimiz açısından nasıl ele alındığını açıklayalım:
İslâm’a göre gayb’ı sadece Allah bilir. “De ki: Göklerde ve yerde
gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur.”412 Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını
insanlara duyurmak için içlerinden seçtiği peygamberler
bile gaybı bilemezler. Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber Efendimize
hitâben şöyle buyrulmakta ve durum bize açıklanmaktadır: “De ki:
‘Size Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size
ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.”
413; “De ki: ‘Ben, Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda
veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette
daha çok hayır/iyilik yapardım ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı. Ben
sadece iman eden bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim.” 414
“O bütün gaybı bilir. Gaybına/sırlarına kimseyi muttalî kılmaz. Ancak
(bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden
ve ardından gözcüler salar.”415. Bu âyetlerde de Allah Teâlâ’nın
ancak dilediği peygamberleri gaybdan dilediği bilgiye muttalî
kıldığı belirtilmektedir. O halde Allah’tan bir bildirme olmadığ
sürece gaybı kimsenin bilmesi ve haber vermesi mümkün değildir.
Allah da bu bilgiyi sadece peygamberlerine bildirdiğine ve Hz.
Muhammed (s.a.s.)’den sonra da peygamber gelmeyeceğine göre,
ortalıkta gaybdan haber verdiğini söyleyip gezenlerin açık birer
yalancı oldukları anlaşılmış olmaktadır. Her akıllı kişi kabul eder
ki, hakikat, yalancıdan öğrenilmez. Ve gerçekler hiçbir zaman bu
zavallıların hevâ ve heveslerine tâbi olmaz, onlar dedi diye İlâhî
takdir değişmez. “Eğer gerçek, onların heveslerine uysaydı gökler, yer
ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi.” 416
Hidâyet rehberimiz olan Peygamberimiz, gaybdan haber vermeye
kalkışan kişilere inanmanın tehlikesine şöyle işaret buyurmaktadır:
“Gayb habercisine (kâhin, arraf, falcı...) gidip onun dediğini
412 27/Neml, 65
413 6/En'âm, 50
414 7/A'râf, 188
415 72/Cin, 26-27
416 23/Mü'minûn, 71
PUT VE PUTA TAPINMA
- 127 -
doğrulayan kişi, Muhammed’e gönderileni (Kur’an’ı) inkâr etmiş olur.” 417
Gayb erenler: Göze görünmeyen velîler. Üçler, yediler, kırklar,
abdallar gibi bazı velîler vardır ki, gâiptirler, göze görünmezler;
kısa zamanda uzun mesâfeler katederler. 418
Göz değmesi (Nazar): Bazı insanların bakışla, maddî ve mânevî
olumsuz etkide bulunması. Nazar değmek: Göz değmek; birisinin
hasetçi bakışıyla rahatsız olmak veya zarara uğramak. Nazar boncuğu:
Nazar değmesine karşı takılan mavi boncuk; Göz boncuğu
da denilen nazar boncuğunu takmayı, bulundurmayı veya bir
yere asmayı dinimiz şirk unsuru kabul ederek, böyle bir boncuğun
bir zararı def edeceğini sanmayı büyük günah sayar.
Gul ve Gulyabanî: Gul: Câhiliyye Araplarının inancına göre insanlara
kötülük eden bir hayâlet. Hortlak ve cin olarak da nitelenen
gul, her çeşit kılığıa girer, insanları aldatır ve sonra yutarmış.
Gulyabanî: Câhiliyye Araplarının inancına göre ıssız çölde insanların
üstüne çıktığına inanılan hortlak. Arapça çöl devi anlamındaki
gul-i beyâbânî deyiminden bozmadır.
Habîbiye: “Bir kimse, yaratılmışlardan ilgisini keserek Allah’ı
kendisine sevgili ve dost edinirse, ondan teklifler düşer” diyen
mutasavvıflar zümresi.
Hâcib-i Hak: Hakk’ın kapıcısı. Tasavvufta; Hak ile halk arasında
aracı olan insan-ı kâmil ve şeyh-i vâsıl. Kâmil insan hâcib olması
sıfatıyla müridi Hakk’ın huzûruna alır, Hakk’ın nâibi olması sıfatıyla
da Onun mülkünde tasarrufta bulunur. İbn Sina: “Allah’ın
huzûru, gelişigüzel herkesin oraya giremeyecekleri kadar ulu bir
makamdır” demiştir. Bu yüce makama bir usûle göre ve bir şeyh
rehberliğinde girilmesi gerektiğine inanılır.
Haç: Hıristiyanların Hz. İsa’nın çarmıha gerilmiş halini temsil
ettiğine inandıkları, birbirini dik olarak kesen iki doğrudan meydana
gelen t harfi görünümündeki şekil; salîb ve istavroz da denilir.
Haç, hıristiyanlığın simgesi kabul edilir. Haç çıkarmak: Elleriyle
haç işareti yapmak, istavroz çıkarmak. Hıristiyanlıktan önce
çoktanrıcı bazı dinlerde de mutluluk simgesi kabul edilen haç,
hıristiyanlıkta ilkin din uğruna ölenlerin mezarlarına konulurdu.
Daha sonra bütün hıristiyanların mezarlarına konulmaya başlandı.
Boyunlarda kolye olarak da takılır. Duâ sırasında da belli yerlerde
haç işareti yapılır: Sağ elin parmaklarıyla göğse haç biçimi çizilerek
bir çeşit kutsama yapılır. El önce alna, sonra göğse, sonra
417 Tirmizî, Tahâre 122
418 Bkz. Ricâlu’l-gayb
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 128 -
sol omza ve en sonunda da sağ omza dokundurulur. Bu işaret,
aynı zamanda baba-oğul-kutsal ruh teslisini/üçlemesini de simgeler.
Yunan kilisesinde el önce sağ omza, sonra sol omza götürülür.
Protestanlıktaysa haç çıkarılmaz. Ortodokslar her yıl 6 Ocak günü
haçı suya atma töreni yaparlar. Bu tören, onlara göre İsa’nın Yahya
peygamber tarafından Ürdün nehrindeki vaftizini simgeler. Bu
dinî törende, üstünde İsa’nın resmi bulunan bir haç deniz, nehir,
göl gibi herhangi bir suya atılır; hıristiyanlar suya atlayarak haçı
bulup çıkarırlar. Haçı bulup çıkaran hıristiyan kutsanır.
Haçlı seferleri: Haçlı, haçı olan demektir. Bu anlamdan çıkarılarak
müslümanlara karşı savaşa katılan hıristiyanlara “ehl-i salîb”,
yani “haçlı” denilmiştir. Haçlılar: Haçlı seferlerine katılanlar anlamında
kullanılır. Haçlı seferleri: Haçlıların (hıristiyanların) mukaddes
kabul ettikleri yerleri (Kudüs ve civarını) müslümanlardan
almak için yaptıkları savaşlara denilir. Toplam sekiz askerî-dinî
sefer düzenlenmiştir. Hıristiyanlarca kutsal savaş kabul edilen bu
seferler, papaların teşvik edip cenneti garanti etmesi ve doğunun
zenginliklerinden pay alma tutkusunun birleşmesi ile ortaya çıktı.
Giysilerinin üstüne, yeminlerinin bir simgesi olarak kumaştan bir
haç dikip “haçı alanlar”, Kudüs’e hac yolculuğu yapmaya söz vermiş
sayılıyorlardı. İlk haçlı seferi 1097’de, sekizinci haçlı seferi de
1270 yılında yine başarısızlıkla sonuçlanmış ve haçlı seferlerinin
silâhlı kısmı sona ermiştir. Günümüzde, haçlı seferleri daha çok
siyasi, iktisadi alanda ve en çok da kültürel yollarla yapılmakta,
önemi Kudüs’den daha az olmayan müslüman beyin ve kalplere
saldırılmaktadır. Televizyon, kitap, gazete vb. araçlarla evlerin işgal
edilmesi için yapılan günümüzün haçlı seferleri, çoluk çocuk
demeden hedeflere saldırıp ele geçirmektedir. Çağdaş Selâhaddin
Eyyûbîler çıkıncaya kadar da bu seferlerin sonunun gelmeyeceği
gözükmektedir.
Hâtemu’l-Evliyâ: Hâtem; mühür, yüzük, son demektir. Tasavvufta;
sâlikin bütün makamları kat etmesi ve nihâyete ermesine
hâtem denir. “Hâtemu’l-enbiyâ”: Son peygamber. “Hâtemu’levliyâ:
Son velî veya velîlerin en ulusu, bir rivâyete göre İbn
Arabî. Hatm-i velâyet görüşünü Hakim Tirmizi ortaya atmış, İbn
Arabî bunu geliştirmiştir. Hatm-i nübüvvet, zamanla sınırlı olup
Hz. Peygamber’le sona erdiği halde; hatm-i velâyet zaman üstüdür,
ezelden ebede kadar sürer, zira nübüvvet Nebî’nin, velâyet
Allah’ın vasfıdır.
Hatm-i Hâce: Nakşî tarikatında toplu olarak icrâ edilen bir zikir
ve duâ biçimi. Umûmiyetle Pazartesi ve Cuma geceleri okunur.
Abdest alınır. Kıbleye karşı diz çöküp oturulur, tevbe ve istiğfar
PUT VE PUTA TAPINMA
- 129 -
edilir, tarikat silsilesine dâhil olan bütün şeyhlerin ruhlarına teveccüh
edilip onlardan yardım ve imdad istenir.
Hayâl: Mâsivâ, Allah’tan mâadâ her şey. Tasavvufta; mutasavvıflar
Hak hâriç diğer tüm varlıkların gerçek bir varlığı bulunmadığı,
bunların birer hayal, akis ve gölge varlıklar olduğunu söylerler.
Özellikle vahdet-i vücud anlayışına bağlı olanlar bu görüştedirler.
Sevgilinin zihnindeki hayâli de önemlidir.
Hayzu’r-ricâl: Erkeklerin hayzı. Tasavvufta; sâlikin cezbeye
kapılarak ve vecde gelerek kendinden geçmesi, bu yüzden hayız
gören kadınlar gibi Allah’ın huzûruna çıkamaması, namaz kılamaması
hâli. Bazı mutasavvıflar, kerâmetleri ve hârikulâde halleri de
bir eksiklik olarak değerlendirir ve bu hallere erlerin hayzı derler.
Henüz irşad ehliyetini kazanamadığı için kendisine uyulmayan ve
örnek alınmayan sâlikler de hayız halinde sayılır. İrşad ehliyetini
kazandıkları zaman artık er olurlar.
Hera: Eski Yunan’da gökyüzü tanrıçası; Zeus’un eşi. Eski
Yunan’da tanrıça Hera adına her dört yılda bir düzenlenen kadınlar
arası spor yarışmaları yapılırdı. Bunun, Olimpiyat (Olimpic)
oyunlarından daha eski olduğu söylenir.
Herakles: Bazen bir tanrı olarak da tapılan en popüler Yunan
kahramanı; Zeus’un kendi annesi Alkemene’yle birleşmesinden
doğan oğlu olduğu kabul edilir.İsmi Hera’nın muhteşem hediyesi,
ya da Hera’nın intikamı anlamına gelir. Doğaya kafa tutan insan
gücünün simgesi kabul edilmiştir.
Herkül: Eski Yunan kahraman tanrısı Herakles’in Roma’daki
karşılığı, Latinleştirilmiş Herakles. Roma’da onun tanrı Jüpiter’in
oğlu olduğuna inanılırdı. Eski Roma’da insan kurbanı âdetini
Herkül’ün kaldırdığı söylenir. Tarım, ticaret ve savaş tanrısı kabul
edilirdi.
Hıdırellez: Hıdırellez kelimesi, Hıdır-İlyas ifâdesinin bozulmuş
şeklidir. Halkın câhilî inancına göre Hızır ile İlyas’ın -ki, Kur’an’a
ters inanca göre bu ikisi ölümsüzlük suyundan içmiş, ölümsüz
olmuşlardır- buluşması olayına Hıdırellez (Hıdır-İlyas) denir. 6
Mayıs’ta birbahar bayramı şeklinde kutlanır.
Hıfz: Koruma. Tasavvufta; Evliyânın günah işlemekten ve hatada
ısrar etmekten koruma hali. Peygamberimiz’in ismet sıfatına
karşılık, ermişlerin hıfz sıfatı vardır. Peygamberler ma’sûm, velîler
mahfûzdur. Allah peygamberi günah işlemekten, velîyi günahta
ısrar ve devam etmekten korur. Mahfûz olmak, velî olmanın şartıdır.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 130 -
Hızır: Halk arasında ölümsüzlük şerbeti (âb-ı hayat) içerek
ölümsüzlüğe kavuşmuş olduğuna inanılan ve her zaman ve
mekânda umulmadık anlarda ortaya çıkarak insanlara yardım
eden, bolluk ve bereket getiren olduğuna inanılan mitolojik şahsiyettir.
Binlerce senedir yaşayan, bunalan kulun imdâdına yetişen
yarı tanrı bir kişilik olarak kabul edilir. Hızır düşüncesi, bazılarınca
Kur’an’da Mûsâ (a.s.) ile bir yolculuk yapan ve “Allah’tan verilen
bir ilim ve rahmet (vahiy ve peygamberlik) sahibi” 419olduğu belirtilen
kişiyle ilişkili olarak görülür. Ancak, Kur’an’da ismi zikredilmeyen
bu kişinin Hızır niteliğiyle herhangi bir ilişkisinin olmadığı, yalnızca
Allah’tan vahiy alan bir peygamber oldğu açıktır. Öte yandan
Allah, Kur’an’da açıkça hiç kimseye ölümsüzlük vermediğini, herkesin
ölümlü olduğunu açık şekilde ifâde etmektedir. 420
Himmet: Ermiş kişilerin maksadı hâsıl eden, iş bitiren ve dilediklerini
yerine getiren mânevî gücü. Himmet-i ricâl: Erenlerin
himmeti. Erlerin himmeti dağları yerinden oynatır. Pirler, dervişlerini
himmetleriyle terbiye ve idâre ederler. “Mürîdim ister doğuda
olsun ister batıda / Hangi yerde olsa da yetişirim imdâda.” A.
Geylâni’ye ait olan bu şiir için. 421
“Darda kalmış kişi duâ ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da
sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber
başka bir ilâh mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz.”422; “De ki: Allah’ın
dışında kuruntusunu ettiklerinizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gidermeye,
ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.” 423
Hinduizm: Geleneksel Hint dinsel inancına verilen genel bir
ad. Hindistan geleneğine âit bazı ortak karakteristik özellikleri
yansıtmakla birlikte Hinduizm, belirli bir inanç sistemi olmaktan
ziyâde, birçok dinsel geleneğe verilen ortak bir addır. Bu nedenle,
Dinler Tarihçileri, Hinduizmin başlı başına dinsel bir akım mı, yoksa
Hint kültürel geleneğini mi ifâde ettiği konusunda görüş ayrılıkları
içerisindedirler. Hinduizm, dünyanın çok eski ve en geniş
kutsal literatürüne sahip olan bir gelenektir. MÖ 1300-800 yılları
arasına âit olan Vedalar ve daha sonraki dönemlerde derlenen
Brahmânâlar, Upanişadlar, çeşitli destanlar ve kanun kitapları, Hinduizmin
kutsal literatürünü oluşturmaktadır. Hinduizmin karakteristik
özellikleri arasında kast sistemi, Karma doktrini, Samsara ve
419 18/Kahf, 65
420 21/Enbiyâ, 34-35
421 bkz. S. Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Risâle-i Nur Külliyatı, Nesil Y. c. 2, s.
2083
422 27/Neml, 62
423 17/İsrâ, 56
PUT VE PUTA TAPINMA
- 131 -
Avatara tasavvuru dikkati çeker. Tanrı düşüncesi açısından Hinduizm,
ateist gruplardan teistlere ve panteistlere, monoteistlerden
politeistlere kadar birçok akımı bünyesinde toplar. Ancak, genellikle
Hinduların politeist oldukları görülmektedir. Yüzlerce hatta
binlerce tanrısal varlığa inanılmakla birlikte, yaratıcı tanrı Brahma,
koruyucu tanrı Vişnu ve yıkıcı tanrı Şiva üçlüsü tanrılar panteonunun
başını çekmektedir.
Tanrı düşüncesi konusundaki çeşitlilik, ritüeller konusunda da
görülmektedir. Hindular arasında dünyadan tamamıyla el etek çeken
ve mutlak inzivâyı yaşam biçimi edinen mistiklerden karma
seks âyinleri yapanlara, beslenme diyeti konusunda kendilerine
sınırlama getirenlerden bu konuda kendilerini tamamen serbest
bırakanlara kadar birçok farklı grubun varlığına rastlanır. Ancak
genel olarak Hindular, tanrı timsâli olan heykel ve sûretlere tapınır
ve onlara hediyeler sunarlar; râhiplerin yöneticiliğinde kurban
törenleri düzenlerler, kutsal mekânlara hac seyahatleri tertip
ederler ve kutsal sularda vaftiz olurlar. Hinduların çok ayrıntılı ve
karmaşık zaman hesaplamaları da dikkat çekicidir.
Hesiod: Muhtemelen MÖ 8. yy. sonrası yaşamış olan Yunan
mitoloji yazarlarından birisi. “Teogoni” ve “İşler ve Günler” adlı
eserlerinde dünya çağları, tanrıların soy kütüğü ve benzeri konuları
ele alır. Antikçağ Yunan mitolojisinin iki büyük kaynağından
biri Homeros destanları, ikincisi de MÖ 8. yy’da Askra’da yaşadığı
sanılan Hesiodos’un Theogonia (Tanrıların Doğumu) adlı kitabıdır.
Bu eserinde Hesiod, evrenin yaratılışını ve tanrıların meydana gelişlerini
anlatır. Birçok mitolojik tanrılar ve öyküleri Hesiod’a özgüdür
ve Homeros destanlarında yoktur.
Homer (Homeros): İliad ve Odyssey’in (İlyada ve Odisse) yazarı
olan Eski Yunanlı bilgin. Muhtemelen MÖ 700 öncesi yaşamıştır.
İzmir doğumlu olduğu söylenir.
Homeros-Hesiodos Dini: Antikçağ Yunan ozan ve düşünürleri
Homeros’la hesiodos’u yapıtlarında geliştirdikleri çoktanrıcılık.
Hellen çoktanrıcılığına bu adı tarihçi Herodotos vermiştir.
Herodot’a göre Yunan tanrılarını sanlıkları, yetkileri, hünerleri ve
serüvenleriyle yaratan bu iki şairdir. Hesiodos’un tanrılardan söz
eden eseri Thegonia, Homeros’un İlya ve Odisse adlarını taşır. Bu
yazarlardan birinin açıkladığı kimi tanrılardan öbürü söz etmediği
gibi, kimi tanrılar da bu yazarlarca değişik biçimlerde anlatılmıştır.
Çoğu tanrıların tanıtılmasında birleşirler, çünkü ozanca katkıları
bulunmakla birlikte, her ikisinin de kaynağı eski halkların inançları
ve efsâneleridir.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 132 -
Horoskop: Astrologların yıldızlardan çıkardığı gelecekle ilgili
kehânet. Astrolog denilen modern kâhinler, horoskop denilen
yıldızların, burçların bulundukları yerin haritasını çıkarıp, falına
bakacakları kimsenin doğum tarihleriyle kıyaslayarak o kişinin geleceği
-gayb- hakkında hüküm çıkartırlar.
Hubel (Hübel): Tanrıça Kybele’nin (Cybele-Sibel-) Araplaşmış
put biçimidir. Câhiliyye dönemi Araplarınca savaş ve yağmur tanrısı
olarak tapınılan bir put idi. Kâbe’nin avlusundaki bir su kuyusunun
başında onun, sağ eli kırık bir insan şeklinde kırmızı akik taşından
yapılmış heykeli vardı. Araplar, bu kırık elin yerine, altından bir el
yaparak heykeli onarmışlardı. Klasik Arap kaynakları, Hübel heykelinin
kuzey bölgelerinden getirilerek Mekke’ye dikildiğini söylerler.
Câhiliyye döneminde Kâbe’de Duşârâ ve Manutu (Menât)
adlı putlarla birlikte bulunuyordu. Mekke fethinden sonra diğer
putlarla birlikte Müslümanlar tarafından parçalanmıştır. 424
Hulûl: Bir şeyin diğer bir şeye girmesi. İki şeyin bir şeymiş gibi
birleşmesi demektir. Tasavvufta; Allah’ın bazı eşyaya veya kişilere
girmesi inancı. Bu inançta olan mutasavvıflara hulûl ehli adı verilir.
Bazı müşrik toplumlarda görülen inanca göre, İlâhî ruh, bazı
liderlerin bedenlerine girmiş kabul edilir. Bu bâtıl inanç, müslümanlar
içinde bazı sapık/müşrik mezheplerde de görülür. Bunlara
göre, tanrı bazı imamların bedenlerine girmiş kabul edilir. Tasavvufçular
arasında da benzer görüşe sahip olanlar vardır. Hulûliye
bunlardandır. Onlar, tanrılığın bazı bedenlere girerek cisimleştiği
inancına sahiptir. 425
Hulûliye: “Güzel kadınlara ve oğlanlara (tüysüzlere) bakmak
helâldır, Allah’ın bazı sıfatları bize hulûl eder. Bu hal içinde iken
öpüşmek ve sarmaş dolaş olmak câizdir” diyen mutasavvıflar
zümresi.
Hurâfe: Dinî bilgiler ve kurallar arasına karışmış yanlış, bâtıl
inanç, efsâne ve mitolojilere denir. Bunlar, gerçekle bağlantısı bulunmayan
boş inançlar ve uydurmalardır. Atalara duyulan saygıdan
dolayı, kuşaktan kuşağa aktarılan hurâfelerin temel özelliği,
bunlar hakkında Kur’an ve sünnetten bir delili olmaması, hatta
çoğunlukla bu iki kaynağa ters, İslâm akaidine zıt olmasıdır.
Hurriyye: Kendilerinden geçmiş bir halde iken cennetten gelen
hûrîlerle seviştiklerini ve cinsî temas kurduklarını iddia eden
mutasavvıflar zümresi.
424 Bk. Kybele
425 Bk. İnkarnasyon
PUT VE PUTA TAPINMA
- 133 -
Hüküm: “Hükm” kelimesinin sözlük anlamı, yargı ve yargıda
bulunmak, hükmetmek, karar vermek, idare etmek, ata gem vurmak
demektir. Hakkında âyet ve hadis olan itikada ve ibâdete ait
bütün prensiplere “hüküm” denilir. Hükmün çoğulu “ahkâm”dır.
Ayrıca, hâkimlik, âmirlik, tesir gücüne sahip olma gibi anlamlarda
da kullanılır. Emir ve irâde demektir. Gerçekte hüküm, kelime anlamıyla
önlemek, engel olmak, menetmek anlamındadır; hâkim
kelimesi de haksızlığa engel olan demektir. Bir şeyin iyice araştırılıp
soruşturulmasından sonra verilen karara “hüküm” denir.
Mahkemelerde hâkimlerin verdiği karar gibi; filan adam, “bu konuda
şöyle hükmetti”, “falancanın hükmü şöyledir” denilir. Sözü
geçmek, hükmünü yürütmek, kuvvetli ve güç sahibi olmak anlamlarına
da gelir. Bu mânâda; “Allah’ın dediği olur” anlamında
“Allah’ın hükmü her şeye geçerlidir” deriz.
Kur’ân-ı Kerim’de, insan fiilleriyle ilgili beş yüz kadar âyet
vardır. Bunlara “ahkâm âyetleri” denmektedir. Peygamberimizin,
ahlâk, öğüt, âhiret, ibâdet, muâmelât (İnsan ilişkileri) ve ukubat
(cezalar) ile ilgili hadislerine de “hüküm-ahkâm hadisleri” adı verilir.
Bir konuda Allah’ın bir hükmü varsa ve O’nu gerek Kur’an’la,
gerek peygamberi ile bize bildirmişse, insana düşen o hükme teslim
olmak, tüm işlerinde Allah’ın hükmünü uygulamaktır. Allah’ın
hükümleri dışındakilere “câhiliyye hükmü” denir. Mü’minler,
câhiliyye ile hükmetmezler426. İman edenler, dinî hükümlere teslim
olurlar, bir konuyla ilgili veya insanlar hakkında hüküm verme
durumunda olurlarsa, adâletle hükmederler427. Fıkıh Usûlüne
göre hüküm, mükelleflerin (yükümlülerin) fiillerine bağlanan
şer’î özelliktir. Şer’î hükmün kaynağı da yalnızca Allah’tır. Hüküm
Allah’tan kaynaklandığı için Allah’ın güzel isimlerinden biri el-
Hakem, biri de el-Hakîm’dir.
Sünnetullah gereği, insanlar toplum halinde yaşamak durumundadırlar.
Cemiyetin düzeni ise, birtakım emirlerin ve hükümlerin
çevresinde teşekkül eder. Bu noktada karşımıza; “hüküm nedir?
Hükmetme hakkı kime aittir?” gibi sualler çıkacaktır. Araplar,
atı gemlemeye de hukm derler. Dolayısıyla “hukm”ün “zapt u
rabt altına alıp terbiye etme, boyun eğdirme” mânâsı sözkonusudur.
Hâkim, mahkeme, hakem gibi günümüzde sık sık kullanılan
kelimeler, aynı kökten gelir. Hüküm sahibi denildiği zaman, Türkçede
kullanıldığı şekliyle, “hâkimiyet ve egemenlik” kelimeleri
426 5/Mâide, 50
427 4/Nisâ, 58
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 134 -
gündeme girer. “Hâkimiyet kayıtsız, şartsız ulusundur” sloganında;
yönetme ve hüküm koyma hakkının kime ait olduğu noktasında
bir tercih vardır. Bu tercih, “ulusun gücünün üstünde, hiçbir
gücün olmadığı” iddia ve ifadesidir. İslâmî ıstılahta; “mükellefin
fiillerine iktiza eden hitab-ı İlâhînin eserine hüküm denilir” şeklinde
tarif edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de, “(Ve şu emri indirdik:) insanlar arasında Allah’ın
indirdiği hükümlerle hükmet! Sakın onların (İnsanların) hevâ ve heveslerine
uyma”428 emri verilmiştir. Dolayısıyla hiç kimsenin, Allah’ın
indirdiği hükümlere mukabil olmak ve o hükümlerin yerine geçmek
üzere hüküm koyma hakkı yoktur. İnsanların hevâ ve heveslerinden
kaynaklanan hükümlere câhiliyye hükmü denilmiştir.
Müslüman, kayıtsız şartsız olarak, Allah’ın ve Rasûlü’nün hükümlerine
tâbi olan kimsedir. “Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a
ve Rasûlü’ne çağrıldıkları zaman, iman edenlerin sözü, ancak ‘işittik ve
itaat ettik’ demeleridir. İşte asıl murâdına erenler bunlardır.”429 Arzularını
İslâm’a tâbi kılmayan kimselerin iman iddiaları bir vehimden
ibarettir. Zira Rasûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Nefsim yed-i kudretinde
olan Allah’a yemin olsun ki, arzusunu İslâm’a tâbi kılmayan kimse
iman etmiş olmaz.” 430
Kur’an’da “Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür apaçık
meydana çıkmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp da Allah’a iman ederse, o
muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah,
hakkıyla işiten ve her şeyi kemâliyle bilendir.”431 hükmü beyan buyrulmuştur.
Dolayısıyla insan için iki yol mevcuttur. Birincisi: Allah’a
iman etmek ve hayatını İslâmî hükümlere göre düzene koymak.
İkincisi: Tâğuta kalben teslim olup, hevâ ve heveslere göre yaşamak.
Bu iki yolun dışında, üçüncü bir yoldan söz etmek mümkün
değildir. Tâğut kelimesi, tuğyan etmek (azgınlaşarak isyan etmek)
mânâsınadır. Kendisi için tayin edilmiş olan sınırın dışına taşan her
şey tâğuttur. İslâmî ıstılahta; Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil
olmak ve onların yerine geçmek üzere hüküm koyan her güce
tâğut ismi verilmiştir. Tâğut, sapıklıkta önderlik (liderlik) eden
herkese şâmildir. Tâğutî güçlerin icad ettiği hükümlere câhiliyye
hükümleri demek mümkündür. Nitekim Kur’an’da; “Onlar, hâlâ
câhiliyye (devri)nin hükmünü mü arıyorlar? Şüphesiz, yakîn sahibi (gerçek
iman ve ilim sahibi) bir kavim indinde, hükmedici olarak Allah’tan daha
428 5/Mâide, 49
429 24/Nûr, 51
430 İbn Kesir, III/490
431 2/Bakara, 256
PUT VE PUTA TAPINMA
- 135 -
güzel kim vardır?”432 buyrulmuştur. Câhiliyye devrinin hükmünden
maksat, “darü’n-nedve” isimli mecliste, insanların hevâ ve heveslerinden
(ideolojilerinden) yola çıkılarak hazırlanan ve bütün
zümreleri bağlayıcı olan kanunlardır.
Hz. Adem’den itibaren bütün peygamberler, insanları, Allah’ın
emirlerine ve hükümlerine göre yaşamaya dâvet etmişlerdir. Bu
dâvet, peygamberlerin vârisleri olan âlimler tarafından kıyâmete
kadar devam edecektir. Kur’an’da Hz. Yusuf kıssası beyan edilirken
bütün insanlığa şu hatırlatma yapılmıştır: “Sizin Allah’ı bırakıp
da taptıklarınız kendinizin ve atalarınızın takmış olduğu (kuru) isimlerden
başkası değildir. Allah bunlara hiçbir hüccet indirmemiştir. Hüküm sadece
Allah’a mahsustur (ondan başkasına ait değildir). Allah, kendisinden
gayrisine ibâdet etmenizi emretmemiştir. Dosdoğru din işte budur. Fakat
insanların çoğu bilmezler.” 433
Hüküm ve emir, Allah’a mahsustur. Hesap gününü düşünen
her insan yeryüzünde, Allah’ın emirlerini tebliğ ve hükümlerini infaza
memur kılındığını asla unutmamalıdır. Kur’an’da, “Allah, hükmedenlerin
en güzel hükmedeni değil midir?”434 denilmektedir. Allah,
mutlak hüküm koyucu, hükmeden, hükmünü geçirendir. 435
İbâdet: Sözlük anlamı; tapmak, kulluk yapmak, itaat etmek
veya boyun eğmek demektir. İbâdet, niyete bağlı olarak yapılması
sevap olan, özel bir şekilde yapılan itaat ve fiillerden meydana
gelir. İnsanı yaratan ve ona her türlü nimeti veren Allah’a karşı bir
ta’zim (O’nu büyük görme)dir. İbâdet, kendini kul olarak kabul
eden insanın Rabbine karşı teslim oluşu ve Rabbine itaat edişidir.
İbâdet, Yüce Yaratıcı karşısında kişinin benliğinin derinliğinden
gelen bir saygı ile boyun eğmesidir. İbâdet, Allah’a karşı duyulan
saygı ve azamet duygularının en yücesidir. Kul bu duyguyu,
Allah’ın emirlerine uyarak, yasaklarından kaçınarak yerine getirir.
Allah’ın râzı olduğu bütün ameller ibâdet kapsamına girer. Bir diğer
deyişler sâlih (doğru ve güzel) kabul edilen bütün ameller (fiiller)
in yapılması ibâdettir. Çünkü Allah, insanlardan güzel davranışlar
ve kendi hükümlerine uyma istemektedir. Yani Allah’a itaat
mânâsı taşıyan her hareket ibâdettir.
İbâdet, ‘abd’ kelimesinden türetilmiştir. Bu da; en yüce bilinen
bir varlığa itiraz etmeksizin, karşı gelmeksizin itaat etmek,
boyun eğmek demektir. Eskiden kölelere de ‘abd’ denirdi. Onlar,
432 5/Mâide, 50
433 12/Yûsuf, 40
434 95/Tîn, 8
435 Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 188-191
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 136 -
sahiplerine karşı gelmeksizin itaat ederlerdi. Çünkü onlar efendilerinin
malı sayılırlardı. İnsanın Allah karşısındaki durumu, kölenin
efendisi karşısındaki durumu gibi değildir. İnsanlar Allah’ın köleleri
değildirler. Ancak insanlar mutlak itaatı, boyun eğmeği ve en
yüksek tazimi Allah’a yapmak zorundadırlar. Bunun adı kulluktur,
yani ibâdettir. İbâdetin Kur’an’daki Anlamları: Kur’ân-ı Kerim’de
ibâdet bir kaç anlamda kullanılmaktadır:
1- Kulluk ve itaat anlamında; “Ey iman edenler, size rızık olarak
verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yeyin. Allah’a şükredin, eğer hakikaten
O’na kulluk (İbâdet) ediyorsanız.” 436Kulluğu yalnızca Allah’a
yapan, helâl ve haram konusunda da yalnızca O’na itaat eder.
2- İtaat anlamında; “Ey Ademoğulları, şeytana itaat (İbâdet) etmeyin.
Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.”437 insanlar şeytana ilâh
diye inanmazlar ama onun sözünü dinlerler. Yani ona itaat ederler.
Allah, şeytana itaat etmeyi yasaklıyor.
3- Kulluk anlamında; “Allah’ı bırakıp da kendisine kıyamete kadar
sevap veremeyecek kişiye (şeye) tapmakta (İbâdet etmekte) olan kimseden
daha sapık kimdir? Hâlbuki, (o taptıkları şeyler) bunların duâsından
habersizdirler.” 438; “Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne bir zarar, ne bir
fayda vermeyecek olan şeylere ibâdet ederler. Bir de: ‘Biz bunlara ancak
bizi Allah’ a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz’ derler.”439; “Ey insanlar,
sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet edin. Umulur ki
takvaya erersiniz (sakınırsınız).” 440
Bunlara benzer daha birçok âyette ibâdet, Allah’a ve O’nun
dışında ilâh (tanrı) zannedilen şeylere yapılan itaat, kulluk ve tazim
gibi şeyler anlamında kullanılmaktadır. Bizim üzerinde durmaya
çalıştığımız da bu anlamdır. İbâdet, kişinin benliğini inkâr
etmesi, kendini bir hiç yerine koyması değil, Allah’ın yüceliği yani
azameti karşısında duyulan saygıdan dolayı bir ürperiş, bir teslimiyet,
bir sığınma, bir söz dinlemedir.
Yaratanla yaratılan arasındaki diyalog, karşılıklı ilişki; Allah’tan
insana vahy şeklinde, insandan Allah’a doğru ‘duâ ve ibâdet’ şeklinde
gerçekleşir. İbâdet, aynı zamanda nimetleri veren makama
karşı bir şükür işaretidir. İnsana verilen en üstün nimet herhalde
hayat nimetidir. Öyleyse ibâdet hayatı var eden, bütün yaratılmışların
hayatını elinde tutan Allah’a yapılır.
436 2/Bakara, 72
437 36/Yasin, 60
438 46/Ahkaf, 5
439 10/ Yunus, 18
440 2/Bakara, 21
PUT VE PUTA TAPINMA
- 137 -
İslâm’daki ibâdet anlayışı, bir takım batıl dinlerde olduğu gibi
bir tapınma değil, Allah’a karşı olan sevginin, saygının, azametine
teslim oluşun, O’nun Rabliğini tasdik edişin duâ, itaat ve belli
hareketlerle ortaya konmasıdır.
İbâdetin amacı, Allah’ın rızâsına ulaşmak, bir anlamda takva
sahibi olmak, bununla dünya hayatını düzene koymak, iyi bir insan
olabilmek ve öldükten sonra da Cenneti kazanmaktır. İbâdet,
yaratılıştan gelen bir ihtiyaçtır. İnsanlar Yüce Allah’a ibâdet için
yaratılmışlardır.441 Allah’ı unutanlar ise tarihte ve günümüzde
ibâdet edecek ilâhlar bulmuşlardır. İşin doğrusu yeryüzünde
ibâdetsiz insan olmaz. İbâdetin ilk basamağı inanmak ve imanın
gereklerini yapmaktır. Bu mânâda ibâdet gizli olmaz. İnsan hayatı
gizli değildir ki, hayatı Allah rızâsı için yaşamak, yani ibâdet de
gizli olsun.
İdeoloji: Kelimenin aslı Latincedir. İdea, “görünen biçim, fikir”
sözcüğü ile logos “bilgi” kelimesinin birleşmesi ile yapılmış ve
düşünceyi inceleyen bilim (ideler bilimi) anlamında kullanılmıştır.
Siyasal ve sosyal bir doktrin meydana getiren ve bir hükümetin,
bir partinin veya bir sosyal sınıfın hareketine yön veren, düşünce
sistemine ideoloji denir. Bir topluma veya toplumsal sınıfa has
düşüncelerin tümüne ideoloji denir. İlk olarak Destut de Tracy
tarafından, felsefî bir hareket olarak savunulmuştur. Daha sonra
Cabanis, Volney Grat ve Daonou tarafından siyasî bir topluluk
olarak sahneye çıkarılmıştır. On sekizinci yy’da “ideologlar” denilince
bu isimler akla gelirdi. Cemil Meriç, ideolojinin, kaypak ve
karanlık bir mefhum olduğunu, Büyük Fransız İhtilâlinden sonra
“felsefe”ye başka bir isim bulmak gerektiğini, zira felsefenin kiliseden
koptuğunu, bunun için “ideoloji” kelimesinin Destut de
Tracy tarafından (1796) uydurulduğunu izah eder. 442
İdeoloji, metafizik muhtevâsından sıyırılmış bir felsefedir.
İslâm mütefekkirleri ve ulemâsının felsefecileri küfürle itham ettiğini
bilen batıcı laik kadrolar, bu kelimenin arkasına sığınmışlardır.
Bilginin kaynağını duyu organlarının faâliyetleri ve akıl yürütme
ile sınırlandıran ideologlar, vahyi inkâr ettikleri için kâfirdirler.
İslâm topraklarındaki bütün ideolojilerde görülen temel özellik,
nassı inkâr mantığıdır. Dolayısıyla her ideoloji “ilâhlık” iddiâsına
dayanır. Üretim, üretim araçlarının mülkiyeti ve tüketim gibi konularda
“helâl” ve “haram” hudutlarını inkâr ederler. “Sermaye”
ve “emek” anlayışında, birbirine zıt teoriler ortaya koysalar da,
441 51/Zâriyâ, 56
442 C. Meriç, Umrandan Uygarlığa, s. 230
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 138 -
“mülkün Allah Teâlâ tarafından yaratıldığı gerçeğini” inkârda birleşirler.
Bütün bu gerçekler dikkate alındığında, “Lâ ilâhe” (ilâh/
tanrı yoktur) “illâllah” (ancak Allah vardır) diyen her mü’min, bütün
ideolojileri inkâr etmiştir. Kelime-i tevhidi kalben tasdik ve
dille ikrar eden mü’minler; ismi ne olursa olsun, İslâm topraklarını
işgal eden bütün ideolojilerle savaşmak (cihad etmek) durumundadırlar.
Aksi davranışta bulunanlar, cihad gibi farz-ı ayn hale gelen
ameli terk ettikleri için mes’uldürler. 443
İdol: Yunanca (resim, heykel anlamına gelen) eidolas’tan türetilen
idol, sûret ve şekil anlamına gelmektedir. Dinî geleneklerde
özellikle tapınmada kullanılan sûretler ve benzeri şeyler için genel
bir isim olarak kullanılır, put demektir. Tanrılara adak olarak sunulan
taştan ve topraktan yapılma heykelciklere de idol denir. 444
İhvân: Kardeşler. Tasavvufta; Belli bir tarîkate ve şeyhe bağlı
olanlar birbirinin kardeşi (ihvân), bunun dışında kalanlar ecnebî,
ağyâr, digerân (başkaları)dır. Bazı hallerde yabancıların tarîkat
âyinlerine alınmaları, şeyhin özel sohbetine katılmaları hiçbir
tarîkatte uygun görülmemiştir. Belli bir tarîkat mensupları, bir
âile gibidir. Şeyh baba ve peder (ata), şeyhin karısı ana-bacı ve
vâlidedir. Müridler ise şeyhin evlâdıdır. Bu evlât, yekdiğerinin kardeşi
(ihvânı, birâderi)dir.
İkon: Kiliselerde bulunan dinî tasvir, yani resim ve heykeller.
Özellikle ortodoks kiliselerinde bulunur. Hıristiyanlar, ikon(a)lara
tapmadıklarını, sadece onlara saygı duyduklarını söylerler.
İlhâm: Bildirmek, haber vermek. Tasavvufta; a) Feyz yoluyla
kalbe gelen özel bir anlam ve bilgi. Düşünmekle kazanılan bir bilgi
değildir. b) Kalbe konulan iyilik hissi, hayır duygusu. İlhamın
kaynağı ya Allah veya melektir. Velîler, ilhamı peygamberlere vahiy
getiren meleğin aldığı kaynaktan alırlar.
İlm-i Nücum: Yıldızlar ilmi, astronomi, felekiyat anlamında
olan bu terkip, astroloji için de kullanılmaktadır. Birincisi araştırma
ve incelemelere dayanan gerçek bilgi olduğu halde, ikinci anlamı
(astroloji), hurâfelere, bâtıl inanç ve kandırmaya dayanarak
gayb hakkında bilgi edinme iddiası taşır.
İmâmân: İki imam. Tasavvufta; biri kutbun sağında, diğeri
solunda yer alan iki velî. Sağdaki melekût, soldaki mülk âlemine
bakar. Soldakinin mertebesi daha yüksek olduğundan, kutbun
halifesi olur.
443 Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 199-201
444 Bak. Fetiş
PUT VE PUTA TAPINMA
- 139 -
İnhinâ: Eğilmek, boyun eğmek. Tasavvufta; müritlerin şeyhlerini
veya halifesini ya da birbirini eğilerek selâmlamaları. Bu tür
selâmı secde sayıp reddedenler: “Ne senden bana rükû, ne benden
sana sana kıyam; selâmün aleyküm, aleyküm selâm” derler.
İnkâr: Tanımama, kabul ve tasdik etmeme, inanmama, reddetme.
İmanın zıddıdır. İnkâr, Allah’ın varlığının gerekliliğini reddetmek,
Yaratıcı ile yaratılmış arasındaki bağı koparmak demektir.
Kur’ân-ı Kerim, inkârcıların acı bir azâba uğrayacaklarını ve cehenneme
sürüleceklerini, iman edip sâlih amel işleyenlere ise ardı
arkası kesilmeyecek mükâfatlar verileceğini bildirmektedir. “Andolsun
Biz bu Kur’an’da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık;
ama insanlardan çoğu inkârda direttiler.”445; “Onlara ne oluyor ki iman
etmiyorlar. Kendilerine Kur’an okunduğu zaman secde etmiyorlar? Tersine,
o inkâr edenler, Hakk’ı yalanlıyorlar. Allah onların içlerinde gizledikleri
(küfür ve düşmanlığı) biliyor. Onlara acı bir azâbı müjdele. Ancak iman
edip sâlih amel işleyenler için ardı arkası kesilmez bir mükâfat vardır.” 446
İnkarnasyon (Hulûl): İlâhî varlığın insan veya herhangi başka
bir doğal varlık şeklinde tezâhür etmesi. Şirk inanışlarına göre, değişik
inkarnasyon tipleri mevcuttur. Meselâ, hıristiyanlıkta tanrısal
cevherin Mesih’te inkarnasyonu kabul edilir. Hinduizmin Avatara
inancına göre ise, tanrısal varlıklar (özellikle Vişnu) çeşitli insan
veya daha alt düzeydeki tanrısal varlıklar şeklinde tezâhür edebilir.
Budizmde ise Nirvana öncesi Buddhaların başarılı ruh göçlerinden
bahsedilir. Ancak burada herhangi bir tanrısal varlığın inkarnasyonu
sözkonusu değildir. Tibet Lamaları da önceki Buddhalar
veya Bodhisattvaların inkarnasyonları olarak kabul edilirler. 447
İnsân-ı Kâmil: Yetkin insan, kâmil insan. Tasavvufta; Allah’ın
zât, sıfat, isim ve fiilleriyle en mükemmel biçimde kendisinde
tecellî ettiği insan. Gavs, kutup, hakiki mürşid. İnsân-ı kâmil,
Allah’ın sûreti, Allah da onun rûhu gibidir. Diğer taraftan insân-ı
kâmil, âlemin rûhu; âlem de onun sûretidir. İnsân-ı kâmil, Allah’ın
gözüdür (aynullah), âlemin nûrudur.
İrfân: Tasavvuf kültürüne göre marifet; keşf, hads, ilham, sezgi,
mânevî ve rûhî tecrübe ile elde edilen bilgi, tecrübî bilgi demektir.
İrtidâd: İslâm dinini terk ederek başka bir dine geçmek
veya eski inancına dönmek. İrtidat eden sapığa “mürted” denir.
İslâm’dan çıktığını açıkça gösteren söz, tutum ve davranışlarda
445 17/İsrâ, 89
446 84/İnşikak, 20-25
447 Bak. Hulûl
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 140 -
bulunan kişi, mürted sayılır. Büyük cezâyı hak eder. “Sizden kim
irtidâd eder ve kâfir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada
da, âhirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır, orada ebedî
kalacaklardır.”448; “Kim imanı küfürle değiştirirse, şüphesiz o, dümdüz
yolun ortasında sapıtmıştır.” 449
İsrâiliyyât: İsrâiliyyât, önceleri İsrâiloğulları kaynaklı tüm
rivâyetlere verilen bir isimken, daha sonra İslâm kültürüne (daha
doğrusu bazı müslümanların kültürüne) girmiş tüm yabancı kaynaklı
bilgilerin ortak ismi haline gelmiştir. İsrâiliyyât kaynaklarının
başında Tevrât ve onun şerhleri gelir.
Uydurma olduğu kesin olan İsrâiliyyâta karşı Rasûlullah’ın
tavrına şu rivâyet delildir: Rasûlullah’a elinde İsrâiloğullarına ait
kitaplardan –ki bu kitap, bazı hadis şârihlerinin zannettiği gibi
Tevrat değildi, baştan sona uydurma rivâyetler içeren yahûdi sözlü
geleneğinin kaynağı olan Mişna adlı bir kitaptı- biriyle gelen
Hz. Ömer’i Rasûlullah azarlamıştı450.
Kur’an’ın ve sünnetin yaklaşımı esas alınarak İsrâiliyyât, üç kısımda
değerlendirilir: 1- Doğruluğu tasdik edilen İsrâiliyyât, 2- Yalan
olunduğundan emin olunan İsrâiliyyât, 3- Doğru ya da yalan
olduğu bilinemeyen İsrâiliyyât. Kur’an, Tevrat’ın mihenk taşıdır.
Kur’an’ın kabul ettikleri doğru, reddettikleri yalan, sükût ettikleri
ise meçhuldür. Meçhul rivâyetler karşısında tavrımızın ne olması
gerektiğini Rasûlullah açıklamıştır: “Kitap ehlini ne yalanlayın, ne de
tasdik edin. Deyin ki: ‘Allah’a ve Allah’ın bize ve size indirdiği âyetlere
iman ettik.” 451
Rasûlullah, müslümanlara yaptığı bu tavsiyeyi (her konuda olduğu
gibi) önce kendi tutmuş, kitap ehlinin Tevrat’tan İbrânice
okuyup da Arapçaya çevirerek anlattıkları kimi hikâyeleri sadece
dinlemekle yetinmiştir. Esasen bu hikâyeler, asırlardır o bölgede
oturmakta olan yahûdiler tarafından sürekli anlatıla anlatıla artık
bölge halkının ortak kültürü haline dönüşmüştü. Bunlar içerisinde
Tevrat’ta yer alan bir cümlenin atasözü haline gelmişi olan “kadın,
kürek/eğe kemiğinden yaratılmıştır” sözü örnek olarak anılabilir.
Deccâl, mehdî, kıyâmet alâmetleri gibi birçok konuda yığınlarca
rivâyet nakledilir. Birçoğunun aslı araştırıldığında bunların
İsrâiliyyâttan olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak kimi râvîler
mârifetiyle bu rivâyetler Rasûlullah’ın ağzından çıkmış gibi
448 2/Bakara, 217
449 2/Bakara, 108
450 Ahmed bin Hanbel, 3/378
451 Buhârî, İ’tisâm 25, Tevhid 51
PUT VE PUTA TAPINMA
- 141 -
nakledilmektedir. (Bu gibi rivâyetlerin asıl kaynağı olan Kâ’bu’l-
Ahbar, Vehb bin Münebbih gibi kimselerden bazı sahâbiler dahi
rivâyet etmişlerdir. Bir sahâbinin kendisinden sonraki nesle mensup
birinden rivâyetine usûlde “tedlis” denir.)
İşte buna benzer “senedi sahih, metni illetli” bir rivâyetin aslını
araştıran bir muhakkikin tesbiti: “Zübeyr bin Avvam, hadis
rivâyet eden bir adam duydu. Adam hadisi bitirene dek bekleyen
Zübeyr ona şöyle dedi: ‘Sen bunu Rasûlullah’tan mı duydun?’
Adam ‘evet’ dedi. Zübeyr şöyle dedi: ‘İşte bu ve benzerleri beni
Nebî’den hadis rivâyet etmekten soğutanlardır. Ömrüme yemin
olsun ki, ben bunu Rasûl’den duydum ve bu söylediğinde Rasûlün
yanındaydım. Fakat Rasûl bu hadise başladığında biz ona kitap
ehlinden bir adamın sözünü aktardık. Ve sen, ‘evet, duydum’ diyen
kişi, sen hadisin başı bittikten sonra geldin ve kitap ehlinden
bir adamın anlattıklarını Rasûlullah’ın hadisinden zannettin.” 452
İşte bu rivâyet, bazı sahâbilerin dahi yahûdilere ait birtakım
rivâyetleri sözün başına yetişemedikleri için Rasûlullah’ın söylediğini
zannederek rivâyet ettiklerinin en ilginç delili. Bu gibi örnekler,
mûteber hadis kaynaklarındaki senedi sahih, lâkin metninde
İsrâilî rivâyetler olan hadislere nasıl bakmamız gerektiğini göstermektedir.
İşte şu hadis de onlardan biri: “Ölüm meleği Mûsâ’ya
gönderildi. Mûsâ ona bir yumruk vurdu ve gözünü çıkardı. Melek
Rabbine geri dönüp dedi ki: ‘Beni ölmek istemeyen birine gönderdin’
Allah, gözünü geri iâde etti ve buyurdu ki: ‘Dön, eğer
yaşamak istiyorsa elini öküzün sırtına koymasını söyle, avucunun
aldığı her kıla karşılık bir yıl yaşar. Mûsâ sordu: ‘Ya Rab, ya sonra?’
Allah cevapladı: ‘Ölüm!’ Mûsâ dedi: ‘O zaman şimdi gelsin...” 453
Sözkonusu hadislerden biri de şudur: “Seyhan, Ceyhan, Fırat
ve Nil cennet nehirlerindendir.”454 Bu hadis rivâyeti, Tevrat’taki
cümlelere çok benzemektedir.455 Kur’an’a aykırı olan İsrâiliyyât,
tefsirlerde de çokça yer alır. İsrâiliyyât, Kur’an ve sünnet ölçüsüne
vurularak süzgeçten geçmeden ulu orta kaynak olarak kullanılırsa,
geçmişte olduğu gibi bir yığın hurâfe ve yalanın müslümanların
kaynaklarına karışması sonucunu doğuracağı gibi, dinin tahrifini
de beraberinde getirir.
452 İbnu’l Cevzî, Def’u Şübheti’t Teşbih, s. 38
453 Buhârî, Cenâiz 69
454 Müslim, Cennet 26
455 Her bakımdan yanlış bilgilerle dolu olan Tevrat’taki konuyla ilgili cümleler
için bkz. Tekvin, 2/10-14
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 142 -
Çağdaş İsrâiliyyât: Bugün, İslâmî kültürü tehdit eden, eski
İsrâiliyyât değil; adı İsrâiliyyât olmayan ve çoğu kimsenin dikkatini
çekmeyen çağdaş İsrâiliyyâttır. İsrâiliyyât, bizce “tahrif kültürü”nü
sembolize eden bir isimdir. İslâm kültürünü tahrife yönelen her
kültür, “isrâiliyyât” kapsamına girer. Bu yüzden orta çağda İslâm
kültürünü istilâ eden Yunan felsefesi de döneminin isrâiliyyâtıydı.
Her yabancı kültür gibi girdiği kültüre hem katkıda bulundu,
hem yozlaştırdı. Yüzyıllardır boşu boşuna tartışılan ve “imanın
kelâmlaşması” demeye gelen Allah’ın sıfatları meselesi, dünyanın
“kadîm/hâdis”liği meselesi, “haşir” meselesi, “cüz’ü lâ yetecezzâ”
meselesi hep bu kültürün İslâm kültürüne etkisiyle ortaya çıkan
incir çekirdeğini doldurmayan meselelerdi.
Bugünün en tehlikeli isrâiliyyâtı çağdaş ideolojiler ve sistemlerdir.
Marksizm, sosyalizm, şövenizm, kapitalizm ve Kemalizm birer
isrâiliyyât olduğu gibi, pozitivizm, materyalizm, sekülarizm ve
laisizm gibi felsefî ve siyasî akımlar da bugünün İslâm kültürünü
ve hatta varlığını ciddi bir biçimde tehdit eden isrâiliyyâttır. Türkİslâmcılık,
İslâmî sol, İslâm sosyalizmi şimdilerde moda olan laik
İslâm da “hakkın bâtılla karıştırılarak” bir tür “düşünce şirki” elde
edilen yahûdileşme ve gâvurlaşma temâyüllerindendir. Bu gibi
düşünce şirklerine fetva tedarik etmekle görevlendirilen resmî
din adamları taifesiyle Kur’an’ın “hakka bâtılı karıştırıp bile bile
hakkı gizledikleri” için kınadığı yahûdileşmiş din adamları arasında
garip bir ilişki var.
Laisizm, son moda isrâiliyyât olarak günümüz Türkiye müslümanları
için çok ciddi bir tehlike olarak hissettirmektedir kendisini.
Müslümanca düşünme ve yaşama felsefesini kökten tehdit eden
laisizm sadece kültürümüzü değil; imanımızı da tehdit etmekte.
Kadim/eski isrâiliyyât, kelimeleri yerlerinden ederek düşünceyi
tahrif ve hayatı tahrip ediyordu. Çağdaş isrâiliyyât olan laisizm
ise eşyayı menşeinden, gayesinden ve illetinden ederek düşünceyi
tahrif ve imanı tahrip etmektedir. Bu çağdaş ilhad modası, hayatla
imanın arasını ayırarak eşyanın tabiatına aykırı bir konum almakta,
bu modaya kapılanlar ise dini “vicdanîleştirerek” hıristiyanlaşmaktadırlar.
Laisizm, Kur’an’ın diliyle “sapıtanların yolu”, yani bir
“hıristiyanlaşma”dır.
Ancak, şu bir gerçektir ki, isrâiliyyâtın ister eski, ister çağdaş olsun
tüm çeşitlerinde yahûdilerin parmağı hep olagelmiştir. İslâmî
kaynaklara girmiş kadim isrâilî rivâyetlerin başında deccal ve
mehdi haberleri gelirdi. Çağımız yahûdileri, tekellerinde tuttukları
basın-yayın ve iletişim araçları vasıtasıyla süper güç adı altında
insanların zihninde “heyûlâ” haline getirilen yeni “deccal” ve
PUT VE PUTA TAPINMA
- 143 -
“mehdi”ler imal etmektedir. İnsanlığın bilinçaltına yerleştirilen bu
güçler, kimi için “korku”, kimi için “umut” haline getirilmektedir.
Bugün iletişim organları sayesinde çağdaş teknoloji muazzam
bir hurâfe haline getirmektedir. İnsanlar makinelerde, onlarda olmayan
birtakım güçler vehmeder olmuşlardır. Çağdaş isrâiliyyât,
“yazılı âyetler” dışındaki üç âyeti de tahrife yönelmiştir.
İstidrâc: Kâfirlerde, özellikle tâğutlarda ortaya çıkan veya öyle
zannedilen hârikalara denir.
İstiğâse: Sığınmak, ilticâ etmek, meded ve yardım istemek,
imdad demek. Tasavvufta; darda kalan bir tarîkat ehlinin şeyhini
yardıma çağırması veya ölü ermişlerin ruhlarından imdat dilemesi.
Sıkışık durumda kalan bir kimsenin Allah’tan veya peygamberin
rûhâniyetinden yardım istemesi de istiğâsedir. Son dönem mutasavvıfları,
şeyhlerden ve yatırlardan daima istiğâsede bulunmuşlardır.
Kendisinden medet umulan en büyük velî “gavs”tır.
İstihâre: Aslında, Allah’tan hayır istemek, hayır duâsı demektir.
İstişâre edilerek yapmaya karar verilen meşrû ve mubah bir eylemle
ilgili olarak azmedip karar verdikten sonra, o işin sonucunun
bilinmediği için, eğer hayırlı ise Allah tarafından kolaylaştırılıp nasip
edilmesini, değilse zorlaştırılıp nasip edilmemesini istemek için
duâdır. Klâsik uygulama şekli ise, bir çeşit rüya falıdır. Bir işin iyi ya
da kötü sonucunu, önceden rüyada kestirme şeklinde kullanılarak
sünnette olan bu duâ, dejenere edilmiş ve tahrife uğramıştır. Aslında
rüya, bilgi kaynağı değildir; rüya ile amel edilmez. Rüyaların
çoğu şeytânîdir veya arzuların simgeleşmiş şekli rüya halinde ortaya
çıkar. Dolayısıyla istihâreye yatmak ve görülen rüya ile amel
etmek, gayrı meşrû ve akıl dışı bir hurâfedir.
İstimdâd: İmdat istemek, medet ummak, âcil yardım talebinde
bulunmak. Tasavvufta; tarîkat ehlinin şeyhlerden veya ölü
velîlerin ruhlarından yardım istemeleri. “Meded yâ şeyh!” “meded
yâ gavs-ı a’zam!” demeleri. “Zikir murâd eden kimse, iki
dizi üzerine oturup ağzını kapatır, gözlerini yumar, bütün his ve
kuvvetlerini faâliyetten menederek şeyhin rûhâniyetine teveccüh
edip ondan istimdâdda bulunur.”
İstişfâ’: Şefaat istemek, bir işin görülmesi için birinin aracı
(vâsıta, vesîle) olmasını istemek. Tasavvufta; tarîkat ehlinin yatırlardan
ve ermişlerin ruhlarından Allah katında şefaatçi ve aracı
olmalarını istemeleri.
“Yoksa onlar Allah’tan başkasını şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar
hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (şefaatçi
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 144 -
edineceksiniz)? De ki: Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı
O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz.” 456; “İzni olmadan
O’nun katında kimmiş şefaat edecek?...” 457
İşrâf: Bilmek, haberdar olmak, vâkıf olmak, Tasavvufta; bâtınî
hallere vâkıf olmak, insanların rûhî hallerini ve kalplerinden geçirdiklerini
bilmek. Firâsetten farkı, firâsetin geçici, işrâfın kalıcı
olmasıdır.
Jubilee (Jübile): 1)Yahûdi hukukuna göre her 50 yılda bir gelen
yıl; bu yılda yahûdi tutsakların özgürlüklerini kazandıkları düşünülür.
2) Hıristiyanlıkta kutsal yıl; Papanın, Roma’yı ziyârete gelen
herkese genel Endülijans sunması. Jubilee yılı kavramı, 1300’de
Papa VIII. Boniface tarafından tesis edildi. Boniface her 100 yılda
bir Jubilee yılının geldiğini düşünmüştü. Ancak sonraları bu süre
25 yıla kadar düştü. En son kutsal yıl 1975’te kutlandı. Jubilee yılında
St. Peter’deki Kutsal Kapı açılır ve buradan gerenlere genel
Endülijans sunulur.
Jupiter: Eski Roma’nın en üstün tanrısı; şimşek ve yıldırımlarla
kendini gösteren gökyüzünün gücü; gökler, yağmur ve hava tanrısı.
Aynı zamanda bir savaş tanrısı olduğuna da inanılan Jüpiter’e
her ay (genellikle ayın 13 veya 15’inde), gökyüzünün açık ve dolunaylı
olduğu bir zamanda tapılırdı. Jupiter, Yunanlıların tanrılar
tanrısı kabul ettikleri Zeus’ünün Latinleştirilmişidir. Roma’nın devlet
yönetici tanrısıdır. İnanışlarına göre Roma devleti ve ordusu
onun koruyuculuğu ve yönetimi altındaydı. Romalılar her aldıkları
ülkeye onun bir tapınağını kurup imparatorluk sınırında bir
tanrı birliği sağlamaya çalışırlardı.
Juventus: Romalıların gençlik tanrıçası. Yunanlıların Hebe’siyle
bir tutulmuştur. Gençlerin koruyucusu olduğuna inanılırdı.
Kâhin: İsrail oğullarında ve bazı başka bâtıl din mensuplarında
gâipten haber verme, gelecekle ilgili şeyleri bilme iddiasında
bulunan kimse. Gaybden haber veren kimselere verilen vasıf. Cin,
yıldız ve bazı tılsımlara dayanarak gelecekten haber vermeye çalışan
kimselere verilen isim, kehânet yapan kimse. Kehânet: Sonradan
olacak şeyleri haber verme, kâhinlik.
Falcılara, bakıcılara, gaibten haber veren kimselere verilen
isim Falcılık, bakıcılık sanatına da “kehânet” denilir. Kâhin kelimesi
arapça bir kelime olup çoğulu “kehene” veya “kühhân” dır.
456 39/Zümer, 43-44
457 2/Bakara, 255
PUT VE PUTA TAPINMA
- 145 -
İslâm’ın tebliğinden önce kâhinler geleceğe yönelik bazı bilgileri
haber verirler, kâinattaki gizli sırları bildiklerini iddia ederlerdi.
Kâhinlerin câhiliyye toplumu içinde önemli yerleri vardı. Onlara
bazı hususlar sorulur, düşünceleri alınırdı. Her kabilenin bir
şâiri bir hatibi olduğu gibi, bir kâhini de olurdu. Kâhinler, insanlar
arasından anlaşmazlıkları çözümler, rüyaların yorumunu yapar, işlenen
suçların fâillerini belirlerler, hırsızlık olaylarını açığa çıkarırlardı.
Kâhinler, genellikle kabilenin ileri gelenleri arasından olurdu.
Kâhinllik babadan oğula da geçebilirdi. Kabilenin efendisi aynı
zamanda kâhini de olabiliyordu.
Gâibi yalnız Allah bilir. Yaratıkların gâibi bilme iddiası
kehânetten başka bir şey değildir. Sihir yapmak, yıldızlardan hüküm
çıkarmak, fal oklarına inanmak458 İslâm tarafından yasaklanmıştır.
Kâhinlerin yardımcıları şeytanlardır. Şeytanlar, gökyüzündeki
meleklerin konuşmalarına kulak misafiri olur, aldıkları bilgileri
kahinlere ulaştırırlardı. Kâhinler de bu bilgileri değişik kılık ve kalıplara
sokarak insanlara aktarırlardı.
Gökyüzü meleklerin koruması altına alınmış; şeytanların meleklere
yaklaşması engellenmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de bu durum
şöyle açıklanmaktadır: “Biz yakın göğü bir ziynetle, yıldızlarla süsledik.
Ve (göğü), itaat dışına çıkan her türlü şeytandan korumak
için (yıldızlarla donattık). Onlar, (şeytanlar), Mele-i A’lâyı (melekler
topluluğunu) dinleyemezler; her taraftan atılırlar, kovulurlar.
Onlar için sürekli bir azâb vardır. Yalnız (meleklerin konuşmalarından)
bir söz kapan olursa, onu da delici bir alev takib eder.” 459
Bu konuyla ilgili olarak ibn Abbas (r.a.) şöyle buyurmaktadır:
“Melekler buluttan inerler, işlerini kendi aralarında görüşürler. Bu
arada şeytanlar kulak hırsızlığı yaparlar. İşittiklerini kâhinlere gizlice
ulaştırırlar. Bu haberlerle beraber kendileri de yüzlerce yalan
uydururlar.” 460
Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen âyetler, hadisi şeriflerle daha bir
açıklık kazanıyor. Olay daha iyi bir biçimde aydınlanıyor.
Kâhinler, anlatımlarında genellikle şairâneliği, kısa ve özlü
konuşmaları, secili kelimeleri tercih ederler. Peygamberimizin bir
458 el-Mâide. 3/90
459 es-Sâffat, 37/6-10
460 Ahmed b. Hanbel, I, 274
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 146 -
hadisinde bu konuya işaret edilmiş ve şöyle bir olay anlatılmıştır.
Hüzeyl kabilesinden iki kadın birbirleriyle kavga ederler. Birisi diğerine
taş atar. Kendisine taş atılan kadın hâmile olup, karnındaki
çocuğunu kaybeder Olay peygamberimize anlatılır. Peygamberimiz
de kadının ölen çocuğunun diyetinin ödenmesine karar verir.
Suçlu kadının velisi duruma itiraz eder: “Ya Rasûlallah! Henüz yemeyen,
içmeyen, söz söylemeyen, sayha etmeyen çocuğun diyetiyle
nasıl mahkum olurum. Bunun benzeri hüküm batıl olur” der.
Peygamberimiz, adamın seçili konuşmasına dikkat çekerek onun
hakkında “bu adam kâhinler zümresindendir” buyurur. 461
Sihirbazlık, remilcilik, müneccimlik, kahinliği birbirine karıştırmamak
gerekmektedir. Bunlar, her ne kadar birbirlerine yakın
şeylerse de aralarında farklılıklar vardır. İslâm dini bunların hepsini
reddetmiş ve yasaklamıştır.
Kâhin bir meseleye hükmederken, vereceği karara razı olmaları
için her iki taraftan teminat (ücret) alırdı. Kâhinin kararı kesin
olmasına rağmen, yerine getirilmesi zorunlu değildi. Haliyle
bu karar örfî hukukun (töre hukukunun) belirlediği bir karardır.
Örfi hukukun belirlemesinde mal ve oğulların etkisini düşünürsek,
kâhinin vereceği hükümlerin kimin yararına olduğu ortaya çıkar.
Çünkü Kâhin yaptığına karşılık ücret alırdı. Mal ve oğulları daha
çok olanın vereceği ücretin fazla olacağı bellidir. Böylece ezilen
insanlar yine malum, yine mahkumdur. Zâlimler zulümlerini meşrulaştıran
kurumları çağlar boyu sistemli bir şekilde geliştirmişlerdir.
Bu kurumlar asırlar önce nasıl bir işlev görüyorsa, simdi de
aynı işlevi görmektedirler. 462
Kam: Bk. Şaman
Kapitalizm: Batı dünyasında feodalizmin çöküşünden bu yana
egemen olan ekonomik sistem. Anamalcılık, Sermayecilik, Serbest
Piyasa Ekonomisi, Serbest Girişinin Ekonomisi adlarıyla da anılır.
Liberal sistem, serbest ticaret, karma ekonomi deyimleri de kapitalizmi
belirtir. Kapitalist ekonominin temel özelliği üretim araçlarının
büyük çoğunluğunun özel ellerde bulunması ve üretimle
gelir bölüşümüne önemli ölçüde piyasaların işleyişinin yön vermesidir.
Kökleri ilkçağa kadar uzanan kapitalizm Ortaçağın sonlarına
doğru Avrupa’nın belirli bölgelerinde gelişmeye başladı. Ancak
bir sistem olarak yerleşmesi onaltıncı yüzyıldan sonra gerçekleşti.
461 Buhârî, Tıbb, 46; Müslim, Kasâme, 36; Ebû Dâvud, Diyât, 19
462 Cemil Çiftçi, Şamil İsl. Ans.
PUT VE PUTA TAPINMA
- 147 -
Onaltı, onyedi ve onsekizinci yüzyıllarda İngiliz kumaş sanayisindeki
büyüme kapitalizmin gelişimini hızlandırdı. Kapitalizm öncesi
sistemlerde üretimin tüketimi aşan bölümünün üretim kapitalitesinin
genişletilmesi amacıyla kullanılmasıyla ayrılıyordu. Birçok
tarihsel etmen de bu gelişmeyi pekiştirdi. Onaltıncı yüzyıldaki reform
hareketinin çabasını aşağılayan geleneksel ahlâkın etkilerini
kırarken çok çalışma ve tutumlu olmaya da dini bir temel kazandırdı.
Artık ekonomik eşitsizlik zenginlerin de ahlâklı olabileceği
gerekçesiyle rahatça savunuluyordu.
Kapitalizmin gelişmesine katkıda bulunan diğer bir etmen de
Avrupa’da değerli maden arzındaki artış ve bunun sonuncunda
fiyatların yükselmesi oldu. Bu dönemde fiyatlar ücretlerden daha
hızlı arttığından enflasyondan en çok sermaye sahipleri yararlandı.
İlk kapitalistler (1500-1750) Merkantilist dönemde güçlü ulusal
devletlerin ortaya çıkmasında da yararlandılar. Bu devletlerin izlediği
ulusal güçlenme politikaları bir örnek para ve hukuk sistemleri
gibi iktisadi gelişme için gerekli temel toplumsal şartların
oluşmasını ve sonuç olarak ağırlığın devletten özel teşebbüse kaymasını
sağladı.
İngiltere’de onsekizinci yüzyılda kapitalist gelişmenin odağı
ticaretten sanayiye kaydı. Önceki yıllarda sağlanan sermaye birikimi,
Sanâyi Devrimi sırasında teknik bilginin sanayiye uygulanması
yolunda kullanıldı. Adam Smith (1723-1790) “Ulusların Zenginliğinin
Nedenleri ve Kaynakları Üzerine bir inceleme” adlı eserinde
klasik kapitalizmin ideolojisini ortaya koydu. Smith, toplumların
gelişmesini Marksist kurama benzer biçimde çeşitli aşamalara ayırıyordu.
Buna göre toplumlar avcılık, göçebeliğe dayalı tarım, feodal
çiftçilik ve ticari karşılıklı bağımlılık aşamalarından geçerler.
Her aşamanın kendine özgü kurumları vardır. Sözgelimi avcılık
aşamasında mülkiyet olmadığı için adlî kurumlara gerek yoktu.
Ama toplumsal çevrenin büyümesiyle birlikte düzenli orduların
yanısıra özel mülkiyetin ve çeşitli ayrıcalıkların korunmasını aracı
olarak devlet kurumu gelişti. Böylece daha karmaşık bir örgütlenme
ortaya çıktı. Ücretleri loncaların yerine piyasaların belirlediği,
özel girişime devletçe konan kısıtlamaların kalktığı son aşama ise
sonradan serbest rekabet kapitalizmi olarak adlandırılan “kusursuz
özgürlük” aşamasıdır. Bu aşamada bireylerin tutkuları doğrultusunda
kendi durumlarını iyileştirmeye yönelik faaliyetlerini
toplumsal bakımdan yararlı sonuçlara dönüştüren mekanizma rekabettir.
Örneğin bireylerin rekabete dayalı mücâdelesi sayesinde
malların fiyatları, geçici sapmalar dışında üretim maliyetini denk
düşen doğal düzeylerde oluşur. Ulusal servet ise toplumun üç ana
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 148 -
sınıfını oluşturan işçiler, toprak sahipleri ve sanayiciler arasında
gene ortak yararı en yüksek düzeye çıkarılacak biçiminde ücret
rant ve kâr olarak bölüşülür. Dolayısıyla kendi kendine işleyen ve
kendini sürekli olarak düzelten piyasa mekanizması devlet müdahalesi
olmadan toplumsal düzenliliği sağlar. Bireylerin kendi
çıkarları peşinde koşması ulusal zenginliği de artırır. Ekonomideki
üretkenlik artışının temeli ise emeğin iş bölümüdür. Bireyler işbölümü
sayesinde bir yandan kendi verimliliklerini artırırken aynı
zamanda toplumsal üretkenliğin de artmasına katkıda bulunur.
Rekabetçi sistemin isleyişini engelleyecek ayrıcalıklara ve devletin
müdahalelerine izin verilmediği sürece ulusal zenginlik durmadan
büyüyecek, toplum kendiliğinden en iyi noktaya ulaşacaktır.
Fransız Devrimi ve Napoleon Savaşları’nın feodalizmin kalıntılarını
silip süpürmesinden sonra Smith’in önerdiği politikalar
giderek daha çok uygulamaya konuldu. Ondokuzuncu yüzyılda
siyasal liberalizmin başlıca politikaları serbest ticaret, sağlam para
(altın standardı), dengeli bütçe ve sosyal yardımların son derece
kısıtlı tutulması biçiminde kendini gösteriyordu.
I. Dünya Savaşı kapitalizmin gelişmesinde bir dönüm noktası
oldu. Savaştan sonra uluslararası piyasalar daraldı, altın standardının
yerini uluslararası para birimi aldı, bankacılık alanında
hegemonya Avrupa’dan ABD’ye geçti, Afrika ve Asya ulusları sömürgeciliğe
karşı başarılı mücâdelelere giriştiler ve dış ticaretin
önündeki engellere yenileri eklendi. 1929 Büyük Bunalımı pek
çok ülkede devletin ekonomiye karışmamasını öngören kapitalizmin
ünlü “bırakınız yapsınlar” politikasına son vererek bir süre
kapitalist sistemin geleceğine ilişkin şüpheleri artırdı. Ama II. Dünya
Savaşı’ndan sonra Amerika, Avrupa ülkeleri ve Japonya’daki
başarısı sistemin yaşama gücünü sürdürdüğünü göstermekle kalmayarak
Son yıllarda doğu bloğu ülkelerini de etkileyerek komünizme
karşı sürdürdüğü rekabette önemli ölçüde başarı kazandı.
Günümüzde en yaygın ve güçlü ekonomik sistem durumundaki
kapitalizm, felsefi temelleri, kuralları, amaçları ve sonuçları
bakımından İslâm’ın tam karşısında yer alır. Kapitalizmin temelini
maddecilik oluşturur. İnsana öngördüğü biricik amaç maddî zenginliğe
ulaşmak ve bunu dilediğince tüketmektir. Bu amaca ulaşmak
isteyen bireye sınırsız bir özgürlük tanır. Bu nedenle aşırı ölçüde
bireycidir. İnsan ve toplum hayatında belirleyici olarak kabul
ettiği tek ilke piyasa şartları ve rekabettir. Fırsatçılık ve acımasızlık
ise onun ahlâk kurallarıdır. Hep daha çok kâr yapmaya yönelttiği
insanlar tutkuları yönünde hiçbir engelle karşılaşmamalıdır. Bütün
bunlar kapitalizmi insanlık dışı bir sistem durumuna götürmüştür.
PUT VE PUTA TAPINMA
- 149 -
Bireye tanıdığı sınırsız özgürlük ve kabul ettiği “bırakınız yapsınlar”
kuralı doğal olarak en çok sermaye sahiplerinin işine yaradığı
için büyük kitlelerin yoksullaşmasına, sömürülmesine yol açmıştır.
Kapitalistin doymak bilmeyen mülkiyet tutkusu kapitalizmi, sınırlarını
aşarak dünya ölçüsünde yayılmaya ve özellikle yoksul ülkelerin
doğal kaynaklarını yağmalamaya götürmüştür. Bu nedenle
kapitalizm İslâm gözünde zulmün ve sömürünün ortadan kaldırılması
gereken başlıca nedenlerinden birisidir. 463
Kapitol: İtalya’da kutsal kabul edilen dağ. Eski Romalıların
putlarının bulunduğu dağın adı.
Karnaval: Kötü ruhları kaçırmak için korkunç maskeler takma
töreni. Hıristiyanların büyük perhizinden önce yapıldığı için, İtalyanca
et kaldırmak anlamına gelen carnelevare kelimesinden türetilmiştir.
Kaynağı hıristiyanlıktan çok öncedir. Güneş ışınlarının
bir süre gökte hapsedildikten sonra yeniden özgür bırakıldıkları
inancıyla ilgilidir. Karnavalda kullanılan hayvan maskeleri, aynı
zamanda, hayvanlara tapanlardan hıristiyanlığa geçmiş bir putperest
geleneğidir.
Keşf: Açığa çıkarma, perdenin açılması. Örtülü olanı açma,
gizli olanı meydana çıkarma, sezme, tahmin etme. Tasavvufta;
a) Perdenin ötesindeki gaybî hususlara ve hakiki şeylere, bunları
yaşayarak ve temâşâ ederek vâkıf olmak. Mükâşefe, beden ve
his perdesinin kalkması ve ruh âleminin seyr edilmesi. b) İlham.
Doğrudan ve aracısız Allah’tan alınan bilgi. Bu bilgi ya İlâhî hitabı
işitmek ve dinlemek veya gayb âlemini görmek sûretiyle elde
edilir. c) İbn Arabîye göre velîler, bilgileri peygamberlere vahiy
getiren meleğin aldığı kaynaktan doğrudan alırlar. Bazı keşifler
kesin bilgi verir. Sûfîlere göre maddî ve duyulur âlemden gelen
tesir, kir ve pas kalbin gayb âlemini görmesine engel olan bir perde
(hicâb) oluşturur. Riyâzet ve tasfiye ile bu perde kalkınca gayb,
ayân-beyân olarak görülür. Bu perdenin açılmasına, yani kalp gözünün
açılmasına keşf denir. Keşf-i zamâir: Bir velînin başkalarının
kalbinden ve zihninden geçen şeyleri bilmesi. Keşf-i ahvâl-i kubûr:
Bir velînin mezarlarda gömülü olan ölülerin o âlemdeki hallerini
bilmesi.
Kırklar: Ricâlu’l-gayb veya gayb erenlerden 40 velî.
Kıtmîr: Köpek. Ashâb-ı Kehf’in köpeği. Tasavvufta; sûfî olmadığı
halde, sûfîlerin arasında bulunan kimseye kıtmîr denir.
Dervişler ve müridler bir köpek sadâkatı ile şeyhlerinin kapısında
463 Ahmet Özalp, Şamil İsl. Ans.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 150 -
beklemeyi ve ulumayı en büyük şeref bilirler. M. Bahâeddin Nakşbend,
Abdülkadir Geylânî’nin türbesine şu ibârenin yazılmasını
emretti: “Pirlerin kapısında köpek ol, / Eğer Hakk’a yakın olmak
istersen. / Zira arslanlardan daha şereflidir. / Geylânî’nin kapısındaki
köpek.”
Komünizm: Özel mülkiyetin kaldırılmasına ve servetin ihtiyaçlara
göre paylaştırılması anlayışına dayalı toplumsal düzen ya da
siyasal sistem. Önceleri ütopik bir kavram iken Marx ve Engels’in
birlikte oluşturdukları bu dünya görüşü için tarafından yeniden
yorumlanarak siyasal bir program haline getirildi. Bu nedenle
Marksizm ya da Marksizm Leninizm de denilen Komünizm giderek
Marksist-Leninist ilkelerden hareketle komünist bir toplum
oluşturmayı amaçlayan tüm siyasal hareketleri de belirtmektedir.
Batı düşüncesinde komünist düşüncenin kökleri çok eskilere
uzanır. Üretim araçlarının toplumun mülkiyetinde olduğu, sınıfların
ve devletin tümüyle ortadan kalktığı bir toplum ütopyası eski
zamanlardan beri insanları etkilemiştir. Eski çağlarda bazı dini
grupların oluşturdukları komünist topluluklar olduğu bilinmektedir.
Thomas More ve Johan Andreae gibi ütopyacı yazarlarda da
komünist bir toplum tasarısının izleri görülür. 19. yüzyılda ABD’de
oluşturulan, İndiana’daki New Harmoni (Yeni Uyum- 1825) ve
Massachusetts’teki Brook Çiftliği (1841-47) gibi kimi sınıfsız topluluklar
ütopyacı amaçlar taşıyordu.
Komünizm, Karl Marx ve Frederich Engels’in 1847-48 yıllarında
birlikte yazdıkları Komünist Manifesto ile yeni bir anlam kazandı.
Maddecilik üzerine kurulu bir dünya görüşünü ve siyasal
programın ilkelerini içeren yeni anlamıyla komünizmin temelini
diyalektik ve tarihsel maddecilik anlayışı oluşturur. Diyalektik
maddeciliğe göre evrenin özünü madde oluşturur. Evren öncesiz
(ezeli) ve sonrasızdır (ebedi). Maddî dünyamız dışında başka bir
dünya yoktur, olması da mümkün değildir. Evren dışında bir yaratıcı
güç, Allah da yoktur. Evren ve insan Allah tarafından yaratılmamış,
tersine Allah insanın bir yanılsamasının ürünü olarak
varsaydığı bir varlıktır.
Maddî dünyaya egemen olan birtakım değişmez kanunlar
vardır. Bunlar bağlılık, hareket, evrim ve çelişkidir. Evren özü bakımından
bir birlik içinde bulunduğundan içerdiği tüm nesne ve
olaylar da birbirine bağlıdır, yalnız başlarına açıklanmaları mümkün
değildir. Bu bağlılık kanunu gereği olaylar karşılıklı bir etkileşim
içindedirler. Evrendeki olaylar sürekli bir hareket ve evrim
içindedirler. Bu hareket ve evrim, nesne ve olayların özünde
PUT VE PUTA TAPINMA
- 151 -
varolan çelişkiden kaynaklanır. Çelişkiler sürekli bir çatışma doğurur
bu da nesnelerin ve olayların hareketine ve evrimine neden
olur. Başka bir deyişle tabiat ve tarihteki belirleyici süreçler kendi
içlerindeki karşıtlık ilişkileri yoluyla oluşur. Bütün olaylar ancak bu
maddî temelli ilişkilerle açıklanabilir.
İnsanlık tarihinin belli başlı dönemleri üretici güçlerin belli
bir eşiğine bağlı olarak ortaya çıkan üretim tarzlarının ortaya
çıkardığı üstyapılara göre adlandırılır. Buna göre insanlık tarihi
beş temel aşamadan oluşmaktadır. Bunlar ilkel komünizm, köleci
toplum, feodalizm, kapitalizm ve komünizm aşamalarıdır. Ne var
ki kapitalizmin ortadan kalkmasından hemen sonra komünizm
gerçekleşemez. Bu nedenle bir geçiş dönemi gereklidir. Bu geçiş
dönemi sosyalizm dönemidir. Sosyalizm dönemi kapitalist sömürücü
sınıfın ortadan kaldırılmasıyla başlar ve komünist toplumun
üzerinde yükseleceği temeller atılır. Bu aşamada özellikle üretimin
artırılması için çalışılır. Çünkü komünist aşamada uygulanacak
olan “herkese ihtiyacına göre” kuralı ancak bolluk durumunda
uygulanabilir.
Marksizm-Leninizm anlamında komünizm birer üstyapı kurumu
olarak gördüğü din, ahlâk ve aile konularındaki görüşlerini de
maddecilik anlayışı doğrultusunda belirler. Buna göre din, insanların
hayatında egemen olan dış güçlerin vehme dayalı bir yansımasıdır.
Kimi yeryüzü güçleri bu yansımada doğaüstü birtakım
güçler halini alır. Kökeninde insanın doğayı ve doğaya egemen
olan yasalar konusundaki bilgisizlik yatar. Bu özü nedeniyle din
egemen sınıfların çıkarlarının korunmasında etkili bir rol oynar.
Ekonomik temelin yansımasından başka bir şey olmayan ahlâk kuralları
da evrensel bir nitelik ve geçerlilik taşımaz. Kendini ortaya
çıkaran temelle birlikte yok olmaya mahkumdur. Evlilik kurumu
da tarihsel ve toplumsal şartların bir ürünüdür. Özel mülkiyetin
ortadan kalktığı, çocukların bakımlarının ve eğitim giderlerinin
toplumca karşılandığı komünist sistemde kadın ve erkeğin birbirine
bağımlılığını gerektiren aile kurumu ortadan kalkacak, cinsler
arası ilişki kişisel ve özel bir ilişki durumuna gelecektir.
Bir felsefe, bir dünya görüşü ve siyasal bir hareket olarak komünizm
ile İslâm tam bir karşıtlık içindedir. Bu karşıtlığın temelinde
evreni vareden yaratıcı güç konusundaki farklı inançları yatar.
İslâm’a göre evreni ve insanı Allah yaratmıştır. Komünizm ise evreni
ve insanı maddenin, Allah’ı da insanın yarattığını söyler. İslâm
evrenin işleyiş yasalarını, insan ve toplum hayatını düzenleyen kuralları
Allah’ın koyduğuna inanırken komünizm tüm olayların belirleyicisi
olarak maddenin diyalektik yasalarını kabul eder. İslâm’a
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 152 -
göre insan içinde İlâhî bir öz taşır ve dünyaya Allah’ın halifesi sıfatıyla,
maddî dünyaya egemen olan ilâhi düzeni insan ve toplum
hayatında da egemen kılma göreviyle gelmiştir. Komünizm
ise insanın özünün madde olduğunu maddî çevrenin bir ürünü
olarak var olduğunu ve maddenin diyalektik yasalarına uygun biçimde
iradesizce hareket eden bir araç olduğunu savunur. Kısaca
İslâm ve komünizm insanın önünde açılan ve ancak birinin inkarı
ile diğerini kabul etmenin mümkün olabildiği iki karşıt yoldur.
İkbal’in deyişiyle hem İslâm, hem de komünizm insandan sözeder
ve onu kendine çağırır. Ama komünizm insanı Allah’tan toprağa
çekmek için sancılanırken İslâm tersine topraktan Allah’a yükseltmek
amacını güder.
1991 yılına girerken komünizmin düşünce ve devlet sistemi
olarak iflas ettiği; buna öncülük eden Sovyetler Birliği tarafından
pratiğiyle birlikte ilan edildi. İnsanlığa mutluluk getiremeyen bu
ilkel düşünce bir yüz yıl dahi varlığını sürdüremeden sona erdi. 464
Konfüçyüs: Konfüçyüs (Kung Fu-Tzu), M.Ö. 551-479 yılları arasında
yaşadı. Şimdiki Şangtung’un bir kısmı olan Lu eyaletindeki
Tsou’da doğdu. Ailesi ve ecdâdı hakkındaki bilgimiz sonraki kaynaklara
dayanır ve kesinlik taşımaz. Üç yaşında babasını kaybetti.
Hayatının ilk yılları büyük zorluklarla geçti. Onbeş yaşından itibaren
kendisini ilme adadı. Ondokuz yaşında evlendi ve iki çocuğu
oldu. Yirmiyaşında öğrenci yetiştirmeye başladı. Siyasete de ilgi
duyuyordu. Eski hakimlerin fazilet ve meziyetlerini yorumlayarak
ülkesine barış ve iyi yönetimi getirebileceğine inanıyordu. Onun
yönetimde ideali, insanların iyiliğine, insan tabiatının özündeki
sâfiyete, güvene, örnek yaşamanın gücüne dayanıyordu. Ancak
entrikasız siyaset o devirde de yürümediğinden o kendi mizacına
uyanı yaptı, öğretti ve eğitti. Öğrencileri sevgi ve sadakatle
kendilerini ona vakfediyorlar, ondan tarih, edebiyat, felsefe ve
ahlâk öğreniyorlardı. Elli yaşlarında iken ona devlet meclisinde bir
görev verildi. Daha sonra onüç sene bir saraydan ötekine, fikirlerini
uygulayacak bir hükümdar aradığı bir sürgün devresi geçirdi.
Lu’ya geri döndüğünde artık cesareti kırılmıştı, ayrıca en gözde
öğrencisinin ölümü onu derinden derine sarstı. Ölümünden önce
kendini yine öğrencilerine vakfetti.
Konfüçyüs her ne kadar bir ahlâk eğitimcisi olarak gözükse
de onun diğer bir yönü devrinin dinî âyin ve törenlerine önem
vermesi, her şeyi idare eden bir İlâhî inâyete büyük bir bağlılık
göstermesi idi. O, Göğün Rabbi anlamında Tien denilen bir Yüce
464 Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ans.
PUT VE PUTA TAPINMA
- 153 -
Varlıkla irtibatlı bulunduğundan bahsetmişti. Tien, insanlar ve
bütün varlıkların kaderini tayin eden kudrettir. Bütün insanların
takip etmesi gereken göğün yol ve nizamı, “Tao” kavramı onda
da vardır. Bütün bunların yanında Konfüçyüs samimiydi, prensiplere
sadakat, irfan ve iyi karaktere büyük önem atfetti. O, bütün
beşeri münasebetlerde iç temizliğini esas aldı. Her insanın, irfan,
aşırılıklardan uzak olma, doğruluk, vefa ve edeple asalete ulaşabileceğini
söyledi. O, Çin’in âile toplum ve siyasi hayatında uygulanmasını
gerekli gördüğü ahlâkî prensipleri yerleştirmeye çalıştı.
Konfüçyüs’ün Çiyu-fu’da ölümünden sonra mezarı bir ziyaret
yeri oldu. Adına her şehirde tapınaklar yapıldı. Onun ahlâkî-siyasi
telkinleri gittikçe artan bir kabule mazhar oldu. Şöhreti her tarafa
yayıldı. Öğrencileri onun ve önceki Çin hakimlerinin söylediklerini
iki koleksiyonda topladılar (beş klasik, dört kitap). Topluluk, “Juçiya”
(edipler, bilginlerin telkinleri) diye nitelendirilen bir hareket
oluşturdular. Konfüçyüsçülük, Han Hânedanından (M.Ö.206-
M.S.225) İmparator Vu-ti (M.Ö.140-M.S.87) zamanından itibaren
1912’ye kadar Taoizm ve Budizm’in hakim olduğu devreler dışında
bilgin sınıfının resmi kültü olarak devlet dini oldu. Başta İmparator,
her bölgenin sivil ve askeri temsilcileri, bilginler ve öğrencilerle
birlikte büyük törenler düzenleyerek senede iki defa (ilkbahar ve
sonbahar ortasında) ona hediyeler sundular. Ayrıca ayda iki defa,
dolunayda ve yeniayda da ona hediyeler sunuldu. Bu arada dînî
musikî de bu törenlerde ihmal edilmedi. Konfüçyüs’e saygı bir ara
o kadar aşırılaştırıldı ki 1382’de imparator, Konfüçyüs’ün tasvirlerinin
tapınaklarda bulundurulmasını yasaklamak zorunda kaldı.
Bununla beraber Çin geleneğine uyularak yine de onun ve dört
büyük öğrencisinin ata tabletleri şeref köşesinde bulunduruldu.
Çin’de Cumhuriyetin kurulmasıyla Gök kültü kaldırıldı. Mao
devrinde Konfüçyüsçülüğün kitapları yakıldı, Konfüçyüs unutturulmak
istendi.
Konfüçyüsçülüğün bir din mi, yoksa sadece bir ahlâk sistemi
mi olduğu konusunda tartışmalar vardır. Konfüçyüsçülüğün bir
tapınak teşkilatı, bir ruhban zümresi, mecburi bir âmentüsü veya
akîdesi yoktur. Bununla beraber bir Yüce Tanrı inancı, bir kurucusu,
bir kutsal kabul edilen metin kolleksiyonu vardır. Konfüçyüsçülük
Çin’in millî bir dinidir. Son yediyüz yıldır Çin’de üç büyük din
geniş ölçüde bir halk dini oluşturmuştur. 465
465 Ed.S.C.F.Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London 1970,
s.203-205; Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1988,
s.51-54. (Günay Tümer, Şamil İslâm Ans.)
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 154 -
Kral salonu: Yahova şahitlerinin kilise yerine oluşturdukları
toplantı ve ibâdet salonu.
Kul ve Kulluk: 466
Kurşun Dökmek: Nazar isâbetinden kurtulmak için uygulanan
yöntemlerden biri de, kurşun veya mum döktürülmek, nefesi
keskin hocalara(!) okutulmaktır. Bazı yörelerde de “tuz çatılmak”,
“un yakılmak”, “üzerlik otu yakılarak dumanı ile tütsülenilmek”
çare olarak görülmektedir. En yaygın olan uygulama, kurşun veya
mum dökme âdetidir. Bu iş şöyle yapılmaktadır: Nazar isâbet eden
hasta (genellikle çocuklar), kurşun dökücüsünün önüne oturtulur.
Başı bir örtü ile kapanır. Çocuğun başı üzerinde tutulan ve içinde
su bulunan kaba, ocakta eritilen kurşun dökülür. Kurşun döküldükten
sonra oradakiler hep beraber: “Kem göz çatlasın, Nazar
eden patlasın” diye bedduâ ederler. Bazı yerlerde de yaygın olarak
nazarlık otu, üzerlik otu yakılır. Dumanı ile hasta tütsülenir.
Bu esnâda çabuk çabuk şöyle söylenir: “Üzerliksin havâsın / Her
dertlere devâsın / Ak göz, kara göz / Mavi göz, elâ göz / Hangisi
nazar etmişse / Onların nazarını boz.” Şu tekerleme de söylenilmektedir:
“Elemtere fiş / Kem gözlere şiş / Üzerlik çatlasın / Nazar
eden patlasın!”
Bunların ne kadar gülünç, ama aynı zamanda trajik olduğu,
insanımızın ne denli câhiliyye uygulamalarına kapılarını açtıklarını,
kafalarını ve gönüllerini hurâfeyle kirlettiklerini gösteren uygulamalardır.
Kutb (kutub): Medâr, değirmenin alt taşına yerleştirilen ve üst
taşın dönmesini sağlayan demir. Tasavvufta; a) En büyük velî, b)
Her zaman, âlemde Allah’ın nazar kıldığı yer olan tek kişi (Kâşânî).
c) Kutub, âlemin rûhu, âlem de onun bedeni gibidir. Her şey kutbun
çevresinde ve onun sâyesinde hareket eder. Yani her şeyi o
idare eder.467 Kutbu’l-aktab: Kutubların kutbu, kutbu’l-ekber: En
ulu kutub. Kutbu’l-irşâd: Rehber kutub. Tasavvufta; Her üç terim
de halkı irşad etmek ve hidâyete erdirmek işiyle görevli velî anlamına
gelir. Bu velî, arştan ferşe kadar tasarrufta bulunur.
Kutup, özellikle Bektâşîlikte, en yüksek derecedir. Kutb kelimesi
Arapçadır ve dönen bir tekerleğin dingilini dile getirir. Tasavvuf
anlayışında da, nasıl tekerlek bu kutb’un çevresinde dönerse
evrenin de kutbun çevresinde toplandığı ve ona bağlı bulunduğu
kastedilir.
466 Bak. Abd ve İbâdet
467 Tehânevî, II/1268; İbn Arabî, Fusus, 39, 73
PUT VE PUTA TAPINMA
- 155 -
Kuzah: Eski Arapların fırtına tanrısı. Arapların çok eski bir tanrısıdır.
Şeytan adıyla da anılır. Dolu tanelerinden olan oklarını atar,
yayını bulutlara asarmış. Bundan ötürü bulutlarla ilgili meleklere
de bu ad verilmiş.
Kült: Tapım. Batı dillerinde tapım demektir.
Kybele: Cybele (Sibel) de denir. Anaerkil Anadolu halklarının
en eski ve en büyük ana tanrıçasıdır. Frigya ana tanrıçası olduğu
gibi, aynı zamanda Anadolu’dan gelip geçmiş bütün gayr-i Müslim
ulusların baştanrıçası olan Kybele’nin tapımı, hemen bütün
dünyaya yayılmıştır. Çeşitli toplumlar, farklı adlar vermiş, onun yaratıcı
ve doğurucu özelliğine inanmıştır. Hititler ona Kupapa derler.
Yunanistan’da Artemis demişlerdir. Güneyde Hubel adıyla anılır.
Câhiliyye Araplarının meşhur putlarından birinin adıdır Hubel.
Romalıların Venüs’ü, Suriye’lilerin Lât’ı da odur. Verimlilik, bolluk
ve bereket tanrıçası olarak inanılırdı. Cybele’nin şehir surlarını ilk
yapan olduğu ve aslanlar tarafından çekilen bir makam arabası
sürdüğü söylenir. 468
Laiklik: Rûhânî olmayan demektir. Kültürümüze daha çok lâ
dinî şeklinde geçmiş olan laik terimi, din dışı olan, belirli bir dinle
ilişkisi olmayan ya da dine ait olmayan anlamına gelmektedir. Hıristiyanlıkta
ise kilise hiyerarşisinde yer almayan keşiş ya da râhip
olmayan kimse için bu terim kullanılır. Dünyevî talebi bulunmayan,
yani şeriatini hâkim kılmak, şeriatine uygun hukuk, iktisat, ahlâk,
devlet, sosyal hayat, toplumlararası ya da devletlerarası ilişkileri
bulunan bir sistemi hâkim kılmak ve bunu insanlığın istifadesine
sunmak talebi, gayreti, cehd ve cihâdı olmayan bir İslâm, yani tevhidi
Allah’ı bir tanımaya indirgemiş ve diğer yönleriyle içi tümüyle
boşaltılmış, hıristiyanvari bir kimliğe büründürülmüş; dünyayı Sezarlara,
tiranlara, tâğutlara, laiklere, demokratlara terk etmiş bir
İslâm anlayışı, teori olarak topluma kabul ettirilmekte ve pratikte
gerçek dinin hâkim olmasına müsaade edilmemektedir. Câmileri
kileseye, Diyânet memuru imamları papaza, hayata bakışı hıristiyanlığa
benzetilen bir din... 469 Böyle bir İslâm, Allah’ın dini olan
İslâm değildir. Böyle bir İslâm’ın Allah’ın Rasûlüne gönderdiği ve
sahih olarak bize kadar nakledilerek gelmiş İslâm’la ilgisi yoktur.
Böyle bir İslâm’ın, adından başka İslâm’la en ufak bir ilgisi bulunamaz.
Ancak, “her türlü sapıklık ve saptırmaya rağmen, Allah’ın
Dini’ni doğru olarak anlayan ve doğru şekilde ortaya koyan bir
468 Bak. Hubel
469 Geniş bilgi ve örnekler için bkz. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman
Dilipak, İşaret Ferşat Y..
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 156 -
kesimin kıyâmete kadar varlığını sürdüreceğini, onlara muhâlefet
edenlerin, hak yol üzere bulunan bu kesime asla zarar vermeyeceğini”
müjdelemektedir Yüce Peygamberimiz. Allah’tan, bu hayırlı
zümreyi her geçen gün güçlü kılmasını ve bizleri bunlardan eylemesini
niyaz ederiz.
“Laik” (laic), din adamları sınıfı dışında kalan; “laiklik” de, dinin
ya da din adamları sınıfının devletteki nüfuz ve etkinliğini
uzaklaştırmayı esas alan siyasal düzen demektir. İlk anda laiklik,
yalnızca siyasal boyutu olan bir yaklaşım olarak görülüyorsa da,
herhangi bir düzen ve sistemin tek boyutlu olarak pratikte var olmasına,
varlığını sürdürmesine imkân yoktur. İnsan, ruh ve bedeniyle,
düşünce ve duygularıyla, yapıp ettikleriyle, zaaf ve meziyetleriyle,
İç dünyası ve bu dünyasının kâinat ile olan ilişkileriyle, fert
olarak ahlâkî, siyasî, fikrî ve amelî bütün ilişki ve yaklaşımlarıyla,
ruhu ve kalbiyle, aklı ve vicdanıyla bir bütündür. Bu bütünün, hikmeti
sonsuz Yaratıcımız’ın takdiri gereği kendi arasında muazzam
bir dengesi, bir âhengi vardır.
İnsanın güç ve imkânlarının değişik alanlar olarak görülüp
farklı mekân, makam ve güçler arasında paylaştırılması, insanın
görünmeyen keskin bir kılıçla biçilmesi, bölünmesi anlamına gelir;
insandaki tevhidi bozar. Bununla birlikte böyle bir bölünmenin
sonsuza kadar bu şekilde kalmasına imkân görünmemektedir.
Yani böyle bölük pörçük bir hayat ve böyle bir anlayış fıtrî değildir.
Laiklik, tezine uygun olarak dinin siyaset alanından uzaklaştırılmasının
akabinde, insanın eğitiminde, ahlâkî ve siyasî ilişkilerinde,
bunları düzenleyen hukukunda, kâinat ve hayat yorumunda, bilime
yaklaşımda, sanatsal ve edebî yorumlarında... da ister istemez
kendisini gösterecektir. Yani, bütün bu ilişkiler ve ilişkilerin dayandığı
her türlü kurum da zorunlu olarak temel alınan bu siyasal
teze uygun şekil alacaktır.
Çünkü insanın bir bölümünü dünyevî saltanat ve siyasal otoritenin
simgesi demek olan “Sezar”a teslim ederken; bunun dışında
kalanını -artık ne kalıyorsa- Tanrıya teslim edip bu diğer bölümünün
ilişkilerini onun buyruklarına göre düzenlemeye kalkışmasının
imkânı yoktur. İnsan, bütünüyle ve her türlü ilişkisiyle, tek bir
otoriteye teslim olmak zorundadır. Bunu ister açıkça ifade etsin,
isterse de etmesin; ister durumun böyle olduğunun farkında olsun,
isterse de olmasın, değişen bir şey olmaz. Yani “İnsanın içinde
iki ayrı kalp olmadığı”470 gibi, onun hayatında da iki efendiye, iki
zıt otoriteye yer yoktur. İnsanın fiilen böyle bir kaos yaşamaya
470 33/Ahzâb, 4
PUT VE PUTA TAPINMA
- 157 -
tahammülü olmadığından, pratikte de buna imkân olmadığından
dolayı, dinin hayatın herhangi bir alanından uzaklaştırılmaya çalışılması,
zamanla dinin hayatta en ufak bir fonksiyon icrâ etmemesi
sonucuna kadar varmıştır. Hıristiyanlığın tarihi, bu iddianın
tartışılmaz bir delili olduğu gibi, günümüz “İslâm dünyası” adı
verilen ülkelerin durumu da bunun açık bir delilini teşkil etmektedir.
Şöyle ki: Bu dünyada yer alan ülkelerin büyük bir çoğunluğunda
laik uygulamalar sözkonusudur. Bunun resmiyette böyle
olup olmaması, esas itibarıyla pratikte ciddî farklılıklar ortaya çıkarmamaktadır.
Bu laik uygulamaların sözkonusu olduğu ülkelerde
yaşayan insanların önemli bir bölümü, egemen düzeni ve
uygulamalarını, onun benimsediği ve telkin ettiği dünya ve hayat
görüşünü kabul edip onaylamakta, buna bağlı olarak, dinin emir
ve hükümlerini umursamayan bir hayat sürdürmektedir.
Bunlardan ayrı olarak, kendilerine dayatılan bu düzeni hiçbir
şekilde benimsemeyen, kendi irâde ve istekleriyle düzenin hiçbir
kural ve hükmünü yerine getirmemeye çalışan, içten gelen bir istekle
itaat etmeyen ve boyun eğmeyen, aslı itibarıyla düzen karşıtı
ya da muhâlifi büyük kitleler vardır. Bu kitleler, şu ya da bu
şekilde laikliği reddeden söylemlerini herhangi bir şekilde ifade
etmeye kalkıştıkları takdirde egemen düzenin yasal olsun olmasın
her türlü engellemesine, zulüm ve terörüne, cezalandırmalarına,
komplolarına, işkence ve her çeşit zulümlerine -kurulu düzeni korumak
ve laikliğin elden gitmemesi adına- mâruz bırakılmaktadırlar.
Kısacası, bu ülkelerde egemen düzenlerin baskı ve terörü
altında yaşayan insanlar, pratiklerinde din ve dünya işlerini ayrı
ayrı ele alıp değerlendirmemektedirler. Çünkü buna imkân yoktur.
Devletler ve yönetimler de yalnızca devlet yönetimini dinin
müdâhalesi dışında bırakmakla yetinmemekte, aksine, yeri geldikçe,
gerek gördükçe dine müdâhale etmekte, dini kontrol altına
almaya, yönlendirmeye çalışmaktadırlar.
Laikliğin yalnızca siyasal bir çerçeve ve boyutunun bulunduğunu
ileri sürmek, eğer bir kandırmaca değilse, asılsız bir iddiadan
öte değildir. Sözün burasında ister istemez şunu da hatırlıyoruz:
Laiklik, esas itibarıyla; din, akîde, düzen ve sosyal hayatın tümüyle
Allah’tan alınması tezini teklif ve emr eden İslâm’ın tam karşısında
yer almaktadır. Laiklik, Allah’tan başka varlıkların ulûhiyetini esas
alan bir anlayış ve bir sistem olduğu halde; laikliğin dinsizlik anlamına
gelemeyeceğini söyleyerek, hem laikliğin anlamını kaydıran,
hem de işin içyüzünü bilmeyenlere sevdiren yaklaşımlar ve yorumlarla
asıl laikliğin İslâm’da olduğunu ileri süren ve bunun için
birtakım âyetleri hiç de ilgisi olmadığı halde delil diye gösterenler
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 158 -
İslâm’ı saptırmakta, Hak Din’i tâğutî düzene koltuk değneği yapmaktadır.
Belki iyi niyeti dolayısıyla bunun farkında değildir; ama
vâkıa budur. Bu iki zıddın birleşebileceğini, bir kimsenin hem laik
hem de müslüman olabileceğini iddia eden bazıları da müslümanları
kendi siyasî yaklaşım ve emelleri doğrultusunda yönlendirmeye
gayret etmekte, yani kurulu düzenin İslâm’la çatışan bir düzen
olduğunun fark edilmemesini sağlamaya çalışmaktadır.
Laiklik, esas itibarıyla şeytana ibâdetin genel adıdır. İslâm’ın
ya da Allah’a ibâdet yolunun tam karşıtı ve İslâm dışı bütün beşerî
sistemlerin ortak bir adıdır. İslâm dini dışında kalan ve Allah tarafından
asla kabul edilmeyecek olan bâtıl dinlerin bir diğer unvanıdır.
Bu bakış açısıyla konuya baktığımızda, laik düşüncenin kendisinin
karşıtı olarak kabul ettiği ve din adamları sınıfının ya da
bir hükümdarın yönetimi altındaki insanların, Allah’ın indirdiği
şeriat dışında, kendi hevâsını tanrının irâdesi olarak telkin eden,
kabul ettiren ve dayatan sistem olan “teokrasi” de bâtıl bir dindir
ve sonuç itibarıyla şeytana ibâdetin birçok türünden bir çeşittir.
Bu bakımdan teokrasi de Kur’ân-ı Kerim gözüyle laiklikle ve diğer
bütün bâtıl din ve rejimlerle aynı kefededir. Teokrasi, kendini
ilâh sayan veya tanrıların temsilcisi olarak görenlerin idaresidir.
Meselâ Firavunların idaresi, teokrasidir. Laiklik, teokrasiye alternatif
olarak ortaya çıkmış olsa da, aslında her ikisi de temelde aynı
kaynağa, insanı tanrılaştırmaya dayanmaktadır.
Kur’an, inanılan düzenin pratiğe yansımasını “ibâdet” diye
adlandırmakta ve ibâdetin de ya Yüce Allah’a ya da O’ndan başka
kime yapılırsa yapılsın, sonuçta şeytana yapılmış olacağını gâyet
açık ve en ufak bir te’vile yer bırakmayacak şekilde ifade etmektedir.
Cennetlikler cennete, günahkârlar da cehenneme girdikten
sonra Yüce Allah, cehennemliklere azarlayıcı bir üslûpla şu şekilde
hitap edeceğini bildirmektedir: “Ey Âdemoğulları, Ben size; ‘şeytana
tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, yalnız Bana ibâdet
edin; işte dosdoğru yol budur’ diye açıklamamış mıydım?”471 Laiklik de,
diğer beşerî rejimler gibi şeytana ibâdet yollarından bir yoldur.
Müslüman ise, “dini yalnızca Allah’a hâlis kılmakla ve yalnızca Allah’a
ibâdet etmekle”472 yükümlüdür.
İslâm’da Laiklik Yoktur: Laiklik, geniş ve basit tanımı ile dinin
siyasal hayatın dışına itilmesi, din adamları sınıfının devletin
siyasal hayatında din adına etkin olmalarının engellenmesi diye
ifade edilecek olursa, peşinen şunu hatırlatmamız gerekmektedir:
471 36/Yâsin, 60-61
472 98/Beyyine; 5, 39/Zümer, 2-5
PUT VE PUTA TAPINMA
- 159 -
Evvelâ İslâm’da batıda bilinen şekliyle bir “din adamları” sınıfının
varlığı sözkonusu değildir. Dolayısıyla böyle bir sınıfın din adına
siyasal etkinliklerde bulunmalarından ve devletin siyasetinde aktif
bir rol oynamalarından söz edilemez. Çünkü böyle bir sınıf yok
ki, bu sınıfın icrâ edeceği fonksiyon kabul veya redde konu olsun.
İslâm inancına göre Allah her şeyi yaratandır. O, her şeyi bilendir.
İnsanı yaratan olduğu gibi, her asırda, nelere muhtaç olduğunu,
dünya ve âhirette mutlu olmasının nelere bağlı olduğunu tam
ve en kâmil anlamıyla O bilir. Dolayısıyla O’nun insanların dünya
ve âhiret mutluluğunun elde edebilmeleri için teklif ettiği düzen
olan İslâm’da, dünya ve âhirette her bakımdan huzurlu olabilmeleri
için insanların gerek duyabilecekleri her şey vardır. Bugün için
gerek duymadıkları fakat zamanla ihtiyaç hissedecekleri şeyler de,
günümüz müslümanları tarafından bilinse de bilinmese de, ellerinde
bulunan Kur’an ve Sünnette yeteri kadarıyla mevcuttur.
Kıyâmete kadar gelecek bütün insanların ihtiyaçları için de durum,
aynen böyledir. Diğer taraftan, Kur’an’ın içeriğine gelişigüzel
dahi olsa bir göz atılacak olursa, görülür ki, Kur’ân-ı Kerim müslümanların
ibâdet ve âhiret hayatıyla ilgilendiği kadar, dünyadaki
ilişkileriyle de ilgilenmiştir. Hatta dünyevî ilişki olarak değerlendirilen
birçok alana dair açıklamaları, dinî ya da uhrevî ya da vicdanî
olmakla nitelendirilen ilişkilere kıyasla daha etraflıdır.
Elbette İslâm, bu hükümler arasında laik bir düşünüşün etkisi
ile ayrım yapmaz, dünya işi, âhiret işi; din işi, devlet işi gibi ayırmaları
kabul etmez. Çünkü Kur’an, bunların hepsinin aynı şekilde
ve hepsine ayrım gözetmeksizin müslümanların aynı önemi vermelerini
ve aynı gayreti göstermelerini istemiş ve hepsini birlikte
uygulamaya geçirmelerini emretmiştir. O yüzden İslâm’da dünya
işi, âhiret işi yoktur. Her şey ibâdet ve cihaddır; ya Allah’a ya
da tâğuta kulluk. Siyâseti ibâdet, ibâdeti siyâset olan bir dindir
İslâm. Dini devletten ayırdığınızda devlet dinsiz; devleti dinden
ayırdığınızda din, devletsiz ve güçsüz olur. Dinle devlet, etle kemik
gibidir. Devlet, vücut ise, din de o vücudun canıdır, ruhudur.
Bu ikisini birbirinden ayırmak, insanı/İnsanlığı katletmektir,
cinâyettir. Kur’ân-ı Kerim’de, meselâ miras hükümlerine, evlenme
ve boşanmalara, alışverişe ve diğer akidlere, savaşa, suç ve cezalara
dair açıklamalar, sözgelimi namaza ve hacca dair açıklamalara
göre daha ayrıntılıdır. Ama hepsine riâyet etme gereği, aynı titizlik
ve tâvizsizlikle vurgulanmaktadır. Kur’an’ın en azından bir
defa, başından sonuna kadar ciddî bir şekilde anlamıyla birlikte
okunması, bu sözün isbatı için yeterlidir. Durum bu iken, Kur’an’ın
“Dinde zorlama yoktur” ilkesi ile “Sen onlar üzerinde bir zorba değilsin”
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 160 -
gibi buyruklarının İslâm’ın da laikliği kabul ettiğine delil olarak
gösterilmesinin, gaflet değilse, ancak ihânetle izahı sözkonusudur.
Safça, riyâkârca veya bazılarının münâfıkça niyetlerle bu tür
delillendirmelere kalkışmasının ilmî değerinden söz edilemez.
Lât: Kur’ân-ı Kerim’de isminden bahsedilen 473 câhiliyye dönemi
Arap tanrıçalarından birisidir. İslâm öncesinde Kâbe’de duran
üç puttan biridir. Diğer ikisi Uzzâ ve Menât’tır. Allat kültünün Hicaz
bölgesindeki uzantısıdır. Kült merkezi Tâif’te olan Lât, dört
köşeli bir kaya parçasıyla temsil edilirdi. Lât kültü için yapılan ve
Tâif Kâbesi diye adlandırılan bir kutsal bina da vardı. Araplar Teymullat
(Lât âşığı) ve Zeydullât (Lât’ın yetiştirdiği) gibi şahıs isimleri
de kullanırlardı. “Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri olan
ötekini, Menât’ı. Demek erkek size, dişi O’na öyle mi? O zaman bu, insafsızca
bir taksim! Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden
başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar
ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine
Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.” 474
Maddîyyûn: Maddeciler. Maddî kelimesinin çoğuludur.
Âlemin başlangıcı olarak maddeyi kabul edip, maddenin ezelî ve
sonsuz olduğuna inananlara, madde ve hareketi dışında her şeyi
inkâr edenlere verilen addır. Maddîyyûna göre bu âlem atomlardan
oluşan maddelerin rastgele hareket ve birleşmeleri sonucu
kendiliğinden meydana gelmiştir. Bir yaratıcının eseri değildir.
Madde, varlık âleminin aslı ve yaratıcısıdır. Onlara göre maddenin
bölünebilirliği bir daha parçalanmayan ve değişmeyen atomda
biter ki buna “cüz’ü lâ yetecezzâ” derler. Kuvvetsiz madde, maddesiz
kuvvet olmaz. Demir gibi en katı cisimlerin bile içi sonsuz bir
hareketle devinmektedir. Madde ve hareket her ikisi de ezelî ve
sonsuz olduğundan bunların dışında bir yaratıcıya gerek yoktur.
Maddeciler tabiat ötesindeki olayları ve varlıkları duyu organlarıyla
bilinemediği ve deney dışında kaldığı için inkâr ederler. Dolayısıyla
Allah ve ruhun varlığını da kabul etmezler. 475
Marduk: Babil’in büyük tanrısı; yaratıcı tanrı. Aynı zamanda
kralların rabbi, tanrıların çobanı, hukuk ve düzenin koruyucusu,
yüce hekim ve yüce büyücü olarak da adlandırılan Marduk, aslında
bir bitki tanrısıdır.
Mars: Eski Roma’da savaş ve tarım tanrısı; Juno’nun oğlu; Remus
ve Romulus’un babası. Kutsal hayvanları akbaba, ağaçkakan,
473 53/Necm, 19
474 53/Necm, 19-23 (Bak. Ellat)
475 İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmi Kelam, s. 362 Geniş bilgi için bak. Materyalizm).
PUT VE PUTA TAPINMA
- 161 -
at ve kurt olan Mars’ın festivali Mart ayındaydı. Onun tarımsal
karakteri için Mayıs ayında kutlamalar yapılırdı.
Maske (Mask): Eski câhilî insanların dinî ve büyüyle ilgili amaçlarla
yüzlerine taktıkları yüz kalıbı. Günümüz câhiliyyesinde hâlâ
sürdürülen maske takma geleneği, çeşitli dinsel ve büyüsel amaçları
kapsar. Kötü ruhların korkutulmasından, takılan maskenin
gücünü elde etmeye kadar çeşitlenen bu amaçlar eski câhilî toplumların
çeşitli tapım ve törenlerinde gerçekleştirilirdi. Maskeler
totem hayvanlarını, tanrıları, ataları ve çeşitli doğaüstü varlıkları
simgeler. Hıristiyanların karnaval törenlerinde taktıkları maskeler
aynı ilkel câhiliyye geleneğin eğlence durumuna dönüştürülmüş
çağdaş biçimidir.
Başta Afrika ve Kuzey Amerika dinsel gelenekleri olmak üzere
çeşitli şirk dinlerine bağlı kişiler, tanrısal varlıkları ya da ruhları
temsil ettiğini düşündükleri maskeleri törenlerde başlarına maske
takarlar. Bu maskeleri takan kişilerin ilgili ruhu taşıdığı düşünülür.
Ve ona dokunmanın ya da onunla konuşmanın doğru olmadığına
inanılır.
Maskot: Uğur getirdiğine inanılan nesne. Genellikle bir insan
ya da hayvandır; herhangi bir cisim de olabilir. Fransız halk dilinde
büyücü anlamına gelen masco sözcüğünden türemiştir. Yine bu
dilde mascoto kelimesi büyü anlamını dile getirir. Maskot bir çeşit
iyilik getirici büyü kabul edilir.
Masonluk: Uluslararası bir menfaat kuruluşu. Bünyesine özel
vasıflı ve seçkin insanları alarak geniş bir teşkilatlanma içerisine
giren masonlar, dünyanın hemen her yerinde seslerini ve etkilerini
duyurmuşlardır.
Masonluk, Yahudiliğin gizli faaliyet gösteren bir örgütüdür.
Bütün rütbelerini, sembollerini muharref Tevrat’tan almıştır. Giriş
törenleri Tevrat doktrinine uygun olarak yapılır.
Masonlar, Yahudilerle olan bağlarını sürekli inkâr etmekte
ve onlarla hiçbir ilişkilerinin olmadığını iddia etmektedirler. Eğer
Yahudilerle olan bağları anlaşılırsa, toplum tarafından hoş karşılanmayacaklardır.
Bunun yerine kendilerini bir hayır kurumu, bir
kardeşlik, yardımlaşma cemiyeti olarak topluma lanse etmeye çalışmaktadırlar.
Masonlar yalnızca üyelerine mahsus olarak çıkarttıkları Mimar
Sinan, Türk Mason Dergisi, Akasya, Büyük Şark gibi dergilerde, Yahudilerle
olan bağlarını açıkça ifade etmektedirler. “Ritüellerimizde
Tevrat’tan sayısız alıntılar mevcuttur.” 476
476 Mimar Sinan, Sayı 47, s. 39.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 162 -
Tevrat’ın, Yahudi ırkının bir ideoloji ve doktrin kitabı olduğunu
öncelikle belirtmekte fayda vardır. Bu ideolojinin siyaset sahnesindeki
ismi Siyonizmdir. Siyonizm, Masonluk hep Tevrat’tan
kaynaklanan felsefenin uygulamadaki örnekleridir.
Bozulmuş ve değiştirilmiş Tevrat’ta Yahudi ırkının dünya milletlerine
yapması emredilen vahşet ve katliam şekilleri ayrıntılı
bir biçimde belirtilirken, gizli, dikkat çekmeyecek yöntemler de
detaylarıyla anlatılmış, çeşitli yollar gösterilmiştir. Bu yöntemler
uygulandığında milletler içten çökertilecek ve ne hedef alınan
milletler bunu farkedebilecek, ne de olayların arkasında bir Yahudinin
ismi duyulacaktır.
Sadece kendi gizli kaynaklarında Yahudilikle ilişkileri anlaşılan
Masonluk, işte Yahudiliğin Tevrat’ın telkinlerini aynen benimseyen
ve gizli faaliyet gösteren kollarından biridir.
Masonlar, Yahudilikle olan alâkalarını gizli tutmayı lüzumlu
görmektedirler. Çünkü Siyonizm ile aynı amacın güdüldüğünü
anlatarak faaliyet göstermek yerine, yardım kuruluşlarını paravan
yapıp hayırsever kişiler görünümü altında bu amaca hizmet
etmek kendileri açısından daha verimli sonuçlar doğurmaktadır.
Masonluk, esas itibariyle Yahudi olmayan birtakım insanları
bir gizli dernek çatısı altında toplayıp, eğiterek, onları herhangi
bir sahada Yahudiliğe ve Yahudilik ideallerine hizmet eder hale
getirmek için verilen bir tedris usulüdür.
Siyonistler, Yahudilik kavramıyla beraber, Siyonizm hedeflerinin
insanları ilk planda ürkütebileceğini düşünerek kendi tanımlamalarıyla,
toplum içerisinde başarılı olmuş, meslek sahibi, zengin,
saygılı kişilerle, kardeşlik, dostluk, barış gibi insanlara sıcak gelen
kavramlarla Masonluk bünyesinde ve Rotary, Lions, Liones gibi
kulüpler aracılığıyla çalışmalarını sürdüregelmişlerdir. Böylece
hem Siyonist hedefleri ilk planda öne çıkarmamış olmak ve hem
de Yahudi olmayan insanlar vasıtasıyla Yahudilik ideallerine hizmet
ettirmiş olmak amacını gerçekleştirmişlerdir. 477
Ütopist mahiyette insanlık, dünya vatandaşlığı, enternasyonalizm
gibi kozmopolit ilkeleri benimsediğini iddia eden, ancak aynı
teşkilat mensuplarını kardeş gören ve teşkilat içindekilere yardımcı
olan; inanç ve vicdan hürriyeti mücâdelesinde bulunmakla
beraber, Masonluk imanını benimsetmek isteyen; umumiyetle liberal,
kapitalist, kendi inancına uymak şartıyla imtiyazlı; oligarşik
olmakla beraber sözde demokrat görünen; ehliyet, liyakat,
fazilet esaslarına, Mason kardeşliğini tercih eden; malî imkânları
477 Ali Uğur, Masonluk, Soruşturma Dış Politika dergisi, s. 3
PUT VE PUTA TAPINMA
- 163 -
ve elemanları geniş bir teşkilata sahip, disiplinli, otoriter, beynelmilel
hüviyetteki bu kurum, gizli, esrarengiz birtakım gelenek ve
sembollere sahip bulunuyor. Bu sembollerin köklerinin (üçgen,
nur, altı köşeli yıldız, akasya, duvarcılık, hiram-mabet şekli vs.)
eski Mısır ve Yahudi geleneklerine dayandığı Masonluk yayınlarında
belirtilmiştir. Masonluk, insanlığı bir bütün olarak görmek
istemesine rağmen yalnız birbirini kardeş tanıması, ehliyet, liyakat
vb. vasıflar yerine locaya mensup olduğu için himaye görmesi,
bir tehlike anında veya bir yardım isteğinde kendi milletine karşı
da olsa, loca mensubunun yardımına yönelinmesi, kozmopolit
mahiyeti, biricik hakikatin yalnız Masonluk ilkelerinde görülmesi,
zaman zaman din ve milliyet aleyhindeki tutumu dolayısiyle, localarda
Yahudilerin, dönmelerin bilhassa önemli mevkilerde bulunması
gibi sebeplerle, itirazlara uğramış ve Yahudi emellerine,
ülkülerine vasıta olduğu İsrail devletinin kurulması için bir araç
olarak kullanıldığı ve Yahudiliğin beynelmilel himayesinin arka
planda bulunduğu ileri sürülerek tenkid edilmiştir. 478
1717’de kökleri çok eski olduğu halde İngiltere de kurulup
geliştirilen Masonluk, İngiltere Yahudileri yanında, İngiliz Emperyalizminin
sömürgeciliğinin yanında, her tarafta ajanlar, sempatizanlar,
aldatılanlar, yanıltılanlar elde ederek gelişmiş ve İngiliz
uyduluğuna bilerek bilmeyerek hizmete sevkedilmişlerdir. Aynı
şekilde Amerika’da da Mason localarına Yahudiler kesinlikle
hâkimdir. Orada da ticarî, iktisadî, siyâsî mevki sahip olmak isteyenler
onun desteğine muhtaç hale getirilmişlerdir.
1822-1884 yıllarında ilân edilen Anayasa ve arkasından yapılan
seçimler sırasında meclis tutanakları gözden geçirilirse, Rumların,
Ermenilerin ve diğer azınlıkların nasıl çıkar ve bölünme doğrultusunda
gayret sarfettikleri anlaşılır. Bu konuda önemli rolü bulunan
Mithat Paşa’nın kimliği bir hayli enteresandır. Macaristanlı bir
hahamın oğlu olan Mithat Paşa, Türk devletinde yenilikler yapmağa
başlamıştır. Yahudi prensiplerine dayanan mektepler açtırmış
ve mekteplerde ihtilacı doktrinleri öğretmiştir. Mithat Paşa, Jön
Türkler partisini kurmuştur. Bütün Avrupa’da kendi sırdaşı olan
Simon Deutch’un talimatıyla yapılmıştır. Sultan Abdülaziz’in katli,
Mithat Paşa’nın gözü önünde gerçekleştirilmiştir. 479
3 Kasım 1839 Sultan Abdülmecid’in tecrübesizliğinden istifade
eden Mustafa Reşit Paşa’nın gayretiyle Tanzimat Fermanı ilân
478 Ömer Rızâ Doğrul, Eski Mısır'da Masonluk İzleri, Selâmet Mahfilinde
Dört Konferans, İstanbul 1930, s. 4
479 Kemal Fedâi Coşkuner, Yakın Tarihimiz ve Siyonizm, Orta Doğu, 10 Ocak
1976
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 164 -
edildi. Bunun üzerine yabancı kuruluşlar, azınlıklar kuvvetlendi.
Bu hareketi benimseyenlerce buna “Tanzimatı Hayriye” adı takıldı.
Kozmopolitlik, yabancı etkisi ve aşağılık duygusu yayıldı. Bu
sebeple buna “Tanzimatı Şerriyye” diyenler de vardır. Tanzimatı
ilân eden Mustafa Reşit Paşa, İskoçya Mason locasına mensup bir
kimseydi. 480
Masonluktaki Tanrı anlayışı Deist bir anlayıştır. Deizm ise
İslâmlık, Hıristiyanlık, Musevilik gibi semavî dinlerdeki Allah inancına
bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlayışa göre, kâinatı
aşan bir varlık vardır. Fakat insanoğlu bu varlığı tam mânâsıyla bilemez.
Onun için bu varlığa yakarılmaz, ondan bir şey istenmez ve
onun insanları sevmesi, imtihan etmesi beklenemez. Böyle olunca
ahiret düşüncesi ve öldükten sonra dirilmek fikri de iptal edilmiş
oluyor. Deist anlayışı biraz daha ileri götürdüğümüzde Ateizm
noktasına gelirsiniz. Zaten özellikle Fransız locasına kayıtlı masonlarda
bu anlayış yaygındır. 481
Sion kelimesi “Allah’ın krallığı” mânâsına gelir. Tevrat’taki
üstün ırkla alâkalı âyetler Siyonizm fikrinin temellerini teşkil etmektedir.
Yahudilerin Allah’ın seçmiş olduğu millet olduğu yolundaki
söylentilerin kaynağı Tevrat’ta çeşitli bablar içerisinde yer almaktadır.
Bunlardan iki tanesi aşağıdaki şekildedir:
“Ben dedim: Siz ilâhlarsınız ve hepiniz Yüce Allah’ın oğullarısınız.
Kalk, ey Allah (ey oğullarım) yeryüzüne hükmet. Zira milletlerin
hepsine sen varis olacaksın.” 482
“Çünkü sen Allah’ın Rabbe Mukaddes bir kavimsin. Allahın
Rab, yeryüzünde olan bütün kavimlerden kendisine has kavim olmak
üzere seni seçti.” 483
Yukarıdaki sapık ve ahlâk dışı sözde Tevrat âyetlerine daha
yüzlercesini eklemek mümkündür. Bütün bunlar da göstermektedir
ki, Masonluk; azmış ve gözü dönmüş Yahudinin Siyonist menfaatleri
doğrultusunda ülkelerin yetişkin insanlarını kendine hizmet
ettirerek ideallerini gerçekleştirmek yolundadır. 484
480 Prof. Dr. Hikmet Tanyu, Siyonizm ve Türkler, İstanbul Bilge Yayınları, s. I,
281
481 Yesevizade, Soruşturma, Masonluk, Dış Politika, sayı 3, s. 109
482 Mezmur Bab. 82, Âyet. 6-8 s. 598
483 Tesniye Bab. 7, Âyet 6 s. 184
484 Bak. Siyonizm (Sami Şener, Şamil İslâm Ans.)
PUT VE PUTA TAPINMA
- 165 -
Materyalizm: Allah ve kâinattaki her şeyi madde ile izah etmek
isteyen ve âlemde bir gaye, bir şuur ve bir irade görmeyen,
toplum hayatını ve fertler arasındaki ilişkileri ve davranışları belirleyen
faktörün madde olduğunu iddia eden düşünce sistemi.
Avrupa’nın hayatında materyalist görüş, Avrupa Rönesansı kadar
eskidir. Hatta onun eski Grek felsefesinde ve Hıristiyanlıktan
önceki Roma yaşayışında, bazı yönleriyle bundan daha derin izleri
vardır. Aslında Avrupa Rönesans hareketi, dine düşmanlık esası
üzerine yükselmiştir. Rönesans, karşı durduğu ve kendisinden sıyrıldığı
Hıristiyanî-dinî temeller yerine, Grek ve Romen temellere
dönerek onlardan destek bulmaya çalışmıştı.
Rönesans düşüncesi bir taraftan “hümanist” (İnsancıl), diğer
taraftan da dünya hayatına yönelik idi. Bu hümanizmin mânâsı
şuydu: Bilginin kaynağı Allah değil, insan olması gerekir. Hayatın
gereklerinin ne olduğu ile ilgili olarak göz önünde bulundurulması
gereken kaynak İlâhî vahiy değil, insanî düşüncelerdir.
Bu çağın ayırıcı özelliği, insanın mutlak kişiliğinin farkına varması,
otoriteye ve sahiplerine karşı çıkması, bütün dünyayı kendisine
vatan olarak kabul etmesi gibi hususlarda ileri noktalara
kadar gitmek olmuştur. O bakımdan Yunan ve Roma edebiyat ve
ilimlerini inceleme konusunda uzmanlaşmak durumunda olan
kimseler, kendilerine “hümanistler” adını verirler.
Dinden sıyrılıp materyalizme doğru yol alan bu gidiş, dini
ruhanîlikten dinsiz materyalizme bir anda ve tek bir sıçrayışla geçmediği
gibi; hedefine doğru yol alırken, birtakım inişler-çıkışlar
yapmaksızın, dosdoğru bir şekilde ilerlemedi. Ancak her bir sıçrayışında
materyalizme daha çok yöneldi. Bu bakımdan rönesans’ın
başından itibaren gerçekleştirilen ilmî ilerlemeler, Rasyonalist ve
Emprsist görüşlerin ortaya koyduğu şekilde Avrupa düşüncesinin
izlediği yolda gitmesine yardımcı unsur olmuşlardı.
Rasyonalizm ise kâinatın tabiat öte;inden ve tarihin akışı istikametinden
Allah’ın varlığı düşüncesini ortadan kaldırmayı hedef
alır. Ayrıca Empirizm’in de Rasyonalizmden pek farkı yoktur.
Empirizm’e göre gerçekler, his ile idrak edilebilen âlemde gizlidir.
Duyularla idrak edilen tabiat olaylarının ötesinden bilgi elde etmeye
çalışmak ve bu alanda illet arayıp bulmaya kalkışmak ise
reddedilmesi gereken bir konudur.
Bu gelişmeler zamanla daha ileri boyutlara ulaştı. Sonunda,
tabiatın dine ve akla hakim olduğunu ileri süren, tabiatı her şeyin
kendisinden çıktığı temel olarak değerlendiren ve insan aklını
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 166 -
düşüncelerin kaynağı kabul eden Pozitivist felsefe ortaya çıktı. Bu
görüşün önde gelen en önemli iki filozofu, Auguste Comte ve
Fuerbach’dır. Bu felsefe belirli bir atmosferde doğdu ve bu ortamda
pek çok ilim ve felsefe adamının ruhunda, özel bir bilgi türüne
sahip olan Kilise’ye karşı çıkmak arzusunu uyandırdı.
Diyalektik Materyalizm, maddenin kâinatta köklü ve biricik
gerçek olduğu ve kâinattaki her şeyin ve herkesin maddeden çıkıp,
maddenin kanunlarına mahkum olduğu; maddenin sınırlarının dışında
varlığın söz konusu olmadığı iddialarına dayanır. Bu düşünceye
göre, maddeden ortaya çıkan bütün yaratıklar-İnsan da dahil
olmak üzere- ve bütün organizmalar bir taraftan maddîdir, diğer
taraftan da çelişkiler arasındaki mücâdeleye mahkûmdur.
Tarihî materyalizme göre madde, bütün duyuş, düşünüş ve
idrakin kaynağıdır. İdrak ise türemiş ikincil bir unsurdur. Çünkü
idrak, maddenin yani varlığın bir yansımasıdır. Düşünce ise, maddenin
bir sonucudur. Zira düşünce, tekâmülü sayesinde mükemmelliğin
üst basamaklarına çıkabilmiştir.
Tarihî Materyalizm, insanlık tarihini maddeci temellere dayandırarak
açıklamaktadır. Buna göre madde ezelî ve ebedîdir ve
kâinatta var olan her şey madde tarafından yaratılmıştır. Tarihi
Materyalizmin sosyolojiye sunduğu temel, Evrim Teorisi’nin tabiî
seleksiyon yoluyla biyoloji ilmine sunduğu temelin aynısıdır. İncelenmekte
olan tür ne olursa olsun, o tabiî seleksiyon yoluyla evrim
geçirmiş bir türdü. İşte bu, onun tabiatının sınırlarını çizer. Aynı
şekilde incelenmekte olan toplum ne olursa olsun, üretim ilişkilerinin
üretimle olan ilgisine, düşünce ve kurumların üretimle olan
ilişkisine göre şekillenmiş bir durumdadır.
Ayrıca tarihin materyalist yorumu insanlık hayatında bir takım
değerlerin varlığını inkâr edip, hayatı sadece yemek, içmek, giyinmek,
barınmak ve cinsî ilişkiden ibaret olarak kabul etmektedir.
Din, ahlâk ve ailenin materyalist yorumu ile aynı anda iki şey
kastedilir. Bunların birincisi; bu kurumların bizatihi ve kendiliklerinden
ayakta duran bir takım değerler olmadıkları, onları bu
şekilde görmenin mümkün olmadığı, dolayısıyla bu kurumların
ne köklü ve ne de kutsallıklarından söz edilemeyeceğidir. Materyalizme
göre her ne olursa olsun din, insanların zihninde onların
günlük hayatına egemen olan dış güçlerin vehmî bir yansımasından
başka bir şey değildir. Bu yansımada yeryüzünün güçleri, tabiatüstü
bir takım güçler şeklini alır.
Materyalistlere göre aile ebedî bir sosyal yapı değildir. Çağlar
PUT VE PUTA TAPINMA
- 167 -
boyunca ailede pek çok değişiklikler görülmüştür. İşte bu evrim
son tahlilde ekonomik etken ile belirlenir.
Cansız maddenin kanunlarının insana uygunluğu iddiası, insanlık
düşünce tarihinde daha önce hiç bir şekilde görülmemiş
“ilmî” bir efsane biçimindedir. Bu ilmî efsanenin ortaya konulmasının
patenti, mutlak anlamda olmasa bile materyalist komünistlere
aittir.
Materyalizm sadece komünist rejimlerde geçerli bir anlayış
değildir. Kapitalizm de en az komünizm kadar materyalist bir anlayışa
dayanmaktadır.
Bu sosyal düzen, katıksız olarak maddeci bir düzendir. Bu düzende
insan, yaratılış ve ahiretinden soyutlanmış olarak ele alınır.
Maddî hayat içerisinde sadece maddî çıkarlarıyla varolan bir
“homo ekonomicus” (ekonomik insan)dır.
Kapitalist demokrasi düzeni, azgın bir materyalist ruh taşımaktaysa
da Materyalizmin hayat felsefesî ve onun hayatı açıklayan
öğretisi üzerine kurulmamıştır. Bu düzenin sosyal atmosferinde
hayat, maddî çıkar hudutlarının dışındaki tüm alâkalardan soyutlanır.
Fakat, bu soyutlama işlemi bir felsefî anlayışa sahip değildir.
Buda kapitalist dünyada materyalist felsefî ekollerin bulunmadığı
anlamına gelmez. Aksine materyalizm, ikbalini bu düzenin dünyasında
bulmuştur. Zira sanayi devrimi ile ortaya çıkan deneysel
zihniyetin etkisi, mutlak doğru kabul edilen birtakım fikirlerin
yanlışlığının ortaya çıkmasıyla başlayan görüş ve anlayışlardaki
değişmenin doğurduğu şüphecilik ve fikri kargaşa, aklı ve fikrî
donduran, zulüm ve baskı yolunu seçen, sosyal kargaşayı kendi lehine
körükleyen hıristiyanlığa karşı yüz gösteren hoşnutsuzluk ve
ondan cayma ruhu; batılı zihniyetlerde materyalizmi hazırlamıştır.
Allah’ı inkâr temeline dayalı olan bu batılı düşünce sistemi, artık
ilk doğduğu topraklar üzerinde ve ideolojilerini buna dayandıran
rejimlerin hâkim olduğu ülkelerde bile tartışılmış, büyük kitleler
ve ilim adamları tarafından reddedilen bir düşünce olmuştur.
Haklı olarak bunun geçersizliğini ve ilkeliğini gören demir perde
gerisi devlet ve rejimler de bu düşünceden vaz geçmeye başlamışlardır.
485
Meded: İmdad, yardım, himâye. Meded Allah’tan istenir. Tasavvufta;
ermişlerin ruhlarından yardım istemeye de meded denir.
Alevî-Bektâşi zümreler “yetiş yâ Ali” anlamında meded kelimesini
kullanırlar.
485 Sami Şener, Şamil İslâm Ans.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 168 -
Medyum: Ruhlar arasında aracılık ettiğine inanılan kimse.
Ölülerden, ruhlardan, cinlerden haber alabilecek olağanüstü
güce sahip olduğuna inanılan kişi. Bunların hemen hepsi şarlatandır.
Günümüzde kâhin ve falcılara, cinci olduğu iddiasındakilere
de medyum denilmektedir.
Melek-i Tâvus: Yezîdîlerin tanrısı. Yezîdîlik, şeytanı tanrı, daha
doğrusu tanrının celâl (hem büyüklük, hem de kızgınlık anlamlarına
gelir) ad ve niteliğinin belirmesi (zuhûru) sayar ve Melek-i
tâvus adıyla anarak ona tapar. Bu anlayışta, Zerdüşt ve Markion
ikiciliğinin, eşdeyişle kötülük sorununun çözümlenebilmesi için
bir de kötülükçü tanrı tasarımının zorunlu görüldüğü düşüncesinin
izleri vardı. Müslümanlar arasında gelişen tasavvuf anlayışında
da İlâhî varlık dışında başkaca bir varlık yoktur (vahdet-i vücut),
bundan ötürü şeytan da bir tanrı belirmesi (zuhûru)dur.
Menât: Putperest câhiliyye Araplarının taptıkları putlardan
biri. Kur’an’da Lât ve Uzzâ ile birlikte, put tanrılar üçlüsü oldukları
bildirilir. Ölüm tanrıçası olarak kabul edilir. İslâm, bütün putlarla
mücâdele etmiş, Menât’ı da Mekke fethiyle birlikte tümüyle tarihe
gömmüştür.
Merkür (Mercury): Eski Roma’da çok popüler olan tüccarlar
tanrısı; tanrıların elçisi; Hermes’in Roma’daki karşılığı. Merkür’ün
kutsal hayvanı horozdu.
Metafizik: Fizikötesi; Duyularımızla idrâk edemediğimiz varlıkları
konu edinen, asıl mesele olarak varlık problemini ele alan
felsefe kolu.
Metapsişik: Ruh ötesi, normal psikolojinin sınırları dışında kalan
olayların incelenmesi.
Mevlânâ: Mevlâ: Sahip, Rab, Allah, efendi, köleyi âzâd
eden; şanlı, şerefli, mâlik, yardımcı, koruyucu anlamlarına gelir.
Kur’ân-ı Kerim’de Mevlâ, Allah Teâlâ için kullanılır: “…Sen bizim
mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”486 Bakara
sûresinin son âyetinin son kelimeleri olan bu ifâdede “Mevlânâ”
(bizim mevlâmız) ifadesi kullanılır. Mevlânâ: Efendimiz, mevlâmız
anlamındadır. Mevlânâ kelimesi, tarihsel süreç içinde hürmeten
büyük kimselere söylenmiş, hazret mânâsında da kullanılmıştır.
Kur’an, bu ifâdeyi Allah için kullanmaktadır. Esas anlamı bizim
Rabbimiz, terbiye edenimiz, yardım edenimiz, dostumuz demektir.
Allah için kullanılan bu sıfatı, hem de bir isim olarak ve yüceltilen
bir insana verilmesi düşündürücüdür.
486 2/Bakara, 186
PUT VE PUTA TAPINMA
- 169 -
Efendi: Sözü geçen, buyruğu yürüyen, itiraz edilmeksizin kendisine
uyulan kimse. Tasavvufta; şeyh, pir. Doğu geleneğinde padişah
efendi, tebaa onun kullarıdır. Hükümdar, emri altındakilere:
“kullarım”, onlar da sultanlarına “efendimiz (mevlânâ, seyyidenâ)”
diye hitap ederler. Aslında efendi (seyyid, mevlâ) köle sahibi demektir.
Buradan kalkan dervişler, şeyhlerine “efendi”, “efendimiz”,
“efendi hazretleri” gibi ünvanlar verir, kendilerini de onun
kulları yerine korlar. Şeyh ise müritlerinden; “bendelerim”, “kullarım”
diye söz eder. Şeyhe şah ve sultan da denir. “Efendi ne isterse
etmek gerek / Kuluz biz düşer mi sual eylemek.” 487
Mit: 488
Mitoloji: Efsâne bilim, ilm-i esâtir. İnsanlığın sahip olduğu mitleri
ele alıp sistematik olarak inceleyn bilim dalı.
Misyoner: Misyon, bir şahıs veya heyete verilen özel görev demektir.
Misyoner: Kendini bir fikrin yayılmasına adayan kimse demektir.
Misyoner kelimesi daha çok hıristiyanlar için, hıristiyanlığı
yaymayı görev edinmiş kimse demektir. Misyonerlik, hıristiyanlığı
yayma yönündeki sistemli bir faaliyet ve teşkilattır. Misyonerlerin
yaptığı işe de misyonerlik denilir.
Mum Yakmak: Türbe, mezar, tekke vb. yerlere mum yakma
âdeti, eski câhiliyye çağından kalma âdetlerindendir. Arkeologların
çoğu bu âdetin en ilkel ateş kültü ile ilgili olduğuna kanidirler.
Yani “ateşe tapınmak”tan kalma bir âdet olduğu söylenilmektedir.
Eski çağlarda yalnız “aziz” sayılanların değil; başka ölülerin
de mezarlarında yahut öldükleri yerde mum veya ateş yakmak
bir nevi kurban sayılırdı. “Türbelerde kandil (mum) yakmak âdeti,
Fenikelilerden intikal etmiş bir ananedir. Fenikeliler Sur şehrinin
koruyucusu ve tanrısı olan Melkâres’in heykeli önünde devamlı
kandil (mum) yakarlardı.” 489
Hıristiyanlıktan önceki Helenler ve Romalılar’ın da mezarlarında
ve mezar taşları üzerinde meş’aleler yaktıkları bilinmektedir.
Bunlar Hıristiyan olduktan sonra da bu âdetlerini bırakmamışlardır.
Bu Paganizm kalıntısı âdet, daha sonraları hıristiyan din
adamları tarafından kitaba uydurulup mum yakma şeklinde dinî
âyinlere sokulmuştur. Hıristiyan din adamlarının izahlarına göre
güya bu âdet, ilk hıristiyanların karanlık mağara ve Katakomplarda
gizlice ibâdet ettikleri zaman yaktıkları mum ve meş’alelerin
487 İzzet Molla
488 Bak. Efsâne.
489 Hurâfâttan Hakikate, M. Şemsettin Günaltay, s. 298
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 170 -
hâtırası imiş.490 İslâm’da câmi duvarına, kabir taşına, mezar taşına,
türbelere, yatırlara mum yakılır diye bir davranış kesinlikle yoktur.
Bunlar Türklere de hıristiyanlar aracılığıyla müşrik ve mecûsilerden
geçmiştir.
Kabir başına, mezar taşına mum yakan kişi, oradaki yatırla
kendini bütünleşmiş, ondan bir parça olmuş gibi kabul ediyor ki,
bu büyük bir hatadır ve şirktir. İslâm’a göre insan, ancak Allah’a
ilticâ eder ve O’na sığınır. O’nun dışındaki varlıklardan medet ummak
tevhide ters düşen büyük bir yanlıştır. Bu itibarla kabirlerde
mum yakma âdeti, bâtıl bir inanç ve hurâfedir. Ayrıca, halk arasında
yaygın olan bir yanlış inanç da, cenâze çıkan odada 40 gün ışık
yakılmasıdır. Güya ölü çıkan odada 40 gün ışık yakılırsa, ölünün
ruhu geldiği zaman karanlıkta kalmaz, evini ve odasını daha çabuk
bulurmuş.
Malı israf etmek, başka ümmetlere benzemek gibi iki haramı
birden işleten bu tür hurâfelerden kesinlikle uzak bulunmak
gerekir. Tevhidi gölgeleyici, müslümanları tevhid inancından şirke
sevkedici bu çirkin putperest âdetlerinden medet umanlar, putlardan
fayda bekleyenler gibi kendilerini aldatmaktan ve etrafa,
özellikle yeni yetişenlere kötü örnek olmaktan başka hiçbir iş yapmış
olmazlar. Bu da vebal olarak onlara yeter de artar bile.
Mum yakarak, çaput bağlayarak, ölülere adaklar adayarak,
murâdına nâil olacağını, hastalığından veya dertlerinden kurtulacağını,
bahtının açılacağını, çocuk doğuracağını sananlar ve yeri
geldiğinde de müslümanlığı kimselere bırakmayanlar, inandıklarını
iddiâ ettikleri İslâm’a, Kur’an ve sünnete ne kadar ters düşmüşlerdir!
“Yalnız Sana ibâdet eder, yalnız Senden yardım dileriz.” 491
âyetini kıldığı namazın her rek’atında okuyanların, “gazâba uğramış
ve sapıkların yoluna tâbi olmaktan”492 Allah’a sığınanların, verdikleri
bu söze ve yaptıkları duâya sâdık kalmalarından daha doğal
ne olabilir?
Merhum Mehmed Âkif’in;
“Hurâfeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar,
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar!”
mısralarıyla çizdiği yakışıksız görünümden uzaklaşmaya,
İslâm’ın sadeliğinde dinî kişiliği ve sadece Hakka kulluk yapan
490 Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, s. 43
491 1/Fâtiha, 5
492 1/Fâtiha, 7
PUT VE PUTA TAPINMA
- 171 -
izzeti bulmaya çalışmalıdır. Çünkü kurtuluşa giden doğru yolun,
böylesi hurâfelere tahammülü yoktur.
Muska (Nüsha): (Kelimenin aslı nüsha’dır.) Bazı hastalıkları,
kötülükleri ve nazarı defetmek için boyna asılan veya üstte taşınan
yazılı kâğıt. Hıristiyanlıktaki teslis inancının simgesi olarak
üçgen şeklinde, üç köşeli katlanır; içinde çoğu zaman anlamsız şekiller
ve uydurmalar bulunur. Kötülüklerden koruyacağına inanıldığı
için, şirk unsuru kabul edilir. Nazardan koruduğuna inanılan
nazarlıklar, nazar boncukları da muska kabul edilir. Büyü yapmak,
ya da büyüden korunmak için kullanılan muskalar vardır.
Muska ve Tılsımların Menşei: Muska ve tılsımların menşei,
putperestliğin en ilkel şekli olan “fetiş”tir. Bu inançta olanlar,
bazı nesnelerde uğur veya uğursuzluk bulunduğuna inanırlar. Kişi,
uğurlu saydığı nesneyi boynuna asar veya yanında taşır. Bu nesne
bir bitki, kurt dişi, ayı tırnağı, leylek kemiği, kartal tırnağı olduğu
gibi, bazen kurumuş bir böcek hatta bazı taş parçaları vb. olabilir.
Bu nesneleri taşıyanlar, çeşitli hastalıklardan, belâ ve kazalardan
korunacaklarına inanırlar. Hâlâ bazı nesneleri “uğur getiriyor”
inancıyla boynunda ya da yanında taşıyanlar bulunmaktadır.
İslâm’ın fıtrata, akla ve ilme uyan güzel esaslarına inanmamakta
direnen nice insan, böyle safsatalara kolaylıkla inanabiliyor, dolayısıyla
Kur’an’ın “onlar akıllarını kullanmayan akılsızlardır” ifadesini
her an farkında olmadan doğruluyorlar. Günümüzde üniversite
gençliği ve sosyete semtlerinin kültürlü geçinen kesimlerinde
gittikçe bu tür “uğur taşları” vb. yaygınlaşmakta, İslâm’dan uzaklaşan
insan ne kadar komik ve aşağılık olmaktadır!
Daha sonraki dönemlerde kâğıt parçaları üzerine yazılmış
dinî formüller veya tuhaf işaretlerle çizilmiş muska ve tılsımlar, fetişlerin
yerini aldı. Muska ve tılsımların en eski şeklinin Mısır’da
bulunduğu belirtilir. Eski Romalılar da, hastalıklardan ve zehirlenmeden
korunmak için acayip işaretlerle yazılmış veya çizilmiş
muska tılsımları kullanmışlardır. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler
de, putperest kavimlerden geçen, kendi dönemlerinde
yaygın olarak kullanılan fetiş ve tılsımları yasaklamışlardı. Buna
dair eski Ahid’de (Tevrat’ta) rivâyetler vardır.493 Hıristiyanlıkta da
muska ve tılsımlara inanmak çok yaygındı. Hıristiyan din adamları
muska taşıma âdetleriyle mücâdele etmişler, ama pek başarılı olamamışlardır.
Milâdî 366 yılında toplanan “Laodice” dinî kurultayı,
muska ve tılsım taşımaya yasaklayan bir karar çıkartıp ilân etmiştir.
Fakat hıristiyan bunları taşımaktan bir türlü vazgeçirememişlerdir.
493 Meselâ, bkz. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab 35, s. 35
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 172 -
8. Yüzyılda Papa II. Gregoare bu bâtıl inançlara karşı şiddetle karşı
koydu. Ancak halk bildiğinden ve gördüğünden şaşmadı. Sonuçta
hıristiyan din adamları bu hurâfeye tâviz vermeye mecbur kaldılar.
Muskaların yerine “haç” hıristiyanlık sembolü olan balık resmi,
“Agnus Dei” (Tanrı Kuzusu) yazılı levhacıkları taşımayı tavsiye ettiler,
giderek halkı buna alıştırdılar.
İslâm’ı kabulden evvel yaşamış Türk boylarında da muska-tılsım
kullanma âdeti vardı. Sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda Budist
ve Maniheist Türklerin yaşamış olduğu Doğu Türkistan’da yapılan
arkeolojik araştırmalarda elde edilen malzemeler arasında
“tılsım-muskalar”, çeşitli dinî formüller yazılı levhalar, tahtalar vs.
eşya bulunmuştur. Budist Uygurların dinî kitaplarında da tılsım şekillerine
rastlanmıştır. Bunlardan üç şekil Alman Türkologu F. W.
K. Müller tarafından neşredilen eski Türkçe Uygur metinlerinden
birinde açıklamalarıyla gösterilmiştir. Müslüman olduğunu iddiâ
edenlerin de kullandıkları muskalardaki tılsımların bir benzeri
olan bu şekillerin ifade ettikleri anlamlar olarak, bunlardan biri
için, bir kadın bu muskayı vücudunda taşısa, kolay doğurur, rahat
ve sevinç bulur; diğerinde, Pars yılı doğmuş olan (şimdiki burçların
bir benzeri olsa gerek) kişi, bu tılsımı saklarsa çok mutlu olur;
üçüncüsünde de, herhangi bir kişinin hayvanları çok ölüyorsa, bu
tılsımı kapıya yapıştırsın denilmektedir. 494
Günümüzde muska, tılsım ve sihir yapma işleriyle uğraşan bazı
inanç sömürücüsü kişilerin ellerinde bulunan kitaplar, eski Babil,
Asur, Mısır müşriklerinin, eski Budist ve Şamanist Türklerin kullandıkları
kitaplardan yararlanılarak yazılmıştır. Bu kitaplara inandırıcılığı
kuvvetlendirmek için Kur’ân-ı Kerim’den âyetler, Esmâü’l-
Hüsnâ ve bazı duâlar da ilâve edilmiştir. Muska ve tılsımla ilgili
kitaplarda yazılan muska ve efsunlar incelendiğinde görülüyor ki,
birçoğunda bazı âyet ve duâlarla beraber, hiçbir dile benzemeyen
kelimeler de bulunmaktadır. Tılsımcılar, mal ve mülkün tılsımmuska
ile her türlü âfet ve kazalardan korunacağını da telkin ediyorlar.
Bu tılsımlarda Esmâü’l-Hüsnâ, âyet-i kerime ve duâlar sû-i
istimal edilmektedir. Bunların, câhil halkı kandırmak için kullanılmakta
olduğu şüphesizdir. Bu hurâfeler, mü’minlerin inancına,
sağlığına, malına ve canına zarar verecek zırvalardır. İmanı tam
olan müslümanlar, bunlara inanamaz.
Müneccim: Yıldız anlamına gelen Arapça “necm” kelimesinden
türetilmiştir. Yıldızla uğraşan, yani yıldız falcısı demektir. Yıldızların
hal ve hareketlerinden ahkâm çıkaran kimse, astrolog, falcı.
494 Abdülkadir İnan, Hurâfeler ve Menşeleri, s. 44-47
PUT VE PUTA TAPINMA
- 173 -
Müneccim başı: Saray müneccimlerinin başı olan kimseye denirdi.
Mürid: İrâde ve talep eden, ehl-i irâde, isteyen, arzu eden.
Tasavvufta; a) İrâdesi olmayan, irâdesinden soyutlanan, irâdesini
kullanmayan. b) Kendisine semânın kapısı açılan ve isimle Hakk’a
erenler arasına katılıp ona eren. c) Tarîkate giren ve şeyhe bağlanan,
derviş, bende; efendisi olan şeyhin kulu. Cenâze, onu yıkayan
kişinin önünde nasıl irâdesiz ise, mürid de şeyhinin önünde o
şekilde irâdesizdir. Bir kör, kendisini yeden kişiyi uçurumun kenarında
nasıl takip ederse, mürid de her hususta şeyhini öyle takip
eder. Mürid kendi şahsî irâdesini şeyhinin irâdesinde yok etmiştir
(Fenâ fi’ş-şeyh); onun için irâdesizdir. d) Şeyhinin emir ve irâdesini
yerine getiren bir âlettir. e) Kendisi için Hakk’ın irâde ettiğinden
başka bir şey irâde etmeyen, Hakk’ın irâdesi önünde ve karşısında
kendi irâdesini hiçe sayan.
Mürşid: Rehber, delil, kılavuz, yol gösteren. Tasavvufta; a)
Sırât-ı müstakîmi gösteren, dalâletten önce hak yola ileten. b)
Şeyh, velî, er, eren, pîr.
Nâz: Tasavvufta; a) Sevgisinin, dertli ve mahzun âşığına güç
vermesi. b) Sevgilisinin âşığını kandırması, ona cilve yapması,
bilmezlikten gelmesi. Nâz ehli: Hakk’a nazı geçen, Hakk’a karşı
nazlanan velî. Naz ehli, Yüce Mevlâ ile gâyet samimi, her türlü
resmiyetten ve kayıttan uzak sohbet eder ve ona içlerini dökerler.
Cüneyd Bağdâdî: “Üns ehli münâcât esnasında öyle sözler söyler
ki halk bu sözleri küfür sayar” der.
Nazar (Göz değmesi): Bazı insanların bakışla, maddî ve mânevî
olumsuz etkide bulunması. Nazar değmek: Göz değmek; birisinin
hasetçi bakışıyla rahatsız olmak veya zarara uğramak. Nazar boncuğu:
Nazar değmesine karşı takılan mavi boncuk; Göz boncuğu
da denilen nazar boncuğunu takmayı, bulundurmayı veya bir
yere asmayı dinimiz şirk unsuru kabul ederek, böyle bir boncuğun
bir zararı def edeceğini sanmayı büyük günah sayar.
Bakmak, bakış anlamına gelen nazar; tasavvufta, şeyhlerin ve
ermişlerin müridlere ve sülûk ehline bakışı ki bu bakış ruhlarına
tesir ederek onlara yeni bir şekil verir, gönüllerini feyzle doldurur,
ruhlarını olgunlaştırır. Bu nazarın eğitici ve yetiştirici bir özelliği
olduğu için “velîler müridlerini kaplumbağanın yavrularını yetiştirmeleri
gibi nazarla yetiştirirler” denilmiştir. Nazar-ı Hakkânî:
Şeyhin nazarı ile müridin aşk ve cezbeye tutularak fenâya ermesi.
“Sûfîlerin sohbeti gibi nazarları da feyz kaynağıdır. Zira onların
nazarı, ayn-ı nazar-ı Hak’tır.”
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 174 -
Nazarlık Takmak: “Göz değmesi” veya “nazar değmesi” diye
bilinen, mikrobik olmayan ve âniden çoğunlukla baş ağrısı şeklinde
beliren mânevî rahatsızlıkların varlığını bilmeyen veya duymayan
yoktur. “Nazar değdi, nazara geldi, nazara uğradı” gibi
cümlelerle hep aynı rahatsızlık anlatılmak istenir. Tıb da bu tür
rahatsızlıkları kabullenmekte ve “İnsan gözünden çıkan şuaların/
manyetik ışınların, dikkatle ve belki biraz da kıskançlıkla bakış
esnâsında yoğunluk kazanması ve bu yoğun şuaların karşı organizmanın
atomlarının çalışma düzenine etki etmesi” şeklinde
açıklamaktadır.
Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Nazar/göz değmesi
gerçektir (vâkidir).”495 Hatta Peygamber Efendimiz, “dokunan her
kötü gözden” Allah’a sığınmayı, Hz. İbrâhim’in bir duâsı olarak
ümmetine ta’lim etmiştir.496 “Nazardan Allah’a sığının; çünkü nazar
haktır.”497 Hz. Âişe vâlidemiz de Hz.Peygamber’in göz değmesine
karşı okumayı emrettiğini haber vermiştir. 498
Nazar değmesine karşı okuma sûretiyle uygulanan tedâvinin
Hz. Peygamber ve ashâbı tarafından yapıldığı ve müsbet neticeler
alındığı örnekleriyle sâbittir. Bu tedâvide daha çok Fâtiha, İhlâs,
Felak ve Nâs sûreleri ve Âyetü’l-Kürsî’nin okunduğu da hadislerde
yer alan bilgiler arasındadır. Yine 68/Kalem sûresinin 51 ve 52.
âyetlerinin okunması tavsiye edilir. Elmalılı’nın belirttiği gibi499
bu tedâvi çeşidinde aslolan hastanın bizzat kendisinin okumasıdır.
İnsan, hoşuna giden bir şeye bakarken nazarı değmemesi
için “Mâşâallah, lâ kuvvete illâ billâh” demelidir. Bu, Peygamber
Efendimiz’in okuduğu bir duâdır.
Bu açıklamalardan sonra, göz değmesine karşı gûya tedbirmiş
gibi, halk arasında dolaşan birtakım hurâfelerin mânâsızlığı kendiliğinden
ortaya çıkmış olmalıdır. Çocukların elbiselerine mavi
boncuklar, nazarlıklar, iğde çekirdekleri, kaplumbağa kabuğu vs.
takmak; evlerin, binâların girişine, arabalara boynuz, at nalı, at
kafası, çeşitli muskalar, cevşenler asmak, kurşun dökmek, tütsü
yapmak, ceplere sarımsak koymak, arabalara ve dükkânlara göz
resimleri yapıştırmak, acâyip heykeller monte etmek ve benzeri
şeylerin hepsi, bu bâtıl inanışın zavallı âletleridir. Bunların tıb açısından
en küçük bir faydası düşünülemeyeceği gibi, bâtıl inanışları
495 Buhârî, Tıb 36, Libas 86; Müslim, Selâm 41-42; Ebû Dâvud, Tıb 15; Tirmizî,
Tıb 19; Ahmed bin Hanbel, I/294, II/222, IV/67, V/70.
496 Buhârî, Enbiyâ 10; Ebû Dâvud, Sünnet 20; İbn Mâce, Tıb 36
497 İbn Mâce, hadis no: 3508
498 Buhârî, Tıb 35
499 Hak Dini Kur’an Dili, c. 9, s. 6394-6399
PUT VE PUTA TAPINMA
- 175 -
yaygınlaştırması ve sürdürmesi noktasından büyük sakıncaları vardır.
Bu yüzden de bunları bu niyetle kullanmak kesinlikle haramdır;
bazı İslâm âlimleri, Allah’tan başka şifa veren, zararı def eden
mânevî sığınak ve çözüm kaynağı kabul edildiğinden bunları nazar
giderici olarak kullanmayı şirk kabul etmişlerdir. Bir tür koruyucu
totem izlenimi veren ve hastalıklardan koruduğu yanlış
kanısının zihinlere yerleşmesine vesile olan nazarlıkların, nazar
boncuklarının kullanılmasını Peygamber Efendimiz kesin bir şekilde
yasaklamıştır. Hatta böyle bir nazarlığı üzerinde taşıyan kişinin
bey’atını kabul etmemiş ve onu çıkarıp atmasını emretmiştir.500
Yine Rasûlullah (s.a.s.)’ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: Efsun
yapmak, nazar boncuğu takmak, kadınların kocalarına kendilerini sevdirmek
için sihir yapmak şirktir.” 501
Müslümana yakışan, basit birer madde olan nazarlıkların koruyuculuğu
zannına kapılmak değil; her şeyini borçlu olduğu ve
kulluğunu kendisine sunduğu Rabbina sığınmaktır. Şifâyı verecek
olanın ilaç, doktor, okuma, üfürme, hoca değil; bizzat Allah olduğunu
hiç unutmamaktır. Allah şifâ vermeyecek olduktan sonra,
dünya bir araya gelse ne çıkar? Ma’kul ve meşrû yollarla hastalıklara
çare aramak nasıl görev ise, şifâyı yalnız ve yalnız Allah’tan
bilmek ve beklemek de aynı şekilde görevdir. Mânevî hastalıkların
tedbiri de mânevîdir. Kur’an âyetlerinin ve sünnette geçen
duâların okunması ve Allah’a sığınılması bu tedbirin en üst seviyede
alınması demektir. Ötesi avunma, aldanma, gerçeği bırakıp
bâtıla dalma, denize düşünce yılana sarılma demektir. “Allah’ım,
her şeytan (tabiatlının şerrin)den, zehirli haşerâttan ve dokunan her kötü
gözden Senin şifâ veren kelimelerine sığınırım.” 502
Neptün: Eski Romalıların deniz ve su tanrısı; Etrüsk tanrısı
Nethunus’un Roma’daki adaptasyonu. 23 Temmuz onun festival
tarihiydi. O, küçük çapta bir tanrıyken kültünün sonradan yaygınlaştığı
söylenir.
Nigâr: Resim, resim gibi güzel sevgili. Divan edebiyatında put,
put gibi güzel(!) anlamında kullanılır. Divan şiirinde sevgili yerine
mecâz-ı mürsel yoluyla ele alındığı olur. Eskiden insan vb. resimleri
yapanlara nigârende ve nigârî denilirdi. Divan şiirinde sevgilinin
yanağı yerine nigâristan çok kullanılır.
Niyâz: Duâ, yalvarma, tevâzu gösterme, selâm, himmet, baş
kesmek. Tasavvufta niyaz: “Dervişin, huzûr-ı mürşide vardıkça
500 Nesâî, Ziynet 17; İbn Mâce, Tıb 39
501 Fethu'l-Kebir, c. 1, s. 304
502 İ. Lütfi Çakan, Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, Maritey Y. S. 11 vd.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 176 -
mürşidini hak bilerek hayır himmet talebi için yüzünü gözünü
yerlere sürerek niyaz etmesi âdâb-ı tarîkattandır.” “İnhinâ ederek
şeyhin el, diz ve eteğini tutmak ve öpmek”. Niyâz ve niyâz âyini,
bazen müridin şeyhine secde etmesi şeklini de almıştır.
Noel, Noel Baba: Noel, hıristiyanların Hz. İsa’nın doğduğu geceyi
kutlamak için yaptıkları bayramdır. Noel ağacı: Hıristiyanların
noel için kesip süsledikleri çam. Noel Baba: Hıristiyanların noel
gecesi hediye getirdiğine inandıkları, inanmasalar da çocuklarını
kandırdıkları mitolojik ve hayâlî kişidir. Hıristiyanlarca Hz. İsa’nın,
Aralık ayının 25’inde doğduğu kabul edilir ve her yıl bu günde
noel kutlanır. Eskiden Ocak ayının 6. günü kutlanırdı. Hz. İsa’nın
hangi yıl doğduğu da hayli tartışmalıdır. Örneğin, Matta İncili’ne
göre, bugün İsa’nın doğum yılı olarak kabul edilen yıldan, yani
milattan en az dört yıl önce, Luka İncili’ne göre, milat diye kabul
edilen yıldan 6 yıl sonra doğmuştur.
Ermeni mitolojisinde yeni yıl tanrısının adı Amanor’dur. Paganlık/
putperestlik zamanlarında avlanan hayvanlar, Amanor’un
onuruna çam ağaçlarına asılırdı. Noel günü çam ağacına çeşitli
şeyler asılarak yapılan tören, hıristiyanlığa bu pagan geleneğinden
geçmiştir. Ayrıca, ağaçlara tapmanın yaygın olduğu bölgelerde
çam ağacına da tapılmıştır. Antik çağın ünlü Yunan ve Roma
mitolojileri, ağaç tanrılarla doludur. Ağaçlar, Yunanlılarla Romalılarda
tanrıların barınakları sayılıyor ve ağaçların bir ruhu olduğuna
inanılıyordu.
Nusb (çoğulu; Ensâb): İslâmiyetten önceki Arap putperestliğinde
kullanılan dinsel taşlar. Bu taşlara tapılırdı ve ma’bûdun bu
taşların içinde ve onlarla ilişkili olduğuna inanılırdı. Bu taşlar için
kurbanlar kesilir ve taşların üstlerine bu kurbanların kanı sürülürdü.
Kur’an bu câhiliyye geleneğini şiddetle yasaklamıştır “… nusb
(put olarak kabul edilen dikili) taşlar”503 (Bu taşlar için kesilen kurbanların
yenilmesi de İslâm dinince haramdır).
Nübüvvet: Peygamberlik. Tasavvufta; İbn Arabî, Son peygamber
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği şeriat çerçevesinde
evliyânın keşf ve ilham yoluyla Allah’tan aldıkları irfâna ve bilgilere
umûmî ve mutlak nübüvvet adını vermektedir.
Nücebâ: Seçkinler, soylular. Tasavvufta; kırklar. Bunlar halkla
ilgili hususları düzeltir, onların yüklerini taşır, sadece halkın hukuku
konusunda faâliyet gösterirler.
Nükabâ: Nakibler, denetçiler, gözetleyenler. Tasavvufta; Bâtın
503 5/Mâide, 90
PUT VE PUTA TAPINMA
- 177 -
ismiyle tahakkuk edip bu ismin mazharı olduklarından halkın içlerine
bakıp (ruhlarını okuyup) oradaki en gizli hususları açığa
çıkaran üç yüzler. Sırları örten perdeler onlar için ortadan kalktığından
bu gibi hususları bilirler. Bursevî bunların sayılarının 12
olduğunu söyler.
Okyanus: Eski Yunan’da deniz tanrısı ve insanların dünyasını
çevreleyen suların hâkimi; büyük kozmik güç. Mitolojiye göre
Uranüs ve Gaia’nın oğlu olan Okyanus, kız kardeşi Tethys ile evlenmiş
ve ondan altı bin çocuğu olmuştur. Bunların yarısı Oceanidler
yani deniz ruhları, diğer yarısı ise nehirlerdi.
Olimpus: Tanrıların oturdukları yer olarak tasarımlanan dağ.
Yunanistan’da Thessaly ile Makedonya arasında yer alan yaklaşık
3000 metre yüksekliğindeki dağ. Bu dağ, eski Yunan geleneğinde
tanrısal varlıkların yaşadığı mekân olarak düşünülür. Olimpus’la
ilişkili tanrısal varlıklar Olimpus tanrıları olarak bilinir. Zeus, Olimpus
tanrılar panteonunun zirvesindeki yüce tanrı olarak kabul
edilir. Yunan mitolojisinde Olimposlular adıyla anılan on iki tanrı
şunlardır: Zeus, hera, Poseidon, Apollon, Artemis, Afrodit, Hermes,
Ares, Hestia, Hephaistos, Athena, Hades. Bunlardan başka
daha pek çok tanrı Olimpos’ta oturduğu halde, bu adla anılan
sadece on iki tanrıdır.
Olimpiyat: İlkçağda beş yılda bir yapılan beş yarıştan ibâret
spor oyunları. Bu adı o yarışlara İda dağlı beş Daktyl vermiş.
(Daktyl, İda dağının demirci cinleridir. Tanrı Kybele’nin yoldaşları
ve râhipleri sayılan bu cinler silâh yapımcılarıdır.) Yarışlar da bu
yüzden beş taneymiş ve her beş yılda bir yapılırmış, yarışlara bu
yüzden pentatlon adı verilmiş. Genel olarak ilk olimpiyatın MÖ
776 yılında yapıldığı ve oyunların Herakles tarafından kurulduğu
söylenir. Oyun âletleri Olimpus’ta saklandığı için olimpiyat adı buradan
gelmektedir. Beş yılda bir yapılan ve beş oyun olan olimpiyat,
beş gün sürermiş. Beş sayısı Dakty’lerle ilgilidir. Oyunlar şar
adı verilen araba yarışlarıyla başlar; silâhlı koşu, yumruksuz dövüş,
yumruk dövüşü ve pankreasla sürermiş. Çağdaş olimpiyat oyunlarıysa
ilkin 1896 yılında Atina’da yapılmıştır. Her dört yılda bir
tekrarlanmaktadır.
Ölülere Yalvarıp Duâ Etmek: Yatırlardan bir şeyler beklemek,
hastalığına şifa, derdine devâ, bahtına açıklık, kısırlığına çözüm...
için ölüden yardım ve imdat beklemek; tümüyle şirk olan hurâfe
ve bâtıl inanıştır. Bunları bir müslüman yapamaz.
Örf ve Âdet: Örf, kanun olmadığı halde, halk tarafından alışkanlık
olarak uyulan, bulunulan yere ve hallerin icabına göre
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 178 -
şekillenen akla aykırı olmayan, dince kötü karşılanmayan davranış,
töre ve âdettir. Âdet de, halkın devam edegeldiği davranışlardır.
Belirli bir şuur belirtmez, nesilden nesile devredilir. Kâmil
imana ulaşamamış herİnsan, çevre şartlarından etkilenir. Kısa bir
sore sonra alışkanlıklar, din haline geliverir. “Biz bize benzersiz”
sözündeki mâhiyet budur. İslâm ulemâsı örf ve âdeti; “Akl-ı
selîmin üzerinde ittifak ettiği ve halkın devam edegeldiği şeylerdi
ki, birçok kere tekrar olunur” şeklinde tarif etmiştir. Ayrıca,
örf ve âdette dikkat edilecek husus; “şer’an ve aklen müstahsen
(güzel) olması, selim aklı sahipleri yanında münker olmamasıdır.”
Tariflere dikkat edersek, örf ve âdetin oluşmasında emir sahiplerinin
(otoritenin) etkisini hemen kavrarız. Şöyle ki: Şer’an ve alken
müstahsen olan bir hususu halkı îfâ edebilmesi, emir sahiplerinin
onu yasaklaması ile yakından ilgilidir. Âdet, halkın bilinçsizce
yapageldiği, eski nesillerden devraldığı davranışlar olduğundan,
eğer emir sahipleri müdâhale ederse, kesinti ortaya çıkar. Meselâ,
Osmanlı Devletinde II. Mahmud döneminde, halkın kıyâfeti değiştirilmiştir.
Sarık çıkartılmış, fes esas alınmış, şalvar çıkarılmış, setre
pantolona geçilmiştir. Bu âdete müdâhale, II. Mahmud’a “Gâvur
Padişah” sıfatının takılmasına sebep olmuştur. Ulemâ fes’in şiddetle
karşısındadır. Cumhuriyet döneminde bu defa fes’in çıkarılıp
fötr şapka giyilmesi korkunç tepkiyle karşılanmıştır. Ancak, her
devirde, mesele ancak ulemâ arasında ilmî olarak tartışılmış, halk
da, âdetlerinin bozulmasına üzülmüştür.
Demokratik laik toplumlarda örf ve âdetin, “meclislerin çıkaracağı
kanunlarla şekil değiştireceği” ifâdesi pek de abartılı olmaz.
Çünkü siyasî yönetim, hükümlerini uyguladığı sürece ayakta kalır.
Halkın bir kısmı isteyerek, bir kısmı da kerhen, meclislerin hükümlerine
uyar. Halkın devam edegeldiği birçok davranış, kanunen
suç olmamak zorundadır. İşte bu, cemiyetin şahsiyetinin, anayasa
ve kanunların çizgisinde yeniden teşekkül etmesidir. 1924’ten itibaren
örf ve âdetler, yeni mâhiyetler kazanmıştır. Çünkü selim akıl
sahiplerini, şer’an ve aklen güzel olup olmadığı hususunda tartışma
yapmaları mümkün değildir. Bu noktada herhangi bir meseleyi
tartışırken “atalarımızdan böyle gördük” deyip, haklı çıkmaya
çalışmak yanlıştır. Zira şu anda örf ve âdetle değil, alışkanlıklarla
karşı karşıyayız. 504
Pîr: Yaşlı kişi, ihtiyar. Tasavvufta; şeyh, mürşid. Pîr-i tarîkat:
Tarîkatın ilk kurucusu, sâhib-i tarîkat. “Pîr aşkına”, “pîr hakkı
için”, “pîrim hakkı için” deyimleri, yemin olarak kullanılır. Bir işe
teşebbüs edildiği zaman: “Yâ Allah yâ pîr” denir. Tekkelerde ve
504 Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 278-279
PUT VE PUTA TAPINMA
- 179 -
türbelerde tarîkat kurucusu şeyhin ismi “yâ Hazret-i Pîr” diye başlar.
Pîr-i hâcât: İhtiyaçları karşılayan şeyh.
Plutus: Eski Yunanlıların tarımsal zenginlik ve servet tanrısı.
Mitolojiye göre Zeus, haklı-haksız herkese müsâmaha edebileceği
gerekçesiyle onu kör eder.
Politeizm (Çoktanrıcılık): Çok sayıda tanrıya tapma. Bir’den
çok tanrıya tapan çoktanrıcılığın tanrıları, genellikle kişileştirilmiş
doğa güçleri, atalar, şef ya da kahraman gibi saygı duyulan ölüler,
kutsal sayılan bitkiler ve hayvanlarıdır. Günümüzden üç bin yıl
önce insanların otuz beş bin tanrıya taptıkları saptanmıştır. Sümer
mitolojisinden Yunan ve Roma mitolojilerine kadar bütün mitolojiler
bu tanrıların serüvenlerini anlatırlar. Çoktanrıcılık, felsefe
açısından doğatanrıcılık (panteizm) temeline dayanır. Kamutanrıcılık
adıyla da anılan bu felsefî anlayışa göre tanrı, evrenin yaratıcısı
değil; bizzat kendisidir. Bu anlayış, Müslümanlar arasında
yaygınlaşan tasavvufta vahdet-i vücut (varlığın birliği) deyimiyle
dile getirilmiştir. Çoktanrıcılığın tanrıları, insan niteliklidir, insanlardan
tek ayrılığı ölümsüz oluşlarıdır. 505
Poseydon: Eski Yunan’da deniz tanrısı.
Putperest: Puta tapan kimse; pagan. Genellikle politeist dinlerde
tanrısal varlıkların çeşitli figürlerile sembolize edildiği ve bu
sembollere tâzimde bulunulduğu gözlenir. Tanrıyı temsil eden
put; ağaçtan, taştan ya da metalde yapılmış herhangi bir sûret
şeklinde olabileceği gibi; bir bitki, bir hayvan veya bir başka doğal
nesne de olabilir. Putperest toplumlarda, genellikle tapınılan
nesnepye tanrısal ruhun hulûl ettiğine inanılır ve bu nedenle ilgili
nesnenin kendisinden ziyade içinde mevcut olduğuna inanılan
tanrısal güce tapılır. (Bk. Paganizm)
Râbıta: Bağ, ilişki. Tasavvufta; mürîdin, rûhaniyetinden feyz
alacağına inanarak kâmil şeyhinin sûretini (şeklini) zihninde tasavvur
etmesidir. Râbıta: Müridin şeyhini severek yâd etmesi ve
sûretini zihninde canlandırmasıdır. Râbıta, müridin kalben şeyhi
ile beraber olmasıdır. Müridin ilk hedefi, şeyhinde fâni olmaktır.
Zira şeyhte fâni olmak, Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir.
Sâlik, râbıta vâsıtasıyla önce şeyhi ile sonra Allah ile mânevî ve
bâtınî bir ilişki kurar.
Racül, ricâlü’l gayb: Racül: Adam, merd, kişi. Tasavvufta; İster
erkek ister kadın olsun Hakk’ın dostluğunu kazanmış faal, hakşinas,
âdil ve faziletli şahsiyetler.
505 bk. Çoktanrıcılık
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 180 -
Rûhânî: Tamamen gayrı maddî ve gayri cismânî varlıklara (melek
ve cin gibi) rûhânî dendiği gibi, rûh tarafı madde tarafına ağır
basan varlıklara da rûhânî denilir. Gerek gayri müslimlerin azizlerine,
gerekse evliyâya rûhânî denilir.
Ruh çağırma (İspirtizmaa): Son zamanlarda özellikle sosyete
arasında yaygınlaşmış olan modern kâhinlik veya çağdaş cincilik
diyebileceğimiz bir uygulama vardır: Ruh çağırma. Ruh çağırma
seanslarında, eğer sahtekârlık, teknik hileler yoksa madde ötesi
bir varlıkla ilgi kurulduğu bilinmektedir. Ancak bu madde ötesi
varlığın ruh olup olmadığı, söylediklerinin gerçeği yansıtıp yansıtmadığı
ciddi şekilde üzerinde durulması gerekli bir konudur.
Beden kafesinden ayrılan ruhlar, berzah âleminde toplanırlar.
Orada dünyadakine benzer birtakım faâliyetlerde bulunma, bazı
noksanları telâfi etme imkânları yoktur. Artık amel safhası bitmiş,
hesaplaşma için bekleme dönemi başlamıştır. Peygamberimiz kabir
hayatını tarif ederken, onun iki durumda olabileceğini, ölenlerin
bu iki durumda bulunacağını belirtimiştir: “ Kabir, y a c ennet
bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.”506
Şimdi düşünmek gerekir; cennet hayatı lezzeti içindeki bir ruh,
dünya ile dünyadakilerle o güzel hayatı terkederek niçin meşgul
olsun? Yine cehennem azâbı içinde kıvranan bir ruh da nasıl dünyadakilerin
dâvetlerine icâbet edebilecektir? Ona bu izni kim verecektir?
Dolayısıyla ruhların, insanlarla ve dünyadakilerle haşir-neşir
oldukları, ölmemiş gibi birtakım işler yaptıkları iddiâsına dayanan
ruh çağırma girişimleri, ruhların durumuyla ilgili bu olaylara ters
düşmektedir. Ruh çağırma iddiâsında bulunanların iddiâları geçersiz
ve tutarsızdır, delilden yoksundur. Eğer ruhların dünyaya
dönüp dünyadakiler gibi birtakım faâliyetlere katılma imkân ve
şansları olsaydı, herhalde ruh çağırma seanslarıyla meşgul olmaktan
çok daha önemli işleri olurdu. Nitekim bir âyet-i kerimeden
bir kısım ruhların ne yapmayı arzu edeceklerine dair bilgi bulmaktayız:
“Onlar (günahkârlar) orada, ‘Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımız amelden
başkasını (daha iyisini) yapalım’ diye bağrışırlar.” Bu arzuya verilen
cevap da âyette açıklanmakta, şöyle denilmektedir: “Öğüt alacak
insanın öğüt alabileceği kadar bir zaman sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı
da gelmişti. Öyle ise tadın (o azâbı). Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.”507
Ruhların dünyaya dönüp dünyalılar gibi birtakım faâliyetlerde
bulunamayacakları bir başka âyette şu şekilde belirtilmektedir:
506 Tirmizî, Kıyâme 26.
507 35/Fâtır, 37
PUT VE PUTA TAPINMA
- 181 -
“Onlardan birine ölüm gelince; ‘Rabbim, beni geri çevir, belki yapmayıp
(noksan) bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim’ der. Hayır; bu kendi sözüdür.
Tekrar diriltilecekleri güne kadar aralarında geriye dönmekten
onları alıkoyan bir engel vardır.”508 Medyumlara cevap verdiği söylenen
ruhlar, bu engeli aşmayı beceren birtakım gözü açıklar mı
dersiniz? İlâhî sınırları, Allah’ın beyanını, beşerî sınırlar ve insanın
sözlerine benzetebilen câhiller/kâfirler ancak bunun böyle olabileceğini
düşünebilirler ve tabii aldanırlar.
Denilebilir ki; “iyi ama, ruh çağırma seanslarına gelen, hatta
içecek sigara bile isteyen görünmez varlıklar var. Peki bunlar ne?
Verdikleri birtakım geçmiş olaylara uygun bilgiler var, bunlara ne
diyeceğiz?” Ruh çağırma seanslarına mesajlar getiren madde ötesi
varlıkların, gerçekten çağrılan ruhlar olmadığı, olamayacağı kesindir.
Huddamcılık/cincilik/cin çağırma faâliyetleri ve bu esnâda
edinilen bilgiler ve bunların açıkça cinler yoluyla elde edildiği eskiden
beri bilinen ve hâlen de devam eden bir uygulamadır. Sosyete
çevrelerinin buna “ruh çağırma” ismini takması, hiçbir şeyi
değiştirmez. Bu, sadece modern cinciliktir o kadar.
Cinlerin varlığı Kur’an’la sâbittir ve cinler gaybı bilmezler.509
Bununla beraber cinlerin insanlardan farklı bazı bilgilere sahip
olabileceklerini, özellikle de ruh çağırma seanslarında kendisiyle
görüşülmek istenen kişinin geçmiş hayatına dair birtakım bilgileri
bilmelerinin onlar için mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Şunun
ya da bunun ruhu olarak seanslara gelenlerin, sorulan soruların
bir kısmına doğru cevap vermeleri, kendilerinin her söylediklerinin
doğru olması için yeter sebep değildir. Cinlerin ömürlerinin
uzun, niteliklerinin bizden çok farklı olması, kısa zamanda uzun
mesafeleri dolaşabilmeleri sebebiyle insanlardan farklı bilgileri
bulunmaktadır. Onların bizim bilmediğimiz bazı konularda bazı
şeyler söylemeleri gaybı bildiklerini göstermez; onların bilgileri
de çoğu kez noksan ve kasıtlı olarak yanlışla karıştırılmıştır. İnsanları
yanıltmaya yöneliktir. Müslümanlar maddeye olduğu kadar
melek, şeytan, cin gibi madde üstü varlıklara da inanırlar. Ancak
bu inançların Kitap ve Sünnette yer alan bilgilere uygun olması
gereklidir. Onların verdiği bilgilere bazı vehimler, zanlar karıştırılmasına
müsaade edilmemelidir. Çünkü zan ve vehim hiçbir zaman
ilim değildir. İman da en kesin ilme dayanmak zorundadır. O
halde asılsız birtakım söylentilerin, aldatmacaların peşinde imanı
süründürmenin anlamı yoktur.
508 23/Mü'minûn, 99-100
509 34/Sebe', 14
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 182 -
Ruhçuluk: Asıl unsur olarak ruhu kabul edenlerin görüşü, spirtüalizm,
maddeci olmamak.
Sağcılık: Geleneksel sol partiler veya sendikalara oranla kitlelerin
devrimci rolüne, ihtilâlci yanına ağırlık veren siyasî düşünce
ve tutumlara karşı olarak, muhafazakârlığa, dindarlığa,
mânevîyatçılığa, gelenekçilik ve milliyetçiliğe ağırlık veren sosyal
ve siyasî görüş ve tutumlar.
Siyasî anlamda sağ ve sol tabirleri ilk defa 1789 da Fransız
İhtilâliyle başlamıştır. 1789 tarihli Kurucu Meclis (Assemblee Nationale
Constituante)’in başkanı, Kraldı. Meclis üyeleri de asiller,
ruhban ve halk temsilcilerinden oluşan bir gruptu. Bu kurucu
meclis açıldığı zaman asiller ile din adamları başkanın sağında,
halkın seçtikleri de başkanın solunda yer almışlardı. İşte bu tarihten
itibaren, sağ ve sol gruplaşmalar siyasî hayat içinde yerini
almış oldu. Sağda bir zadeganlık, seçkinlik, ağalık, gelenekçilik,
imtiyazlılık ve aristokratlık; solda ise halkın seçtikleri, demokrat
olanlar, hürriyet ve eşitlik prensibinin savunucuları vardı.
1789’dan sonra imtiyazlılığa, değişmezliğe ve değerleri, eski
düzeni korumaya taraf olanlar, meclislerin hep sağını tercih etmişler;
sağcılık ve sağcı politikalar bu doğrultuda bir anlam kazanmıştır.
Daha sonraları ise sağcılık anti-komünistlik olarak değerlendirilmeye
başlanmıştır. Bu anlayışa göre, komünist olmayan
herkes sağcıdır; bu kavramın içine ise bütün milliyetçiler, bütün
müslümanlar, dindarlar, mânevîyatçılar, tarihi köklerine bağlı insanlar,
örf ve âdetlerini, geleneklerini korumak isteyen herkes dahil
edilmiştir. Bu bakış açısı Marksistlere göre idi.
Sosyal ve siyasi alanda sağcılık ve solculuk yaklaşık iki asırlık bir
geçmişe ve tarihe sahiptir. Fakat inanç ve amel açısından ise sağ
ve sol, insanla başlar. Kur’ân-ı Kerim ashabül-Yemin (kitapları sağ
tarafından kendilerine verilerek Allah’a itaat eden sâlih kimseler)
ve ashabü’ş-Şimal (Allah’a karşı isyan eden ve Allah’ın hükümlerini
red eden fâsık kâfirler) diye isimlendirir. Bu taksimin politik
anlamdaki sağcılık ve solculukla asla ilgisi yoktur. İtaat edenler ile
isyan edenler diye sağ ehli ve sol ehli diye isimlendirilir. Kur’âna
göre hareket etmeyen herkes kâfir, Ona uygun olmayan her fiili
de küfür olarak veya kitabı sol tarafından verilecekler diye nitelendirir.
510 İslâm terminolojisine göre “sol” (Ashabul-Meş’eme) genel
bir terimdir. Siyasi literatüre göre kendisinin solda olduğunu
kabul eden komünizm de, İslâma göre küfür olan; fakat komünizme
göre sağda olan rejimler, meselâ, ırkçılık Faşizm, Demokrasi
510 74/Müddessir, 43-47
PUT VE PUTA TAPINMA
- 183 -
vb. düşünceler İslâma göre sol ehli kabul edilir. O halde, İslâma
göre “solcular” tabiri, sadece komünistler ve sosyalistler gibi kendilerine
solcu diyenler için değil, küfrü temsil eden İslâm dışı her
çeşit rejim ve fikir hareketleri için kullanılan genel bir terimdir.
Allah’ın nizamını reddeden Ashabu’ş-Şimal adını alırlar. Kur’ân’a
göre kitapları sağ tarafından verilecek olan ashabü’l-yemin veya
Allah’a itaat edenler yaptıkları yüzünden ahirette kurtuluşa erenler;
Cennete girenlerdir.511 Bunlar aynı zamanda, el üstünde tutulan,
Allah’ın lütuf ve inâyetine mazhar olan, uğurlu, bahtı açık ve
iyi, saadet sahibi kimselerdir. Kur’ân bu bakış açısından sağ ehli
olanların, iman içinde olup Allah’ı birleyen, namaz kılan, yoksula
yediren, yoksulun halini soran, Allah’ın kullarına acıyan, boş
konuşmayan, dedi kodu peşinde koşmayan, boş zamanları hayırlı
işlerle değerlendirip vakit öldürmeyen, bâtıl şeylerin peşine
düşüp gâfillerle beraber olmayan, âhiret hayatına inanıp ona
hazırlıklı olanların; Kıyamet koptuğu vakit, her şeyin altüst olduğu,
yerin şiddetle sarsıldığı, dağların darmadağın un ufak olduğu,
toz duman halinde dağılıp savrulduğu ve insanların üç sınıf
olduğu zamandaki hallerini şöyle haber vermektedir: “Sağ ehli
(amel defterleri sağ ellerine verilenler), o sağcılar ne mutludurlar!...
Sol ehli (amel defterleri sol ellerine verilenler) ise, o solcular
ne acıklı durumdadırlar!...”512 “Sağ ehli, ne mutlu o sağ ehline!...
Onlar, yüklü dalları sarkmış kiraz ağaçları, dolgun salkımlı muzlar
altında; yayılıp Uzanmış bir gölgede, çağlayan bir su kenarında,
tükenmeyen ve yenmesi yasaklanmayan birçok meyveler arasında
ve değerleri pek yüksek döşeklerdedirler. Gerçekten biz, onları
yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır. Böylece onları, hep bâkir
kızlar, kocalarına aşık yaşıtlar yaptık (Cennet ehli olan) Ashâbü’lyemin
için...” 513
Görüldüğü gibi, Kur’ân’ın ortaya koyduğu sağ ve sol kavramları
ile çeşitli doktrinlere ve siyasî icraatlara göre belirlenmiş
sağcılık ve solculuk arasında özel bir ayrılık vardır. Kur’ân sağ’ın
ve sol’un kesin ölçüsünü koymuştur. O da sağ için Allah’a inanmak
ve emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak; sol için
ise, Allah’ı inkâr etmek veya O’nun emir ve yasaklarını hiçe saymak,
O’nu tanımamaktır. Diğer doktrinlere göre ise sağı soldan
ayıran net bir ölçek yoktur. Meselâ komünistlere göre, komünist
olmayan herkes faşisttir, sağcıdır. Demokrat politikacılara göre,
tutucu, gelenekçi, aristokrat olanlar sağcıdır. Bu ölçeklerin hepsi,
511 74/Müddessir, 38-40
512 56/Vâkıa, 1-9
513 56/Vâkıa, 27-38.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 184 -
Kur’ân’ın ölçeği hariç, indî, şahsî, kullanana ve bakış açısına göre
değişmektedir. 514
Sanem: Put. İslâmiyetten önce putperest Arap câhiliyyesinin
Uzzâ, Lât, menât, Hubel, Nesr, Vedd, Yeuk, Yeğus, Suvâ vb. gibi
pek çok putları vardı. İslâm bütün bunları yasaklamış, bundan
ötürü heykel ve sûret yapımını yasaklamıştır.
Divan Edebiyatında büt (put) kelimesiyle aynı anlamda ve
sevgilinin güzelliğini dillendirmek için kullanılır. Sevgili, put gibi
güzeldir (Bak. Büt). “Çağırdım sanem sanem! / Ses verdi menem
menem / Dedim lebin kim emsin / Dedi sen em sen em. 515
Satürn: Eski Roma’da tarım, işçiler ve üzüm yetiştiricilerin tanrısı;
Ops’un kocası ve Jüpiter’in babası. Yunanlılarca Cronos’la özdeşleştirilmesine
rağmen o, daha çok Demeter’e benzer. Mitolojide,
oğlu Jupiter tarafından Satürn’ün göksel âlemden kovulduğu
anlatılır. Onun adına düzenlenen ve Saturnalia diye adlandırılan
hasat kutlamaları 17 Aralık’ta başlardı.
Saygı Duruşu: Bazıları, putlaştırdıkları kişilerin kabirleri veya
kutsallaştırdıkları simgeler karşısında Müslümanların namazdaki
kıyâmlarına benzer şekilde hazır ol vaziyete geçer, saygı duruşunda
bulunur. Hatta, namazda doğal kabul edilebilecek bir davranış
(kaşınınca başı kaşımak, öksürmek vb.) böyle bir saygı duruşunda
uygun/câiz görülmez. Hiç alâkası olmadığı halde, herhangi bir
açılış programında, ya da bir törende saygı duruşu ile başlamak
câhiliyye toplumlarının dinî bir kuralı kabul edilir. Bu tür programlara
katılan Müslümanlar da dinlerinin câiz görmemesine rağmen
bu saygı duruşuna katılma zorunda bırakılır. Okullardaki bütün
öğrenci ve öğretmenler her hafta okul açılış ve kapanışlarında,
bayram diye kutlattırılan câhiliyyenin kutsal günlerinde bu tür
saygı duruşlarına mecbur tutulur. Bu tür tavırlar, aslında bir tapınmadır.
Anıtkabirdeki böyle bir törende, Mahmut Kaçar adlı bir
muvahhid müslüman; “Siz bu törenlerle mezarları putlaştırıyor,
ilâhlaştırıyorsunuz. Ölü sizi duymaz, onun size bir faydası yoktur.
Lâ ilâhe illâllah, Allah’tan başka ilâh yoktur!” demişti. Zamanın
cumhurbaşkanı Demirel tarafından meczup ilân edilivermişti. Ayrıca,
Bu tavrının bedelini dört yıl kadar hapis yatarak ödemişti.
Mekke’liler, önemli bir işe başlamadan önce ve yolculuktan
dönünce veya Mekke şehir devletine ait tören ve merâsimlerden
önce Kâbe’nin içindeki Hubel putunun heykelini ziyâret eder, ona
514 Bk. Sağcılık, Hüsameddin Erdem
515 Hatâî
PUT VE PUTA TAPINMA
- 185 -
bağlılıklarının ifâdesi olarak saygı gösterirlerdi.516 Böylece işlerinin
düzgün gideceğine inanırlardı. Mekkeliler de, bu psikoloji ile
Kâbe etrafında dolaşarak Allah’a ibâdet ettiklerini sanıyor ve fakat
put heykellerine de aynı şekilde saygı gösteriyorlardı. Herhangi
bir Mekke’li, seyahate çıkınca veya seyahatten dönünce, yahut
önemli bir işe başlayınca, Kâbe’yi tavaf ediyor; bayramlar devletin
ileri gelenlerinin putlara saygı göstermesiyle başlıyor, devletin en
önemli işleri görüşülmeden önce heykellere saygı duruyorlardı.
Ticarî ya da siyasî bütün kuruluşlar, önemli toplantılarından önce
de bu heykellere karşı saygıya durur, ondan sonra işlerine bakarlardı.
517
Onlar hem Allah’ı tanıyorlar, hem de putlara tapıyorlardı. Esasen
şirkten kasıt da buydu, birtakım nesneleri Allah’ın sıfat ve
kudretine ortak koşmak ve Allah’ın yanında başka güçler tanımak,
Allah’a inanmak ve fakat O’nu inkâr edenlerin hükümlerini inanarak
kabul etmek ve onlara bile bile uymak. “Allah’a inandık” deyip
putların önünde saygıya durmak; secde etmek, eğilmek, onlar
etrafında dönmek; o heykellerden medet ummak, onları ilham
kaynağı saymak; güç ve ilhamlarını Allah’tan değil, o put heykellerinden
veya Firavun gibi, Nemrut gibi (yaşayan ya da ölü birtakım)
putlaştırılmış şahıslardan beklemek! 518
Sekr: Sarhoşluk, mest olmak, kendini kaybetmek. Tasavvufta;
a) Zâhirî ve bâtınî kayıtları bir yana bırakıp Hakk’a yönelmek. b)
Kuvvetli bir vârid (tecellî) ile kendinden geçip rûhî bir haz ve zevke
erme. c) Sekr, vecd ehline hastır. Sekr halindeki sâlik, şer’î hükümlere
aykırı sözler söyleyebilir, davranışlarda bulunabilir.
Sekizler: Tasavvuf kültürüne göre; gayb erenlerden olan sekiz
evliyâ. Bunlara kahr ricâli, kuvvet ricâli de denir. Şiddetli ve
hiddetli velîlerdir, himmetleri faal ve tesirlidir. Teveccüh ettikleri
ruhları etkileri altına alırlar. Tasarruf sahibidirler, murad ettikleri
nesneler vücuda gelir, teveccühlerinin semeresi hâsıl olur. Bunlara
hürmet edilir, ama yakınlarında olmaktan sakınmak lâzımdır.
Sekülerizm 519
Selâm secdesi: Sûfîlere göre, ibâdet secdesinin dışında secde-i
tahiyyât denen, saygı ve sevgi duyulan bir insana selâm secdesi
vardır. Sonraki bazı mutasavvıflar selâm secdesini câiz görmüşlerdir.
Mevlevî şeyhleri ve dervişleri, baş keserek birbirine secde
516 Ezkârî, Ahbâru Mekke, I/121
517 Ezkârî, Ahbâru Mekke, I/121
518 Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları Şirk Psikolojisi, Marifet Y. s. 41-42
519 Bak. Laiklik
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 186 -
ederler. Secdeyi Hz. Mevlânâ teşrî etmiştir (meşrû kılmıştır). Bazı
tarîkatlarda dervişler şeyhlerinin eteklerini öper, ayak bastıkları
yere yüz sürer. Hükümdarlara ve din ulularına secde etmek, öteden
beri şark kavimlerinde âdettir.
Semiramis: Mitolojik Asur-Babil kraliçesi. Efsanevi tanrıça güvercin.
Septisizm: Olumlu veya olumsuz hiçbir kesin hükme varamayan
ve devamlı şüphe içinde olmayı kabul eden sapık felsefî sistem,
şüphecilik.
Sfenks: Kadın başlı, aslan vücutlu eski Mısır’dan kalma heykel,
Ebûlhevl.
Sibel: Arapların Hubel, Avrupalıların Kybele veya Cybele dedikleri
put. 520
Siyonizm (Zionizm): Kudüs’ün eski adı olan Sion’dan.
Filistin’de bağımsız bir Yahûdi devleti kurmak isteyen. Bu devlet
kurulduktan sonra, Yahûdi fikrinin taraftarı, Yahûdicilik, Yahûdi
hâkimiyeti ve bir şeyi Yahûdilerin gâye ve menfaatine göre değerlendiren
anlamında kullanılır. Siyonizm, Odessalı Leo Pinsker
(1821-1891) tarafından kurulan Yahûdi milliyetçisi akımdır. Pinsker,
Yahûdilerin bir devletinin olmasının şart olduğunu düşündü
ve bunu gerçekleştirebilmek için Choveve zion (Siyonu sevenler)
adlı bir örgüt oluşturdu. Hareket, Yahûdiler arasında hızla yayıldı.
Anarşi, katliam, hile ve nice zulümlerle ve başta İngiltere olmak
üzere birçok Avrupa devletinin de desteğiyle 1948’de İsrail devletinin
kuruluşuyla sonuçlandı.
Sofestâî (Sevfestâî): Kâinatın yaratıcısını, Cenâb-ı Hakk’ı kabul
etmemek için her şeyi inkâr eden. Müsbet veya menfî hiçbir
hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefî bir
doktrinin (septisizm) mensubu. Septik. Âlemde hakikat nâmına
hiçbir şey tanımayan ve hakikati araştırmaktan sarf-ı nazar ederek
eğlenen safsatacılar.
Sofizm: Sofestâiyye. Safsatacılık. Âlemde hakikat olarak hiçbir
şey tanımayan ve hakikati araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk
u sefâ ve şiir gibi şeylerle eğlenmeyi tercih eden bâtıl bir meslek.
İnâdiye, İndiye ve Lâedriye (Septizm) adlarıyla üç kısma ayrılırlar.
Solculuk: Aşırı sosyalist düşünceleri ve solcu politikaları benimseyen,
yani kendilerine halkçı ve demokrat diyenlerin yolunu
takip etme veya onların sosyal ve politik olaylara getirdikleri fikri
çözümleri benimseme anlamında kullanılan bir terim.
520 Bak. Hubel, Kybele
PUT VE PUTA TAPINMA
- 187 -
Sosyalist ve Komünist açıdan ise solculuk, geleneksel sol partilere
veya sendikalara oranla kitlelerin devrimci rolüne üstünlük
tanıyanların siyasi düşüncesi veya tutumuna denir.
Küçümsenen ve aşağılanan bir anlamda solculuk, sol bir parti
veya sendika içinde aşırılığı, aşırı sol akımı ifade için kullanılır.
Siyasi ve sosyal anlamda solculuk, 1789 Fransız İhtilâliyle ortaya
çıkmıştı. XIX. yüzyılın ilk yarısında muhafazakârlara sağcı, liberallere
de solcu denilmişti. 521
“Solculuk” (Gausehisme) terimini ilk defa Lenin’in 1920 de yazdığı
“Sol Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı” adlı kitabında kullandığı
söyleniyorsa da; yukarıda da belirttiğimiz gibi bu terim Fransız
İhtilâlinden beri kullanılmaktaydı. Lenin, adı geçen kitabında
solculuğu daha ziyade küçültücü anlamda ve tenkit etmek için
kullanmıştır. Bu solculuk “keskin solculuk”; yani şartlardan faydalanmasını
bilmeyen ve zaman içerisindeki fırsatları değerlendiremeyen
solculuktur. O zaman “solcu” olarak nitelenenlerin, sol
komünizm veya işçi muhalefeti yandaşlarının kabul etmedikleri
bu terim, o dönemde, komünist hareketin solunda yer almak isteyen
ve 1918’den başlayarak Rusya ve Almanya’da belirli konular
çerçevesinde toplanan kişilerin ideolojilerini belirlemekteydi. Bu
konular; işçi denetimi, sendikal özerklik, gelirlerin aynı düzeye
getirilmesi ve eşit paylaşılması, devrimci enternasyonalizme gitmek,
işçi konseylerinin partinin önüne geçmesini sağlamak vb. dir.
“Solcu” terimi daha sonraları Stalin’in düşüncesine, şahsına
karşı her çeşit muhalefeti belirtmek için kullanılmıştır. Bu sebeple
Troçki, Tito, Mao Zedong, Che Guevara vb., solculukla suçlanmışlardır.
O zamandan beri, amaçları açık bir şekilde kurumlaşmış sosyal,
siyasî ve ideolojik sistem dışında ortaya çıkan her sol mahiyetli
ifade ve istek “solculuk” olarak nitelendirilmiştir.
Sağcılık ve solculuğun siyaset ve fikir hayatında Fransız
İhtilâlinden sonra etkin olmaya başladığı dikkate alınırsa, bu terimler
Komünist Manifesto’sundan (1848) yaklaşık yarım asır önce
kullanılmış demektir. Şu halde, bu tarih olayının ortaya koyduğu
önemli gerçek şudur: Sol ve solculuk mutlaka Komünizm demek
değildir. Fransız ihtilal meclislerinde aşırı sol hareket de komünizm
değildi. Buna göre, her solcu komünist değildir; ama her komünist
solcudur ve kendisini gizlemek isteyen komünistler bunu
bir maske olarak kullanırlar; sadece solcu olduklarını, komünist
olmadıklarını söylerlerdi.
521 bk. Sağcılık
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 188 -
“Solculuk” sadece siyasi ve fikri bir özellik değil; aynı zamanda
dini değerlerle ilgili ve inançla da ilgili bir vasıftır. Kur’ân sağda
olanlardan bahsettiği gibi, solda olanlardan da bahsetmektedir.
Kur’âna göre sol ehli; kendi yaptıkları yüzünden yalanlanacak
olanlar; uğursuz, bedbaht ve Allah’ın kendilerini zillete düşürdüğü,
inançsızlık ideolojisini benimsedikleri için Allah’ın huzurunda
sol tarafta bulunanlardır. Bu sol ehli (Ashabu’ş-Şimal). Allah’ın
emrini tanımayan, namaz kılmayan, fakire yardım etmeyen ve yedirmeyen,
Allah’ın kullarına acımayan, boş konuşan, beyhude ve
bâtıl işler peşinde koşan, zaman öldüren, gâfillerle gaflette yarışan,
ceza gününü yalanlayan ve inanmayanlardır. Bütün bu menfi
davranışların gerçek sebebi ise imansızlık ve küfürdür.
Kur’ân-ı Kerim, Allah’ı inkâr eden, emir ve yasaklarını tanımayan,
yaradılış gâyesini idrak edemeyen sol ehlinin âhiretteki durumunu
şöyle açıklıyor: “Sol ehli ise; onlar ne acıklı durumdadırlar!...
Hücrelere işleyen kavurucu bir sıcaklık ve kaynar su ve kapkara
dumandan olan bir gölge içindedirler; ki o, ne serindir, ne ferahlatıcı.
Çünkü onlar, bundan önce (dünyada) zevklerine düşkündüler
ve en büyük günah şirk (Allah’a ortak koşmak) üzerinde ısrar
ediyorlardı.... Bir de diyorlardı ki: Öldüğümüz, toprak ve bir yığın
kemik olduğumuz vakit mi, hakikaten biz mi dirilecekmişiz? Evvelki
atalarımız da mı (dirilecek)? Söyle: Bütün evvelkiler ve sonrakiler,
belirli bir günün belirli bir vaktinde çaresiz toplanacaklardır.
Sonra siz ey sapkınlar, yalancılar! (Cehennemde) Zakkum ağacından
yiyeceksiniz; karınlarınızı ondan doyuracaksınız. Üstüne de
(susuzluğunuzu gidermek için) o kaynar sudan içeceksiniz. Öyle
ki, suya kanmayan develerin içişi gibi içeceksiniz. İşte hesap günü,
onlara ziyafet bu!” 522
Sorumluluktan Kurtulmak Mümkün mü? Bazı câhillerin “bizim
abdestimiz alınmış, namazımız kılınmıştır. Önemli olan kalp
temizliği değil mi? O da bizde var. İbâdete ihtiyacımız yok” gibi
sözleri, ya da “biz şeriati aştık, hakikata ulaştık; artık mükellefiyet/
sorumluluk kalmadı” yollu hezeyanları, saçmalıkları orada burada
söyledikleri ve bu görüşleri savundukları -az da olsa- görülmektedir.
Dâr-ı teklif (mükellefiyet sahnesi) olan dünyada, Allah’ın
verdiği ömrü yaşarken İlâhî emir ve yasakların dışında kalmak ya
da mükellefiyet sınırını aşmak mümkün değildir. Her akl-ı selim
sahibi bunu böyle kabul eder. O halde mükellefiyet nedir? diyenlere,
açıklayalım: Mükellefiyet: İlâhî emir ve yasaklardan sorumlu
olmak demektir. Bu da müslüman olmak, akıllı olmak ve ergenlik
522 el-Vakıa, 56/41-56. Ayrıca bk. Sağcılık. (Hüsameddin Erdem, Şamil İslâm
Ans.)
PUT VE PUTA TAPINMA
- 189 -
çağına ulaşmış olmak şartlarına bağlıdır. Bunlar genel şartlardır.
Ayrıca her emrin yerine getirilmesi için kendine has bazı özel şartlar
da vardır. Meselâ; orucun farz olması için; Ramazan’a erişmiş
ve mukîm olmak, oruç tutamayacak kadar hasta olmama gibi.
Bu kısa açıklama göstermektedir ki, mükellefiyetten kurtulabilmek
için, ya müslüman olmamak, ya bülûğa ermemiş çocuk
olmak veya deli olmak, yahut da ölmek lâzımdır. Bunun dışında,
hiçbir sebeple, hiçbir görevle, hiçbir makamda bulunmakla, tasavvufta
zirveye çıkıp zırvalamakla tekliften, yani Allah’a kulluk görevinden,
sorumluluktan kurtulmak hiçbir insan için asla mümkün
değildir. Bir kere, düşünmek gerek; eğer mânevî mertebeler, mükellefiyetten
kişiyi kurtaracak olsaydı, herkesten önce peygamberler
bu teklif yükünden kurtulurlardı. Hâlbuki onlar, ümmetlerine
neyi teklif etmişlerse, aynen kendileri de sorumlu olmuşlardır.
“Gönderdiğimiz peygamberlere de, kendilerine peygamber gönderdiklerimize
de soracağız.”523 Hatta onların sorumlulukları ümmetlerinden
daha da ağır olmuştur. Çünkü bazı hususlar sadece onlardan
istenmiştir. Teheccüd namazının Hz. Peygamber’e emredilip ona
vâcib olması gibi.524 “Onların işledikleri onlara, sizin yaptıklarınızın hesabı
da size!” 525 “O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek,
imtihan etmek için ölümü ve hayatı yarattı...”526 Sonra, yalancı peygamberlerden
ve sahtekârlardan başka hiçbir sahâbi, ve İslâm âlimi
mükellefiyetinin bittiğini, emir ve yasaklara uyma zorunluluğunun
kalmadığını söylememiştir. Tarih böyle bir şeye şâhit değildir.
Hz. Peygamber’e hitâben “Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine
ibâdet et.” 527 âyeti İslâm’da hiçbir kimse için dokunulmazlık, şeriat
üstülük hakkı tanınmadığını bütün açıklığıyla ilân etmektedir.
Herhangi bir kimseye -peygamber de olsa- yakın olmak, şu ya
da bu ırka veya cemaate mensup olmak da mükellefiyetten kurtulmaya
gerekçe yapılamaz. Hz. Peygamber, akrabâlarına ayrı ayrı
hitap ettiği bir konuşmasında en son kızı Fâtıma’ya hitâb ettikten
sonra, “Benden bana âit şeyleri isteyin, vereyim. Ama Allah’ın azâbına
karşı bana güvenmeyin. Allah’ın azâbından kendinizi kendiniz koruyun.”
buyurmuştur. Yine dinin hükümlerinin uygulanması konusunda
hiçbir kimseye ayrıcalık olamayacağını, aksi anlayışın kesin bir
dalâlet/sapıklık olduğunu şu hadisiyle net bir şekilde açıklamıştır:
“Ey insanlar, sizden öncekilerin sapıtmasının nedeni şu idi: İçlerinde üstün
523 7/A'râf, 6
524 17/İsrâ, 79; 73/Müzzemmil, 2
525 2/Bakara, 134, 141
526 67/Mülk, 2
527 15/Hıcr, 99
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 190 -
mevkiden biri hırsızlık yapınca, hadd (cezâ) uygulamadan onu serbest
bırakıyorlar, ama güçsüz (arkası olmayan, fakir) birisi çalınca da hemen
hadd tatbik ediyorlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı
Fâtıma hırsızlık yapsa, Muhammed, onun elini de keser.” 528
Sorumluluğun kalktığını, sorumlu olmadığını iddia etmek büyük
bir sorumsuzluk ve büyük bir sorunluluktur; çünkü sorumluluk
imtihan dünyasında herkes için zorunluluktur. Sorumsuzluk
iddiâ etmek, “namazımız kılınmış”, “biz şeriati aştık, o kabuktur,
avam içindir, biz hakikat(!) ehliyiz” demek, dünya şartlarında insan
ve müslüman olarak mümkün değildir. Bu iddiâ, “lâ yüs’el
ammâ yef’al -yaptığından sorumlu tutulmayan-” Allah’a ortaklık
iddiâ etmek gibi bir hezeyandır, saçmalıktır. Asıl amacı da haramhelâl
sınırını yıkarak her şeyin mubahlığı (ibâhiyye) görüşünü yaymaktır.
Hem dâll, hem mudıll -hem sapık, hem saptırıcı- olan bu ve
benzeri düşünce sahiplerini, düzeltmek, cezâlandırmak elimizden
gelmiyorsa, kendi düşünceleriyle başbaşa bırakmak, ama hiç olmazsa
onun etkisinde kalanlara hakikati anlatıp uyarmak ve bu
sapıkları toplumdan soyutlamak onlara yapılacak en büyük iyilik
olsa gerektir. Ola ki akıllarını başlarına devşirir ve kendilerine gelir
de böyle saçmalıklardan vazgeçerler. “Rabbim, her köle âzâd edildiği
gün sevinir; ben ise Sana gerçekten kul-köle olduğum gün
sevineceğim.”
Sosyalizm: Sosyal teşkilatlanmayı eşitlik ölçüsüne göre düzeltmeyi
gâye güden teori. Sosyalizm, ferdiyetçi ve hürriyetçi (liberalist)
sistemlere karşı bir tepki olarak doğmuştur. Sermaye sahipleriyle
işçiler ârasındaki eşitsizliği, servet ve refah farklarını ortadan
kaldırma iddiasındadır. Bu iddialar doğrultusunda Sosyalizmi önce
ekonomik bir çerçeve içinde; yani servetin üretimi, tüketimi, paylaşılması
ve dağıtımı açısından ele almalıdır. Bu açı, bizi Sosyalizmi
meydana getiren şartları araştırmaya götürür. Liberal demokrasinin
ve Kapitalizmin doğurduğu yetersizlikler ve adâletsizlikler,
sanayileşme olayına; sanayileşme de, sosyal, ekonomik ve şuurlu
bir şekilde teşkilatlanan işçi sınıfının siyasi bir güç halinde ortaya
çıkmasına götürür.
Sosyalizm, öncelikle liberal Kapitalist düzenin adâletsizliklerine
karşı çıkmak ve isyan etmekle çağdaş niteliğini kazanmıştır. Böylece
Sosyalizmin ilk temel karakteri, kurulu düzeni adâletsiz, çağ
dışı ilân etmesiyle ortaya çıkmaktadır. Buna göre Sosyalizm, liberal
Kapitalist düzenin mülkiyet ve çalışma kurumlarını yetersiz
ve adâletsiz bulduğu için, değiştirmek ve onun yerine geçmek
528 Buhârî, Hudûd 12; Tirmizî, Hudûd 7
PUT VE PUTA TAPINMA
- 191 -
isteyen bir rejimin adıdır. Bu haliyle Sosyalizm, Kolektivizmin zaman
içinde fiiliyata geçmesi ve uygulanmasıdır.
Kapitalist sistemler, özel mülkiyet, piyasa ekonomisi ve kâr
esasına dayanan bir sistem kurmuştur. Bu düzen, tarih olaylarının
ve sanayileşmenin ürünüdür. Sosyalizm de bu düzene antitez olarak
tasarladığı düzenini tarihi şartların meydana çıkardığı bir düzen
olarak görür. Onlara göre, bu düzen de tıpkı Kapitalist düzen
gibi ihtilâl sonucu kurulacaktır.
Sosyalizmin ikinci esas dayanağı da, ekonomik faaliyetlerin
özel sektörden kamuya, kişilerden topluma aktarılmasıdır. Bu anlamda
Sosyalizm, mevcut olan üretim araçlarının tümünü, yahut
büyük bir kısmını toplumun şuurlu ve yönetici durumunda olan
organlarına bağlamaktır. Burada üretim araçları toplumun mülkiyetine
geçmekte, neticede özel mülkiyet yerine kollektif ve sosyal
mülkiyet kurumu oluşturulmuş olmaktadır.
Sosyalizmin kollektif mülkiyeti sadece toplumun malı yapması
da yetmez. Aynı zamanda, bu mallar toplumun hizmetinde olmalıdır.
Yani kârın hizmetinden çıkarılıp çalışanın (işçinin) hayat
standardını artırıcı hale getirilmelidir.
Demek oluyor ki, Sosyalizm, objektif tarih şartları içinde Kapitalizmi
takip ederek onun yerine geçecek olan bir düzendir. Sosyalist
düzende şu üç unsur bulunur:
a) Üretim araçlarının toplumun malı olması;
b) Üretimin insan ihtiyacına göre yapılması;
c) Bunların tamamının demokratik bir yol ile gerçekleştirilmesi.
Buraya kadar Sosyalizmin tanımlarında bazı farklılıklar olsa
da; hepsinde de ortak gâye, çalışan zümreyi (işçi sınıfını) cemiyete
hakim kılmak ve emek sahiplerinin hakkını vermektir. Toplumda
sınıf farklarının ortadan kaldırılması ve toplu çalışma ile elde edilen
kazancın emek sahibi olan topluluğa ait olması bütün sosyalistleri
birleştiren ana fikirdir.
Sosyalistler bazı ana fikirlerde birleşseler de, bu hedeflere nasıl
ve hangi yollarla ulaşacakları konusunda, yani uygulayacakları
metodlar hakkında ayrılığa düşmüşlerdir. Meselâ, üretim araçları
topluma nasıl mal edilecek? Bunlar kimin ihtiyacına göre ve nasıl
ayarlanacak? Diğer bir ifadeyle, kapitalist düzen hangi yoldan ve
nasıl değiştirilecek? İhtilâl ve şiddet yoluyla yani devrimle mi; yoksa
demokratik usullerle (evrimle) mi?
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 192 -
Esas problem bu sorulara verilen cevaplarda ortaya çıkar. Çünkü
bu soruların cevapları kadar Sosyalizm türlerinden söz edilebilir.
Bunlar arasında hayalci (ütopyacı), islâhcı (evrimci), ruhcu,
maddeci ve ihtilâlci (devrimci) olmak üzere her biri kendine has
özelliklere sahip birçok Sosyalizm çeşidi vardır. Sosyalizm çeşitlemeleri,
değişik bakış açılarından da yapılabilmektedir. Meselâ bir
başka açıdan, Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm, Kürsü Sosyalizmi,
Hıristiyan Sosyalizmi, Devrimci Sosyalizm, Reformcu Sosyalizm,
Demokratik Sosyalizm gibi bir sınıflamaya da tabi tutulabilir.
Sosyalizm, geniş anlamıyla çok eskilere, ta Eflatun’a kadar geriye
götürülebilir. Hattâ birtakım dinî Sosyalizmlerden bile bahsetmek
mümkündür. Meselâ bir “Tevrat Sosyalizmi”, bir “Hıristiyan
Sosyalizm”inden; hattâ doğru olmamakla beraber, bir “İslâm
Sosyalizm”inden bahseden ve kendilerine “İştirakiyyü’l-Mezheb”
diyenler de vardır. İlk dönem Sosyalistleri daha ziyade toprağın
fertler arasında eşit bir şekilde paylaşılmasını istiyorlardı. Esas
anlamıyla Sosyalizm “İşçiler Birliği” anlamına XlX. yüzyılın ilk
yarısında kullanılmaya başlanmıştır. Çünkü Sosyalist akımın, işçi
sınıfının meslekî teşkilatlanmaları ve siyasî partilerle şuurlu bir
siyasî kuvvet olarak ortaya çıkışları XIX. yüzyılda olmuştur. Sosyalizm
1848’e kadar sadece bir kavramdan ve hayalî bir tasavvurdan
(ütopyacı) ibaret sayılır. Meselâ Thomas Morus, Saint Simon, Louis
Blanc, Fourier, Owen, Proudhon gibi Fransız sosyalistlerin doktrinleri
sosyal adâletsizlikler karşısında tamamen idealist ve hayalci
görüşlere sahipti. 1848 de Marksizmin ortaya çıkmasıyla “Bilimsel
Sosyalizm”in kurulduğu kabul edilir.
Nazarî sosyalizmin birbirine zıd birçok şekillerinin olduğunu
daha önce belirtmiştik. Bunlardan bazıları şunlardır:
1- Hıristiyan Sosyalizmi: Ketteler, Maninng, Lorin, Gorin gibi
hıristiyan sosyalistlerin temsil ettiği ve daha ziyade Hıristiyanlığın
sosyal cephesini işleyen sosyalizmdir.
2- Mistik, Optimist ve Ütopyacı Sosyalizm: Ofurier, P. Leroux,
Proudhon vb. nin savunduğu ve tamamen hayal ürünü olan; realite
ile ilgisi olmayan ve problemlerini daha ziyade tasavvurda
çözmeye çalışan kavramsal sosyalizmdir.
3- Bilimsel Sosyalizm, Devrimci Sosyalizm veya Marksizm:
İhtilâlci ve diyalektik materyalizmin temsil ettiği, Marx, Engels ve
Lenin tarafından ileri sürülen sosyalizmdir.
Bu sosyalizm ilk defa, liberal, burjuva ve kapitalist düzenin
kendi çelişmelerine terk edilip yıkılmalarının beklenemeyeceğini
PUT VE PUTA TAPINMA
- 193 -
-Bilimsel Sosyalizm- ilkeleştirmiştir. Bunlar, işçi sınıfının (proletarya)
devreye girmesi ve şiddet yoluyla (ihtilâlle) düzeni değiştirmesi
metodunu ortaya atmışlardır. Daha sonra ise, Marx ve Engels
demokratik ve ihtilâlsiz yolu tercih etmişlerdir.
Bu yüzyıldan sonra Marksizm çeşitli yorumlara tabi tutulmuş,
bunlar içinde E. Bernstein gibi revizyonistler çıktığı gibi, revizyonizme
cephe alan Lenin gibi başka yorumcular da çıkmıştır. Bu
yeni yorumla meşhur Marksizm-Leninizm doğmuştur. Lenin bunu
Marksın bile hayal edemediği Çarlık Rusya’sında 1917’de uygulama
plânına geçirmiştir. Marksizmi ve Leninizmi de Stalin ve
onu takip edenler yorumlamış; bunun neticesinde de “Sovyet
Marksizmi”doğmuştur. Daha sonra Mao Tse Tung (Mao Ze Dong)
tarafından daha farklı bir yoruma tabi tutulmuştur.
Marksizm, 1917 Rus ihtilaline kadar siyasî kurumlar meydana
getiren bir düzen, rejim olmamıştır. Gerçi bir takım siyasî partiler
kurulmuş, sosyalistler hükümetlere katılmış, parlamentolarda
aktif rol oynamışlardır, fakat Birinci Dünya savaşı sonuna kadar
sosyalist devletler kurulamamıştır. 1917’de Çarlık Rusyası tasfiye
edilmiş, Üçüncü Enternasyonal kurulmuş, yeni bir Marksizm-Leninizm
ortaya çıkmıştır.
Bu yeni Marksizm-Leninizm iki özellik taşır:
1) Az gelişmiş sayılan bir sosyal yapıya Marksizmin uygulanışı;
2) Sosyalizm, hem bir devlet sistemi, hem de siyasî bir rejimdir.
Yani yeni bir hukuk, devlet, anayasa ve siyasî kurumlar anlayışına
dayanmıştır. İkinci dünya savaşından sonra ise Leninin yerini Stalin
almış ve Marksizm-Leninizme birçok değişiklikler getirmiştir.
1980’li yıllarda ise M. Gorbaçov bu sistemden bazı tavizlerde
bulunmak zorunda kalmış ve 1991’de de hak dağıtmak için ortaya
çıkan siyasî rejim, bir zulüm düzeni haline dönüşmüş ve 75 yıllık
ömrünü tamamlayarak kendi diyalektik metodları gereği antitezine
dönerek senteze ulaşmıştır. Hâlbuki onun iddiası bütün dünya
işçileri birliğini kurmak ve dünyayı sosyalist yapmaktı. Fakat bu
yoldaki çabası onu başladığı noktaya hem de daha kötü şartlarda
liberal Kapitalizme döndürdü.
3- Reformcu Sosyalizm: Demokratik Sosyalizm, Aktüel Sosyalizm
diye de anılan ve H. de Man tarafından temsil edilen; evrimci
yolla, ihtilâlsiz yeni rejimin tesisini müdafaa eden sosyalizmdir.
Sosyalizm önce Orta ve Doğu Avrupa, Avrupadan sonra da
Doğu Bloğunda yaygınlaşmıştır. Orta ve Doğu Avrupa, Arnavutluk,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 194 -
Bulgaristan, Çekoslovakya, Eski Doğu Almanya; Macaristan, Polonya,
Romanya, Yugoslavya da Komünist rejimler hep 1943-1944
yıllarında başlamıştır. Daha sonra doğu ve uzak doğuda Çin Halk
Cumhuriyeti, Kuzey Kore, Kuzey Vietnam, Moğolistan, Küba. vb.
gibi ülkelerde yaygınlaşmıştır. Bu gün ise bu ülkelerin tümü Sosyalizmden
Liberalizme dönmüştür.
Batı ve uzak doğuyu yarım asır etkisi altında bulunduran Sosyalizm,
Türkiye’de ilk defa 1910 yılında resmen boy göstermiş
ve “Osmanlı Sosyalist Partisi” adıyla sosyalist Hüseyin Hilmi tarafından
bir parti kurulmuştu. Bu partiyi kurduran ve partiyi perde
arkasından destekleyen ise, materyalist ateist Baha Tevfik idi.
1920’den sonra çeşitli şekillerde gelişen Marksizm veya devrimci
Sosyalizm, her fırsatta toplumu bölmek, sosyal düzeni yıkmak, insanları
anarşiye çekmek için elinden ne geliyorsa yapmıştır. Önceleri
gizli komünist partileri halinde çalışırken. Komünizmin yıkılıp
yok olduğu zamanımızda ise bütün dünyada hala sosyalist parti
kurma yarışı devam etmektedir. Zira millî hakimiyeti kaldırmak
Sosyalizmin gerekli şartlarındandır. Sosyalizmin din ve ahlâka bakışı,
çeşitlerine göre değişmektedir. Genel olarak Sosyalizm özü
bakımından ne dincidir, ne de din düşmanıdır. Sosyalizm, toplum
düzenini değiştirici bir siyasî akım olduğu için de dine dayalı partilerin
kurulmasını kabul etmez. Din ve ahlâk konusunda hümanist
bir tavır takınır. Bazı sosyalizmler dinî kaynaklı olduğu halde, Bilimsel
Sosyalizm hem dine, hem de dinî ahlâka ve mânevî değerlere
kökten karşıdır. Bunlar Allah’a, dine ve dinî değerlere hiç bir
şekilde yer vermezler. Çünkü bu sistemin uygulanış biçimi olan
Komünizmin kendisi bir din haline getirilmiştir.
Komünizm gibi Hümanizm de en büyük ahlâk düşmanlığıdır.
Çünkü bir yerde Hümanizm geliştikçe ahlâk geriler. Devamlı cezalar
sınırlandığı ve azaldığı için kötülüğe teşvik edici faktörler
çoğalır; sonunda kötülükler yaygınlaşır.
Bilindiği gibi Sosyalizm doktrini, büyük sanayi devriminin
tahriki sonucu XVIII. yüzyılın sonunda ve XIX. yüzyılın başında bir
takım izafî ve ahlâkî fikirlerin yayılmasıyla ferdiyetçilik ve Liberalizme
karşı bir tavır olarak ortaya çıkmıştır. Bu ise Sosyalizmin
beynelmilelci ve milliyet düşmanı olduğunu göstermektedir.
Sosyalizmin milliyet düşmanlığı yanında daha birçok çıkmazları
vardır. Bunlardan birisi, ferdi mülkiyet fikrini kaldırmasıdır. İnsan
fıtratında mevcut olan bir şeye sahip olma duygusunu ve fikrini
ise kaldırmaya çalışmak insanda bir takım ruhî çatışmalara yol
açar. Gerçi onlar mülkiyeti kaldırmadıklarını, ekonomik ve sosyal
PUT VE PUTA TAPINMA
- 195 -
düzende bazı tedbirlerle sınırladıklarını ve bu yolla kapitalizmin
önüne geçtiklerini iddia ediyorlarsa da; uygulamaların bunun aksini
ortaya koyduğu görülmüştür.
Sosyalizm ve Komünizm, Liberalizme karşı bir ekonomik faaliyetle,
geniş ölçüde devlet tekelciliğini, devletçi ekonomi, devlet
işletmeciliği vb. ekonomik modelleri geliştirmiştir. Bu ekonomik
modeller, liberalist modellerden daha çok insan fıtratına ters
geldiği için de bir asır bile -her çeşit baskıya başvurduğu haldeyaşayamamıştır.
Günümüzde gerek batıda ve gerekse doğudaki
birçok örnekleri çok büyük ekonomik ve sosyal krizler içindedir.
Türkiye’de de “KİT”ler olarak tanınan devlet eliyle yürütülen ekonomi
teşekkülleri de liberalist bir ekonomi içinde olduğu halde,
ayakta duramayacak kadar kötü durumda olduğundan, özelleştirilmek
için her iktidarın programında yer almaktadır.
Sosyalizmin çıkmazlarından birisi de sosyal nizamın kendi
cinsinden olan kanunlarını inkâr etmesidir. Hâlbuki bütün sosyal
olaylar gibi ekonomi olaylarında da determinizmin payını tamamen
inkâr etmek doğru değildir. Bu sebeple, olaylar âleminde var
olan düzeni istediğimiz gibi istediğimiz ilkelere (ekonomi ilkelerine)
dayandırarak değiştirebileceğimizi iddia edemeyiz. Bu evrimi
idare eden unsurları sadece ekonomik faaliyetlere ve üretime de
bağlayamayız. Bütün diğer değerleri hiçe sayıp üretimin asıl öğesi
olan “emek”i de tek değer olarak kabul edemeyiz. Çünkü sosyal
hayatı sadece ekonomik ve maddî şartlar meydana getirmiyor. Bilindiği
gibi, bunların yanında ruhî ve ahlâkî daha birçok sebepler
sosyal olayları doğurur. Sosyalistler sosyal hayatta insanın bir takım
maddî ihtiyaçları yanında, fikir ve inançlarının payı olduğu
gerçeğini de unutmuş görünüyorlar.
Buna karşılık ruhçu sosyalistler ise maddî ihtiyaçlar yanında
fikir ve inançların, ruhî ve ahlâkî değerlerin insan hayatı için vazgeçilmez
olduğu fikrini savunuyorlar. Aslında Sosyalist literatürde
ruhçu Sosyalizm diye bir ayırım yoktur; ancak mistik sosyalizm
(Hıristiyan Sosyalizmi)’e bir benzerliği olması, yani İslâm dininin
sosyal yanını anlatmak için asrımızın fikir adamlarından biri olan
Nureddin Topçu “Ruhçu Sosyalizm” diye bir sosyalizmden bahseder.
İşin gerçeği; her sosyal adâletsizliğe karşı her haykırış Sosyalizm
değildir. Yalnız bir fikir adamının teorisini, yahut bir partinin
programını Sosyalizm olarak tanımlamak da Sosyalizm kavramını
çok daralttığı için, yanlıştır. Sonra İslâm dini sosyalist değil, sosyal
adâletçidir.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 196 -
Sosyalizmin çıkmazlarından birisi de sosyal sınıfları kaldırmak
istemesidir. Fakat Sosyalizmin ileri sürdüğü ilkeler bunu tek başına
temin edecek güçte değildir. Bu sistem gerçekten işçinin refahını
sağlayacak biçimde uygulanacak olsa; işçi, emeğinden ayırıp
biriktirme yoluyla Kapitalist sınıfa geçebilir. Hâlbuki bunu önleyecek
tek yol ruhî ve ahlâkî terbiyedir. Sosyalist sistemler ise her şeyden
önce böyle bir ruhî ve ahlâkî terbiyeyi verecek ilkelerden yoksundur.
Ayrıca uhrevî yaptırımı olmayan bir ekonomi ahlâkından
yana olduğu için, dinî ahlâkın geliştirdiği kendini kontrol ve nefse
hâkimiyetten de söz edilemez.
Çeşitli adâletsizlik ve zulümler karşısında kendisine çok büyük
umutlar bağlanan Sosyalizm, ancak sıradan bir insan ömrü kadar
yaşayabildi ve daha tam olarak şahsiyetini bile teşekkül ettiremeden
her beşerî sistem gibi, o da tarihe mal oldu. Sosyalist sistemlerin
yerine, ancak sosyal adâletçi nizamlar geçer de Bilimsel
Sosyalizm gibi bütün kurumlarıyla işletilirse, işte o zaman ancak
insanların mutlu olması beklenebilir. 529
Şaman (Kam): Eski müşrik Türklerde, birtakım doğaüstü gücü
bulunduğuna, ruhlarla ilişki kurarak hastalıkları iyileştirdiğine
inanılan, büyü yapma, gelecekten haber verme gibi işler yapan
din adamı. Büyücü râhip. Tunguzca bir terim olan şaman kelimesine
karşılık, birçok Türk boyu Kam terimini kullanır. Şaman ya
da Kam, vecd haline (ekstazi) ulaşarak ruhsal âlemle ilişki kurmak
sûretiyle insanların çeşitli sorunlarına cevap arayan, geleceğe ilişkin
yorumlarda bulunan, kötü ruhları kovan bir kişidir. Şamanlık
babadan oğla geçen tarzda sürdürülür. Altay Türkleri, Kamları Ak
ve Kara şeklinde ikiye ayırırlar. Ak Kamlar yüce gök tanrıya ve iyilik
ruhlarına yönelik olarak faâliyet gösterirken, Kara Kamlar yer
altı âlemine ve yer altı tanrısı Erlik’e yönelik faâliyet gösterirler.
Kamlar, külahları, davulları ve cüppeleriyle giyim kuşam yönünden
diğer halktan ayrılırlar.
Şathiye: Şath: Üzerinde bönlük, saçmalama ve dâvâ kokusu
olan sözdür. Böyle bir şeye kalkışmak, gerçeklere göre sürçmektir,
suçtur.530 Kelimenin kök anlamında sözde ölçüyü kaçırmak anlamı
vardır. Şatah da; çelişkili ifâde, latîfe, mizah demektir; çoğulu
şatâhat’tır. Şatah, çürük sözler olarak da tanımlanır. Şatha âit
sözlere şathiye denir. Türk tasavvuf edebiyatında ciddi bir düşünce
veya duyguyu, çoğunlukla da İslâm inançlarını ve şeriatin hükümlerini
iğneleyici ve alaylı bir şekilde anlatan şiirlere şathiye
529 Hüsameddin Erdem, Şamil İslâm Ans.
530 Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rîfât, s. 76
PUT VE PUTA TAPINMA
- 197 -
denir. Bu tür şiirlere daha çok tekke şâirleri rağbet göstermişlerdir.
Hatta bu nedenle şathiye yerine; şathiye-i sûfiyâne terimi kullanılır.
Allah ile senli-benli, şakalı bir edâ ile konuşur gibi yazılan
şathiyelerde daha çok inançlar, sözkonusu edilir ve alaylı bir dil
kullanılır. Bazıları saçma sanılan bu sözlerin, yorumlandığında
tasavvufla ilgili türlü kavramlara değindiği görülür. Şeriate aykırı
veya mânâsız gibi söylenen düşüncelerin, aslında vahdet-i vücut
felsefesindeki görüşleri bildirdiği kesindir. Tasavvuf ıstılahları arasında
şathiyenin önemli bir yer tutmaya başlaması, vahdet-i vücut
ekolünün yaygınlık kazanmasıyla paralellik gösterir.
Tasavvufla ilgili eserlerde şathiyelerle ilgili çok bol malzemeler
görülür. Hallâc-ı Mansur’un “Ene’l-Hakk” (Ben Hakk’ım/Allah’ım)
sözü ile; Bayezid Bestâmî’nin “Sübhânî mâ a’zame şânî” (Kendimi
tesbih ederim, noksan sıfatlardan tenzih ederim, şânım ne yüce
oldu) sözü yaygın olarak bilinen ve tüm tasavvufçularca tevil edilerek
de olsa kabul edilen iki şathiye örneği olarak verilebilir. Yine,
Bâyezid Bistâmî’ye âit: “Bir denize daldım ki, peygamberler o denizin
sâhilinde durdu” sözü de böyledir.
Tasavvufçulara göre şathiyye, “dıştan (zâhiren) ve ortalama
(şeriatla ilgili) bilgilerle bakıldığı zaman şeriate aykırı imiş gibi gözüken,
fakat tasavvufî/bâtınî anlamda bir hakikati ifâde eden söz
ve deyişlerdir.” 531
Şathiye adı verilen bütün bu elfâz-ı küfrü tasavvufçular hiç
eleştirmez, savunur ve sahip çıkarlar. Te’vil etmeye çalışırlar: Bunlar
vecd halinde, bir nevi sarhoşluk ânında söylenen sözlerdir. Bu sözleri
söyleyenler Allah’a o kadar yakın olmuşlar ki, bu samimiyetle
senli-benli konuşmaya başlamışlar. Bunlarınki naz makamıdır, onlar
için bu sözler câizdir; ama o makamlara erişmeyenlerin bu tür
sözleri câiz olmaz... “Ben Hakk’ım, -hâşâ- Allah’ım” diyenleri savunan
ve bu sözlere teville karışık sahip çıkan zihniyetten beklenen
tavır farklı olamazdı, denilebilir. Bunlar, iddiâ edildiği gibi, cezbe
ve sarhoşluk zamanında (İçki içmeden insan nasıl sarhoş olur?
Hz. Peygamberimiz veya ashâbdan böyle bir şey hiç nakledilmiş
midir?) söylenmiş sözler değildir. Kitaplara geçmiş, tekrarlanmış,
tasavvufçular tarafından dillendirilip kabul edilmiş, savunulmuş,
hatta kutsal söz gibi kabul edilmiştir. Meselâ nakşibendîlerde ve
diğer çoğu tarikatlarda kelime-i tevhid zikri olarak şeyhler tarafından
müridlere vird olarak verilen ifadelerden biri: “Lâ mevcûde
illâllah” (Allah’tan başka mevcut -varlık- yoktur) sözüdür. Bunu,
kendilerine göre belirli aşamaya gelmiş her tasavvufçu günde
531 Türk Dili ve Edebiyatı Ans. Dergâh Y. c. 8, s. 108.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 198 -
bilmem kaç bin defa söyler, tabii ki bunlar Allah’ın öğrettiği ve
Rasûlü’nün uygulayıp tavsiye ettiği zikir/ibâdet cinsinden değildir,
büyük ve fecî bir bid’attir.
Saf zihinlerin olumsuz etkilenmesi, şeytanın onlara bu sözlerle
vesvese vermesi gibi riskler içermesinden ötürü, Allah’tan af dileyerek,
bunlardan bir kısmını konuya örnek olması için iktibas
etme zarûreti duyuyorum. Zâten araştıran insan, bunları bu tasavvufçu
şâirlerin eserlerinde ve onlardan alıntı yapan birçok tasavvuf
kitabında kolaylıkla bulabilir.
“Var kardaşın öldür, dahî avradın boşa, / Anana kâbin kıydır,
Hakk’ı ıyân göresin.” Sadeleştirip bugünkü dille söylersek: “Git,
kardeşini öldür ve karını boşa, annenle nikâh kıydır, (Böylece)
Allah’ı açıkça görmüş olursun.” (Yunus Emre)
“Sekiz cennet yaptın sen Âdem için / Adın büyük, bağışla onun
suçun / Âdem’i cennetten çıkardın, niçin? / Buğday nene lâzım,
harmancı mısın?
Hafâya çekilip seyrâna durdun / Aklı yetmezlerin aklını urdun /
kıldan ince köprü yaptın da kurdun / Akar suyun mu var, bostancı
mısın?
Yüz bin cehennemin korkmam birinden / Rahmân ismi nâzil
değil mi senden? / Gaffâruzzüznûbum demedin mi sen? / Affet
günahımı, yalancı mısın?
Şânına düşer mi noksan görürsün / Her gönülde oturursun, yürürsün
/ Bunca canı alıp yine verirsin / Götürüp getiren kervancı
mısın?
Bilirsin ben kulum, sen sultânımsın / Kalpde zikrim, dilde
tercümânımsın / Sen benim canımda can mihmânımsın / Gönlümün
yârisin, yabancı mısın?” 532
“Kıldan köprü yaratmışsın / Gelsin kullar geçsin deyû / Hele biz
şöyle duralım / Yiğit isen geç a Tanrı.”533
“Kıl gibi köpri gerersin geç deyû / Gel seni sen tuzağından seç
deyû / Ya düşer ya dayanur yahut uçar / Kıl gibi köpriden âdem mi
geçer? / Kulların köpri yaparlar hay içün / Hayrı budur kim geçerler
seyr içün...” 534
“Hak Teâlâ Âdemoğlu özüdür / Otuz iki Hak kelâmı sözüdür. /
532 Azmi Baba
533 Kaygusuz Abdal
534 Yunus Emre
PUT VE PUTA TAPINMA
- 199 -
Cümle âlem bil ki Allah özüdür / Âdem ol candır ki güneş yüzüdür.”
535
“Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın / Yapıp da neylersin, bundan
sana ne? / Halk ettin insanı saldın cihana / Salıp da neylersin
bundan sana ne? / Bakkal mısın, teraziyi neylersin? / İşin gücün
yoktur gönül eylersin / Kulun günahını tartıp neylersin? / Geçiver
suçundan bundan sana ne? / Katran kazanını döküver gitsin
/ Mü’min olan kullar dîdâra yetsin / Emreyle yılana tamûyu yutsun
/ Söndür şu ateşi bundan sana ne? / Sefil düştüm bu âlemde
nâçarım / Kıldan köprü yaratmışsın geçerim / Şol köprüden geçemezsem
uçarım / Geçir kullarını bundan sana ne? / Behlül Dânâ’m
eder cennet yarattın / Nice kulları cehenneme attın / Nicesin âteş-i
aşk ile yaktın / Yakıp da neylersin bundan sana ne?”
“Aşk katında küfr ile İslâm birdir / Her kanda mesken eylese
âşık emîrdir.” 536
“Benem Hakk’ın kudret eli / Benem belî aşk bülbülü / Söyleyip
her türlü dili / Halka haber veren benem.” 537
Söylediği şathiyeler/küfür lafızları devrinde muvahhid müslümanları
kızdırmış ve ona karşı tavır alınmasına sebep olmuş olacak
ki, Yunus Emre şöyle der: “Yûnus bu cezbe sözlerin / Câhillere
söylemegil / Bilmez misin câhillerin / Nice geçer zamânesi.” Böyle
dediği halde, duramaz, nice şathiyeler döktürür. Bunlardan kimileri,
sadece tasavvuf çevresinde değil; müslüman halk arasında
da şöhret bulmuştur. Şu dörtlük onlardan biridir: “Cennet cennet
dedikleri / Birkaç köşkle birkaç hûri / İsteyene ver anı / Bana seni
gerek seni.”
Şeyh: Çoğulu; Meşâyih, şüyûh, eşyâh. Yaşlı, ihtiyar, pîr, bey,
önder, kabile başkanı. Tasavvufta; a) Nefsinden fâni Hak’ta bâki
velî, Hak dostu. b) Tâliplere rehberlik etmek ve onları irşâd etmek
ehliyetine ve liyâkatine sahip olan insan-ı kâmil, rehber, delil,
mürşid. Şeyh, kâmil ve mükemmildir; başkalarını da kemâle erdirir.
Şeyh-i tarikat: Mürid ve müntesiblerini, bir annenin bebeğini
terbiye etmesi ve yetiştirmesi gibi terbiye edip yetiştiren şeyh.
Tarîkat şeyhleri böyledir. Bunlar mürid ve müntesiblerinin mal, beden
ve ruhları üzerinde mutlak olarak söz sahibidirler. Mürid ne
dil, ne kalb ile şeyhine itiraz edebilir. Şeyhine “hayır!” diyen bir
mürid iflâh bulmaz. Şeyhe karşı işlenen günahın tevbesi olmaz.
535 Seyyid Nesîmî
536 Seyyid Nesîmî
537 Yunus Emre
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 200 -
Şeyhin önündeki mürid, gassâlin önündeki cenâze gibidir, irâdesi
yoktur; şeyh ona hangi şekli verirse onu muhâfaza eder, şeyhte
fâni olmak Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Allah’a giden
yol, şeyhten geçer. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Şeyh keşif ve
kerâmet sahibidir. Allah’ın arz üzerindeki halifesidir. Allah adına
hareket eder. Şeyh, Hz. Peygamber’in nâibidir, Onun temsilcisidir.
Tâğut: Tâğut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan,
taşkınlık gösteren ve her sapıklığın başı gibi anlamlara gelir;
Istılahta ise Allah’a isyan eden anlamında kullanılır. Allah’ın indirdiği
hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere
hükümler koyan her varlık tâğuttur. Bunun insan olması, put,
şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez.
Kur’ân-ı Kerim’de: “Andolsun ki, biz her kavme; ‘Allah’a ibâdet edin,
tâğuta kulluktan kaçının’ diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.”
538 İnsanlar, sadece Allah’a kul olma, yalnız O’na ibâdet
etme hususunda istisnasız uyarılmışlardır. “İman edenler Allah yolunda
cihad ederler; küfredenler ise tâğut yolunda savaşırlar.”539 Yani insanlar
ya Allah’a ibâdet edecekler veya tâğuta kul olacaklardır; bu iki
yolun dışında üçüncü bir hal yoktur.
Kur’ân-ı Kerim’de: “Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen
kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın?
Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun
eğmek) istiyorlar. Hâlbuki tâğutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle)
emrolunmuşlardır.”540 buyrulmaktadır. Kur’an’daki bütün
bu âyetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır:
Tâğutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir.
Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: “Bu âyet-i kerimede
541 Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ve diğer peygamberlere iman
ettiklerini söylemekle beraber, ihtilaf ettikleri hususlarda, Allah’ın
kitabından ve Peygamber’in sünnetinden kaçınıp, insanların kendi
akıllarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin
iman iddiasını Allah reddetmektedir.” 542
Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun
rızâsına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler,
Allah’ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler
icad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler,
bu noktada “tâğutî” özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün ideolojik
sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifade ile İslâm’ın
538 16/Nahl, 36
539 4/Nisâ, 76
540 4/Nisâ, 60
541 4/Nisâ, 60
542 İbn Kesir, 1/519
PUT VE PUTA TAPINMA
- 201 -
dışındaki bütün sistemler tâğutîdir. Tâğutların hükümlerine göre
yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü’minlerin, Allah’ın indirdiği
hükümlerin galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır.
Şurası unutulmamalıdır ki, tâğutun hükümlerine “evet” diyenler,
Allah’ın dinine “hayır” demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu
ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez.
Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; “Allah’a ibâdet edin, tâğuta
kulluktan kaçının” diye tebliğat yaptıkları âyetlerle sabittir. Tâğutun
hükümlerini inkâr etmeyen ve tâğutî güçlerle mücâdele vermeyen
kimse, ne kadar âlim olursa olsun, “müsteşrik” çizgisini asla
geçemez. 543
Tâğut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen
addır. Şeytana da bu yüzden tâğut denmiştir. Tâğut, hakka, hakikate
ve imana karşı gelen, Allah’ın kulları için çizdiği nizamı ve
sınırları aşan her şeyi ifade eder. Tâğut, bir şahıs olabileceği gibi,
Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah’a bağlanmayan
her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim
bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah’a
iman edip bağlanır, sadece Allah’ın kanun ve nizamlarını kabul
eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa
bağlanmış, yani kurtulmuş olur.544 Tâğutu reddetmeden iman eksiktir,
yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen
müşriklerin Allah’a inanması gibidir. Tâğut, Allah’a ibâdetten alıkoyan,
Allah’a giden yolu tıkayan, dini Allah’a has kılmayı, Allah
ve Rasûlü’ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği
gibi, ağaç, beton, tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve
sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu
kavramın içine koyabiliriz.
Mevdudi’ye göre tâğut kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırları
aşan herkes için kullanılır. Kur’an bu kelimeyi Allah’a isyan eden,
Allah’ın kullarının hâkimi olduğunu iddia eden ve onları kendi
kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Eğer bir kimse Allah’a
isyan eder ve O’nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o
zaman tâğuttur. Böyle bir kimse; şeytan, rahip, dinî veya politik
lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tâğutu reddetmedikçe
Allah’a inanmış sayılamaz. Tâğutun, tekil ve çoğul anlamı
birlikte kullanılır. Çünkü Allah’ı inkâr eden kimse, sadece bir
tek değil; binlerce tâğutun kölesi olur.545 Tâğut, İlâhî olmayan hükümlere
göre kararlar veren otorite demektir. Tâğut kelimesiyle,
543 Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, c. 1, s. 202
544 2/Bakara, 256
545 Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, c. 1, s. 202
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 202 -
aynı zamanda, Allah’ı tek hâkim / egemen ve Rasûlü’nü nihâî otorite
olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir. 546
Seyyid Kutub da tâğutu şu şekilde tanımlar: Allah’ın emri dışındaki
her çeşit sistem, Allah’ın şeriatina dayanmayan her türlü
nizam tâğuttur. Tâğut, Allah’ın şeriatindan başka bütün idare şekilleridir.
Zira insan, ulûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mal
edip, adâletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatin hudutlarını aşarak
kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyan etmiş ve kendi haddini
aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyandır ve böyle iddialar ileri
sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir. Bunlara inananlar,
bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler. 547
Yusuf el-Karadavi’ye göre, Allah’ın şeriati ile çatışan bütün
gelenekler, rejimler, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar
tâğuttur. Tâğut, kulun haddi tecavüz ederek, ibâdet ettiği, tâbi
olduğu ve itaat ettiği şeydir. Her kavmin tâğutu, kendisine hüküm
götürdükleri, huzurunda muhakemeleştikleri, ibâdet ettikleri,
tâbi oldukları, yalnız Allah’a itaat edilmesi gerektiği yerde itaat
ettikleri kimse veya varlıklardır. Bunların ve bunlarla ilişkisi olan
insanların durumlarını düşündüğümüz zaman, insanların çoğunu
Allah’a ibâdet ve itaatten yüz çevirmiş, tâğutlara ibâdet ve itaat
eder halde görürüz. 548
Nisa, 76. Âyetine göre tâğut, Allah’a karşı olanların, uğruna
savaştığı şey, nesne, insan, dâvâ, ideoloji olarak anlaşılmaktadır.
Tâğut, itaatte Allah’a ortak koşulan her şeydir. Kendisine kayıtsız
şartsız itaat edilecek tek merci Allah’tır. O’nun dışındakilere
O’ndan dolayı itaat edilir. Bu tür itaatler, meşruiyetini Allah’tan
alırlar. Kur’an, Allah’tan başkasına itaati, tâğuta itaat ve ibâdet
olarak nitelemektedir.549 İtaat edilen şey, Allah’ın hükümlerine aykırı
olursa, itaat tâğuta itaatin ta kendisi olmaktadır. 550
Tâğut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın,
adâletsizliğin, putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza
gelen tüm kötülüklerin sembolü. Bu sembol, bazan kendini
Firavun ilan eden antik ya da çağdaş bir yönetici, bazan cansız
bir eşya, bazan bir ideoloji, bazan da şeytan, uğur, şans, talih gibi
soyut şeylerdir. Tâğut, insanoğlunun ilâhlaştırdığı her şeydir. Daha
doğrusu tâğut, insanla Allah arasına gerilen şeylerin tümüne verilen
ortak isimdir. Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyen insan tuğyan
546 Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, c. 1, s. 375
547 Seyyid Kutub, Fi Zılali'l Kur'an, c.3, s. 269
548 Yusuf el-Karadavî, Tevhidin Hakikatı, s. 57
549 16/Nahl, 36
550 4/Nisâ, 60
PUT VE PUTA TAPINMA
- 203 -
etmiştir. İşte tâğut, o insana bu sınırları çiğneten şeydir. Eğer o şey
insansa ve kâfirse ona itaat eden de kâfir olur; yok eğer insanın
itaat ettiği tâğut münâfıksa ona itaat eden de münâfık olur. Tabii
fâsıksa fâsık; zâlimse zâlim olur. 551
Bütün bu açıklamalar çerçevesinde tâğut, her türlü azgınlık,
sapkınlık, aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder.
Tâğut, tuğyanı yaşayan ve yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür.
Tâğut, her devirde Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları
olan grubun genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok tâğut
bulunur. Tâğutların, kabile çapında, millet çapında olanları yanında
bölgesel ve enternasyonal olanları da bulunacaktır. Bunlar,
birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler.
Hatta, İblisler parlamentosu (hizbu’ş-şeytan, evliyâu’ş-şeytan) gibi
birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. Tâğutlar, aralarında
hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler.
Böyle olunca tâğutî sistemler, parlamentolar, prensipler
geliştirilebilir. Mesala, Muhammed İkbal, emperyalist batılıların
oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri
organizasyonu, İblisler parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun
gibi tâğutlar parlamentosu deyimini de kullanabiliriz. Kur’an, bu
noktada evliyâu’t-tâğut (tâğutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri)
deyimini kullanıyor. 552
Bir kimse, Allah’a, meleklerine... inandığını ikrar etse, buna
mukabil, tâğutî rejimleri (demokratik, laik, hümanist, kapitalist,
sosyalist vs.) çağdaş devlet modelleri adı altında benimsese, doğruluklarına
itikat etse, irtidat etmiş olur, yani dinden çıkar. Kim,
insanların maslahat ve iyiliklerini Allah’tan daha iyi bildiğini iddia
ederek, insanlar üzerinde hükümler koymaya ve bunları tatbik
etmeye gayret ederse “ilâhlık” iddiasına girişmiş olur. Her kim
de bunların bu iddialarını doğrulayarak onlarla işbirliği yaparsa,
tevhid akidesini parçalamış, ilâhlara iman etmiş, kâfirler zümresine
dahil olmuş demektir. Bu açıdan “çağdaş devlet modelleri”
iyi değerlendirilmeli, isimleri milliyetçi-mukaddesatçı dahi olsa,
Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine
geçmek üzere doktrinler imal eden, bu doktrinleri insanların hayatına
tatbik edeceğini ilân eden insanların tâğut olduğu gerçeği
unutulmamalıdır. Bu gün dünyada insanların beşikten mezara hayatlarını
düzenlemek iddiasındaki meclisler, konsüller, krallar, kavimler
arası kuruluşlar, insanları teslim almış görünmektedirler. 553
551 Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, 170
552 2/Bakara, 257 (Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 562)
553 Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, s. 140
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 204 -
Hz. Adem’den günümüze kadar, genel anlamda insanlığın iki
tanrısı var olagelmiştir: Allah ve tâğut... Tarih boyunca insanoğlu
ya tevhid dinine mensup olmuş ve bu dinin tanrısı olan Allah’ı
kendisi için yegâne ilâh edinmiş; ya da şirk dinine mensup olmuş
ve bu dinin çok çeşitli olan tanrı veya tanrılarına ittiba etmiştir.
İşte Kur’an, şirk dininin tanrı veya tanrılarına genel olarak tâğut
demektedir.
Günümüzde müslümanlık iddiasında bulunanların birçoğu bu
bakımdan profan / bölmeli bir kafa yapısına sahip bulunmaktadır.
Bu kimseler, bir yandan Allah’a iman ettikleri iddiasında bulunurken,
diğer yandan İslâm’ın açıkça emrettiği ve yasakladığı şeylere
ters düşebilmekte ve tâğutların yasalarına kabulleri arasında
yer verebilmektedirler. Oysa bir kalpte hem imana, hem de küfre
yer verilmesi İslâm’a göre açık bir paradoks, gerçek bir çelişkidir.
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?
Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktır. Kıyamet
gününde de azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez
değildir.” 554
Bir kalpte hem iman ve hem de aynı zamanda küfür bulunamaz.
Bu iki olgu, ateş ile barut gibi yanyana bulunamazlar. Birisinin
yerleştiği kalpte bir diğerine yer yoktur. Mü’min, kâfir ve
münâfıktan farklıdır; kendisine İslâm ile beraber bir veya birkaç
dünya görüşünden veya ideolojiden sentezler yapan, bukalemun
bir şahsiyete sahip olamaz. Çünkü tevhidi, şirkten farklı kılan; başka
felsefelere, herhangi bir dünya görüşüne veya ideolojiye ihtiyaç
duymaması, mü’minin bütün bir hayatını kuşatan yetkin bir
inanç, bir pratik; kısacası bir sistem, bir yaşam biçimi olmasıdır. Bugün
beşeriyet, Tevhid dininden uzaklaşarak, yeryüzünde egemen
olan tâğutların dinine sapmış bulunuyor. Müslümanlık iddiasında
bulunan yığınların Allah’a değil; tâğutlara ibâdet ettikleri su götürmez
bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle Kur’an’ı öğrenmek,
mânâsının derinliklerine dalmak ve onu pratik hayatlarına indirgemek
isteyen her müslümanın, tâğut kavramının gerçek anlamını
kavraması ve kavradığı tâğutu tüm kuralları ve kurumlarıyla
birlikte reddetmesi, bu reddi davranışlarıyla göstermesi itikadî bir
sorumluluktur.
Tahrif: Tahrif, aslında bir kelimedeki harflerin yerini değiştirerek
manayı bozma demektir. Terim olarak kullanılışı ise, bir metni,
ilâve ve çıkarmalarla farklı manaya gelecek şekle sokma demektir.
Kutsal kitabı olduğu gibi, dini bozmaya ve değiştirmeye de tahrif
denilir.
554 2/Bakara, 85
PUT VE PUTA TAPINMA
- 205 -
Tanrı: Türkçe’de Allah anlamında kullanılan Tanrı kelimesi,
“gökyüzü” ve “şafak” mânâlarına gelen “tan”dan türemiştir. Orta
asya Türk boylarında daha çok “gökyüzü” anlamında kullanılmıştır.
Çağatayca’da Tengri, Yakutça’da Tangora, Tanara, Altaylar’da
Teneri, Sümerce’de Tingir, Dingir Akadca’da İlu, Oğuzca’da Çalap,
Çelep, Kazanlar’da Tengri (Tanrı), Teri vb. şekillerinde yazılmıştır.
Kaşgarlı Mahmud, Tanrı kelimesini şöyle açıklamıştır: “Tengri,
yüce Tanrı mânâsına gelir. Kâfirler göğe Tengri derler. Yine bu
adamlar büyük bir dağ, ulu bir ağaç gibi gözlerine ulu görünen
her şeye Tengri, hakîm kişiye de Tengriken derler.” 555
Maniheizm’de Tengri veya Tengriken terimleri, Tanrı mânâsına
gelmekte, yine bu dinle günahların itirafı için Tengrim sözü kullanılmaktadır.
Bazı araştırmalara göre bu terim, özellikle Turfan
metinlerinde hükümdar kızları ve zevcelerini ifade ederken, aynı
kelimeden türediği kabul edilen Tengriçi terimi de râhip karşılığında
kullanılmıştır. Kumanca Tengrilik “İlâhî”; Uygurca Tengrilik,
“dindar”; Moğolca Tengri ise “Tanrı” anlamının karşılığıdır.
Günümüz Ortaasya’sında yaşayan Türk dillerinde Tengri kelimesi
“Tanrı” ve “gök” mânâlarını ifade etmektedir. Türkiye Türkçesinde
Tanrı kelimesi yalnız Allah karşılığında kullanılmıştır. Orhun
Âbideleri’nde Tengri kelimesi daima ilâhi bir kudreti ifade
eder. O’nun iradesiyle iktidara gelen hükümdar, Tengri gibi, Tengri
doğumlu ve Tengri tarafından yaratılmıştır. Türk halkını koruyan,
düşmana galip gelmesini sağlayan hep Tengri’dir. Bazı kaynaklarda
O’nun Türk Tengrisi olarak zikredildiği görülmektedir. 556
Şamanizm’e göre en kudretli Tanrı, Tengere Kayra Kan’dır.
Göğü, insanı, iyi-kötü ruhları ve yeri o yaratmıştır. Tengere Kayra
Kan’ın tam karşılığı “Gök Tanrı”dır. İslâmiyet’i kabul etmezden
önceki Orta Asya Türk boylarına göre gök 17 kattır. Gök-Tanrı’ların
yardımını dilemek ancak ecdadın ruhlarıyla mümkündür. Tengri
inancı hem gök, hem de gökte hüküm süren ruh mânâlarını içine
almaktadır. Türklerin İslâmiyet’ten önce kabul ettikleri dinlerdeki
Tengri kelimesi, hemen daima bu dinlerin en yüksek varlıklarını
ifade için kullanılmış, “gök” mânâsı ikinci plânda kalmıştır.
Şark Türkçe’sinin hâkim olduğu İslâmî metinlerde, Allah,
Mevlâ, İlâh, Rab, Hüdâ, Yezdan gibi Arapça ve Farsça isimler Türkçe
Tengri (Tanrı) karşılığında kullanılmıştır. Kutadgu Bilig’de Allah
kelimesi geçmekle beraber, bazen Tengri kelimesi “Teâlâ” olarak
555 Divan-ı Lügâti't-Türk, çev. Besim Atalay, Ankara 1941, 111, 376
556 Muharrem Ergin, Orhun Âbideleri, İstanbul 1970
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 206 -
geçer557. Eski Türkçe’de Tengri, kâinatta bulunan her şeyi yarattığına
ve koruduğuna inanılan en yüce varlıktır. Oğuzlar Allah fikri
ve inancına sahip olmuşlar ve bunu Tanrı adıyla ifade etmişlerdir.
Türklerin Tanrı anlayışı İslâm’ın Allah anlayışıyla hemen hemen
aynı olmuştur.
İnsanüstü bir kudret ve kuvvet olan Tanrı mefhumunun umumi
bir tarifini yapmak oldukça zordur. Bundan dolayı insanlar, hatta
hayvan ve bitkiler de tanrı sayılmıştır. Eski Yunan ve Roma’da
ölümlü kadınlarla birleşerek çocuk yapan tanrıların erkek veya
dişi oluşu, o toplumların pederşâhi veya mâderşâhi aile yapılarıyla
ilgilidir.558 Eski dinlerde genellikle, göklerin tanrısı, suların tanrısı
ve karaların tanrısı olmak üzere üç büyük tanrı tasavvuru daima
mevcut olmuştur.
Tanrı kelimesinin etrafında bazı kavramlar oluşmuştur. Tevrat’daki
Evâmir-i Aşere (On Emir), Yahudilik ve Hıristiyanlık
için Tanrı buyrukları olarak kabul edilmiştir. Bilindiği kadarıyla
Tevrat’ın getirdiği Tanrı kavramı, bu mefhumun ilk evrensel nitelikte
olanıdır. Halen elde bulunan Yahudilik mukaddes kitaplarının
Yahvist metinlerinde daha çok millî-İnsanı tarzda Tanrı anlayışı
hâkimdir.
Hz. Mûsâ kanunları, Pagan sanatının tanrıları insan şeklinde
tasvir etmesini yasaklamış, Hıristiyanlığın ilk yıllarında bu yasağa
titizlikle uyulmuştur. Teslis’in birinci unsuru Peder ile üçüncü unsuru
Ruhu’l-Kudüs’ün temsili şekilde tasvirleri, Hz. İsa’nın da insan
şeklinde tasvir edilmesine zemin hazırlamıştır. Zamanla daha da
gelişen bu tasvir sanatı, başka yüce varlıkların da simgelenmesine
yol açmıştır. Nitekim bu simge hadisesi Hz. İsa’nın Vaftizi ile Uruc
(Göğe Yükseltilme)’unda da görülmektedir.
Geçen yüzyılın Batılı sanatçılarından çoğu Tanrıyı yaşlı bir
adam, Haç’ını taşıyan bir papa veya imparator, şimşek çaktıran
jüpiter şeklinde tasvir etmişlerdir.
Tek tanrılı dinlerde bir tek Tanrı (Allah) olmasına rağmen çok
tanrılı dinlerde, hemen her kudret ve kuvvet için bir tanrı (İlâh)
vardır. Müslümanlıktan önce Araplar putlara taparlarken, bunlardan
en yüce saydıklarına Allah adını vermişler, öteki tanrılara da
“ilâh” (Aramca, alaha) demişlerdir.
Tanrı kelimesi, Türk Atasözlerinde aynen Allah karşılığında
kullanılmıştır. “Büyüklük Tanrıya yakışır”, “Tanrı rızkını kuluyla
557 V. F. Büchner, İ.A XI, 707
558 Bertholet, Wörterbuch der Religionen, Stutgart 1963, s. 197
PUT VE PUTA TAPINMA
- 207 -
birlikte yaratır” vb. atasözlerimizden sadece birkaç örnektir. Günümüz
Türkiye’sinde yaşayan Türklerle, bugün hudutlarımız dışında
kalan ülkelerde yaşayan Türkler de Allah ve Tanrı kelimelerini
aynı kavramı ifade etmek için bir arada kullanmaktadırlar.
Hal böyle olmakla beraber Tanrı kelimesinin Allah karşılığında
kullanılamayacağı, Allah mefhumunun tam karşılığının bulunmadığı
vb. öteden beri ileri sürülmektedir. Bu görüşte olanlara
göre, Tanrı Allah demek değildir. Tanrı eski putların adıdır. Allah
kelimesi, İslâm’ın tavsif ettiği özel bir isimdir ve hiç bir put için
kullanılmamıştır. Bundan dolayıdır ki, Tanrı, Allah mânâsını ifade
edemez. Bunun aksini savunanlar da olmuştur. Bu görüşte olanlar,
Müslümanlığı kabulden itibaren Türklerin Tanrı kelimesini Allah
mânâsında kullandıklarını, yüzlerce yıldan beri yazılan tefsir, hadis
ve çeşitli dinî eserlerde hep Tanrı kelimesinin Allah karşılığında
kullanıldığını ileri sürmektedirler. Onlara göre Yunus Emre, Mevlit
yazarı Süleyman Çelebi vb. Türk şairleri eserlerinde hep Allah kelimesi
karşılığında Tanrı kelimesini kullanmışlardır.
Tanrı kelimesine karşı oluş, biraz da zorla Türkçe okutulduğu
dönemde Ezan’daki Allah kelimesinin Tanrı olarak değiştirilmesinden
kaynaklanmaktadır. Türkiyeli Müslümanların hem Allah,
hem de Tanrı kelimelerini aynı mânâda ve bir arada kullandıkları
bilinmektedir. Cumhuriyet dönemi Kur’an mütercimlerinden merhum
H. Basri Çantay, “Lâ ilâhe illallah” cümlesini “Allah’dan başka
Tanrı yoktur” şeklinde tercüme etmiştir. Görüldüğü gibi merhum
mütercim burada Allah karşılığında Tanrı kelimesini kullanmıştır.
Bu tür misalleri çoğaltmak mümkündür. İstiklâl Marşı şairi M. Ãkif
de “Demek almayacak Tanrı selâmını bile” mısraında Allah yerine
Tanrı kelimesini kullanmıştır. Allah karşılığında Tanrı kelimesi kullanılabilir,
fakat her Tanrı, Allah değildir. 559
Allah ismi ile Allah’dan başka hiçbir ma’bûd anılmamıştır ve
O’nun benzeri de yoktur. Tanrı ve Hüdâ isimleri Allah gibi özel
bir isim değil aksine ilâh, rab, ma’bûd gibi umumi bir isimdir.
Arapça’da “ilâh”ın çoğuluna “âlihe”, “rab”ın çoğuluna “erbâb”,
Farsça “Hüda” çoğuluna da “Hüdâyân” denilir. Ancak Allah’ın çoğuluna
“Allahlar” denildiği ne işitilmiş, ne görülmüştür.560 Hiçbir
dil başka dildeki kelime ve terimleri tam olarak karşılayamadığı
gibi, kendine has anlamları olan Allah kavramının da tam karşılığını
bir başka dilde bulmak mümkün değildir. Bu bakımdan
559 Hikmet Tanyu, İslâmlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, İstanbul 1986,
s. 188
560 Elmalılı, Hak Dini, Kuran Dili, 1, 24.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 208 -
zaruret olmadıkça Allah mefhumu karşılığında yine ve yalnız Allah
kelimesini kullanmalıdır. 561
Tasarruf: Faâliyet göstermek, yetki kullanarak iş yapmak. Tasavvufta;
Kerâmet göstermek, olağanüstü yollardan iş yapmak ve
tesir etmek, insanlara ve eşyaya hükmetmek ve onları idare etmek,
Allah’ın eşyayı ve bütün varlıkları velîsine Mûsâhhar kılması.
Hakikatte tasarrufta bulunan (mutasarrıf) Allah’tır. Fakat tasavvufa
göre velîler de himmetleriyle varlıklar üzerinde tasarrufta
bulunurlar. Zira Allah her şeyi onlara Mûsâhhar kılmıştır. Velîler
himmetleri ile tasarrufta bulunurlar. Fakat ism-i a’zamla tasarrufta
bulunduklarına da inanılır. Bazı velîlerin öldükten sonra da tasarrufta
bulunduklarına inanılır.
Taş Yapıştırmak: Gaybdan haber almak ve gelecek konusunda
bilgi sahibi olmak merakının en garip ve akıl almaz
tezâhürlerinden biri de daha çok kadınların ilgi gösterdikleri taşa
taş yaptırma hurâfesidir. Bu da niceleri gibi türbeler çevresinde
uygulanmaktadır. Genellikle türbe içinde veya yakınındaki herhangi
bir taş veya duvar bu iş için kullanılmaktadır.
Taş yapıştırma hurâfesinde dikkat çeken husus; o türbedeki
zat aracılığı ile tutulan niyetin Allah katında kabul görüp görmediğinin
öğrenileceği zannı, hatta dileklerin bizzat türbede bulunandan
dilendiğine inanılmasıdır. Bazen de taş yapıştırılan taşta/
duvarda bir kutsiyet vehmedilmesinin bu eyleme vesile kılındığı
görülür. Tabii bütün bunlar, putperestlik, yani kutsiyet izâfe ederek
putlara tapınma sapıklığının bir uzantısı olmaktadır. İslâm’ın
en ciddi mücâdele hedeflerinden birincisi olan putperestlik kalıntılarının,
çağdaş müslümanın hayatında uygulama imkânı bulması
ne kadar ters bir durumdur. Hz. Peygamber’in vefâtından sonra
İslâm’dan ayrılan mürtedlerele en amansız mücâdeleyi/savaşı Hz.
Ebû Bekir vermiştir. Bu yüzden çağdaş irtidat olaylarına İslâm mütefekkirleri
“Ebû Bekir’i olmayan irtidat” demektedirler. Hz. Ömer
de bid’at, hurâfe ve bâtıl inanışlara karşı pek büyük bir hassâsiyet
içinde olmuştur. Bu yüzden çağdaş hurâfe ve bâtıl inanışlara da
“Ömer’i olmayan hurâfeler” denilebilir.
Taş yapıştırmakla geleceği hakkında bilgi edindiğini, dileğinin
kabul edilip edilmediğini öğrendiğini sanan câhillere Buhârî ve
Müslim gibi sahih hadis kitaplarında, kendisinden nakledilen bir
hadiste gördüğümüz Hz. Ömer’in şu tavrını hatırlatmakta büyük
fayda olabilir: Hz. Ömer, bir haccında Haceru’l-Esved’e yaklaşıp
öpmüş ve sonra kulaklara küpe şu sözleri söylemiştir: “Çok iyi
561 Osman Cilacı, Şamil İslâm Ansiklopedisi: 6/110-111
PUT VE PUTA TAPINMA
- 209 -
biliyorum ki sen zararı ve faydası olmayan sade bir taş parçasısın!
Eğer Rasûlullah’ın seni öptüğünü görmeseydim asla seni öpmezdim!”
Nerede ve ne şekilde olursa olsun herhangi bir taşa şu ya da
bu şekilde taş yapıştırmakla tutulan niyetin gerçekleşeceğine
inanmak gibi bir sapıklıktan vazgeçilmesi ve böyle hurâfelerle sevinen
veya yerinenlerin ikaz edilmesi, akıl ve İslâm çizgisine gelmelerinin
öğütlenmesi Tevhide hizmet noktasından önem arzetmektedir.
“Allah bize kâfidir ve O, ne güzel vekîldir.” 562
Tayy-i mekân: Yerin dürülmesi, mesâfenin kısalması sûretiyle
gerçekleşen kerâmet, uçmak. Bast-ı zaman: Zaman içinde zaman
yaratmak. (Tayy-ı mekân, yerin, evliyâ için katlanarak küçülmesi
demektir. Evliyâ, aynı saatlerde birkaç yerde bulunabilir; yani yerin
katlanmasıyla, velî olan zat, aynı saatlerde dünyanın, birbirinden
son derece uzak birçok yerlerinde bulunabilir.
Tayy-i zaman: Zaman içinde zaman yaratmak. (Tayy-ı zaman,
zamanın durdurulması anlamına gelir. Velî, bu sûretle, bir yandan
bulunduğu yerde zamanı durdurarak, ya da zamanın akışını, bir
diğer yerdeki zamanın akışına göre yavaşlatarak yaşar. Zamanın
katlanmasıyla, -ya da durdurulmasıyla- evliyâ, örneğin birkaç saniye
içinde başka bir ülkeye intikal ederek orada yıllarca kaldıktan,
hatta ev, bark, çoluk çocuk sahibi olduktan sonra tekrar eski yerine
döner ve hayatına, kaldığı noktadan devam eder. Öyle ki döndüğü
zaman, meselâ, gitmeden önce önüne konmuş olan yemek
hâlâ sıcacık durmaktadır. Onu sofrada bekleyenler sadece birkaç
saniye içinde ortadan kaybolmuş olmasına hayret ederler.)
Teberrük: Bir şeyi kudsî (kutsal) sayıp ondan bir hayır, bir fayda,
bir uğur, bir bereket ummak.
Tecellî: Âşikâr olmak, açığa çıkmak, görünmek, zuhûr etmek.
Tasavvufta; gaybden gelen ve kalbe zâhir olan nurlar. Görünmeyenin
kalpte görünür hale gelmesi.
Tecessüd: Arapça bir kelimedir. Vücutlanma, bedene girme,
insan vücuduna dönüşme demektir. Hıristiyanlığa göre Tanrı, insanın
aslî günahını bağışlamak için İsa’da tecessüd ederek insan şeklinde
dünyaya gelmiştir. Tasavvufta; Rûhun ceset ve madde haline
gelmesi, bedenleşmesi. a) Bir velînin rûhu başka bir yerde, ayrı bir
beden ve madde kalıbı ile zâhir olabilir. b) Ölen bir velînin rûhu
eskisinin tıpkısı olan bir beden kalıbı ile zâhir olabilir. Tecessüd,
reenkarnasyon ve tenâsühten ayrı bir olaydır.
562 3/Âl-i İmrân, 173
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 210 -
Teferrüc: Seyretme, temâşâ etme. Tasavvufta; mânen yükselen
sâlikin rûhî bir mi’râc yapması, ulvî-süflî, maddî-mânevî bütün
âlemlerde seyahat etmesi, her şeye yukarıdan bakması.
Teslis: Arapça üç demek olan selâse kelimesinden türetilmiştir.
Üçleme, üçe çıkarma demektir. Hıristiyanlıkta Tanrı’nın üç unsurun
birleşimi olduğuna inanma haline denir. Üç tanrılık gücün
tek tanrıda birleşmesi demek olan teslis, baba (tanrı) – oğlu (İsa) –
rûhu’l kudüs’ü hıristiyanlar, tanrının üç ayrı görünümü sayarlar ve
üçlükte tekliğe inanırlar; yani Tanrı hem tektir, hem de üç. Bu yüzden
hıristiyanlara ehl-i teslis de denir. Kur’ân-ı Kerim, teslisin açık
bir küfür olduğunu ve teslisi kabul edenlerin kâfir olduğunu563
vurgulayarak, bundan vazgeçilip Allah’a yalan uydurulmamasını
ve Hz. İsa’ya iftira atılmamasını564 emreder.
Teveccüh: Yönelme, öz alâka. Tasavvufta; a) Şeyhin Hakk’a,
müridin mürşide yönelmesi, gönlünü ona bağlaması. b) Nakşîlikte
muhabbet râbıtasının bir şekli. Mürid, şeyhin rûhâniyetine muhabbet
yoluyla teveccüh eder, teveccüh esnâsında öyle bir istiğrak
(trans) haline geçer ki, beşerî ve bedenî varlığından haberdar olmaz.
Bu durumda şeyhin rûhâniyeti müridin bâtınında faâliyete
geçip onun beşerî vasıflarını ortadan kaldırır, tedrîcen mürid,
mürşidinin rûhânî vasıflarıyla sıfatlanır. Şeyhin müridine teveccühü,
bütün mânevî gücünü ve rûhânî tesirini müridin kalbi üzerine
yoğunlaştırarak ona feyz akıtması, onu büyük bir mânevî değişime
uğratmasıdır.
Tılsım: Üzerine şekil veya harfler yazılmış, gizli ve sihirli kuvveti
olduğu kabul edilen şey, sihir gücü olduğu kabul edilen şey,
doğaüstü güç ve böyle bir güç taşıdığı sanılan muska, nazarlık vb.
nesne.
Titan: Eski Yunan mitolojisinde varlığı kabul edilen bir dev ırkı;
Uranüs ve Gaca’nın çocukları. Bu mitolojiye göre insanların atası
olan tanrılar.
Trakya (Thrakia): Yunancadır. Birçok mitolojik tanrıların ve
kahramanların yurdu Doğu Avrupa bölgesi. Dilimizde Trakya
denir. Örneğin, savaş-tanrı Ares Trakya asıllıdır, rüzgâr-tanrılar
Trakya’da otururlar (çünkü onlar için bu bölgenin sert havası gereklidir),
Lykurgos Trakya kralıdır, Tereus Trakya kralıdır, Argo yolcularının
ünlü uğrağı Salmydessos Trakya’dadır, Kikon’ların yurdu
Trakya’dır. Odysseus’un gemisi ilkin onu Trakya kıyılarına atmıştır.
563 5/Mâide, 73
564 4/Nisâ, 171-172
PUT VE PUTA TAPINMA
- 211 -
Bunlardan daha önemlisi de, Yunan dininin kurucusu olan Orpheus
Trakyalı’dır ve ünlü gizemciliğini Trakya’dan getirmiştir.
Türbe: Toprak, hâk. Tasavvufta; Bir ermişin ve yatırın kabrinin
bulunduğu üstü kapalı mekân, ziyâret yeri. Buralara adaklar adanır,
mumlar yakılır, dilekler dilenir, serili postlarda namaz kılınır,
duâ edilir, paralar verilir, çapıtlar bağlanır. Ermişin ve yatırın sağ
insanlara mânen, ama gerçekten yardımcı olacağına inanılır. 565
Türbelere adak: Adak ya da dinî ifadeyle nezir; Allah rızâsı için,
insanın kendi kendini herhangi bir şarta bağlı olarak veya mutlak
şekilde mubah olan bir konuda borçlandırmasıdır. Adak yerine
getirilmediği müddetçe, adayan borçlu kalır. Adak, Allah’tan
başkası adına adanamaz. Adanırsa adak olmaz. Adayan da şirk
koşmuş olur. Ayrıca, iyice bilinmesi gerekli bir husus da adağın
hiçbir şeyi değiştiremeyeceği, kaderi zorlayamaycağıdır. Kimse
yapacağı vaatlerle -hâşâ- Allah Teâlâ’nın ezelî takdirini değiştirebileceğini
sanmamalıdır. Peygamber Efendimiz konuyu şöyle dile
getirmiştir: “Nezir (adak) hiçbir şeyi (şerri ve zararı) def etmez. Ancak
nezir sebebiyle cimriden mal çıkarılmış olur.”566 Başka bir hadis-i şerif
de şöyledir: “Kim, Allah’a itaati gerektiren bir hayır ve ibâdet adarsa,
adağını yerine getirsin. Kim de Allah’a karşı günah işlemeyi gerektiren
şer bir iş nezrederse, Allah’a âsi olmasın, adağını yerine getirmesin.” 567
Allah’a karşı isyan olan bir adağın yerine getirilmesi, adanmasından
daha büyük bir vebaldir. Allah’tan başkaları için adanan
adaklar da yerine getirilmemesi gerekli nezirler cümlesindendir.
O halde “falan türbeye bir koç adadım” diye söylenip gezenler ne
yapmak istediklerini anlamalıdırlar. Bu sözden maksatları “adadığımı
falan türbe civarında Allah için keseceğim” demek midir?
Yoksa “o türbede yatana adadım” mı demek istemektedirler?
İkincisi ise, bu bir şirk koşmadır, terkedilmesi kesinlikle lâzımdır.
Bir ölü için, yatır için kurban kesilmesi, ona adak adanması şirktir/
küfürdür. Oralarda kurban adıyla hayvan kesenlerin hemen hepsi
böyle bir şirk içine düşmektedir. Bunlar, besmeleyle de kesseler,
kestikleri murdardır, yenilmez. Birincisi ise; câhilleri yanıltmamak
ve hurâfeci duruma düşmemek için ve yer kaydı da adakta önemli
olmadığından dolayı, türbe çevresinde değil de istediği başka bir
yerde Allah için adağını yerine getirmeli, hayvanını hurâfelere karıştırmadan
kesmelidir.
565 Bak. Anıtkabir
566 Buhârî, Kader 6
567 Buhârî, Eymân 28
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 212 -
Uğursuzluk: Hurâfe ve bâtıl inanışların, yanlış kabullerin, doğrudan
kaçışların cirit attığı tevhid bilincinden mahrum bir toplumda
bazı şeylerin uğuruna, birçok şeyin de uğursuzluğuna hükmedileceği
ve değer kargaşasına düşüleceği gâyet doğaldır. İçinde
yaşadığımız toplumda ne uğursuzluk vehimleri yok ki?! Evden çıkınca
kedi ya da köpek görmek, köpek uluması, baykuş ötmesi, 13
rakamı, elden sabun ve makas almanın ayrılık getireceği gibi nice
anlayışlar, uğursuz yerler, zamanlar, kişiler ve eşyalar... Kuş uçurup
veya ürkütüp gittikleri yöne göre hüküm çıkarmak, bacanın veya
sigaranın dumanının çıkışına ve gidiş yerine göre yorumlara girmek
ve daha neler neler...
Hatırladıkça, saydıkça insana bunaltı veren bu tevhide ters
yanlış ve uydurmaların günümüzde de hatta tesirini artırarak yaşaması,
toplumun çoğu kesimini etkisine alması karşısında, sığınılacak
yer Kur’an ve Sünnet olacaktır. Peygamberimiz bu konuda
şöyle buyurmaktadır: “Uğursuzluk diye bir şey yoktur!”568 Kadın, ev
ve binekte uğursuzluk bulunabileceğine dair bir rivâyeti Hz. Âişe
vâlidemiz; “Câhiliyye Arapları bu üç şeyde uğursuzluk olduğuna
inanırlardı” demektir, diye katılmadığını kesin bir şekilde ortaya
koymuştur. “Uğursuzluk vehmiyle hiçbir niyet edilen işten geri dönülmemesi
gerektiği” Taberânî’nin rivâyet ettiği bir hadiste yer almaktadır.
Halk arasında günlük konuşmalarda duyduğumuz “uğurlu
geldi”, “uğursuz geldi”, “aramızda uğursuz biri var” gibi sözler
ve hükümler birer zan ve vehimdir. O şeyin veya olayın aslında
uğurlu veya uğursuz olduğunu göstermez. Hiçbir şey doğuştan
uğursuz değildir. Uğursuzluk varsa, bu, kişilerin yorumunda ve anlayışında
aranmalıdır.
Uğursuzluk anlayışı, birçokları gibi İslâm’a başka inanç sistemlerinden
girmiştir. Dolayısıyla müslümanların İslâmî hiçbir esasa
dayanmayan ve Peygamberimiz tarafından “yoktur!” diye beyan
buyrulan uğursuzluk hurâfesine iltifat etmemeleri, aydınlık ufuklarını
karartmamaları, hüsn-i zan ve iyimser özelliklerini yitirmemeleri,
zihnî ve imanî sâfiyetlerini bozmamaları gerekir. Hurâfeler
ve bâtıl inanışlarla sıkıntı ve evhamdan başka bir yere varılamaz.
Uknum-akanim: Uknum, Arapça unsur, esas, temel demektir.
Akanim de onun çoğuludur. Akanim-i selâse: üç uknum, yani teslisin
üç temel unsuru demektir ki, bunlar baba-oğul-ruhu’l kudüstür.
Umay: Eski Türklerde çocukları koruyan tanrıça. Göktürkler ve
Kırgız Türklerince inanılmıştır.
568 Buhârî, Tıb 19, 25, 43-45; Müslim, Selâm 102
PUT VE PUTA TAPINMA
- 213 -
Uranüs: Eski Yunan’da gökyüzü tanrısı; yeryüzü tanrıçası
Gaia’nın oğlu ve kocası; titanların, sayklopların ve devlerin babası.
O, Romalılarca Coelus adıyla bilinirdi. Mitolojiye göre Uranüs,
tüm çocuklarını hapseder, ancak Cronus, Gaea’nın kışkırtmasıyla
onu hadım eder ve onun tenasül uzvunun denize düştüğü yerden
Afrodit oluşur. Ayrıca onun spermaları ve kanı Erinnyleri, devleri
ve diğer bazı varlıkları oluşturur.
Üçler: Üç büyük velî. Gayb erenlerden üç ulu ermiş. Üçler,
Hak’tan istimdad eder, halka imdad eder, insanlara şiddet ve kahr
ile değil; mülâyemet ve merhametle muâmele ederler. Üçler, erkeklerden
de kadınlardan da olabilir. Üçlerden biri aralıksız ve kesintisiz
Hak’tan aldığı feyzi halka akıtır. Üçler bir kutub, iki imamdan
oluşur. Kutb veya gavs-ı a’zam, Alah adına mülk ve melekût
âlemini idâre eder. Kutbun iki vezîri (yardımcısı) vardır. Bunlara
imâmân denir. Pekçok yöre, türbe, mahalle, semt ve kasaba; ismini
üçlerden alır.
Ülgen (Ülken): Eski Türklerde Gök-tanrı. Şamanlığın büyük
tanrısıdır. Bu ad, Şamanlığın gök-tanrısına Şamancı Türklerce
verilmiştir. Altay Türkleri ona Ülgen Bay diyorlar. Telöt’lerin bir
duâlarında: “Sen, yukarıdaki Ülgen Bay, sürüler ver bize, ekmek
ver” diye yakarılmaktadır.
Vaftiz: Yunancadan geçmiştir. Hıristiyanların küçük çocuklara
ve dinlerine girenlere uyguladıkları suya sokma veya su serpme
töreni demektir. Hıristiyanlara göre, doğuştan, babası Âdem’in
suçuna ortak olarak dünyaya gelen insan, ancak kutsal kabul
edilen kilisedeki su ile yıkanarak günahlarından arınabilir. Yoksa
hıristiyan kabul edilemeyeceği gibi, günahlarından da arınmamış
olur ve cehennemi hak eder.
Vahdet-i şühûd: Vahdet; Birlik demektir. Vahdet-i şühûd: Tasavvufta;
sâlikin her şeyi Allah olarak, Allah’ın tecellîleri olarak
görmesi, O’ndan başkasını görmemesi hali. Bu hal, sekr, galebe ve
gaybet gibi isimler verilen vecd ve istiğrak halinde kendini gösterir.
Bu halde iken sâlik, nefsinden fâni olması sebebiyle kendini de
görmediğinden Hallâc gibi: “Ene’l-Hak” der. Bayezid Bestâmî gibi,
“Sübhânî mâ a’zame şânî (Bana tesbih olsun, benim şânım ne yücedir!)”
der. “Cübbemin altındaki, Allah’tan başka bir şey değil”
der. Yûnus gibi “Ete kemiğe büründü, Yûnus diye göründü” der.
Fakat bu hal geçtikten sonra Hak ile halkı ayrı ayrı görür, yaratanı
yaratılandan ayırır.
Vahdet-i vücud: Bir bilme, Allah’tan başka varlık olmadığının
idrâk ve şuûruna sahip olmak. Şuhûdî tevhidde, yani vahdet-i
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 214 -
şuhûdda sâlikin her şeyi bir görmesi geçicidir; birlik, bilgide değil;
görmededir. Vahdet-i vücudda ise, birlik bilgidedir. Yani sâlik
gerçek varlığın bir tane olduğunu, bunun da Hakk’ın varlığından
ibâret bulunduğunu, Hak ve O’nun tecellîlerinden başka hiçbir
şeyin hakiki bir varlığı olmadığını bilir. Ancak, vahdet-i vücud
ehli, bu bilgiye nazarî olarak değil; yaşayarak ve mânevî tecrübe
ile ulaşır. Bunun böyle olduğunu başka bir yoldan bilmenin bir
değeri yoktur. Vahdette kesret – kesrette vahdet: Birlikte çokluk
– çoklukta birlik. Vahdet ehline göre vahdet gerçek, kesret hayaldir.
Bir olan varlığın çok görünmesi sadece bir görünüş meselesidir.
Gerçek sûfî, çoklukta birliği görür. “Lâ maksûde (lâ matlûbe,
lâ murâde) illâllah” kusûdî, “lâ meşhûde illâllah” şuhûdî, “lâ
mevcûde illâlllah” vücûdî tevhiddir.
Vahiy: Hakk’ın hitâbı. Sûfîlere gelen ilhâm. İbn Arabî; “Sözlerimiz
vahy-i kelâm değildir ama vahy-i ilhamdır” der.
Vefk: Duâ yazılı muska, denklem, sihirli kareler; sıralarının,
sütunlarının ve köşegenlerinin toplamı aynı olan kareler. Matematiksel
bir eğlence olmaktan öte hiçbir gizemi olmayan bu karelerdeki
matematiksel simetri, matematikten anlamayan câhil
insanları cezbetmiş ve onları bu denklemleri kutsallaştırmaya
sevketmiştir. Büyük bir ihtimalle, halkın cehâletinden yararlanan
kurnazlar tarafından amacından saptırılan “ebced” sayı sistemi,
zamanla cincilerin, büyücülerin ve sahte doktorların menfaat tuzağı
haline dönüşmüştür. Hatta Kur’an’ın yüce kelime ve âyetleri
bile vefk (denklem) diye adlandırılan bu karelere şeytânî amaçlarla
yerleştirilmiş ve ne acıdır ki âlim diye tanınan nice kişi tarafından
da onaylanmıştır.
Velâdet: Doğum. Tasavvufta; Tâlibin mürşide intisab etmesi
ve tarîkate girmesi. Buna velâdet-i sâniye (ikinci doğum, mânevî
doğum) denir. Şeyh ile mürîdi arasında öyle bir kaynaşma (teellüf)
hâsıl olur ki neticede mürîd şeyhin parçası olur, tıpkı tabiî
velâdette oğul babanın parçası olduğu gibi. “İnsan iki kere doğmadan
melekût âlemine yükselemez.” İlk doğumla madde âlemi
ile irtibat kuran insan, ikinci doğum ile melekût âlemi ile irtibat
kurar. Mürîdin babası, onun bedeninin, şeyhi ise rûhunun var
oluş sebebi olduğundan, şeyh baba, mürîd onun oğludur. Mürid,
babasının bel, şeyhinin yol evlâdıdır. Şeyh, bir anne bebeğini
nasıl sütü ile beslerse, öylece onu irfânı ve feyzi ile besler. Buna
redâ (süt emme süresi) denir. Seyr ve sülûkünü tamamlayan ve
rûhen olgunlaşarak bâliğ ve reşîd olan mürîde şeyh icâzetnâme
(hilâfetnâme) verir. Buna fitâm (sütten kesme) denir. Bu yüzden
müridler, şeyhlerine baba (eb, vâlid, peder); şeyhler ise müridlerine
evlâdları nazarıyla bakarlar.
PUT VE PUTA TAPINMA
- 215 -
Venüs: Eski Roma’da su kaynakları, bahar ve verimlilik tanrıçası,
bahçeler ve çiçeklerin koruyucusu kabul edilen ilâhe. Sonraları
Afrodit’le özdeşleştirilen Venüs, genellikle aşk ve sevgiyle ilişkili
görüldü. 1 Nisan ve 19 Ağustos onun festival tarihleriydi.
Vesen: Câhiliyye dönemi Araplarınca tapınılmak amacıyla taştan
belirli bir şekil verilerek yontulmuş olan sûret; put.
Vesîle: Vâsıta, aracı, sebep, bahâne. Tasavvufta; a) Allah’a yaklaşmak
veya bir dileğin kabul edilmesini veya bir musîbetin defedilmesini
sağlamak için ermişlerin türbelerine gidip onların ruhlarında
ve yatırlardan meded ummak. Tasavvufî anlamda vesîle ve
tevessül budur.
Vesvese: Şeytanın meydana getirdiği iç karışıklığı, iç üzüntüsü,
vehim, kuruntu, şüphe, tereddüt.
Volkan (Volcanus): Eski Roma’da ateş-tanrı. Eski bir Etrüsk
tanrısıdır. Bu tanrı adına Volcanalia adı verilen bayram yapılır. Bu
bayramda insanları korusunlar diye ateşe hayvanlar atılırmış.
Yahova: Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü olan Ahd-i Atik’de
Tanrı için kullanılan bir lafızdır. Yahudilerin kendi Tanrılarına verdikleri
addır. Yehova veya Yahve biçiminde de yazılıp söylenir.
Elohim lafzı da yine benzer şekilde kullanılır. Yalnız Yahova, yahudi
ırkının özel tanrısı olup, başkalarının tanrısı değildir.
Yahova şâhitleri: Yahova/Yahve (Tanrı)’nın şâhitleri anlamında
olan bu tâbir, hıristiyanlığı kendilerine göre yorumlayan, merkezî,
otoriter bir teşkilâta bağlı misyoner grubunun kendilerine verdikleri
addır. Yahova şâhitleri, yılbaşında Noel Baba adına yapılan
âdetleri kabul etmezler. Yeryüzünü ebedî kabul ederler ve bu
anlamda bir kıyamete de inanmazlar. Gayelerini dünya üzerinde
gerçekleştirmek dâvâsıyla çok çeşitli dernekler, örgütler kurmuşlar,
bu maksatla dergiler, kitaplar, broşürler yayımlamışlar, her çeşit
araç ve propaganda yoluyla evden eve dolaşarak faâliyetlerini
sürdürmüşlerdir ve hâlâ da bu çalışmalarına devam etmektedirler.
Her ülkede, askerliğe karşı çıkarlar. Savaşlara, kan vermeye ve kan
nakline karşıdırlar, barışçı ve iyiliksever portre çizmeye çalışırlar.
Yatır: Ermişlerin gömülü olduğuna ve ziyâretçilerine fayda ya
da (çarparak) zarar verdiğine itikad edilen mezarlar.
Yediler: Yedi büyük velî, gayb erenlerden yedi ulu ermiş.
Bunlara ricâl-i ûlâ da derler. Her nefeste mi’râc yapıp Allah’ın
huzûrundan marifet-ilim tahsil ederler. Yediler, yedi abdal denilen
Ricâlu’l-gaybden ayrıdır. Pek çok semt, türbe ve mahalle;
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 216 -
ismini yedilerden alır.
Yemin: Yemin, kutsal sayılan bir varlığı tanık göstererek verilen
sözdür. Her toplum, kendi kutsal saydığı tanrısı, putu veya
totemi adına yemin eder(di). Sümerliler suya dokunarak yemin
ederlerdi. Yunanlılar da Zeus adına. Özellikle çeşitli silâhlar, demir
ve demirci körüğü üzerine and Ortaasya Türkleri arasında yaygınlığını
sürdürmüştür. Anadolu Türkleri arasında bıçak, kılıç atlamak
en kuvvetli andlar arasında sayılagelmiştir. Çeşitli silâhlar, çoban
sopası ve bıçak gibi âletlerin birincide derecede and içmede rol
almaları, ilkel toplumlarda bu âletlerin üretim aracı olarak büyük
fonksiyon ifa etmeleriyle açıklanır. Bu âletler aynı zamanda koruyucu
ve besleyici ruhu temsil eden fetişlerdir. Anda uyulmaması
halinde bu fetişler darılır ve bozana zarar verir inancı vardır.
İslâmiyet’ten sonra Türkler, yer yer bu geleneklerini sürdürürken,
Mushaf/Kur’an üzerine and içildiği veya Kitab’a el basıldığı da görülmeye
başlanmıştır. Sonra, ekmek üzerine de and içmek önem
kazandı. Sevilen, değer verilen kişiler üzerine and içme, eski Türklerden
bu güne kadar yaygın bir uygulamadır. Fetişizmden dolayı,
kendisi üzerine and içilen/yemin edilen tabu veya putun, eğer yemine
sâdık kalınmazsa çarpacağı, zarar vereceği anlayışının hâlâ
sürdüğü görülmektedir. Halkın, “Kur’an çarpsın!”, “ekmek çarpsın!”,
“iki gözüm önüme aksın!”, veya “çocuğumun başı üzerine”,
“anamın ölüsünü öpeyim” gibi bedduâ/ilenç karışımı and içmeleri,
bu anlayışın uzantısıdır. “Yemin etsem başım ağrımaz” deyimi de,
yine, yalan yeminin musîbete sebep olacağı anlayışı ile ilgilidir. 569
Yer altı Dünyası: Birçok câhilî dinsel gelenekte yer altı dünyası
bir çeşit cehennem olarak görülür. Eski Yunan mitolojisine göre
buraya Hades ve Persephone hükmederdi ve orada beş yeraltı
nehri bulunurdu. Kişiler öldükten sonra bu dünyada ruhlara Hermes
kılavuzluk ederdi. Burada ruhlar yargılanır ve suçlular ceza
çekerdi. Bu âlemin en alt tabakası Tartarus’du.
Yer-Su: Eski Türklerde, doğa kültü çerçevesinde dağ, nehir,
orman ve benzeri tabiat varlıkların kutsal görülmesi. Şamanlık
inancında Yer-Su, Yeryüzünde insanlarla birlikte yaşayan iyilikçi
ruhlara denirdi.
Yıldıznâme: Yıldızların hareketleri ile insanların kaderi arasında
olduğu varsayılan ilişkileri konu edinen ve bunlardan ahkâm
çıkaran kitap, astroloji.
Zıllullah: Tanrı’nın gölgesi. Tasavvufta; vâhidiyet mertebesini
569 Bak. And ve Andiçme
PUT VE PUTA TAPINMA
- 217 -
kendi gerçeği haline getiren insan-ı kâmil. Bu kültürün etkisiyle
olacak, eskiden sultanlara/padişahlara “zıllullahi fi’l-arz (Allah’ın
yeryüzündeki gölgesi)” denilirdi.
Ziyâret: Mübârek ve kutsal olduğuna inanılan ermişlere ait kabir
ve türbelerin ziyâret edilmesi; Buralarda duâ ve ibâdet edilmesi,
kurban kesilmesi. Ziyâret edilen yere ziyâretgâh (mezar) denir.
“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!”
Ne mutlu, Allah’tan başkasının önünde eğilmeyip sadece O’na
secde ederek ibâdet edenlere ve her yaptıkları eylemi Allah’a
ibâdet ölçüsünde yapanlara! Yazıklar olsun, kula kulluk yapan
kullara ve tâğutlara, putlara, ya da hevâ ve heveslerine tapanlara!
Mahmut Kaçar’a ve İbrâhim’in (a.s.) izinden giden tüm put
düşmanlarına selâm olsun!
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 218 -
Put ve Heykel Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A PUT ANLAMINDAKİ SANEM KELİMESİNİN ÇOĞULU ESNÂM KELİMESİNİN
GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 5 Yerde): 6/En’âm, 74; 7/A’râf, 138;
14/İbrâhim, 35; 21/Enbiyâ, 57; 26/Şuarâ, 71.
B PUT ANLAMINDAKİ VESEN KELİMESİNİN ÇOĞULU EVSÂN KELİMESİNİN
GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 3 Yerde): 22/Hacc, 30; 29/Ankebût,
17, 25.
C EŞ, BENZER, DENK ANLAMINDAKİ NİDD KELİMESİNİN ÇOĞULU ENDÂD
KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 6 Yerde): 2/Bakara, 22,
165; 14/İbrâhim, 30; 34/Sebe’, 33; 39/Zümer, 8; 41/Fussılet, 9.
D SAHTE İLÂHLAR, RABLER ANLAMINDA ERBÂB KELİMESİNİN GEÇTİĞİ
ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 4 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 64, 80; 9/Tevbe, 31; 12/
Yûsuf, 39.
E PUTLAR, ALLAH’TAN BAŞKA BÜTÜN MÂBUDLAR, ŞEYTANLAR, AZGIN YÖ-
NETİCİLER VE ZÂLİM YÖNETİMLER ANLAMINDAKİ TÂĞUT KELİMESİNİN
GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 8 Yerde): 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ,
51, 60, 76; 5/Mâide, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17.
F HEYKEL ANLAMINDAKİ TİMSÂL KELİMESİNİN ÇOĞULU TEMÂSÎL KELİ-
MESİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 2 Yerde): 21/Enbiyâ, 52; 34/
Sebe’, 13.
G RESİM, ŞEKİL VE GÖRÜNTÜ ANLAMINDAKİ SÛRET KELİMESİ VE ÇOĞULUNUN
GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 3 Yerde): 40/Mü’min, 64; 64/
Teğâbün, 3; 82/İnfitâr, 8.
H TASVİR ETMEK, SÛRET VERMEK, ŞEKİLLENDİRMEK ANLAMINDAKİ TASVÎR
KELİMESİNİN FİİL KALIPLARININ GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 4
Yerde): 3/Âl-i İmrân, 6; 7/A’râf, 11; 40/Mü’min, 64; 64/Teğâbün, 3.
I ESMÂÜ’L-HÜSNÂ’DAN EL-MÛSÂVVİR KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİ-
ME: 59/Haşr, 24.
İ PUT KONUSUYLA İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER
a Putlar, Kıyâmet Günü Kendilerine Uyanlardan Uzaklaşacaklardır: 2/Bakara,
166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd,
21; 18/Kehf, 52; 19/Meryem, 81-82; 28/Kasas, 64, 75; 35/Fâtır, 14; 38/Sâd,
59-61; 41/Fussılet, 48; 46/Ahkaf, 6.
b Putlar, Hiç Kimseye Zarar ve Fayda Veremezler: 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 40,
41, 46, 71; 7/A’râf, 192-198; 10/Yûnus, 18, 106; 13/Ra’d, 14, 16; 17/İsrâ,
56-57; 20/Tâhâ, 88-89; 22/Hacc, 11-13; 25/Furkan, 55; 34/Sebe’, 22; 36/
Yâsin, 74-75; 39/Zümer, 38.
c Putlar, Hiçbir Şey Yaratamazlar: 7/A’râf, 191-192; 10/Yûnus, 34; 13/Ra’d,
33; 16/Nahl, 20; 21/Enbiyâ, 21; 25/Furkan, 3; 27/Neml, 60-64; 30/Rûm, 40;
31/Lokman, 11; 35/Fâtır, 40; 46/Ahkaf, 4.
d Putlar Şefaat Edemezler: 10/Yûnus, 3, 18; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 23; 39/
Zümer, 43-44; 43/Zuhruf, 86; 53/Necm, 24.
e Putlar Cehennem Odunudurlar: 21/Enbiyâ, 98-100.
f Putlar Bâtıldır: 22/Hacc, 62; 28/Kasas, 74; 53/Necm, 23.
g Putların Misali: 22/Hacc, 73.
h Putlar Rızık Veremezler: 29/Ankebût, 17.
i Putlar Kendilerine Tapanlardan Habersizdirler: 46/Ahkaf, 5.
j Lât, Uzza, Menât Putları: 53/Necm, 19-20.
k Kendisine Tapılan Putların Rabbi de Allah’tır: 53/Necm, 49.
l Putların Kendilerine Bile Faydaları Dokunmaz: 7/A’râf, 197-198; 10/Yûnus,
PUT VE PUTA TAPINMA
- 219 -
35; 21/Enbiyâ, 43; 25/Furkan, 3.
m Putlar, Yapılan Duâlara Cevap Veremezler: 13/Ra’d, 14; 27/Neml, 62; 34/
Sebe’, 22; 35/Fâtır, 14.
n Put İle Allah’ın Misali: 13/Ra’d, 16, 33; 16/Nahl, 17, 75-76; 22/Hacc, 62; 27/
Neml, 59-64; 40/Mü’min, 20.
n Putlar, Diri Değil Ölüdürler: 16/Nahl, 21.
o Putlar, Hiçbir Şeye Sahip Değildirler: 16/Nahl, 73; 35/Fâtır, 13; 53/Necm, 19-
20.
J PUTLARA TAPMAK
a Putlara Tapmak Haramdır: 5/Mâide, 90; 17/İsrâ, 29, 39.
b Putlara Sövmekten Sakınmak: 6/En’âm, 108.
c Putlara Tapanlar Gerçekte Ona Tâbi Olmuyorlar: 10/Yûnus, 66; 28/Kasas,
62-63; 39/Zümer, 3.
d Putlara Tapmaktan Sakınmak: 17/İsrâ, 22; 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 68; 42/
Şûrâ, 9.
K PUTLARIN VE KÜFÜR ÖNCÜLERİNİN CEZALARI
a Kıyâmet Günü Putların Durumu: 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/
Saffât, 22-34.
b Putlar, Müşrikler Tarafından İnkâr Edilecektir: 30/Rûm, 13.
L PUTLARIN VE KÜFÜR ÖNCÜLERİNİN CEZALARI
a Kıyâmet Günü Putların Durumu: 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/
Saffât, 22-34.
b Putlar, Müşrikler Tarafından İnkâr Edilecektir: 30/Rûm, 13.
M ENDÂD EDİNMEK
a Başkasını Allah’a Endâd/Denk Tutmak: 2/Bakara, 22, 165; İbrâhim, 30;
Sebe’, 33; Zümer, 8; Fussılet9.
N İLÂH KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYETLER (TOPLAM 147 YERDE): 2/Bakara,
133, 133, 133, 163, 163, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87,
171; 5/Mâide, 73, 73, 116; 6/En’âm, 19, 19, 46, 74, 102, 106; 7/A’râf, 59,
65, 73, 85, 127, 138, 138, 140, 158; 9/Tevbe, 31, 31, 129; 10/Yûnus, 90, 11/
Hûd, 14, 50, 53, 54, 61, 84, 101; 13/Ra’d, 30, 14/İbrâhim, 52; 15/Hicr, 96;
16/Nahl, 2, 22, 22, 51, 51; 17/İsrâ, 22, 39, 42; 18/Kehf, 14, 15, 110, 110; 19/
Meryem, 46, 81; 20/Tâhâ, 8, 14, 88, 88, 97, 98, 98; 21/Enbiyâ, 21, 22, 24,
25, 29, 36, 43, 59, 62, 68, 87, 99, 108, 108; 22/Hacc, 34, 34; 23/Mü’minûn,
23, 32, 91, 91, 116, 117; 25/Furkan, 3, 42, 43, 68; 26/Şuarâ, 29, 213; 27/
Neml, 26, 60, 61, 62, 63, 64; 28/Kasas, 38, 38, 70, 71, 72, 88, 88; 25/Fâtır, 3;
29/Ankebût, 46, 46; 36/Yâsin, 23, 74; 37/Sâffât, 4, 35, 36, 86, 91; 38/Sâd, 5,
5, 6, 65; 39/Zümer, 6, 40/Mü’min, 3, 37, 62, 65; 41/Fussılet, 6, 6; 43/Zuhruf,
45, 58, 84, 84; 44/Duhân, 8; 45/Câsiye, 23; 46/Ahkaf, 22, 28; 47/Muhammed,
19; 50/Kaf, 26; 51/Zâriyât, 51; 52/Tûr, 43; 59/Haşr 22, 23; 64/Teğâbün,
13; 71/Nûh, 23; 73/Müzzemmil, 9; 114/Nâs, 3.
O ALLAH’TAN BAŞKA İLÂH YOKTUR: 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6,
18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73; 6/En’âm, 19, 102, 106; 14/İbrâhim, 52;
16/Nahl, 22, 51; 20/Tâhâ, 8, 14; 22/Hacc, 34; 23/Mü’minûn, 116; 27/Neml,
26; 28/Kasas, 70, 88; 37/Sâffât, 4.
Ö TEVHİD (TEK İLÂH İNANCI), insanLIĞIN ASLÎ İTİKADI VE TÜM PEYGAMBERLERİN
ÇAĞLAR BOYU TEBLİĞ EDİP CANLANDIRMAYA ÇALIŞTIĞI HUSUSTUR:
2/Bakara, 133; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85, 158; 9/Tevbe, 129; 11/Hûd,
50, 61, 84; 16/Nahl, 2; 18/Kehf, 110; 21/Enbiyâ, 25, 108; 23/Mü’minûn, 23;
41/Fussılet, 6.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 220 -
P TEVHİD DİNİ:
a Tevhid Dini İslâm’dır: 6/En’âm, 161; 10/Yûnus, 105; 21/Enbiyâ, 92; 30/Rûm,
30; 39/Zümer, 3, 11.
b Bütün İlâhî Dinler (in Aslı ki, İslâm’dır/Teslimiyettir) Tevhide Dayanır: 6/
En’âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/Mü’minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf,
45; 87/A’lâ, 14-15, 18-19.
c Tevhidden Başka Her Şey Bâtıldır: 10/Yûnus, 32; 22/Hacc, 31; 41/Fussılet, 6.
d İbrâhim (a.s.)’in Tevhidî Kimliği ve Allah’a Teslimiyeti: 2/Bakara, 128, 131-
32; 16/Nahl, 120; 19/Meryem, 100-107.
R TEVHİD KELİMESİ:
a Tevhid Kelimesi Yücedir: 9/Tevbe, 40.
b Tevhid Kelimesinin Örneği: 14/İbrâhim, 24-25.
c Tevhid Ehli (Muvahhid) ile Müşriğin Örneği: 39/Zümer, 29.
d Yüce Olan, Yalnız Allah’ın Sözüdür (Tevhiddir): 9/Tevbe, 40.
S TEVHİDE DÂVET:
a Muvahhid (Allah’ı Birleyen)ler Olun: 22/Hacc, 31; 30/Rûm, 30.
b Yüzünü Tevhid Dinine Döndür: 10/Yûnus, 105.
c Allah’ın Yolunu (Tevhid’i) Tâkip Edin, Başka Yolları Tâkip Etmeyin: 6/
En’âm, 153
d Tevhide Dâvet Etmek: 10/Yûnus, 105¸30/Rûm, 30; 42/Şûrâ, 15.
Ş TEVHİD EHLİNİN AHLÂKI: 39/Zümer, 17-18; 46/Ahkaf, 13-14.
T HEVÂ VE HEVESİ İLÂHLAŞTIRMAK: 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 12
U ŞİRKLE İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER
a Allah’a Eş/Şirk Koşmak: 4/Nisâ, 36, 48, 116; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23, 39;
29/Ankebût, 68; 33/Ahzâb, 57.
b Şirkin Misali: 30/Rûm, 28.
c Şirk Büyük Bir Zulümdür: 31/Lokman, 13.
d Hevâ ve Hevesi Putlaştırmak: 45/Câsiye, 23, 47/Muhammed, 12.
e Allah’a Çocuk İsnâd Edenler: 18/Kehf, 5, 102; 19/Meryem, 88-92.
f Allah’a Eş Koşmak Haramdır: 7/A’râf, 33; 16/Nahl, 74; 22/Hacc, 31.
g Putlara Tapmak: 5/Mâide, 76; 23/Mü’minûn, 117; 46/Ahkaf, 5.
h Allah, Kendisine Şirk Koşmayı Affetmez: 4/Nisâ, 48, 116.
i Şirkten Sakınmak: 26/Şuarâ, 213; 28/Kasas, 88; 30/Rûm, 31; 39/Zümer, 65-
66; 40/Mü’min, 66; 41/Fussılet, 37; 51/Zâriyât, 51.
j Şirkten Sakınanların Mükâfatı: 47/Muhammed, 15, 36.
k Mekke’li Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’,
41; 43/Zuhruf, 20-21, 57-59.
Ü MÜŞRİKLER
a Müşrikler, Allah’a Çocuk İsnâd Ettiler:6/En’âm, 100-101; 10/Yûnus, 68-70;
16/Nahl, 57, 62; 17/İsrâ, 40; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 26; 22/Hacc,
3-4; 34/Sebe’, 40-42; 37/Saffât, 149-159, 180; 43/Zuhruf, 15-16, 18, 79-82;
52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
b Müşrikler, Allah’tan Başkasını Tanrı Edindiler: 2/Bakara, 165; 3/Âl-i
İmrân,151; 4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107, 136, 150; 7/A’râf,
191; 10/Yûnus, 18, 66; 11/Hûd, 109; 14/İbrâhim, 30; 15/Hıcr, 95-96; 16/
Nahl, 73; 19/Meryem, 81; 22/Hacc, 11-13, 71, 74; 25/Furkan, 3, 55; 36/
Yâsin, 74-75; 37/Saffât, 11; 38/Sâd, 5-7; 39/Zümer, 15 45, 67; 40/Mü’min,
10-12; 42/Şûrâ, 9; 52/Tûr, 43.
PUT VE PUTA TAPINMA
- 221 -
c Müşrikler, Kötülükleri “Atalarımızdan Devraldık” Diye Savunurlar: 2/
Bakara, 170-171; 5/Mâide, 103-104; 7/A’râf, 28; 11/Hûd, 109; 31/Lokman,
21; 37/Saffât, 68-71; 43/Zuhruf, 22-25.
d Müşrikler, Allah’ın Âyetlerini İnkâr Ederler: 6/En’âm, 4-5, 66-67, 105, 110,
124; 8/Enfâl, 31-33, 52; 9/Tevbe, 9; 10/Yûnus, 15; 37/Saffât, 68-71; 38/Sâd,
8.
e Müşrikler, Put Diye Şeytana Taparlar: 4/Nisâ, 117.
f Müşrikler, Hem Kendileri Peygamber’den Uzaklaşırlar, Hem de insanları
Uzaklaştırmak İsterler: 6/En’âm, 26, 116-117; 21/Enbiyâ,. 2-5; 25/Furkan,
7-9; 31/Lokman, 6-7; 34/Sebe’, 43-44; 38/Sâd, 8, 50/Kaf, 1-2, 5; 54/Kamer,
3; 68/Kalem, 46-48, 51.
g Müşrikler, Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkâr Ederler: 6/En’âm, 29-30, 134;
11/Hûd, 19, 25/Furkan, 11, 32/Secde, 10-11, 36/Yâsin, 78-79; 37/Saffât,
16-21; 41/Fussılet, 7; 44/Duhân, 9-10 34-36; 45/Câsiye, 24-26; 50/Kaf, 2-4;
51/Zâriyât, 12-14; 64/Teğâbün, 7.
h Müşrikler, Peygamberlerden İnanmayacakları Mûcizeler İsterler: 6/En’âm,
37, 57-58, 109-111, 158; 10/Yûnus, 20, 46; 11/Hûd, 12; 13/Ra’d, 6-7, 27,
40; 15/Hıcr, 6-8; 17/İsrâ, 59, 90-93; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 5, 37-39;
25/Furkan, 7-8; 29/Ankebût, 50-51, 53-54; 32/Secde, 28-29; 37/Saffât,
176-177; 45/Câsiye, 25; 70/Meâric, 1-3, 5-7; 74/Müddessir, 52-53.
i Müşrikler İman Etmezler: 7/A’râf, 192-193; 10/Yûnus, 42-43; 25/Furkan, 9;
36/Yâsin, 7-10; 41/Fussılet, 4, 14; 43/Zuhruf, 40, 88; 68/Kalem, 42-43; 109/
Kâfirûn, 1-6.
j Müşrikler, Putları Şefaatçi Kabul Ederler: 10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/
Nahl, 55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3, 43-44.
k Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/
Zuhruf, 20-21, 57-59.
l Müşriklerin Peygamberimiz’e İftiraları: 21/Enbiyâ, 5-6; 25/Furkan, 4-5;
34/Sebe’, 43, 46; 38/Sa’d, 4; 44/Duhân, 14; 46/Ahkaf, 8-9; 51/Zâriyât,
8-11;52/Tûr, 29-30, 32-33; 68/Kalem, 1-2, 5-6, 51.
m Müşrikler, Peygamberimiz’le ve Mûcizelerle Alay Ederler: 21/Enbiyâ, 36;
25/Furkan, 7-9, 41-43; 37/Saffât, 11-12, 14-15, 35-36; 40/Mü’min, 83; 43/
Zuhruf, 31-32, 57-58; 54/Kamer, 2; 70/Meâric, 1-2, 36-39.
n Müşrikler, Kur’an’ı Dinlerler ve “Eskilerin Masallarından İbaret” Derler;
Kur’an’la Alay Ederler ve O’nu Yalanlarlar: 6/En’âm, 25; 10/Yûnus, 42-43;
17/İsrâ, 47-48; 21/Enbiyâ, 5; 25/Furkan, 4-6; 34/Sebe’, 43; 37/Saffât, 167-
170; 38/Sa’d, 7; 43/Zuhruf, 30-31; 46/Ahkaf, 7, 11; 50/Kaf, 5; 52/Tûr, 33;
53, Necm, 59-61; 68/Kalem, 15; 74/Müddessir, 11-26; 83/Mutaffifîn, 13.
o Müşrikler, Meleklere Cinsiyet Yakıştırırlar: 43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28.
p Müşriklerin Akıllarına Hitap Ederek İman Etmelerini İsteyen Âyet-i Kerimeler:
30/Rûm, 8-9; 36/Yâsin, 66-73; 40/Mü’min, 13; 50/Kaf, 6-7; 52/Tûr,
35-43; 53/Necm, 62; 67/Mülk, 19-24, 28, 30; 80/Abese, 17-32; 82/İnfitâr,
6-9; 88/Ğâşiye, 17-21; 106/Kureyş, 1-4.
q Mekke Müşriklerinin İslâm’a ve Peygamberimiz’e Karşı Yürüttükleri Haksız
Mücâdele: 2/Bakara, 118, 139; 170; 3/Âl-i İmrân, 7, 10, 135, 165; 8/
Enfâl,30, 47; 9/Tevbe, 13, 32; 10/Yûnus, 2, 15-16; 38-39, 49, 51, 53, 57, 59,
104, 108; 11/Hûd, 7-8, 12, 14; 13/Ra’d, 5-7, 16, 27, 30-31, 43; 14/İbrâhim,
28, 46; 15/Hıcr, 3, 85, 90-91; 16/Nahl, 1, 44-45, 83, 101-102, 125; 17/İsrâ,
46, 50-51; 56-57, 73, 76, 90, 93; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77, 80-82;
20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 34, 36, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 15, 19, 25,
47, 49, 68-69; 23/Mü’minûn, 56, 63-96, 109-110; 25/Furkan, 3-9, 21-22,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 222 -
27, 29, 32, 40, 44, 52; 26/Şuarâ, 4-8 192 197, 208, 212, 214; 28/Kasas, 46-
51, 57; 29/Ankebût, 12-13, 50-51, 53-54, 61, 63, 67; 30/Rûm, 6, 10, 28, 33,
43-46, 50-54; 35/Fâtır, 4, 5, 37, 42-43; 36/Yâsin, 6, 11, 69-70, 74-76; 37/
Saffât, 11, 13, 34, 36, 38, 40, 50, 61, 149, 158, 167, 170, 176, 179; 38/Sa’d,
8-11, 15-16; 39/Zümer, 36, 38-40, 64; 40/Mü’min, 6, 10, 12, 56, 69, 77; 41/
Fussılet, 5, 13-f4, 26, 29, 33, 38, 40, 53, 54; 42/Şûrâ, 13, 15, 24, 47, 54; 43/
Zuhruf, 24-25, 29-31, 79-80; 44/Duhân, 10, 16, 34, 37; 46/Ahkaf, 9; 47/
Muhammed, 1-3, 8, 10, 14, 32; 48/Fetih, 25-26, 50/Kaf, 12, 14, 22, 36-37,
45; 51/Zâriyât, 14, 53-54, 59-60; 52/Tûr, 15-16, 30, 47; 53/Necm, 19, 26,
33, 37, 59,61; 62/Cum’a, 2; 67/Mülk, 9, 11, 13, 18, 25, 30; 68/Kalem, 42-
43, 46-47, 51; 69/Hakka, 43-44, 49-50; 73/Müzzemmil, 15; 74/Müddessir,
11, 49; 75/Kıyâme, 31; 76/İnsan, 27; 77/Mürselât, 7, 16; 78/Nebe’, 1; 83/
Mutaffifîn, 13, 16; 86/Târık, 17; 96/Alak, 19; 102/Tekâsür, 1-8; 106/Kureyş,
1-4; 107/Mâûn, 1-3; 108/Kevser, 1-3; 109/Kâfirûr, 1-6; 111/Leheb, 1-5.
V MÜŞRİKLERİN BAZI ÖZELLİKLERİ
a Müşrikler Nankördür: 6/En’âm, 63-64; 10/Yûnus, 12, 21-23; 16/Nahl, 53-55,
83; 21/Enbiyâ, 46; 29/Ankebût, 65-67; 30/Rûm, 33-35; 31/Lokman, 32; 37/
Saffât, 11; 39/Zümer, 8; 43/Zuhruf, 9, 15, 87; 80/Abese, 17-23; 100/Âdiyât,
1-11; 106/Kureyş, 1-4.
b Müşrikler, Kız Çocuklarını Öldürüyorlardı: 6/En’âm, 137, 140; 16/Nahl, 57-
59; 42/Şûrâ, 17; 81/Tekvîr, 8-9.
c Müşrikler, Helâlı Haram; Haramı Helâl Yaparlar: 6/En’âm, 136-140, 143-
145, 148-151; 10/Yûnus, 15, 59-60; 16/Nahl, 35.
d Müşrikler, Kadınlara Değer Vermezler: 6/En’âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/
Şûrâ, 17; 43/Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
e Müşrikler, Allah’a İftira Ederler: 6/En’âm, 138-139, 143-144,
f Müşrikler, Çocuklarına Putlarının Adını Verirler: 7/A’râf, 190-191.
g Müşrikler, Antlaşmalarını Bozarlar: 9/Tevbe, 1-4, 7-10, 12-13.
h Müşrikler Necistir: 9/Tevbe, 28.
i Müşriklerin Misali: 13/Ra’d, 14; 22/Hacc, 31; 25/Furkan, 44; 29/Ankebût,
41-43.
j Müşrikler, Mü’minlerle Alay Ederler: 23/Mü’minûn, 109-111; 38/Sâd, 62-
63; 67/Mülk, 25-29; 83/Mutaffifîn, 29-36.
k Müşrikler, Dünya Nimetleriyle Övünürler: 13/Ra’d, 26; 23/Mü’minûn, 54-
56, 101; 43/Zuhruf, 32; 53/Necm, 29-30; 68/Kalem, 14, 16-41.
l Müşrikler, Fakirlere Vermekten Kaçarlar: 41/Fussılet, 7; 68/Kalem, 17-33,
36-40; 107/Mâûn, 1-3.
m Müşrikler, Yetimlere Zulm Ederler: 107/Mâûn, 1-2.
n Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Çıplak Tavaf Ederlerdi: 8/Enfâl, 35.
o Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Tavaftan Men Ederlerdi: 8/Enfâl, 34-35.
Y PUTPEREST VE MÜŞRİKLERİN CEZÂLARI
a Müşrikler, Putlardan Fayda Görmeyecekler: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24,
94; 7/A’râf, 37, 53, 194-198; 10/Yûnus, 28; 25/Furkan, 17-19; 26/Şuarâ,
96-103; 38/Sâd, 59-60; 45/Câsiye, 10.
b Müşrikler, Azâbı Görünce Tekrar Dünyaya Dönmek İsteyecekler: 2/Bakara,
167; 6/En’âm, 27-28; 7/A’râf, 53; 23/Mü’minûn, 99-100, 107-108; 26/
Şuarâ, 94-102; 32/Secde, 12; 35/Fâtır, 37; 39/Zümer, 56-59.
c Kıyâmet Günü Müşriklerin Durumu: 3/Âl-i İmrân, 151; 4/Nisâ, 120-121;
6/En’âm, 22-24, 30; 9/Tevbe, 17; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 20, 22; 12/
Yûsuf, 107; 13/Ra’d, 34; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 86-87; 18/Kehf, 52-53;
PUT VE PUTA TAPINMA
- 223 -
23/Mü’minûn, 99-108, 112-115; 25/Furkan, 11-14; 26/Şuarâ, 91-103; 28/
Kasas, 62-67, 74; 29/Ankebût, 54-55; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 31-33; 37/
Saffât, 19-34, 38-39; 38/Sâd, 55-64; 39/Zümer, 15-16, 60; 40/Mü’min, 71-
76, 84-85; 41/Fussılet, 6, 47; 43/Zuhruf, 36-39; 50/Kaf, 22-30; 68/Kalem,
42-43; 70/Meâric, 42-44; 73/Müzzemmil, 11-13; 98/Beyyine, 6.
d Müşriklerin Tevbesi: 9/Tevbe, 3, 11; 25/Furkan, 70; 28/Kasas, 67.
e Müşriklerin Yaptıkları İyilikler Boşa Gider: 9/Tevbe, 17; 39/Zümer, 65.
f Mekke Müşriklerinin Azapla Korkutulmaları: 16/Nahl, 45; 18/Kehf, 55, 58;
19/Meryem, 77-82; 20/Tâhâ, 134-135; 21/Enbiyâ, 41, 46, 109, 111; 22/
Hacc, 19, 25, 49, 69; 40/Mü’min, 77; 41/Fussılet, 13; 43/Zuhruf, 41-42; 44/
Duhân, 9-16, 36, 59; 50/Kaf, 12-14, 36; 51/Zâriyât, 59-60; 52/Tûr, 31 42,
44-47; 54/Kamer, 4-5, 43-48, 51; 67/Mülk, 16-18; 68/Kalem, 16-41. 44; 70/
Meâric, 40-41; 72/Cin, 24; 73/Müzzemmil, 11, 15-17; 77/Mürselât, 16-18;
85/Bürûc, 17-20; 86/Târık, 17; 88/Ğâşiye, 23-24.
g Müşriklerin Malları ve Evlâtları, Kendilerine Fayda Vermez: 3/Âl-i İmrân,
10, 91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem,
77-80; 45/Câsiye, 10; 58/Mücâdele, 17; 69/Hakka, 25-29; 92/Leyl,
8-11; 104/Hümeze, 2-6; 111/Leheb, 1-3.
h Müşrikler, Azaptan Kurtulmak İçin Her Şeylerini Fedâ Etmek İsteyecekler:
70/Meâric, 11-18.
i Müşriklere Verilen Mühlet (Süre): 18/Kehf, 58-59; 29/Ankebût, 53; 39/Zümer,
8; 68/Kalem, 44-45; 70/Meâric, 42-43; 73/Müzzemmil, 11.
j Müşriklerin Kâbe’ye Hizmet Hakları Yoktur: 9/Tevbe, 17-19, 28.
Z MÜŞRİK-MÜ’MİN İLİŞKİSİ
a Müşriklerin Dostluğu Yoktur: 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106; 9/
Tevbe, 7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73-75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9.
b Müşrikler, Mü’minleri Ateşe Çağırırlar: 2/Bakara, 221; 17/isrâ, 73-75; 29/
Ankebût, 12-13.
c Müşriklerden Yüz Çevirmek: 6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94;
28/Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83,
89; 45/Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8;
73/Müzzemmil, 10.
d Müşriklerden Korkulmaz: 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/
Hacc, 38; 37/Saffât, 171-175.
e Müşrikler İçin İstiğfâr Edilmez: 9/Tevbe, 113-115.
f Müşrikle Mü’min Karşılaştırması: 47/Muhammed, 15; 67/Mülk, 22.
g Müşrikler, Mü’minlere Zarar Veremezler: 37/Saffât, 160-163; 52/Tûr, 42.
h Müşriklere Savaşta Yapılacak İşlem: 9/Tevbe, 5-6, 11-12.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an’da Ulûhiyyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y.
2. Kitabu’l-Esnâm, İbn Kelbî, Tevhid Y.
3. Putlar Kitabı (Kitabu’l-Esnâm), Terc. Beyza Düşüngen, Ank. Ü. İlâhiyat F. Y.
4. Cahiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
5. İslâm’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Hicaz Bölgesi, Ali Çelik,
Beyan Y.
6. Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y.
7. Eski Türk Dini, İbrahim Kafesoğlu, Kültür Bakanlığı Y.
8. Türk Bozkır Kültürü, İbrahim Kafesoğlu
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 224 -
9. Eski Türk Dini, İbrâhim Kafesoğlu, Kültür Bakanlığı Y.
10. Tarihte ve Bugün Şamanizm, Abdülkadir İnan, Türk Tarih Kurumu Y.
11. Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri, A. Yaşar
Ocak, Kültür ve Turizm Bak. Y.
12. Bektaşi Menâkıbnâmelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, Ahmet Yaşar
Ocak, Enderun Kitabevi Y.
13. Türk İslâm Efsaneleri, M. Necati Sepetçioğlu, Yağmur Y.
14. Türk Destanları, M. Necati Sepetçioğlu, Toker Y.
15. Türk Mitolojisi, Bahaeddin Öğel, 1-2, M.E.B. Devlet Kitapları Y. Bin Temel
Eser
16. Ortadoğu Mitolojisi, S. H. Hooke, İmge Kitabevi Y.
17. Ortadoğu Mitolojisi, S. H. Hooke, çev. Alâeddin Şenel, İmge Kitabevi, Ank.
1991
18. Türk Mitolojisi, I-II, Bahaeddin Öğel, Devlet Kitapları, MEB Y. 1000 Temel
Eser, No: 51, 52, İst. 1971
19. Türk Kültürünün Gelişme Çağları I-II, Bahaeddin Öğel, Devlet Kitapları,
MEB Y. 1000 Temel Eser, No: 49, 50, İst. 1971
20. Türk Kültür Tarihine Giriş I-II, Bahaeddin Öğel, Kültür Bakanlığı Y. Ank.
1978
21. Kültür Değişmeleri, Mümtaz Turhan, Devlet Kitapları, MEB Y. 1000 Temel
Eser, No: 10, İst. 1969
22. Eski Türk Dini, İbrâhim Kafesoğlu, Kültür Bakanlığı Y. Ank. 1980
23. Türk İslâm Efsaneleri, M. Necati Sepetçioğlu, Yağmur Y., İst. 1973
24. Türk Destanları, M. Necati Sepetçioğlu, Toker Y., 2. baskı İst. 1976
25. İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Bahaeddin Öğel, T. Tarih Kurumu Y.
26. Türk Mitolojisi, Bahaeddin Öğel, I-II,
27. İslâmlıktan Önce Türklerde Tenk Tanrı İnancı, Hikmet Tanyu
28. Türklerde Taşla İlgili İnançlar, Hikmet Tanyu, Kültür Bakanlığı Y.
29. Anadolu İnançları, İsmet Zeki Eyüboğlu, Geçit Kitabevi
30. Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarının İzleri, Yaşar Kalafat, Türk Tarih
Kurumu Y.
31. Hurafeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, D.İ.B. Y.
32. Manas Destanı, Trc. Abdülkadir İnan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Y. 611
33. Kâbe ve Mekke Tarihi (Ahbâru Mekke), Ebu’l-Velid Muhammed Ezrakî,
Terc. Yunus Vehbi Yavuz, Çağrı Y.
34. Edyânu’l-Arab fi’l-Câhiliye, Numan el-Cârim Muhammed, Mısır, 1341/1923
35. Eymânu’l-Arab fi’l-Câhiliyye, Ebû İshak İbrahim bin Abdillah Necîrâmî,
Mısır 1382
36. İslâm’da Resim ve Heykelin Yeri, Osman Şekerci, Çanakkale Seramik Fabrikaları
Kültür ve Araştırma Hizmetleri Y.
37. Görsel Sanatlar ve İslâm, Heyet, İSAV, İlmî Neşriyat
38. İslâm’da Sanat Resim ve Mimarî, Nusret Çam, Şahsî Y.
39. İslâm’da Sanat Sanatta İslâm, Nusret Çam, Akçağ Y.
40. Meseleler, Mustafa Sabri Efendi, Sebil Y.
41. Sanat Bilinci, Ahmed Kalkan, Denge Y.
42. Kur’an’da Allah ve insan, Toshihiko İzutsu, Terc. Süleyman Ateş, Kevser Y.
43. Dinler Tarihi, Ahmet Kahraman
PUT VE PUTA TAPINMA
- 225 -
44. Risâle-i Nur’dan Vecizeler, s. 463
45. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sâbunî, Şamil Y.
46. İslâm’a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim’den Cevaplar, Kevser Y.
47. Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, (Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk) Taberî, Trc.
Zâkir K. Ugan, Ahmet Temir, M.E.B. Y.
48. Sosyoloji Açısından Din, Yümni Sezen
49. Genel Sosyoloji, Âmiran Kurtkan
50. İslâm Medeniyeti Tarihi, Corci Zeydan, Terc. M. Z. Megamiz, I-V,
51. İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Neşet Çağatay
52. İnsan ve Kültür, Bozkurt Güvenç
53. Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi, P.K. Hitti, I-IV
54. Lisânu’l-Arab, I-15, İbn Manzur, Beyrut
55. İslâm İnançları Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi
56. İnanç Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi
57. Din ve İnanç Sözlüğü, Şinasi Gündüz, Vadi Y.
58. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Mehmet Zeki Pakalın, I-III;
M.E.B. Devlet Kitapları
59. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 2, s. 471-501; c. 22, s. 64
60. Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Cengiz Yağcı), c. 1, s. 112-123; c. 3, s. 127-129;
c. 6, 211-213 (A. Özalp)
61. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 20, s. 403-545
62. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 145-148, 486-488
63. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 295-299, 427-428,
717-724
64. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 99-120
65. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. c. 2, s. 130-145
66. Nurdan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c.1, s. 31-34, 52-57
67. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-123
68. 10 . Kur’an’da Allah ve insan, Toshihiko İzutsu, Kevser Y. 88-113
69. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 41-66
70. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 11-53
71. Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. s. 39-63
72. Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 194-
195
73. Bu Böyledir, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y. c. 1, s. 59-137
74. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celâleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 73-111
75. İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
76. Devlet ve Din, Çetin Özek, Ada Y.
77. Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında Laiklik İlkesi, Çetin
Özek, 1978, İstanbul
78. Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza Hükümleri, Çetin Özek, 1961,
İstanbul
79. İslâm Dininin Yasak Ettiği Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y. 3
80. Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, İsmail Lütfi Çakan, Marifet Y. / Büşra Y.
81. Yaşayan Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y.
82. İslâm’a Sokulan Bid’at ve Hurâfeler, Mustafa Uysal, Uysal Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 226 -
83. Dilek Taşları, Sabiha Ünlü, İnkılâb Y.
84. Kavram ve Mâhiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Ali Çelik, Beyan Y.
85. Dünden Bugüne ibâdetlerde Bid’at, Abdülhay Leknevî, Vahdet Y.
86. İslâm’dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliyye Çağı, Ank. Ün. İlâhîyat Fak. Y.?
87. Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
88. İslâm Hukukunda Örf ve Âdet, Selâhattin Kıyıcı, İşaret Y.
89. Taklitlerin Çarpışması, Muhammed Kutub,
90. Kur’an ve Hadise Göre Bid’at, Hârun Ünal
91. Sosyal Âdet ve Gelenekler, Nermin Erdentuğ, Kültür Bakanlığı Y.
92. Geleneğin Direnişi, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Neşriyat
93. Geleneğin Dünyası – Yeniliğin Ufukları, Necmettin Türinay, Akçağ Y.
94. Gelenek, Mustafa Armağan, Ağaç Y.
95. Gelenek ve Modernlik Arasında, Mustafa Armağan, insan Y.
96. Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin
Arpaguş, Çamlıca Y.
97. Eski, Yeni ve Ötesi, Orhan Şaik Gökyay, İletişim Y.
98. Eski Türk Dini Tarihi, Abdülkadir İnan, s. 1-4
99. Eski Türk Dini ve Alevilik-Bektaşilik, Mehmet Eröz, Türk Dünyası Araştırma
Vakfı Y.
100. Eskiçağ Türkiye Tarihi, Ekrem Memiş, Selçuk Ün. Y,/Öz Eğitim Y.
101. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
102. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu,
İhtar Y. s. 54-69
103. Din İstismarı (Özel sayı), İslâmiyât, c. 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
104. Atalar Dini Üzerine, Mustafa Başbekleyen, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7
105. Anadolu Örf ve Âdetlerinde Eski Kültürlerin İzleri, A. Ü. İlâhîyat Fak. Sayı
17, Yıl, 1969
106. İslâm Düşüncesinde İnkâr Problemi, İbrâhim Coşkun, Tekin Kitabevi,
107. Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları, Hasan Cirit, Çamlıca Y.
108. Yeryüzü Tanrıları Şirk Pskikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y.
109. İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir/Arslan Y.
110. Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.
111. İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.
112. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
113. İslâm - Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.
114. İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber Y.
115. İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.
116. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.
117. Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
118. Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.
119. Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.
120. Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.
121. İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu (Sadreddin Yüksel), Özel Y.
122. Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.
123. Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı Kalacağıma, Abdurrahman
Dilipak, Risale Y.
PUT VE PUTA TAPINMA
- 227 -
124. Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
125. Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.
126. Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık, Objektif Y.
127. Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru, Beyan Y.
128. Müslüman Laik Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.
129. Sosyalizm Bitti Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.
130. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevseranî, Denge Y.
131. Medenî Vahşet, Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.
132. Çağdaş Truva Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.
133. Demokrasi Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.
134. Alaturka Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
135. Demokrasi ve Totalitarizm, Raymond Aron, Kültür Bakanlığı Y.
136. İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.
137. İslâm Işığında Hareketler ve İdeolojiler, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.
138. Değişim Sürecinde İslâm, J. Esposito, J. Donohue, insan Y.
139. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
140. Semboller ve Yorumları, Necmettin Ersoy, Özel Y.
141. İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
142. Tevhid, Hasan el-Bennâ, Nizam Y.
143. Tevhid, İsmail R. Faruki, insan Y.
144. Tevhid, Abdullah bin Abdurrahman, Tevhid Y.
145. Tevhid, 1, 2, Muhammed bin Abdülvahhab, Tevhid Y.
146. Tevhid, Abdülhalık Abdurrahman, Tevhid Y.
147. Tevhid, Abdurrahman bin Hasan, Tevhid Y.
148. Tevhid, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat
149. Tevhid Risalesi, Muhammed Abduh, Fecr Y.
150. Tevhid Risalesi, Mehmet Sürmeli, Mavi Y.
151. Tevhide Giriş, Hâce Muhammed Parsâ, Erkam Y.
152. Tevhidî Görüş, Heyet, Sahra Y.
153. Tevhidî İnanç, Abdurrahman bin Hasan, Gonca Y.
154. Tevhidin Işığında İslâm’ın Anlaşılması, Ali Diko, Meki Y.
155. Tevhid ve Şirk, Sâlih Gürdal, Beyan Y.
156. Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri, Bir Y.
157. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
158. Tevhid ve Ledün Risâlesi, İmam Gazâli, Furkan Basım Y.
159. Tevhid Dâveti, Seyyid Kutup, Ravza Y.
160. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff/Özgün Y.
161. Allah’ın Varlığı ve Tevhidin Hakikati, Yusuf el-Kardavi, İhtar Y.
162. Tevhidi Gerçekliğin Işığında, Atasoy Müftüoğlu, Nehir Y.
163. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
164. Kelime-i Tevhid Risalesi, M. Ali Karahasanoğlu, Yipar Y.
165. Kelime-i Tevhid Kal’ası, Gazali, Özel Y.
166. Kur’an’da Tevhid, Hüseyin Beheşti, Objektif Y.
167. Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid Esasları, Muhammed Sâlih Ali Mustafa, Ölçü Y.
168. İşte Tevhid, I-II, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 228 -
169. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y.
170. İslâm Akaidinde Tevhid, Hasan el-Benna, Nizam Y.
171. Gençlerle Tevhid Dersleri, Mehmet Göktaş, İstişare Y.
172. 20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, insan Dergisi Y.
173. Allah Vardır ve Birdir, H. Rahmi Yananlı, Divan Y.
174. Hakikatü’t-Tevhid, B. Said Nursi, Sözler Y.
175. Soruşturma 1, Tevhid Üzerine, Heyet, Sor Y.
176. İslâm Düşüncesinde Tevhid, Mevlüt Özler, Nun Y.
177. Duâ ve Tevhid, İbn Teymiyye, Pınar Y.
178. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.
179. Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamber, Mevdudi, Pınar Y.
180. Kur’an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s.
40-50
181. Kurtulan Toplum, Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y.
182. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y.
183. Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid ve Fazileti, Osman Öztürk, Yenda Y.
184. Tevhid, Rasullerin Ortak Çağrısı, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y.
185. Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y.
186. Kur’an’da Allah ve insan, Toshihiko İzutsu, Kevser Y.
187. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
188. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
189. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
190. İslâm İnancında Temel Kavramlar, Taner Cücü, Cumhur Y.
191. Kur’an’da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y.
192. İbâdet mi, Ayin mi? Mustafa Karataş, Özel Y. Dersaadet Y.
193. Kur’an’da ibâdet Kavramı, İsmail Karagöz, Şule Y.
194. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
195. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-123
196. Allah’a İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
197. Akide, Şeriat ve Hayat Yolu Lâ İlâhe İllâllah, Muhammed Kutub, Ravza Y.
198. İman Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y.
199. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan/Özgün Y.
200. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.
201. İman, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
202. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.
203. İslâm, Said Havvâ, Hilâl/Petek Y.
204. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, insan Dergisi Y.
205. İslâm’a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Y.
206. Mekke Rasûllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
207. İlk Mesajlar, M. Ali Baştaşı, Birlaşik Yayıncılık
208. Şehâdet Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
209. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 23-35
210. İslâmî Kimlik İlkeler ve Hareket, Toplu Çalışma, Ekin Y.
211. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
212. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.
PUT VE PUTA TAPINMA
- 229 -
213. Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.
214. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y.
215. Kelimetü’l-İhlâs (Lâ İlâhe İllâllah), İbn Receb el-Hanbelî, Hak Y.
216. Yalnız Allah veya Tevhid, M. Süleyman Temimi, Özel Y.
217. Hz. Peygamber’in Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi, 1,2,3, Mevdudi, Pınar Y.
218. Kur’ân-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücâdelesi, Mehmed N.
Solmaz
219. Kur’an ve Sünnete Uygun İnanç, Muhammed b. Cemal, Tekin Y.
220. İman, Abdülmecid Zindani, Risale Y.
221. Lâ, 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü/Yenda Y.
222. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
223. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
224. Câhiliyye Düzenini terk etmek, Cavit Yalçın, Vural Y.
225. Câhiliyyenin Değişmeyen Yüzü, Faruk Köse, Birleşik Dağıtım, Ankara
226. 20. Asrın Câhiliyyesi, Muhammed Kutub, Hilal Y.
227. Yaşayan Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y.
228. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
229. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 140
230. Şirk, Abdullah Hanifi, Hanif Y.
231. Şirk, Hârun Yahya, Vural Y.
232. Kur’an’da Şirk Kavramı, M. H. Surti, Akabe Y.
233. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
234. Kur’an’da Şirk Kavramı, Hafız İsmail Surti, Akabe Y.
235. Kur’an ve Hadislere Göreş Şirk ve Müşrik Toplum, Nadim Macit, Ribat
BasımY.
236. Çağdaş İrtidat, Ebûl Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.
237. İslâm Fıkhında Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Semerrai, Sönmez Neşriyat
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…

 
Okunma 5073 kez Son değişiklik Pazartesi, 25 Ocak 2021 05:50

Ortam