Ahmed Kalkan

Ahmed Kalkan

Web sitesi adresi: http://Ümraniye Kalemder
Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:18

HAC

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HAC


- 723 -
Kavram no 62
Görevlerimiz 8
Bk. İbâdet; İslâm; İtaat-İsyan
HAC
• Hac; Anlam ve Mâhiyeti
• Haccın Hükmü ve Delilleri
• Haccın Fevrî veya Ömrî Oluşu
• Haccın Şartları
• Haccın Sıhhatinin Şartları
• Haccın Çeşitleri
• Haccın Menâsikı/Hac Fiilleri
• Haccın Vâcipleri
• Hac Nasıl Yapılır? (Hacla İlgili Uygulama Özeti)
• Kur’ân-ı Kerim’de Hac
• Hadis-i Şeriflerde Hac ve Haccın Fazîleti
• Haccın Hikmetleri
• Hac, Sadece Ferdî Bir İbâdet Değil; Ümmetin Yıllık Büyük Kongresidir
“Safâ ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir. Kim Beytullah’ı hacc/ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.” 3430
Hac; Anlam ve Mâhiyeti
Hac, İslâm’ın temel ibâdetlerinden biridir. Arafat’ta belirli vakitte bir süre durmaktan, daha sonra Kâbe-i Muazzama’yı usûlüne göre ziyâret etmekten (tavâf) ibâret olan ve İslâm’ın şartlarından/rükünlerinden birisini teşkil eden ibâdettir.
Hac, “h-c-c” kökünden bir masdar olup bir farzın edâsı, ibâdet amacıyla belirli yerleri belirli günlerde ziyâret edip gerekli amelleri yapmak demektir. Kur’ân-ı Kerim’in 22. sûresinin adı da “Hacc Sûresi”dir.
Hac ibâdeti maksadıyla ziyâret edilecek olan yerler; Mekke şehrinde bulunan Kâbe, Arafat ve çevresidir. Zamanı ise, hac ayları diye isimlendirilen; Şevval, Zilkade ve Zilhicce aylarıdır. Hacda her fiil için özel zamanlar vardır. Ziyaret tavafının, kurban bayramı sabahından, ömrün sonuna; Arafat’ta vakfenin ise, arefe günü zevalden, kurban bayramı sabahı şafak sökünceye kadar yapılabilmesi gibi. Diğer yandan bu büyük ziyarete hac niyetiyle ve ihramlı olarak yönelmek de gereklidir.
Allah elçisine, “hangi amelin daha fazîletli olduğu” sorulunca şöyle buyurdu: “Allah’a ve Rasûlüne iman.” “Sonra hangisi?” denildi. “Allah yolunda cihad” buyurdu.
3430] 2/Bakara, 158
- 724 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Sonra hangisi?” sorusuna ise; “Mebrûr hac” cevabını verdi. 3431
“Umre, ikinci bir umreye kadar olan günahlara keffârettir. Mebrûr haccın karşılığı ise ancak cennettir.”3432 Mebrûr hac; kendisine hiçbir günah karışmayan, eksiksiz olarak îfâ edilen makbul hac anlamına gelir.
Amellerin fazileti ile ilgili birbirinden farklı olan hadisler, Hz. Peygamber’e soru soran muhâtabın durumuna göre verilmiş cevaplar olarak değerlendirilir. İmam Mâlik’e göre, farz, hattâ nâfile hac, düşman korkusu olmadıkça (farz-ı ayın olmayan) cihaddan daha üstündür. Ancak düşman korkusu olursa, cihad, nâfile hactan önde gelir.
Hac ve umre ile, her yıl Kâbe’nin ihyâsı gerçekleşir. Umre’yi bir yılın veya ömrün herhangi bir gününde îfâ imkânı vardır. Umre, belirli günlerde yapılabilen hac ibâdetinden daha kolaydır. Hac, küçük günahlara keffâret olur ve ruhu ma’siyet kirlerinden temizler. Hatta bazı Hanefî âlimlerine göre, büyük günahları da örter. Mebrûr hac yapanın cennete gireceğini bildiren hadisle, yine Hz. Peygamber’in şu hadisleri bu konuda önemli delil teşkil eder:
“Kim hac yapar, bu esnada cinsî temastan korunur, çirkin söz ve davranışlardan uzak durursa, annesinden doğduğu gündeki gibi günahlarından kurtulur.”3433; “Hac ve umre yapanlar Allah’ın misafirleridir. O’ndan bir şey isterlerse, onlara cevap verir (duâlarını kabul eder), af isterlerse onları affeder.”3434; “Allah’ım! Hac yapanı ve hacının kendisine duâ ettiği kimseleri mağfiret et.” 3435
Kadı Iyâz şöyle demiştir: “Ehl-i sünnet, haccın büyük günahlara, ancak tevbe edilirse keffâret olacağı konusunda görüş birliği içindedir. Namaz ve zekât gibi Allah’a ait veya para borcu gibi kula ait bir borcun haccı yerine getirmekle düştüğünü söyleyen bilgin yoktur. Kul hakları zimmette devam eder. Allah Teâlâ Kıyâmet günü hak sahiplerini, haklarını almak üzere toplar. Ancak Yüce Yaratıcı’nın bu alacaklılara vereceği birtakım nimetlerle onları râzı etmesi ve bir ikram olmak üzere borçlulara müsâmaha göstermesi de mümkündür.”
Hac ibâdeti, dünyanın çeşitli yörelerinden, renk, dil ve ülke ayrımı gözetilmeksizin, milyonlarca müslümanı bir araya getirir. Tanışıp görüşmelerine, ekonomik bakımdan bütünleşmelerine, düşmanları karşısında tek saf halinde yardımlaşmalarına zemin hazırlar. Ümmet bilinci açısından haccın çok büyük rolü vardır. Böylece şu âyetlerdeki mânâ tecellî eder: “İnsanları hacca dâvet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vâsıtalarla sana varsınlar. Böylece onlar, dünyevî ve uhrevî menfaatlerini görsünler ve belli günlerde, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları kurban ederken, Allah’ın adını ansınlar. Siz de onlardan yiyin, yoksula ve fakire yedirin.” 3436
3431] Buhârî, Cihad 1, Hacc 4, 34, 102; Umre 1; Müslim, İman 135, 140; Tirmizî, Mevâkît 13, Hacc 6, 14, 88; Dârimî, Menâsik 8, Salât 24, 135
3432] Nesâî, Hacc 3, Zekât, 49, İman 1; Dârimî, Menâsik 7, Salât 135; Tirmizî, Hacc 6; Ahmed bin Hanbel, I/387, III/114, 412, IV/342
3433] Buhârî, Muhsar 9, 10; Nesâî, Hac 4; İbn Mâce, Menâsik 3; Dârimî, Menâsik 7; Ahmed bin Hanbel,II/229, 410, 484, 494
3434] İbn Mâce, Menâsik 5
3435] İbn Huzeyme, Sahîh; el-Hâkim
3436] 22/Hacc, 27-28
HAC
- 725 -
Hac, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan mü’minler arasındaki kardeşlik bağlarını güçlendirir. İnsanlar, gerçekten eşit olduklarını birlikte yaşayarak gösterirler. Arap olanla olmayanın, beyazla siyahın takvâ dışında bir üstünlüğünün bulunmadığı inancı, vicdanlara yerleşir.
Haccın Hükmü ve Delilleri
İslâm âlimleri, haccın ömürde bir defa farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Delilleri; Kitap ve Sünnettir. Kur’an’da şöyle buyrulur: “Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe’yi ziyâret edip haccetmek farzdır.”3437; “Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın.”3438; “İnsanları hacca dâvet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vâsıtalarla sana varsınlar.”3439 Hadislerde şöyle buyrulur: “Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı îfâ edin.”3440; “İslâm beş şey üzerine binâ edilmiştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beytullah’ı haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.”3441; “Kim bir’den fazla hac yaparsa, bu nâfile hac olur.”3442; “Hac ve umreyi peşi peşine yapın. Bu ikisi, körüğün demir, altın ve gümüşün pasını yok ettiği gibi, fakirliği ve günahları yok eder. Mebrûr haccın sevabı, ancak cennettir.” 3443
Bazı durumlarda birden fazla hac yapmak gerekebilir. Adak haccı ve bozulan bir nâfile haccı kaza etmek gibi. Bazen hac haram olur; haram para ile haccetmek gibi. Bazen de mekruh olur; hizmete ihtiyacı olan ana-babanın iznini almadan haccetmek gibi. Ebeveyn bulunmayınca dede ve ninelerden, borcunu ödeyecek başka malı bulunmayan borçlu ve kefilin alacaklılardan izin almaksızın, hac yapması da mekruhtur. Hanefîlere göre bu kerâhet, tahrîmendir.
Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlere göre, haram para ile yapılan hac, gasbedilen arâzide kılınan namazda olduğu gibi farz veya ikinci defa hac yapılıyorsa nâfile olarak sahih olur. Bu kimsenin üzerinden farz veya nâfile düşer. Hanbelîler ise, haram malla yapılacak hacca icâzet vermezler. Çünkü bu mezhep, gasbedilen arâzide kılınacak namazı da sahih kabul etmez.
Haccın Fevrî veya Ömrî Oluşu
Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf, Mâlikîler ve Hanbelîlere göre, hac fevrîdir. Yani, yükümlünün, gerekli şartları taşıdığı ilk yılda haccetmesi gereklidir. Haccı, yıllar boyunca geciktirirse fâsık olur ve şâhitliği reddedilir. Çünkü haccı geri bırakmak, küçük ma’siyettir. Bunda ısrar etmek, kişiyi fıska götürür. Böyle bir kimse hac yapmadan malı telef olsa, borç para alıp haccetmesi halinde, İlâhî mağfirete nâil olacağı umulur.
Haccın geciktirilmeden îfâsına, hacla ilgili âyetler delâlet ettiği gibi, şu hadisler de bunu destekler: “Hac yapmakta acele ediniz. Çünkü sizden biriniz ölümün kendisine ne zaman geleceğini bilmez.”3444; “Bir kimseyi hastalık, açık bir ihtiyaç, bir sıkıntı
3437] 3/Âl-i İmrân, 97
3438] 2/Bakara, 196
3439] 22/Hacc, 27
3440] Müslim, Hacc 412; Nesâî, Menâsik 1; Ahmed bin Hanbel, II/508
3441] Buhârî, İman 1, 2; Müslim, İman 19-22; Tirmizî, İman 3; Nesâî, İman 13
3442] Ahmed bin Hanbel, II/508; Nesâî, Menâsik 1
3443] Tirmizî, Hac 2; Nesâî, Hac 6; İbn Mâce, Menâsik 3
3444] Ebû Dâvud, Menâsik 5; İbn Mâce, Menâsik 1, Ahmed bin Hanbel, I/214, 225
- 726 -
KUR’AN KAVRAMLARI
veya zâlim bir sultan alıkoymaksızın hac yapmazsa; ister yahûdi, isterse hıristiyan olarak ölsün.”3445; “Kim kendisini Beytullahi’l-Haram’a ulaştıracak kadar azık ve bineğe sahip olduğu halde haccetmemişse onun yahûdi veya hıristiyan olarak ölmesi arasında fark yoktur. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Oraya yol bulabilen insanın, Allah için Kâbe’yi haccetmesi gerekir.” 3446
Şâfiîlere ve İmam Muhammed’e göre, hac ömrî (terâh)dir; yani, hac için gerekli şartları taşıyan yükümlü, bunu ilk yılda yapmak zorunda değildir. Ancak bu kimsenin hac veya umreyi, geciktirmeksizin yapması sünnettir. Çünkü tâat sayılan amelleri çabuk yapmak, hayırlı işlerde acele etmek İslâm’ın tavsiye ettiği hususlardandır. Âyette; “Ey mü’minler, hayır işlerine koşunuz, birbirinizle hayırda yarış ediniz.”3447 buyrulur.
Haccın Şartları
Haccın şartları, erkekleri ve kadınları içine alan genel veya yalnız kadınlarla ilgili özel şartlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar, tam olarak bulununca haccın edâsı farz olur. Aksi halde farz olmaz.
Genel şartlar: Bunlar; farz oluşunun, sıhhatinin veya edâsının şartları kabîlinden olur. Müslüman, akıllı, ergen, hür ve haccetmeye gücünün yeter olması gibi.
1. Müslüman olmak: Kâfire hac farz olmaz. İbâdeti edâ ehliyeti bulunmadığı için, onun yapacağı hac geçerli değildir. Münkir hac yapsa, sonra İslâm’a girse, ona İslâm’ın haccı farz olur. Hanefîlere göre, kâfir şeriatın fürûu ile muhâtap olmadğı için haccı terkten dolayı ayrıca hesaba çekilmez. Çoğunluk hukukçulara göre ise o, fürû (İslâmî emir ve yasaklar)a da muhâtaptır ve âhirette bunlardan da hesaba çekilir.
2. Ergen ve akıllı olmak: Çocuklar ve akıl hastaları hacla yükümlü değildir. Çünkü bunlar şer’î hükümlerle yükümlü tutulmamışlardır. Akıl hastasının yapacağı hac veya umre, ibâdet ehliyeti bulunmadığı için sahih olmaz. Bu ikisi hac yapsa, sonra çocuk büluğ çağına ulaşsa, akıl hastası iyileşse bunlara hac farz olur. Çocuğun büluğdan önce yaptığı hac, nâfile sayılır. Hadiste şöyle buyrulur: “Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, gençlik çağına girinceye kadar çocuktan, şifâ buluncaya kadar akıl hastasından.”3448 Akıl hastalığı, bayılma, sarhoşluk ve uyku; ihrâmı ortadan kaldırmaz.
3. Hür olmak: Köle, esir ve mahkûma hac farz değildir. Çünkü hac, süresi uzun, belli bir yolculuğu gerekli kılan ve yolculuğa güç yetirilmesi şart kılınan bir ibâdettir. Hürriyetten yoksun olan kimsenin bunu îfâ etmesi mümkün olmaz.
4. Vakit: Arafat’ta vakfe ve ziyâret tavafı için belirli vakitlere yetişmedikçe hac farz olmaz. Şu âyetler haccın vakitli bir ibâdet olduğunu gösterir: “Sana yeni doğan ayları (hilâlleri) sorarlar. De ki: ‘O, insanların faydası ve özellikle hac için vakit
3445] eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, 4/284
3446] 3/Âl-i İmrân 97; Tirmizî, Hacc 3, hadis no: 812
3447] 2/Bakara, 148
3448] Ebû Dâvud, Hudûd 17; İbn Mâce,Talâk 15
HAC
- 727 -
ölçüleridir.” 3449; “Hac ayları, bilinen aylardır.”3450 Hanefî ve Hanbelîlere göre hac ayları: Şevvâl, Zilkade ve Zilhicce’nin ilk on günüdür. Bu, Abâdile adıyla anılan İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, İbn Ömer ve İbn Zübeyr’den nakledilendir. “En büyük hac (hacc-ı ekber) günü, kurban bayramı günleridir”3451 hadisi delil olarak gösterilir.
Bu sürenin dışındaki vakitler, farz hac için ihrama girmeyi ve haccın rükünlerini îfâya elverişli değildir. Ancak hac niyetiyle ihrama, bu aylardan önce girilse, ihram geçerli ve yapılacak hac sahih olur. Delili: “Hac ve umreyi Allah için tamamlayın”3452 âyetidir. Bu durumda hac ayları girmedikçe hac fiillerinden bir şey yapmak câiz olmaz. Hanefîlere göre ihram bir şart olup, bunun öne alınması, abdestin namaz vaktinden önce alınması gibidir. Çünkü ihram, hac yapacak kişinin kendisine bazı şeyleri yasaklaması ve bazı şeyleri de gerekli kılmasıdır. Yine bu, ihramı, mikattan önce başlatmak gibi olur. Bununla birlikte hac aylarından önce ihrama girmek mekruhtur. İbn Abbâs’ın naklettiği; “Hac için, ancak hac aylarında ihrama girilmesi sünnetlerdendir.”3453 hadisi delildir. Bir kimse bayram sabahı şafak sökmezden önce, bir an, ihramlı olarak Arafat’ta dursa hacca yetişmiş olur. Geride ziyâret tavafı ve sa’y gibi ibâdetler kalır.
5. Haccı îfâya gücünün yetmesi (istitâa). Bu; beden, mal veya yol emniyeti ile ilgili olabilir. Âyette “Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe’yi ziyâret edip haccetmek farzdır”3454 buyrulur. Âyetteki “hacca yol bulabilen, hacca gitmeye gücü yeten” ifâdesi, Hanefîlere göre “bedenî, mâlî ve emniyet” unsurlarını kapsamına alır. Bunlar haccın edâsının şartlarını oluşturur.
a. Beden sağlığı ve sağlamlığı: Buna göre; yatalak, hasta, kör, felçli, iki ayağı kesik, binit üzerinde kendi başına duramayan yaşlı kimse, tutuklu bulunan ile zâlim yöneticilerin hac için vize vermediği kimseler üzerine hac farz olmaz. Çünkü Allah Teâlâ, haccın farz olması için “gücün yetmesi”ni şart koşmuştur. 3455
b. Gerekli maddî güce sahip olmak: Bu yolda tüketeceği yiyecek ve oraya varabilmek için bineceği vâsıtadan ibârettir. Buna göre, bir kimseye haccın farz olabilmesi için, hac süresince hem kendisinin, hem de bakmakla yükümlü olduğu kimselerin nafakalarını ve nakil vâsıtasını temin gücüne sahip olmalıdır. Mekkeliler ve Mekke çevresinde oturanlar için nakil aracına sahip olmak şart değildir; yaya yürüyecek durumda bulunmaları yeterlidir.
c. Yol emniyeti: Haccın farz olması için yol güvenliğinin bulunması şarttır. Bu, Ebû Hanîfe’ye göre, vücûbunun, bazılarına göre ise edâsının şartlarındandır. Kadın için yol emniyeti; beraberinde neseb veya sihrî (evlilikle doğan hısımlık) akrabâlardan fâsık olmayan, akıllı, ergen veya mürâhık (12 yaşla büluğ arası erkek çocuğu) mahrem birisinin veya kocasının bulunmasıyla gerçekleşir. Kadının yanında kocası veya mahrem bir akrabası olmaksızın, Mekke’ye üç gün üç gece (sefer mesâfesi) ve daha uzak yerden gelerek hac yapması tahrîmen mekruhtur.
3449] 2/Bakara, 189
3450] 2/Bakara, 197
3451] Buhârî, Hacc 33, 34, Umre 9; Müslim, Hacc 123; Nesâî, Menâsik 77; Dârimî, Menâsik 38; Muvattâ, Hacc 63
3452] 2/Bakara, 196
3453] Buhârî
3454] 3/Âl-i İmrân, 97
3455] 3/Âl-i İmrân, 97
- 728 -
KUR’AN KAVRAMLARI
O, mahremsiz hac yaparsa kerâhetle birlikte câiz olur. Mahremin bulunması vücub şartıdır; edâ şartı diyenler de vardır. Şâfiîler buna “kadının, kafilede güvenilir diğer kadınlarla birlikte hac yapabileceği” esasını ilâve ederler.
Haccın, Yalnız, Kadınlarla İlgili Özel Şartları: Kadınlarla ilgili iki şart vardır:
1. Hacda yol arkadaşının bulunması: Hac yapacak kadının yanında kocası veya mahrem bir hısmının bulunması gereklidir. Aksi halde kendisine hac farz olmaz. “Kadın, yanında mahrem akrabâsı bulunmadıkça üç günden fazla yolculuk yapamaz.”3456; “Bir kadın, yanında kocası bulunmadıkça hac yapmasın.”3457 hadis-i şerif rivâyetleri buna delildir. Şâfiîler ise, kadına, güvenilir kadınlarla birlikte olunca, haccı gerekli görürler. Yol arkadaşı olarak tek kadın yeterli değildir. Mâlikîlere göre ise kadın, yalnız kendilerine emanet edilmiş kadın arkadaşları veya yalnız erkekler yahut da erkek-kadın karışık bir toplulukla birlikte hac yapabilir. Bu iki mezhebin dayandığı delil; “Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe’yi ziyâret edip haccetmek farzdır” 3458 âyetinin genel anlamıdır. Bu yüzden, kadın kendisi aleyhine kötülükten güvende olunca, ona hac gerekli olur.
Mahrem akraba ifâdesi, nesep, süt veya sıhrî hısımlık yüzünden kendisiyle evlenmek ebediyyen haram olan kimseleri içine alır. Oğul, torun, baba, dede, sütoğul, sütkardeş, dâmat, kayınpeder gibi. Kız kardeşin, hala veya teyzenin kocası olmak, sadece geçici evlenme engeli doğurduğundan, sadece eniştelerle hac yolculuğu, Hanefî fıkhına göre câiz olmaz.
2. İddetli olmaması: Hac yapacak kadının boşanma veya vefattan dolayı iddetli olmaması gereklidir. Çünkü Yüce Allah şu âyetle iddetli kadınların evden çıkışını yasaklamıştır: “Boşadığınız kadınları evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasınlar.”3459 Haccın başka bir vakitte edâsı mümkündür. İddet ise, ancak özel bir vakitte söz konusu olur.
İslâm’da haccın bazı engelleri vardır. Bu engeller İslâm âlimleri tarafından şöyle tespit edilmiştir:
1. Ebeveyn: Ana veya baba, Mekke’li olmayan çocuğunu nâfile hac veya umre için ihrama girmekten alıkoyabilir. Ancak bu ikisi, farz hacca engel olamaz. Çünkü ebeveyne hizmet, bir cihaddır. Farz hacda ana babadan izin almak sünnettir.
2. Evlilik: İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, koca, karısının farz haccına engel olamaz. Çünkü bu, ilk yükümlülük yılında (fevrî) farz olmuştur. Şâfiîlere göre ise, koca, karısını farz veya sünnet hacdan alıkoyabilir. Çünkü kocanın hakkı önceliklidir. Hac ibâdeti ise ömür boyu îfâ edilebilir.
3. Hapis: Haksız olarak veya maddî sıkıntı içinde olduğu halde bir borçtan dolayı hapiste bulunmak hacca engeldir.
4. Borçluluk: Vâdesi gelen borcunu ödemek için başka bir malı olmayan borçlunun hac yapmasına, alacaklı engel olabilir. Vâdesi gelmeyen borçlar ise hac engeli teşkil etmez.
3456] eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, IV/290
3457] eş-Şevkânî, a.g.e. IV/491
3458] 3/Âl-i İmrân, 97
3459] 65/Talâk 1
HAC
- 729 -
5. Hacr altında bulunmak: Sefîh olan kimse velî veya vasînin izni olmadıkça hac yapamaz.
6. İhsâr: Hac veya umre için ihrama girmiş olan kimsenin, düşmanın engel olması veya hastalık gibi bir sebeple hac veya umreyi tamamlayamadan ihramdan çıkmak zorunda kalmaya “ihsâr” denir. Böyle bir engelle karşılaşan kimseye de “muhsar” adı verilir. Ölüm veya malını verme dışında engeli aşmaya gücü yetmeyen hacı, engelin kalkması umulan bir süre bekledikten sonra ihramdan çıkabilir. Ancak, bu durumda kurban kesmesi gerekir.
7. Hastalık: Bir kimse ihrama girdikten sonra hastalansa, Ebû Hanife’ye göre, muhsar sayılır ve ihramdan çıkabilir. Şâfiî, Mâlik ve Ahmed bin Hanbel’e göre ise; ihramda iken hastalanan kimse, uzun sürse bile, iyileşinceye kadar ihramlı olarak kalır.
Haccın Sıhhatinin Şartları
Yapılacak haccın geçerli olması için dört şartın bulunması gereklidir:
İslâm: Haccın, hem farz olma ve hem de sıhhat şartıdır.
Özel yerler: Arafat ve Kâbe.
Özel vakit: Arafatta vakfe, arefe günü zevalden itibaren, Kurban bayramı sabahı şafak sökünceye; ziyâret tavafı ise, bayram sabahından, ömür sonuna kadar yapılabilir. Ancak, ziyâret tavafını bayramın ilk üç gününde yapmak vâcip olduğu için, ziyâret tavafını bundan sonraya bırakana, vâcibi terk ettiği için, kurban kesmek gerekli olur.
4. İhram: Hac veya umre niyetiyle, diğer zamanlarda helâl olan bir kısım fiil ve davranışları, kişinin kendisine hac veya umre süresince haram kılması demektir. Halk arasında ihramlı erkeğin örtündüğü iki parça örtüye de “ihram” denilmektedir.
İhrama Girme Yerleri (Mikatlar): Mikat, ihrama girme yeri ve zamanı demektir. Bir terim olarak, Mekke çevresinde, çeşitli bölge ve ülkelerden hacca gelenlerin ihrama girecekleri özel yerleri ifâde eder. Bir kimsenin, hac veya umre için, mikatları ihramsız geçmesi câiz olmaz. Aksi halde kurban kesmek veya mikat yerine dönmek gerekir. Ancak mikat yerinden önce ihrama girmek ittifakla câizdir. Hatta Hanefîlere göre, bir sakınca doğmayacaksa, ihramı öne almak daha fazîletlidir. “Hac ve umreyi Allah için tamamlayın” 3460 âyetinde buna delâlet vardır. Mikatları beklemeksizin, âilesinin bulunduğu yerden ihrama girmek hac ve umreyi eksiksiz tamamlamak demektir. Hz. Ali ve Abdullah bin Mes’ud’un görüşü budur. Çünkü bunda daha çok meşakkat ve daha büyük ta’zim vardır.
İhrama girme yerleri, Mekke’de, Mekke (Harem) ile mikatlar arasında (hıl bölgesi) veya mikatların dışında kalan bölgelerde (âfâkî) oturanlara göre değişiklik gösterir. Mikatların çevrelediği alan dışında oturanlar (âfâkî): Arabistan’da mikatlar dışında oturanlarla, dış ülkelerden hac veya umre niyetiyle Hicaz’a gidenler için geldiği bölge veya ülkeye göre ihrama girme yerleri (mikat) belirlenmiştir. İbn Abbas’dan (r.a.) şöyle dediği nakledilmiştir: “Nebî (s.a.s.), Medine’liler
3460] 2/Bakara, 196
- 730 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için Züzhuleyfe’yi, Şam’lılar için el-Cuhfe’yi, Necidliler için Karnü’l-Menâzil’i ve Yemenliler için Yelemlem’i mikat olarak belirledi. Bunlar, belirtilen bölge veya ülke tarafından gelen diğer belde yolcuları için de mikat yeridir.”3461 Câbir’den (r.a.) merfû olarak rivâyet edilen Müslim hadisinde bunlara, Irak’lılar için Zât-ı Irk ilâve edilmiştir. 3462
Gelinen ülkelere göre mikatlar şöyledir: a- Türkiye, Suriye, Mısır, Mağrib ve Avrupa tarafından deniz yoluyla gelenlerin mikatı Cuhfe (Rabiğ)’dir. Cuhfe ile Mekke arası yaklaşık 187 km.dir. b- Medine’den gelenlerin mikatı Zülhuleyfe (Âbâr-ı Ali) olup, Mekke’ye yaklaşık 464 km.dir. En uzak mikat yeri burasıdır.
İhrama girme yerlerini Hz. Peygamber tâyin ettiği için hac, umre, ticaret veya başka bir amaçla Mekke’ye gelen her müslümanın buralarda veya daha önce ihrama girmiş olması lâzımdır. Eğer yol, bu noktalardan geçmiyorsa buraların hizalarından ihrama girilir. Medine’ye gelenler, hac için Mekke’ye doğru yola çıkınca Zülhuleyfe’de bugün Âbâr-ı Ali denilen yerde ihrama girerler. Mikatlardan içeride bulunan kimseler, ihramsız Mekke’ye girebilirler. Fakat hac veya umre için, bulundukları yerden ihrama girerler. Mikat içinde, fakat Mekke dışında bulunan, bulunduğu yerde; Mekke’nin içinde oturanlar ise, kaldığı evde ihrama girerler.
Dışarıdan hac veya umre için gelen kimse, mikatı ihramsız geçerse ya bir kurban keser veya geri dönüp mikat yerinde ihrama girer. Mekke’ye girme niyeti olmaksızın mikatı ihramsız geçene bir şey lâzım gelmez.
İhram: Hac dışında yapılması mubah olan bazı şeyleri kendisine haram kılmak demektir. Hanefîlere göre, ihram, haccın rüknü değil; şartıdır. Bu da niyet ve telbiye ile gerçekleşir. Hac veya umreye yahut her ikisine niyet etmek ve Allah için telbiye getirerek ihrama girmekle hac ibâdeti başlamış olur. İhrama giren kadınlar, elbiselerini çıkarmazlar, başlarını ve ayaklarını açık bulundurmazlar. Yalnız yüzleri açık bulunur, telbiye ederken seslerini yükseltmezler.
Telbiye: İhram namazından sonra telbiye getirmeye başlanır. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır, efdal olan budur. Vâsıtaya bindikten sonra telbiye getirip sonra hacca veya umreye niyet edilebilir. Telbiye şudur: “Lebbeyk Allahumme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk, inne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk, lâ şerîke lek.” (Buyur Allah’ım buyur! Dâvetine bütün samîmiyetimle icâbet ettim! Buyur Allah’ım buyur! Senin eşin/ortağın yoktur. Buyur Allah’ım buyur! Hamd Senin, nimet Senin, mülk Senin. Bunların hiçbirinde eşin/ortağın yoktur!).3463 Bir kimse mikatta niyet ederek telbiye getirince ihrama girmiş olur. Telbiye; yolda, iniş çıkışlarda, yol arkadaşlarıyla karşılaşmalarda, namazların ardından tekrarlanır ve zaman zaman ses yükseltilir. Telbiye, Mâlikîler dışında âlimlerin çoğunluğuna göre, Kurban bayramının ilk günü Akabe cemresine ilk taşın atılmasıyla kesilir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır.3464 Ancak taşlamadan önce tıraş olunursa, telbiye kesilir. Umre yapan ise tavafa başlamakla telbiyeyi keser.
3461] Buhârî, Hacc 7, 9, 11, 12, Sayd 18; Müslim, Hacc 11, 12; Ebû Dâvud, Menâsik 8; Nesâî, Menâsik 19, 20 23; Ahmed bin Hanbel, I/238
3462] Ebû Dâvud, Menâsik 8
3463] Buhârî, Hacc 26, Libâs 69; Müslim, Hacc 147, 269, 271; Dârimî, Menâsik 22; Tirmizî, Hacc 97
3464] Nesâî, Menâsik 229; İbn Mâce, Menâsik 69; Ebû Dâvud, Menâsik 27, 28; Tirmizî, Hacc 78
HAC
- 731 -
Haccın Çeşitleri
Hac; farz, vâcip ve sünnet olmak üzere üç kısma ayrılır. Gerekli şartlara sahip olan her müslümana ömründe bir defa hac yapması farzdır. Hac yapmayı adayan kimsenin hac etmesi vâciptir. Yine, başlanmış iken bozulan nâfile bir haccı kazâ etmek de vâciptir. Farz haccı yapmış olan kimsenin, birden fazla yapacağı haclarla, henüz yükümlü olmayan çocuğun yapacağı hac nâfiledir. Umre ise, hac ayları dışında da yapılabilen sünnet bir ibâdettir. Gerek farz, gerek vâcip, sünnet veya nâfile hac üç çeşide ayrılır: İfrad, temettû ve kıran haccı.
1. İfrad Haccı: Mikatta ihrama girerken yalnız hac yapmaya niyet edilince, buna ifrad haccı denir. Bu haccı yapana da “müfrid” denir. Bunda, umre yapmaksızın yalnız hac ibâdeti îfâ edilir. Akabe cemresini yapıncaya kadar müfrid hacı ihramda kalır. Akabe cemresinden sonra dilerse kurban keser. Çünkü ifrat haccı yapana kurban kesmek vâcip değildir. Dilerse nâfile olarak keser. Sonra tıraş olur veya saçlarını kısaltır ve ihramdan çıkar.
2. Temettû Haccı: Hac aylarında önce umre için ihrama girip, umreyi tamamladıktan sonra, aynı yılın hac aylarında hac için yeniden ihrama girerek yapılan hacca “temettû haccı” denir. Burada umre ve hac ayrı ayrı ihramla îfâ edilmektedir. Bu çeşit haccı yapana “mutemettî” denir. Temettû haccı yapacak olan kimse, mikatta umre niyetiyle ihrama girer. Mekke’ye ulaşınca tavaf ve sa’yeder, tıraş olur veya saçlarını kısaltır. Böylece umreyi tamamlayıp ihramdan çıkar. Normal elbiselerini giyer, ihramlı olmayanlara mubah olan şeylerden yararlanır. Sonra Zilhicce’nin sekizinci günü veya daha önce Mekke’de kaldığı evde ihrama girer, kudüm tavafını yapar, diğer hac amellerini tamamlar. Bir haccın temettû haccı sayılması için, umre ile haccın aynı hac mevsimi içinde yapılması gereklidir. Hac mevsiminden önce umre yapıp, sonra hac mevsiminde hac yapmak, temettû haccı olmadığı gibi, bir yıl umre, sonraki yıl hac yapmakla da temettû meydana gelmez.
Mikatların dışında kalan belde ve ülkelerden gelen hacılar (âfâkîler), uzun süre ihramda kalmamak için, daha çok temettû haccını tercih ederler. Burada umre ile haccı, aynı hac mevsiminde ayrı ihramlarla birlikte yapmaya muvaffak kıldığından, Allah Teâlâ için bir şükür kurbanı kesilir. Bu kurban, Akabe cemresi taşlandıktan sonra, tıraştan veya saçları kısaltmazdan önce, kurban bayramı günlerinden birinde kesilir. Kurban kesmeye gücü yetmeyen kimse, hac sırasında Arefe günü bitmek üzere üç gün, bayram günleri çıktıktan veya kendi beldesine döndükten sonra yedi olmak üzere toplam on gün oruç tutar.
3. Kıran Haccı: Aynı hac mevsimi içinde umre yaptıktan sonra ihramdan çıkmadan yapılan hacca, kıran haccı, bu haccı yapana kaarin denir. Kişi, umre ile haccı beraber yapmak üzere ihrama girer; umreyi tamamlar, ihramdan çıkmaz; ihramın gereklerine riâyet ederek hac fiillerine başlar, kudüm tavafını yapar, Arafat’ta durur, bayramın birinci günü Akabe cemresini attıktan sonra kurbanı kesip tıraş olur, ihramdan çıkar.
Temettû ve kıran haccı yapanlara şükür kurbanı kesmek vâciptir. İfrat haccı yapanın böyle yükümlülüğü yoktur; dilerse nâfile kurban kesebilir. Kıran haccı yapan hacı, şükür kurbanı kesemezse, bayramdan önce üç gün, evine döndükten sonra yedi gün olmak üzere on gün oruç tutar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
- 732 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Güvene kavuştuğunuz zaman hac zamanına kadar umre ile faydalanmak isteyen kimse, kolayına gelen kurbanı keser, kurban bulamayan, üç gün hacda, yedi gün de döndüğünüz zaman olmak üzere tam on gün oruç tutar. Bu, âilesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir.”3465 Temettû veya kıran haccı yapan kimsenin şükür kurbanı kesmeye gücü yetmez ve kurban bayramından önceki üç gün orucu da tutmamış bulunursa, sonra yedi günü de tutması gerekmez. Bunun yerine kurban kesmesi gerekir. Kurban kesemeyecek durumda ise ihramdan çıkar, fakat bu kez, iki kurban lâzım gelir. Birisi temettû veya kıran kurbanı, diğeri kurban kesmeden ihramdan çıktığı için ceza kurbanıdır. Mekke’lilere ve mikat sınırları dâhilinde oturanlara temettû veya kıran haccı yoktur. Onlar, yalnız ifrad haccı yaptıklarından şükür kurbanı kesmeleri gerekmez.
Hedy Kurbanı: Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmak için veya hac ibâdetindeki bir eksiklikten yahut ihram yasaklarına uymamaktan dolayı keffâret (ceza) olarak kesilmek üzere Harem-i Şerif’e götürülen veya kendisi yahut parası gönderilen kurbana “hedy” denir. Âyette şöyle buyrulur: “Eğer emniyet içinde iseniz, hac zamanına kadar umre yapana, gücünün yettiği bir kurban (hedy) gerekir.”3466 Temettû veya kıran haccında kesilen şükür kurbanı ile hac mevsiminde Harem’de kesilen nâfile her cins kurban “hedy kurbanı” olup, bunların sahipleri etlerinden yiyebilir. Ceza veya keffâret kurbanı ise hedy olmakla birlikte zekât, adak kurbanı ve fıtır sadakası türünden sayıldığı için, bunun etinden sahibi, eşi, usûl ve fürûu yiyemezler. Yiyecek olurlarsa kıymetini yoksullara ödemeleri gerekir. Şükür kurbanı bayramın ilk üç gününde tıraş olmazdan önce kesilebilirse de, birinci günü kesilmesi daha fazîletlidir.
Haccın Menâsikı/Hac Fiilleri
İslâm fakihlerine göre haccın menâsikı, yani haccın fiilleri rükün, vâcip ve sünnet kısımlarına ayrılır.
Haccın Rükünleri: Hanefîlere göre haccın rükünleri ikidir: Arafat’ta vakfe yapmak ve ziyâret (ifada) tavafını îfâ etmek. Bu rükünlerden birisi eksik kalırsa hac bâtıl olur. Rükün veya farz kesin delille; vâcip ise zannî bir delille sâbit olan hükümdür. Vâcibi bir özürden dolayı terk edene bir şey gerekmez. Ancak özürsüz terk ederse kurban cezası gerekli olur.
1. Vakfe: Arefe günü, güneşin zevâlinden, kurban bayramının birinci günü şafak sökünceye kadar, Arafat’ta kısa bir süre de olsa, durmanın, haccın aslî bir rüknü olduğunda, İslâm bilginleri görüş birliği içindedir. Hadiste; “Hac Arafat’tır.”3467 buyrulur. Bu yüzden, vakfe yapamayan kimse, haccı kaçırmış olur ve ertesi yıl yeniden hac yapar. Bugün belirli sınırlarla çevrelenen Arafat’ın her yeri vakfe yeridir. Hadiste “Arafat’ın tamamı vakfe yeridir.”3468 buyrulmuş, ancak Urene vâdisi, şeytan vâdisi olarak nitelendirilerek, vakfe yeri dışında tutulmuştur.3469 Arafat’ın Cebelü’r-Rahme denilen yerinde vakfe yapmak daha fazîletlidir. Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre, Arafat’ta gece ile gündüzün arasını birleştirmek için güneş
3465] 2/Bakara, 196
3466] 2/Bakara, 196
3467] Tirmizî, Tefsiru sûre 2/22; Ebû Dâvud, Menâsik 68; İbn Mâce, Menâsik 57; Dârimî, Menâsik 54
3468] Müslim, Hacc 149; Ebû Dâvud, Savm 5, Menâsik 56; Tirmizî, Hacc 54
3469] İbn Mâce, Menâsik 55, 73
HAC
- 733 -
batıncaya kadar kalmak vâciptir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) böyle yapmış ve “Hac ile ilgili ibâdetlerinizi benden alın”3470 buyurmuştur. Bu yüzden, güneşin batışından önce Arafat’tan ayrılana kurban cezası gerekir. Şâfiîler gurûba kadar kalışı sünnet kabul ederler.
İslâm bilginleri arasında, vakfe için abdest, setr-i avret, kıbleye dönme ve niyetin şart olmadığı konusunda herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Bu duruma göre, abdestsiz, cünüp, hayızlı veya nifaslı kimsenin yapacağı vakfe de geçerlidir. Çünkü Hz. Âişe (r.a.), Rasûlullah’ın (s.a.s.) emriyle, hayızlı iken vakfe yapmıştır.
2. Tavaf: Tavaf, sözlükte; ziyâret etmek, bir şeyin etrafında dolaşmak demektir. Bir terim olarak; Kâbe-i Muazzama’nın etrafında yedi defa dolaşmak anlamına gelir. Tavaf, Kâbe’nin Haceru’l-Esved köşesinden Kâbe sola alınarak başlar. Gerek tavafa başlarken ve gerek tavaf arasında Haceru’l-Eseved’in önüne geldikçe, ona doğru dönülür, namazda durur gibi tekbir ve tehlil ile kutsal taşa mümkünse eller sürülür veya öpülür. Bu mümkün olmazsa -ki günümüzde istisnâ dışında hiç mümkün değildir- karşıdan elle selâmlanır. Buna “istilâm” adı verilir. Tavafta her bir dolanmaya “şavt” denir.
Hacda üç çeşit tavaf söz konusu olur. Kudüm, ziyâret (ifada) ve Vedâ (Sader) tavafı. Bunun dışında yapılan fazla tavaflar nâfiledir.
a. Kudüm tavafı: Fakihlerin çoğunluğuna göre, Arafat’ta vakfeden önce Mekke’ye giren hacılar için kudüm tavafı sünnettir. Bu konuda ifrad veya kıran haccı arasında fark yoktur. Mekkeliler ve mikat bölgesi içinde oturanlar kudüm tavafı yapmazlar. Yine mikatlar dışından (âfâkî) gelse de umre ve temettû haccı yapanların da bu tavafı yapma zorunluluğu yoktur.
b. Ziyâret tavafı (ifada): Bu tavafın bir rükün olduğunda görüş birliği vardır. Hac, bu olmaksızın tamamlanmaz. Âyette; “Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve o Beyt-i Atîk’i (Kâbe) tavaf etsinler.”3471 buyrulur. Ziyaret tavafının şart veya vâcipleri beş tanedir:
1) Tavaf niyeti,
2) Gücü yetenin yürüyerek tavaf etmesi,
3) Mescid-i Haram içinde, Beytullah’ın çevresinde yapılması,
4) Tavafın zamanı, kurban bayramının birinci günü şafak söktüğü zaman başlar ve ömür boyu devam eder. Ancak bu tavaf, bayram günlerinden sonraya kalırsa bir ceza kurbanı gerekir.
5) Bu tavafın ilk dört şavtı farz, geri kalan üç şavtı sünnettir. Tavaf, bir çeşit namazdır. Hadiste şöyle buyrulur: “Tavaf, Allah Teâlâ’nın kendisinde yani tavaf yaparken konuşmayı mubah kıldığı bir namazdır.”3472
c. Vedâ tavafı (Sader): Hac sırasında Mina’dan Mekke’ye inildiği vakit yapılan tavaftır. Bu tavaf, Mâlikîlere göre mendup, diğer mezheplere göre ise vâciptir. Mekke ve çevresinde oturanlar için veda tavafı, gerekli değildir. Bununla hac
3470] Ahmed bin Hanbel, III/318, 366
3471] 22/Hacc, 29
3472] Nesâî, Menâsik 36; Dârimî, Menâsik 32; Ahmed bin Hanbel, III/414, IV/64, V/377
- 734 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ibâdetleri son bulmuş olur. Hacılar Kâbe-i Muazzama’ya vedâ ederek ülkelerine dönmek üzere bulunurlar.
Mâlikî ve Hanbelîlere göre haccın rükünleri; ihram, Safâ ile Merve arasında yedi şavtlık sa’y, Arafat’ta vakfe ve ziyâret tavafı olmak üzere dört tanedir. Şâfiîler bu dört rükne, saçların tıraş edilmesini veya kısaltılmasını ilâve ederler. Bunların dışında tavaf çeşidi olarak nâfile ve umre tavafı söz konusudur. Nâfile (tatavvu) tavaf, Mekke’ye dış belde ve ülkelerden gelenler için nâfile namaz kılmaktan daha fazîletlidir. Umre tavafının dört şavtı, umrenin rükünlerinden olup, umrede kudüm veya vedâ tavafı bulunmaz.
Haccın Vâcipleri
Hanefîlere göre, hacda, kendi başına vâcip olan beş ibâdet vardır: Sa’y, Müzdelife vakfesi, şeytan taşlama, tıraş veya saçları kısaltma ve vedâ tavafı. Bunlardan başka, haccın rükün, farz veya şartlarını tamamlayıcı nitelikte olmak üzere on tane de daha vâcip vardır. Bunları kısaca açıklayalım:
1. Sa’y: Safâ ile Merve arasında yedi şavtlık sa’yi (hızlı yürüyüş) yapmak, Hanefîlere göre vâcip, diğer mezheplere göre bir rükündür. Kur’an’da şöyle buyrulur: “Şüphesiz ki; Safâ ile Merve Allah’ın alâmetlerindendir. Kim, hac için Kâbe’yi ziyâret eder veya umre yaparsa, Safâ ile Merve’yi tavaf etmesinde bir sakınca yoktur.”3473 Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Şüphesiz Allah size sa’yi farz kıldı; size sa’y farz kılındı, sa’y yapın.”3474 Sa’yın tavaftan sonra yapılması, Safâ’da başlayıp Merve’de bitirilmesi ve yedi şavt halinde Safâ ile Merve arasındaki mesâfeyi tam olarak kapsaması gereklidir.
2. Müzdelife’de vakfe: Bayram akşamı şafağın sökmesiyle güneşin doğması arasında Müzdelife’de bir an da olsa bulunmak vâcip, geceyi orada geçirmek sünnet, Meş’ar-i Haram denen Kuzah Dağı’na gitmek ise müstahaptır. Âyette şöyle buyrulur: “Arafat’tan sel gibi akıp inerken Meş’ar-i Haram’da Allah’ı zikredin.”3475 Hadiste şöyle buyrulur: “Kim bizim şu sabah namazımızda hazır bulunur, biz ayrılıncaya kadar bizimle birlikte vakfe yapar ve daha önce gece veya gündüz Arafat vakfesini de yapmış durumda ise, onun haccı tamam olur.”3476 Müzdelife vakfesi, bir özür sebebiyle terk edilirse bir şey lâzım gelmez. Çünkü Hz. Peygamber bu vakfeyi yapamayan zayıf kimselere keffâreti emretmemiştir. Özürsüz terk ise, kurban cezasını gerektirir.
3. Mina’da şeytan taşlamak: Buna “remyu’l-cemerât” denir. Câbir (r.a.) şöyle demiştir: “Rasûlullah’ı (s.a.s.), kurban bayramı gününde, biniti üzerinde şeytan taşlarken (cemrelere taş atarken) gördüm. O, şöyle diyordu: “Hac menâsikini (ibâdetini) benden alınız. Ben bu haccımdan sonra hac yapıp yapamayacağımı bilmiyorum.”3477 Mina’da üç ayrı yerde bulunan ve küçük, orta ve büyük (akabe) cemresi adı verilen taş yığınlarına, kurban bayramı günlerinde “Bismillâhi Allahu ekber” denilerek yedişer tane küçük taş atılır. Bunun, Hz. İbrâhim, eşi Hacer ve oğlu İsmâil’in o yörede şeytan taşlamasının bir sembolü olduğu söylenir.
3473] 2/Bakara, 158
3474] eş-Şevkânî, Neylu’l-Evtâr, I/50
3475] 2/Bakara, 198
3476] Nesâî, Menâsik 211; Tirmizî, Hacc 57
3477] Müslim, Hudûd 12, 13; Ebû Dâvud, Hudûd 23; Nesâî, menâsik 220
HAC
- 735 -
4. Tıraş olmak veya saçları kısaltmak (halk veya taksîr): Mina’da taşları attıktan sonra, kıran veya temettû haccı yapanın kurban kesmesi, daha sonra da Mekke hareminde ve bayramın ilk üç gününden birinde saçlarını tıraş etmesi veya kısaltması vâciptir. Kadınlar saçlarının ucundan biraz keserler. Böylece ihramdan çıkmış olurlar. Kur’an’da şöyle buyrulur: “Sonra kirlerini gidersinler.”3478 İbn Ömer, âyetteki “tefes”in; saçları tıraş etmek ve ihramı çıkarıp elbiseleri giymek anlamına geldiğini söyler. Enes’den (r.a.) şöyle dediği nakledilir: Rasûlullah (s.a.s.), Mina’ya geldi, cemrelere vardı, onları taşladı. Sonra Mina’da kaldığı yere gitti ve kurban kesti. Sonra berbere başının sağ ve sol yanlarını göstererek, saçlarını almasını söyledi.3479
5. Vedâ tavafı (Sader): Mikatların dışından gelenlerin, haccı tamamladıktan sonra Mekke’den ayrılacakları zaman, son olarak Kâbe-i Muazzama’yı tavaf etmeleri vâciptir. Hz. Ömer’den şöyle nakledilmiştir: “Kim, Beytullah’ı haccederse, onun son niyeti Beytullah olsun. Ancak hayızlı kadın müstesnâdır. Rasûlullah (s.a.s.) onlara ruhsat verdi.” Buna göre vedâ tavafının şartları; hacının Hicaz’a dışarıdan gelmiş olması, hayızlı veya nifaslı bulunmaması, tavafa niyet etmesi ve ziyâret (ifada) tavafından sonra yapılmasıdır.
Haccın rükün veya şartlarını tamamlayıcı nitelikteki diğer bazı vâcipler de şunlardır:
6. İhrama mikat denilen yerlerden başlamak: Mikatı ihramsız geçen kimse, geri dönüp mikatta ihrama girer ve telbiye getirirse bir şey gerekmez. Kurban cezası sâkıt olur. İbn Abbâs mikattan sonra ihrama giren kimseye şöyle demiştir: “Mikata dön ve telbiye getir. Aksi halde hac etmiş olmazsın.”
7. İhramlıya yasak olan şeyleri terk etmek: Dikişli elbise giyilmesi, avlanması, daha ihramda iken saçların kesilmesi gibi.
8. Arafatt’ta güneşin zevâlinden, guruba kadar durmak,
9. Dört dolanımı farz olan ziyâret tavafını yedi şavta tamamlamak,
10. Ziyaret tavafını, kurban bayramının birinci, ikinci veya üçüncü gününde yapmak,
11. Tavaf sırasında abdestli olmak ve avret yerleri örtülü bulunmak,
12. Kâbe-i Muazzama’yı tavafa daima Haceru’l-Esved tarafından başlayıp, Beyt’i sola alarak tavaf etmek ve bunu yaya olarak yapmak,
13. Tavafı, Hatim’in gerisinden yapmak,
14. Her tavaftan sonra iki rekât namaz kılmak,
Haccın vâciplerinden birini terk etmek, haccın sıhhatine mâni olmaz. Bundan dolayı ceza olarak yalnız kurban kesmek gerekir. Kurbanın eti Mekke-i Mükerreme yoksullarına dağıtılır. Bununla birlikte, terk edilen bir vâcip yeniden yapılınca ceza düşer. Abdestsiz yapılan bir tavafı, abdestli olarak yeniden yapmak gibi.
3478] 22/Hacc, 29
3479] Şevkânî, a.g.e. V/68
- 736 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hac Nasıl Yapılır? (Hacla İlgili Uygulama Özeti)
1. İhrama girmek: Mikat yerinde yıkandıktan veya abdest aldıktan sonra hacca veya umreye yahut her ikisine niyet edilir. Niyet şöyle olur: “Hacca (veya umreye) niyet ettim, ey Allah’ım, onu bana kolay kıl ve onu benden kabul buyur. Ben Allah için ihrama girdim.” Başkasının yerine hac veya umre yapacak olan kimse ise; “falancanın yerine hacca (veya umreye) niyet ettim ve Allah için ihrama girdim” der. İki rekât ihram namazından sonra telbiyede bulunur: “Lebbeyk Allahumme lebbeyk...”
2. Mekke’ye Kedâ’ denilen üst taraftan girilir ve Mescid-i Harâm’a Benî Şeybe kapısından dâhil olunur. Sonra Haceru’l-Esved köşesinden başlanarak Kudüm tavafı yapılır.
3. Tavaf: Kudüm, ziyâret (ifada) ve vedâ (sader) tavafları yerine getirilir. Haccın rükünlerinden olan ziyâret tavafı, kurban bayramı sabahından itibaren bayram günlerinde; bu mümkün olmadığı takdirde ömür sonuna kadar yapılabilir. Hayız ve nifaslı kadın, haccın tavaf dışındaki bütün ibâdetlerini yapabilir.
4. Sa’y: Kudüm veya ziyâret tavafından sonra Safâ ile Merve arasında, dört defa Safâ’dan Merve’ye, üç defa da Merve’den Safâ’ya gider gelir. Belirli bir bölgede (bugün için iki yeşil direk arasında) hızla koşar. Safâ ve Merve tepesine Kâbe görülünceye kadar çıkıp Beytullah’a yönelerek tekbir, tehlil ve salât u selâmda bulunur.
5. Yalnız hacca niyet eden kimse, sa’yden sonra Mekke’de yine ihramlı olarak kalır; dilediği zaman Beytullah’ı nâfile tavaf eder. Zilhicce’nin sekizinci günü Mina’ya gider, orada kalır.
6. Arafat’ta kalış: Arafe günü, güneşin doğmasından sonra Mina’dan Arafat’a gider. Öğle ve ikindi namazlarını Nemire Mescidi’nde veya başka yerde imamla birlikte birleştirerek kılar. Haccın vakfe rüknünü yerine getirdikten sonra, güneşin batışını müteâkip Müzdelife’ye geçer.
7. Müzdelife’de gecelemek: Müzdelife, Mina ile Arafat arasındadır. Hacılar burada, bayram akşamı, akşamla yatsı namazını, şafak kaybolduktan sonra birleştirerek kılarlar. Sabah namazı da Meş’ar-i Haram’da kılınır. Tazarrû ve duâ için vakfe yapılır ve güneş doğmadan önce Mina’ya gidilir.
8. Şeytan taşlama: Bayramın birinci günü, Akabe Cemresi’ne yedi tane küçük taş atılır. Bundan sonra, temettû veya kıran haccı yapanın kurban kesmesi vâcip olur. İfrad haccı yapanın kurban kesmesi ise isteğine bırakılmıştır.
9. Sonra saçlar tıraş edilir veya kısaltılır. Kökünden tıraş, daha fazîletlidir. İmam Şâfiî’ye göre, iki üç tel saç kesmek de yeterlidir. Bundan sonra normal elbiseler giyilir, eşiyle cinsel temas dışında tüm ihram yasakları sona erer.
10. Mümkün olursa, aynı gün ziyâret tavafı yapılır; iki rekât tavaf namazı kılınır; zemzem suyu içilerek duâ edilir. Ziyâret tavafından sonra artık cinsel temas da serbest olur.
11. Bundan sonra Mina’ya gidilir. Acelesi olmayan hacılar orada üç gün daha kalarak, bayramın ikinci, üçüncü ve dördüncü günleri ilk, orta ve büyük (Akabe) şeytana yedişer taş atarlar. Acele edenler, bayramın üçüncü günü yapılacak
HAC
- 737 -
taşlama ile yetinerek, o gün güneş batmazdan önce Mina’dan ayrılabilirler. Taşlamalar, güneşin zevâli ile batışı arasında yapılır. Ancak, dördüncü gün taşlaması, zevâlden önce de yapılabilir.
12. Vedâ tavafı: Taşlamalar bittikten sonra Mekke’ye dönülür; vedâ tavafı yapılarak iki rekât namaz kılınır. Kana kana zemzem içilir, bununla yüz ve baş yıkanır, zorluk olmazsa bedene dökülür. Zemzem içerken şöyle duâ edilir: “Allahumme innî es’eluke ilmen nâfiâ ve rızkan vâsiâ ve şifâen min küllî dâin.” Mânâsı: “Allah’ım, ben Senden faydalı ilim, geniş rızık ve her türlü hastalıktan şifâ dilerim.”
Artık tam bir edep ile tekbir ve tehlil getirerek, Haceru’l-Esved’le Kâbe kapısı arasında bulunan ve Mültezem denilen yere gelip, -imkân varsa- yüz ve göğüs sürülür; Kâbe-i Muazzama örtüsüne yapışarak duâda bulunulur. Artık memleketine dönecek olan hacılar yüzünü Beytullah tarafından ayırmayarak hüzünlü bir şekilde arka arka çekilirler ve Harem-i Şeriften çıkarlar.
Yalnız umre yapmak isteyen kimse, mikatta; Mekkeli ise harem dışında, umre yapmaya niyet edip ihrama girer. Erkek, elbiselerini çıkarıp peştemala bürünür; telbiye getirir ve yol boyunca telbiyeye devam eder; ihram yasaklarından kaçınır. Mekke-i Mükerreme’ye girince umre için tavafta bulunur. Hacerü’l-Esved’i her defasında selâmlar ve ilk üç dolaşımında sürat gösterir, tekbir ve tehlilde bulunur. Bundan sonra Safâ ile Merve arasında yedi defa sa’y yapar. Daha sonra saçlarını tıraş ettirmek veya kısaltmak sûretiyle umresini tamamlamış ve ihramdan çıkmış olur. Artık Mekke’de kaldığı sürece Kâbe’yi nâfile olarak tavaf edebilir. Normal elbiselerini giyer ve kendisine daha önce helâl olan şeyler, yine helâl olmuş olur.
Umrenin rüknü, tavaftır. Âyette; “Onlar o Beyt-i Atîk’ı tavaf etsinler”3480 buyrulur. Vâcipleri ise; Safâ ile Merve arasında sa’y yapmak, tıraş olmak veya saçları kısaltmaktan ibarettir. Tavafın ilk dolanımında, Haceru’l-Esved selâmlandığı andan itibaren telbiye kesilir. Bu, umrenin sünnetidir.
Umre için belirli bir zaman yoktur. Yılın her mevsiminde yapılabilir. Ancak Hanefî mezhebine göre, yalnız Arafe günü ile kurban bayramının ilk dört gününde umre yapılması tahrîmen mekruhtur. Ramazan ayında yapılması ise menduptur. Şâfiîler, Arafe ve kurban bayramı günlerinde yapılacak umrenin daha az fazîletli olduğunu söylerler. 3481
Kur’ân-ı Kerim’de Hac
“Safâ ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir. Kim Beytullah’ı hacc/ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.” 3482
“Sana, yeni doğan hilâl şeklindeki ayları sorarlar. De ki: ‘Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir...” 3483
“Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın. Eğer (elde olmayan bir sebeple) bunlardan
3480] 22/Hacc, 29
3481] Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 254-267
3482] 2/Bakara, 158
3483] 2/Bakara, 189
- 738 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alıkonursanız, kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar, başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olursa yahut başından gelen bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka ya da kurban olmak üzere fidye vermesi gerekir. Emin olduğunuz vakit kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir. Kurban kesemeyen kimse hac günlerinde üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki hepsi tam on gündür. Bu söylenenler, âilesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah’tan korkun. Bilin ki Allah’ın vereceği ceza ağırdır.
“Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihram giyerse), hac esnâsında kadına yaklaşmak, fısklara/günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur. Hayır işlerden neyi yaparsanız, Allah onu bilir. (Ey mü’minler!) Âhiret için azık toplayın. Bilin ki, azığın en hayırlısı takvâdır (Allah korkusudur). Ey akıl sahipleri! Yalnız Benden korkun.
“(Hac mevsiminde ticaret yaparak) Rabbinizden gelecek bir lutuf ve keremi aramanızda size herhangi bir günah yoktur. Arafat’taki vakfeden ayrılıp (sel gibi Müzdelife’ye) akın akın ettiğinizde Meş’ar-i Harem’de zikir ile Allah’ı anın. Her ne kadar O’nun göstermesinden önce yanlış gidenlerden idiyseniz de (zararı yok).
Sonra insanların sel gibi akın ettiği yerden siz de akın edin. İstiğfâr edin/Allah’tan mağfiret isteyin. Çünkü Allah affedendir, merhamet edendir.
Hac ibâdetlerinizi bitirince, babalarınıza seslendiğiniz gibi yahut ondan daha yüksek bir sesle Allah’ı zikredin/anın (O’na yalvarın). İnsanlardan öyleleri var ki; ‘Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver’ derler. Böyle isteyenlerin âhiretten hiç nasibi yoktur.
Onlardan bir kısmı da; ‘Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir hasene/iyilik, âhirette de bir iyilik ver. Bizi ateş azâbından koru’ derler.
İşte onlar için, kazandıklarından (âhirette) büyük bir nasip (hisse) vardır. Şüphesiz Allah’ın hesaba çekmesi sür’atlidir.
Sayılı günlerde (eyyâm-ı teşrikte) Allah’ı zikredin/anın (Telbiye ve tekbir getirin). Kim iki gün içinde acele edip (Mina’dan Mekke’ye) dönmek isterse, üzerine günah yoktur. Kim geri kalırsa, o zaman da kötülükten sakınan için günah yoktur. Allah’tan korkun ve bilin ki hepiniz O’nun huzuruna toplanacaksınız.” 3484
“Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed), Mekke’deki (Kâbe)dir.
Orada apaçık âyetler/nişâneler, (ayrıca) İbrâhim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yol bakımından gücü yetenlerin/gidebilenlerin o evi haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir.”3485
“Hacc-ı Ekber (En büyük hac) gününde Allah ve Rasûlünden insanlara bir bildiridir: Allah ve Rasûlü müşriklerden berîdir/uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu, sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz. (Ey Muhammed!) O kâfirlere acıklı azâbı müjdele!” 3486
3484] 2/Bakara, 196-203
3485] 3/Âl-i İmrân, 96-97
3486] 9/Tevbe, 3
HAC
- 739 -
“(Ey müşrikler!) Siz hacılara su veren ve Mescid-i Harâm’ı onaran kimseyi, Allah’a ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerle bir mi tutuyorsunuz? Hâlbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez (böylece onlar da hidâyete ermiş mü’minlerle eşit olmazlar).” 3487
“Kâfir olup inkâr edenler, Allah’ın yolundan ve -yerli taşralı ayırımı yapmaksızın- bütün insanlar için (kıble) yaptığımız Mescid-i Harâm’dan (insanları) alıkoymaya kalkanlar (şunu bilmeliler ki) kim orada (böyle) zulüm ile haktan sapmak isterse, ona acı azaptan tattırırız.
Bir zamanlar İbrâhim’e Beytullah’ın yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): ‘Bana hiçbir şeyi şirk/eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibâdet edenler, rukû ve secde edenler için evimi temiz tut.’
İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde (uzak yollardan gelen çeşitli vâsıtalarla) kendilerine ait birtakım yararları yakînen görmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe’ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin, hem de yoksula, fakire yedirin.
Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o Eski Evi (Kâbe’yi) tavaf etsinler.” 3488
Hadis-i Şeriflerde Hac ve Haccın Fazîleti
“Ey insanlar, size hac farz kılınmıştır. Haccı edâ edin!” Cemaatte bulunan bir adam: “Her sene mi, ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordu. Rasûlullah cevap vermedi. Adam sorusunu üç kere tekrar etti. Bunun üzerine: “Ben sizi bıraktıkça siz de beni bırakın (Ben sükût ettiğim halde, niye sormada ısrar ediyorsunuz?). Şâyet (sorunuza) ‘evet’ deseydim, her yıl haccetmek vâcip oluverirdi ve buna güç yetiremezdiniz. Şunu bilin ki, sizden öncekileri helâk eden şey, çok sual sormaları ve peygamberleri hakkında ihtilâflarıdır. Size bir iş emrettiğim zaman, bunu gücünüz yettiğince îfâ edin, bir yasaklamada bulunduğum vakit de ondan kaçının (bu emir ve yasakla ilgili olarak aklınıza gelen her şeyi sormaya kalkmayın!)” 3489
Akrâ İbnu’l-Hâbis (r.a.) Rasûlullah (s.a.s)’a sordu: “Hac, her sene midir, ömürde bir kere midir?” Rasûlullah şöyle cevap verdi: “Bir keredir; fazla yapan nâfile yapmış olur.” 3490
“Kim kendisini Beytullahi’l-Haram’a ulaştıracak kadar azık ve bineğe sahip olduğu halde haccetmemişse onun yahûdi veya hıristiyan olarak ölmesi arasında fark yoktur. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Oraya yol bulabilen insanın, Allah için Kâbe’yi haccetmesi gerekir.” 3491
“Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı îfâ edin.” 3492
3487] 9/Tevbe, 19
3488] 22/Hacc, 25-29
3489] Buhârî, İ’tisâm 4; Müslim, Hacc 412, hadis no: 1337, Fedâil 130, hadis no: 1337; Nesâî, Hacc 1, hadis no: 5, 110-111
3490] Ebû Dâvud, Hacc 1, hadis no: 1721; Nesâî, Hacc 1, hadis no: 5, 111; İbn Mâce, Menâsik 2, hadis no: 2886
3491] 3/Âl-i İmrân 97) (Tirmizî, Hacc 3, hadis no: 812
3492] Müslim, Hacc 412; Nesâî, Menâsik 1; Ahmed bin Hanbel, II/508
- 740 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İslâm beş şey üzerine binâ edilmiştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beytullah’ı haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.” 3493
“Hac ve umreyi peşi peşine yapın. Bu ikisi, körüğün demir, altın ve gümüşün pasını yok ettiği gibi, fakirliği ve günahları yok eder. Mebrûr haccın sevabı, ancak cennettir.” 3494
“Hac yapmak isteyen acele davransın.” 3495 Bu hadis, hac konusunda acele davranmanın gereğine dikkat çekmektedir. Haccın arzuya bağlı nâfile bir ibâdet olmayıp, şartlara bağlı bir farz olduğu gözönüne alınınca; “Hac yapmak isteyen” tâbirini, “hac kime farz olmuşsa” şeklinde anlayıp şöyle ifâde etmemiz gerekir: “Bir kimseye hac farz oldumu, bunu yerine getirmede acele etsin.” Öyle ise, hacda esas olan ta’cildir/acele davranmaktır. Özellikle yurdumuzda kökleşmiş olduğu üzere ileri yaşlara, yaşlılığa bırakmak doğru değildir. Bu hadisin Beyhakî’deki ziyâdesi meseleye daha da açıklık getirir: “Sizden kimse, başına ne gelecek bilemez; hastalanacak mı, fakir duruma mı düşecek?”
Allah elçisine, “hangi amelin daha fazîletli olduğu” sorulunca şöyle buyurdu: “Allah’a ve Rasûlüne iman.” “Sonra hangisi?” denildi. “Allah yolunda cihad” buyurdu. “Sonra hangisi?” sorusuna ise; “Mebrûr hac” cevabını verdi. 3496
“Kim hac yapar, bu esnada cinsî temastan korunur, çirkin söz ve davranışlardan uzak durursa, annesinden doğduğu gündeki gibi günahlarından kurtulur.” 3497
“Hac ve umre yapanlar Allah’ın misafirleridir. O’ndan bir şey isterlerse, onlara cevap verir (duâlarını kabul eder), af isterlerse onları affeder.” 3498
“Cenâb-ı Hakk’ın arefe günü (vakfe sırasında) cehennemden âzâd ettiği kulların sayısı diğer günlerde âzâd edilenlerle kıyaslanmayacak kadar çoktur. Allah, arefe günü vakfe yapanlara yaklaşır. Sonra onlarla meleklere karşı iftihar ederek ‘bunlar ne istiyorlar ki, bütün işlerini bırakıp burada toplandılar’ der.” 3499
“Allah’ın cehennemden en çok kul âzâd ettiği gün, arefe günüdür.” 3500
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü, dedim, cihâdı amellerin en fazîletlisi görüyoruz; biz (kadınlar) de cihâd etmeyelim mi?” Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap verdi: “Ancak (kadınlar için), cihâdın en efdal ve en güzeli hacc-ı mebrûrdur.” Hz. Âişe der ki: “Bunu işittikten sonra haccı hiç bırakmadım.” 3501
“Küçüğün, büyüğün(ihtiyarın), zayıfın, kadının cihadı hac ve umredir.” 3502
“Umre, ikinci bir umreye kadar olan günahlara keffârettir. Mebrûr haccın karşılığı ise
3493] Buhârî, İman 1, 2; Müslim, İman 19-22; Tirmizî, İman 3; Nesâî, İman 13
3494] Tirmizî, Hac 2; Nesâî, Hacc 6 hadis no: 5, 115; İbn Mâce, Menâsik 3, hadis no: 2886
3495] Ebû Dâvud, Menâsik 6, hadis no: 1732
3496] Buhârî, Cihad 1, Hacc 4, 34, 102, Umre 1; Müslim, İman 135, 140; Tirmizî, Mevâkît 13, Hacc 6, 14, 88; Dârimî, Menâsik 8, Salât 24, 135
3497] Buhârî, Muhsar 9, 10; Nesâî, Hac 4; İbn Mâce, Menâsik 3; Dârimî, Menâsik 7; Ahmed bin Hanbel, II/229, 410, 484, 494
3498] İbn Mâce, Menâsik 5
3499] Müslim, Hacc 1348
3500] Müslim, Hacc 436; Nesâî, Menâsik 194; İbn Mâce, Menâsik 56
3501] Buhârî, Hacc 4, Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 1; Nesâî, Hacc 4, hadis no: 5, 113
3502] Nesâî, Hacc 4, hadis no: 5, 114; İbn Mâce, Menâsik 8, hadis no: 2902
HAC
- 741 -
ancak cennettir.” 3503
“Beyt’i (Kâbe-i Muazzama’yı kim elli defa tavaf ederse, günahlarından çıkar ve tıpkı annesinden doğduğu gündeki gibi olur.” 3504
Hz. Câbir anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.), (üç kere hac yaptı. Şöyle ki:) Hicret etmezden önce iki, hicretten sonra da bir hac ve bununla birlikte bir umre yaptı. Bu hac sırasında (Medine’den) altmış üç deve sevk etti. O sırada Hz. Ali (r.a.) Yemen’den geldi (Beraberinde, Rasûlullah’ın kestiği kurbanların) geri kısmı da vardı. Bunlar arasında (Ebû Cehil’e ait olup, Bedir savaşında ğânîmet olarak alınan) burnunda gümüş halka bulunan deve de vardı. Rasûlullah (s.a.s.) hepsini kesti. Rasûlullah, her deveden bir parça alınmasını emretti. Bunlar (bir kapta) pişirildi. Efendimiz suyundan içti.” 3505
Bir adam; “Ey Allah’ın Rasûlü! Bana hac farz oldu; Borcum da var (önce hangisini ödeyeyim?)” diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.): “Önce borcunu öde!” buyurdu. 3506
Bir kadın, Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek: ‘Ben haccetmek için hazırlık yapmıştım. Bana (bir mâni) ârız oldu, ne yapayım?’ diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ramazanda umre yap; zira o ayda umre tıpkı hac gibidir.” 3507
Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah’a (s.a.s.) “Hangi hac daha efdaldir?” diye sorulmuştu. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Yüksek sesle telbiye getirilip, kurban kesilerek yapılan hac!” 3508
“Telbiyede bulunan hiçbir müslüman yoktur ki, onun sağında ve solunda bulunan taş, ağaç, sert toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın, bu iştirak (sağ ve solunu göstererek) şu ve şu istikamette arzın son hudûduna kadar devam eder.” 3509 Telbiye, hac sırasında ihrâma girildiği andan itibaren bayramın birinci günü (Zilhicce’nin 10. günü) Cemre-i Akabe’de ilk taşın atılmasına kadar yüksek sesle okunan şu duâdır: “Lebbeyk Allahumme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk, inne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk, lâ şerîke lek.” (Buyur Allah’ım buyur! Dâvetine bütün samîmiyetimle icâbet ettim! Buyur Allah’ım buyur! Senin eşin/ortağın yoktur. Buyur Allah’ım buyur! Hamd Senin, nimet Senin, mülk Senin. Bunların hiçbirinde eşin/ortağın yoktur!).
Rasûlullah (s.a.s.) bin bir sıkıntıya katlanarak, pek çok müşkilleri hallederek mübârek beldelere gelmekle Allah’ın emrine fiilen uymuş bulunan insanların icâbet hallerinin kavlî ifâdesi olan “telbiye”yi, sözdeki samîmiyete binâen hâsıl olan ihlâs sebebiyle, kişinin sağ ve solunda yer alan taş, ağaç, toprak bütün mevcûdâtın, arzın son hudûduna varıncaya kadar tekrar edeceğini haber vermektedir. Bu hadisle haccın haşmetini, mânevî değerinin de sosyal ve siyasal
3503] Buhârî, Umre 1; Müslim, Hacc 437, hadis no: 1349; Tirmizî, Hacc 6, 90, hadis no: 933; Nesâî, Menâsik 3, 5hadis no: 5, 112, 115, Hacc 3, Zekât, 49, İman 1; İbn Mâce, Menâsik 3, hadis no: 2887; Muvattâ, Hacc 65, hadis no: 2, 346; Dârimî, Menâsik 7, Salât 135; Ahmed bin Hanbel, I/387, III/114, 412, IV/342
3504] Tirmizî, Hacc 41, hadis no: 866
3505] Tirmizî, Hacc 6, hadis no: 815
3506] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 6, s. 164
3507] Buhârî, Umre 4, Cezâu’s-Sayd 26; Müslim, Hacc 222; Nesâî, Sıyâm 6, hadis no: 4, 130; Muvattâ, Hacc 66; Ebû Dâvud, Hacc 79; Tirmizî, Hacc 95; İbn Mâce, Hacc (Menâsik) 45
3508] Tirmizî, Hacc 14, hadis no: 827, Tefsîr, Âl-i İmrân, hadis no: 3001
3509] Tirmizî, Hacc 14, hadis no: 828
- 742 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yönlerine paralel şekilde müstesnâ bir azamet taşıdığını anlamaktayız.
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’ı (s.a.s.) telbiye ederken işittim; şöyle diyordu: “Lebbeyk Allahumme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk, inne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk, lâ şerîke lek.” Bu kelimelere başka ilâvede bulunmuyordu.” 3510
Âbis bin Rebîa (r.a.) anlatıyor: Ben Hz. Ömer’i (r.a.) Haceru’l-Esved’i öperken gördüm. Onu hem öptü, hem de: “Biliyorum ki sen bir taşsın; ne bir faydan ne de zararın vardır. Ben Rasûlullah’ı (s.a.s.) seni öper görmeseydim, seni asla öpmezdim” dedi. 3511
İbn Ömer anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), (tavâfın) her şavtında Rükn-i Yemânî ve Haceru’l-Esved’i istilâm etmeyi terk etmezdi.” 3512
Hanzala (r.a.) anlatıyor: “Tâvus merhumu (tavaf yaparken) gördüm. Rükne gelince (Haceru’l-Esved) üzerinde izdiham bulursa sıkışıklık yapmaz, geçer giderdi; boş ve müsait bulursa üç sefer öperdi. Sonra şunu söyledi: “Ben İbn Abbas’ı (r.a.) aynen böyle yaparken gördüm.” İbn Abbas da: “Hz. Ömer’i (r.a.) aynen böyle yaparken gördüm” dedi. Hz. Ömer (r.a.) de: “Ben Rasûlullah’ı (s.a.s.) böyle yaparken gördüm” dedi. 3513
“Beytullah etrafında tavaf, namaz gibidir. Ancak, bunda konuşabilirsiniz. Kim tavaf sırasında konuşursa sadece hayır konuşsun.” 3514
“Beytullah’ı tavaf etmek, Safâ ve Merve arasında sa’y etmek ve şeytan taşlamak Allah’ı zikretmek için emredilmiştir.” 3515
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’a (s.a.s.) zemzem suyu verdim, ayakta içti.” 3516
“(Kâbe’ye) Kur’ân-ı Kerim’de, ‘Beytu’l-Atîk’ denmiş olması3517 ona hiçbir cebbârın/zorbanın galebe çalamamış olmasındandır.”3518 Kur’ân-ı Kerim’de Kâbe’ye iki ayrı âyette Beytu’l-Atîk denmektedir. Lügat olarak atîk; kadîm (eski), nefîs, kıymetli, şerefli demektir. Kâbe-i Şerîfe’ye bu mânâların hepsini izâfe ederiz. Eskidir, çünkü bizzat Kur’ân-ı Kerim’in ifâdesiyle: “Yeryüzünde ibâdet için inşâ olunan ilk beyt’tir.”3519 Atîk, bir de “âzâd edilmiş” anlamına gelir. Nitekim bir rivâyette: “Allah onu cebbârların galebesinden âzâd etmiştir” buyrulmaktadır. Cebbâr; zâlim, ‘öfke sebebiyle cana kıyan, öldüren’ demektir. Şu halde tâ bidâyetlerden beri hiçbir devirde kahırla,
3510] Buhârî, Hacc 26, Libâs 89; Müslim, Hacc 19, hadis no: 1184; Muvattâ, Hacc 28; Tirmizî, Hacc 13, hadis no: 825; Ebû Dâvud, Menâsik 27, hadis no: 1812; Nesâî, Hacc 54, hadis no: 5, 159-160
3511] Buhârî, Hacc 50, 57, 60; Müslim, Hacc 248, 120; Muvattâ, Hacc 36, hadis no: 1367; Tirmizî, Hacc 37, hadis no: 860; Ebû Dâvud, Menâsik 47, hadis no: 1873; Nesâî, Hacc 147, hadis no: 5, 227; İbn Mâce, Menâsik 27, hadis no: 2943
3512] Ebû Dâvud, Menâsik 48, hadis no: 1876; Nesâî, Hacc 156, hadis no: 5, 231
3513] Nesâî, Hacc 148, hadis no: 5, 227
3514] Tirmizî, Hacc 122, hadis no: 960; Nesâî, Hacc 136, hadis no: 5, 222
3515] Ebû Dâvud, Menâsik 51, hadis no: 1888; Tirmizî, Hacc 64, hadis no: 902
3516] Buhârî, Hacc 76, Eşribe 16; Müslim, Eşribe 117, hadis no: 2027; Tirmizî, Eşribe 12, hadis no: 1883
3517] 22/Hacc, 29, 33
3518] Tirmizî, Tefsir, Hacc, hadis no: 3169
3519] 3/Âl-i İmrân, 96
HAC
- 743 -
zorla zâlimler Kâbe üzerinde hâkimiyet kuramamışlardır. Bunun en güzel misali, Ebrehe ordusunun bozgunudur. Fîl sûresinde Ebâbil kuşlarının havadan bıraktıkları bombamsı küçük parçacıklarıyla Kâbe’yi istilâya gelen Habeş ordusunun nasıl perişan edildiği anlatılır.3520 İkrime (r.a.): “Kâbe’ye Beytu’l-Atîk denmesinin sebebi, onun Nûh tûfanı sırasında yıkılmaktan âzâd edilmiş olmasıdır” demiştir. Şu halde, bütün rivâyetler Kâbe’nin eskiliği, şerefi ve korunmuşluğu hususunda ittifak ederler.
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “(Câhiliyye devrinde) Kadın, Kâbe-i Muazzama’yı çıplak olarak tavaf eder ve şöyle derdi: ‘Bana kim ödünç bir tavaf elbisesi verecek?’ Elbiseyi, fercinin üzerine kor: (Şiir diliyle): ‘Bugün bir kısmı veya tamamı görülür, ama ondan açılanı helâl etmem’ derdi. Bu tatbikatla ilgili şu âyet indi: “Ey Âdemoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyerek gidin. Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Allah müsrifleri sevmez.” 3521
Rasûlullah’a, ihramlının giyebileceği şeylerden sorulmuştu. Şu cevabı verdi: “Muhrim (ihramlı) kamîs (gömlek), sarık, bürnus (takke), şalvar/pantolon, vers (sarı boya veya koku) veya zâferan bulaşmış bir giysi taşımaz. Ayağında da mest (ve benzeri ayakkabı) yoktur. Ancak nalın (terlik) bulamazsa, mestlerin topuktan aşağı kısmını kesmelidir.” Buhârî’de şu ziyâde var: “İhramlı kadın, yüzünü örtmez, eldiven de kullanmaz.” 3522
Haccın Hikmetleri
Hac, belirli fiillerin sadece Allah rızâsı için yapılmasından oluşan bir ibâdettir. Kur’ân-ı Kerim’de hac ibâdetinin çeşitli safhaları hem şeklî hem de mânevî ve rûhî yönlerden tasvir edilerek çeşitli yararlarının bulunduğu belirtilir.3523 Böylece insanlar, haccın hikmetlerini kavramaya ve gerek fert ve gerekse ümmet olarak onu lâyıkı vechiyle îfâ edip âzamî ölçüde hikmetlerini gerçekleştirmeye teşvik edilir.
Mü’minin hem malı, hem de bedeniyle gerçekleştirdiği bir ibâdet olan hac, insanın bütün varlığını ilgilendirir ve bu haliyle küllî bir teslimiyetin ifadesidir. Diğer yükümlülükler gibi hac da insan merkezli ve insanın ihtiyaç duyduğu hayırların tahakkukunu hedef alan bir ibâdettir. Bu bakımdan onun hikmetlerini üç noktadan hareketle tespit etmek mümkündür. Bunlardan birincisi, Allah’ın insanlara bazı şeyleri yapmalarını emretmesi ve bunların yerine getirilmesi sûretiyle kendilerine lütufta bulunmasıdır. İkincisi haccı gerçekleştiren insanın ona hazırlanırken, menâsikını îfâ ederken ve ibâdetini tamamladıktan sonra kendi kabiliyetine göre elde edebildiği olumlu sonuçlar, üçüncüsü de bu ibâdeti sadece Allah rızâsı için yerine getiren tek tek insanların irâdelerinin ve tesir alanlarının dışında haccın bütün ümmete sağladığı faydalar ve onları ulaştırdığı yüksek seviyedir. Haccın hikmeti, Allah’a yönelmiş insanla Allah arasında kul-Rab ilişkisinin insanın kendi hayatı ve ayrıca içinde bulunduğu ümmet üzerindeki etkisiyle ortaya çıkar. Gazzâlî’nin ifâdesiyle hac, dinin kemâle ermesi ve teslimiyetin tamamlanmasıdır.
3520] 105/Fîl, 1-5
3521] 7/A’râf, 31) (Müslim, Tefsir 25, hadis no: 3028, Hacc 131, hadis no: 5, 233, 234
3522] Buhârî, Hacc 21, Cezâu’s-Sayd 13, 15, İlm 53, Salât 9; Müslim, Hacc 1, hadis no: 1177; Muvattâ, Hacc 8, Tirmizî, Hacc 18, hadis no: 833; Ebû Dâvud, Menâsik 32; Nesâî, Hacc 28, hadis no: 5, 129
3523] Meselâ, Bk. 22/Hacc, 28-33
- 744 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hac ibâdetinin fert ve müslüman toplum açısından sağladığı mânevî kazançların kişiden kişiye, toplumdan topluma ve devirden devire farklılık arzettiği görülür. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Her insan niyetine, irâdesine ve yeteneklerine bağlı olarak hacdan farklı nasipler elde edebileceği gibi, hiç nasip almadan bu seyahatten dönenlerin bulunması da mümkündür. Çünkü hac, dış görünüşü itibarıyla sembolleri andıran, gerçekte ise çeşitli rûhî eğitimleri sağlayan birbirinden farklı davranışların toplamından ibârettir. Bazıları için şeytan taşlama, çok şey ifade ederken; bazılarına tavaf, bazılarına Arafat, bir gruba da hac esnâsında kurulan insanî ilişkiler daha anlamlı gelebilir.
Haccın “kast ve yönelme” şeklindeki kelime anlamıyla oynadığı mânevî rol arasında ilişki vardır. Şöyle ki: Müslümanlar ömürleri boyunca günde beş defa Kâbe’ye yönelerek namaz kılarlar. Her müslüman, imandan sonra en faziletli ibâdet sayılan namazın3524 kıblesini oluşturan mübârek mekânı görmek, orada başta Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) olmak üzere geçmiş peygamberlerin hak din uğrunda verdikleri mücâdeleleri hatırlamak, asırlar boyunca birçok mü’minin namaz, duâ ve niyazlarına sahne olan mânevî atmosferde yaşamak ister. Hac bu açıdan tarihin yeniden yaşanmasının ve mücerredin müşahhas hale gelmesinin vâsıtası olmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de Kâbe’den “Allah’ın evi” diye söz edilir. 3525
Bütün benliğiyle Allah’a bağlanan mü’min O’nun evini ziyâret etmeyi en büyük mânevî zevk olarak telakkî eder. Aslında diğer ibâdetlerde olduğu gibi hacda da kulluk sınavı (ibtilâ), hem bu ibâdetin amacını hem de anlamını oluşturur. Genellikle insanlar emir ve yasakların hikmetlerini ancak gereği gibi onları yerine getirdikten sonra farkederler. Bu farkediş, ya bizzat kendi hayatlarında ortaya çıkmakta veya başkalarının hayatı incelendiğinde görülmektedir. Hacda önemli olan, sadece bir fiilin yapılması değil; onun özel bir amaçla, yani Allah’ın emrine uymak niyetiyle yapılmasıdır. Bir fiilin bu niyetle gerçekleştirilmesi onu ibâdet haline getirir. Şu halde hac ibâdetinin temel gâyesi ve hikmetlerinden biri, insanların Allah’ın emri gereğince yurtlarını, âilelerini ve dostlarını, mallarını terk etmeye, bazı arzularına karşı koyup sıkıntıları göğüslemeye hazır olduklarını göstermeleridir.
Hac, belli bir zamanda ve belirli mekânlarda gerçekleşen bir ibâdet olduğu için müslümanlara zaman ve mekân mefhumunu, dünyada her şeyin belli bir düzen içinde gerçekleştiği şuurunu kazandırır. Vakfe, tavaf, sa’y vb. hac menâsikinin yerine getirilmesi, dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan müslümanların gözlerini ve gönüllerini Arafat, Kâbe, Safâ-Merve gibi “İlâhî şiarlar/semboller” olarak nitelendiren3526 mekânlara çevirmelerini sağlamakta ve formel bir anlaşma olmaksızın bütün müslümanları aynı zaman ve mekân içinde mânevî bir ittifak anlayışına ulaştırmaktadır.
İslâm kültüründe hacca hazırlık safhası, bir yönüyle ölüme hazırlanmaya benzetilir; şu farkla ki hac irâdeye bağlı iken, ölüm insanın beklemediği, belki de istemediği bir anda gerçekleşebilir. Hac ibâdetinde kişi çevresinden ve arzularından uzaklaşacağı, ölmeden önce bir anlamda ölümü yaşayacağı için önemli bir irâde egzersizi yapmakta ve İlâhî irâdeye boyun eğmeye hazır olduğunu
3524] Müslim, İman 137-140
3525] 22/Hacc, 26
3526] 2/Bakara, 158
HAC
- 745 -
kendine telkin etmektedir. Bu duygunun belirtilerini özellikle hacca ilk defa gidecek olanlarda gözlemek mümkündür. Bundan dolayı hacca hazırlanan mü’min hak ilişkisi içine girdiği herkesle helâlleşir, borçlarını öder, bakmakla yükümlü olduğu insanların nafakalarını ayırır ve ondan sonra yola koyulur.
Haccın farziyetini belirten âyette ona güç yetirmekten söz edilir.3527 Bunun anlamı, insanın hac için gerekli olan bütün imkânlara kavuşması, şartların da bunu kolaylaştıracak bir durumda bulunması demektir. Söz konusu âyet, dolaylı olarak haccın îfâsını sağlayacak her türlü vâsıtayı hazırlamaları için müslümanları uyarmakta, gerekli tedbirleri almalarını bir vecîbe olarak onlara yüklemektedir. Bu sebeple tarih boyunca hac yollarının güvenliğini temin etmek ve haccın yapılacağı mekânların hizmetkârı olmak müslüman devlet adamları için büyük bir şeref telakkî edilmiştir. Bu şartlar bir bakıma, Allah’a teslimiyetini göstermek isteyen müslümanın kendini bu amaca yönelik olarak hazırlaması gerektiğini de ifade etmektedir.
Mü’minin hac esnâsında elde ettikleriyle orada gerçekleştirdiği menâsık arasında da bir ilişki vardır. Burada özellikle belirtilmesi gereken husus, haccın gerçekleştirildiği mekânla Hz. Peygamber’in ve ilk müslümanların yaşadıkları mekânın aynı olmasıdır. Mü’min hac esnâsında, Rasûl-i Ekrem’in ve ashâbının bulunduğu coğrafî mekânla karşılaşmakta, Kur’an’da “Allah’ın koyduğu dinî işaret ve nişanlar (şeâirullah -Allah’ın şiarları-)” olarak tavsif edilen3528 bu mekânlarda bulunarak o dönemin mânevî ruhundan nasip almaktadır. Diğer taraftan, hacca giden her müslüman, ihrama girerken büründüğü örtüyle kabre girerken bürüneceği kefenin benzerliğinin şuurunda olarak artık bir bakıma dünya dışı bir düzene ayak uydurduğunu hissetmekte ve bunun etkilerini duymaktadır. İhram, sözlük anlamının da çağrıştırdığı gibi, sadece zâhirî bir kıyafet değişikliği değil; insanın yaşama ve davranış biçiminin köklü bir değişikliğe uğraması demektir. Nitekim ihramlı kişi, bu kıyafeti taşıdığı süre içinde başka zamanlarda kendisine meşrû olan bir dizi davranıştan uzak durmak zorundadır. Bu program dışı hayat, kişinin alışkanlıklarından ve bağımlılıklarından kurtulmasına ve kendisiyle hesaplaşmasına imkân tanıyan önemli bir fırsattır. Bu esnada yapılan her ihlâl ya bir keffâretle karşılanır veya haccın bozulmasıyla sonuçlanır ki bir anlamda dünya-âhiret bütünlüğünü canlı bir şekilde yaşamak demektir.
Kâbe ve çevresi için kullanılan “harem” tâbiri, bölgedeki bütün ilişkilerin Allah’ın emir ve yasaklarına saygı esasına göre düzenlendiğini, başta insan olmak üzere ağaç ve bitki örtüsünden hayvanlara kadar bölgedeki bütün varlıkların İlâhî koruma altına alındığını ifade eder. Tavaf kişiye, her şeyin bir başka şey etrafında belli bir düzen içinde döndüğü ve insanın da bu kozmik düzenin bir parçasını teşkil ettiği şuurunu verir. Sa’y, müslümanın sırf Allah istediği için katıldığı bir yürüyüştür; müslüman bu sâyede kendisi gibi aynı yola girmiş, aynı niyet ve duyguları taşıyanlarla beraber koşmanın ne demek olduğunu farkeder. Sa’y sırasında “hervele” denilen çalımlı ve hızlı yürüyüş, niyet ve duygu bütünlüğü ile kaynaşmış ümmet ruhunun azametini yansıtır. Arafat’ta diğer mü’minlerle bir arada bulunan, kıyafetiyle artık bu dünyayı terk ettiğini gösteren mü’min, haşir ve hesaba çekiliş sahnesini temsilî bir şekilde yaşayarak sorumluluğun ve hesaba
3527] 3/Âl-i İmrân, 97
3528] 2/Bakara, 158; 22/Hacc, 32, 36
- 746 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çekilmenin idrâkine varır. Arafat’ta Rabbine yönelen insan, daha bu dünyada, hiçbir yardımcının bulunmadığı şartlarda O’nun huzurunda durmanın mânâsını, makam, servet ve ilim gibi üstünlüklerin gerçek değerinin hesaba çekileceği zaman ortaya çıkacağını anlar; üstünlüğün sadece takvada olmasının ne demek olduğunu kavrar. Hac esnâsında çeşitli münâsebetlerle yapılan duâlar, sadece Allah’a teslim olmanın ve bunu söz ve davranışlarla yaşamanın özlü bir ifâdesidir. Özellikle telbiye çok anlamlıdır: “Buyur Allah’ım, buyur! Dâvetini duydum, Sana yöneldim, kapına geldim. Hamd Sanadır; nimet Senin, mülk Senindir. Şerîkin/ortağın yok Allah’ım!” Nihâyet orada kesilen kurban, mü’minin sırf Allah istediği için malından vazgeçebildiğini belirtmesi, kendi İsmail’ini, yani en sevdiği şeyi ve bizzat kendini dahi Allah yolunda kurban edebileceğini fiiliyle göstermesi açısından mânidardır.
Hac esnâsında hiçbir şeye zarar vermemek esas olduğundan insanın çevresiyle ilişkisinde son derece dikkatli davranması gerektiği ortaya çıkar. Bu husustaki titizliğin ölçüsü, Kur’ân-ı Kerim’deki yasaklardan ve bu yasakların çiğnenmesi halinde verilecek cezaları bildiren âyetlerin açık üslûbundan anlaşılmaktadır.3529 Özellikle bitki ve hayvan türünden canlılara karşı gösterilmesi gereken hassâsiyet, kişiye başka zamanlarda kazanamayacağı ölçüde bir duyarlılık sağlar. Bunun yanında öfkelenmemek, kimseyi incitmemek ve güler yüzlü olmak gibi ahlâkî davranışlar da haccı gereği gibi yerine getirenlerin elde edecekleri mânevî kazançlar arasında yer alır. Sonuç olarak hac esnâsında müslüman daha önce teorik olarak haberdar olduğu, fakat lâyıkı ile yaşayamadığı bir dizi imanî ve ahlâkî özellikler kazanır. Hac mü’minin kendi kendisinin farkına varma sürecidir.
Hacdan dönen mü’min, İslâm’ın ilk muhâtapları olan ve hayatlarını ona vakfeden asr-ı saâdet müslümanlarının yaşadığı yerleri gezerek, Peygamber’i kitaplardaki bilgilerle tarihî bir şahsiyet olarak tanımanın ötesinde sanki onu bizzat görerek imanını ve ikrarını tazelemiştir. Rasûl-i Ekrem’in yaşadığı yerleri ve kabrini ziyaret etmiş, tebliğ vazifesini başarıyla yerine getirdiği mekânlarda peygamberliğine bir daha şehâdet etmiştir. Aynı zamanda dünyada mevcut çok çeşitli ırkları, bunların konuştuğu dilleri gözlemiş, ancak bu farklılıkların, sadece insanların birbirlerini tanıyarak iletişim kurabilmeleri için3530 Allah tarafından birer alâmet olarak yaratıldığının şuuruna varmıştır. Bunun yanında insanlar arasındaki bu farklılıkların birlik ve beraberliği engellemediğini, mevcut farklılıklarla birlikte Allah’a teslim olmanın her türlü vahdetin esasını oluşturduğunu fark etmiştir. Böylece dünyasının sınırları genişlemiş, coğrafî bilgileri nazarî boyutlarını aşmış, yer küresinin muhtelif bölgelerinde yaşayan yüz binlerce insanla bir arada bulunmuş, en olumsuz şartlarda bile insanların birbirine müsâmaha göstermesinin ne demek olduğunu bizzat tecrübe ederek anlamıştır.
İslâm âlimlerinin biyografileri incelendiğinde onların hac seyahati esnâsında diğer birçok âlimle tanıştığı, bu vesile ile çeşitli fikir ve eserlerden haberdar olduğu, birçoğunun ilmî hayatında gelişmeler meydana geldiği görülür. Kitap basımının ve iletişim imkânlarının çoğaldığı günümüzde de hac seyahatinin bu ilmî fonksiyonu, önemini korumaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de İslâmiyet’in bütün dinlere gâlip gelmesi amacıyla insanlığa gönderildiği ifade edilmektedir.3531 Hemen bütün ırklara mensup olan, fizyonomileri, psikolojik yetenekleri, sos3529]
Bk. 2/Bakara, 158, 196-200; 3/Âl-i İmrân, 96-97; 5/Mâide, 95-96; 22/Hacc, 26-29, 33-34
3530] 49/Hucurât, 13
3531] 48/Fetih, 28
HAC
- 747 -
yal konumları ve coğrafî bölgeleri farklı bulunan birçok insanın katıldığı hac ibâdeti günlerinde Mekke ve Medine’yi dolduran kalabalıkları seyretmek, bu sâyede birlik içinde çokluğun ve çokluk içinde birliğin tecellîlerine muttalî olmak, gerçekten İslâm’ın azamet ve mükemmelliyetini müşâhede etme sonucunu doğurmaktadır.
Hac sırasında dünyanın her tarafından Kâbe’ye gelen müslümanlar, aralarında önceden yapılmış herhangi bir anlaşma olmaksızın aynı fiilleri aynı şekilde gerçekleştirirler. Böylece müslümanlar, birbirlerinden habersiz olarak aynı ideallere yönelik bir gayret içinde bulunduklarını farkederler; bu arada kendileri dışında milyonlarca insanın aynı amacı paylaştığının bilincine ulaşırlar. Hac, dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün müslümanların aynı değerlere sahip oldukları ve bu değerlerin kendileri için ortak bir zemin oluşturduğu gerçeğini ortaya koyar. Hacca giden müslüman bir âilenin ferdi, bir köyün, bir kasabanın veya bir şehrin sakini olarak ülkesinden ayrılır, bir ümmetin ferdi olarak memleketine döner.3532
Hac ibâdeti, birçok karar, fiil, terk ve düşünceden oluşmakta, bunların da müslümanların ferdî, sosyal, siyasî ve kültürel hayatlarında önemli tesirleri, faydaları ve sonuçları bulunmaktadır.
Haccın, bu ibâdeti yapan kişiye sağladığı maddî ve mânevî faydaları, hacca niyetten itibaren ibâdeti adım adım tâkip ederek, her davranışın mânâ ve mâhiyetini tahlil ederek ortaya koymak mümkündür.
Mü’minin Düşüncesinde Haccın Mânâsı: Bedene âit zevklere dalan, rûhunu gıdasız, nefsini dizginsiz bırakan bir kimsenin Allah’a yaklaşması, İlâhî ilham ve tecellîlerden nasip alması mümkün değildir. Bu sebeple geçmiş ümmetlerde dünyadan el etek çekme (rehbâniyet/ruhbanlık), toplumdan uzaklaşarak kendini Allah’a verme yolu açılmış, bunu yapanlar Kur’ân-ı Kerim’de de öğülmüştü.3533 Bu yola hakkıyla riâyet edilemediği, gâyesinden saptırıldığı için Allah, son peygamberini göndermiş ve kullarını aynı maksada ulaştıracak ibâdetler öğretmiştir. Nitekim Peygamberimiz’e ruhbanlık ve din uğruna evi barkı terk edip seyâhate çıkmak sorulunca; “Allah’ın bu ümmete, ruhbanlık yerine haccı ve cihâdı, seyâhat yerine de orucu verdiğini” bildirmişti. Hac ibâdeti, belli bir saha içinde yerine getirilmektedir. Bu alanın merkezinde Kâbe vardır.
Allah Teâlâ, mekândan münezzeh olduğu halde Kâbe’ye “Beytullah -Allah evi-” demek sûretiyle orayı şereflendirmiş, çevresinde belli bir bölgeyi bu evin korusu (harem) haline getirmiş, buralarda avlanmayı yasaklamış; Arafat, Müzdelife gibi bazı mekânları da feyiz, bereket, zikir ve nur sahaları kılmıştır. Bütün bu hususlar, aklın ötesindedir; akıl bunların niçin, hangi özelliklerinden dolayı böyle olduğunu kavrayamaz; ancak Allah böyle dediği için öyle kabul eder. Zaman ve mekândan münezzeh olan Rabbini ziyâret etmek isteyen mü’min, O’nun “evim” dediği yere gider ve yine O’nun dilediği, öğrettiği şekilde kulluğunu arzeder. Yerin, özelliklerin ve hareketlerin akıl ötesinde olması, nefsin zevklerini ve bedenin hazlarını sıfır noktasına getirir, hareketler fayda ve hazzın ötesinde yalnızca Allah rızâsına yönelik; yani ihlâs içinde, kulca olur. İşte bu mânâsıyla hac ibâdeti, geçmiş ümmetlerde rehbâniyetin sağladığını veren bir ibâdet olmaktadır.
3532] Tahsin Görgün, TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 14, s. 397-399
3533] 5/Mâide, 82; 57/Hadîd, 27
- 748 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hac İbâdetinin Çekiciliği: Hac ibâdeti, bir mü’min için iki yönden çekicidir: a) Seven kişi, sevdiğine ait her şeyi sever ve özler; Kâbe’ye Allah “evim” dediğine göre Allah’ı sevenlerin O’nun evini özlemeleri, ziyaretine can atmaları doğaldır. b) Ziyâret kavuşmaktır, buluşmaktır, hasret gidermektir; ancak insanların yaratılışı dünyada Allah’a kavuşmaya, O’nu görmeye müsâit değildir. Bu yaratılış ve özellikleriyle dünya hayatında Allah Evi’ni ziyaret edenlere cennet, cennete girenlere ise Cemâl (Allah’ı görme saâdeti) vaadolunmuştur; ebediyete göre yaratılışları yenilenecek ve değişecek olan insanlar için cennette bu vaat gerçekleşecek, dünyada ziyâretine geldiklerini, ebedî âlemde hazır ve müsait oldukları an göreceklerdir.
Niyet ve Hazırlık: Hac ibâdetini böyle anlayan ve böyle gören bir mü’min, içinde bulunduğu durumun önemini kavrayacak, ziyâretine tâlip olduğu Zât’ın büyüklüğünü düşünecek, bu ziyârette başka şeylere gönül düşürmenin yakışıksızlığını idrâk edecek ve ihlâs derecesini yakalamaya çalışacaktır. Ziyâretçinin kabul edilmeyi umabilmesi için engelleri kaldırması gerekir. Bu noktada iki çeşit engelden söz etmek mümkündür:
a) Dış engel: Bu, kulun günahları ile üzerinde bulunan kul haklarıdır. Bu engelin kaldırılması ise, tevbe ve istiğfar yanında hak sahiplerine haklarını teslim etmek ve onlardan helâllik almak sûretiyle gerçekleşecektir.
b) İç engel: Bu engel de kulun gönlünün, ziyâretine gittiği Zât’tan, O’nun sevgi ve özleminden başka şeylerle dolu olması, beden ve dünya zevklerine, menfaatlerine takılmış bulunmasıdır. Bu engeli ortadan kaldırabilmek için de vücut nasıl Kâbe’ye yönelmiş ise, gönlü de o evin Sahibi’ne yöneltmek, O’ndan başka bir şey düşünmemeye çalışmak gerekecektir.
Yolculuğa çıkan bir kimsenin geri gelip gelmeyeceği belli değildir. Bu sebeple vasiyetini yazıp ilgililere bırakması uygun olacaktır. Mü’min bu yolculuğa hazırlanırken bundan daha yakın olan ve her an çağrılması mümkün bulunan âhiret yolculuğunu da hatırdan çıkarmamalı, bu yolculuğun onu kolaylaştırmaya vesile olmasını dilemelidir. Yolcumuzun gerek kendine ve gerekse geride bırakıp nafakalarını teminle yükümlü olduklarına yetecek kadar para ve eşyaya ihtiyacı vardır. Bunların sıkıntıya düşmeyecek, başkalarına da az çok yardımda bulunacak ölçüde ve mutlaka helâl yoldan elde edilmesi, hazırlanması gerekmektedir. Hac nasıl azıksız ve hazırlıksız olmuyorsa, âhiret yolculuğu da azıksız olmaz; mü’min bu vesile ile âhiret için ne hazırladığını düşünmek ve en hayırlı âhiret azığının takvâ olduğunu hatırlamak durumundadır.
Yolculuk: Hac yolculuğu hangi vâsıta ile yapılırsa yapılsın, rahatsızlık ve sıkıntılarla karşılaşmamak mümkün değildir. Bunlara karşı sabretmek, yol arkadaşlarını, hatta bineğini incitmemek, mukaddes yolun yolcusuna borçtur. Bunu yerine getirebilmek için de nasıl bir yolculuğa çıktığını, kimi ziyârete gittiğini, gittiği yerde nasıl bir muâmele görmeyi beklediğini düşünmek yetecektir. Bu düşüncelere bir de âhiret yolculuğu düşüncesini eklemek, bir gün geri dönme ümidi de olmaksızın bu yolculuğa çıkacağını, şimdi geçici olarak geride bıraktıklarını o zaman devamlı olarak bırakacağını hatırından uzak tutmamak, yolcunun sabır ve metânetini, hasret ve iştiyaka çevirecektir.
İhrâm: Kulun, Beytullah’ın kapısını çalması ve kabul niyaz etmesi mânâsını
HAC
- 749 -
da ihtivâ eden “Lebbeyk...” sözleri, şeytan taşlamaya kadar ağızlardan düşmeyecek, her fırsatta tekrarlanacaktır. İhram elbisesini giyerken hac yolcusu ayrıldığı dünyadan üzerinde kalan son parçaları da çıkarmış, ölmeden evvel ölmüşçesine kefene bürünmüştür, ancak bu ölüm, dünya ve beden zevklerine âit olduğu ve ruh için vuslat zamanı yaklaştığı için temizlenmiş ve güzel kokular sürünmüştür. Şimdi âdetâ ayrı bir dünyada rûhânî bir hayat başlamıştır. Bu hayat içinde ne çekişmek, döğüşmek, günaha girmek, beden zevki yaşamak vardır; ne de bir canlıya, hatta kendi saç ve sakalına kıymak vardır. Bütün düşünce ve umut “geldinse buyur, seni kabul ediyorum” hitâbına mazhar olmaktan ibârettir. Böyle bir yaşayışın, bundan sonraki hayat için insanda derin izler bırakacağı, kişiyi yaratılış maksadına döndüreceği kuvvetle umulur.
Mekke’ye Giriş ve Kâbe’yi Müşâhede: Mekke’ye girmeden önce harem sınırları içine girilmiş olmaktadır. Harem-i Şerif, Allah Evi’nin dokunulmaz sahası ve insanlar için güvenlik bölgesidir. İlâhî korumanın güvenliğini yaşayan kulun aynı zamanda lâyık olamamanın korkusunu gönlünde taşıması gerekmektedir.
Bir müddet sonra Kâbe görünecek, bir mânada hedefe varılmış, Allah evine girilmiş olacaktır. Bu sırada kulun Allah’ı görmüşçesine bir heyecan ve zevk ummânına dalması tabiîdir. Bir yandan Allah’ın bu lütfuna şükredilecek, bir yandan da “dünyada evini gösteren ve ziyâreti nasip eden Allah’ın âhirette de cemâlini göstereceği” umulacaktır.
Tavaf: Allah’ın Evi, O’nu temsil ettiğine göre kul, Kâbe’yi tavaf ederken İlâhî huzurda kabul niyazı ile dönüp dolaştığını düşünecektir. Haberlerden anlaşıldığına göre yerde Kâbe, mânevî semâlarda Beyt-i Ma’mûr’un hizâsına düşmekte, onun yerini tutmaktadır. Arşın ve Beyt-i Ma’mûrûn çevresinde melekler dönerek ibâdet etmekte, Kâbe’nin çevresinde de insanlar dönerek tavaf ibâdetini yerine getirmektedirler. Hacer-i Esved, kulların ezelde Allah’a verdikleri kulluk sözünün imzası ve mührü olarak kabul edilmiştir. Onu öpen veya geriden selâmlayan insanlar, ezelde verdikleri sözü hatırlayacak, yeminlerini tazeleyecek ve Allah’a kulluktan ayrılmayacaklarını te’yid edeceklerdir. İbn Abbâs’a dayanan bir rivâyetten anlaşıldığına göre Hacer-i Esved’i öpen yahut selâmlayan kullar, Rableri ile tokalaşmış gibi olmaktadırlar. Erkeklerin pazularını çıkarıp üç şavtta/dolanımda koşarcasına ve çalımlı bir şekilde yürümeleri Rasûlullah (s.a.s.) ve ashâbının uygulamalarına dayanmaktadır. Hicretten sonra ashâbın Medine’de hastalandıkları ve bitkin hale geldikleri dedikodusu üzerine müşrikler Hacer-i Esved’in bulunduğu tarafa toplanmış, hicretten sonraki ilk tavaflarında Rasûlullah ve ashâbını görmek istemişlerdi. Peygamberimiz (s.a.s.) müşriklerin gözünü yıldırmak ve güçlü görünmek için zikredilen şekilde davranılmasını istemiş, bu geçici tedbir güzel bir hâtıra olarak haccın sünnetleri arasına girmiştir. Hac ibâdetini yapan her müslüman, ıztıbâ ve remel denilen bu sünneti yerine getirirken kendisini Rasûlullah ve ashâbının arasında hissetmekte ve âdetâ o günleri bu kutlu cemaat ile birlikte yaşamaktadır.
Tavaftan sonra Hacer-i Esved ile Kâbe’nin kapısı arasındaki duvara (Mültezeme) karın ve göğsü, elleri ve sağ yanağı yapıştırmak, bu şekilde ve sonra Kâbe örtüsünden veya Kâbe duvarına tutunarak duâ ve niyazda bulunmak da haccın sünnet ve âdâbı içinde yer almaktadır. Bunlardan birincisi Allah’a yakınlığı, hasret ve sevgiyi temsil etmekte, bu şekilde yapılan niyazın kabul edileceği, Kâbe’ye
- 750 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapışan vücudun yanmayacağı umulmaktadır. İkincisi ise, bir büyüğe karşı suç işlemiş olan kişinin, onun eteğine sarılarak affını istemesini temsil etmektedir. Kulun, bu şekilde mânen ve mecâzen eteğine sarılarak af dilediği, yakınlık ve lütuf talep ettiği Yüce Zât’tan başka sığınacağı, dayanacağı, yalvaracağı, kulluğunu arzedeceği kimse yoktur. Duâda ısrar, Mevlâ’nın murâdıdır. Bu sarılış ve yakarış da o ısrârı gerçekleştirmektedir.
Kulun Allah’a en yakın olduğu durum, secdedir; hem bunca ikrâma şükür, hem de yakınlığı yaşamak için tavaftan sonra İbrâhim Makamında iki rekât namaz kılınır; ruh gıdâlanmış, susuzluğunu nisbeten gidermiş, fakat bunca çabadan sonra beden susamıştır. Onu da tatmin için Zemzem’in başına gidilir ve doya doya içilir, şifâ olması için duâ edilir. Sıra sa’ye gelmiştir.
Sa’y: Hac ibâdeti, Hz. İbrâhim ve âilesi, Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashâbı ile iç içe, beraber yaşanan bir ibâdettir. Allah’ın emri üzerine Hz. İbrâhim, eşi Hâcer ile oğlu İsmâil’i Mekke’de Kâbe’nin bulunduğu yere getirip bıraktı ve Rabbine şöyle duâ ettikten sonra tevekkül içinde çekip gitti: “Ey Rabbimiz, (burada Sana ibâdet etsinler ve) namazı kılsınlar diye çocuklarımdan birkısmını Senin mukaddes Evinin yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Artık Sen, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve meyvelerden onlara rızık ver; umulur ki (onlar da bu nimetlere) şükrederler.” 3534 Hadislerde anlatıldığına göre Hâcer, yanlarında su tükenince susuz kalmış, henüz süt emen çocuğunu da doyuramaz olmuştu. Uzaklardan gelip geçen birini görürüm diye Safâ tepesine çıkıp etrafa baktı, düze inince koşuyor, tırmanırken yavaşlıyordu, yedinci çıkışında Merve’ye gelmişti. Bir ses işitti, dönüp baktığında İsmâil’in bulunduğu yerden su çıktığını gördü; işte bu Zemzem idi. Allah Teâlâ, Hz. İbrâhim’in duâsını kabul buyurmuş ve mü’min kulların gönlüne Mekke ve Kâbe sevgisini yerleştirmiştir; her mü’min bitmez tükenmez hasreti ve arzusu Kâbe’ye, Mescid-i Harâm’a ve Ravza’ya yöneliktir. Sa’y ibâdeti de, tevhid dininin büyük peygamberi Hz. İbrâhim’den Son Peygamber’in ümmetine kadar uzanmış kutlu ve feyizli bir ibâdettir. Umre ve hac tavafından sonra yapılan bu ibâdet Hanefîlere göre vâcip, diğer bazı müctehidlere göre rükün ve farzdır.
Müslüman, bu ibâdeti yaparken En Büyüğün sarayı önünde nöbet tuttuğunu, iki nöbet mahalli arasında gidip geldiğini yahut bir büyüğün ziyâretinden sonra onun hoşnut olup olmadığını anlayabilmek için heyecan içinde avluda gidip gelen, arasıra bakışını onun tarafına yönelterek heyecan içinde sonucu bekleyen insanın halini düşünebilir. Safâ ile Merve, Allah’ın nişâneleridir/şiarlarıdır (şeâir).3535 Akıl, bu iki tepenin niçin nişane olduğunu kavrayamaz, aklın kavrayamadığı bir hususa inanıp riâyet etmenin nefse ve bedene vereceği bir zevk ve menfaat de yoktur; bu sebeple sa’y, iman ve ihlâsa dayalı kulluğun tecellî ettiği seçkin bir ibâdettir.
Arafat ve Müzdelife Vakfesi: Arefe günü Arafat’ta, bayram gecesi, gece yarısından sonra Müzdelife’de bulunmak, buralarda Allah Teâlâ’ya telbiye, tesbih, tekbir vb. zikirlerle, istiğfar ve duâlarla, tefekkür ve tazarrûlarla ibâdet etmek, haccın en önemli vazifeleri arasındadır. Safâ ve Merve gibi, buralar da İlâhî nişânelerdir. Allah’ın af, rahmet ve ikrâmının tecellî ettiği yerlerdir. Dili, rengi, ülkesi ve âdetleri birbirinden farklı, fakat aynı Allah’ın kulu ve aynı Rasûl’ün
3534] 14/İbrâhim, 37
3535] 2/Bakara, 158
HAC
- 751 -
ümmeti olan milyonlarca insan, aynı anda burada Allah’a yönelmekte, O’na kulluk arzetmekte ve dilekte bulunmaktadırlar. Bu insan seli içinde bulunup da temizlenmemek, Allah’ın rahmet, lütuf ve ikrâmından nasip almamak mümkün değildir; yeter ki gönüller de eller gibi O’na açılmış olsun! Vakfe, aynı zamanda dünyada mahşeri temsil eden tek toplantıdır; üzerlerinde kefene benzer giysilerinden başka şeyleri bulunmayan, grup grup rehberlerine uymuş, Allah’a ilticâ ederek sonuç bekleyen bu büyük topluluk içinde mü’min, mahşeri düşünmeli, fırsat elde iken o güne hazırlık yapmaya azmetmelidir.
Şeytan Taşlama ve Kurban: Rivâyetlere göre Hz. İbrâhim, Allah’ın emrini yerine getirmek üzere Mina’ya doğru ilerlerken şeytan yolunu kesmiş ve onun zihnini çelmek istemişti. Hz. İbrâhim ona kapılmadı, onu taşlayarak yanından uzaklaştırdı. Hac ibâdetini yapan müslüman, cemre adı verilen yerleri taşlarken aslında içindeki şeytanı taşlamakta, onu kendinden uzaklaştırmaya çalışmakta, bütün engellere rağmen Allah kulluğunda sebat edeceğini ifâde etmektedir.
Kurban, Allah’a teslimiyet ve O’nun nâmına yapılacak fedâkârlığın nişânesidir. Allah’a can dâhil, her şey fedâ edilir; buna rağmen O’nun hak ettiği şükür yerine getirilmiş olmaz, kul yine de kusurlu ve mahcup olarak kalır.
Medine ve Ravza Ziyâreti: Medine, Allah’ın son peygamberi ve sevgili kulunun dünyadaki hayatının son on yılına şâhit olan, O’na kucak açan, mübârek vücudunu dünya durdukça bağrında taşıyan şehirdir; “Peygamber Şehri”dir. Medine şehrinde dolaşırken insan kendini şu düşüncelerin doyumsuz heyecan ve zevkine kaptırmaktadır: Belki de Rasûlullah şu yerlere basmış, şu yerlere bakmış, burada oturmuş, şurada vahye mazhar olmuş, ashâbı ile sohbet etmiştir... Mescid’e ve özellikle mescidin ilk sınırları içine girildiği zaman Allah Rasûlü ile ümmetin en yüce nesli olan ashâbın ibâdet ettikleri, zamanlarının önemli bir kısmını içinde geçirdikleri mâbede girildiği hissedilmektedir. Bunun da ötesinde hâlen Rasûlullah’ın mübârek vücudu ile iki büyük halîfesinin kabirleri burada bulunmaktadır. Onlara maddî ve mânevî olarak bu kadar yaklaşmış olmak, Peygamber sevgisi ile yanıp tutuşmuş ruhlar için bir büyük vuslattır; bu vuslatın zevki yalnızca yaşanır, tarif edilemez. Medine’de bu duygu ve düşünceler yaşanır, Mescidde böyle bir mânevî cemaat ile ibâdet edilir, Ravza vuslat duygusu içinde âdâbı ile ziyâret edilir. Bunları yaşayan mü’minin nazarında maddî ve mecâzî bütün sevgiler küçülür, bu vuslat ebedî bir hasret haline gelir, kalan hayat yeni vuslatların ümidi içinde geçirilir.
Hac Sonrası Hayat: Aslında müslümanın hac öncesi ve sonrasında farklı iki hayatı olmaz; ancak hac ibâdeti, kişiyi mânen temizlediği ve anasından doğduğu gündeki günahsızlığına döndürdüğü için kişinin bunu korumaya çalışması, tekrar günah ile kirlenmekten kaçınması da tabiîdir. Haccın kendisine bağlı sonuçları doğurması, makbul olmasına dayandırılmıştır. Diğer ibâdetler gibi haccın da makbul olup olmadığını bilmek, kullar için mümkün değildir. Bununla beraber, İslâm ahlâkçıları haccın kabulüyle ilgili bazı işaretleri tespit etmişlerdir. Şöyle ki, Allah kabul ettiği kulunu sever, sevdiği kulunu korumasına alır ve onda sevgisinin işaretleri görülür. Bu işaretler, kulun gönlüne Allah sevgisinin taht kurması, dünyadan ve geçici zevklerden ebedî âleme ve mânevî zevklere meyletmesi, şeytana ve nefse karşı koyabilmesi, hayatının İslâm çizgisinde devam etmesidir. Hac ibâdetinden dönen kişi kendini yoklamalı, bu işaretleri bulduğu zaman Allah’a
- 752 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şükredip sevinmeli, aksini bulduğu zaman ise üzülüp tevbe etmelidir. Haccın böyle bir otokontrole sebep olması, ferdin müslümanca yaşantısı üzerindeki en önemli tesiri olsa gerektir.
Toplum Hayatında: Toplumu meydana getiren, topluma âit müesseseleri kuran ve işletenler insanlardır. Teker teker insanları eğitmek, onlara belli mânevî değerleri kazandırmak, aynı zamanda toplumu eğitmek, örnek bir toplumun temelini kurmak demektir. Temizlik, namaz, oruç, zekât gibi ibâdetler yanında hac ibâdeti, İslâm’ın genel prensipleri ve ahlâk eğitimi, “İslâm insanı” denilen prototipi ortaya çıkarmaktadır. Bu insanın hayatı dünyadaki ile sınırlı değildir. Ona göre dünya, âhiretin tarlası, oraya geçişi sağlayan kısa bir köprüdür. Bu hayat imtihandır, onu kazanabilmek için vahyin rehberliğine ihtiyaç vardır. Vahiy, mutlak kemâl, kudret, ilim ve hikmet sahibi Allah’tan, peygamberleri vâsıtasıyla gelmektedir. Peygamber aynı zamanda örnektir. Onun ashâbı da örnek nesildir. Gerçek sevginin hedefi Allah’tır. Her şey, O’nun için, O’ndan diye güzeldir ve sevilir; sevilmeyen, O’ndan uzaklaşandır, O’ndan uzaklaşmaktır...
Bu inanç ve örneklik içinde eğitim gören, yetişen insanların meydana getirdiği toplum, karşılıklı sevgiyi, yardımlaşmayı, dayanışmayı hayat temeli kılan bir toplumdur. Bu toplumun bütün fertleri kardeştir, eşittir, hürdür, hak sahibidir, saygı ve sevgiye lâyıktır. Bu toplum, bütün insanlık için de bir rahmet ve ümit kaynağıdır. 3536
İslâm binasının beş temelinden biri olan hac, Allah’ın rızâsına erdiren ve ümmet birliğini gerçekleştiren mâlî ve bedenî evrensel bir ibâdettir. Hac, yeryüzünde Allah’a ibâdet edilen ilk ma’bed olan ve 14 asırdır, yüz binlerce câmi ve mescidin mihrapları ve yüz milyonlarca mü’minin bedenleri ve ruhları ile yöneldiği Kâ’bemizin varlığı sebebiyle emrolunan bir ibâdettir.
Fânîliğin koyu karanlıklarından ebediyetin aklığına çıkaran ihrâmı ile, İslâm dini üzerinde yaşanacağının taahhüdü olan telbiyesi ile, mahşerî ve büyük muhâkemeyi andıran vakfesi ile, kulluk imzası olan kurbanı ile, bütün kötülükleri ve kaynaklarını kınamak olan şeytan taşlaması ile İslâm dışı düşünce ve duyguları koparıp atmak olan saç kesmesi ile ve din gerçeği etrafında pervâneleşmeyi remzeden tavâfı ile hac, ancak yapıldığı ve yaşandığı zaman kavranabilecek bir ibâdettir. Ruhları yücelten, melekleştiren ve Allah’ın rızâsına erdiren bir ibâdettir.
Hac, dünya müslümanlarının yaşadığı her bucağından yolları Mekke’ye çıkaran İslâm turizmini yaygınlaştıran, mecbûrileştiren ve böylece mü’minleri evrenselleştiren bir ibâdettir. Hac, mü’minleri, özellikle 14 asır evvelîne bağlayan, nûrânî bir köprüdür. Hac, şanlı Peygamberimiz’in doğduğu, büyüdüğü, Kur’an âyetlerinin nâzil olduğu, İslâm’a dâvetin başladığı, çile ve ıstırapların çekildiği mukaddes topraklarda, İslâm inkılâbının nasıl gerçekleştiğini, her bucağı binlerce kudsî hâtıraya müze olmuş mekânları tanıtarak anlatan bir ibâdettir. Hac, İslâm dinine bağlanarak yaşayabilmenin köklü bir iman, sönmeyen bir aşk, sarsılmaz bir azim, tükenmez bir ferâgatla olabileceğini, Ebû Leheblerin, Ebû Cehillerin her devirde bulunabileceğini ve onlara karşı malı, canı ve cânânı fedâ ederek mücâdele vermenin lüzumunu öğreten bir ibâdettir.
3536] Hayreddin Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, s. 33-43
HAC
- 753 -
Hac, İslâm dininin fiiliyatta en güçsüz devrini yaşarken bile en parlak istikbâle aday olduğunu, cihad neşesini mü’min rûhuna sindirerek anlatan bir ibâdettir. Çünkü hac bizâtihî cihaddır. Maddî meşakkati ve mâlî ferâgati ihtivâ eden haccın ihlâslı mü’minler için fazîletli bir cihad olduğunu Peygamberimiz müjdeliyor.
Hac, çağlar üstü İslâm inkılâbının insanlık câmiasına hediye ettiği en büyük eşitlik ve birlik kurumudur. Zira hac, dünya mü’minleri arasında cihanşümul bir râbıta/bağ tesis eden; ırk, renk, dil ve coğrafya farklarını potasında eriterek mü’minleri eşitlik çizgisinde birleştiren ve müslümanlar için inanç, gâye ve mekân birliğini gerçekleştiren bir ibâdettir. Mü’minlerin zencisi ile beyazını, Faslısı ile Almanını, Afganlısı ile İngilizini ve Türkü ile Acemini ruhlarını arındırarak ihramlar içerisinde birleştiren, kaynaştıran ve seviştiren hac müessesesinde sıradan insanların tasavvur bile edemeyeceği gerçek insanlık ve eşitliğin hakikat olduğunu görebilir.
Hac, müslümanların yaşadığı ülkeler arasında siyasî ve iktisadî birliğin gerçekleştirilmesine ve kültür birliğinin sağlanmasına ortam hazırlayacak mûcizevî bir kurumdur. Hiç şüphsiz hac vesîlesi ile her yıl mukaddes belde Mekke’yi müslümanların yaşadığı ülkeler arası fabrikasyon araç ve gereçlerin teşhir edilip el değiştirebileceği bir fuar, İslâm toplumlarının kaderiyle ilgili kararların alınabileceği siyasî bir merkez, dinî ilimlerin ve tecrübî bilimlerin müzâkere edilebileceği bir ilim şehri haline getiremeyen mü’minler, İlâhî rızâya erdirecek bir hac yapamazlar. Zira belirtilen faydaların sağlanılması haccı farz kılan Allah’ın gösterdiği hedeftir: “(İnsanlar hacca gelsinler de) kendileri için (çeşit çeşit) faydaları görsünler ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine belli günlerde onları kurban ederken Allah’ı zikredip ansınlar...”3537 Bilinen sayılı günlerde Allah’ın zikredilerek hac görevlerinin îfâ edilmesinden önce mü’minlerin kendi menfaatlerine tanık olmaları gereğinin bildirilmiş olması, gerçek haccın ancak bu şekilde gerçekleştirilebileceğine İlâhî bir işarettir.
Mukaddes hac toplantısının dünya uluslarının dikkatle izlediği bir ibâdet ve dünyanın siyasî ve iktisadî yapısına etki edebilecek dinî bir sosyal kurum olamayışı, müslümanların yaşadığı ülkelerin emperyalist kültürler ile kuşatılmış olmaları sebebiyle haccı değerlendirememelerinden kaynaklanmaktadır.
Müslümanlar için ulvî bir ibâdet, canlı bir sevgi ve eşitlik panayırı, bir tarih şuuru ve zevki, sosyal ve iktisadî bir kongre ve bir cihad olan hac, İslâm dininin tam on dört asırdır aralıksız devam eden ve kıyâmet gününe kadar da devam edecek olan bir mûcizesidir. Bu mûcizeye kafa ve gönül gözü ile tanık olmak, tarihî hâtıraların sînesinde yaşayarak alacağımız güçle hayatımıza atılım gücü ve aşkı kazandırmak için farz olan hacca gitmeyi her müslüman planlamalı, gerçek anlamda hac yapma imkânları için duâ ve gayret etmelidir. 3538
Hac, Sadece Ferdî Bir İbâdet Değil; Ümmetin Yıllık Büyük Kongresidir
Hac; fizikî, mânevî ve mâlî açıdan İslâm’daki ibâdetlerin en kapsamlı olanıdır. Îfâsı, hem zamana, hem de mekâna bağlıdır ve değiştirilmesi ya da ertelenmesi
3537] 22/Hacc, 28
3538] A. Rıza Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Y. 1/42-45
- 754 -
KUR’AN KAVRAMLARI
söz konusu olamaz. Ne var ki her yıl milyonlarca müslüman bu büyük ibâdeti gerçek mânâsını ve önemini kavramaksızın îfâ etmektedir. Birçoklarınca hac, mekanik bir biçimde yapılmakta ve Allah Teâlâ’nın murad ettiği çeşitli amaçlar ve işaretler gözden kaçırılmaktadır.
Bedensel olarak hac, çok meşakkatli, hasta ve sakatların altından kolay kalkamayacakları bir ibâdettir. Diğer ibâdetlerde olduğu gibi, haccın ilk ve en önemli şartı niyet etmektir. Müslümanların çoğu için hac, aynı zamanda kişinin kendi evinden yurdundan çıkıp Mekke’ye Allah’ın evine hicret etmesini içerir. Bu hicret, belli aylar içinde gerçekleştirilir.3539 Bu aylar: Şevval, Zilkade ve Zilhicce aylarıdır. Maalesef Suudî rejimi tarafından hac, Zilhicce ayının birkaç gününe sıkıştırılmıştır. Daha önceden (Şevval ve Zilkade aylarında) hacca gelmek isteyen insanlara büyük zorluklar çıkartılmakta ve hacılar hacdan sonra alelacele bölgeden gönderilmektedirler.
Hac, belli fiillerin belli biçimlerde yapılması demek olan menâsikını aşan boyutlarıyla kavranmak durumundadır. İlk ve en önemli husus, kulun Yaratıcısına, Rabbine mutlak teslimiyeti ve bağlılığıdır. Telbiye, kulun tüm varlığı ile Allah’a yöneldiğinin ve diğer tüm otoriteler ve bağlılıklardan yüz çevirdiğinin özlü bir ifâdesidir. “Lebbeyk Allahumme lebbeyk; lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk; inne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk, lâ şerîke lek -Ey Allah’ım! Senin dâvetine icâbet ediyorum. Senin ortağın yoktur. Hamd ü senâ ancak Sanadır. Her nimet Sendendir, mülk de Sana mahsustur; Senin şerîkin yoktur.-” Telbiye, tam bağlılık demektir; burada artık ikili hesaplara yer yoktur. Ama ne yazık ki, birçok müslüman bu sözleri, mânâsı hakkında hiçbir bilgi sahibi olmaksızın tekrarlayıp durmaktadır. İşte bu kavrayış eksikliğidir ki, Ümmet’in bugün yüz yüze olduğu sorunların temelini teşkil etmektedir.
Hac, büyük bir eşitleyicidir. İki parça dikişsiz beyaz örtüden oluşan ihram, her türlü sınıfsal farklılıkları ortadan kaldırır; Allah önünde herkes eşittir. Her gün kıldığımız namazda da konum ya da yetki farkı olmaksızın aynı safta yan yana gelmekteyiz. Fakat namazda insanlar arasında mevcut bulunan ekonomik seviye farklılıklarını yansıtan giyim için bir standart ve sınırlama yoktur. Ancak, hacda durum böyle değildir; herkes aynı iki parça bezi giyinmek, daha doğrusu sarınmak zorundadır. Arafat’ta vakfe, aynen kıyâmet gününde Allah’ın huzûrunda durmaya benzemektedir. Kişi burada geçmişte yaptığı bütün eylemleri hatırlar; tam bir samimiyetle Allah’ın affediciliğine sığınır; çünkü O, bunun af için en uygun zaman ve mekân olduğunu bildirmiştir.
Hac bütün yönleriyle nebevî gelenekle, peygamberlerin hâtıralarıyla irtibatlıdır. Haccın menâsikı, Hz. İbrâhim’in (a.s.) Allah’ın emrine uyarak büyük bir teslimiytle gerçekleştirdiği fedâkârlık eyleminin temsilî bir ifadesidir. Ne kendisi, ne de oğlu İsmâil (a.s.) Allah’ın emrine uyma konusunda bir tereddüt göstermişlerdi. Hac, günümüz ile onların tarihi arasında bir köprü kurar ve nefsimizi, amellerimizi, hayatımızı arındırmak için bizlere fırsat sunar. İbrâhim, Hâcer, İsmâil ve Hz. Muhammed (Allah’ın selâmı üzerlerine olsun) gibi birçok büyük örneğin izlerinden yürümemize zemin oluşturur. Kâbe’yi tavaf etmekle yalnız Allah’a olan bağlılığımızı gösteririz. Bizler O’nun evinde, O’nun misafirleriyiz ve yalnız O’ndan yardım niyaz ederiz. Tavafı tamamladıktan sonra Makam-ı İbrâhim’de
3539] 2/Bakara, 97
HAC
- 755 -
iki rekât nâfile namaz (Hanefî fıkhına göre vâcip olan Tavaf namazı) kılmak için durduğumuzda İbrâhim’in (a.s.) hâtırasını canlandırırız. Safâ ve Merve tepeleri arasında sa’y, Hz. İbrâhim’in karısı Hz. Hâcer’in susuzluktan ölmek üzere olan yavrusu için çırpınırcasına su arayışının bir temsili, yeniden canlandırılmasıdır. Zemzem kuyusunda susuzluğumuzu giderdiğimizde, aynı zamanda bebeği ve annesini ölümden kurtaran İlâhî yardımı da tadarız.
Mekke’den Mina ve Arafat’a yapılan yolculukta bilâhere Müzdelife üzerinden Mina’ya dönüşte oldukça zengin bir temsilî yön ve kendini adama boyutu mevcuttur ve bunlar da ancak bu şekilde kavranılmalıdır. İslâm’ın büyük ordusunun yürüyüşüdür bu; Allah’a yönelen bir yolculuk. Başka güçlere yer yoktur burada. Arafat vakfesi, mekanik bir egzersiz değildir; amellerimizden hesap sorulacağımız kıyâmet gününü hatırlatmalıdır bize. Hac sırasında kefene benzer bir kıyafet içindeki milyonlarca insan Allah’ın huzuruna gelip rahmetine ve bağışlayıcılığına sığınır; kıyâmet günü ise tüm insanlar yaptıklarının hesabını vereceklerdir.
Arafat’tan Müzdelife’ye hareket, daha önce değil; ancak güneşin batımından sonra başlamalıdır. Bu önemlidir. İslâm ordusu gece örtüsü altında hareket etmek için tüm tedbirleri almalıdır. Mina’daki şeytanlara atmak için Müzdelife’de taş toplamaktır hedef. Taşlar, İslâm ordularının Mina’daki üç cemerât tarafından temsil edilen şeytanlara karşı kullanacakları silâhlarını simgelemektedir. Her yıl müslümanlar öfke ve azimle taşlamaktalar şeytanı. Fakat ne yazık ki bu taştan sütunlar ile günümüz şeytanları arasındaki irtibatı bir türlü kuramamaktalar. İşte bu bağlantı kuramama sorunudur ki, aslî vazifelerimizi yapma önünde bize büyük engel oluşturmaktadır. Bizden istenilen acaba yalnızca taş sütunlara küçük çakıl taşları atmak mıdır? Ya İslâmî uyanışı yok etmek için müslümanları katleden ABD, Rusya, siyonist İsrâil, Hindistan, Sırbistan... gibi günümüz dünyasında işbaşında olan şeytanî güçler ne olacak? Bu ibâdetin gerçek anlamda îfâsı, ancak biz müslümanların taş atma eyleminin önemini kavraması ve kendi hayatımızda bu mânâyı gerçekleştirmemizle mümkün olacaktır.
Haccın dikkat çeken başka iki yönü daha mevcuttur. İlk olarak hac, tarihte ve çağımızda benzeri olmayan bir tarzda Ümmet’in yıllık olarak gerçekleştirilen büyük bir kongresidir. Ümmetin birliğini yansıtır. Dünyanın her yerinden müslümanların bir araya gelmelerine rağmen, büyük bir çoğunluk diğer kardeşlerine ilgisiz biçimde gelip geri dönmektedir. Bu kaybedilen büyük bir fırsattır. Allah bizden birbirimizi tanımamızı istiyor; hac bunun gerçekleştirilmesi için büyük bir imkân. Fakat pek çok müslüman öyle bir şekilde hac îfâ etmekte ki, yanı başındaki milyonlarca kardeşinin sorunlarından veya imkânlarından bütünüyle habersiz kalmakta.
Bununla bağlantılı bir diğer konu da, Kur’an’ın bir emri olan hac sırasında müslümanların müşriklerden berî olduklarının ilânı görevidir 3540. Bu âyetler hicretin 9. yılında müslümanlar hac görevini yerine getirmek üzere Hz. Ebûbekir (r.a.)’in önderliğinde Medine’den Mekke’ye doğru yola çıkmalarından sonra inzal olmuştu. Hz. Peygamber bu âyetleri Arafat’ta duyurması için aceleyle Hz. Ali’yi yolladı. Müşriklerden uzak olma (berâ), Kur’ânî bir emirdir. Buna rağmen resmî dogmalar ve tarihsel çarpıtma sâyesinde bu açık ve net mesaj bulandırılmış
3540] 9/Tevbe, 3
- 756 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve hatta unutturulmuştur.
Hac, Ümmetin birliğini, Allah’ın dinine bağlılığımızı ve İlâhî emirler ve Rasûlullah’ın örnekliği doğrultusunda dünyanın tüm baskıcı güçlerine karşı tavır alma kararlılığımızı dile getirmek için büyük bir fırsat sunmaktadır. Filistin halkının çaresizliği ve Kudüs’te siyonistlerce sürdürülen işgal, haccın İslâm’ın düşmanlarına karşı müslümanları harekete geçirmek için değerlendirilmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. Biz müslümanlar bu âcil görevi yerine getirmeyi başaramazsak, kıyâmet gününde Rabbimize karşı hesap vermemiz mümkün olamayacaktır. Haccın İlâhî ve nebevî muhtevâsından boşaltılarak kalıplaşmış bir tür törene ya da ticarî bir panayıra dönüştürülmesi kabul edilemez. Mevcut hal maalesef budur. Bu halin giderilmesi ve Kur’an’daki haccın, Rasûlullah’ın sünnetindeki haccın, yani gerçek haccın canlandırılması günümüz müslümanlarının önündeki büyük bir vazifedir. 3541
Müslümanın rûhunun susuzluğunu gidermesi, yüce sevgisinin ateşini söndürmesi, putperestlik haline gelen âdet ve alışkanlıklarına karşı isyan etmesi, Ramazan’da midesini dinlendirmek sûretiyle ruhunu doyurması mümkündür. Fakat sınırlı bir zamanda ve muayyen saatlerde. Üstelik hırçın bir denizin küçük bir adayı kuşatması gibi oruçluyu kuşatan ve orucun etkisini azaltan çok yemek, israf etmek, gereğinden fazla istirahat etmek ve isyankâr bir toplum içinde yaşamak gibi faktörlerle... Bütün bunlarla beraber müslüman, dar ve eski hapishaneden kurtaracak, her türlü kayıt ve bağları koparacak bir sıçrayışa muhtaçtır; diğer taraftan hepsi eski alışılmış, sınırlı ve kayıtlı, monoton ve yapmacık bir âlemden tamamı gerçek sevgi olan bir âleme intikal etmesi de zarûrîdir. O öyle bir âlemdir ki müslüman ona kavuştumu her türlü kölelikten kurtulur, her türlü puta isyan eder, ırk ve renk ayrımına karşı gelir, Allah’ın birliğine, insanlığın vahdetine, akîdenin tekliğine, gâyenin aynılığına inanır. Orada bütün insanlar koro halinde “lebbeyk...” diye nidâ ederler. Şüphesiz müslüman, her gün kıldığı namazdan, Ramazan’da tuttuğu oruçtan ve şartları tahakkuk edince verdiği zekâttan sonra, sevgi ve muhabbetin kaynaştığı, âbid ve ihlâslıların toplandığı bir mevsimi görmeye muhtaçtır.
“Seven kimse, sevdiğine nisbet edilen her şeyi sever. Allah’ı seven de O’nun şiarlarına karşı sevgi ve saygı duyar. Kâbe, Allah’a nisbet edilmiş ve “Beytullah -Allah’ın evi-” adını almıştır. Vaad edilen mükâfatlar şöyle dursun, burayı ziyâret için yalnız Allah’a nisbet edilmesi bile kâfîdir.”3542
“Bazen insan, Rabbini son derece arzular; bu arzusunu dindirmek için bir şey arar ve hacdan başkasını bulamaz.”3543
3541] Zafer Bangaş, Crescent, Haksöz, sayı 120 (Mart, 2001), s. 42-43
3542] İmam Gazâli, İhyâ, 1/24
3543] Şah Velîyyullah Dehlevî, Huccetullahi’l-Bâliğa
HAC
- 757 -
Hac Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Hac Anlamındaki Hacc Kelimesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 12 Yerde:) 2/Bakara, 158, 189, 196, 196, 196, 197, 197, 197; 3/Âl-i İmrân, 97; 9/Tevbe, 3, 19; 22/Hacc, 27
B- Kâ’be Kelimesinin Geçtiği Âyetler: (2 âyet): 5/Mâide, 95, 5/Mâide, 97)
C- Mescid-i Harâm Teriminin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 144, 149, 150, 191, 196, 217; ; 5/Mâide, 2; 8/Enfâl, 34; 9/Tevbe, 7, 19, 28; 17/İsrâ, 1; 22/Hacc, 25; 48/Fetih, 25, 27.
D- Kâ’be Anlamında “Beyt” Kelimesinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 125125, 127, 158; 3/Âl-i İmrân, 96, 97; 5/Mâide, 2, 97; 8/Enfâl, 35; 14/İbrâhim, 37; 22/Hacc, 26, 26, 29, 33; 52/Tûr, 4; 106/Kureyş 3.
E- Tavâf Kelimesinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 125, 158; 7/A’râf, 201; 22/Hacc, 26, 29; 37/Sâffât, 43/Zuhruf, 71; 45; 52/Tûr, 24; 55/Rahmân, 44; 56/Vâkıa, 17; 68/Kalem, 19, 19; 76/İnsan, 15, 19.
F- Safâ ve Merve Kelimelerinin Geçtiği Âyet: 2/Bakara, 158.
G- Hacla İlgili Ahkâm
a- Haccın Farziyeti: 3/Âl-i İmrân, 97; 22/Hacc, 27-28, 34.
b- Hac Menâsiki (Hac Sırasında Yapılacak İşler): 2/Bakara, 128, 196-203; 5/Mâide, 2; 22/Hacc, 28-30, 32.
c- Hac Ayları: 2/Bakara, 197.
d- Hac Yolculuğunda Yetecek Kadar Para ve Azık: 2/Bakara, 197.
e- Safâ ile Merve: 2/Bakara, 158.
f- Hz. İbrâhim’in İnsanları Hacca Dâvet İçin Emrolunması: 22/Hacc, 27-29.
g- Hac Sırasında Ticaret: 2/Bakara, 198; 22/Hacc, 28.
h- Hacca Gelenlere Hürmetsizlik: 5/Mâide, 2.
i- Hac ve Tavaf Sırasında Örtünmek: 7/A’râf, 31; 8/Enfâl, 35.
j- Hac Dönüşü Evlere Kapılardan Gelmek: 2/Bakara, 189.
k- Hacc-ı Ekber: 9/Tevbe, 3.
l- Haram Aylar: 9/Tevbe, 36.
H- Umre
a- Umre Yapmak: 2/Bakara, 158, 196.
İ- İhram
a- İhramlı İken Kadına Yaklaşmamak: 2/Bakara, 197.
b- İhramlı İken Günah İşlememek: 2/Bakara, 197.
c- İhramdan Çıkınca Avlanmak: 5/Mâide, 94-97.
d- İhramlı İken Avlanmanın Keffâreti: 5/Mâide, 95.
e- İhramlı İken Helâl Olanlar: 5/Mâide, 1-2.
K- Zemzem
a- Hac Mevsiminde Zemzem Dağıtmak: 9/Tevbe, 19.
L- Kâ’be
a- Kâbe’nin Varlık Hikmeti: 2/Bakara, 125.
b- Makam-ı İbrâhim: 2/Bakara, 125; 3/Âl-i İmrân, 97.
c- Kâ’be’nin Bakımı ve Temizliği: 2/Bakara, 125.
d- Hz. İbrâhim’in Kâ’be İçin Duâsı: 2/Bakara, 126-127.
e- Kâ’be’nin İnşâsı: 2/Bakara, 127.
f- Kâ’be’nin Kıble Oluşu: 2/Bakara, 142-145, 149-150.
g- Kâ’be’nin İlk Mâbed Oluşu: 3/Âl-i İmrân, 96.
h- Kâ’be İnsan İçin Emin Yerdir: 3/Âl-i İmrân, 97.
i- Kâ’be’de Kötülük ve Zulüm Yapanlar: 22/Hacc, 26.
j- Beytü’l-Ma’mûr: 52/Tûr, 4.
M- Mekke
a- Mekke, Dünyanın Mânevî Merkezidir: 6/En’âm, 92.
b- Mekke, Emîn Yerdir: 27/Neml, 91; 29/Ankebût, 67; 95/Tîn, 3.
c- Mekke, Şehirlerin Anasıdır: 6/En’âm, 92; 42/Şûrâ, 7.
- 758 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 457-460, c. 2, s. 401-403
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 113, 247-248
3. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 308-313, c. 2, s. 366-370
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 314-315
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 637-640, c. 4, s. 1306-1315
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neş. c. 1, s. 269-271, c. 2, s. 670-676
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 97-108, c. 6, s. 496-503
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 536-540
9. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 416-413
10. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 270-271
11. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 151-153
12. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 43-44
13. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 109-112
14. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 198-199
15. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 7, s. 107-134
16. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 14, s. 382-416
17. Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Hamdi Döndüren), Şamil Y. c. 2, s. 254-267
18. Yazılar, Sezai Karakoç, Diriliş Y. s. 56
19. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sâbûnî, Şamil Y. c. 1, s. 197-211, 337-347
20. Hitabeler, Mevdûdi, Hilâl Y. s. 213-253
21. Dört Rükûn, Ebul Hasen Ali Haseni en-Nedvî, İslâmî Neşriyat, s. 241-300
22. Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. s. 167-172
23. Kur’an’da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y. s. 265-269
24. Psikoloji Açısından Hz. Pegamber’in İbâdet Hayatı, Habil Şentürk, Bahar Y. s. 92-93
25. Kur’an ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 257-259
26. Hadis ve Psikoloji, Muhammed Osman Necati, Fecr Y. s. 332-333
27. Şafak Yazıları, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 118-123
28. Dağarcık, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 294-296
29. İbâdet mi, Âyin mi?, Mustafa Karataş, Dersaâdet Y. s. 135-148
30. İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, Hayreddin Karaman, Nesil Y. c. 3, s. 19-29
31. Hac, Ali Şeriati, Özgün Y.
32. Kur’an’da Hac, Muhammed Hüseyin Beheşti, Bir Y.
33. Hac’dan Çizgiler, Renkler ve Sesler, Necip Fâzıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.
34. Rasûlullah (s.a.s.)’ın Haccı, İ. Hakkı Sezer, Esra Y.
35. Mekke’ye Giden Yol, Muhammed Esed, İnsan Y.
36. Mekke Rasullerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
37. Hicaz’dan Endülüs’e, Ersin Nazif Gündoğan, İz Y./İnsan Y.
38. Hac ve Sırları, Abdullah Arığ, Esma Y.
39. Hac, Mehmed Zâhit Kotku, Seha Neşriyat
40. Hac Hâtırdalarım, Mustafa Yazgan, Sebil Y.
41. Hac Rehberi, Yılmaz Feridun Yüceler, Timaş Y.
42. Hac Rehberi, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
43. Hac Rehberi, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y.
44. Hac Rehberi, Mustafa Şeker, Nizam Y.
45. Hac Rehberi, Abdurrahman Topraklı-Ahmet Aksakal, Hilâl Y.
46. Hac Rehberi, A. Fikri Yavuz-Y. Vehbi Yavuz, Feyiz Y.
47. Hac Umre Rehberi ve Duâlar, Mustafa Uysal, Uysal Y.
48. Hac ve Umre, A. Rıza Temel-Yahya Alkın, Seha Neşriyat
HAC
- 759 -
49. Hac ve Umre Rehberi, Osman Karabulut, Şems Y.
50. Hac ve Umre Rehberi ve Pratik Bilgiler Klavuzu, Mustafa Varlı, Esma Y.
51. Hac ve Haremeyn Rehberi, H. Ahmet Hilmi İmre, Salâh Bilici Kitabevi Y.
52. Hac ve Umrede Karşılaşılacak Mühim Meseleler, Mustafa Uysal, Uysal Y.
53. Hac Yolunda, Cenap Şehabeddin, Kitabevi Y.
54. Hacc, Ömer Öngüt, Hakikat Neşriyat
55. Haccın Faziletleri ve İncelikleri, M. Esad Coşan, Sehan Neşriyat
56. Delilleriyle Hac ve Umre Menâsiki, Muzaffer Can, Cantaş Y.
57. Tatbikatlı Hac Önderi, Şeref Danışman, Özel Yayın
58. Kâbe Yollarında, Said Özadalı, Yeni Asya Gazetesi Neşriyat
59. Kâbe ve Mekke Tarihi, Ebu’l-Velîd el-Ezrakî, Feyiz Y.
60. Kırk Hadisle Hac ve Umre Rehberi, Mustafa Şeker, Nizam Y.
61. Mufassal Hac Rehberi ve Kurban Hükümleri, M. Saim Yeprem, Hisar Y.
62. Muhtasar Hac Rehberi, Mehmed Feyzi Efendi, Fazilet Neşriyat
63. Pratik Hac Rehberi, Muzaffer Can, Cantaş Y.
64. Hac ve Umre Âdâbı, Burhan Bozgeyik, Erhan Y.
65. Hac Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Düşün Yay.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:16

GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)


- 667 -
Kavram no 61
Nimetler 5
Bk. Güzel Söz; Sanat; Sâlih Amel; Ana-Babaya İhsân
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN-HASENE)
• Husn/Hasene (Güzellik); Anlam ve Mâhiyeti
• Husün ve Kubuh
• Kur’ân-ı Kerim’de Husn/Güzellik Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Güzellik Kavramı
• Güzelliği, Güzel ve Mükemmel Davranışı İfade Eden Kavram; İhsân
• İhsân/Güzellik; İnsanda Toplam Kalite
• Hüsn/Güzellik Kavramına Yakın Anlam Taşıyan Diğer Kavramlar
• a) Hayır, b) Birr, c) Cemâl, d) Tayyib, e) Sâlih Amel
• Güzelliğin Zıddı Olan Kavramlar: Seyyie, Kubh, Hubs, Fahşâ, Rics, Ricz, Şer, Necâset
• Güzel Koku
• Hüsn-i Zan; Güzel Değerlendirme ve İyiye Yorma
• İlmü’l-Cemâl/Estetik (Güzellik Bilimi)
• Güzellik Duygusu
• Mücerred Hüsün/Soyut Güzellik
• “Rabbimiz, Bize Dünyada da Hasene Ver; Âhirette de Hasene Ver!”
• Güzel, Güzellik ve Sanat/Güzellik Sergilemek
• Güzele Bakmak Sevap mı? “Elbette!”
• Muhsinler; Güzel İş Yapan, Güzellik Sergileyenler
• Güzel Bakan, Güzel Görür; Güzel İş Yapan, Daha Güzeline Kavuşur
• Güzel Davranışlarda Bulunanların Mükâfatı
“Allah’ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O’na ibâdet/kulluk ederiz (deyin).” 3102
Husn/Hasene (Güzellik); Anlam ve Mâhiyeti
‘Husn’ ve bu kökten türeyen; hasene, hasen, husnâ, ihsân, ahsen, muhsin gibi kelimeler Kur’an’da sıkça geçmektedir. ‘Husn’; güzel, değerli, seçkin ve kendisine rağbet edilen, ilgi gösterilen her şeye denmektedir. Aynı kökten gelen ‘hasene’; kişinin ulaştığı her türlü sevindirici nimettir. İyi ve güzel olan şeylere de ‘hasene’ denilmektedir.
Hasene/Güzellik
‘Hasene; güzellik ve iyilik’ anlayışı toplumlara veya kişilere göre değişse bile Kur’an-ı Kerim buna özel bir anlam verir ve neyin ‘hasene/husn-güzel’, neyin ‘seyyie-kötü’ olduğunu belirtir. Buna göre, kişinin başına gelen mutluluk, âfiyet, gâlibiyet, başarı, nimete erme, görevini yapma gibi şeyler ‘hasene’ olduğu gibi;
3102] 2/Bakara, 138
- 668 -
KUR’AN KAVRAMLARI
helâlden yemek, nikâhlı yaşamak, doğru olmak, adâletli iş yapmak, başkasına iyilik etmek, güzel ve tatlı söz söylemek ve benzerleri hep ‘hasene’dir. ‘Hasene’ şu anlamlarda da kullanılmaktadır: Varılacak güzel yer Allah katındadır.3103 Uyulması gereken, şüpheden uzak olan güzel söz,3104 insanı yücelten, Allah’a yaklaştıran güzel imtihan,3105 Allah’ın işleyenlere güzel bir geçimlik verdiği sâlih amel (hasene). 3106
Allah yolunda öldürülenler Allah katında güzel bir rızık (hasene) bulurlar.3107 Allah, sâlih amel işleyenlere dünyada da âhirette de güzel şeyler (hasene) vaat ediyor.3108 Allah’ın mü’min kulları dünyada da âhirette de hep ‘hasene’ isterler, böyle duâ ederler. “Onlardan kimi de; ‘Rabbimiz, bize dünyada hasene/güzellik ver, âhirette de hasene ver, bizi ateş azabından koru’ der.” 3109
Kötülükleri (seyyiât’ı) ‘hasenât’ (iyilikler) ile gidermek gerekir. Zaten kötülükleri (seyyiât’ı) silecek olan şey de ‘hasenât’tır (iyiliklerdir).3110 Kur’an’ın, ‘husn veya hasene’ dediği şeyler hep güzel ve iyi olan şeylerdir. Müslüman insan iyinin ve güzelin ölçüsünü böylece Kur’an’dan öğrenmeli, sonra da devamlı ‘hasene’ olan işleri yapmalıdır. Çünkü bütün hasene olan işler ona sevap kazandırır. 3111
Husün ve Kubuh
Hüsün (hüsn), “güzel olmak” anlamında masdar ve “güzellik, rağbet edilen ve sevilen şey” anlamında isim olarak kullanılır. Karşıtı olan kubuh (kubh) ise, “çirkin olmak” ve “çirkinlik, nefret edilen şey” mânâsında masdar isimdir. Râgıb el-İsfahanî, hüsün kelimesini “güzel olan, rağbet edilen şey” diye tanımladıktan sonra, bir şeye akıl, duygu (hevâ) veya duyu (his) yönünden olmak üzere üç şekilde güzellik değeri yüklenebileceğini, ancak halk dilinde hüsün kelimesinin genellikle göze hitap eden güzellik için kullanıldığını, buna karşılık Kur’ân-ı Kerim’de aynı kelimenin çoğunlukla kalp gözünün (basîret) güzel kabul ettiği şeyi ifade ettiğini belirtir. Buna göre hüsün, günlük dilde estetik bir kavram, Kur’an dilinde bir ahlâk terimi olarak kullanılmaktadır. Aynı âlime göre “hasen” (güzel)in zıddı olan “kabîh” (çirkin) ise, “gözün beğenmediği maddî şeylerle, duygusal olarak insanı rahatsız eden davranış ve haller” anlamına gelir. “Kabîh” ile benzer bir anlam ifade eden “seyyie” ise nesneleri nitelemekten çok, insanlar arasındaki ilişkilerin ahlâkî değerini belirtmek için kullanılır. İbnü’l-Cevzî Kur’an’da, güzelliğinde eksiklik bulunmayan şeylerin yanı sıra, iyiliği kötülüğünden daha çok olan şeylere “hasene”, bunların karşıtına da “seyyie” denildiğini ve bu iki tâbirin “tevhid-şirk, zafer-hezîmet, bolluk-kıtlık, âfiyet-belâ, iyi söz-kötü söz, iyi iş-kötü iş” mânânalarında kullanıldığını kaydeder. Hüsün ve kubuh, İslâmî literatürde estetik anlamdan çok, eylemlerin ahlâkî ve dinî değerlerini belirtir. Bu sebeple Türkçe’de “güzel” ve “çirkin” kelimeleri daha ziyade, estetik değerleri ifade
3103] 3/Âl-i İmrân, 14
3104] 2/Bakara, 83
3105] 8/Enfâl, 17
3106] 11/Hûd, 3
3107] 22/Hacc, 58
3108] 20/ Tâhâ, 86
3109] 2/Bakara, 201
3110] 11/Hûd, 114
3111] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 257.
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 669 -
ettiğinden kelâm, ahlâk ve usûl-i fıkıh terimi olarak hüsün ve kubhu, yerine göre “iyilik-kötülük, dünya ve âhiret hayatı açısından fayda-zarar” diye ifade etmek, daha isâbetli görünmektedir.
Cürcânî, bir eylemin veya olgunun insanın tabiatı ve karakteriyle uyuşması, onun için mükemmellik değeri taşıması ve övgüyle anılması, dolayısıyla ödüllendirilmesine yardımcı olması bakımından hüsün değeri taşıyabileceğini belirtir; kubuh kelimesini de bunlara aykırı özelliklerle tanımlar. Hüsün ve kubuh, “fazilet-rezilet, güzel-çirkin, hak-bâtıl, doğru-yanlış” şeklindeki anlamlarıyla ahlâk, felsefe ve mantık disiplinlerini ilgilendirir; genellikle fâilini övülmeye veya yerilmeye lâyık kılan inanç, düşünce ve davranışlar için kullanıldığı konumlarda ise kelâm ve usûl-i fıkhı alâkadar eder. Bu bağlamdaki hüsün ve kubhun aklî olduğu noktasında âlimler ittifak etmekle birlikte, Gazâlî yapılan tariflerde kişilere göre değişebilen maslahat-mefsedet, fayda-zarar, yetkinlik-eksiklik gibi sübjektif ölçülerden hareket edildiğini öne sürerek hüsün ve kubha yüklenen bu tür anlamların izâfî olduğuna dikkat çeker. Kelâm literatüründe tartışmalara konu olan hüsün ve kubuh, ilâhî övgü veya yergiye yahut sevap veya ikaba götüren fiillerin niteliğini belirten kavramlardır.
İslâm literatüründe hüsün ve kubuh meselesi, hem mâhiyeti hem de aklın iyilik ve kötülüğü idrâk etmedeki yetkisi ve kapasitesi, dolayısıyla iyilik ve kötülük hakkındaki bilgilerin kaynağı açısından inceleme konusu olmuştur. Âlimlerin bu husustaki görüşlerini üç noktada toplamak mümkündür. Eş’ariyye ve Selefiyye ile Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî usulcüleri çoğunluğunun yanı sıra bazı Hanefî usulcülerine göre hüsün ve kubuh, şer’îdir; yani bir şeyin iyi veya kötü olduğu ancak tespit ve tâyininden sonra bilinebilir. Çünkü iyilik veya kötülük, bir fiilin mâhiyetine ve zâtına ait bir vasıf değildir; fiil, din tarafından insanlara emredilmesi veya yasaklanmasıyla iyilik veya kötülük vasfını kazanır. Şu halde, bir fiil Allah tarafından emredildiği için iyi, yasaklandığı için kötüdür; başka bir ifadeyle bir fiil iyi olduğu için emredilmiş, kötü olduğu için de yasaklanmış değildir. Başta Cehmiyye ve Mu’tezile olmak üzere Şia, Kerrâmiye, bazı Mâturîdiyye-Hanefiyye âlimleriyle müslüman filozoflara göre hüsün ve kubuh aklîdir; bu değerler, akıl yürütmekle bilinebilir ve böylece iyilikle kötülüğün bir şeyin mâhiyetine dâhil olup zâtî bir vasfını teşkil ettiği anlaşılır. Kategorik olarak yararlı olanın iyi, zararlı olanın kötü olduğu bilgisi, kesin biçimde aklî bilgi olmakla birlikte, muayyen bir fiilin iyilik veya kötülüğüne hükmedebilmek için o fiilin bağlamını ve sonuçlarını dikkate almak gerekir. Belirli bir fiille alâkalı bütün yönleri ve sonuçları bilebilmek için vahye ve dolayısıyla peygambere ihtiyaç vardır. Bu sebeple akıl yürütülerek bazı fiillerin iyilik ve kötülüğü genel çerçevede bilinebilse de bütün fiiller hüsün ve kubuh açısından isâbetle tahlil edilemez.
Değerlerin akılla ilişkisi konusunda farklı bir anlayışa sahip bulunan Mâturîdîlerin çoğunluğu ile Selefiyye’ye mensup bazı âlimlere göre hüsün ve kubuh kısmen aklî, kısmen de şer’îdir. Esas itibarıyla hüsün ve kubuh fiillerin zâtî bir vasfı olup aklen idrâk edilmekle birlikte bu husus, hem insanlar hem de fiiller açısından bazı özel şartlarla sınırlıdır. Buna göre akıl, bütün fiillerin iyiliğini veya kötülüğünü kavrayamaz, ayrıca iyilik ve kötülüğün bazı şartlarda kişilere göre değiştiği de bilinmektedir.
Mâturîdililer, hüsün ve kubhun hem aklî hem de şer’î olduğunu ileri sürerken,
- 670 -
KUR’AN KAVRAMLARI
her şeyden önce, tecrübî olarak değişik zaman, mekân ve sosyal çevrede yaşayan insanların ortak bir kanaatle belli fiillerin iyilik ve kötülüğüne hükmettiklerini, şu halde değerlerin fiillere ait zâtî nitelikler olduğunu ve bunun aklen bilinebildiğini belirtmişlerdir. Değerlerin kişilere ve şartlara göre değişiklik arzetmesi (meselâ, yalanın iyi; doğru söylemenin kötü olduğu görüşü) kanıttan yoksun, itibarî/göreceli ve istisnâî bir durumdur. Bununla birlikte, akıl fiillerin ayrıntılarını, ferdî ve sosyal ilişkilerin karmaşık yönlerini her zaman isâbetle bilemeyeceğinden bu konularda ihtiyaç duyulan kesin bilgilere ancak vahiyle ulaşılabileceği de bir gerçektir. Ayrıca bir fiilde bir yönden iyilik bulunması, başka yönlerden kötülük bulunmasına engel teşkil etmez. “Zarûretler yasakları mubah kılar”; “İki şerden, ehveni tercih edilir”; “Daha büyük zarar, daha hafifi ile giderilir” tarzında herkesçe benimsenen genel ilkeler de bu anlayışın bir sonucu olarak doğmuştur.
Meseleye yöneltilen temel bakışları iki noktada toplayarak hüsün ve kubhun sadece şer’î olduğunu söyleyenlerle; hem şer’î hem aklî olduğunu kabul edenlerin görüşlerinden söz etmek mümkündür. Eş’ariyye ile Selefiyye-Hanbeliyye’nin çoğunluğu ve bazı Hanefî âlimleri, hüsün ve kubhun sadece dinin haber vermesiyle bilineceğini söylerken, kâinattaki her şeyin ilâhî irâdeye bağlı olmakla birlikte ilâhî fiillerin mutlaka bir hikmeti ve gâyesi bulunduğunu kabul eden Mu’tezile ve Mâtürîdiyye’nin çoğunluğu ile bazı Selef âlimleri hüsün ve kubhun hem aklî, hem şer’î olduğu görüşünü tercih etmişlerdir. Bu son telâkkî, naslara da akla da uygun görünmektedir.
Müslüman filozoflar, iyilik ve kötülük problemini genellikle iyimser bir bir yaklaşımla ele almışlardır. Meselâ Fârâbî ve İbn Sînâ kötülüğün izâfî/göreceli olduğunu, varlıkların özünde bir kötülük bulunmadığını, sadece bir başka varlığa nisbetle daha az iyiden söz edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. İhvân-ı Safâ risâlelerinde belirtildiğine göre, evrende esas olan iyiliktir, kötülükler ise evrenin bütünlüğü içinde belli bir gâye ve hikmeti gerçekleştirmeye mâtuftur. 3112
Kur’ân-ı Kerim’de Husn/Güzellik Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de hüsün kavramı, yani “h-s-n” kelimesi, türevleriyle birlikte toplam 194 yerde geçer. “Güzel olmak, güzel karşılık görmek, güzel davranmak, iyilik yapmak, Allah’a kulluk etmek, bolluk, genişlik, nimet, infak” gibi anlamlarda kullanılır. Kubuh ise sadece bir âyette yer almış, burada Firavun ile taraftarlarının kıyâmette kötülenmiş kimseler olacakları belirtilmiştir.3113 Kur’an’da kubuh karşılığında daha çok “sû’” ve “seyyie” kelimelerinin kullanıldığı görülür. Kur’an’da hüsün kökünden türeyen “ihsân” ve “hasene” ile anlam yakınlığı içinde bulunan adl, ma’rûf, tayyibât vb. kavramların insanda objektif bir hüsün telakkisinin mevcûdiyetine işaret ettiğini söylemek mümkündür. Kur’an’da adâletli davranmanın, iyilik yapmanın ve yardımlaşmanın emredilmesi; buna karşılık kötülüğün, hayâsızlık ve ahlâksızlığın yasaklanması, dinin koyduğu bu hükümlere konu teşkil eden fiillere ait vasıfların, hükmün verilmesinden önce o fiillerde mevcut olduğuna ve bunların insanlarca aklen bilinebildiğine işaret etmektedir. Zira akıl bunları genel çerçevede bilmekten âciz olsaydı, insanların bu tür buyruklara muhâtap kılınmaları anlamsız kalır ve onların bu emirlere
3112] TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 19, s. 59-62.
3113] 28/Kasas, 42
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 671 -
uymaları imkânsız hale gelirdi.
Bununla birlikte Kur’an’da insanların kötü zannettiği (hoşlanmadığı, kerih gördüğü) bazı şeylerin iyi olabileceğinin açıklanması,3114 kişinin yaptığı kötü işlerin -kendisine güzel gösterilmesi sebebiyle- güzel bulunacağının belirtilmesi3115 ve peygamber gönderilmedikçe azap edilmeyeceğinin bildirilmesi,3116 insanın iyilik ve kötülüğe ilişkin bilgisinin mutlak bir kesinlik değeri taşımadığına işaret etmektedir. Kur’an’da hüsün vasfı ilâhî fiillere de nisbet edilmiştir. Buna göre Allah fiilleri en güzel yapmış, insanı en güzel şekilde yaratmış, kullarına ihsanda bulunmuş, iyilik yapanların sevabını (hüsn) arttırmıştır.3117 Bazı insanların İlâhî irâde ve kudreti hiçe sayarcasına iyiliği kendilerinden bildikleri de Kur’an’da tenkidî bir üslûpla açıklanmıştır. Nitekim Firavun ve ashâbı iyiliği kendilerine isnat etmişler, başlarına gelen kötülükleri ise Hz. Mûsâ ve ashâbının uğursuzluğuna bağlamışlardır;3118 aynı şekilde münâfıklar da iyilikleri Allah’a, kötülükleri Hz. Peygamber’e atfetmişlerdir.3119 Allah ise bir yandan iyilik ve kötülükleri kendisinin yarattığını bildirirken öte yandan insanın yaptığı iyiliklerin kendi lehine, kötülüklerin de kendi aleyhlerine olduğunu beyan etmiştir. 3120
Kadın güzelliği,3121 içeceğin lezzeti,3122 kişinin mükemmel bir tarzda yetişmesi,3123 sonunda kâr sağlayacak bir borç veriş,3124 ideal bir örneklik,3125 sosyal ilişkilerdeki nezâket3126 vb. somut ya da soyut birtakım güzellikler “hüsn” ve türevleri ile anlatıldığı gibi, dinin öngördüğü güzel ameller de bu kavramla anlatılır. Güzel ve güzellik konusunda Kur’an’ın esas aldığı ilke şudur: Güzel ve güzelliği tasdikleyip hayatına sokana hayat kolaylaştırılır. Bunun aksine, güzele sırt dönen, onu tasdikleyip hayatına sokmayanlara hayat zorlaştırılır. 3127
Allah ile sürekli beraberlik bilincine erme halinin adı, “ihsân” (güzelleştirme, güzelleşme, güzelle kucaklaşma) olarak belirlenmiştir. Meşhur Cibrîl hadisinde ihsân, “Allah’ı her an görüyormuşsun gibi davranmak” şeklinde tanımlanmıştır. Bu da gösterir ki, Kur’an’ın dünyasında ahlâk gerçeği de güzelle iç içe bir gerçektir. Güzellikten nasipsiz ruhlarda ahlâk barınamaz. Hz. Peygamberimiz, ahlâkla ilgili tüm sözlerinde ahlâkı, “güzel” kelimesiyle nitelemiştir.
Allah Güzeldir; Her Yaptığı ve Yarattığı da Güzeldir
Allah’ın isim-sıfatlarından biri “muhsin” (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en güzel
3114] 2/Bakara, 216
3115] 35/Fâtır, 8
3116] 17/İsrâ, 15
3117] 12/Yusuf, 100; 23/Mü'minûn, 14; 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 42/Şûrâ, 23
3118] 7/A'râf, 131
3119] 4/Nisâ, 78
3120] 4/Nisâ, 79; 17/İsrâ, 7
3121] 33/Ahzâb, 52
3122] 16/Nahl, 67
3123] 3/Âl-i İmrân, 37
3124] 2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11
3125] 33/Ahzâb, 21; 60/Mümtehine, 4, 6
3126] 16/Nahl, 125, 17/İsrâ, 53; 2/Bakara, 83
3127] 92/Leyl, 6-9
- 672 -
KUR’AN KAVRAMLARI
biçimde yaratmıştır.3128 İnsanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır.
Allah’tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür.3129 Allah, yaratıcıların en güzelidir.3130 Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah’tır.3131 Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır.3132 Rızkın en güzeli de Allah’tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir.3133 Sözün de en güzelini bir kitap halinde indiren O’dur, O’nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir.3134 Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah’ın sözüdür.3135 Bu yüzden, güzel insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır.3136 En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah’a teslim olanların dinidir.3137 Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu’l-hüsnâ) da O’nundur. 3138
Kur’an’ın ideal insanı “muhsin” diye anılmaktadır. Kur’an’da 39 kez tekrarlanan “muhsin”, güzel düşünüp güzel eylemler yapan kişi demektir. Muhsin, tamamına yakın yerde çoğul şekliyle kullanılmıştır. Bu da gösterir ki, güzellik üretimi toplumsal bir idrâk ve uğraş olmadan fazla gelişemez. Kur’an’ın kılavuzluğu, rahmeti ve öğüdü, muhsinler (güzel düşünüp güzel şeyler üretenler) içindir; Kur’an onlara hayır ve bereket getirir.3139 Güzelle ilgisi kopuk, güzelliği hayatından silmiş kişiler ve toplumlar Kur’an’ın hidâyetini anlayamazlar ki ondan hayır ve bereket görsünler. Güzele düşmanlık sergileyenler ise Kur’an’ın rahmetinden nasipsizlikle kalmazlar, onun lânetine de uğrarlar. Leyl sûresi 6-9. âyetler, bu lânetlenmenin kanıtı olarak hayatın zorlaştırılmasını, kaosa itilmeyi göstermektedir.
Kur’an, kendi bağlılarını “sözleri dinleyip onların en güzeline uyan insanlar” olarak tanıtmaktadır.3140 Bu demektir ki, güzellikten uzak bir çağrı, adına ne denirse densin, hangi iddia ile ortaya sürülürse sürülsün, Allah’ın değer vereceği bir dâvet değildir.
Kur’an, tüm iddiaları, inatları, ikiyüzlülükleri, sloganları aşan ölümsüz bir ilke getirmekte ve insanın dikkatini bu ilkeye çekmektedir: “Güzel düşünmenin, güzellik üretmenin karşılığı güzellikten başkası olmayacaktır.”3141 Güzellik üretenlerin karşılıkları, diğer üretimlerden farklı olarak iltimaslı, fazla olarak veri3128]
bk. 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4
3129] 4/Nisâ, 79
3130] 40/Mü'min, 14; 37/Sâffât, 125
3131] 2/Bakara, 138
3132] 5/Mâide, 50
3133] 65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75
3134] 39/Zümer, 23
3135] 39/Zümer, 55
3136] 39/Zümer, 18
3137] 4/Nisâ, 125
3138] 7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24
3139] 31/Lokman, 3
3140] 39/Zümer, 18
3141] 55/Rahmân, 60
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 673 -
lecektir.3142 Güzelliğin hayatı kolaylaştırması, belki de o “fazlalar” yüzündendir.
Çirkinliği güzelle değiştirme veya çirkinin ardından güzel sergileme, çirkinin sonuçlarını silip süpürür ki, bu da Allah’ın af ve bağışının bir uzantısıdır. Bu yüzden Kur’an, insanı sürekli olarak çirkini güzelle değiştirmeye çağırır.3143 Çirkine güzelle karşılık verme yeteneği, en azılı düşmanı en samimi dost haline getirebilir. 3144
Kehf sûresi, 104. âyeti, sınaat yönüyle üretilen güzelliğin gerçek bir güzellik olmadğını, sadece bunu üretenlere bir güzellik sanısı verdiğini belirtiyor. Âyeti iyi değerlendirmek için, kendinden önceki âyetle bağlantısını dikkate almak gerekiyor. Şöyle deniyor: “De ki; size, yaptıkları işler bakımından en çok hüsrâna uğrayanları bildireyim mi? Bunlar o kimselerdir ki, dünya hayatındaki gayretleri boşa gitmiştir de buna rağmen onlar sınaat yoluyla güzellikler sergilediklerini sanırlar.” 3145
Bu âyetten yola çıkarak diyebiliriz ki, teknolojinin elinden beklenen bir güzellik, güzellik adına aldanıştan ibârettir. Esasen Kur’an insanın süslenip püslenen bazı çirkinlikleri güzellik gibi görebilen bir yapıya sahip olduğuna dikkat çeker. Ve bu, insanın sapma noktalarından biridir. 3146
Allah güzeldir, muhsindir. En büyük ihsan sahibi Allah olduğu için Kur’an’da “Allah her şeyi güzel bir şekilde yarattı.”3147 denilmektedir. Eğer insanlar hep güzel işler yaparlarsa, davranışlarını ‘ihsân’ üzere gösterirlerse, bunun karşılığı olarak ‘ihsân’ görürler, güzellikle muâmele edilirler. 3148
Allah, ihsân sahibi olan, güzel davranışlarda bulunanları övmektedir:
“Kim, din yönünden iyilik edici (ihsân sahibi) olarak yüzünü Allah’a teslim edip dosdoğru İbrahim dinine tâbi olan kimseden daha güzel olabilir? Allah, İbrahim’i dost edinmişti.” 3149
Allah, güzel işler sergileyen ihsân sahipleriyle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir.3150
“...Biz, muhsinlere (güzellik sergileyen ve iyilik yapanlara) ziyâde vereceğiz (mükâfatı arttıracağız)’ dedik.” 3151
“...İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” 3152
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için infak ederler (harcarlar); öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da ihsân sahiplerini (güzel davranışta bulunanları)
3142] 10/Yûnus, 26
3143] 13/Ra'd, 22; 28/Kasas, 54; 11/Hûd, 113; 25/Furkan, 70; 27/Neml, 11
3144] 41/Fussılet, 34
3145] 18/Kehf, 104
3146] 35/Fâtır, 8; ayrıca bk. 3/Âl-i İmrân, 120; 9/Tevbe, 50
3147] 32/Secde, 7; ayrıca bk. 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24
3148] 55/Rahmân, 60
3149] 4/Nisâ, 125
3150] 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134, 147; 5/Mâide, 13, 85, 93; 7/A’râf, 57; 9/Tevbe, 120; 29/Ankebût, 69 vd.
3151] 2/Bakara, 58
3152] 2/Bakara, 195
- 674 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sever.” 3153
“Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara ihsân edin/iyi davranın. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.” 3154
“Öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara ihsânla/güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” 3155
“İhsân edenlere/güzel amel işleyenlere daha güzel mükâfat (cennet), bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” 3156
“Sabırlı ol, çünkü Allah, ihsân sahibi muhsinlerin (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.” 3157
“Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı (güzel iş yapmayı, iyiliği), akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor. 3158
“Eğer ihsân ederseniz (güzel davranışlarda bulunursanız), kendinize ihsân etmiş olur; kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz...” 3159
“İman edip sâlih amel işleyenler (bilmelidirler ki) Biz, güzel işler yapanların (ahsene amelâ) ecrini zâyi etmeyiz. İşte onlara, içinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır...” 3160
“...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân (güzellikler) sergile...” 3161
“(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih/iyi ve güzel iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? Hasene/güzellik, iyilik ile; seyyie/çirkinlik, kötülük bir olmaz. (Sen, çirkinliği/kötülüğü) en güzel olan şeyle uzaklaştır; o zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” 3162
“Biz insana, ana babasına ihsânı/güzel davranıp iyilik etmesini tavsiye ettik...” 3163
Hadis-i Şeriflerde Güzellik Kavramı
Hadislerde hüsün/güzellik kavramı, oldukça çok geçer. Hüsün, bazı hadislerde “güzel yaratılış sahibi olmak” şeklinde maddî güzellik anlamında zikredilmiş,3164
3153] 3/Âl-i İmrân, 134
3154] 4/Nisâ, 36
3155] 9/Tevbe, 100
3156] 10/Yûnus, 26
3157] 11/Hûd, 115
3158] 16/Nahl, 90
3159] 17/İsrâ, 7
3160] 18/Kehf, 30-31
3161] 28/Kasas, 77
3162] 41/Fussılet, 33-34
3163] 46/Ahkaf, 15
3164] Ahmed bin Hanbel, 1/403; 5/9; 6/68
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 675 -
bazılarında varlıkların güzellik ve çirkinliklerini Allah’ın takdir ettiği açıklanmış,3165 çoğunda ise insana ait amellerin güzelliğini ifade etmiştir. Hadislerde hüsnün karşıtı olarak çoğunlukla seyyie kelimesinin kullanıldığı görülür. Bazı kaynaklarda müslümanların güzel gördüğü şeylerin Allah katında da güzel olduğunu ifade eden rivâyetler, Hz. Peygamber’e atfedilmişse de,3166 bunun İbn Mes’ud’a ait bir söz olduğu kabul edilir.
“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.” 3167
“İhsân; Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni muhakkak görür.” 3168
“Şüphesiz Allah her şeyde ihsânı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır). O halde siz öldürdüğünüz vakit bile, öldürmeyi güzel yapın. Kestiğiniz zaman da kesmeyi güzelce gerçekleştirin. Her biriniz bıçağını bilesin. Ve kestiği hayvana eziyet vermesin.” 3169
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” 3170
“İnsana lutfedilen en değerli nimet, güzel ahlâktır.” 3171
“Kendinize göre makbul bir iş yapınız. Sırf başkalarına rekabet olsun diye yapmayınız. (Şöyle demeyin:) ‘İnsanlar ihsân ederse biz de ederiz; zulmederlerse biz de zulmederiz.’ Fakat kendinizi şuna iknâ ediniz: İnsanlar ihsân ederse ihsân edersiniz; (fakat) fenâlık ederlerse, siz yine de zulmetmeyiniz.” 3172
“Sizden biriniz ölümü temennî etmesin. Muhsin ise belki ihsânı (güzel amelleri) artar. Günahkâr ise, belki tevbe eder.” 3173
“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil olanları, ahlâkı en güzel olanlarıdır.” 3174
“Kur’an’ı seslerinizle güzelleştirin.” 3175
“Kovandaki suyu, isteyenin kabına boşaltmak ve mü’min kardeşine güler yüzle konuşmak gibi de olsa, iyi, güzel ve doğru olan hiç bir sözü, işi ve davranışı küçümseme (yapabilirsen hiç durma, yap).”3176
Güzelliği, Güzel ve Mükemmel Davranışı İfade Eden Kavram; İhsân
İhsân
İhsân kelimesi, ‘hasene’ kelimesinden türemiştir. Bütün güzellikleri ve rağbet
3165] Buhârî, Rikak 31; Müslim, İman 207
3166] Ahmed bin Hanbel, 1/379
3167] Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, bâb 10
3168] Buhâri, İman 37, 1/20; Müslim, İman 1, hadis no: 8, 1/36; Tirmizî, İman 14, hadis no: 2738, 4/119; Ebû Dâvud, Sünnet 16, hadis no: 4695, 4/223; İbn Mâce, Mukaddime 9, hadis no: 63, 64, 1/24; Nesâi, İman 6, 8/88
3169] Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12; Tirmizî, Diyet 14; İbn Mâce, Zebâih 4; Nesâî, Dahâyâ, 22
3170] Ahmed bin Hanbel, 2/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 8
3171] Ahmed bin Hanbel, 4/278
3172] Tirmizî, Birr 63
3173] Nesâî, Cenâiz Bâbu Temennâ’l-Mevt
3174] Buhârî, Edeb 39; Ebû Dâvud, Sünnet 14
3175] Dârimî, Fedâilu’l-Kur’an 34
3176] Ebû Dâvud, Libas
- 676 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edilen şeyleri ifade eder. İhsân; güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. İhsân ahlâkının iki yönü vardır:
1- Başkasına iyilik etmek, nimet kazandırmak, yardımcı olmak ve bütün bunları güzellikle yapmak,
2- Amelde ihsân, yani bir şeyi güzel bir bilgi ile bilmek (meselâ Allah’ı) veya bir şeyi güzel bir amelle yapmak. Hz. Ali (r.a.) diyor ki: “İnsanlar güzel yaptıkları şey üzerine değerlendirilir.” Yani, insanlar, hakkında bildikleri şeye tâbi olurlar, insanlarla ilgili bildikleri şeyler de onların yaptıkları güzel işlerdir.
Kur’an’da “Allah her şeyi güzel bir şekilde yarattı’ deniliyor ve ‘ihsân’ kelimesi kullanılıyor. Eğer insanlar hep ihsân üzere olurlarsa, yani hep güzel işler yaparlarsa, davranışlarını ‘ihsân’ üzere gösterirlerse, bunun karşılığı olarak ‘ihsân’ görürler, güzellikle muâmele edilirler. İhsân ahlâkı, adâletten daha kapsamlı bir güzel huydur. Çünkü adâlet anlayışında, karşıdakinin hakkını vermek varken, ihsânda ise daha fazlasını vermek, daha güzeli ile karşılık verme anlayışı vardır.
Adâletli olmayı, dinimiz bir farz olarak, bir gereklilik olarak müslümanlara emrediyor. Ancak ihsân, bundan daha kapsamlı ve üstün olduğu için onu hem emrediyor, hem de fazlasını tavsiye ediyor. İhsân sahibi olanlara Allah ‘muhsin’ demekte ve onları övmektedir:
“Kim, din yönünden güzellik ve iyilik yaparak (ihsân sahibi) olarak yüzünü Allah’a teslim edip dosdoğru İbrâhim dinine tâbi olan kimseden daha güzel olabilir? Allah, İbrâhim’i dost edinmişti.” 3177
Allah, ihsân sahibi olan muhsinlerle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir. 3178
İhsân, aynı zamanda Allah’ı görüyor gibi ibâdet etmektir. Meşhur Cibrîl hadisinde Peygamberimiz ‘ihsân’ı şöyle tanımlamıştır: “Allah’a O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.”3179 Burada bizzat Allah’ı görmek değil; Allah’ın sıfatlarını, Rabliğini ve azametini göz önünde bulundurmak kast ediliyor. Mü’min, ibâdetini ihsân üzere yapar, yani en güzel şekilde, ibâdetin amacına ve hikmetlerine uygun bir şekilde yapar. Bu da Allah’ı görüyor gibi bir duygu içerisinde olmakla mümkündür.
İhsân/Güzellik; İnsanda Toplam Kalite
Kâmil insan denen, kaliteli insanı ifâde eden Kur’anî kavramlardan biri “hüsn” kelimesinden türeyen ihsân kavramıdır. Muhsin de, ihsânın gereklerini, güzellikleri yerine getiren insandır. İhsân, her şeyi güzel, eksiksiz ve mükemmel yapmaktır. Bütün davranışlarında Allah’ı görür gibi davranan ve daima Allah’ı yanında hisseden insan, muhsin olma seviyesinin eşiğinden içeri girmiş demektir. Kalitenin uygulama kavramları arasında yer alan “ölçülmüş davranış/performans”, Allah’ın huzurunda ve insanlarla ilişkilerinde “ölçülü” olmayı ifâde etmektedir. İş ve davranışlarında ölçüyü aşmamak, yani ölçüyü elden kaçırmamak,
3177] 4/Nisâ, 125
3178] 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134, 147; 5/Mâide, 13, 85, 93; 7/A’râf, 57; 9/Tevbe, 120; 29/Ankebût, 69 vd.
3179] Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1, hadis no: 8; Tirmizî, İman 14, hadis no: 2738; Ebû Dâvud, Sünne 16, hadis no: 4695; İbn Mâce, Mukaddime 9, hadis no: 63, 64; Nesâî, İman 6
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 677 -
bir kalite meselesidir. Kur’an’da bu kaliteye ihsân, onu gerçekleştirene de muhsin denmektedir. İfrâta, yani aşırılığa ve saldırganlığa kaçmadan davranışlarında ölçülü olmak, büyük bir fazîlettir. Zulme karşı zulümden sakınmak, insanların kötü sözlerine karşı üzülmemek, düşmanın entrikalarından dolayı endişelenmemekteki sabır, ihsân kavramının içindeki mânâlardandır. 3180
Fakirlerin elinden tutmak, kinini yutmak ve insanları affetmek gibi erdemli davranışlar, kaliteli davranışlardır. Bunlar da ihsân kavramının kapsamına girmektedir.3181 “İşi vaktinde yapmak” da ihsânın mânâlarından biridir. Muhsin adam, işini vaktinde yapandır. Kur’an, kaliteli davranış, ya da kaliteli iş üretmenin koşulu olarak, işin vaktinde yapılmasını öngörmektedir. Zümer sûresinin 54-58. âyetleri ele alındığında, “işi vaktinde yapma”nın önemi görülmüş olacaktır. Gelişme, ilerleme ve değişimin zamanında gerçekleşebilmesi, sürecin vaktinde tamamlanıp pişmanlık duyulmaması için bu şarttır. Zamanı ertelemenin, süreci sekteye uğratmanın ve işi vaktinde yapmamanın, bir zaman sonra azâba dönüşeceği gerçeğine işaret eden Kur’an, bilginin en güzeline vaktinde uymayı şart koşmaktadır. Âyet şöyledir: “Siz farkında olmadan ansızın başınıza azap gelmezden önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline tâbi olun.”3182 “En güzel”i tespit etmek ve hemen ona uymak, “en güzel’in hakkını vermektir. En güzel olana vaktinde uymamak, azâbın gelmesine sebep olacaktır. Vaktinde uyulmayan, tatbîkata konmayan bir “değer”, toplumdan göç eder. Bu göç ediş de, toplumun gelişimini, ilerlemesini, kaliteli iş üretimini geriletir ve durdurur. Kaliteli iş üretimini durdurmak, azap olarak toplumun başına yağmasına neden olur.
Kaliteli iş, çok çalışma neticesinde elde edilecek bir değerdir. Bu değer, bir taraftan ilerlemeyi, gelişmeyi ve kendini yenilemeyi temin edeceği gibi, diğer taraftan da bunlar, o değere ulaşmayı sağlayacaklardır. Zâriyât sûresinin 16. âyetini 17. âyetiyle bir araya getirince, muhsin insanın az uyku uyuyarak çok çalıştığını gündeme getirdiği görülecektir. Âyetler şöyledir: “Rablerinin kendilerine verdiğini alanlar, kuşkusuz bundan önce dünyada güzel davranırlardı, geceleri pek az uyurlardı.”3183; “Geceleri az uyumak” güzel, yani kaliteli iş üretmenin önemli bir dinamiği olmaktadır. Bu tâbir, çok çalışıp geceyi de değerlendirmeyi ifâde etmektedir. İlerleme, gelişme ve değişimin olmazsa olmazı, çok çalışmaktır. 3184
Hüsn/Güzellik Kavramına Yakın Anlam Taşıyan Diğer Kavramlar (Hayır, Birr, Cemâl, Tayyib, Sâlih Amel)
a) Hayır:
‘Hayr’ taşıdığı özellik dolayısıyla istenilen, arzu edilen, değerli, dünya ve âhirette faydalı, yarayışlı olan her şeydir.
Hayır, ister bir davranış, ister bir ibâdet, ister mal, yani dünyalık yönünden olsun; dinî, yani dünyaya ve âhirete âit meselelerde faydalı olan, arzu edilen şeyleri ifade eder. O; istenilen, kötü karşılanmayan, kendisine rağbet edilen bir değerdir. ‘Hayr’ın karşıtı ‘şerr’dir. Hayır kelimesinin hem dünya işlerini, hem de
3180] 16/Nahl, 126-128
3181] 3/Âl-i İmrân, 133-134
3182] 39/Zümer, 55
3183] 51/Zâriyât, 16-17
3184] Bayraktar Bayraklı, Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, 7-8.
- 678 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uhrevî değerleri anlatan birkaç boyutu bulunmaktadır.
Hayır, iyi ve faydalı, rağbet edilen tercihleri ifade ettiği için; ibâdet, iyilik etmek, Allah yolunda harcamak, faydalı mal, kişiye sevap veya şeref kazandıran şeyler hakkında da kullanılmaktadır. Aynı kökten gelen ‘hayrât’, beğenilen özellikler, davranışlar, sevap amacıyla yapılan iyilikler ve sadaka-i câriye (devam eden sadaka) olan şeyler demektir.
Hayır, kavram olarak bazen hem mal, hem de o malı Allah yoluna sarf etme iyiliğini veya infak anlayışını ifade etmektedir. Allah’ın insana verdiği mal, -her ne kadar bazıları için şer olsa da- bizzat hayrın kendisidir. Meselâ, Kur’an, Hz. Süleyman’a (a.s.) verilen atlara ‘hayır’ demektedir.3185 Mü’minler, Allah yolunda ‘hayır’dan ne infak ederlerse; bu, kendileri içindir. Onlar ‘hayr’ olarak infak ettiklerinin karşılığını tastamam alacaklardır.3186 Görüldüğü gibi burada ‘hayır’ hem sahip olunan mal, hem de bu maldan Allah yolunda infak edilen pay, sadaka anlamına gelmektedir.
Bir başka âyette ise ‘hayır’ yine ikili bir anlam ifade ederek hem sahip olunan şey, hem takvâya bağlı olarak yapılan amel (iş) yerinde kullanılmaktadır: “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Hayır olarak infak edeceğiniz şey, ana-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir.” 3187
Hayır kavramı Kur’an’da birkaç anlamda daha kullanılmaktadır: Allah’ın sayısız nimeti anlamında;3188 bütün hayırların kaynağı olan vahy ve peygamberlik anlamında da kullanılır. Vahye uyan mü’minler birçok nimetlere, güzelliklere, sağlam bir inanca ve aralarında kardeşlik duygularına sahip olurlar. Bütün bunlar hayr’ın ta kendisidir.3189 Gerçek iman, ya da iman etme eğilimi, samimiyet ve iyi niyet anlamında;3190 iman etmenin güzel sonucu, imanın olumlu etkisi anlamında;3191 sâlih amel, hayırlı iş, kulluk ve sonucu güzel olan işler anlamında3192 kullanılır.
Hayrın bu mânâlarına bakarsak onun iki yönü bulunduğunu görürüz: Birincisi, kaynağı Allah olan hayır; ikincisi, kaynağı insan olan hayır. Bu iki durumda da hayrın anlamı, İslâm’ın bakış açısıyla faydalı, değerli olduğuna hükmedilecek bir şeydir.
Hayır ve şer; ya mutlaktır (kesin) ya da izâfîdir (göreceli). Sözgelimi; adâlet, iyilik duygusu, akıl, erdem sahibi olmak gibi şeyler her durumda herkes için hayr’dır. Zulmetmek, haklara tecavüz, yalan, hırsızlık gibi şeyler de herkes için her zaman şerdirler. İzâfî (göreceli) hayır ve şer nitelemesi, kişilere ve onların durumlarına göre değişiklik gösterebilir. İzâfî hayrın başında mal sahibi olmak gerekir. Mal, servet, dünyalıklar kimileri için hayır; kimileri için de şer olabilir.
3185] 38/Sâd, 32
3186] 2/Bakara, 272-273
3187] 2/Bakara, 215
3188] 3/Âl-i İmrân, 26
3189] 2/Bakara, 105; ayrıca bk. 16/Nahl, 30
3190] 8/Enfâl, 70
3191] 6/En’âm, 158
3192] 2/Bakara, 110; 5/Mâide, 48; 21/Enbiyâ, 90
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 679 -
Helâlden kazanılıp helâle harcanmayan bir mal, sahibi için hayır değildir. Kendisinden İslâm’ın çizdiği sınırlar içerisinde faydalanılmayan mala ‘hayırlı’ mal denilemez. Meselâ, cimrilik yüzünden Allah yolunda harcanmayan bir malda, onun sahibi bir hayır olduğunu sanmamalıdır.3193 Demek ki az da olsa helâlden kazanılan ve Allah rızâsı uğruna harcanabilen bir mal veya kazanç sahibi için hayırdır.
Allah (c.c.) mü’minlere gerektiği zaman kendi yolunda, kendi dini uğruna cihâd etmeyi, savaşmayı emretti. Mü’minlerden bazıları böyle bir şeyi kendileri için şer (zorluk, meşakkat, ağır bir imtihan, zararlı) sayabilirler. Ancak Rabbimiz buyuruyor ki: “….Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” 3194
b) Birr:
‘Birr’in aslı ‘berr’dir. ‘Berr’, sözlükte kıta, denizin karşıtı olarak kara demektir. Buradan hareketle ‘birr’, hayır işinde genişlik anlamında kullanılmaktadır. Geniş anlamıyla ‘birr’, her türlü hayır ve iyilik işinde genişlik, ihsan, itaat, doğruluk, bol bol iyilik demektir. ‘Birr’, her türlü iyiliği, ihsânı ve hayırlı işleri kapsar. ‘Berr’ sıfatı, hem Allah (c.c.) için hem de itaatkâr kullar için kullanılır. Allah (c.c.) için kullanıldığı zaman anlamı: Kullarına karşı şefkatli, onlara ihsân eden, iyilikleri bütün yaratıklara yaygın olan demektir. ‘el-Berr’, Allah’ın güzel isimlerinden biridir.
‘Berr’ sıfatı insanlar için kullanıldığı zaman, çok itaatkâr anlamına gelir. ‘Berr’, aynı zamanda, sâdık, yani sözünde duran anlamı da taşımaktadır. Allah, el-Berr’dir. O, kullarına merhametli olduğu için, onların hakkında kolaylık diler, zorluk dilemez. Onların günahlarına (eğer tevbe etmezlerse) bir karşılık verir. Buna karşın onların iyiliklerine, hayırlı amellerine kat kat karşılık verir. “Hiç şüphesiz, Biz bundan önce O’na duâ (kulluk) ederdik. Gerçekten O, iyiliği ve ihsânı bol, rahmeti bol (el-Berr) olandır.” 3195
Kur’an, ‘berr/itaatkâr’ sıfatını iki âyette, Hz. İsa ve Hz. Yahyâ peygamberleri nitelemek için kullanmaktadır. 3196
Hadis ve fıkıh kitaplarında ‘birru’l vâlideyn’ başlığı bulunmaktadır. Bu başlık altında, ana-babaya itaat etme, onlara bol bol iyilikte bulunma görevleri anlatılır. Aynı kökten gelen ‘teberrû’; fiil olarak iyi olma, iyilik yapma anlamındadır. Türkçe’de, herhangi bir dernek, cemiyet, yardım kurumu ve kişiye yapılan yardımlara verilen addır. ‘Berara’, ‘bârr’ın çoğuludur ve Kur’an’da bir âyette meleklerin sıfatı olarak geçmektedir: “(Ki onlar) oldukça üstün, değerli, iyilik ve dürüstlük sembolü (berara)dürler.” 3197
‘Birr’, bol bol iyilik etmek, hayır işlerinde geniş olmak anlamına geldiği gibi, aynı zamanda fâil (özne) ismidir ve iyilikte bulunan demektir. Mü’minler, çok iyilikte bulunarak, takvâda çok geniş olarak ‘birr’in bizzat kendisi haline gelirler. Tıpkı sâlih amel işleyerek imanıyla özdeşleşen müslümana ‘iman’ denilmesi gibi. İyilik ve takvâda ileri geçen bol bol ihsânda bulunan, akrabalarına ve diğer insanlara bol bol iyilik eden, iyi davranan kimseler artık ‘birr’in bizzat kendisi
3193] 3/Âl-i İmrân, 180
3194] 2/Bakara, 216
3195] 52/Tûr, 28
3196] 19/Meryem, 14-15, 32
3197] 80/Abese, 16
- 680 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olurlar. Böyle kimselere Kur’an ‘ebrâr’ demektedir.
Kur’an ‘birr’i şöyle tanıtıyor: “Yüzlerinizi doğudan ve batıdan yana çevirmeniz, ‘birr/iyilik’ değildir. Ama birr, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden, ona olan sevgisine rağmen, malı yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip dilenene ve kölelere, söz verdiklerinde (ahidleştiklerinde) sözlerinde duranlar ile, zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenler (in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve takvâ sahibi olanlar da bunlardır.”3198 Görüldüğü gibi Kur’an, ‘birr’in inanç ve amel boyutlarını, en önemli ilkeleri sıralayarak açıklıyor. ‘Birr’ öncelikli olarak İslâm’ın inanç esaslarını kabul etmek, sonra da malı ihtiyaç sahiplerine infak etmektir. Bu âyette en önemli erdemler sıralanmış olup, birr’in sınırının daraltılmadığı açıktır. Bu bağlamda birr, bütün iman, ibâdet ve ahlâka ait iyi huyları kapsayacak genişlikte bir kavramdır.
Birr, tâat sayılan, yani Allah’a saygı ifade eden bütün davranışlar ve insanı Allah’a yaklaştıran hayırlı tüm işleri içerisine alan bir kelimedir. Birr, takvâ sahibi mü’minlerin bir özelliğidir. Bizzat takvâ değil, takvâlı olmanın görüntüsüdür diyebiliriz. Hatta yukarıdaki âyette ‘işte sâdık (doğru) olanlar bunlardır’ cümlesinden hareketle birri ‘doğruluk’ diye anlayanlar da olmuştur. Hâlbuki ‘sıdk-doğruluk’ birr değil, birr sahibi olmanın bir sonucudur.
Kur’an, müşriklerin bir yanlış davranışına da dikkat çekerek, bunun birr olmadığını vurguluyor: Câhiliye döneminde müşrikler hac için ihrama girdikleri zaman agaç gölgeliğinde oturmazlar, evlerine girmezlerdi. Bir ihtiyaçtan dolayı evlerine veya çadırlarına girmek isterlerse, çadıra arkalarından açtıkları deliklerden, evlere de ya arka pencereden ya bacalarından girerlerdi. Kur’an böyle bir davranışın faydasız bir şey olduğunu asla birr olamayacağını vurguluyor: “…Birr (iyilik) evlere arkalarından gelmeniz değildir. Ancak birr (iyilik) takvâ sahiplerinin tutumudur. Evlere kapılarından girin. Allah’tan korkup korunun, umulur ki kurtuluşa erersiz.” 3199
Evlere veya çadırlara arkadan girmenin nesi birr (iyilik) olabilir ki? Takvâ sahibi kimseler hayır üzerinde olurlar, infak ederler (muhtaçlara el atarlar), sürekli iyilikte bulunurlar. Hem Allah’a (c.c.) itaat ederler, hem de insanlara bir fayda sağlarlar. Dolayısıyla onların tutumu birr’in ta kendisidir. Bu âyette ayrıca bir kinâye (dolaylı anlatım) de bulunmaktadır. Yani söze ve işe tersinden, fayda vermeyecek tarafından başlamayın. Bir meseleyi karıştırmak, bulandırmak, anlamsız duruma sokmak için, kafa karıştırmak için iş yapmayın. Evlere kapılarından girildiği gibi; işe ve söze, amaca uygun faydalı olacak şekilde başlayın. Bu bir anlamda yıkıcı değil yapıcı olun, işi ehline bırakın demektir.
Birr, sosyal hayatın kurulması ve işlemesi konusunda son derece önemli bir ahlâk kuralıdır. İnsanlar arasındaki kaynaşmanın (ülfetin) yollarından biridir. Kişiler başkalarına yardım ettikçe, onlara güzel davrandıkça; aralarında kavga, anlaşmazlık ve düşmanlık yerine; dostluk, barış ve ülfet olur.
Birr sosyal hayata iki şekilde yansır: Birincisi sıla’dır ki bu, insanlara karşılıksız mal yardımında bulunmaktır. İkincisi ise, ma’ruf’tur ki bu da, söz ve davranışlarla insanların iyilikleri ve mutlulukları, dirlik ve düzenliği için çalışmak demektir. Mü’minler, sevdikleri şeylerden Allah yolunda harcadıkça bu birr erdemini
3198] 2/Bakara, 177
3199] 2/Bakara, 189
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 681 -
kazanırlar. “Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla birr’e (iyiliğe ) erişemezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.”3200 Görüldüğü gibi birr ahlâkı, toplumda ekonomik ve sosyal düzeni zorlama olmaksızın sağlayıcı, insanlar arasındaki dostluğu ve barışı koruyacak, insanı en erdemli yapacak çok önemli bir ahlâktır. “…Birr (iyilik) ve takvâ (Allah’tan korkup korunma) hususunda yardımlaşın; günâh ve sınırı aşma konusunda yardımlaşmayın. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” 3201
Kur’an mü’minlere, birr’i başkalarına tavsiye edip de kendilerini unutan, birr’i yerine getirmeyen İsrâiloğulları gibi olmayın demektedir.3202 Kur’an ebrâr olanlar için altlarından ırmaklar akar cennetlerin olduğunu, Allah’ın katında bulunan mükâfatların onlar için daha hayırlı olacağını müjdeliyor.3203 Ebrâr olanlar, yani sürekli iyilik yapanlar veya imanlarında ve davranışlarında doğru olanlar, sürekli güzel davranış gösterenler cennette nimet içerisindedirler.3204 Birr sahibi olanların kitabı (amel defteri ) ılliyyîn denilen bir kitaptır.3205 Onların amelleri değerli olduğu için, Allah (c.c.) onların kitaplarını da yükseltmiş, onları değerli kılmıştır.
Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Sıdk (doğruluk) insanı birre (Allah’ı râzı edecek iyiliğe) götürür; birr de mü’mini cennete götürür. Kişi, doğruyu söyler ve doğruyu arar da Allah (c.c.) katında doğru sözlü diye kaydedilir. Yalan da kişiyi sınırı aşmaya götürür. Haddi aşmak da (kişiyi) ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı araştırır da sonunda Allah katında yalancı diye kaydedilir.” 3206
Kur’an bize şöyle duâ etmemizi tavsiye ediyor: “Rabbimiz! Biz, ‘Rabbinize iman edin’ diye imana dâvet eden bir dâvetçiyi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerinizi ört ve bizi de ebrâr ( Allah’ı râzı edecek iyilik sahipleriyle) ile birlikte öldür.”3207
c) Cemâl ve Cemîl
Cemâl, Yaratılıştan güzel olmak, kişinin huyunun güzel olması demektir. Kadınların güzelliğini dile getirmek için de bu kelime kullanılır. Nitekim Hz. Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: “Kadın dört şey için nikâh edilir; malı için, soyu için, güzelliği (cemâli) için ve dini için. Ey mü’min, sen bunlardan dindar olanla evlenmeye çalış. (Şâyet bu tavsiyeye uymazsan) yoksulluğa düşersin.” 3208
Cemâl kelimesi, insanın hoşuna giden, görünce içinde bir ferahlık ve mutluluk duyduğu şeylerin sıfatı için de kullanılır. Şu âyet-i kerimedeki cemâl kelimesi bu mânâyı ifade etmektedir: “(Allah) Hayvanları da yarattı. Onlarda sizin için ısınmanızı sağlayan ve daha birçok yararlar vardır. Ve onlardan bazılarını da yersiniz. Akşamleyin merâdan getirdiğiniz, sabahleyin merâya götürdüğünüz zaman onlarda sizin için güzellik
3200] 3/Âl-i İmrân, 92
3201] 5/Mâide, 2
3202] 2/Bakara, 44
3203] 3/Âl-i İmrân, 198
3204] 82/İnfitâr, 13; 83/Mutaffifîn, 22-28
3205] 83/Mutaffifîn, 18-20
3206] Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 29, hadis no: 2607; Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 1989; Tirmizî, Birr 46, hadis no: 1971; Muvattâ, Kelâm 16
3207] 3/Âl-i İmrân, 193; Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 91-94.
3208] Buhârî, Nikâh 15; Ebû Dâvud, Nikâh 2, 12; Nesâî Nikâh, 10, 13; Muvattâ, Nikâh 4
- 682 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(cemâl) vardır.” 3209
Yüce Allah, bu âyette, hayvanların sabah ve akşam insanlara nasıl güzel göründüğünü anlatarak, karınları tok, memeleri sütle dolu olarak merâlardan dönüşleri ve yavruları ile karşılaşıp sevinç nâraları atmaları; ertesi sabah yeniden yayılmaya giderken koşuşup oynaşmalarının ne kadar zevkli bir manzara olduğunu canlı bir tablo halinde gözlerde canlandırmaktadır. Yemyeşil ovalardan, canlı, rengârenk, kır çiçeklerinin arasından süzüle süzüle gelen hayvanlarını gören bir çiftçinin sevinç ve mutluluğunu en vecîz ve canlı bir şekilde tasvir ederken, bu güzel tabloyu cemâl kelimesi ile anlatmaktadır.
Ârifler, âlemi fevkalâde güzel bulur. Çirkin denilen şeyler de, kendilerinde İlâhî güzelliğin tecellî etmesi bakımından güzeldir. Bu tür şeyler, yemekteki tuz değerinde olup âlemin güzelliğine güzellik katar. Aslında âlemdeki hiçbir şey, özü itibarıyla çirkin değildir. Güzellik aslî, çirkinlik ârızîdir. Bir varlığın varlıklar âlemindeki yerini alması ve güzelliğini belli etmesi için itibarî/göreceli bir çirkinliğin var olması gerekli olmuştur. Bununla birlikte zâhidlerin çirkin saydıkları şey, Allah’ın eseri olan âlemin kendisi olmayıp hırs ve kötü emelleriyle dünya hayatını çirkinleştirip onun doğal güzelliğini kirleten kötü insanların davranışlarıdır. Nitekim birçok âyette de bu niteliğe bürünen dünya hayatı yerilmektedir.
Maddî âlemde görülen güzeller, mutlak güzelliğin çeşitli derecedeki tecellîleri olduğundan bunları temâşâ ede ede İlâhî güzelliğe ve Hakk’a ermek mümkündür. En yüksek ve en derin rûhî hazlar, İlâhî güzelliğin temâşa edilmesinden hâsıl olduğu için cennette Allah’ın mutlak güzelliğini (cemâl-i bâ-kemâl) seyretmek, en büyük gâye olmuştur.
Mutlak ve yegâne güzelliğin Allah ve tecellîlerinden ibâret olduğunu vurgulayan İslâm âlimleri, İlâhî ve beşerî sevgiyi de bununla açıklamışlardır. Gazzâlî şekil ve sûret güzelliğini “bir şeyin, kendisine yaraşan ve mümkün olan kemâle sahip olmasıdır” şeklinde târif ettikten sonra, mânevî ve rûhî güzelliklerden de bahseder ve her iki güzelliğin sevgi sebebi olduğunu anlatır. Ona göre güzel, sırf güzel olduğu için insan tarafından tabiî olarak sevilir. İnsan maddî ve rûhî güzelleri ise kalp gözüyle idrâk eder. Kâmil insan için önemli olan mânevî güzelliktir. Özellikle gönül ehli buna önem verir. Fiziği güzel olan insanlardan çok, karakteri güzel olanlar sevilir. Fakat en çok sevilen de mutlak anlamda güzel olan Allah’tır. “Allah cemîldir/güzeldir; cemâli/güzeli sever.” 3210
Cemîl:
Güzel olan anlamında Allah’ın isimlerinden biridir. Hüsn ile aynı mânâya gelir. Allah, bütün güzellikleri yaratmıştır, O, güzeller güzelidir. Güzelleştiren Allah güzeldir ve güzellikler O’nun cemâlinin vasfıdır. O, kusurdan münezzehtir ve O’nun güzelliği yaratıklara benzemez. Esmâ-i Hüsnâ’nın her birisinin hayret verici güzelliği, en küçük olgularda bile kendini göstermektedir. İnsanları etkileyen sanat eserleri, mûcizelerin gücü, hârika ve fevkalâde olayları yaratan Cemîl-i Zülcelâl’dir. O, hayatı ve insanı en güzel bir şekilde yaratmıştır. “Ki, yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı yaratmaya da çamurdan başlayan O’dur.”3211 Ancak, Rabbine
3209] 16/Nahl, 3-6
3210] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10
3211] 32/Secde, 7
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 683 -
âsi olan ve kıyâmete kadar insanları saptıracak olan şeytan, bütün çirkinlikleri işte o çıkarır. Kâinattaki her şeyde güzellikler açık veya kapalı bir şekilde görülmektedir. Şeyler ya bizzat güzeldirler yahut neticeleri yönüyle güzeldirler. Eşyanın bir güzel, bir de kötü tarafı vardır. Allah, yeryüzünde şeytanın adımlarının izlenmemesini, tayyip (güzel ve hoş) şeylerden faydalanılmasını (yenilmesi, içilmesi vb.) emreder.3212 Şeytan ve dostları, Allah’ın yarattığı güzellikleri değiştirip bozarlar; helâli haram kılarlar. Dolayısıyla kötüler kötü için, güzellikler de güzel olan için olur. İyiler, ecir; kötüler ve çirkinler günah kazanacaklardır. Allah’ın fazlı ve keremi, rahmeti olmasaydı, ebedî olarak insanlar temize çıkamayacaklardı.3213 Allah geceye ve gündüze yemin ettikten sonra; “...kim o en güzeli tasdik ederse” onu en kolaya hazırlayacağını müjdeler.3214
d) Tayyib:
Tayyib lafzı, son derece haz verici, hoş ve tatlı olduğu için, gönlün çektiği şeyler için kullanılır. Yelkenli bir geminin istediği şekilde esen rüzgâr,3215 iman anlamına gelen kelime-i tevhîd,3216 münbit toprak,3217 görkemli bir ağaç,3218 göz nûru ve gönül sürûru bir nesil,3219 verimli, güzel hayat,3220 içinde yaşamaktan haz alınan konforlu meskenler,3221 güzel beldeler3222 için kullanılmakla birlikte, genellikle insanın biyolojik ve ruhsal yapısının hoşlanacağı, temiz ve helâl yiyecekler3223 için kullanılmaktadır.
Tayyib kelimesi, duyuların ve nefsin kendinden hoşlandığı şey, güzel, tatlı, hoş demektir. Kur’an’da hem sıfat, hem de isim olarak geçer. “Kadınlardan sizin için tayyib olanı nikâhlayın.”3224 Tayyib kelimesinin zıddı “habîs” kelimesidir. Habüse fiilinin fâil ismi olan habîs kelimesi, duyularla veya aklen kendisinden hoşlanılmayan şey anlamına gelir. Tayyib ve habîs kelimeleri Kur’an’da öncelikle yiyecek ve içecekler için kullanılır. Tayyib olan rızıklar, helâl olan; habîs rızıklar ise haram olan rızıklardır. Bu konuda (aynen husün ve kubüh meselesinde olduğu gibi), âlimler arasında ihtilâflar çıkmış ve bazıları rızıklar Allah helâl kıldığı için “tayyib” ve haram kıldığı için “habîs”tir görüşünü savunurken; bazıları da (özellikle Mu’tezile ve Şîîler), “tayyib” olanları Allah helâl kılmış, “habîs” olanları da haram kılmıştır görüşünü kabul etmişlerdir. Bu ihtilâfın neticesi olarak, fıkıhta hüküm istinbâtı açısından önceki âlimler kıyâsa yönelirken, diğerleri ise akla yönelmişlerdir. Bunu zamanımızdan bir örnekle açıklayalım:
Sözgelimi, sigara konusunda bir hüküm verilecek olursa, “tayyib rızıklar Allah helâl kıldığı için tayyibdir” görüşünü savunanlar, kıyasa gitme mecbûriyeti
3212] 2/Bakara, 168-172
3213] 24/Nûr, 21
3214] 92/Leyl, 1-7
3215] 10/Yûnus, 22
3216] 14/İbrâhim, 24; 22/Hacc, 24; 35/Fâtır, 10
3217] 4/Nisâ, 43; 5/Mâide, 6
3218] 14/İbrâhim, 24-25
3219] 3/Âl-i İmrân, 38
3220] 16/Nahl, 96
3221] 9/Tevbe, 72; 61/Saff, 12
3222] 7/A'râf, 58; 34/Sebe', 15
3223] 2/Bakara, 57, 128, 172, 267; 4/Nisâ, 160; 5/Mâide, 4, 87 vd.
3224] 4/Nisâ, 3
- 684 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duyacaklardır. Çünkü sigara konusunda Kur’an’da ve Sünnette açık bir nass yoktur. Bu durumda, kıyasa yönelenler, nelerin niçin haram kılındığını düşünüp illet arayacaklar ve bunun neticesinde sigara için “haramdır” veya “helâldir”, ya da “mekruhtur” hükmünü vereceklerdir. Yiyecek veya içeceklerin öz vasıfları gereği helâl veya haram olduğunu savunanlarsa, sigaranın özellikleri, fayda ve zararları üzerinde duracaklar ve bunun neticesinde bir hükme varacaklardır. Bazı insanlar, abdest veya namazlarında vesveseye düşerler. Namaz veya abdest amellerinin zâtında ve belli bir ölçü dâhilinde güzelliği düşünülür, yani meseleye Mu’tezile veya Şia’nın yaklaştığı gibi yaklaşılırsa, bu takdirde, hakikaten ibâdetlerde istenen seviyeyi yakalamak âdetâ mümkün olmayacak ve herkes ibâdetinin sahih olup olmadığından şüpheye düşecektir. Fakat, Allah’ın tâyin buyurduğu şart ve rükünler yerine geldiğinde, o ibâdette güzellik yakalanmış veya o ibâdet, güzel olmuş olur. Burada “tayyib” olmanın ölçüsü, Allah’ın belirlediği ahkâmı uygulamaktır.
Tayyib ve habîs kavramlarına, bir de ilgili Kur’an âyetleri çerçevesinde bakabiliriz: “Ey insanlar; yeryüzünde bulunanlardan helâl ve tayyib olarak (veya helâl ve temizinden) yiyin, şeytanın adımlarını izlemeyin.” 3225
“Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiklerimizin tayyiblerinden yiyin.” 3226
“Kendilerine neyin helâl edildiğini sorarlar. ‘Size tayyib olanlar helâl kılındı’ de.” 3227
“De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı zîneti ve rızıktan tayyib olanları kim haram etti?” 3228
“Onlara (Rasûl) tayyib olanları helâl, habîs olanları haram eder.” 3229
Verdiğimiz âyetlerin zâhirinden anlaşılan, Allah’ın ve Rasûlü’nün öz vasıfları gereği tayyib olanları helâl, habîs olanları haram kıldığıdır. Fakat Allah ve Rasûlü neyin helâl, neyin haram olduğunu bildiklerinden, helâl ve haramın bu çerçevede tayyib veya habîs olarak ilân edildiği de âyetin mefhûmu dışında değildir. Şu halde, bu ihtilâfı şöylece te’lif etmek kolaydır:
Allah, ezelî ilmiyle bazı şeylerin helâl, bazı şeylerin ise haram olmasına hükmetmiş, sonra helâl olacaklara tayyib, haram olacaklara habîs vasfı vermiş ve tayyib olanları insanlara helâl, habîs olanları da haram kılmıştır. Kaldı ki, haram-helâl konusu da bir imtihan mevzuudur ve insanlar, Allah’ın ahkâmına rağmen kendilerinden haram ve helâl uyduramazlar. Dolayısıyla, bir şeyin tayyib veya habîs oluşu, onun helâl ve haram oluşuna bağlıdır.
Yukarıda geçen A’râf 157. âyetinde de belirtildiği üzere, Rasûl-i Ekrem de neyin habîs, neyin tayyib olduğunu bilmekte ve o da habîsleri haram, tayyibleri de helâl kılmaktadır. İnsan, haram veya helâl hükümleri olmadan da habîs ve tayyibi bilebilir, ayırt edebilir. Ama, bunu her insan yapamaz; fıtraten helâl hükmüyle tayyib ve haram hükmüyle habîs olanları, ancak, fıtratlarını koruyan ve “habîslerle, günahlarla kirletmeyen ve tâhir ve mutahher olanlar” neyin tayyib
3225] 2/Bakara, 168
3226] 2/Bakara, 172
3227] 5/Mâide, 4
3228] 7/A’râf, 32
3229] 7/A’râf, 157
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 685 -
ve neyin habîs olduğunu bilebilirler. Bu bakımdan, Allah’ın seçip görevlendirdiği kişilerin olmadığı dönemlerde bu konularda hüküm verecek olan müctehidlerin de hem ılme’l-yakîne, hem de ayne’l-yakîne ulaşan, fıtratlarını koruyan, kalplerini çeşitli habîsâtla, günahlarla kirletmeyen kişilerden olması gerekir. Kur’ân-ı Kerim’de belirtildiği üzere, tayyibler tayyib; habîsler habîs içindir. 3230
Demek oluyor ki, tayyib olmakla helâl olmak, habîs olmakla da haram olmak aynı şeydir. Helâlleri kendilerine haram kılanlar tayyib olanları habîs kabul etmiş olacaklarından, Allah onlara tayyibâtı da haram kılar: “Allah’ın size helâl kıldığı tayyibâtı haram etmeyin.”3231; “Yahûdilerden çıkan zulüm dolayısıyla, kendilerine helâl kılınmış olan tayyibâtı haram kıldık.” 3232
Allah’ın helâllerini helâl, haramlarını haram kabul edenler tayyib olanlardır ve tayyibler tayyib içindir; helâllerini haramlaştırıp, haramlarını helâlleştirenlerse müşriktirler, habîstirler ve habîsler habîs içindir: “Habîs kadınlar habîs erkekler, habîs erkeklerse habîs kadınlar için; tayyib kadınlar tayyib erkekler, tayyib erkeklerse tayyib kadınlar içindir.”3233; “De ki: ‘Habîs ile tayyib bir değildir, aynı olmaz. Habîslerin çokluğu tuhafına gitse (yahut hoşunuza gitse) de (bu böyledir). Öyleyse ey akıl sahipleri, Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” 3234; “İman edip sâlih amellerde bulunan erkek ve kadınların hayatları tayyib hayattır.” 3235
Dünya denizinde tayyib rüzgârla3236 gidenler, yani vahyi kendilerine gemilerinde dümen yapanların gemileri, oturdukları yerler tayyib meskenlerdir.3237 Bunların bütün hareketleri, sözleri birer tayyib kelimedir, göğe yükselir; yemişini Allah’ın izniyle bol ve zamanında verir. Çünkü tayyib bir toprakta ve tayyib bir memlekettedir.
“Tayyib memleketin bitkisi Rabbinin izniyle çıkar; habîs olandan ise yararsız bitkiden başkası çıkmaz.” 3238
“Tayyib kelime tayyib ağaç gibidir; kökü sâbit, dalları göktedir. Yemişini her vakit Rabbinin izniyle verir. Habîs kelime habîs ağaç gibidir; gövdesi yerden koparılmış, kararı yoktur.” 3239
Tayyib hayat sürenlerin canlarını melekler tayyib olarak alırlar ve kendilerine “Selâm size, yaptıklarınıza karşılık cennete girin’ denilir.”3240 Tayyib mü’minler topluluğu içinde nifak habâsetiyle kirli habîsler de bulunabilir ve Allah mü’minleri böyle karışık bir durumda bırakmaz; çeşitli imtihanlarla tayyibleri habîslerden ayırır: “Allah mü’minleri üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir, tayyibi habîsten ayıracaktır.”3241 Bu ayırma işlemi, kabre kadar her dönemde ve her yerde
3230] 24/Nûr, 26
3231] 5/Mâide, 87
3232] 4/Nisâ, 160
3233] 24/Nûr, 26
3234] 5/Mâide, 100
3235] 16/Nahl, 97
3236] 10/Yûnus, 22
3237] 9/Tevbe, 72
3238] 7/A’râf, 58
3239] 14/İbrâhim, 24-26
3240] 16/Nahl, 32
3241] 3/Âl-i İmrân, 179
- 686 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sürecektir. 3242
e) Sâlih Amel
Bilindiği gibi amel; kişinin niyet ederek, bir şeyi kast ederek yaptığı işlere ve fiillere verilen addır. Bir niyete ve kasda bağlı olarak yapılan işlere ‘amel’ denilmektedir. ‘Sâlih amel’ ise, elverişli, faydalı, sağlam, fesat unsuru taşımayan iş, eylem ve aksiyon demektir. Sâlih; doğru yolda olan, fesat içinde olmayan, faydalı ve yarayışlı demektir.
Aynı kökten gelen ‘sulh’, doğruluk, uygunluk, düşmanlığa son verme, barış, fesâdın sona ermesi anlamına gelir. ‘Sulh ve salâh’; bozulma, kötülük, kavga, çekişme ve fesâdın karşıtıdır. Eylemlerinde ‘sulh ve salâhı’ esas alan kişinin davranışları sâlih olduğu gibi kendisi de faydalı ve doğru iş yapan insan ‘sâlih’ kimsedir.
‘Salâh’ kökünden gelen ‘ıslâh’, ıslâh etmek, fesâdı gidermek ve düzeltmek anlamlarına gelir. ‘Islâh’ aynı zamanda iki şeyin veya iki kişinin arasındaki fesâdı gidermek, düşmanlık ve çatışmayı sona erdirmek demektir. Allah’ın, kullarının soylarını ve mallarını sağlam ve faydalı yapması da bir ‘ıslâh’tır. 3243
Yine aynı kökten gelen ‘maslahat’; sulhün, sağlam ve faydalı olmanın getirdiği menfaattir. Bir iş, insan ve topluma çeşitli bakımlardan zarar veriyorsa o işin fıkıh dilindeki adı ‘mefsedet’tir. Mefsedetin zıddı ise ‘maslahat’tır. Ameller, yani insanların yaptıkları işler maslahat ve mefsedet çizgisinde değerlendirilir. Maslahat unsuru taşıyan bütün ameller güzel görülür, yapılmasına izin verilir. İslâm, mefsedet özelliği taşıyan bütün amelleri mü’minlere yasaklamakta, onları bu gibi zararlı eylemlerden sakındırmaktadır.
‘Salâh, sâlih, sulh, ıslâh, maslahat, ıstılah’ gibi kavramlar birbirine yakın mânâlar taşımaktadırlar. Hemen hemen hepsinde, sağlam olma, faydalı olma, barışma, düzgün olma gibi anlamlar saklıdır. Kur’an-ı Kerim, mü’minlerin yaptığı doğru, faydalı ve düzgün işlere ‘sâlih amel’ adı vermektedir. Bunun tam zıddı olan yanlış, zararlı ve düzgün olmayan işlere de ‘fâsit amel’ demektedir. Kur’an, iman ile ‘sâlih ameli’ sürekli beraber anmaktadır. Kuran’da doksandan fazla yerde iman ve sâlih amel beraber geçmektedir. Bu olguya iki açıdan bakmamız mümkündür:
a- İman gerçeği ancak sâlih amelle bütünleşir. İmanı kuvvetlendiren, sağlamlaştıran ve koruyan sâlih ameldir. Sâlih amel olmadan imanın olgunlaşması ve olduğu gibi korunması mümkün değildir.
b- İmanın gereği sâlih amel işlemektir diyebiliriz. Çünkü iman etmek; aynı zamanda, iyiyi, doğruyu, faydalıyı, düzgün olanı, fâsit olmayanı anlamak ve kabul etmektir. İman olgusunu tanıyan ve bunu kalbine yerleştiren mü’min, bu imanının bir sonucu olarak sâlih amel işler. İmanı onu sâlih amel işlemeye zorlar. İman etmenin zorunlu bir sonucu, sâlih amel işlemektir. Yani iman eden mü’min; işini, ibâdetini, eylemini doğru yapacaktır, faydalıyı isteyecektir, zararlıdan kaçınacaktır.
Amelleri sâlih olan “sâlih insanlar”, şüphesiz ki imanın gereğini yapanlar ve
3242] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Nil Y. s. 259-262.
3243] 46/Ahkaf, 15
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 687 -
mükâfatı hak edenlerdir. Sâlih olan insanlar Adn cennetine girmek gibi üstün bir nimeti kazanırlar.3244 Sâlih amelin ne olduğunu bilmeyen ‘müfsitler’ Allah’ın emirlerine sürekli ters düşerler. Onların bu fesatlarına karşılık Allah (c.c.) onların amellerini ‘ıslâh’ etmez.3245 Yeryüzünün ıslâhı, sağlam bir kişi ve toplum düzeninin kurulması, ancak Allah’ın hükmüne uymakla mümkün olur. Rabbimiz, elçilerini bu görevle gönderir. İlâhî irâde toplum üzerinde gerçekleşir ve yeryüzü ‘ıslâh’ edilmiş olur. Ancak, müfsitler, yeryüzünü ve toplumu sürekli bozmaya çalışırlar. Rabbimiz onlara der ki:
“Islâh olduktan, sâlih bir duruma geldikten sonra yeryüzünü ifsâd etmeyin.”3246
Yaratıcı olarak Allah (c.c.), yarattığı kullarından hep sâlih amel işlemelerini ister. Bu da ancak Allah’ın koyduğu ölçülere uymakla mümkün olabilir. Eğer kendi hevâlarına uyarlarsa sâlih amel işlemeleri mümkün değildir. Hevâlarına uyanlar fâsit amele yönelirler ve böylece karada ve denizde ‘fesâdı’ meydana getirirler. Yeryüzünde sulhün (barışın), salâhın (iyi ortamın) olabilmesi için, insanların ‘maslahat’ olan işleri tercih edip, sâlih amel işlemeleri; hallerini, niyetlerini, amellerini İslâmî ölçülerle ‘ıslâh’ etmeleri gerekir. Aksi halde insanların yanlış görüşleri, hevâları, onları bâtıla sürükler. Müfsitler de fesat işlemeye, fitne çıkarmaya devam ederler.
Sâlih amel sahipleri dünyada da, âhirette de kurtulurlar, sonsuz güzelliklere, faydalara ve mükâfatlara kavuşurlar.3247 Sâlih amel, hem Allah’ın rızâsına uygun ameldir, hem de insana faydalı, barışa hizmet eden her türlü düşünce, faâliyet ve ibâdettir. Rabbine kavuşmak isteyen kişi sâlih amel işler,3248 sâlih insanlardan olmaya çalışır. Şüphesiz iman edip sâlih amel işleyenler, sabrı ve hakkı tavsiye edenler hâriç, diğer insanlar zarardadır. 3249
Güzelliğin Zıddı Olan Kavramlar
(Seyyie, Kubh, Hubs, Fahşâ, Rics, Ricz, Şer, Necâset)
a) Seyyie
Bu kelimenin aslı sû’ veya sev’e’dir. Sû’, sözlükte, insanı üzüp kederlendiren dünya ve âhirete ait her türlü durumdur. Bu keder bedenî olabildiği gibi psikolojik de olabilir. Sû’, bir anlamda her türlü istenmeyen ve kötü olan durumları ifade etmek için kullanır. Buradan türeyen ‘seyyie’, Kur’an’da ‘günah’ olayını en geniş bir biçimde ifade etmektedir.
‘Seyyie’ ve bunun aslı olan sû’ kelimeleri bir taraftan olumsuz ve hoşlanılmayan durumları anlatır, bir taraftan da bir insanın Allah’ın irâdesine karşı gelerek işlediği kötü fiili ifâde eder. Bu kötü fiile de ‘ma’siyet’ adı verilmektedir. ‘Seyyie’ Kur’an’da ‘hasene’nin karşıtı olarak geçmektedir. Hasene her türlü güzelliği, iyi hali, hoşa giden şeyleri; seyyie ise her türlü çirkinliği, kötü hali ve itaatsizliği anlatır. Şu âyette her iki kelimenin de beraber kullanıldığını görmekteyiz: “Kim
3244] 13/Ra’d, 23
3245] 10/Yûnus, 81
3246] 7/A’râf, 56
3247] 16/Nahl, 97; 22/Hacc, 56; 29/Ankebût, 7 vd.
3248] 18/Kehf, 110
3249]
- 688 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir hasene (iyilik) yaparsa, ona o yaptığının on misli sevap vardır. Kim bir seyyie (kötülük) yaparsa, sadece onun dengiyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.”3250
Küfretmenin Sonucu Olarak Seyyie
Seyyie, aynı zamanda küfr etmenin sonucudur. Kim dünya hayatında Allah’ın dâvetine uymaz ve doğru yol olan İslâm’a karşı çıkarsa, Kıyâmette kötü bir sonuçla karşılaşacaktır. Böyle bir kişi dünya malının hepsini veya bir o kadarını da verse o ‘seyyie’yi (kötülüğü), yani hak ettiği cezayı kendisinden savamayacaktır. 3251
Seyyie’nin Çeşitleri
Seyyie ve hasene kavramları değerlendirme açısından iki çeşittir: Birincisi; dinin ve aklın güzel ve çirkin gördüğü şeyler, İkincisi; insan yaratılışının güzel ve çirkin gördüğü şeyler. İslâm’ın tespit ettiği seyyie ve hasene ölçülerinin ötesinde, insan aklı da bazı şeyleri çirkin veya güzel görebilir. Ancak bu konuda kesin ölçü İslâm’dır. İnsan aklının güzel ve çirkin gördüğü şeyler zamana ve mekâna, insandan insana, kültürden kültüre göre değişebilir, doğru veya yanlış olabilir. Bu ölçülerden İslâm’a aykırı olmayanlar elbette kabul edilebilir. Kur’an’da bu anlayışa güzel bir örnek bulunmaktadır. İnkârcılar, mü’minlere Allah’tan gelenleri ‘seyyie-kötülük’ olarak değerlendirirler.3252 Bazı müşrikler, Allah’ın bir müjde ve göz nuru olarak verdiği kız çocuklarının doğumunu ‘seyyie’ olarak görürler. Kız çocuklarının doğumunu ‘seyyie-kötülük’ diye nitelendirmek ise, çok yanlıştır.3253 Görüldüğü gibi kendi hevâsına uyan kimseler, vahyin getirdiği ölçülere aldırmayarak, sübjektif (bencil), yanlış ve kötü sonuçlara varabilirler.
Günâhı İfade Etmesi Yönünden Seyyie:
Bazı tefsirciler günahlar arasında küçük ve büyük diye ayırım yaparlar. Şu âyette geçtiği gibi: “Sizler eğer size yasaklananların büyük (günah) olanlarından kaçınırsanız, sizin ‘seyyie’lerinizi (kusurlarınızı) örteriz ve sizi onurlu/üstün bir şekilde (cennete) sokarız.”3254
Onlara göre büyük günahlara ‘kebâir’, küçük günahlara da ‘seyyie’ denilir. Ancak bu iki günah çeşidi arasında kesin bir çizgi yoktur. Allah (c.c.), kendisine ortak koşulması (şirk) günahı dışındaki bütün günahları -tevbe edilirse- dilediği kimse için bağışlayacağını buyurmaktadır.3255 Peygamberimiz de bazı günahları ‘kebâir/büyük’ olarak nitelemiştir. ‘Seyyie’ kelimesi, anlam bakımından geniş olduğu için, sadece küçük günahlar ‘seyyie’dir demek pek isabetli olmasa gerek. Çünkü Kur’an bazı günahları saydıktan sonra, onlar hakkında “işte bunların kötülüğü (seyyiesi) Rabbinizin katında iğrenilecek bir şeydir.”3256 buyuruyor. Rabbimiz burada zinâyı, katilliği, fakirlik korkusuyla çocukları öldürmeyi, yetim malı yemeyi, ticarette hileyi, livâtayı; çirkin işler ve büyük günahlar olarak saymaktadır.
3250] 6/En’âm, 160; 28/Kasas, 84
3251] 39/Zümer, 47-48, 51
3252] 3/Âl-i İmrân, 120; 9/Tevbe, 50
3253] 16/Nahl, 59
3254] 4/Nisâ, 31
3255] 4/Nisâ, 48
3256] 17/İsrâ, 38
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 689 -
Kur’an’da Seyyie Kavramı
‘Seyyie’ kelimesi Kur’an’da başka anlamlarda da kullanılmaktadır: İsrâiloğulları, başlarına gelen haseneye/iyi duruma ‘bizimdir’ derlerdi. Ancak başlarına bir ‘seyyie’ (sıkıntı) gelince de bunu Mûsâ’nın (a.s.) uğursuzluğu sayarlardı.3257 Seyyie, bir âyette kıtlık, ‘hasene’ ise bolluk olarak geçmektedir.3258 Bir âyette de azap anlamında kullanılmaktadır.3259 Mü’minler Allah’a duâ ederlerken; “Yâ Rabbi, bizim seyyielerimizi ört, bizi affet” derler.3260 Allah (c.c.) mü’minlere bu konuda müjdeler vermektedir. Sadaka verenlerin, namazı kılanların, zekâtı ödeyenlerin, Peygambere inanıp onu savunanların, Allah’a güzel bir şekilde borç verenlerin, kendisinden korkanların seyyielerini örteceğini, onları altlarından ırmaklar akan Cennete koyacağını, onlara çıkış yolları göstereceğini haber veriyor. 3261
Allah (c.c.) kötülüğü (seyyie’yi) iyilikle (hasene ile) savanları; sabredenler, namazı dosdoğru kılanlar, infakta bulunanlar ile birlikte anıyor ve onlar için güzel bir sonucun olduğunu müjdeliyor.3262 Rabbimiz, Peygambere ve bütün mü’minlere kötülüğün (seyyienin) güzellikle (hasene ile) savuşturulmasını, önlenmesini emrediyor.3263 İnsanlara ‘rahmet’ olarak gelen şeyler Allah’tandır. İnsanlar bu rahmete kavuşunca sevinirler. Ancak kendi elleriyle yaptıkları kötülükten (seyyie’den) dolayı bir sıkıntıya uğrasalar hemen umutsuzluğa kapılırlar.3264 Ama Rabbimiz bunu istemiyor.
Allah (c.c.), iyilikle (hasene ile) kötülüğün (seyyie’nin) bir olmadığını, kötülük yapanlara karşı iyilik yapıldığı zaman nice düşmanın dost olabileceğini haber veriyor.3265 İnsana ‘hasene’ olarak gelen şey Allah’tan, ‘seyyie’ olarak gelen şey de kendi nefsindendir.3266 İnsan seyyie olan bir fiili düşünse bile yapmadığı müddetçe günah kazanmıyor, ancak hasene olan bir şeyi yapmaya niyetlense de yapmadan da sevap kazanabiliyor.3267 Mü’minler, insan olarak hata işlemişlerse, seyyie yapmışlarsa; buna karşılık ‘hasene’ işleyerek onu silebilirler. Böylece Allah onların seyyielerini haseneye dönüştürür. “Şüphesiz ki iyilikler (hasenât) kötülükleri (seyyiâtı) silip süpürür.”3268 Öyleyse günah işleyenler, bunu anladıktan sonra sürekli hasenât yapmalı ve duâlarında şöyle demeliler: “…Seyyielerimizi (kabahatlerimizi) ört (affet)...”3269; “İman edip sâlih amellerde bulunanlar ise; Biz hiç şüphesiz onların seyyielerini örteceğiz ve hiç şüphesiz onlara yapmakta olduklarının en güzeliyle karşılık vereceğiz.” 3270
Kur’an’da ‘seyyie’ kelimesinin fiili olan ‘sâe’ ve bunun farklı türevleri yakın
3257] 7/A’râf, 131
3258] 7/A’râf, 95
3259] 13/Ra’d, 6
3260] 3/Âl-i İmrân, 193
3261] 2/Bakara, 271; 4/Nisâ, 31; 5/Mâide, 12; 8/Enfâl, 29; 66/Tahrîm, 8
3262] 13/Ra’d, 22
3263] 23/Mü’minûn, 96; 28/Kasas, 54
3264] 30/Rûm, 36
3265] 41/Fussilet, 34
3266] 4/Nisâ, 79
3267] 6/En’âm, 160
3268] 11/Hûd, 114
3269] 3/Âl-i İmrân, 193
3270] 29/Ankebût, 7
- 690 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlamlarda sıkça kullanılmaktadır. Seyyie’nin kökü olan sev’ veya sû’, genellikle kötü, kötülük, kötülük arzusu gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Yusuf (a.s.) diyor ki: “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis her zaman kötülüğü (sû’) emreder.”3271 Şeytan da insana kötülüğü (sû’) yapmasını öğütler, sürekli kötülük işlemesini emreder.3272 Kısaca sû’, sev’ ve ondan türeyen seyyie kavramları, kötü olan fiilleri, hoşlanılmayan durumları, zararlı şeyleri ifade etmektedir.
b) Kubh
Kubh, çirkinlik demektir. Hüsün (husn) kelimesinin zıddıdır. Bazı Kelâmî tartışmalara konu olan husün-kubuh konusu, yukarıda konu edilmişti. Türkçe’deki kabâhat kelimesi, kubh kelimesinin türevidir. Kabâhat: Uygunsuz davranış, çirkin hareket, suç ve kusur anlamına gelir. Yine, hafif cezaya müstahak görülen suç için, cürümden daha hafif suç için kullanılır. Aynı kelimenin başka bir türevi olarak kabîh kelimesi de, çirkin, yakışıksız, fenâ anlamında kullanılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de sadece bir âyette bu kökten bir kelime kullanılmıştır. “Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, kıyâmet gününde de kötülenmişler/çirkinler (makbûhîn) arasındadır.”3273 Bu âyette kubh kelimesinin bir türevi olan makbûhîn kelimesi kullanılmıştır.
c) Hubs
Hubs, çirkin, pis, değersiz anlamlarına gelir. Habîs: Tayyibin zıddı olan habîs, hubs ve habâset kökünden olup “değersizlik ve bayağılığı yüzünden hoşa gitmeyen somut veya soyut varlık veya durum” anlamına gelir. Sözgelimi cinsel suçlarla3274 birlikte, insanın tab’an nefret ettiği kan, leş, domuz eti gibi bizzat murdar olan (somut) şeylerin yanında; hükmen murdar olan (soyut) ribâ, rüşvet vb. kazançlar da bu kapsama dâhildir. Haksız yollarla yenen “yetim malı”nı habîs olarak nitelendiren3275 Kur’an, inançsızlık ifade eden kelimeleri de bu kavramla ifade eder.3276 Livâtadan habâis diye bahseden 21/Enbiyâ sûresinin 74. âyetinde olduğu gibi habîs bazen fâhişe ve fahşâ ile eşanlamlı kullanılır. Tayyib-habîs şeklinde ikili kullanıldığında da haram-helâl;3277 iman-küfür;3278 mü’min-kâfir;3279 ahlâklı-ahlâksız;3280 verimli-verimsiz3281 anlamlarına gelir.
d) Fahşâ
Fuhş, fahşâ; sözlükte, aşırı derecede çirkin söz ve davranış, iğrenç işler, büyük günâh, edep ve ahlâka aykırı her türlü kötülük ve çirkinlik demektir. ‘Fuhş ve fahşâ’, ölçüyü aşan her türlü edepsizliktir. Normal ölçülere sığmayan bütün çirkin işlere bu isim verilir. ‘Fâhiş’, bu ismin öznesi (fâil ismi) olup çirkin ve ölçüsüz
3271] 12/Yûsuf, 53
3272] 2/Bakara, 169
3273] 28/Kasas, 42
3274] 21/Enbiyâ, 74; 24/Nûr, 26
3275] 4/Nisâ, 2
3276] 14/İbrâhim, 26
3277] 4/Nisâ, 2; 7/A'râf, 157
3278] 14/İbrâhim, 24, 26
3279] 3/Âl-i İmrân, 179; 5/Mâide, 100; 8/Enfâl, 37; 16/Nahl, 32
3280] 24/Nûr, 26
3281] 7/A'râf, 58
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 691 -
iş yapan demektir. Bunun dişili (müennesi) hem çirkin ve ölçüsüz iş yapan kadın, hem de bizzat kötü fiil veya söz, çirkin davranış anlamlarına gelir. Türkçe’de aşırı olan şeylere ‘fâhiş’ denir; ‘fâhiş fiyat’ gibi. Yine bu kökten gelen ‘fuhuş’ da aynı anlamda olup bir kadının evlilik dışı ve meslek edinerek bir menfaat karşılığı vücudunu bir erkeğe cinsel tatmin için sunması demektir. Bununla beraber, sevicilik, lûtîlik ve erkeklerin evlilik dışı cinsel ilişkileri de fuhşun kapsamına girer. İslâm’a göre zinâkâr kadınla zinâkâr bir erkek arasında suç ve cezâ yönüyle hiçbir fark yoktur. Kur’an’ın hükümlerini önemsemeyen toplumlarda ise, zinâ eden kadına fâhişe denir, bu kadın ahlâksız kabul edilirken; aynı suçu işleyen erkeklere herhangi bir sıfat yakıştırılmaz ve namussuz kabul edilmez. Hâlbuki zinâ eden erkek de fâhiş bir suç işlemiştir, ahlâksızlık/namussuzluk ve fâhiş(e)lik yapmıştır. ‘Fahşâ veya fuhş’ temiz yaratılışın tiksindiği ve selim (sağlam) aklın reddettiği, normal ölçünün dışında tiksinti verici bütün davranış ve sözleri ifade eder.
Kur’an bu kelimeyi birkaç formda kullanmaktadır. Öncelikle ‘fahşâ-fâhişe’ şeytanın, kendini izleyenlere emrettiği ve güzel gösterdiği ölçüsüzlük ve çirkinliktir. “O (şeytan), size yalnızca kötülüğü (seyyieyi); çirkinliği/hayâsızlığı (fahşâyı) ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyi söylemenizi emreder.”3282 Kötülük etmek, acı verecek veya üzecek şeyleri yapmak anlamına gelen sû’ (seyyie), bu şekilde işlenilen bütün günâhların genel adı olmuştur. Fahşâ ise bu şekildeki günahların en kötüsü, en haddi aşmış olanıdır. Nisâ Sûresinin 15. ve 25. âyetlerinde geçen ‘fâhişe’ kelimesi zinâ anlamında kullanılmıştır. Aynı sûrenin 19. âyetinde geçen ‘fâhişe’ sözcüğü ise, çirkinlik ve hayâsızlık, serkeşlik, geçimsizlik yapma, âileyi bozacak denli bir edepsizlik veya zinâ etme şeklinde anlaşılmıştır. ‘Fâhişe’ kelimesi bir âyette ‘zinâ’ kelimesiyle birlikte zikredilip, onun çok kötü bir yol, bir fahşâ olduğu haber verilir. 3283
Lût kavminin (Sodom’un) işlediği çirkin iş de, yani livâta (homosexüellik) da Kur’an tarafından ‘fâhişe’; çok çirkin ve edepsiz bir fiil olarak nitelendiriliyor. İnsanlık tarihinde Lût kavmine kadar hiçbir toplum bu çirkin işi bu kadar yaygın ve normal hale getirmemişti. Allah (c.c.) onları Lût (a.s.) diliyle uyardı. Ancak onlar yine de bu hayâsızlığa devam ettiler, kadınları bırakıp erkeklere yanaştılar. Allah bu ölçüyü aşan (müsrif) kavmi toptan cezalandırdı. 3284
Kur’an, babaların evlendiği kadınlarla evlenmeyi kesinlikle yasaklamakta, câhiliyye döneminden kalma bu âdeti yine ‘fâhişe’ kelimesiyle nitelemekte ve onun çok çirkin bir iş olduğunu vurgulamaktadır.3285 Kur’an’ın ifadesine göre ‘fahşâ’nın görüneni de, gizli olanı da vardır. Kimi ‘fahşâ’ olan fiiller açıktan, kimileri de insanların görmeyeceği şekilde işlenir. Her şeyi bilen ve gören Rabbimiz; fahşânın gizlisini de açığını da yasaklamakta, “bunlara yaklaşmayın!” demektedir.3286
İslâm’dan yüz çeviren şirk dini mensupları ‘fahşâ’ olan fiilleri yapmaya devam ederler. O fiillerin çirkin ve edepsizlik olduğu söylense bile aldırmazlar. Ve derler ki ‘biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah böyle emretti.’ Rabbimiz onların
3282] 2/Bakara, 169; ayrıca bk. 24/Nûr, 21
3283] 17/İsrâ, 32
3284] 7/A’râf, 80-84
3285] 4/Nisâ, 22
3286] 6/En’âm, 151; 7/A’râf, 33
- 692 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu iddialarını reddederek; “Allah (c.c.) kesinlikle ‘fahşâ’yı, çirkin hayâsızlıkları emretmez” buyurmaktadır.3287 Buna karşılık; “Şüphe yok ki Allah adâleti, ihsânı, yakınlara vermeyi emreder. Fahşâdan (çirkin hayâsızlıktan), münkerden (kötülükten) ve bağy’den (zorbalık ve yoldan çıkmaktan) sakındırır. (O) size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz.” 3288
‘Fahşâ-fâhişe’ kavramı her türlü çirkin tavırları, edep dışı hayâsızlıkları ifade eder. İslâm’ın getirdiği ölçüler insanın fıtratına uygun olduğu gibi, hayâ ve edep örnekleridir. Bunlar hem selim aklın kabul edeceği güzelliktedir, hem de insana bedenen ve rûhen zarar vermeyen şeylerdir. İslâm’ın emirleri, insanı rûhen olgunlaştırır, ahlâkını güzelleştirir. Buna göre “şeytanın dâvet ettiği bütün işler ve ameller ‘fahşâ-fâhişe’dir” diyebiliriz. Bunlar, insanın fıtratına uymayan, normal olmayan, iyi düşünen aklın çirkin saydığı ve hoş görmediği şeylerdir.
Müslüman toplum, ahlâklı ve edepli toplumdur. Bu toplumda ‘fahşâ-fâhişe’ sayılan sözler ve davranışlar yaygın değildir. Mü’minler bu türlü işlerden hoşlanmazlar, kaçınmaya çalışırlar. Mü’minler, onurlu ve haysiyet sahibi kimselerdir. Onlar, İslâm’ın getirdiği fazîlet ölçülerine bürünerek, işte, amelde, sözde ve toplumsal ilişkilerde düşük, bayağı, çirkin ve edep dışı şeylerden uzak dururlar. ‘Fahşâ’nın en büyüğü olan evlilik dışı ilişkilerden kaçınırlar. Âileyi ve nesilleri perişan eden, insan rûhunu olumsuz olarak etkileyen, kadının ve erkeğin değerini düşüren fuhşun her türlüsü ile mücâdele ederler.
Ancak birtakım münâfık tipliler ile şeytanın yardakçılığına soyunanlar, çeşitli araçlara başvurarak mü’minler arasında ‘fahşâ-fâhişe’nin yayılmasını isterler, bunun için çaba gösterirler. Müslüman bireylerin ve toplumun bozulması için ellerinden geleni yaparlar. Fırsat buldukları zaman kimilerini fuhşa iterler, bu işten zevk ve para kazanmaya çalışırlar. Kimileri de ellerindeki kitap, dergi, gazete, televizyon ve filmlerle bu tür ‘fahşâ’nın reklâm ve propagandasını yaparlar. Kimileri bazı kadınları kötü yola düşürürler, fuhuş yerleri kurarlar, işletirler. Kimileri de buna göz yumar ya da teşvik ederler.
İslâm’a göre ‘fahşâ-fâhişe’ olan bütün bu hayâsızlıkları müslümanlar arasında yaymaya çalışanlara dünyada da âhirette de büyük bir azap vardır.3289 Evet, Allah bu ‘fuhuş’ tâcirlerinin iki dünyada da azabı hak ettiklerini haber veriyor. Onların dünyada nasıl bir azap kazandıklarını belki net olarak göremiyoruz ama mutlaka cezalandırıldıkları açıktır. Nitekim bu çirkin işlerle uğraşanların hiç birinin mükemmel ve güzel insan olmadıkları bir gerçektir. Dikkat edilirse Kur’an, yalnızca evlilik dışı ilişkilere ‘fahşâ’ demiyor. Bunun yanında her türlü edep ve hayâ dışı davranış, söz ve fiiller, insanın temiz yaratılışına uymayan bütün işler ‘fahşâ-fâhişe’ ismiyle anılıyor. Bazı âyetlerde fâhişe kavramı, çoğul olarak ‘fevâhiş’ şeklinde geçmektedir. Bazı bilginlere göre bu kavram daha çok had (İslâm’ın tâyin ettiği ceza) uygulanan suçlar hakkında kullanılmaktadır.
İnsan, şehvete, yani birtakım istek ve duygulara sahiptir; mala, mülke, geçimliklere sahip olmak istediği gibi nefsinin cinsel istekleri de vardır. Mü’min, nefsinin isteklerini meşrû yoldan karşılar, mala helâl yoldan sahip olur, inancının
3287] 7/A’râf, 28
3288] 16/Nahl, 90
3289] 24/Nûr, 19
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 693 -
dışına çıkan isteklerine sınır koymaya çalışır. Ancak imandan muhrum olanlar ile zayıf imanlılar, nefislerinin istekleri önünde sınır tanımazlar. İsteklerini normal olmayan, insanî ve fıtrî çizginin dışındaki yollardan karşılamaya çalışır. Böylece haddi aşar, normal yolun dışına çıkar, Allah’ın koyduğu ölçüleri çiğner geçer; günahkâr, isyankâr ve bağî olur, ya da nefsinin kulu kölesi haline gelir. Böyle bir duruma düşen, ‘fahşâ-fâhişe’ diye nitelenen çirkinlikleri yapmaktan çekinmez. Bu tür kişiler, edep dışı sözleri konuştukları, hayâya sığmayan şeylerle uğraştıkları gibi, ihtiyaçlarını gayri meşru yollardan giderirler.
Fahşânın En Çirkini
Tarih boyunca bazı toplumlarda az, bazılarında ise fazlaca süregelen Türkçe’deki anlamıyla ‘fuhuş’; günümüzde -özellikle dünyanın bazı yörelerinde- oldukça yaygın hale gelmiştir. Bu gibi yerlerde İslâm’ın ‘fahşâ-fuhuş’ dediği çirkinlikler kanıksanıyor, ayıp sayılmıyor; hatta çok normal, sıradan davranışlar olarak kabul ediliyor. Fuhuş özellikle Batı toplumlarında geniş bir sektör haline gelmiştir. Bu sektörde mekânların yanında, bütün yazılı ve görsel basın ve en son teknoloji kullanılıyor. Bu konuda üretilen ürünler çok rahatlıkla kitlelere ulaştırılıyor. Evlilik dışı ilişkiler yaygın olduğu gibi, erkek ve kadının evlenmeksizin beraber yaşaması artık sosyal bir olgu olarak kabul görüyor. Bunun yanında aynı cinsler arasındaki ilişkiler, hatta evlilikler bile normal karşılanıyor. Bu ülkelerde fuhş’un sergilendiği mekânlar ise sayılamayacak kadar çoktur.
Mü’minler izzet ve şereflerini, haysiyet ve insanlıklarını, âile ve nesillerini; çağımızın bu hayâsız hastalığından ancak İslâm’ın getirdiği ölçülere uyarak, onları ahlâk haline getirerek koruyabilirler. Kişiyi bütün toplumlarda -bu kadar bozulmaya rağmen- küçülten, değerini düşüren, yüksek makamlara çıkmasına engel olan ve kötü tanınmasına sebep olan ‘fuhuş’ olayı, aslında iblisin bir çağrısı ve tuzağıdır.3290 Aklı başında olan insanlar bu ezelî düşmanlarının böylesine kurnaz ve tehlikeli oyunu karşısında uyanık olmak, onun çirkin davranışları sevimli gösterme tuzağına düşmemek zorundadır.
İslâm, evlilik dışı ilişkilere fuhuş dediği gibi, bütün çirkin, bayağı, âdi, iffet ve hayâ dışı çirkinliklere de ‘fahşâ’ demekte ve hepsini müslümanlara uygun görmeyerek yasaklamaktadır. Müslümanlar İslâm’ın getirdiği iffet, ahlâk, evlilik ve âile hayatı ölçülerine uyarak bu hayâsızlıklardan korunabilirler. Bu çirkin hayâsızlıklardan korunmanın daha pratik bir yolu da namaz kılmaktır. Kur’an şöyle buyuruyor: “Sana Kitaptan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, fahşâdan (bütün çirkin işlerden, hayâsızlıktan) korur ve münkerden (sevilmeyen davranışlardan) sakındırır. Allah’ı zikretmek ise en büyük (ibâdet)tür. Allah, yapmakta olduklarınızı bilmektedir.”3291 Mü’minler de beşerdirler. Onlar da hata edebilir, bazen fahşâ denilen çirkin davranışlara düşebilirler. Eğer onlar bu şekilde hataya düşer ve nefislerine zulmederlerse hemen Allah’a istiğfar ederek affedilmelerini isterler, işledikleri günâhtan tevbe ederler. Onlar imanlarında sâdık oldukları için, bile bile bu gibi hatalarda ısrar etmezler. 3292
3290] 2/Bakara, 169
3291] 29/Ankebût, 45
3292] 3/Âl-i İmrân, 135
- 694 -
KUR’AN KAVRAMLARI
e) Rics
Rics, sözlükte, pislik demektir. Rics, ayrıca pis, çirkin ve murdar şeyler, azabı gerektiren iş, ceza, haram, lânet ve küfür gibi anlamlara da gelmektedir. Rics, kalbi bir kir tabakası gibi örten pisliklerin yanı sıra, kendisi bizzat kir ve pis olan şeylere denilir.
Kur’ân-ı Kerim insanların yaptıkları yanlış fiillere çeşitli isimler vermektedir. Bunlar ‘ism, tuğyân, zulm, zenb, hatâ, isyan’ ve benzerleridir. Kişi bu yanlışları yapmaya devam ettikçe kalbinde karartılar meydana gelir. Artık Kur’an nurunun giremez hale geldiği kalp ‘mühürlenmiş’ bir kalptir. İşte böylesine bir kalbi örten günah kirlerine ve paslarına da ‘rics’ denmektedir. İslâm, insanları ‘câhiliyye’ anlayışının her türlü zulüm ve pisliklerinden temizleyip onları tertemiz ‘mutahhar’ kılmak istemektedir. Câhiliyye anlayışına uygun olan şirk, küfr, günah, haram fiilleri yapma, içki, kumar, putlara tapma, isyan, tuğyan etme ve benzeri bütün işler ‘rics’tir. İslâm bu kirlerden insanları temizlemek için gönderilen bir dindir.
Bu bağlamda Kur’an, câhiliyye hayatının getirdiği ve ‘rics’ diye tanımladığı fiilleri yasaklamıştır: “Ey iman edenler! Alkollü içkiler (hamr), kumar, (tapınmak için) dikili taşlar ve şans okları şeytanın işlerinden birer pislik (rics)tir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” 3293
‘Rics’ dört türlü olabilir:
1- Yaratılış yönünden,
2- Akıl yönünden,
3- Şeriat (din) yönünden,
4- Bunların tümü yönünden olabilir. Örneğin, ölü hayvan eti, doğasından pis olduğu gibi, akıl ve din yönünden de pis sayılmıştır. İslâm, akıl ve din yönünden ‘rics-pis’ olan içkiyi ve kumarı, müslümanlara kesinlikle yasaklamıştır.3294 O, bunları, mutahhar (temiz) olarak ve temiz işler, güzel ameller yapmak için yaratılan insanın fıtratına uygun görmemektedir. Bütün bu çirkin ve murdar işlerle onun temizliğine zarar geleceğini bildirmektedir. Kur’an, domuz etine özellikle ‘rics’ (murdar) demektedir.3295 Domuz eti ve şarap gibi maddî şeyler ricstir. Bunun yanında bazı insanların işledikleri kötülükler de tıpkı bunlar gibi mânevî pisliktirler. Müşrik ve kâfirler hem tâkip ettikleri yolun yanlış olması, hem de işledikleri ameller sebebiyle bu murdarlık derecesine düşerler.
İnsanların, Allah’ı bırakıp da tanrı diye tapındıkları putlar, Kur’an diliyle ‘rics’ olduğu gibi,3296 bu putlara tapınan akılsız müşrikler de birer ‘rics’tirler.3297 Kur’an’ın âyetleri indikçe, bununla mü’minlerin imanları kat kat artar. Ancak kalplerinde hastalık bulunanlar Kur’an’a şüphe ile baktıkları için, o âyetler onların ‘ricslerine rics katar, murdarlıklarını fazlalaştırır. Çünkü onlar isyancı olarak zaten kalplerini rics ile örtmüşlerdir. Allah’ın âyetlerine karşı inatçılık yaptıkça
3293] 5/Mâide, 91
3294] 5/Mâide, 90-91
3295] 6/En’âm, 145
3296] 22/Hacc, 30
3297] 9/Tevbe, 95
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 695 -
murdarlıkları artar. 3298
Kur’an ‘rics’ kelimesini birkaç yerde sıkıntı veya azap anlamında kullanmaktadır: “Allah kimi doğru oldan saptırmak isterse, onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üzerine işte böyle rics (sıkıntı) verir.” 3299
Allah (c.c.) o iğrenç murdarlığı bazen aklını kullanmayan inkârcılara verir. Onlar, akıllı oldukları halde, var olan akıllarını kullanmadıklarından (akletmediklerinden) iman etmezler, Allah’ın âyetlerini yalanlamaya, kendi hevâlarına uymaya devam ederler. Onlar taşkınlık yaptıkça, yeryüzünde fitne çıkardıkça, insanlara zulmettikçe Allah (c.c.) da onlara rics/murdarlık veya azap göndermeye devam edecektir.3300 Allah, öncelikli olarak Peygamberimizin ehl-i beytini (ev halkını) ‘rics’ten/pislikten temizlemek istemektedir. Bu nedenle Peygamber’in ev halkı her türlü maddî ve mânevî ricsten, pislik, murdarlık, sıkıntı ve azaptan uzaktır. 3301
Mü’minlere düşen Allah’ın rics/murdar diye nitelediği yiyecek ve içeceklerden uzak kalmak, rics dediği şirk, küfr, puta tapmak, kumar oynamak, içki içmek, fala bakmak gibi şeylerden korunmaktır. Bunun yanında kalbi karartan her türlü günâhtan (rics’ten) kaçınmak ve güzel ameller sonunda da Allah’ın isyancılara verdiği ‘rics’ten kurtulmaktır.
f) Ricz
Daha çok dış pislik ve çirkinlik olan “rics”ten sonundaki harfle ayrılan “ricz” de bir pislik ve çirkinliktir. Ancak; rics’in insan elinin ürettiği pislik, yani günah olmasına karşın; ricz, insanın ürettiği kötülüğe göklerin verdiği bir tür azaptır. Nitekim Râgıb, riczi “ıstırap” diye tanıtmaktadır. Ve Kur’an, azabın bir türünü “korkunç riczden bir parça” olarak tanıtıyor:
“Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar için, en kötüsünden (riczden), elem verici bir azap vardır.” 3302
“İşte bu Kur’an bir hidâyettir. Rablerinin âyetlerini inkâr edenlere gelince, onlara en kötüsünden (riczden), elem verici bir azap vardır.” 3303
Rics, yerden insan eliyle yükseltilen karanlık, ricz de gökten Allah eliyle buna bir kahır cevabıdır. Kur’an, göklerin bu cevabını “dengesizlik ve zulümler yüzünden” gelen sıkıntılar olarak gösteriyor:
“Zâlimler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine Biz, yapmakta oldukları kötülükler sebebiyle zâlimlerin üzerine gökten acı bir azap (ricz) indirdik.” 3304
“Biz, şüphesiz, bu memleket halkının üzerine, fısklarına (yoldan çıkmalarına) karşılık
3298] 9/Tevbe, 124-125
3299] 6/En’âm, 125; 7/A’râf, 71
3300] 10/Yûnus, 99-100
3301] 33/Ahzâb, 32-33
3302] 34/Sebe', 5
3303] 45/Câsiye, 11
3304] 2/Bakara, 59
- 696 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gökten fecî bir azap (ricz) indireceğiz.” 3305
Gökler, müstahak olana ricz gönderdiği gibi, korunmaya lâyık olanı da, şeytanın riczinden uzak tutar, arıtır:
“O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanın riczini/pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu.”3306
g) Şer
‘Şerr’ sözlükte, istenmeyen, arzu edilmeyen, her açıdan kendisinden kaçınılan şey demektir. Bunun yanında fesat, bozukluk, kötülük, kötü şey, zulüm, cezayı gerektiren iş anlamında da kullanılmaktadır. Bazen de sıkıntı, belâ ve musîbet mânâsına gelir. ‘Şerr’in çoğulu ‘şurûr’dur. Şer, her türlü ‘hayr’ın ve iyiliğin karşıtıdır.
‘Hayır ve şer’ ölçüleri, ya mutlak, ya da izâfî (göreceli) olur. Meselâ, akıl, adâlet, iyilik duygusu her zaman mutlak olarak ‘hayr’dır. Zulüm, kötülük, adam öldürme gibi şeyler de mutlaka şerdirler. Bazı şeyler bazıları için geçici olarak ‘hayr’ veya ‘şer’ olabilir. Meselâ, mal sahibi olmak şer olmadığı halde, bazıları için şer olabilir. Birisi mal ile kötülük veya zulüm yapıyorsa mal o insan için hayır değildir. Şer, istenmeyen, arzu edilmeyen durumları anlattığı gibi, kötü olan ve insana zararı dokunan şeyleri de ifade etmektedir.
Kur’an, akıl etmeyen sağır ve dilsizleri (inkârcıları) yerde debelenen varlıkların en şerlisi saymaktadır.3307 Çünkü onların yaptıkları ‘hayr’ olmaz, tuttukları yol yanlıştır. Azgınlıkları yüzünden yeryüzünde hep fesat ve şer olmaktadır. Şer, bir yerde insanın kendisine isâbet eden kötülüktür, yani mutsuzluk veya talihsizlik halidir. İnsan sürekli kendine göre iyi şeyleri ister; ancak kendisine bir şer (kötülük) dokununca ümitsizliğe düşer. Biraz rahata kavuşunca da nimetin kimden geldiğini unutur, nankörlük yapar. 3308
İnsana bazen iyilik halinin bazen sıkıntının isâbet etmesi aslında bir denemedir: “Sizi deneme/sınav olsun diye, önce kötülük (şer) ve iyilik (hayır) ile deneriz. Sonra Bize geri döndürülürsünüz.”3309 Şer ile imtihan karşısında müslümanın en önemli dayanağı sabır ve duâdır. Mü’min, kendine göre şer saydığı belâ, musîbet, keder, zorluk ve yokluk ânında, kararlı davranarak bütün bunların bir deneme olduğunu düşünerek sabreder. Denemeyi başarmak için Rabbine niyaz eder. Yalnızca O’ndan yardım diler, halini yalnızca O’na arzeder. Çünkü mü’min duâ ile evrenin dehşet verici sessizliği içerisinde yalnız olmadığını anlar, duâ ile Rabbini yanıbaşında ve kalbinde bulur.
Hayır ve şer konusundaki hükümler, insanın onlardan hoşlanıp hoşlanmamasına göre değil, onların insanı götürdüğü sonuca göre verilmelidir. Çünkü bu konudaki değerlendirmeler çoğu zaman izâfî (göreceli) olmakta ve karar vermekte acele edilmektedir.
3305] 29/Ankebût, 34
3306] 8/Enfâl, 11
3307] 8/Enfâl, 22, 55
3308] 41/Fussılet, 49-50
3309] 21/Enbiyâ, 35
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 697 -
“Hoşunuza gitmediği halde üzerinize savaş yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz.” 3310
“….(Hanımlarınızla) güzellikle geçinin. Şâyet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar.” 3311
Hayır, Allah rızası düşünülmüş ve takvâya uygun bütün davranış ve işlerdir. Şer ise, Allah’ın rızâsına uymayan bütün işlerdir. Birisi mü’minin halini ortaya koyarken, diğeri de günâhı ve kâfirin amellerini nitelendirmektedir. Şirk, küfür, nifak, zulüm gibi tavırların hepsi de şerdir. Bunun sonucu olarak kim zerre miktarı hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre miktarı şer işlerse onun karşılığını görecektir. 3312
Şer, bazen sû’, yani günah işleme duygusunu anlatır. Hayır ve şer kavramları iman ve küfür, itaat ve isyan yerine de kullanılır. Âmentü’de hayrın da şerrin de Allah’tan geldiğine, yani her ikisinin de Allah tarafından yaratıldığına iman ettiğimizi söyleriz. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Hayır ve şer Allah’tan geldiğine göre bizim çabamız ne işe yarar? İnsan hür iradeyle yaratılmış ve dünyaya gönderilmiştir. Hayrı da, şerri de seçme yeteneği vardır. Allah (c.c.) insanı başıboş bırakmamış, hayrı ve şerri anlatan peygamberler de göndermiştir. Bundan sonra dileyen hayır işler, dileyen şer işler. Ancak hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Bu bir anlamda Allah’ın insana bir izin vermesidir ve onu hareketlerinde serbest bırakmasıdır.
Allah insanı hayır ve şer konusunda denemektedir.3313 Cimrilik edip de mallarını Allah yolunda harcamayanların bu yaptıkları kendileri hakkında bir hayır değil, şerdir.3314 Bazı insanlar mü’minlerden hoşlanmazlar. Allah onlara bundan daha şer olan bir sonucu haber veriyor; Allah’ın lânet ettiği, kızdığı, başka şekillere çevirdiği, tâğuta tapanlar yaptığı kimselerin durumu3315 daha kötüdür. Cehenneme gidecek olanlar, halk arasında en şerli kimselerdir.3316 Mü’minler, şeytanın şerrinden, yaratıkların, gecenin, düğümlere üfleyenlerin, hasetçilerin, vesvese verenlerin şerrinden Allah’a sığınırlar. 3317
Çevremizde olan olaylara ve insanların işledikleri fillere hayır ve şer hükmünü verebilmemiz için elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü de ancak Allah tarafından bütün insanlara gönderilen son İlâhî din İslâm’dır. İnsanların aklı ve tarihsel tecrübeleri bu konuda kesin bir ölçü olamaz. Ancak hayır ve şer hükümleri akılla anlaşılır ve uygulanır. 3318
h) Necâset/Necis
Şeriate göre murdar ve pis olan şeylere ‘necâset’ denir. Bunun kökü ‘necis’
3310] 2/Bakara, 216
3311] 4/Nisâ, 19
3312] 99/Zilzâl, 7-8
3313] 21/Enbiyâ, 35
3314] 3/Âl-i İmrân, 180
3315] 5/Mâide, 60
3316] 98/Beyyine, 6
3317] 113/Felâk, 1-5; 114/Nâs, 1-6
3318] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 622-623.
- 698 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kelimesidir ki, pis olan, temiz olmayan şey demektir. Necis kelimesi iki anlamda kullanılır: Birincisi, hislerle (duygularla) anlaşılan, ikincisi de gözle görülebilen, maddî olan necâset/pislik.
Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de müşrikler için ‘necis’ kelimesini kullanıyor:
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir (neces)...” 3319 Bu âyette “pis (necis)” tâbiri değil de; “pislik (neces)” kavramı kullanılmıştır. Bu, hayli önemlidir. Pis bir şeyin temizlenmesi, çok zor değildir; ama pislik öyle değildir ve ilişkide olduğu başkalarına da kolaylıkla pisliği bulaşabilir. Şirk, mânevî bir pisliktir. Bu pisliği/necâseti gönlünde taşıyan, murdar sayılmaktadır. Bu hüküm, elbette onların insan olmaları yönünden değildir. Allah (c.c.) bütün insanları temiz ve en güzel şekilde yaratmıştır. Hiç kimse doğuştan necis değildir. Ancak, müşrikler, şirk gibi çirkin ve pis bir yola girmişlerdir. Girmekle kalmamaktalar, şirklerini savunmaktalar, bu inançları uğruna İslâm’la savaşmaya kalkışmaktalar.
Müşrikler ayrıca müslümanlar gibi istincâ yapmazlar (tahâretlenmezler), abdest almazlar, gusül bilmezler, İslâm’ın necâset dediği pisliklerden sakınmazlar. Yaşadıkları yerler dışarıdan temiz görünse bile, hükmen temiz sayılmaz. Müşrikler, ancak İslâm’a iman ederek ve imanın gereği olan tahâreti (temizliği) yaparak temiz olabilirler. O yüzden İslâm’ı kabul eden birisi, tevhid inancını söyleyerek mânevî kirlerden arındığı gibi, ikinci iş olarak gusül abdesti alarak maddî temizlikle de yükümlü tutulur.
Fıkıhta Necâset
Necâset, tahâretsizliğin (temiz olmayışın) adıdır. Fıkıh dilinde iki türlü necâset vardır:
1- Hakikî (gerçek) necâset; bunlar maddî pisliklerdir.
2- Hükmen necâset sayılan mânevî pislik (hades) ise, abdestsizlik veya cünüplük durumudur.
Gerçek necâset; ağır-hafif, katı-sıvı, görülen-görülmeyen diye üç gruba ayrılır. Necâseti temizlemek, ibâdet yapmaya başlamadam önce temizlenmek, cünüplüğü gidermek için yıkanmak İslâm’ın emridir. Ağır necâsetlerden bazıları şunlardır: İnsandan çıkan dışkı, sidik, kan, irin, meni, cinsel organdan gelen her çeşit sıvı, kusuntu, bedenden kesilen parçalar, kadınların aybaşı ve lohusalık kanları, eti yenmeyen hayvanların sidikleri, salyaları, bütün hayvanların kanları, kuşların dışındakilerin dışkıları, kümes hayvanlarının dışkıları, kesilmeden ölen hayvanın eti ve derisi, domuz eti, kılı ve derisi, içki gibi şeyler.
Hafif necâsetlere örnek: Yük hayvanlarının sidikleri, eti yenen hayvanların dışkıları ve idrarları, pençesiyle avlanan kuşların dışkıları (tersleri), hayvanların ödleri. Ölü hayvan eti, dışkı, pis deri gibi necâsetler katı; kan, irin, içki gibi necâsetler ise sıvıdır. Bazı necâsetler gözle açıkça görülür, ama sidik, içki kuruduktan sonra görülmeyebilir.
Dinimize göre necis olan şeyleri temizlemek gerekir. Necis sayılan bazı şeyleri yemek, içmek veya kullanmak helâl değildir. Bazılarını ise kullanmak câizdir. Meselâ; kan, domuz eti, domuz derisi kullanılmaz, içki içilmez.
3319] 9/Tevbe, 28
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 699 -
Kümes hayvanlarının dışkısı pistir, ama tarlada gübre olarak kullanmak caizdir. Necâsetler; su ile yıkamak, silmek, ateşe sokmak, kazımak, ovmak, yapı değişikliği (suların temizlenmesi gibi), boğazlama veya tabaklamak yollarından biriyle giderilir. 3320
Mü’minler, necis şeylerden uzak dururlar. Elbiselerini, bedenlerini, namaz kılacakları yerleri, evlerini, eşyalarını, çevrelerini... necâsetten temizlerler. Bilirler ki Allah, temiz kullarını sever.3321 Mü’minler, en önemli ibâdet olan namaza kalktıkları zaman tertemiz olurlar. Bedenlerini, elbiselerini temizlerler, namaz kılacakları yeri ‘mescid, secde yeri’ haline getirirler. En güzel bir temizlik olan abdest ibâdetini yerine getirirler. Abdest, namaz için önemli bir hazırlıktır. Kişi, en yüce makam olan Allah’ın huzuruna çıkacaktır. O’na kulluğunu, ibâdetini, zelil oluşunu, duâsını ve yakarışını sunacaktır. Namaz kılma, bu Yüce Huzura çıkış; namaz kılma yeri, bu Yüce Makamın dünyadaki sembolik yeridir. Âciz kul ile Aziz olan Yüce Allah’ın sembolik buluşması olan bu kulluk hazırlıksız, rastgele olmaz.
Abdest alırken yıkanan organlar, mânevî necâsetten de temizlenmiş sayılır. Yani mü’min, abdest organlarını yıkarken onları mânevî pislik sayılan günah, hata ve özellikle şirke bulaştırmayacağına söz verir. Bir taraftan da geçmişte yaptıklarını bu yıkayış/temizleyiş ile mânen temizlemeye çalışır, arınır.
Mü’min, insan olması dolayısıyla cünüplük (meninin gelmesi durumu) halde olabilir. Bu duruma düştüğü zaman bilir ki, bu durum, gerçek bir pislik değildir; Allah’ın emrettiği gibi yıkanır, temizlenir, cünüp iken yapamadığı ibâdetleri yapmaya koşar.
Mü’min, Kur’an’ın necis dediği3322 müşriklikten, müşriklere benzemekten, onların ahlâkını almaktan şiddetle kaçınır. Şeytanın pis işleri sayılan3323 içki, kumar, puta tapma hatalarına düşmez. Kalbini her türlü kirletici düşünce ve niyetlerden arındırır. Necâset sayılan şeylerden kendini korur. Necâsetten ve necis yerlerden uzak durur.
Güzel Koku
Peygamberimiz bir hadisinde “Bana kadın ve güzel koku sevdirildi. Gözümün nûru da namazdır” buyururlar. Bu hadis, Peygamberimiz’in güzel ve iyi olan şeye sevgisini dile getiriyor. Peygamberimiz, güzel kokuyu namazla birlikte anmıştır. Böylece, güzel kokunun değerini ve yerini belirtmiştir.
Peygamberimizin, güzel kokuyu reddetmediği gibi, saçına ve sakalına koku sürülmesine de itiraz etmezdi. Enes bin Mâlik (r.a.); “Hz. Peygamber (s.a.s.) hoş kokuyu reddetmezdi”3324 buyuruyor.
Hüsn-i Zan; Güzel Değerlendirme ve İyiye Yorma
Hüsn-i zan; güzel zan anlamındadır; iyi niyetli ve iyi düşünceli olma hali demektir. Hüsn-i zannın zıddı; “sû-i zan”dır. Sâlih bir mü’min, müslümanlar ve
3320] Bunların ayrıntılı açıklaması fıkıh ktaplarında bulunmaktadır.
3321] 2/Bakara, 222
3322] 9/Tevbe, 28
3323] 5/Mâide, 90
3324] Buhârî, Libâs
- 700 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olaylar hakkında değerlendirmelerde bulunurken, olabildiğince iyi niyetli davranır ve hayra yorar. İyi niyetli ve güzel düşünceli olma, insanın iç güzelliğinin ve hayırhahlığının bir göstergesidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Şu üç özelliği taşıyan müslümanın kalbinde hıyânet ve kin bulunmaz; Allah için ihlâslı amel, bütün müslümanlara karşı iyi niyetli ve nasihatçı olma, fikir ve amelde müslümanlarla birlik olma.” 3325
İnsanların iyiliğini isteme, onları iyiliğe ve güzelliğe sevk etme, temelde müslümanın aslî vazifelerindendir. Hz. Peygamber buna dikkat çekmek için, “bütün müslümanlara karşı iyi niyetli olmak” üzere insanlardan bey’at almıştır.3326 Burada unutulmaması gereken Hz. Peygamber’in “bütün müslümanlara” ifâdesidir. İslâm dâiresine giren istisnâsız bütün müslümanların iyiliğini, hayrını isteme ve onlar hakkında güzel düşüncelere sahip olmak, bir müslümanın görevidir. Müslüman, kâfir ve müşriklere karşı insanî münâsebetler açısından, davranış ve hareketlerinde onların kalbini İslâm’a ısındırmak için olgun ve kusursuz olmalı; kalbi ise onlara ve onların kötü huylarına karşı sevgi duymamalıdır.
Sâlih müslümanın sıfatlarından biri, diğer müslümanlara sû-i zanda bulunmamasıdır.
“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; zira zannın bir kısmı günahtır.” 3327
Rasûlullah (s.a.s.) zan ve insanlar hakkında ileri-geri konuşma, arkalarından söylemek hususunda, “Zandan sakının; Çünkü zan, sözlerin en yalan olanıdır.”3328 buyurarak, zannı sözlerin en yalanı olarak nitelendirmiştir. Sâdık müslümanın dilinden, üzerinde yalan kokusu olan sözler çıkmaz.
Müslüman, insanlar hakkında zâhirde gördükleri ile hükmetmeli; zan, şüphe, dedikodu ve evhâm ile başkalarına iftirâdan uzak durmalıdır. İnsanların gizli şeylerini ortaya çıkarmak, özel işlerine burnunu sokmak ve namusları hakkında ileri geri konuşmak, müslümanın ahlâkî vasıflarından değildir. Müslüman, zâhirde gördüğüne göre davranır. Ne gördüyse onu söyler. Şüphe ve zan ile hükmetmez. Hz. Ömer bin Hattâb (r.a.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar Rasûlullah (s.a.s.) zamanında vahiy ile hükmediyorlardı. Şimdi vahiy kesilmiştir. Biz artık sizin amellerinizden gördüğümüze hükmederiz. Bize iyilik izhar edeni korur ve kendimize yaklaştırırız. Onun gizledikleri bizi ilgilendirmez. Gizleyip sakladıklarını Allah hesaba çeker. Bize şer izhar edene güvenmez ve tasdik etmeyiz; isterse kalbinin temiz olduğunu söylesin.” 3329
Bu sebeple şuurlu ve muttakî müslüman, konuştuğu her kelimede ve verdiği her hükümde şu âyeti asla aklından çıkarmaz: “Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu kulak, göz, kalp bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.”3330 Dinî bir maslahat olmadıkça bir müslüman, başka müslümanların aleyhinde konuşmaz. Zira inanır ki, konuştuğu her kelime bir melek tarafından kayda alınmaktadır: “Sağında ve solunda onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği
3325] İbn Mâce, Mukaddime 18
3326] Buhârî, İman 42
3327] 49/Hucurât, 12
3328] Buhârî, Vesâyâ 8, Nikâh 45; Müslim, Birr 28
3329] Kandehlevî, Hayâtu's-Sahâbe, çeviren A. Meylânî, 4/253.
3330] 17/İsrâ, 36
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 701 -
her sözü zapteder.” 3331
Bu emirlerin şuuruna ermiş bir müslüman, ağzından çıkan her kelimenin mes’ûliyetinden korkar. Bu yüzden konuştuğu her sözcükte onu, dikkatli ve sözlerini tartan bir vaziyette görürüz. Çünkü o, konuştuğu kelimenin, kendisini Rabbının rızâ makamına çıkaracağı gibi, cehennemin en alt tabakalarına indirilebileceğini de bilir. Bu hususta Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Kişi, Allah’ın rızâsına uygun bir kelime konuşur da bu kelimenin kendisini Allah katında ulaştıracağı yüksek mertebeyi hiç ummaz. Hâlbuki Allah, kendisine kavuşacağı güne kadar ona rızâsını yazar. Bir kişi de, Allah’ın azâbını celbeden bir kelime konuşur da, bu kelimenin onu ne dereceye düşüreceğini tahmin edemez. Hâlbuki Allah, bu kelimeye karşılık ona kıyâmet gününe kadar gazabını yazar.” 3332
Müttakî ve kalbi temiz müslüman, insanların mantıksız, delil ve ispatsız sözlerine kulak vermez; bugün toplumda kol gezen dedikodu, şâyia ve zanlardan kulağına gelenlere aldırış etmez. İnsanlardan ve medyadan duyup izlediği şeylerin doğruluğunu öğrenmeden nakletmez. Başkalarının naklettikleri şeyin, yalan veya doğru olduğunu araştırıp öğrenmeden aktarmayı Rasûlullah’ın (s.a.s.) haram olan yalandan saydığını bilir: “Kişiye duyduğu her şeyi nakletmesi günah olarak yeter” düsturuyla hareket eder. 3333
İlmü’l-Cemâl/Estetik (Güzellik Bilimi)
Sözlükte “güzellik” anlamına gelen cemâl kelimesi, sanat felsefesi terimi olarak genellikle eşya ve olgularda varlığı hissedilen ve insan ruhunda beğenme, hoşlanma, zevk alma gibi olumlu duygular ve yargılar doğuran nitelikleri ifade eder. İlmü’l-cemâl ise “güzellik bilimi” demek olup güzelliğin mâhiyeti, ilkeleri, sanatla ilgili değer yargıları, güzellik teorileri gibi konuları araştıran “estetik” kelimesinin çağdaş Arapça’daki karşılığıdır.
Estetik
Estetik kelimesi, Grekçe’de “duyum, duyular, algı” anlamına gelen aisthesis yahut “duyu ile algılamak” mânâsındaki aishanesthaiden gelir. Genellikle “güzelliğin bilimi” diye tarif edilmekle beraber, bu târifin sınırlarını çoktan aşmış bir disiplin olan estetik, sanat tarihi, sosyoloji, antropoloji ve hatta biyoloji ile dirsek teması bulunan felsefî ve psikolojik teoriler toplamı olarak ele alınabilir. Sanat eserinin ortaya konulması, bir varlık alanı olarak sanat eseri, sanat eseriyle ilişkileri açısından tabiat, sanat eserinin değerlendirilmesi (sanat eleştirisi), zevk ve bunlarla ilgili yan konuları içine alan bir bilgi dalıdır.
Bu çerçevede oluşturulmuş estetik teorileri, kökleri Greko-Latin kültürüne uzanan bir dünya görüşü (yahut gerçeklik kavrayışı) temeline dayandığı için, Batı dışındaki kültürlerin sanatlarını açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Özellikle İslâm sanatlarını (daha doğrusu, müslümanların sanat eserlerini) açıklarken, bütünüyle Batı sanatları ve felsefesi etrafında oluşmuş bir kavram çerçevesine atıfta bulunmak, kaçınılmaz olarak yanlış değerlendirmelere yol açacaktır. İslâm medeniyet dâiresinde yer alan kültürlerin hemen tamamı, bu medeniyet
3331] 50/Kaf, 17-18
3332] Buhârî, Rikak 23; Müslim, Zühd, 49, 50
3333] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 41-42
- 702 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dairesine girdikten sonra İslâmî dünya görüşü yönünde büyük bir dönüşüme uğramış; sanat gelenekleri de aynı şekilde, yeniden biçimlenmiştir. Bölgelerarası farklılıklar bulunmakla beraber, müslümanların sanatları olarak ortaya çıkan bütün ürünlerde, İslâmî temel prensiplerin değişen ölçülerde uygulandığı görülmektedir.
Estetik ve Müslüman Sanatçı
Estetiğin başlıca konularından biri olan “güzellik” ise, temel prensibini kısaca açıklamaya çalıştığımız estetiğin asıl hedeflerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat İslâm sanatlarında (daha doğrusu, müslümanların sanat eserlerinde) “güzellik” meselesi, Batı kaynaklı objektivist ve sübjektivist estetiklerin anladığı mânâda güzellik değil; “mutlak güzellik”tir ve mutlak güzelliğin görünen âlemdeki içkinliğidir. Müslüman sanatçı için, sözgelişi gül, kendiliğinden güzel olmadığı gibi, bizim onda kendimizi yaşamamız da değildir. Gülün güzelliği, Allah’ın “cemâl” sıfatının ondaki tezâhürüdür. Batı kaynaklı bazı estetik teorilerinin kavram çerçevesinde yer alan “çirkinlik”, bu estetiğin konularının tamamen dışında kalır. Çünkü çirkinlik, itibârîdir; başka bir deyişle, güzellik mutlak olduğuna göre, çirkinlik yoktur.
Sanatçının görevi, güzelliği kaynağında yakalamak, yani görünenlerin temelinde bulunanı araştırmaktır. Bu bakımdan dış dünyanın yerine benzerini geçirmek gibi bir kaygının tamamen dışında, sanatçının kendi ferdiyetinden de bağımsız bir arayıştır sanat. Sanatçı, bu çerçevede güzelliği yaratan değil; keşfeden adamdır. Çünkü sanat, zaten var olan bir niteliği, güzelliği araştırmaktır. Güzellik, objektif bir nitelik olmadığına göre, sözgelişi güzel bir ağacın resmini yaparak yahut kelimelerle tasvir ederek güzele ulaşılamaz. Ağaç, sadece bir âyettir/işarettir. Güzelliğe bu işaretten hareketle ulaşmak gerekmektedir. Duyularımızla kavradığımız güzel ağaç, biz farkında değilizdir, ama sürekli değişme halindedir. “Ol!” emriyle sürekli yeniden yaratılmaktadır. Gerçek güzellik, ağacın değişen niteliklerinde değil; değişmeyen özündedir. Bu öze, ancak tecrit/soyutlama yoluyla ulaşmak mümkün olabilir. Soyutlamanın ilk aşaması stilizasyondur. Stilizasyon (üslûplaştırma), objeyi şematize etmektir.3334
Müslümanlar, hayata ve hayattaki her şeye müslümanca bakabilmelidir. Çünkü İslâm, hayatımızın vazgeçilmez bile olsa bir parçası değil; hayatımızın kendisidir, yaşantımızın bütünüdür. İnancımızın, düşüncemizin, duygularımızın, davranışlarımızın, eğitimimizin, hayat görüşümüzün tümünü kuşatan ilkeler bütünüdür İslâm.3335 Müslüman da bu ilkelere severek, isteyerek teslim olan ve bunları hayatına geçiren, daha doğrusu hayatının bunlarla hayat olduğu bilinciyle yaşayandır. Yoksa Allah ve Rasûlünün belirlediği bu ilkelerin dışında bir seçeneği, tercih ve özgürlüğü yoktur müslümanın.3336 Tabii, aynı zamanda güzellik ve estetik anlayışımızın da prensipleri O’nun çizdiği hudut dışına çıkmayacak, O’nun rızâsı istikametinde güzellikler sergilenecektir.
O’nun yaratıp terbiye ettiği fıtratımız ve fıtratımıza kılavuzluk yapıp istikamet veren dinimiz bizi her yönüyle gerçek güzelliğe götürecektir.
3334] Beşir Ayvazoğlu, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, c. 1, s. 474-476
3335] 6/En’am, 162
3336] 33/Ahzab, 36
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 703 -
Bu anlayıştan sonra müslüman için sorun, bu ilkelerin yorumlanması ve hayata geçirilmesi noktalarında odaklaşacaktır. Müslümanca güzellik sergilemek için, öncelikle İslâm’ın çok iyi bilinmesi gerekir. Bütüncül bir anlayışla dinin prensiplerini, bakış açısını, hayat görüşünü, hikmetlerini bilmek, tefekkür ve tefakkuh kabiliyetini kazanmak, olay ve eserlere tevhidî yorum getirebilmek gerekir.
Sanat, müslümanın lügatındaki gerçek sanat, insanı şerlere değil; hayırlara, çirkinlik demek olan haramlara değil; sâlih amel ve takvâya ulaştıran unsurlardır. Gerçek sanat, insanı Allah’a ve O’nun sevdiklerine yaklaştırır. Tâğuta, şeytana ve nefsin hevâsına hizmet eden herhangi bir şey güzel de değildir, meşrû da, sanat da.
Câhiliyye sanatçısı, bakmasını bilemediğinden, Allah’ın nûruyla bakamadığından, gözlerinde perde bulunduğundan; evrendeki, doğadaki güzellikleri göremez. O, kendine göre bir güzel yaratma sevdasında ve cür’etindedir. Müslüman sanatçı ise, güzelliği gerçek yaratanı bildiğinden güzeli keşfetmeye tâliptir. Eşyanın güzelliğinde hakiki güzelliğin tecellîlerini anlar. O, mutlak güzellik peşindedir. Allah’ın cemâl sıfatının tecellîlerini görerek hayran olur. Müslüman sanatçı, batılı sanatçı gibi kural, disiplin, ölçü tanımayan değil; haram-helâl hudutlarına ve kendi fıtratına uyan, ritme, ahenge, ölçüye, birliğe, sonsuza ulaşmak isteyen bir anlayış içindedir. O, nefsinin hevâ ve fantezilerinden ziyâde, mutlak güzelliğin peşinde koşar. Batıda estetik konusunda birbirini tutmayan, beşer kaynaklı estetik ölçü ve ölçüsüzlükleri onu bağlamaz. Müslüman için güzelin ölçüsü de farklıdır. Küfürde, Allah’a isyanda, haramlarda boş yere güzellik aramaya kalkmaz. Güzel, Allah’ın güzel dediğidir. Çünkü güzel olan Allah sadece güzel olan şeyleri emreder. Allah, kullarından inancın, düşüncenin, eylemin, davranışın, duyguların, sözün, sesin, kısacası her çeşit ibâdetin, yani her şeyin en güzelini ister.
Müslüman, inanır ve bilir ki, mutlak güzel, cemâl sahibi Güzel Allah’tır. Sözün en güzeli, Allah’ın Kelâmı (Kitab’ı)dır. Yaratıkların en güzeli, insan; insanların en güzeli ise Hz. Muhammed (s.a.s.). En güzel yol, şeriat, hukuk ve din: İslâm. En güzel iş de Allah’a kulluk. Bu bilinç; müslümana sanat için gerekli ilhamları, örnekleri, çıkış ve varış yollarını verir, müslümanın her yaptığını sanat seviyesine çıkartır.
Batı sanatı, figüratif ve natüralist bir sanattır. O, tabiatın küçük ve basit tarzda benzerini çizmeye ve yontmaya çalışan bir taklitçi ve musavvirdir. Müslüman sanatçı, müşahhastan (somuttan) kaçınır, yüksek seviyede soyutlamaya yönelir. Bunun için hat sanatı (kaligrafi) çok önemli bir yere sahiptir. İslâm estetiğini bütün özellikleriyle hat sanatlarından çıkarmak mümkündür. Yazı sanatında belirgin olduğu gibi, sanatla tebliğ iç içedir; bulduğunu paylaşmak için başkalarına sunar, onları güzel araçlar ve güzel yöntemlerle güzele dâvet eder müslüman sanatçı.
Batılı da olsa, kâfir de olsa insan, fıtratına uyduğu oranda, güzellikten nasibini alacak, insanlığı icabı güzel şeyler ortaya çıkarmaya çalışacaktır. Böyle olmaktadır da. Yeter ki insan ve sanat yozlaşmanın, putlaşma ve putlaştırmanın her çeşidinden kurtulsun.
Müslümanlar, müslümanca sanat ortaya koyabilmek için, batılı araçlardan
- 704 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da yararlanabilirler. Fakat ortaya farklı şeyler, yani güzellikler çıkarırlar. Yalnız unutulmamalıdır ki, araçlar, bir yönüyle ortaya konacak eserleri de belirler. Bu bakımdan müslümanların işi zordur. Önemli olan, müslüman sanatçının kullandığı aracın kölesi olmaması, araca hükmedebilmesidir. Altını çizerek belirtmek istiyorum ki, araçların da doğru ve güzel olması gerekir. Meşrû olmayan araçlarla meşrû hedeflere gidilemeyeceğini unutmamak gerekir.3337
Güzellik Duygusu
Güzellik duygusu, insan bünyesindeki hayret verici noktalardan biridir. İlim, bu duygunun mâhiyetini bütünüyle açıklamaktan âcizdir. İlim, sadece dışa yansıyan taraflarını tespit ve tasvir eder, tezâhürlerini araştırıp inceler. İnsan, güzelliği, değişik şekillerde hisseder. Değişik şekilleri vardır bu duygunun. Zaman olur duygusal güzelliğe kapılır insan. Güzel bir manzaradan veya sevimli bir yüzden etkilenir. Güzel bir vücut, göz alıcı bir renk cümbüşü ve tatlı bir nağmeden büyülenir. Sayılamayacak kadar çok güzellik çeşitleri ve dereceleri vardır. Gün olur, mânevî bir güzellik sarar insanın duygularını... Güzel bir düşünce, güzel bir his, güzel bir hareket insanı duygulandırır.
Güzellik fıtrî bir duygudur. İnsan hayatındaki çok önemli ve büyük meseleler, güzellik duygusu üzerine binâ edilir. Sanat alanının en büyük dayanağı, güzellik duygusudur. Yine akîde için de en büyük hazine güzellik duygusudur. Normal bir yaratılışa sahip olan insan, güzellik duygusunun yüceliklerine daldıkça bu duygunun psişik sahadaki önemi artar, hayata yön verici gücü fazlalaşır. 3338
Kur’ân-ı Kerim insanların dikkatlerini hep güzele döndürür. Güzelliği doyasıya seyretmek ve kavrayabilmek için şöyle buyurur: “O’dur ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı...”3339 Bu insan fıtratının gördüğü, gözünün seyrettiği, zihninin kavradığı bir hakikattir, eşyanın şeklinde ortaya çıkan saf bir gerçektir. Allah’ın yarattığı her şeyde bir güzellik göze çarpar.
Her şeyde eşsiz bir güzelliğin hâkim olduğu eksiksiz bir âhenk vardır. Gören bir göz, hisseden bir gönül, düşünebilen bir zihin bu âlemde bütünüyle bir âhenk ve güzellik bulur. 3340
“Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyler (nakil vâsıtaları, binekler) yaratır.”3341 Kur’an’ın ilk indiği toplumlarda ve o devirdeki diğer toplumlarda bu gibi hayvanların mühim bir yeri vardı. Deve, öküz, koyun, keçi, at, katır ve merkep türünden hayvanlar binek hayvanı ve süs olarak kullanılırdı.
Bu hayvanları ihtiyaçları için kullanmaktan başka, ayrıca sabahleyin salıverirken, akşamları dönerlerken güzelce zevklenirlerdi. Sevimli görünüşleri, alımlı yürüyüşleri bir başka güzellik arzederdi onlar için. “Binek ve süs hayvanı olarak” alımlı görünüşlerindeki güzellik, ayrı bir canlılık katardı duygularına. Bu da gösteriyor ki, Kur’an’ın hayata bakışında güzellik unsuru köklü bir yer işgal ediyor.
3337] Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, s. 45-50.
3338] Muhammed Kutub, İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, s. 13
3339] 32/Secde, 7
3340] Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l Kur'an, 11/515
3341] 16/Nahl, 8
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 705 -
İhtiyaçların ötesine taşan duyguların tatminine önem veriyor. Güzellik duygusunu tatmin etmeyi, hayvanî eğilim ve ihtiyaçların üstüne çıkmasını bilen insanın mânevî arzularını doyurmayı gerekli görüyor. 3342
Mücerred Hüsün/Soyut Güzellik
İnsanın sîmâsının güzelliği, müşahhas/somut bir güzelliktir ve bu güzellik genellikle “cemâl” kelimesiyle ifade edilir. Onun, meselâ, ahlâkî güzelliği ise mücerret/soyut bir güzelliktir ve çoğu zaman “hüsün” kelimesinde ifadesini bulur. Mücerret güzellik gözle görülemez, ancak bir mânevî aynada kendini hissettirir. Meselâ, merhametin güzelliği, fakire verilen sadakada somutlaşır ve seyredilir.
İlim de mücerret/soyut bir güzellik. Onun tezâhürü de bir konuşma yahut bir yazıda görülür. Misaller çoğaltılabilir. Ve mücerret güzelliklerin en mükemmeli: İman. Allah Rasûlünden bir hakikat dersi: “Sohbette insibâğ (boyanma) vardır.” İman eden bir kalp, Allah’a teveccüh etmişti, O’nun kitaplarına, peygamberlerine ve imanın diğer rükünlerine yönelmiştir. Güneşle sohbet eden bir ayna parlaklaşır, güzelleşir. Muttakînin huzurundan feyiz, âlimin sohbetinden ilim alınır.
İman da kalbi yüceltir, ziyâlandırır, terakkî ettirir, feyizlendirir, nurlandırır. İmanın güzelliği, iman hakikatlerinin mücerret hüsnünden geliyor. Cennetin tarife sığmaz o muhteşem güzelliği, imandaki güzelliğin bir tezâhürüdür. Kürsüdeki ihtişam, ilmin haşmetindendir. Ve sofralar, misafirin ev sahibi yanındaki hatırı ölçüsünde mükemmelleşir.3343
“Rabbimiz, Bize Dünyada da Hasene Ver; Âhirette de Hasene Ver!”
Hemen her namazın son rekâtında duâ olarak tekrar ettiğimiz bir âyet var: “Rabbimiz, bize dünyada da hasene; âhirette de hasene ver. Bizi ateşin azâbından koru!”3344 Bu âyet, “dünyada da hasene, âhirette de hasene”den söz ettiğine göre, istenen “hasene” her iki dünyada da geçerli ve elzem olan bir şeydir. Kezâ, her iki dünyada da hasenenin talep edilmesi, iki dünyanın uyumu zarûretine işaret etmektedir. Dünya ve âhireti, birbirinin rakibi ya da zıddı olan veya birbirinden kopuk ayrı dünyalar olarak görmemeyi, onları, en hayırlı şeyin ikisinde de “hasene” olduğu bir bütünlük içinde yorumlamayı gerektirmektedir.
Nitekim Kur’an’ın elçisi ve ilk muhâtabı olan Rasûl-i Ekrem, bize, dünyayı üç ayrı yüzüyle sunar: Fâni yüzü, âhirete bakan yüzü ve esmâ-i hüsnâya bakan yüzü. Ümmî nebînin hayatı, bu üçlemeye ilişkin nice dersler yüklüdür. O, meselâ, dünyanın fânîliğine aldanma tehlikesine karşı, şöyle demektedir: “Ben bu dünyayı ne yapayım? Ben ve bu dünya, yolcu ve altında gölgelendiği ağaç misaliyiz. Bir müddet sonra yolcu yoluna gider ve onu arkasında bırakır.” Ama öte yandan, “dünya âhiretin tarlasıdır.” Kezâ, pek çok hadisinde lafzan, diğerlerinde ise mânen vurguladığı üzere, şu dünya, Rabbimizi isimleriyle bildirmektedir.
Sözün kısası, tek boyutlu değildir dünya. O tek boyutu iyi veya o tek boyutu kötü olan bir şey değildir. Fâni yüzüne bakılırsa, adı üstünde denîdir, aşağıdır ve geçicidir. Nitekim dikkatli bir müfessir Kur’ânî “hayâtü’d-dünyâ” ifadesini “denî hayat, aşağı hayat” olarak tefsir ederken bir hakikate işaret etmektedir. İbrâhim
3342] Seyyid Kutub, a.g.e. 9/163-164
3343] Alâaddin Başar, Nur'dan Cümleler, c. 2, s. 118-119
3344] 2/Bakara, 201
- 706 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sûresinin üçüncü âyetinde geçen âhirete karşı hayâtü’d-dünyâyı sevenler, elbette dünyayı bu fâni ve denî yüzüyle sevenlerdir; onu âhiretin tarlası ve İlâhî isimlerin aynası kılmayanlardır. Dünya bizâtihî kötü değildir; ama âhiretin tarlası, İlâhî isimlerin aynası kılınmadığı sürece kötüdür. O yüzde hiçbir güzellik yoktur. Bilakis, o yüzde kalındığı sürece, en güzel şeyler bile çirkinliğe, en mükemmel şeyler bile abesiyete dönüşmektedir. Sonunda solup gitmesiyle bizi sonsuz acılara gark edecek bir çiçek, kimseyi cezbetmez. Hiç kimse “ileride terkedeceğim” diyen birini sevmez. Bütün aşklar “sonsuza kadar beraber olma” düşüncesiyle başlar; ancak o düşünceyle kalıcı olur.
Tüm bu fıtrî gerçeklerden, “dünyadaki hasene”nin, dünyanın fâni yüzünde kalan şeyler olmadığı anlaşılır. Geçip giden bir güzellik, şükürsüz bir zenginlik, Allah’tan bilinmeyip O’nun adına kendisinden infak edilmeyen bir servet, ihtiyarlıkla birlikte sönüp gidecek bir hâfıza, bu nitelikte kaldığı sürece bir “hasene” değildir. Fâni yüzde kalan biri için, bugünün yüz güzelliği, yarın solup gitmesi mutlak olduğundan, şimdiden acılar yaşatır. Edinilen servet, onu kaybetme korkusuyla uykuları kaçan vesveseli bir hazine bekçisine dönüştürür. Şu dünyanın her bir metâı, Sahibi bilinmediği ve veriliş amacına uygun kullanılmadığı sürece, olsa olsa, insanın azâbını arttıracaktır. Açıkçası “Rabbimiz! Bize dünyada hasene ver” derken istenen, dünyanın fâni yüzüne ilişkin bir şey değildir. O halde, kast olunan hasenenin, gelip geçer maddî güzellik kalıplarına değil; şu dünyada bize verilen metâın niteliğine; ona nasıl ve ne adına muhâtap olunduğuna baktığı açıkça ortaya çıkmaktadır.
Gençlik, zâhiren, insana güzel gelir. Ama dünyanın fâni yüzüyle bakılırsa güzel değildir; çünkü daha o dönemi yaşarken, bir gün gelip gideceği endişesiyle kararır ve çirkinleşir. Üç beş yıl sonra geçip gider. Sonraki tüm yıllar, “nerede o gençlik günleri? Keşke geri gelseler!” gibi yakınmalarla dolar. Çokları da, “gençlik sarhoşluğu”ndan, “gençliğine aldanmış olmak”tan yakınır durur. Ama o gençlik, eğer iman ve ubûdiyet yolunda sarf edilmiş ise, bu hüznü ve acıyı yaşatmaz. Geçip gidiyor olsa bile, bilir ki insan, bu gençliği veren, onu yolunda ve yerinde kullanana ebedî bir gençlik bahşetmeye muktedirdir. Şu fâni gençlik tarlasına âhirette boy verecek iman ve ubûdiyet tohumları atan, âhiret hayatında ebedî bir gençlik içinde devamlı meyveler devşirecektir. Bu bakımdan, iman ve ubûdiyet şuuru, gençlik nimetini onun için şu dünyada da “hasene”, âhirette de “hasene” kılmaktadır; gidişiyle insanı acılara gark eden ve bir daha asla gelmeyecek olan, acımasız bir sevgili değil.
Âhirete bakan yüzdeki “hasene”, esmâ-i hüsnâya bakan yüz için de geçerlidir. Rabbimizin isimleri, adı üstünde hasendir, güzeldir. Zaten, bütün güzellikler, o Cemîl-i Zülcelâl’in “güzel isimleri”nin cilveleridir. Gençliğine dünyanın bu yüzüyle muhâtap olan biri, gençlik nimetinde cilveleri görülen Kadîr, Alîm, Cemîl, Latîf... gibi güzel isimleri okuyacaktır.
O isimlerin müsemmâsı olan Zât-ı Zülcelâl’i tanıyacaktır. Bütün güzel isimler O’nun olan Zâtı tanıdığında ise, ne gençliği onu şımartacak; ne gençliğinin gidişi acılara atacaktır. Şımarmayacaktır; çünkü gençliğiyle üzerinde görünenler kendisinin değil, O’nundur. Acılara atılmayacaktır; çünkü gençliğinde üzerinde görünenlerin Mutlak Sahibi, onları yine bahşetmeye muktedirdir. Böyle biri için gençlik; taşkınlık, bedbinlik veya şımarıklıkla çirkinleşmekten çıkarak, bir şükür
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 707 -
ve hamd vesilesi olarak güzelleşecektir.
Demek ki, bir şeyin bizim için “hasene” oluşu, bizim ona muhâtap oluşumuzla ilgilidir. Ne şımartan bir gençlik güzeldir, ne acılara boğan bir ihtiyarlık. Ne azdıran zenginlik güzeldir, ne bezdiren fakirlik. Güzelliğin iksiri, ona bakışımızdadır. İmanî bir nazardan ve ubûdiyet halinden uzak olan zenginliğiyle azar, fakirliğiyle isyana girişirken; mü’min, imanı nisbetinde, zenginliği bir şükür ve hamd, fakirliğini ise bir duâ ve terbiye vesilesi kılmaktadır. İmansız bir nazar, en büyük nimetlere gark olduğu anda bile hayâlî felâket senaryoları ile hayatını zehir ederken; imanî bir nazar, musîbetleri dahi Hakîm-i Rahîm’in eseri olarak hikmet ve rahmet dürbünüyle seyretmektedir. Ona göre, “mâdem hayat, esmâ-i hüsnânın nakışlarını gösterir; hayatın başına gelen her şey güzeldir.” Hastalıklar ve hatta ölüm bile.
Dolayısıyla “Rabbimiz, bize dünyada da hasene, âhirette de hasene ver!” duâ âyetinde istenen “hasene”, imandır, imanî bir nazardır, ubûdiyettir, duâ, hamd ve şükürdür, bütün imanî hakikatlerdir. Bu dünyayı güzelleştiren, âhiretimizi ateşin azabından kurtarıp Rabbimizin güzel isimlerinin dâimî cilvelerine muhâtabiyetle doyumsuz bir güzelliğe ulaştıracak olan onlardır. Bu bakımdan, Rabbimiz, zaten dünyada “hasene” verdiğine, âhirette de “hasene” veriyor. Dünyada “esmâ-i hüsnâ”sıyla muhâtap oluyor. Şu dünyanın fâni yüzünde kalıp, sözümona en güzel dünya nimetlerine erişse bile, onu âhiret azığı yapmayan ve esmâ-i hüsnânın târifnâmesi kılmayanları ise, aynı âyet, devamla gelen “ateşin azâbı” ifadesiyle uyarıyor.
Kısacası, “Rabbim bize dünyada hasene ver” duâsını yaparken murâdımız şu olmalıdır: “Rabbim, şu dünya hayatımızda Senin esmâ-i hüsnânı tanımayı ve tüm ömrümüzü o isimleri tanımanın gerektirdiği bir ubûdiyet şuuruyla yaşamayı nasip et. Şu dünyada her neye muhâtap olursak olalım, o şeyde cilvelenen esmâ-i hüsnânı bize okuttur; o şeyi bizim için asıl meyvesini ebedî cennet yurdunda yiyeceğimiz bir fidan kıl. Bize bir an bile esmâ-i hüsnânı unutturma; bir an bile gayri imanî bir nazarla baktırma; bir an bile Sana kulluktan ayırma; tâ ki, mahkeme-i kübrâda hesaba ve cehennemde azaba dûçâr olmayalım.”
İnşaallah bu duâyı hakkıyla yapana âhirette de hasene verilecek; esmâ-i hüsnânın devamlı cilvelerine mazhar edilecektir. Yoksa eşyaya, Sâniine ve âhirete nisbet etmeksizin, fâni yüzüyle dünyaya bakanlar, bu dünyada aldatıcı ve şeklî bir güzelliğe ulaşsalar bile, onu kaybetmenin elemiyle dünyalarını karartırken, öte dünyada ateşin azabını tadacaklardır.3345
Güzel, Güzellik ve Sanat/Güzellik Sergilemek
Güzellik, fıtrî bir özelliktir. Güzel Zât’ın güzel olarak yarattığı insanın, güzeli gören, güzelden zevk alan rûhu, etrafta güzeli arar, bulur. Güzel, herkes için ihtiyaç duyulan bir hoşnutluk, bir haz duyma ve kesin hüküm verme işidir. Güzelliği açıklamak, onu yaşamak, onun heyecanını içinde duymaktır. Her insanda güzellik duygusu bulunmakla beraber, onun uyanması güzel bir esere ihtiyaç gösterir. Duygular, meydana çıkmak ve gelişmek için kendilerini uyandıracak vâsıtalara muhtaçtırlar. Güzel eserler içimizde bir âhenk duygusu uyandırdıkları
3345] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, s. 128-132.
- 708 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için huzur, sükûn ve saâdet hissi doğururlar. Çünkü “güzele bakmak, güzeli düşündürür; güzeli düşünmek de insana huzur verir.”
İnsan, hele duygulu ve uyanık gözlerle bakarsa ilk anda “güzel”i fark eder. Bu idrâk, düşünmeden, kendiliğinden oluşan bir duygudur. Güzelliğin kendisini isbata, bir sebebin yardımına ihtiyacı yoktur. “Güzel ve güzellik nedir, ne değildir”le ilgili, felsefe, “estetik” başlığıyla incelemeler yapmış, neticelenmeyen nice tartışmalara öncülük etmiş; elbette bir sonuca da ulaşamamıştır. Güzellik, psikolojik sistemlere dayalı olduğundan herkese göre değişen ne olduğu belirsiz, sınırları insandan insana değişen bir değer yargısı mıdır? Batı kafasına göre, “evet!” Batı literatüründeki estetik konusunda uzun uzadıya felsefî tartışmalar yapılagelmiş. “Güzel” kavramı, zihinle beraber, ondan daha çok psikolojik sistemlere dayalı olduğundan matematik gerçekler gibi kesin yargılarda bulunulmakta zorlanılıyor. Matematikte iki kere iki dört eder, ama sanat ve güzellik kavramı söz konusu olduğunda iki kere iki dört mü eder, on dört mü? Haydi, ayıklayın pirincin taşını. Kimine göre öyle, kimine göre böyle.
Güzelin ölçüsü müslümana göre bellidir: Cemîl/Güzel olan Allah’ın hükmü. Güzel, Allah’ın güzel dediğidir. Bütün fıkıh usûlü ile ilgili kitaplarda “husün-kubuh” (güzellik-çirkinlik) konusu işlenir. Bu konuda görüşler şöyle özetlenebilir: “Güzel olan Allah, sadece güzel olan şeylerin yapılmasını emreder” veya “güzel olan Allah’ın emrettiği her şey güzeldir.” “Allah sadece çirkin şeyleri yasaklar” veya “Allah’ın yasakladığı her şey çirkindir.”
“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.”3346 hadis-i şerifi de, bu konuda müslümanlar açısından çıkış noktası kabul edilmiştir. Allah’ın emrettiği “ihsân”ın bir anlamı da güzelliktir. İslâm; düşüncenin, hareketin, duyguların, sözün, sesin, davranışın, kısacası her çeşit ibâdetin, yani her şeyin en güzelini ister.
Haramlar güzel olamaz. Duyular, duygular yanılabilir. “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, hâlbuki siz bilemezsiniz.”3347 Nefis ile, arzu ile, hevâ ile, câhiliyyenin çirkeflikleriyle kirlenmiş ve fıtratı bozulmuş, selîm olmayan akılla güzelin tanımı ve ölçüsü tespit edilmeye kalkılırsa, insan putlaştırılmış olur. Haram olduğu halde güzel zannedilenler, gerçek güzelden insanı alıkoyan yapay/sanal güzellerdir; daha doğrusu hallüsinasyonlardır. “Şeytan onlara yaptıkları işleri zînetlendirip güzel gösterdi ve onları yoldan saptırdı.” 3348
Haram olan bir şey, müslümana göre güzel değildir. Çünkü müslümanın ölçüsü, duyuları ve duyguları değildir. O, duygularının, hevâsının kulu değil; Allah’ın kuludur. “Hoşlandığı ve hoşlanmadığı” her konuda Rabbine itaat edecektir. İmanı nispetinde duyu ve duygularını da selîm/sağlam kılacak, onları da Rabbine teslim edecek, o zaman nefis de mutmain olacak, Rabbının emirlerinden râzı ve hoşnut olma seviyesine çıkacaktır. Bu, benliğini kaybetme değil; aksine, bulmadır. Bu, yok olma değil; Allah’ta var olmadır, kâmil insan olmadır.
Güzelleştiren Allah, güzeldir ve güzellikler O’nun cemâlinin vasfıdır. O’nun güzelliği de yaratıklara benzemez. İnsanları etkileyen sanat eserleri, mûcizelerin
3346] Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, bâb 10
3347] 2/Bakara, 216
3348] 29/Ankebût, 38
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 709 -
gücü, hârika ve fevkalâde olaylar, bütün bu güzellikleri yaratan da Allah’tır. Evrendeki her şeyde güzellikler açık veya kapalı bir şekilde görülmektedir. Güzel olan Allah’ın yarattığı varlıklar, ya bizzat güzeldir veya sonuçları yönüyle güzeldir. Allah’tan daima güzellik zuhur eder.
Kötü ve çirkin, şeytanın ve insan nefsinin ürünüdür.3349 Allah, yaratıcıların en güzelidir.3350 Allah, hüküm verme bakımından da en güzel olandır. Rızkın en güzeli de Allah’tan gelir. O, rızık verme bakımından da en güzeldir. 3351
Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah’tır.3352 Güzelin kaynağı ve tüm güzelliklerin sergileyicisi olan Allah, insandan da güzellik sergilemesini, yani ihsanı emreder: “...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et (güzellikler sergile, iyilik yap)...” 3353
Câhiliyye insanı, bakmasını bilemediğinden, Allah’ın nûruyla bakamadığından, gözlerinde perde bulunduğundan evrendeki güzellikleri göremez. O, kendine göre, yapay bir güzel peşindedir. Müslüman ise, güzelliği yaratanı bildiğinden, güzeli keşfetmeye tâliptir.
Eşyanın güzelliğinde hakiki güzelliğin tecellîlerini anlar müslüman. O, mutlak güzellik peşindedir. Allah’ın cemâl sıfatının tecellîlerini görerek hayran olur. Güzellik mutlak olduğu için, yaratılışta, Allah’ın yarattıklarında çirkinlik yoktur.
Çirkinlik, itibârîdir, görecelidir. Birinin çirkin dediğine bir başkası sevgi gözüyle bakıp sevebildiği zaman güzellikler bulabilir. Allah, kötü ve çirkin bir şey yaratmamıştır. Bir şeyin çirkinliği ve kötülüğü kullanıldığı yere göredir.
Meselâ, hayvan gübresi genellikle pis bir şey diye görülür. Fakat gübreyle meyveler, sebzeler büyür, gelişir. Bu açıdan ele alınınca gübrenin bir lütuf ve nimet olduğu ortaya çıkar. Ama birisi gübreyi alıp üstüne başına sürmüşse, o zaman, ona pis demek yerinde olur. Tarlasına, bahçesine gübre çeken bir çiftçi bu haliyle hiçbir zaman pis değildir.
Güzele Bakmak Sevap mı? “Elbette!”
Boşvermiş gençlerin haramları basite, hatta alaya alan Bektaşî mantığıyla söylediği bu sözü duymuşsunuzdur: “Güzele bakmak sevap!” Tabii, onların güzelde neyi anladığını irdelemek gerekir. Aklı, fikri, anlayışı yukarılarda (hayır, kafasından yaklaşık bir metre aşağılarda) olanların “güzel” denince anladıkları, bir hanımın fizikî güzelliğinden başka şey olmayabilir. İnsanın fizikî güzelliği ise güzellikten sadece bir parçadır. Hem de geçici, göreceli, aldatıcı, yalancı bir parça. Şâirin biri, sadece dış güzellikten hoşlananlara, hoşlanılanın ağzından şöyle der:
“El oğlu benim etimi budumu beğenmiş, neylersin?
Ulan sen et değil, kemik istersin!”
Hayvanî bir beğenmedir bu. Güzelliğin o kadarını hayvanlar bile fark eder.
3349] 4/Nisâ, 79
3350] 23/Mü'minûn, 14; 37/Saffât, 125
3351] 65/Talak, 11; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75
3352] 2/Bakara, 138
3353] 28/Kasas, 77
- 710 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsanî güzellik daha derin, daha rûhî, daha kalıcıdır. “Güzele bakmak sevaptır” sözünün kullanılış amacı yanlıştır. Ama bu söz, anlam bakımından tümüyle doğrudur. Güzellik de, bakılandan ziyade bakana, görene, duyana ait bir özelliktir. Güzelliği gören göz, güzelden zevk alan ruh olmasaydı güzellik neye yarardı? O yüzden güzele, güzel bir niyetle ve güzel bir şekilde bakmak ibâdettir, sevaptır. Yalnız, unutmamak gerekir ki, güzelin tanımında güzel yoldan sapmamak, sınırı (hudûdullah) aşmamak esastır. Yine bilmeli ki, daha güzeli elde etmek için az güzeli terk etmek veya onu tahdit etmek, sınırlandırmak gerekir. Zevk aldığımız, güzel gördüğümüz dünyevî şeylerden sınırsız bir şekilde yararlanılmasının çok çeşitli dünyevî ve uhrevî zararlara sebep olacağını, bunların imtihan vesilesi olduğunu herkes bilir/bilmelidir.
Ölüm olmasaydı, ölümden sonraki hesaba çekilmekle başlayan hayat olmasaydı... O zaman her şey anlamsız ve boş olurdu; güzeller ve güzellikler bile. Evet, ölüm olmasaydı o zaman nefse hoş gelen, sınırlarını hevânın veya çevrenin çizdiği güzellerin(!) ve güzelliklerin(!) belki bir değeri olurdu. O zaman dünya sadece eğlenmek ve zevk almaktan ibâret olabilirdi. Ama ölüm var, hem de evet, güzel olan ölüm ve ölüm ötesi güzellikler. O halde tüm yapay ve sanal güzellikleri, bütün sahte ve fâni güzellikleri o gerçek güzellik uğrunda fedâ etmeye değmez mi?
Güzellik; zevkle, haz duymakla, hoşlanmakla, beğenmekle ilgilidir. Kur’an bu konuda insanın hevâsının/arzusunun doğru bir ölçü olmadığını belirtir: “Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı/farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.”3354 Kur’an, hoşlanmanın, bir konunun güzelliği açısından yanlış yargıya götürebileceğini açıkladığı halde, halk arasında yaygın, atasözü halini almış ate sözlerinden biri şöyledir: “Zevkler ve renkler tartışılmaz!” İnsanın arzusu ilâh kabul edilirse tabii ki tartışılmaz. Hangi şeyden zevk alıyorsa saygı duyarsın, karışamazsın. “Ben zevkime karıştırmam. Özgürlük var. Zevk değil mi, herkesinki farklı olabilir; kimse kimsenin zevkine karışamaz.” Bütün bu anlayışlar hümanizm denilen insana tapma dininin iman esaslarından. Bu hümanizm dinine göre zevklere sınır da konulamaz, güzel yönler/hedefler de gösterilemez. Zevkleri kim tahdit edecek, onlara kim hedef gösterecek? Hâşâ- insandan büyük başka ilâh mı var?
Bu tür vecize(!)lerle insanların zevkleri de yozlaştırılıp emperyalist oyunlara âlet edilmekte. Müslümanlar için insanın zevki de, renkleri seçmede de, her şeyi İlâhî ölçülere uymak zorundadır.
“Su sesi, kadın sesi, para sesi.” En güzel ses örnekleri için halkın kesin yargılarıdır bunlar. Tabiat güzelliği ile cinsellik ve kapitalizmin sentezidir bunlar. Ve bunların içine Kur’an sesi girmez, Hakk’a dâvet girmez...
Kâinattaki varlıkların rengi, şekli, tadı ne güzel... Hele sesleri ne güzel bir armoni, ne güzel bir mûsikî, ne güzel uyumlu orkestradır. Bülbülün şakıması, horozun ötüşü, kuşların cıvıltısı, suyun şırıltısı... anlayana sivrisineğin vızıltısı bile saz gibi âhenkli bir müziktir. Kâinat hep tesbih etmektedir, zikretmektedir. Bitkilerin ve hayvanların şekilleri, yapıları, renkleri, tatları hep farklı, hep ayrı güzel.
3354] 2/Bakara, 216
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 711 -
Ve seslerindeki farklılıklar, güzellikler... Bir de çağdaş aygıtlara bakın: Fabrikalardaki sese, makine gürültülerine, araba motorlarına, evlerdeki küçüklü büyüklü âlet ve gereçlerden uçakların seslerine kadar... Ne çirkin bir gürültü; tabiatla ne uyumsuz şeyler ya Rabbi!
Yine, eyyamcı fâsıkların kulak ve göz gibi nimetleri verene nankörlük yaparak onu haramlarda kullanırken ifade ettikleri bir deyim vardır: “Kulakların pasını gidermek, göze bayram ettirmek!” Neyle? Haramlarla mı?
Bakmak ibâdettir, göze bayram ettirmedir. Doğru. Güzele bakmak da sevaptır. Kâbe’ye bakmak, aynen nâfile namaz kılmak gibi ibâdettir. Kur’an’a bakmak, göze nur ve cilâdır; bayramdır göz için. Büyük kitaba (kâinata) bakmak; emr-i İlâhîye uymak ve sevaba girmektir. Hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Gözler bakmak içindir. Ama “göz oldur ki Hakkı göre, kulak oldur ki Hakkı duya!” Görmek, görebilmek bir ibâdet olduğu gibi, duymak, dinlemek de ibâdettir. Emîri dinlemek, ezanı dinlemek, Kur’an’ı dinlemek, kendini dinlemek, Hakka çağıranı dinlemek; kulakların pasını gideren birer kulluktur. Allah için yapılan her şey, atılan her adım, hikmet ve ibretle bakılan, dolayısıyla O’nun adıyla okunan her şey ibâdet; her ibâdet de güzel, güzeller güzeli. 3355
Muhsinler; Güzel İş Yapan, Güzellik Sergileyenler
İhsan üzere olanlara Kur’an-ı Kerim muhsin der. Muhsin, güzellikler sergileyen ve güzel işleri gerektiği gibi en güzel şekilde yapan demektir. Allah (c.c.) muhsinleri sever.3356 Allah muhsinlerle beraberdir.3357 Muhsin, güzellik sergileyen, güzel işleri lâyık oldukları bir şekilde yapan, bol bol ihsanda bulunan demektir. Mü’minler, inandıkları Rablerinden öğrendikleri ihsan ahlâkıyla, sürekli ihsan ederler, muhsin olmaya çalışırlar. 3358
Muhsinler (ihsan sahipleri), bütün işlerini Allah’ın râzı olacağı şekilde güzel ve takvaya uygun yaparlar. Onlar, çirkin, bayağı, kötü, zararlı ve faydasız amellerden, faaliyetlerden uzaktırlar. Muhsin olanlar, insanlar içerisinde güzel davranışların, işleri güzel yapmanın sembolüdürler.���������������������������� Kur’an, Allah’ın muhsinler- muhsinlerle beraber olduğunu açıkladığı gibi3359 onlara müjdeler verildiğini de belirtir.3360 Kur’an, onlar için bir rahmettir.3361 Muhsin olarak özlerini Hakk’a bağlayanlar gerçekten kopmaz bir ipe bağlanmış olurlar.3362 Allah (c.c.), mü’minlere adâletle beraber ihsanı da emrediyor.3363 Allah (c.c.), insanlara ihsânla davrandığı gibi, insanın da ihsân sahibi olması en güzel şeydir. 3364
Sabır, secde, ağırbaşlılık, öfkeyi yutup insanların suçlarını bağışlama, hep hasen/güzel davranışlar olarak mihsinlerden sâdır olur.3365 Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ,
3355] Ahmed Kalkan, a.g.e. 51-53.
3356] 3/Âl-i İmrân, 134, 148; 2/Bakara 195; 5/Mâide, 13, 93
3357] 16/Nahl, 128; 29/Ankebût, 69
3358] 16/Nahl, 127; 2/Bakara, 112; 4/Nisâ, 125
3359] 16/Nahl, 128; 29/ Ankebût, 69
3360] 6/En’âm, 154; 22/Hacc, 37, v.d.
3361] 31/Lokman, 3
3362] 31/Lokman, 22
3363] 16/Nahl, 90
3364] 28/Kasas, 77
3365] 11/Hûd, 115; 7/A'râf, 161; 6/En'âm, 13; 3/Âl-i İmrân, 134
- 712 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Hârun muhsinlerden olup,3366 aynı şekilde Hz. Dâvud, Süleyman, Eyyub, Yusuf da Muhsinlerdir.3367 Bilhassa Hz. Yusuf, kendi adıyla anılan sûrede beş defa muhsin olarak zikredilmektedir.
Mü’min, yalnızca ibâdette değil, bütün davranışlarında ihsân üzerinde bulunur. O zaman, güzel yaptığı bütün amelleri ibâdet seviyesine yükselir. İnsan, bir hayvan boğazlarken bile ‘ihsân’ ile, güzellik ve şefkatle boğazlaması emredilir.3368 Genel olarak her durumda güzel davranış (sâlih amel, ihsân) emredilmekle birlikte, dinimiz, bazı konuların önemine binâen özel olarak güzel tavrı emreder. Kur’an ve hadislerde güzel davranmanın özellikle istendiği konulara özetle bakalım:
İnsanlara Güzel Davranma
Mü’minlerin birbirleriyle kaynaşmalarında, birbirlerine ihsân etmelerinin çok büyük rolü vardır. Müslümanların birbirine karşı şefkat, merhamet ve muhabbetli olmaları temel vasıflarındandır. Bir hadis-i şerifte: “Her müslüman, diğer müslümanın kardeşidir. Müslüman müslümana zulmedemez, kin besleyemez.”3369 buyrularak İslâm kardeşliği pekiştiriliyor. Bir başka hadis de müslümanların birbirleri üzerindeki bazı haklarını şöyle sıralamıştır: “Her müslümanın diğer müslümanlar üzerindeki hakları beştir: Selâm almak, hastayı ziyaret etmek, cenazesinin teşyiine iştirak etmek, dâvete icabet etmek, aksırınca ‘elhamdü lillâh’ diyene ‘yerhamukâllah’ diye karşılık vermek.”3370 Bu sayılanların her biri, bir müslümanın diğer müslümanlara karşı görevi olduğu gibi, aynı zamanda güzel birer davranıştır.
İslâm, bir mü’minin kâmil imana ermesini, kendisini düşündüğü kadar, müslüman kardeşini de düşünmesine bağlamıştır:
“Sizden hiç biriniz kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için de istemedikçe kâmil mü’min olamaz.” 3371
“Birbirinize kin tutmayınız, birbirinize haset etmeyiniz, birbiriniz hakkında kötü niyet beslemeyiniz. Hepiniz de Allah’ın kulu ve kardeş olduğunuzu biliniz.” 3372
Diğer Yaratıklara Güzel Davranma
İslâm, insanların hayvanlara herhangi bir suretle işkence yapmalarını, onlara eziyet etmelerini yasaklamış ve onlara güzel muâmele etmelerini emretmiştir. “Bir kadın bir kedi sebebiyle azâb olundu. Onu bağlamış, doyurup sulamamış; bir şey yemesine de müsâade etmemişti.”3373 Hayvan sahipleri, hayvanlarını yedirmek, içirmek ve bakımını yapmak zorundadırlar. Bu görevi yapmazlarsa, hayvanlarını birine baktırmaya, satmaya veya eti yeniyorsa kesmeye zorlanırlar.
Bir başka hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Canlı her varlığa iyilik
3366] 37/Saffât, 110, 121, 181
3367] 6/En'âm, 84
3368] Müslim, Sayd 57; İbn Mâce, Zebâih 3; Ebû Dâvud, Edâhî 12; Tirmizî, Diyât 14; Nesâi, Dahâyâ 22
3369] Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58
3370] Tirmizî, Edeb 1; Nesâî, Cenâiz 52
3371] Buhâri, İman 7
3372] Buhâri, Edeb 57
3373] Müslim, Birr 134
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 713 -
etmek, güzel davranmak sevaptır.”3374 İslâm yalnız hayvanlara değil; can taşıyan her varlığa ihsânın/güzelliğin ve iyiliğin gerekliliğini vurgulamıştır. Bitkiler ve ağaçlar da iyilik ve ihsâna muhtaçtır. Kâinat sarayı, yeryüzünün halifesi olan insanın istifadesine sunulmuş ve onun emânetine bırakılmıştır. Aslında insanın kendisi de kendisine emânettir. Bütün bu emanetlere riâyet, aslî görevlerimizdendir. İnsan, varlık âlemindeki her şeyin Allah’a âit ve O’nun mülkünde olduğunu unutmaz ise, bir karıncayı bile incitmez, bir yaprağı dahi gereksiz koparmaz ve bütün yaratıklara meşrû şartlar dâhilinde ihsân etmeden, güzel davranmadan duramaz. 3375
Güzellik Tanımına Giren ve Güzel Yapılması Emredilen Önemli Davranışlar
İhsân, yani güzellik, güzel davranışlar sergileme, sadece namaz gibi ibâdetlerle ilgili meselelerde mü’minin yükümlü olduğu bir sorumluluk değil; bütün söz ve işlerindeki değişmez tavrıdır. Allah her şeyde ihsan/güzellik ile davranılmasını kullarının üzerine gerekli kılmıştır: “Allah her şeyde ihsânı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır)...”3376
İhsân, söz ve davranış güzelliğidir. İhsân, diğer anlamları yanında temelde söz, mantık, vicdan ve davranışları güzelleştirmek anlamına gelir.
Konuşmada Güzellik ve Güzel Sözün Mâhiyeti
“Kullarıma söyle; sözün en güzelini söylesinler...”3377 Güzel söz; doğru, faydalı, sevindirici ve muhâtabın seviyesine uygun olan sözdür. Doğru sözdür: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, haramlardan sakının. Doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi düzene koysun ve günahlarınızı bağışlasın...”3378 “Acı da olsa doğruyu söyle...”
“Yalandan da sakının. Çünkü yalan, imana aykırıdır.” 3379
Güzel söz, faydalı olan sözdür:
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.” 3380
Kur’an’da gerçek mü’minlerin faydasız, mâlâyani konuşmalardan kaçındıkları belirtilir:
“Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler...” 3381
“Kendisini ilgilendirmeyen mâlâyaniyi (faydasız söz ve işleri) bırakması, mü’minin müslümanlığının güzelleşmiş olmasındandır.” 3382
Güzel söz, sevindirici sözdür: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyin
3374] Buhâri, Edeb 27
3375] Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, s. 65.
3376] Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12; Tirmizî, Diyet 14; İbn Mâce, Zebâih 4; Nesâî, Dahâyâ 22
3377] 17/İsrâ, 53
3378] 33/Ahzâb, 70-71
3379] Keşfu’l Hafâ, 1890, 865
3380] Et-Tâc, 5/183
3381] 23/Mü’minûn, 1-3
3382] Et-Tâc, 5/186
- 714 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(sevdirin), nefret ettirmeyin.”3383; “(Sevdirici ve sevindirici) tatlı söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.” 3384
Güzel söz, muhâtabın seviyesine uygun olan sözdür: “(Rabbimiz tarafından) insanlara aklî seviyelerine uygun olarak konuşmakla emrolunduk.” 3385
Güzel söz, Allah’a dâvet eden ve sâlih amel işleyen, ‘ben müslümanım’ diyenin sözüdür: “(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih (iyi ve güzel) iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel (ahsen) sözlü kim vardır?” 3386
Sözde ihsân, sadaka vermekle eş tutulur: “...Güzel söz sadakadır.”3387
Konuşma yeteneği, insanlar için verilmiş değerlerin en önemlilerinden biridir. Bu kabiliyet ile insan, hemcinsleriyle anlaşma imkânına sahip olur. Toplum halinde yaşamak mecbûriyetinde olan insan, her gün defalarca bu yeteneğini kullanarak etrafında dost veya düşman halkaları meydana getirir. Hayatımızı İlâhî ölçülere göre sürdürmemizi emreden Yüce Allah, çevremizde dost kazanmamızın sırrını açıklarken şöyle buyurur:
“(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih/iyi ve güzel iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? Hasene/güzellik, iyilik ile; seyyie/çirkinlik, kötülük bir olmaz. (Sen, çirkinliği/kötülüğü) en güzel olan şeyle uzaklaştır; o zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” 3388
Tartışmada ve Münakaşada Güzellik
“İçlerinden zulmedenler bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel şekilde (ahsen) mücadele edin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur.” 3389
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et. Onlarla en güzel şekilde mücâdele et.” 3390
Selâm Vermede Güzellik
“Size bir selâm verildiği zaman, siz de ondan daha güzeli (ahseni) ile selâmlayın; yahut aynısıyla karşılık verin...” 3391
Davranışlarda Güzellik
“Allah yolunda infak edin/harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” 3392
Her davranışımızı güzelleştirmek, Rabbimizın emri olduğu için ibâdettir.
3383] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722
3384] Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947
3385] Keşfu’l Hafâ, hadis no: 592
3386] 41/Fussılet, 33
3387] Müslim, Zekât 56; Tirmizî, Birr 36
3388] 41/Fussılet, 33-34
3389] 29/Ankebût, 46
3390] 16/Nahl, 125
3391] 4/Nisâ, 86
3392] 2/Bakara, 195
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 715 -
“Tâğuta (şeytana, putlara ve putlaştırılanlara) kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline (ahsen) uyan kullarımı müjdele...” 3393
Kötülükler ve Çirkinlikler Karşısında Güzellik
“(Seyyie ile hasene) iyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir tavırla (ahsen) önle. O zaman (görürüsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.” 3394
“...(O akıl sahipleri) ki, onlar kötülüğü iyilikle (seyyieyi hasene ile) savan kimselerdir...” 3395
“Güzel ahlak; mahrum edene vermen, ilgiyi kesene alâka göstermen, sana karşı haksızlık yapanı affetmendir.”
Hakka Çağırmada Güzellik
“Rabbinin yoluna hikmet ve mev’ıza-i hasene ile (güzel öğütle) çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et...” 3396
“Ona tatlı dille konuşun, yumuşak söz söyleyin; belki o, aklını başına alır veya korkar.” 3397
Ana babaya ihsân/Güzel Davranma
“De ki: ‘Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya ihsân/iyilik edin, güzel davranın...” 3398
“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da ihsânı/iyi ve güzel davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ‘of!’ bile deme; onları azarlama. İkisine de güzel söz söyle.” 3399
Bu âyetlerde kesin bir dille emredilen ana babaya ihsânın/güzelliğin, onları doyurmaktan ziyâde, içten gelen bir anlayışla koruma ve saygıda kusur etmemek, yani güzel davranmak olduğunu görüyoruz.
Yediklerimiz ve Giydiklerimizde Güzellik
Yenilen şeylerin helâl ve temiz (tayyib) olması Kur’an’ın emirlerindendir. Yeme ve giyme konularındaki âyetlerde de temizlik ve güzellikle ilgili emir ve tavsiyeler bulunur:
“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan gıdâların güzel, temiz ve helâl olanlarından yiyin...” 3400
“Ey Âdem oğulları! Her mescide gidişinizde zînetli elbiseler giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” 3401
“Ey Âdem oğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ
3393] 39/Zümer, 17-18
3394] 41/Fussılet, 34
3395] 13/Ra'd, 22
3396] 16/Nahl, 125
3397] 20/Tâhâ, 44
3398] 6/En’âm, 151
3399] 17/İsrâ, 23
3400] 2/Bakara, 168
3401] 7/A’râf, 31
- 716 -
KUR’AN KAVRAMLARI
elbisesi ise daha hayırlıdır...” 3402
Bütün yaptıklarımızı Allah’ın bizi gördüğü şuuruyla yapmak; her işte güzellik
“Allah (yapılacak) bütün işlerin güzel bir şekilde yapılmasını farz kılmıştır...” 3403
“İhsan (güzel davranış), Allah’a O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.” 3404
“Zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Aksi halde ateş size dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka evliyânız/dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez. Gündüzün iki tarafında (sabah, öğle ve ikindi) gecenin de yakın saatlerinde (akşam ve yatsı) namazı kıl. Çünkü hasenât/güzellikler/iyilikler/sevaplar, seyyiâtı//kötülükleri/günahları giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere (güzel bir) hatırlatmadır. Sabırlı ol, çünkü Allah ihsân sahibi olanların (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.” 3405
Güzel Bakan, Güzel Görür; Güzel İş Yapan, Daha Güzeline Kavuşur
Hakiki güzellik; Allah ve Rasûlü. Allah’ın emri ve hükmü; Rasûlünün tebliği ve örnekliği... Kulluk ve ibâdet...
Bütün yüceliklerle vasıflı ve tüm eksikliklerden münezzeh olan ve her şeye gücü yeten Allah’ımız güzeldir ve güzelliği sever.3406 Güzelliği sevdiği için de, yarattığı her şeyi güzel yaratmıştır.3407 Gökleri, yerleri ve insanları ahsen-i takvîm olarak, en güzel kıvamda/biçimde yaratmış,3408 fıtratlarımızı ve sûretlerimizi güzelleştirmiştir. Yapmakla yükümlü kılındığımız güzel amellerin genel ölçülerini, sözlerin en güzeli kıldığı Kur’an3409 ile bildirmiş, ahlâkını azîm/yüce kıldığı elçisi3410 Hz. Muhammed (s.a.s.) ile örneklendirmiştir. Rasûlullah’ta güzel örnekler3411 tümüyle mevcut bulunduğundan, o, kendi görevini; “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”3412 şeklinde özetlemişti. Güzel Rasûl, bizim görevimizi de şöyle hulâsa etmişti: “Allah her şeyde ihsânı, yani iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır)...” 3413
Dinimizin temel kurallarından birini oluşturan bu hadis-i şerife göre, yatıp kalkmaktan yemek yemeye, kılık kıyafetten selâmlaşmaya, üretim-tüketimden ticarete, yargıdan siyasete kadar bütün hayatî faâliyetlerimizi güzelleştirmekle mükellefiz.
3402] 7/A’râf, 26
3403] Et-Tâc, 3/105
3404] Buhâri, İman 37, 1/20; Müslim, İman 1, hadis no: 8, 1/36; Tirmizî, İman 14, hadis no: 2738, 4/119; Ebû Dâvud, Sünnet 16, hadis no: 4695, 4/223; İbn Mâce, Mukaddime 9, hadis no: 63,64, 1/24; Nesâi, İman 6, 8/88
3405] 11/Hûd, 113-115
3406] Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, bâb 10
3407] 32/Secde, 71
3408] 95/Tîn, 4
3409] 39/Zümer, 23
3410] 68/Kalem, 4
3411] 33/Ahzâb, 21
3412] Ahmed bin Hanbel, 2/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 8
3413] Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12; Tirmizî, Diyet 14; İbn Mâce, Zebâih 4; Nesâî, Dahâyâ 22
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 717 -
Güzelleştirmek, güzelleşmektir; daha doğrusu, fıtratımızdaki güzelliği ortaya çıkarmaktır. Amellerimizi güzelleştirmenin ise, bir arada bulunması gereken biri şekle; diğeri öze bağlı iki ana şartı vardır: Birincisi, yapılacak işin İlâhî yasaları içeren vahye uygun olmasıdır. Allah ve Rasûlünün emir ve yasaklarına uygun olarak gerçekleştirilen tüm sözler, davranışlar ve işler, güzelleştirilmiş ameller olduğu gibi, vahye ayarlı ve ilimle donanımlı aklın verilerine uygun olarak gerçekleştirilen eylemler de güzelleştirilmiş amellerdir. İkinci şart, öze ilişkin şart ise, şeklen dine ve akla uygun işleri Allah’ı görür gibi ve de O’nun tarafından görüldüğü şuuru içinde ibâdetleştirerek yapmaktır. Her şeyi ihsân üzere, yani güzelleştirerek yapmanın Güzel Rasûl’ün dilindeki ifadesi de budur. Bizim, her işi güzelleştirerek yapma yükümlülüğümüzün ana nedeni ise çok iyi bilinmelidir ki, yaratılış sebebimiz olan ubûdiyeti/kulluğu gerçekleştirmektir. Zira açıklanan ölçülere göre davranışlarımızı güzelleştirmek, ibâdetleştirmektir; en geniş anlamda Allah’a ibâdet etmektir. Buna Kur’an tâbiri olarak; “sâlih amel”, “hasenât”, “ihsân”, “tayyibât” diye ad verilir ki, bunların hepsi “ibâdet” ve “ubûdiyet”tir. Güzelliklere olduğu gibi, çirkinliklere de eğilimli ve yetenekli olan insanın her işi “ihsân” üzere güzelleştirerek yapması, pek kolay değildir. Özellikle İslâm’ın evlere, çevreye, sokağa, okula, yönetime... hâkim olmadığı günümüz ortamında bu daha da zorlaşmaktadır. Bunun gerçekleşmesi için İlâhî yardım gereklidir. Bundan dolayı Kur’an bize şöyle duâ ederek güzellikler dilememizi öğütler: “Rabbenâ âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneh ve kınâ azâbe’n-nâr (Rabbimiz, bize dünyada da hasene/güzellik ver, âhirette de hasene/güzellik ver; bizi ateş azâbından koru).”3414 3415
Güzel Davranışlarda Bulunanların Mükâfatı
“Kim verir ve sakınırsa, en güzeli (hüsnâyı) tasdik ederse Biz de onu en kolaya hazırlar, onda başarılı kılarız. Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp hakka boyun eğmez, en güzeli (hüsnâyı) de yalanlarsa, Biz de onu en zora yöneltiriz. Öylesi çukura yuvarlandığı zaman malı kendisine hiç fayda vermez.” 3416
Bu âyetlerde güzel davranışın takvâyı da kapsadığını görmekteyiz. Bundan sonra, “en güzel (hüsnâ) söz olan tevhidi tasdik eden” ifadesi, verme ve takvâyı izlemektedir. İnancıyla birlikte güzel davranışlarda bulunan ve insanlara iyilik edip malını veren ve Allah’tan korkan böyle insanların işi, dünya ve âhirette kolaylaşmıştır. Davranışı Allah yanında makbuldür. Zira insanca/ihsânca davranışıyla Allah’ın istediklerini yerine getirmiştir.
Güzel davranış sahiplerine Allah ihsânla/güzellikle ve daha fazlasıyla karşılık verecektir.
“İhsân edenlere/güzel amel işleyenlere, hüsnâ/daha güzel mükâfat (cennet), bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” 3417
“Kim (Allah huzuruna) bir hasene/güzellikle gelirse, ona getirdiğinin on katı vardır.” 3418
3414] 2/Bakara, 201
3415] Ali Esen, Güzel Bakan Güzel Görür, Ribat, Temmuz 2000.
3416] 92/Leyl, 5-11
3417] 10/Yûnus, 26
3418] 6/En'âm, 160
- 718 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsan, ihsân üzere olur, güzel işler yaparsa, davranışlarını ihsân üzere gösterirse, bunun karşılığı olarak ihsân görür, güzellikle muâmele edilir.
“İhsânın karşılığı ihsândan başka bir şey midir?” 3419
“Allah, ihsân sahiplerinin (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.” 3420
“İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” 3421
İhsâna ihsânla, güzel davranışa güzelliklerle karşılık; hem dünyada, hem de âhirette ayrı ayrı verilecektir.3422 İhsâna karşılığın en güzeli Allah katındadır. 3423
İnsanların dünyada işledikleri ameller ne kadar ihsân vasfında güzel olursa olsun, Allah’ın ihsânıyla, âhirette vereceği güzelliklerle mukayese edilmez. Zaten insanın ihsân üzere yaşayıp güzellikler sergilemesi de Allah’ın bir lutfu ve ihsânıdır, O’nun yardımıyladır. Bunları düşünen insan, yaptığı güzelliklerden dolayı nefsine pay çıkarıp kibirlenmemeli, ihsânını riyâ ve gurur pisliklerinde kirletmemelidir.
Allah, güzel davranışlarda bulunan muhsinlerle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir.3424 Allah’ın rahmeti sürekli muhsinlerle, güzellik sergileyenlerle beraber olur.3425 Muhsinler, kopmaz bir ipe bağlanmış olurlar.3426 Kur’an, muhsinlere rahmet sunar.3427 İhsân sahiplerinin aleyhine bir yol (onları yenik duruma düşürme) yoktur. 3428
“Rabbimiz, bize dünyada da hasene/güzellik ver, âhirette de hasene/güzellik ver.”3429
“Güzele güzel dersin naz eder; çirkine güzel dersin haz eder.” (Atasözü)
“Güzele güzelsin deme. Belki gururundan çirkinleşebilir.”
“Ben güzele güzel demem, / Güzel benim olmayınca.”
“Güzelliğin on para etmez, / Bu bendeki aşk olmasa.”
“Kişi kimi seviyorsa odur en güzel.”
“Güzel olan şeyler, ancak kendilerinden anlayan ve hoşlanan kimselere güzel gelir.”
“Rûhun güzelliği, bedenin güzelliği kadar kolaylıkla görülmez.”
“Eserdir, sanattır, dildir rûhun güzelliğini gösteren.”
3419] 55/Rahmân, 60
3420] 11/Hûd, 115
3421] 2/Bakara, 195
3422] 3/Âl-i İmrân, 148; 16/Nahl, 39; 39/Zümer, 10
3423] 3/Âl-i İmrân, 14, 195; 13/Ra'd, 29; 38/Sâd, 25, 40, 49
3424] 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134, 147; 5/Mâide, 13, 85, 93; 7/ A’râf, 57; 9/Tevbe, 120; 29/Ankebût, 69 vd
3425] 7/A'râf, 56
3426] 31/Lokman, 22
3427] 31/Lokman, 3; 46/Ahkaf, 12
3428] 9/Tevbe, 91
3429] 2/Bakara, 201
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 719 -
“Güzelle faydalıyı aynı yerde bir araya getirmek, çoğu zaman mümkün değildir.”
“İç hayatımızın hazinesini zenginleştiren her şey güzeldir.”
“Yüz güzelliği, yaz yemişi gibidir. Çabuk çürür, çok dayanmaz.”
“Zaman, o hırsızların en belâlısı, / Çalmış güzelin nesi var, nesi yoksa.”
“Güzellik kanatlıdır, çok çabuk uçar.”
“Satılan ve satın alınan güzellikler, yapay/sanal güzelliklerdir; saf/doğal değildir.”
“Güzellik, Allah’ın armağanıdır.”
“Asırlardır bu böyledir, / Bütün kötülükler geçer; / Yaşar iyi ve güzel olan.”
“Bu hayata değer verdiren tek şey, sonsuz güzelliğin görülmesidir.”
“İnsan, bu geçici dünyada güzelliği görünce gerçek güzelliği hatırlar ve ona doğru uçmak için yanar tutuşur.”
“Güzelle iyinin arasında bir fark vardır; İyinin ispatlanmaya ihtiyacı vardır, güzel ise güzeldir.”
“Güzel ve göz alıcı her şey iyi olmayabilir; ancak iyi olan her şey güzeldir.”
“Doğru olan bir şey, hep güzel ve akla yakındır.”
“Güzellik gerçektir; gerçek de güzelliktir.”
“Bana Allah’ı hissettirmeyen câmi, ne kadar muhteşem olsa bile, güzel değildir.”
“Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır.”
“Güzel ahlâklı, güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhaları görür. Fenâ ahlâklı fenâ düşündüğünden, fenâ levhaları görür.”
“Her şey ya hakikaten güzeldir; ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir.”
“Bir kısım olaylar vardır ki, zâhiri çirkin ve karışıktır. Fakat o zahirî perde altında çok parlak güzellikler ve intizamlar vardır.”
“Her şeyin bir mülk, diğeri melekût; yani biri dış, diğeri iç olmak üzere iki yönü vardır. Mülk ciheti, bazı şeylerde güzeldir ve şeffaftır; Aynanın dış yüzü gibi. O yüzden, çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir. Aynı zamanda o çirkinlerin yaratılışı, güzellikleri tamamlamak içindir. O yüzden çirkinin de bir çeşit güzelliği vardır.”
“Güzellik bir nimettir. Nimete şükredilse, mânen ziyâdeleşir/artar; Şükredilmezse değişir, çirkinleşir.”
“Güzel değil batmakla kaybolan mahbûp/sevgili. Çünkü, zevâle/yokluğa mahkûm, gerçek güzel olamaz. Ebedî sevgi için yaratılan ve İlâhî ayna olan kalp ile sevilmez/sevilmemeli.
- 720 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Husn/Güzellik Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Husn/Güzellik Kavramının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (194 Yerde): 2/Bakara, 58, 83, 83, 112, 138, 178, 195, 195, 201, 201, 229, 236, 245; 3/Âl-i İmrân, 14, 37, 37, 120, 134, 148, 148, 172, 195; 4/Nisâ, 36, 40, 59, 62, 69, 78, 79, 85, 86, 95, 125, 125, 128; 5/Mâide, 12, 13, 50, 85, 93, 93; 6/En’âm, 84, 151, 152, 154, 160; 7/A’râf, 56, 95, 145, 168, 131, 137, 156, 161, 180; 8/Enfâl, 17; 9/Tevbe, 50, 52, 91, 100, 107, 120, 121; 10/Yûnus, 26, 26; 11/Hûd, 3, 7, 88, 114, 115; 12/Yûsuf, 3, 22, 23, 36, 56, 78, 90, 100; 13/Ra’d, 6, 18, 22, 29; 16/Nahl, 30, 30, 41, 62, 67, 75, 90, 96, 97, 122, 125, 125, 128; 17/İsrâ, 7, 7, 23, 34, 35, 53, 110; 18/Kehf, 2, 7, 30, 31, 86, 88, 104; 19/Meryem, 73, 74; 20/Tâhâ, 8, 86; 21/Enbiyâ, 101; 22/Hacc, 37, 58; 23/Mü’minûn, 14, 96; 24/Nûr, 38; 25/Furkan, 24, 33, 70, 76; 27/Neml, 11, 46, 89, ; 28/Kasas, 14, 54, 61, 77, 77, 84; 29/Ankebût, 7, 8, 46, 69; 31/Lokman, 3, 22; 32/Secde, 7; 33/Ahzâb, 21, 29, 52; 35/Fâtır, 8; 37/Sâffât, 80, 113, 105, 110, 121, 125, 131; 38/Sâd, 25, 40, 49; 39/Zümer, 10, 10, 18, 23, 34, 35, 55, 58; 40/Mü’min, 64; 41/Fussılet, 33, 34, 34, 50; 42/Şûrâ, 23, 23; 46/Ahkaf, 12, 15, 16; 48/Fetih, 16; 51/Zâriyât, 16; 53/Necm, 31, 31; 55/Rahmân, 60, 60, 76; 57/Hadîd, 10, 11, 18; 59/Haşr, 24; 60/Mümtehine, 4, 6; 64/Teğâbün, 3, 17; 65/Talâk, 11; 67/Mülk, 2; 73/Müzzemmil, 20; 77/Mürselât, 44; 92/Leyl, 6, 9; 95/Tîn, 4.
B- Güzellik, Hayır ve İyilik Konularındaki Âyet-i Kerimeler:
a- Hayır ve Şer İmtihandır: 21/Enbiyâ, 35.
b- Allah, Bir Kişi Hakkında Hayır Dilerse Onu Geri Çevirecek Yoktur: 10/Yûnus, 107.
c- Hasenât (Güzellikler): 11/Hûd, 114.
d- İnsana İyi ve Kötü Diye İki Yol Gösterilmiştir: 90/Beled, 10; 91/Şems, 8.
e- Allah’tan Hayır İstemek: 26/Şuarâ, 84.
f- Hoşa Giden Bir Şey Hayır Olabilir: 2/Bakara, 216; 31/Lokman, 34.
g- Hayır, Allah’ın Elindedir: 3/Âl-i İmrân, 26; 4/Nisâ, 79.
h- Âhirete Önden Hayır Yollamak: 2/Bakara, 110; 22/Hacc, 77; 36/Yâsin, 12; 59/Haşr, 18; 75/Kıyâme, 13; 82/İnfitâr, 5.
i- Hayır İşlerinde Yarışmak: 2/Bakara, 148; 5/Mâide, 48; 23/Mü’minûn, 61.
j- Birr/İyilik: 2/Bakara, 177, 189.
k- İyilik Etmek: 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134; 4/Nisâ, 36, 114, 125; 16/Nahl, 128.
l- İyiliklere Önder Olmak: 4/Nisâ, 85.
m- İyiliği Açıklamak ve Gizlemek: 4/Nisâ, 149.
n- İyilik Etmek ve Kötülükten Sakınmakta Yardımlaşmak: 5/Mâide, 2.
o- Kötülüğü İyilikle Savmak: 13/Ra’d, 22; 23/Mü’minûn, 96; 41/Fussılet, 34-35.
p- Allah, İhsânı (İyiliği) Emreder: 16/Nahl, 90.
r- Yapılan İyiliği Çok Görmemek: 74/Müddessir, 6.
s- Daha Çoğunu Bekleyerek, İyilik Yapmaktan Sakınmak: 74/Müddessir, 6.
ş- İyilik Yapanla Kötülük Yapanın Misâli: 45/Câsiye, 21.
t- Kötülüğe Karşı İyilik, Dost Kazandırır: 23/Mü’minûn, 96; 41/Fussılet, 34-36.
u- Hayra Engel Olmak: 2/Bakara, 217; 68/Kalem, 12.
ü- İyilikleri Başa Kakmak: 2/Bakara, 262, 263, 264, 266; 26/Şuarâ, 22; 49/Hucurât, 17; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 6.
v- Allah, İyiliğin Karşılığını Kat Kat Verir: 4/Nisâ, 40, 124; 6/En’âm, 160; 10/Yûnus, 26; 42/Şûrâ, 23; 73/Müzzemmil, 20.
y- Her İyiliğin ve Kötülüğün Karşılığı Verilecektir: 99/Zilzâl, 6-8.
z- İyiliğin Karşılığı: 4/nisâ, 124; 31/Lokman, 16; 73/Müzzemmil, 20.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. T. D.V. İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 7, s. ; c. 19, s. 59-63; c. 22, s. 146-148
2. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y, c. 3, 41-42; c. 2, s. 243-246; c. 1, s. 244-245, 289, 292
3. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 7, s. 40-52, c. 2, s. 66-81, 82-84, c. 20, s. 64-73
4. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Beşir Ayvazoğlu), Risale Y. c. 1, s. 474-476
5. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 128-132
6. Sanat Bilinci, Ahmed Kalkan, Denge Y. s. 15-20, 45-70
GÜZEL VE GÜZELLİK (HUSN - HASENE)
- 721 -
7. Nur’dan Cümleler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 2, s. 118-119
8. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 35-36
9. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 7-8, 9-11
10. Kur’ân-ı Kerim’de Salâl Meselesi, Ömer Dumlu, D.İ.B. Y. s. 34-40, 127-129
11. İslâm Açısından Mûsiki ve Semâ, Süleyman Uludağ, İrfan Y. s.15, 59-61, 102-112, 339-341
12. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. 273-279, 291-310
13. Kur’an’da İhsân ve Muhsin Kavramları, Metin Ocak, İnkılâb Y.
14. İhsan, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
15. Güzellikler Dini İslâm, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
16. Estetik, İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi Y.
17. Sanat ve Estetik Kuramlar, Nejat Bozkurt, Sarmal Y.
18. Ahlâk Bilinci, Hüseyin Caneri, Denge Y.
19. Ahlâk Hadisleri, İmam Buhârî, 1-2, Sönmez Neşriyat
20. Kırk Hadisle Güzel Ahlâk, Cemal Uşşak, Nesil Basım Yayın
21. Hadislerle Güzel Ahlâk, Said Köşk, Anahtar Y.
22. İyi Müslüman, İsmail Lütfi Çakan, Büşra Y/Diyanet Vakfı Y.
23. Ahlâkımız, Mustafa Çağrıcı, Marifet Y.
24. Muhteşem Sanatkâr, Servet Engin, Adım Y.
25. İslâm Estetiği, Beşir Ayvazoğlu, Ağaç Y.
26. Aşk Estetiği, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Y.
27. İslâm Düşüncesinde Sanat, Muhammed Kutub, Fikir Y.
28. Güzel Söze Uymanın Önemil, Harun Yahya, Vural Y.
29. Din ve Fıtrat, Y. Nuri Öztürk, Yeni Boyut Y. s. 141-160
30. Görsel Sanatlar ve İslâm, Heyet, İSAV/İlmî Neşriyat
31. Güzellik Felsefesi; Estetik, Köprü no: 71, Yaz 2000
32. Sanat Özel Sayısı, Fecre Doğru, sayı 31, Mayıs 98

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:14

GÜZEL SÖZ

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

GÜZEL SÖZ


- 629 -
Kavram no 60
Görevlerimiz 7
Ahlâkî Kavramlar 12
Bk. Emr-i Bi’l-Ma’ruf; Katılık- Yumuşaklık; Sanat
GÜZEL SÖZ
• Güzel Söz; Anlam ve Mâhiyeti
• Sözlerin En Güzeli Olan Kur’ân-ı Kerim’de Güzel Sözün Önemi
• Hadis-i Şeriflerde Güzel Söz
• Güzel Söz, Allah’a Çağırmaktır
• Dünya ve Âhiret Kapılarını Açan Anahtar; Güzel Söz
• Levhv el-Hadis; Faydasız, Boş Söz
• Söz Var İş Bitirir, Söz Var Baş Yitirir
• Kur’an’a Göre Söz Söyleme Sanatı
• Büyüleyici Söz; Şiir ve Söz Canbazı Şâir
• Güzel Sözün Özellikleri
• Tarihten Bu Yana Dil - Din İlişkileri Konusunda Bazı Tespitler
• Güzel Söz; Aklı Kullanma Sanatı
“Vaktiyle Biz, İsrâiloğullarından; ‘yalnızca Allah’a kulluk/ibâdet edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara ihsân/iyilik edeceksiniz’ diye mîsak/söz almış ve ‘insanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin’ diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesnâ, yüz çevirerek dönüp gittiniz.”2913
Güzel Söz; Anlam ve Mâhiyeti
Kur’an’da güzel söz konusunda; “Kuulû li’n-nâsi husnâ: İnsanlara güzel söz söyleyin”2914 ve “Ve kul li ıbâdî yekuulu’l-letî hiye ahsen: Kullarıma söyle: ‘Sözün en güzelini konuşsunlar.”2915 ifadeleri geçer. Âyetlerde geçen “güzel söz” terkibi, “kavl” ve “husn” kelimeleriyle belirtilir. Kavl: Söz anlamına gelir. Ağızdan çıkan anlamlı seslere ve konuşmaya denir. Husn: Güzellik, hoşluk, iyilik ve mükemmellik anlamlarına gelir. Râgıb-ı İsfahanî’nin belirttiği gibi; değerli, seçkin ve rağbet gören şeylere “husn” denir.
Güzel söz; gönül alan, onur kırmayan, hak ve doğruyu gösteren sözlerdir. Fertler arasında sevginin, hak ve doğrunun üstün tutulması; nefret ve düşmanlığın giderilmesi, hakka uygun sözlerle mümkün olmaktadır. Allah, bir toplumun, diğerini ayıplamamasını, kusurlarını araştırmamasını, aleyhinde iftira ve gıybette bulunmamasını emretmektedir.2916 Konuşma kabiliyeti, Allah tarafından insanlar için verilmiş değerlerin en önemlilerinden biridir. Bu yetenek ile insan, hemcinsleriyle anlaşma imkânına sahip olur. Toplum halinde yaşamak mecburiyetinde
2913] 2/Bakara, 83
2914] 2/Bakara, 83
2915] 17/İsrâ, 53
2916] 49/Hucurât, 11-12
- 630 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan insan, her gün defalarca bu yeteneğini kullanarak etrafında dost veya düşman halkaları meydana getirir.
Güzel söz söylemek denilince, insanların çoğu bunu iltifat etmek, sevgisini dile getirmek ya da umut veren konuşmalar yapmak olarak algılar. Oysa Kur’an’ın bize öğrettiği güzel söz, her ne kadar bu sayılanları içine alsa da, çok daha farklı ve geniş bir anlam içerir. Allah, güzel sözü bize şöyle tarif eder: “(İnsanları) Allah’a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır?”2917 Asıl güzel söz, insanları Allah’a çağıran, Kur’an’a uymaya dâvet eden sözdür. Güzel sözü söyleyen, yani Allah’a çağıranlar ise yalnızca iman edenlerdir.
Allah’ın dinini anlatmak, Kur’an ile öğüt vermek, iyiliği emredip kötülükten men etmek, Allah’ın âyetlerini hatırlatmak; bunların hepsi birer çağrıdır ve bir insana söylenebilecek en hayırlı, en güzel sözlerdir. Mü’minlerin insanları Kur’an ahlâkına yönelten bu sözleri, doğrudan karşılarındaki kişiyi hoşnut etmeye yönelik olmadığı gibi, herhangi bir menfaate yönelik de değildir. Tüm bu sözlerin tek bir hedefi vardır; Allah’ı râzı etmek ve muhatabın da Allah’ın râzı olacağı ahlâkta bir insan olmasına vesile olmak. Hedef bu olunca Allah’ı zikretmek, tevhidi, ibâdeti, güzel ahlâkı anlatmak ve âhireti kazanmaya çağırmak gibi, kimi zaman kişiye eksik olduğu yönlerde öğüt vermek, Kur’an âyetleri doğrultusunda hatalarını eleştirmek, korkup sakınmasını hatırlatmak da aynı şekilde güzel sözdür.2918
Dünyada yaşamakta olan milyarlarca insan için cehenneme gitme ve sonsuza kadar azaptan azaba sürüklenme tehlikesi vardır. Kişinin kendisini Allah’a çağıran en güzel söze uyması, azaptan kurtuluşu için hayatî bir önem taşımaktadır. İnsan, ancak güzel söze uyduğu takdirde dünyada ve âhirette güzel bir hayatla yaşayabilir. “... Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele...”2919
Sözlerin En Güzeli Olan Kur’ân-ı Kerim’de Güzel Sözün Önemi
Kur’ân-ı Kerim, söze çok önem verir. Bu ehemmiyeti, söz ve konuşma anlamına gelen “kavl” kelimesinin her dört âyette bir kullanılmasından da anlayabiliriz. “Kavl” ve türevleri, Kur’an’da tam 1721 yerde geçer. Güzellik de Kur’an’ın üzerinde ısrarla durduğu, hemen her konuda yapılanların güzel olmasını istediği özelliklerdendir. Güzellik anlamına gelen “husn” kelimesi ve türevleri Kur’an’da 194 yerde kullanılır. Çok sayıda âyet; “Kul: De ki, onlara şöyle söyle” şeklinde başlar. Sözlerin en güzeli, insanları hakka, doğruya, olgunluğa, insanca yaşamaya sevk eden Allah’ın kelâmıdır: “Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer, ikişerli âhenkli bir Kitap halinde indirdi.”2920 Dolayısıyla insan, güzel sözlü olmak istiyorsa, hem muhtevâ hem de usûl ve üslûp olarak referansını Kur’an’dan almalıdır.
Güzel sözün O’nun katına çıktığı; güzel sözü Allah’a çıkaranın da sâlih amel olduğu Kur’an’da belirtilirken,2921 eylemle desteklenmeyen sözün güzel olma2917]
41/Fussılet, 33
2918] Hârun Yahya, Güzel Söze Uymanın Önemi, s. 7-8
2919] 39/Zümer, 17-18
2920] 39/Zümer, 23
2921] 35/Fâtır, 10
GÜZEL SÖZ
- 631 -
yacağı vurgulanmış olmaktadır. Sözün Allah indinde makbul olması için söze uygun eylem yapılması gerekir. Kur’an, ister mü’min olsun ister kâfir, insanlarla konuşurken güzel konuşmayı emreder.2922 Sözlerin en güzeliyle konuşmayı emreden Kur’an, insanın açık düşmanı olan şeytanın insanların arasını bozmak için kötü ve çirkin sözlerden yararlandığını belirtir ve güzel olmayan sözleri yasaklar.2923 Çirkin ve kötü söz; şirk ve küfür lâfızları başta olmak üzere, arkadan çekiştirme (gıybet), söz taşıma, jurnal etme, yalan, iftira vb. sözlerdir. Bunlar, insanın içinden geçebilirse de başkasına açıklamak ve söylemek câiz değildir. Bir kimse başkasına bir kötülük, bir haksızlık yaptığında, bunu başkasına söylemek de kötü söze girer; ancak, kötülük ve haksızlık gören kimse, ya ıslah etmek yahut da suçlunun ceza görmesini sağlamak maksadıyla bunu açıklamak mecburiyetindedir; buna izin verilmiştir.2924
Kur’an’da Allah, güzel sözü, güzel ağaca benzetmiştir.2925 Çünkü güzel sözün meyvesi güzel amel; güzel ağacın ürünü de faydalı meyvedir. Bu âyetteki güzel sözden maksadın “lâ ilâhe illâllah”, güzel ağacın da “mü’min” olduğuna dair İbn Abbas’a dayanan bir tefsir rivâyet edilir. Bu tevhid kelimesi, dışta ve içte daima güzel amellerin meydana gelmesine sebep olur. Allah’ın râzı olacağı her güzel iş, bu kelimenin meyvesidir. Kötü söz, pis bir ağaca benzetilir.2926 Çirkin söz, rüzgârın şuraya buraya savurduğu köksüz, hafif, yararsız, hatta zararlı ota benzer. Kötü kelime, İbn Abbas ve müfessirlerin çoğuna göre, başta Allah’ı inkâr olmak üzere dinin kötü ve haram saydığı sözlerdir. Çirkin söz, ruha zararlı olan köksüz, dikenli ağaç/bitkidir. Çünkü hem söyleyenin kendisine zarar verir, hem de başkalarını incitir, yaralar. Kötü kelime, her türlü fitnenin, fesâdın, felâket ve musibetin kaynağıdır. Kötü söz, hem dünyada hem de âhirette insanın felâketlere sürüklenmesine sebep olur.
“Vaktiyle Biz, İsrâiloğullarından; ‘yalnızca Allah’a kulluk/ibâdet edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara ihsân/iyilik edeceksiniz’ diye mîsak/söz almış ve ‘insanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin’ diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesnâ, yüz çevirerek dönüp gittiniz.”2927
“Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.”2928
“(İnsanları) Allah’a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.”2929
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”2930
2922] 2/Bakara, 83; 17/İsrâ, 53; 20/Tâhâ, 44
2923] 17/İsrâ, 53
2924] 4/Nisâ, 148
2925] 14/İbrâhim, 24
2926] 14/İbrâhim, 26
2927] 2/Bakara, 83
2928] 17/İsrâ, 53
2929] 41/Fussılet, 33-34
2930] 3/Âli İmrân, 104
- 632 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şâyet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.”2931
“Allah’ın geçiminize dayanak kıldığı malları aklı ermezlere vermeyin; o mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.”2932
“Yakınlar, yetimler ve yoksullar miras taksiminde hazır bulunursa, ondan bunları da rızıklandırın ve onlara güzel söz söyleyin.”2933
“Onlar (münâfıklar), Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında belîğ/tesirli söz söyle.”2934
“Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak, zulme/haksızlığa uğrayan başka. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.”2935
“Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah’a söverler.”2936
“Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi? Güzel bir sözü; kökü (yerde) sâbit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti). O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan pis bir ağaca benzer. Allah, iman edenleri dünya hayatında da âhirette de değişmeyen sözle sağlam yolda yürütür. Buna mukabil Allah zâlimleri saptırır. Allah dilediğini yapar.”2937
“Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.”2938
“Orada (cennette) boş söz değil; sadece ‘selâm’ duyarlar. Orada, sabah akşam rızıkları da kendileri için hazırdır.”2939
“Rabbim, göğsüme genişlik ver; kolaylaştır işimi. Çöz düğümü dilimden, ki anlasınlar sözümü.”2940
“(Ey Mûsâ, kardeşin Hârun’la beraber) Firavun’a gidin. O, tuğyân etti/iyice azdı. Ona tatlı ve yumuşak söz söyleyin.”2941
“O çok merhametli Allah’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında ‘selâm’ derler (geçerler).”2942
2931] 3/Âl-i İmrân, 159
2932] 4/Nisâ, 5
2933] 4/Nisâ, 8
2934] 4/Nisâ, 63
2935] 4/Nisâ, 148
2936] 6/En’âm, 108
2937] 14/İbrâhim, 24-27
2938] 16/Nahl, 125
2939] 19/Meryem, 62
2940] 20/Tâhâ, 25-28
2941] 20/Tâhâ, 44
2942] 25/Furkan, 63
GÜZEL SÖZ
- 633 -
“Onlar (mü’minler) ki, yalan şâhitlik etmezler, boş bir şeye rastladıklarında, vakar ile (oradan) geçip giderler. Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.”2943
“Onlar (mü’minler), boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve ‘bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler.”2944
“İnsanlardan öyleleri var ki, herhangi bir ilmî delile dayanmadan Allah yolundan saptırmak ve sonra da onunla alay etmek için boş lâfı satın alır. İşte onlara rüsvây edici bir azab vardır. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, sanki kulaklarında bir ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak yüz çevirir. Sen de ona acıklı bir azabın müjdesini ver!”2945
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin.”2946
“Kim izzet ve şeref istiyorsa, (bilsin ki) izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır (onu dilediğine verir). O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır...”2947
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidâyet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.”2948
“Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve mükerreren gelen Kitab’ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların bu Kitaptan derileri ürperir, sonra hem ciltleri ve hem de kalpleri, Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah’ın dilediğini onunla doğru yola ilettiği hidâyet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz.”2949
“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidir. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidir. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işle böyle kimseler zâlimlerdir. Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi gıybet etmesin/arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.”2950
Hadis-i Şeriflerde Güzel Söz
Sözlerin en güzeli olan Allah kelâmını ümmetine tebliğ eden Peygamberimiz de birçok hadislerinde, insanlara karşı güzel söz söylemeyi emir ve tavsiye etmiş; bizzat kendisi de hayatı boyunca kaba sözlerden sakınmış; şahsına hakaret eden insanlara bile; “Allah’ım! Onlara hidâyet et; onlar gerçeği bilmiyorlar” diyerek duâda bulunmuştur.
2943] 25/Furkan, 72-73
2944] 28/Kasas, 55
2945] 31/Lokman, 6-7
2946] 33/Ahzâb, 70
2947] 35/Fâtır, 10
2948] 39/Zümer, 17-18
2949] 39Zümer, 23
2950] 49/Hucurât, 11-12
- 634 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rasûl-i Ekrem, “cevâmiu’l-kelîm” idi. Yani, az kelimelerle çok anlamlı şeyleri anlatır, az ve öz konuşur, veciz ifadelerle merâmını dile getirirdi.
“İyiliği emir ve kötülüğü yasaklamaktan ve Allah’ı zikirden başka insanoğlunun her sözü aleyhinedir.”2951
“Allah’ın zikri dışında kelâmı çok yapmayın (çok konuşmayın). Zira Allah’ın zikri dışında çok söz, kalbe kasvet (katılık) verir. Şunu bilin ki, insanların Allah’a en uzak olanı kalbi katı olanlardır.”2952
“Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!”2953
“Din nasihattir.” Ashâb sordu: ‘Kim için nasihattir ya Rasûlallah?’ “Allah için, Kitab’ı ve Rasûlü için, müslüman devlet adamları ve bütün müslümanlar için.”2954
“Her ma’rûf/iyilik, güzel söz bir sadakadır.”2955
“Bir hayırlı işe delâlet eden kimse için, o hayırlı işi işleyenin sevâbı gibi mükâfat vardır.”2956
“Yarım hurma ile (onu sadaka vererek) olsa dahi ateşten korunmaya çalışın. Bunu da bulamazsanız tatlı sözlerle... Güzel söz sadakadır.”2957
“Sözlerin (en) hayırlısı Allah’ın Kitabı, yolların (en) hayırlısı Muhammed’in yoludur.”2958
“Bazı sözde büyüleyen bir kudret vardır.”2959
“Beyandan bir kısmı sihirdir ve şiirden bir kısmı da hikmettir.”2960
“Şiirden bir kısmı hikmettir.”2961
“Bir adamın karnının irinle dolup hasta olması, şiirle dolmasından daha hayırlıdır.”2962
“Şiir, söz menzilesindedir (doğal söz, nesir gibidir); onun güzeli kelâmın güzeli gibidir ve çirkini de kelâmın çirkini gibidir.”2963
“Kendisini ilgilendirmeyeni (faydasız söz ve işleri) terk etmesi, kişinin müslümanlığının güzelleşmiş olmasındandır.”2964
“Kıyamet gününde sizden kendilerini hiçmi hiç sevmeyeceğim ve benden pek çok uzakta kalacak olanlarınız; çok konuşanlarınız, sözleriyle insanlar üzerinde üstünlük sağlamak isteyenleriniz ve bir de kendilerini büyük görenlerinizdir.”2965
2951] İbn Mâce, Fiten 12
2952] Tirmizî, Zühd 62; Kütüb-i Sitte Terc. 16/394
2953] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s Sâlihîn, II/120
2954] Müslim, İman 95; Buhârî, İman 42; Tirmizî, Birr 17; Nesâî, Bey’at 31; Ebû Dâvud, Edeb 59
2955] Müslim, Zekât 16, Ebû Dâvud, Zekât 60; Buhâri, Edebu’l Müfred, I/245
2956] Müslim, İmâre 38; Ebû Dâvud, Edeb 115; Tirmizî, İlm 14
2957] Riyâzu’s-Sâlihîn, II/109
2958] Müslim
2959] Buhârî, Tıbb 51; Muvattâ, Kelâm 7; Ebû Dâvud, Edeb 94; Tirmizî, Birr 81
2960] Ebû Dâvud, Edeb 87; İbn Mâce, Edeb 41
2961] Buhârî, Edeb 90; Tirmizî, Edeb 69
2962] Buhârî, Edeb 92; Müslim, Şiir 7
2963] Buhârî, Edebu’l Müfred Terc. 2/220
2964] et-Tâc, 5/186
2965] et-Tâc, 5/64
GÜZEL SÖZ
- 635 -
“Ben, haklı bile olsa münakaşayı terk eden kimseye cennetin kenarında bir köşkü garanti ediyorum. Şaka bile olsa yalanı terk edene de cennetin ortasında bir köşkü, ahlâkı güzel olana da cennetin en üstünde bir köşkü garanti ediyorum.”2966
“Acı da olsa doğruyu söyle... Yalandan da sakının. Çünkü yalan imana aykırıdır.”2967
“Doğruluktan ayrılmayınız; Çünkü doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete iletir. Gerçekten insan, doğrulukla hareket eder de Allah katında sıddık, (en doğru kimse) yazılır. Yalandan sakının; Çünkü yalan fenalığa götürür. Fenalık ise cehenneme iletir. Gerçekten insan yalan söyler de Allah katında kezzâb (çok yalancı) yazılır.”2968
“Hayırlı söz söyleyip de insanlar arasını düzelten yahut hayır ileten, yalancı değildir.”2969
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”2970
“Allah güzeldir, güzelliği sever.”2971
“Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söyler! Yazık ona, yazık ona!”2972
“Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince bir an gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyük ve kalbinin tamamı simsiyah olur. Sonunda Allah nezdinde ‘yalancılar’ arasına kaydedilir.”2973
“Kim, bir hidâyete dâvette bulunursa, o hidâyete uyanların nâil olduğu ecrin tamamına, çağıran da erişir; bu, diğerlerinin ecrini hiç eksiltmez. Kim de bir sapıklığa çağırırsa, o sapıklığa düşenlerin tamamının günahından, dalâlet dâvetçisi de hissedar olur ve bu, onların günahını kesinlikle azaltmaz.”2974
“Mü’min dil uzatıcı değildir, lânet okuyucu değildir, kötü iş yapan değildir, kötü, kaba ve çirkin söz söyleyen değildir.”2975
“Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.”2976
“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).”2977
Peygamber’den (s.a.s.) müşriklerin aleyhine Allah’tan bedduâ etmesini isteyen birine O, şöyle buyurmuştur: “Ben, lânet edici olarak gönderilmedim; ancak rahmet olarak gönderildim.”2978 Rasûlullah’ın âlemlere rahmet olarak gönderildiğini
2966] Ebû Dâvud, Edeb 7; Kütüb-i Sitte Terc. 16/391
2967] Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1890, 865
2968] Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 103, 105; Ebû Dâvud, Edeb
2969] Buhârî, Sulh 2; Müslim, Birr 101
2970] Buhâri, İlim 11; Müslim, Cihad 5
2971] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10
2972] Ebû Dâvud, Edeb 88; Tirmizî, Zühd 10
2973] Muvatta, Kelâm 18; K. Sitte Terc. 14/547
2974] Müslim, İlm 16; Tirmizî, İlm 15; Ebû Dâvud, Sünnet 6
2975] Tirmizî, Birr 48, hadis no: 1978
2976] Buhârî, Edeb 44
2977] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
2978] Müslim, Birr 87
- 636 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an da haber vermektedir.2979
“Müslümana sövmek fâsıklıktır.”2980
“Sövüşen iki kimsenin söyledikleri sözün günahı, mazlum olan hududu aşmadıkça, kötü söze başlayan üzerinedir.”2981
“Sövüşenlerin her ikisi şeytandır, saçmalarlar ve birbirlerine yalan söylerler.”2982
Bir adam, şarap içmiş, bunun üzerine de İslâmî ceza ile cezalandırılmıştı. Hazır bulunanlardan bazıları suçluya ‘Allah seni kahretsin, seni rezil etsin!’ demişlerdi. Söylenen bu sözleri hoş görmeyen Rasûlullah: “Hayır, öyle söylemeyin. Bu adamın aleyhine şeytana yardım etmeyin.”2983 buyurmuştu.
“Bir mü’mine şer olarak, müslüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir.”2984
“Ümmetimin kötüleri, gevezelerdir, enine boyuna sözü uzatanlardır, sözlerinde büyüklük taslayanlardır. Ümmetimin hayırlıları da ahlâk bakımından en güzel olanlardır.”2985
“Öğretiniz ve kolaylaştırınız.” (Bu sözü üç defa söyledi.) “Bir de öfkelendiğin zaman sus!” (Bunu da iki defa söyledi.)2986
“Kim bana iki bacağı arasındaki tenâsül uzvunu (haramdan koruyacağına), iki çenesi arasındaki dilini de (yasaklanmış çirkinliklerden koruyup güzelliklerle süsleyeceğine) garanti verirse, ben de ona cenneti garanti ederim.”2987
“Size, en şerli olanlarınızı haber vereyim mi? Koğuculukla dolaşıp insanlar arasını (dostlar arasını) bozan ve temiz kimselere ayıp isnâd edenlerdir.”2988
“Ribânın en kötüsü, haksız yere müslümanın ırzına namusuna dil uzatmaktır.”2989
“Faiz yetmiş üç baptır. Onların - günah cihetinden - en hafifi, kişinin annesi ile cima etmesi gibidir. Bilin ki, faizin en şiddetlisi müslüman kişinin ırz ve namusuna dil uzatmaktır.” buyurdu.”2990
İbn Abbas’tan rivâyet edildiğine göre; Resulullah zamanında iki adam arasında karşılıklı sövme oldu: Bunlardan biri sövdü, diğeri sustu. Peygamber (s.a.s.) de oturuyordu. Sonra diğeri aynı sözü geri çevirdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) kalktı ve meclisten dışarıya çıktı. Hz. Peygamber’e “niçin kalktın” diye sorulunca, “Melekler kalktı, ben de onlarla beraber kalktım. Bu sövülen, sükût ettiği müddet, melekler buna sövene, sözü geri çeviriyorlardı. Ne zaman ki, bu adam, sövenin
2979] 21/Enbiyâ, 107
2980] Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 27; İbn Mâce, Fiten 4
2981] Müslim, Birr 68; Ebû Dâvud, Edeb 47; Tirmizî, Birr 51
2982] Müslim, Cennet, 64
2983] Riyâzu’s-Sâlihîn, III/146
2984] Riyâzu’s-Sâlihîn, III/156
2985] Tirmizî, Birr, hadis no: 2019
2986] Ahmed bin Hanbel, Müsned Hadis no: 2136, 2556
2987] et-Tâc, 5/183
2988] Ahmed bin Hanbel, c. 6, s. 459, hadis no: 27052; İbni Mâce, hadis no: 4119; Edebu’l Müfred, hadis no: 1323
2989] Ebû Dâvud, hadis no: 4876
2990] Hâkim, 2259; İbn Mâce, hadis no: 2274; İbn Cârud, 647; Albâni, S. Câmi, hadis no: 3539, es-Silsiletu's Sahiha, hadis no: 187
GÜZEL SÖZ
- 637 -
sözünü geri çevirdi, melekler kalktı, gitti” buyurmuştur.2991
Hz. Ali: “Çirkin laf edenle onu yayan, günâh işlemekte eşittir.”2992
Muaz’dan (r.a.) şöyle rivâyet edilir: Dedim ki: “Ey Allah’ın Rasulü! Beni cennete sokacak ve cehennemden uzaklaştıracak bir amel haber ver.” Şöyle buyurdu: “Büyük bir şey sordun. Şüphesiz o, Allah’ın kolaylaştırdığı kimse için kolaydır. Allah’a ibadet eder ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmazsın, namazı kılar, zekâtı verir, Ramazan orucunu tutar ve oraya yol bulabilirsen Beyt’i haccedersin.” Sonra şöyle buyurdu: “Seni hayır kapılarına yönelteyim mi? Unutma ki Oruç bir kalkandır. Sadaka, suyun ateşi söndürdüğü gibi günahları söndürür. Kişinin gecenin ortasında namaz kılması da -aynen günahları söndürür- ..…..” Sonra şu âyetleri okudu: “Onların yanları -geceleri Allah’a ibadet etmek için- yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla duâ ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. Artık hiç bir nefis, yaptıklarına karşılık olmak üzere kendileri için gözler aydınlığı olarak nelerin saklandığını bilmez.”2993 Sonra şöyle buyurdu: “Sana işin başını, direğini ve en üst noktasını haber vereyim mi?” “Evet, ey Allah’ın Rasulü!” dedim. Şöyle buyurdu: “İşin başı İslâm’dır. Direği de namazdır. En üst noktası ise Allah yolunda cihad etmektir.” Sonra şöyle buyurdu: “Sana bütün bunların esasını haber vereyim mi?” “Evet, ey Allah’ın Rasulü!” dedim. Dilini tutarak “Buna sahip ol!” buyurdu. Dedim ki: “Ey Allah’ın Rasulü! Bizler, konuştuklarımızdan hesaba çekilir miyiz?” Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Annen hasretine yansın ey Muaz! İnsanları yüz üstü cehenneme sürükleyen dillerinden başka bir şey midir zannediyosun?”2994
Güzel Söz, Allah’a Çağırmaktır
İnsanları Allah’a dâvet, işin şuurunda olan mü’minlere yüklenen önemli bir sorumluluktur. “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”2995 İnsanların büyük bir bölümü, diğer insanları Allah’a gereği gibi iman edip sadece O’na ibâdet/kulluk etmeye dâvet etmenin kendilerine verilmiş bir mes’ûliyet olduğunu, çevrelerindeki kişileri güzel söze dâvet etmenin bir ibâdet olduğunu düşünmezler. Yani bu sorumluluğun bilincinde değildirler.
“Mü’min erkeklerle mü’min hanımlar birbirlerinin velîleridir (dostları ve yardımcılarıdır). İyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekât verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği kimseler bunlardır. Şüphesiz Allah azizdir, üstün ve güçlüdür, hakîmdir, hüküm ve hikmet sahibidir.”2996 Bu âyetten de anlaşıldığı gibi iman eden her insan, dünya hayatı boyunca sürekli güzellikleri, yani tevhid ve Allah’a itaati, güzel ahlâkı anlatmakla, bizzat kendisi yaşamakla ve insanlara da güzellikleri tavsiye edip onları kötülüklerden sakındırmakla yükümlüdür. Güzel bir hayat isteyen insanın güzellikleri teşvik etmesi, iyilik isteyenin iyiliği yaymak için çaba harcaması, zulme râzı olmayanın zâlimleri uyarması ve onlara tepki göstermesi, kısacası doğruluk isteyen insanın diğer insanları da doğruya dâvet etmesi şarttır. Bu dâveti yaparken aklından çıkarmaması gereken
2991] Ebû Dâvûd, Edeb, II, 572
2992] Beyhakî, Şuabu'l-İman
2993] 32/Secde, 16-17
2994] Tirmizî, hadis no: 2749
2995] 3/Âli İmrân, 104
2996] 9/Tevbe, 71
- 638 -
KUR’AN KAVRAMLARI
en önemli noktalardan biri, bu çağrıyı güzel bir üslûp ve metotla yapmasının gerektiği, diğeri ise, hidâyeti verecek ve güzel sözü karşı tarafta etkili kılacak olanın ancak Allah olduğudur.
Mü’minlerin birbirlerine ve farklı inanç ve yaşayıştaki insanlara faydalı olmaları sağlayan en büyük etkenlerden birisi, birbirlerinin hevâlarını ve hoşnutluklarını değil; öncelikle Allah’ın rızâsını gözetmeleri ve hakkı açıkça söylemekten çekinmemeleridir. Bu, karşılarındaki kişinin nefsine ters düşecek bir konu da olsa, böyledir. Önemli olan, söyleyeceği şeyin o kişiye fayda vermesi, hatasını düzeltmesine, Allah’a yakınlaşmasına vesile olmasıdır. Bir mü’min, muhâtabına âhireti açısından ne hayırlı ise onu çekinmeden açık sözlülükle dile getirmelidir. Fakat bununla birlikte bu açık sözlülüğün ardında son derece ince düşünceli, karşısındakine saygılı, sevgi ve şefkat dolu bir anlayış da olmalıdır. Örneğin bir kişinin Kur’an’a göre eksik ya da hatalı bir yönünü uyarmadan önce, nasıl söylerse daha etkili ve yapıcı olabileceğini, yani konuşmanın usûl ve üslûp yönüyle de güzel olmasını düşünmelidir. Kişinin şevkini arttırıcı bir konuşma yapmayı, ama bunun yanında konunun önemini de vurgulamayı unutmaz. Kısaca, karşısındaki kişiyi hem içerik hem de şekil yönünden “sözün en güzeli” ile uyarabilmek için, önceden düşünüp tasarlar ve ona faydalı olmaya çok büyük bir titizlik gösterir.
Kuşkusuz böyle bir hassâsiyeti ve içten çabayı Allah’ın rızâsını arayan mü’minlerden başka hiç kimse gösteremez. Örneğin câhiliye insanları, şahsî çıkarları söz konusu olmadığı sürece karşılarındaki kişinin bir kusurunu, eksiğini düzeltmeye çalışmazlar. Diğer insanların eksikleri, kusurları, âhirette bunlardan dolayı duyacakları utanç ve pişmanlık onları hiç ilgilendirmez. Çünkü onlar, yalnızca kendi dünyevî çıkarlarının peşindedirler. Eğer herhangi bir sebeple birine öğüt vermeleri gerekirse, genellikle yapıcı olma, güzel söz söyleme konusunda, ağzından çıkan her kelimenin hesabının sorulacağını düşünen mü’min kadar bir çaba sarf etmez; ağızlarına geldiği gibi konuşarak karşı tarafa sıkıntı verirler. Çoğunlukla da kimseye karışmamayı tercih ederler. Çünkü özgürlük anlayışını hevâları istikametinde yorumlayıp herkesin yaptığının kendine göre doğru olduğunu düşünür veya her koyunun kendi bacağından asılacağına, başkasının yaptığından diğer insanların sorumlu olmadığına inanırlar. Onlar bilirler ki, bir insana eleştiri yapmak, ona öğüt vermek, yaptığı yanlışı bırakıp en doğru ve en güzel olana uymasını söylemek, aslında çok zor bir iştir ve bedel istemektedir. Karşıdaki kişinin gösterebileceği muhtemel olumsuz tepkileri göze almak için kişinin, Allah rızâsı gibi bir beklentisi olmalıdır.2997
Dünya ve Âhiret Kapılarını Açan Anahtar; Güzel Söz
Allah, Kur’an’da insanların birbirlerine güzel sözler söylemelerini, güzel bir şekilde hitap etmelerini emretmiş, kötü lakap takmayı, alay etmeyi, gıybeti, iftirayı, yalanı yasaklamıştır. Mü’minlerin birbirlerini onore edici, ıslah özelliği belirgin, içerik yönüyle olduğu kadar üslûp yönüyle de güzel şekilde konuşmalarını emretmiştir. Hayatımızı ilâhî ölçülere göre sürdürmemizi emreden Yüce Allah, çevremizde dost kazanmamızın sırrını açıklarken şöyle buyurur: “Allah’a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen kötülüğü) en güzel şeyle sav; o zaman (bakarsın ki)
2997] H. Yahya, a.g.e., s.10
GÜZEL SÖZ
- 639 -
seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.”2998
İnsanlara karşı iyi muâmele ve güzel söz söyleme, İslâm’ın prensiplerindendir. Firavun’u hak dine dâvet için giden Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun’a Allah; “Ona yumuşak konuşun.”2999 emrini vererek, İslâm’a karşı (henüz) savaşçı konumunda olmayan kâfirlere bile tebliğin yumuşak ve güzel söz ile yapılmasını istemiştir.
Mü’minlerin, İslâm’a karşı savaşçı durumda olmayan tüm insanlara karşı güzel sözlerle konuşması gerektiğine bir örnek de, müslümanların anne babalarına karşı kullanacakları üslûbu öğreten âyetlerde görebiliriz. “Rabbin sadece kendisine ibâdet/kulluk etmenizi, ana babanıza da ihsân etmenizi/iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ‘of!’ bile deme; onları azarlama. İkisine de güzel söz söyle.”3000 Yine, müşrik bir babaya karşı nasıl hitab edileceğini Hz. İbrâhim’in putperest babasına karşı, çok saygılı şekilde ve sık sık ‘babacığım’ diye hitap eden konuşma ve tebliğ örneğinde görebiliriz.3001
İnsanların çoğunu güzel söz söylemekten ve güzel söze icâbet etmekten alıkoyan şeytandır. Kur’an, bize şeytanın insanları güzel söz söylemekten uzaklaştırmaya çalışacağını; çirkin ve kötü sözlerle aralarına düşmanlık sokmak isteyeceğini haber verir: “Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.”3002 Nefsine uyup da şeytanın adımlarını takip edenler için dünyevî zevkler, her türlü güzel gâyelerin üstündedir. Meselâ vicdanları onlara hata yapan birine karşı affedici olmayı, kötü söz söyleyene karşı güzel sözle mukabele etmeyi bildirse bile, onlar nefislerine uyup affetmemeyi veya kötü söze daha kötüsüyle karşılık vermeyi tercih ederler. Fikirlerin değil nefislerin konuştuğu, kibir ve hakaret dolu sözler, alaycı ve itici ifadeler, bir üstünlük gibi görülebilmektedir. İşte bu gibi insanlar, bencillikleri, kendi akıllarını beğenmeleri, büyüklenmeleri ve şeytanın fısıltılarına kulak vermeleri nedeniyle vicdanlarının sesini dinlemez, kendilerine hatırlatılan güzel söze uymazlar. “Vicdanları da bunların doğruluğuna tam bir kanaat getirdiği halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!”3003
Bazen dâvetçiler tarafından bile daha çok da münakaşa ortamında, güzel olmayan söz ve tavırlar, muhatabın da kışkırtmasıyla ortaya dökülebilmektedir. Bu gibi kaba söz ve davranışlar, muhâtaplarımızın bizden uzaklaşmasına, yakınımızdakilerin de etrafımızdan dağılmasına sebep olacaktır: “Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şâyet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et.”3004
İnsan, yaratılışı gereği güzellikten, sevgi ve saygıdan, güzel hitaplardan zevk alır. Bozulmamış fıtrata zor gelen, insanın kendi hevâsının, kötü arzularının izinden gitmesi, güzel yolu bırakıp kötü davranmasıdır. Çünkü bunlar vicdanı rahatsız eder, huzursuzluk ve stres kaynağı olur. Güzel sözler, karşıdaki insan için
2998] 41/Fussılet 33-34
2999] 20/Tâhâ, 44
3000] 17/İsrâ, 23
3001] Bk. 19/Meryem, 41-48
3002] 17/İsrâ, 53
3003] 27/Neml, 14
3004] 3/Âl-i İmrân, 159
- 640 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğu kadar, konuşan insan için de huzur ve mutluluk vesilesidir; her ibadette olduğu gibi, esas karşılığı âhirette alınacak olması yanında dünyada da avansın, peşin ödüllerin alındığı hayırlardır. Sözün en güzeline uyanlara müjdeler vardır.3005 Sadece âhirette değil, dünyada da huzur içinde, izzetli ve onurlu bir şekilde, güzel bir hayat yaşayacaklardır: “Erkek veya kadın, kim mü’min olarak sâlih amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayatla yaşatırız ve onların mükâfatlarını yapmakta olduklarının en güzeliyle veririz.”3006
Eski şeriatlerde “söz orucu” şeklinde bir ibâdet vardı. Bu, Muhammed (s.a.s.) ümmetinde denge üzere konuşmak şartıyla kaldırıldı. Yani, bizim şeriatımızda susarak oruç olmamakla birlikte, konuşmada şer’î ölçülere riâyet etmek kaydıyla dengeli olmak, az ve öz konuşmak, yani sözü güzelleştirmek, ısrarla tavsiye edilmiştir. Zira konuşulan her sözün hesabı verilecektir. Çok konuşmak, konuşma israfı ve söz kirliliğidir. Gıybet, iftira, hakaret, yalan vb. şöyle dursun, boş konuşmak, yerli yersiz laf ebeliği, karşımızdakinin kulaklarını rahatsız etmek demektir ki o da, kul hakkıyla ilgili veballerin kapısını aralamaktır.
Müslümanın, her türlü kötü söz ve hareketlerden kaçınması gerektiği gibi, o, dilini Allah’ı zikir ile ve insanları Allah’a dâvetle meşgul etmelidir. Güzel sözlerle insanları Hakka çağıran ve kötülüklerden alıkoymaya gayret edeni öven Yüce Allah, “İçinizden hayra dâvet eden, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun; işte onlar, kurtuluşa erenlerdir.”3007 buyurmuştur.
Levhv el-Hadis; Faydasız, Boş Söz
Eşyanın, yaratılış gâyesinin dışında kullanılması, onun değerini düşürür. Konuşma yeteneğinin yaratılış amacı, hakkı söylemek ve muhâtaba merâmı ifade edebilmektir. Sözü yerinde kullanmak, onu tesirli kılarken, yerli-yersiz sarf edilen söz de, etkiyi azaltır; anlatılmak istenen manayı daha da karmaşık duruma getirdiği gibi, o nisbette muhâtabı da sıkar. Cevâmiu’l-kelîm, yani az kelime ile çok mana ifade etme, sözün vecîz olması, Kur’an ve hadislerin edebî üslûbundan birini teşkil etmektedir.
Mü’min, dini ve dünyası için lüzumsuz olan her türlü şeyden uzaklaşmaya çalışır. “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir; Onlar ki, namazlarında huşû içindedir; Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler...”3008 Dili, gereksiz ve boş sözlerle meşgul etmek, insan hakkına tecâvüz sayılan gıybet, iftira, dedikodu, yalan sözler, söyleyenin kalbini kararttığı, günaha sevk ettiği gibi; dinleyeni de yanlış kararlara, hatalara ve felâketlere sürükleyebilir. Konuşulmaması gereken yerde konuşmak, sırrı ifşâ etmek, birçok tehlikeli olayların meydana gelmesine sebep olabilir.3009 Allah, râzı olduğu kullarının vasıflarını sayarken şöyle buyurur: “Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde mütevâzi olarak yürürler, câhiller kendilerine lâf atarsa ‘selâm’ derler.”3010 Lüzumsuz söz ve sataşmalardan sakınan mü’minler, böylece övülürken, bunun aksine boş ve lüzumsuz sözlerle meşgul olanlar için de şu ikaz yapılmaktadır: “İnsanlardan kimi vardır ki, bilgisizce (insanları) Allah’ın yolundan saptırmak ve onunla alay
3005] 39/Zümer, 17-18
3006] 16/Nahl, 97
3007] 3/Âl-i İmrân, 104
3008] 23/Mü’minûn, 1-3
3009] 60/Mümtehine, 1
3010] 25/Furkan, 63
GÜZEL SÖZ
- 641 -
etmek için eğlence (türünden boş) sözleri (lehv el-hadisi) satın alırlar (bâtıl ve boş söze müşteri çıkar, kıymet verirler). İşte onlara, küçük düşürücü bir azap vardır. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki onları hiç işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak (arkasını) döner. Onu, acı bir azap ile müjdele.”3011 Bazı masal kitaplarını getirip Mekkelilere okuyarak onları eğlendiren, dolayısıyla Kur’an’ı dinlemelerine engel olan Nadr bin Hâris ve benzerleri hakkında nâzil olan bu âyet, boş lafların, hakkı dinlemeye engel olduğunu veciz bir şekilde ifade etmekte, bu tür meşguliyetleri yasaklamaktadır.3012
Lokman sûresi, 6. âyette geçen “lehv el-hadis”, boş söz, eğlence sözü anlamına gelir. “İnsanı, gerekli olan ibâdetleri yapmaktan alıkoyan asılsız haber, yalan söz ve insanları sadece güldüren, haktan uzaklaştıran, Allah’ı unutturan her türlü oyun, eğlence, lehv el-hadis olarak değerlendirilmiştir. İnsanı oyalayan, ciddî işlerden alıkoyan sözler, asılsız hikâyeler, gevezelikler, efsâneler, sırf güldürmek için edilen lakırdılar, teğanniler (şarkı-türküler) gibi eğlendirici ses ve sözlerdir.”3013 İbn Abbas (r.a.), lehv el-hadisi; şarkı, türkü ve benzeri şeylerle tefsir etmiştir.3014 Mevdûdî, bu âyetin tefsiri olarak lehv el-hadis kavramını şöyle açıklıyor:
“Lehv el-hadis” deyimi, metinde, dinleyeni meftun eden, tamamıyla kendi atmosferine çeken ve etrafındaki başka şeylerden habersiz hale getiren bir şeyi tazammun eder. Lügat anlamı itibarıyla bu tamlamanın herhangi bir kötü çağrışımı yoktur; fakat günlük kullanım içinde bu tamlama; dedikodu, saçma sapan konuşma, sulu şaka ve hareket, romanlar, hikâyeler, masallar, şarkı söyleme, cümbüş... vs. kötü ve faydasız şeyler için kullanılır.
İlgi çekip oyalayıcı masalları “satın almak”, söz konusu şahısların hakikat yerine bâtılı seçtiği, hidâyetten yüz çevirip kendisine ne dünyada ne de âhirette bir faydası dokunmayan böyle şeylerle uğraşması anlamına da gelebilir. Ne ki bu, mecâzî anlamıdır. Asıl anlamı ise, “kimse sarfettiği mal karşılığında boş ve faydasız bir şey almamalıdır” şeklindedir. İbn Hişam, İbn İshak’a dayanarak rivâyet eder ki, Mekke müşrikleri ellerinden geleni yapmalarına rağmen Hz. Peygamber’in mesajının yayılmasını engelleyemeyince Nadr bin Hâris, Kureyşliler’e şunları söyledi: “Bu adama karşı çıkma yolunuz sizi bir yere götürmez. O sizin aranızda yaşamakta. Şimdiye dek ahlâken en iyi olanınızdı; aranızda yaşayan en doğru, en dürüst ve emin kişi oldu daima. Siz tutmuş, onun bir kâhin, sihirbaz, şâir ve mecnun olduğunu söylüyorsunuz. Kim inanır buna? Ahali, bir kâhin nasıl konuşur bilmiyor mu? Bir şâirin, bir mecnunun halini tefrik edemez mi halk? Bu ithamların hangisini Muhammed (s.a.s.)’e yamayabilirsiniz ki halkın dikkatini ondan kaçırabilesiniz. Bakın! Ben size onunla nasıl başedeceğinizi göstereyim.”
Sonra Mekke’den ayrılıp Irak’a gitti ve oradan İran kisraları, Rüstem ve İsfendiyar’la ilgili masalları, hikâyeleri ve ustûreleri (efsaneleri) derlemeyi başarıp halkın dikkatini Kur’an’dan ayırmak ve onları masallar içinde uyutmak için, masal anlatma partileri düzenlemeye başladı.3015 Aynı rivâyet Esbâb-ı Nüzûl adlı
3011] 31/Lokman, 6-7
3012] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 245-246
3013] İbn Arabî, Ahkâmu’l Kur’an, 3/1493; Elmalılı, 7/3883
3014] Buhâri, Edebu’l Müfred Terc. 2/143; Mecmuâtün Mine’t-Tefâsir, 5/56
3015] İbn Hişam, c. 1, s. 320-321
- 642 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kitapta Kelbî ve Mukatil’e dayanarak Vâkıdî tarafından nakledilmiştir. Ve İbn Abbas’a göre Nadr bu amaçla şarkıcı kızlar da getirmişti. Bir kimsenin Hz. Rasûl (s.a.s.)’ün etkisi altına girdiğini işittiğinde, şarkıcı bir kızı şöyle bir tâlimatla ona musallat ederdi: “Onu yedir, içir, şarkınla öyle ağırla da diğer taraftan kopup seninle hemhal olsun.” Bu, kötülük odaklarının her devirde başvurmakta olduğu aynı araçtı. Kötülüğün bu elebaşıları, sıradan insanları kültür adı altında eğlence, spor ve müzikle öylesine oyalar ki, hayatın ciddî problemlerine eğilmek için, hiç zaman ve istekleri kalmaz. Ve bu boş vermişlik duygusu içinde sürüklenmekte oldukları felâketi hissetmezler bile.
Mevdûdi, açıklamasına devam eder: “Lehv el-hadis”in bu şekilde tefsiri, ashab ve tâbiînin birçoğundan nakledilmiştir. Abdullah bin Mes’ud’a soruldu: “Bu âyetteki lehv el-hadisin mânâsı ne?” İbn Mes’ud, üç kere tekrarla şöyle cevap verdi: “Vallahi o şarkı söylemektir.”3016 Benzer rivâyetler Abdullah, Mücahid, İkrime, Said bin Cübeyr, Hasan Basrî ve Makhül gibi âlimlerden de nakledilmiştir. İbn Cerir, İbn Ebî Hatim ve Tirmizî, Hz. Ebu Umâme’ye dayanarak Hz. Rasûl’ün şöyle dediğini rivâyet etmektedir: “Şarkıcı kızları satmak, satın almak, onların ticaretini yapmak ve onun üstünden para kazanmak haramdır.” Bir başka rivâyette bu son cümle: “Ve onun üstünden kazanılan parayı yemek haramdır” şeklindedir. Ebû Umâme’den gelen bir diğer rivâyet ise şöyledir: “Câriyelere müzik öğretmek ve onların ticaretini yapmak haramdır ve onun üstünden para kazanmak da haramdır.” Bu üç hadisin hepsi de lehv el-hadisin geçtiği âyetin böyle bir bağlam içinde indirildiğini göstermektedir. Kadı Ebu Bekir İbnu’l Arabî, Ahkâmu’l Kur’an’ında, Abdullah bin Mübarek ve İmam Mâlik’in Hz. Enes’ten rivâyet ettiği bir hadisi nakleder: Rasûlullah şöyle dedi: “Her kim, bir mûsikî meclisinde bir şarkıcı kızın söylediği şarkıyı dinlerse âhiret günü onun kulaklarına erimiş kurşun dökülecektir.”
Bu şahıs (Nadr bin Hâris); masallarla, şarkılarla, asılsız hikâyelerle halkı cezbedip oyalayarak ilâhî vahiyleri alaya almak istemektedir. Niyeti Kur’an dâvetini alaya almak, maskara etmek ve gülünç duruma düşürmektir. Kafasında Allah’ın diniyle savaşmak üzere bir taktik geliştirmiştir: Hz. Muhammed (s.a.s.) Allah’ın vahiylerini halka tebliğ etmeye başlar başlamaz, büyüleyici, tatlı sesli bir genç kız, bir müzik konseriyle marifetini gösterecek, öte yanda tatlı dilli bir hikâyeci İran hikâyeleri ve masalları anlatacak ki halk Allah, ahlâk ve âhiret hakkında bir şey dinleyecek halde olmayacak.” 3017
Peygamberimiz şöyle buyurur: “Selâmı yayın, selâmet bulursunuz. Boş şey/eğlence, kötüdür.”3018 Her iş ve sözü imanı ile uygunluk gösteren müslüman, âhirette lüzumsuz söz söyleme ve dinlemeden uzaktır: “Orada boş söz değil; yalnız selâm (huzur veren sözler) işitirler.”3019 Lüzumsuz söze kulak asmayan müslümanlar, daima hakkı dinler, hakkı söyler ve yalandan sakınırlar.3020 Dünyada lüzumsuz söz ve boş dâvâlarla meşgul olanlar, yalan, iftira, dedikodu ile kalplerini karartanlar, âhirette hesaba çekildikleri zaman, dünyada olduğu gibi lüzumsuz ve yalan lakırdılar etmeye başlayınca, onların ağızlarına mühür vurulur ve diğer organları,
3016] İbn Cerir, İbn Ebî Şeybe, Hakim, Beyhakî
3017] Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, c. 4, s.321-322
3018] Buhâri, Edebu’l Müfred Terc. 2/144
3019] 19/Meryem, 62
3020] 25/Furkan, 72; 33/Ahzâb, 70
GÜZEL SÖZ
- 643 -
aleyhlerinde şâhitlik etmeye başlar.3021
Lüzumsuz ve faydasız sözlerden kaçınmak, daima hak ve doğruyu konuşmak, mü’minin prensibidir. Önemsenmeden söylenen öyle lüzumsuz söz vardır ki, insanı cehennemin en derin yerine sevk eder.3022 Tirmizî’nin rivâyetine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.): “Bir mecliste lüzumsuz sözler konuşan kimse, kalkarken ‘Sübhâneke’llahümme ve bi hamdike, eşhedü en lâ ilâhe illâ ente, estağfiruke ve etûbü ileyk’ derse, oradaki hataları bağışlanır” buyurmuştur.
Söz Var İş Bitirir, Söz Var Baş Yitirir
Söz; kişinin inanç, görüş, düşünce ve davranışlarının dilidir. Kişinin aynasıdır, portresidir, için dışa yansımasıdır. Hz. Ali: “Kişi, dilinin altında gizlidir” buyurarak bu gerçeği dile getirmiştir. Yine o şöyle buyurur: “Bana soru soranın zekâ seviyesini, sorduğu sorudan anlarım.”
İnsan, inandığından, düşündüğünden ve yaptığından başkasını söylememelidir. Yalan olur bu; hakikatin gizlenmesi olur. Aldatma, ikiyüzlülük, riyâkârlık, münâfıklık olur. Bu tür yalan ve yanlış sözler, ne denli süslü ve yaldızlı kelime ve cümlelerle ifade edilse (şiirleşse, hikâyeleşse, edebiyat ve sanat kostümüyle makyajlansa da merduttur.3023 Kişi, bilerek söylediğinden sorumludur;3024 Dinlediklerinden de.3025 Yapmadığı/yapamayacağı şeyi söylememelidir.3026
Küfür, gıybet, lâf taşıma, iftira, yanlış, yalan, çirkin söz söylemek, zaten güzel insanların işi değil. Ancak bunun da ötesinde, boş (lâğv) söz söylemekten de nehyedilmişiz. Rabbimiz, kurtulan/kurtulacak olan mü’minlerin vasıflarını sayarken: “Onlar ki lâğvden (boş söz ve faydasız işten) yüz çevirirler.”3027 buyuruyor. Yine, mü’minlerin vasfını şöyle açıklıyor: “Faydasız bir söz işittiklerinde oradan vakarla uzaklaşırlar.”3028 Bu gerçeği, Kutlu Önderimiz (s.a.s.) de şöyle dile getiriyor: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse, mutlaka hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin; ya da sussun, konuşmasın.”3029 Gereksiz tartışmaları da hoş görmüyor Rabbimiz.3030
Konuşmanın kısa, öz ve anlaşılır olmasına da özen gösterilmelidir. Bu konuda Hz. Ali (k.v.): “Çok konuşanın hatası çok olur” diyor. Hz. Ali’nin şu sözleri de önemlidir: “Konuşmadığın sürece söz sana tâbidir. Söyledikten sonra sen, onun mahkûmu olursun.” Çok, gereksiz ve dikkatsiz konuşmamak demek, haksızlık karşısında susmak anlamına gelmez elbet. Yerinde olursa söz altındır. Rabbimizın ikazı hepimizin mâlumudur: “Hakka bâtılı karıştırmayın. Bile bile hakkı gizlemeyin.”3031 Konuşmak gerektiğinde susmak, susmak gerektiğinde konuşmak, kişinin akıl ve inanç zâfiyetine delâlet eder. Hele zulme ve haksızlıklara uğrayanların, onu or3021]
36/Yâsin, 65; 41/Fussılet, 20-22
3022] Müslim, hadis no: 2988
3023] 6/En’âm, 112; 2/Bakara, 204; 63/Münâfikun, 4
3024] 2/Bakara, 225; 50/Kaf, 17-18
3025] 17/İsrâ, 36
3026] 2/Bakara, 44; 61/Saff, 2-3
3027] 23/Mü’minûn, 3
3028] 25/Furkan, 72
3029] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s Sâlihîn, 3/103
3030] 18/Kehf, 54
3031] 2/Bakara, 42
- 644 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tadan kaldırmak için var güçleriyle mücadele etmeleri gerekir.3032
Kur’an, güzel sözün, bazı sadakalardan daha hayırlı olduğunu belirtiyor: “İyi bir söz ve bir ayıp örtme, ardından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır.”3033
Güzel söz, güzel insanlara, kötü söz de kötü insanlara yaraşır. Rivâyete göre, Hz. İsa, bir gün insanlara güzel, yumuşak ve etkileyici bir dille İslâm’ı tebliğ ediyor. Toplumun içerisinden biri, devamlı çirkin sözlerle hakaret ediyor İsa Peygambere. Havârilerinden biri dayanamayıp: “Ey İsa! Sen de ona söyledikleriyle mukabele et” diyor. Hz. İsa’nın cevabı çok mânidar: “Herkes torbasında olanı satar. Benim yanımda bu var; onun yanında o.” Kuşkusuz sorulacağız her yaptığımızdan ve söylediklerimizden; ya da yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan, söylememiz gerektiği halde söylemediklerimizden. Kur’an şöyle buyurur: “Sağında ve solunda birer melek, onu gözetlemekte ve söylediği her sözü yazmaktadır.”3034
Söz, bir fâsığa, yani büyük günah işleyen veya küçük günahlarda ısrar eden kimseye aitse, kuşkuyla bakılır; hemen kabul edilmez. “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık, size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın.”3035 Yalancı kâfirlerin konuşmalarına da itibar edilmez. Müslümanın ölçüsü kesin: Savaş hilesi hâriç, her söylenenin doğru olması şarttır. Ama her doğruyu her yerde aynı üslûpla söylemenin doğru olmadığı da tecrübe ile sâbittir.
Konuşmacı; yer, zaman ve muhâtaplarını göz önünde tutacaktır konuşurken. Savaşacak olan mücâhidlere hitap eden komutanın sözleriyle, iki dargını barıştırmak isteyen kişinin sözleri farklı olacaktır elbet. Düğünde yapılan konuşma farklı, tâziyede yapılan konuşma farklı olacaktır.
Sözün sahibi, söylediklerini yaşamıyorsa, söz etkili olmaz. Hiçbir dâvetçi ve tebliğcinin, sözünün eri olmadığı için; “hocanın dediğini yap; yaptığını yapma!” dedirtmeye hakkı yoktur. Hem söyleyene, hem de söylenene bakılmalıdır. “Söylenene bak; söyleyene değil!” diye bir müslüman için niye ve nasıl denilsin? Gerçek mü’minin sözü de özü de bir olmalıdır.
Bir yahûdi, müslüman olan Evs ve Hazrec kabilelerini neredeyse yeniden savaştıracaktı. Eski kavgalarını onlara hatırlatarak tahrik etti. Tam o sırada, Allah Elçisi yetişiyor. Tesirli sözlerle kavgayı önlüyor... Sözün etkili olmasında, söz sahibinin rolü büyük olduğu gibi, dinleyenlerin de rolünü yadsımamak gerekir. Konuşmalar; yalın, doğal, sade olmalı. Bağırıp çağırmanın gereği yok. Rabbimiz, Lokman’ın oğluna tavsiyesini şöyle anlatıyor: “Yürüyüşünde mûtedil ve mütevâzi ol. Sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini (avaz avaz bağıran) eşeklerin sesidir.”3036
Bu dünya için boş söz ve gevezeliklerin hoş olmadığını ifade buyuran Rabbimiz, Cennette de boş sözün olmayacağını haber veriyor.3037 Atasözündeki ölçü de yabana atılır cinsten değil: “Biliyorsan söyle; ibret alsınlar. Bilmiyorsan, sus da adam sansınlar.”
3032] 27/Neml, 221-227
3033] 2/Bakara, 263
3034] 50/Kaf, 17-18
3035] 49/Hucurât, 6
3036] 31/Lokman, 19
3037] 56/Vâkıa, 25
GÜZEL SÖZ
- 645 -
Sözümüzün iyi anlaşılması, etkili olması için -her işte olduğu gibi- duâ etmemizi ihtar ediyor hayat anayasamız: “(Mûsâ) dedi ki: Rabbım genişlet göğsümü. Kolaylaştır işimi. Çöz düğümü dilimden; Ki anlasınlar sözümü.”3038
Hiç şüphesiz sözün en güzelini, bütün güzel vasıflara sahip Güzelller Güzeli Allah söylemiştir. O’nun kutlu kitabından daha güzel söz söylenmiş değildir.3039 “Bu Kur’an, uydurulacak bir söz değildir.”3040; “Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?”3041; “Allah’tan ve âyetlerinden sonra, hangi söze inanacaklar?”3042 Herkes kendini bir hesaba çeksin: En doğru, en güzel söz olan Allah’ın Kitabını mı daha çok okuyup anlamaya çalışıyor ve üzerinde düşünüyor; yoksa gazeteler, televizyonlar, radyolar ve başka sözler mi vaktini daha çok alıp kendisini yönlendiriyor?
Kuşkusuz; sözün en güzelini dinlemek, anlamak, yaşamak ve konuşmak, dilimizi ve hayatımızı O’nunla süslemek güzelleştirecektir bizi. Olgunlaştıracaktır, çirkinlikten, kötülük ve hamlıktan koruyacaktır bizi. Fertlerin, âilelerin ve toplumların rahatsızlıklarının şifâ bulması, en doğru söz olan reçeteye (Allah sözüne) yönelmekle mümkündür.
Karanlıktan hoşlanan “yarasalar”, iletişim araçlarıyla, saçma sapan sözleriyle, yalan ve iftiralarıyla, İslâm’ı söndürmeye muvaffak olamayacaklardır. “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Kâfirler hoşlanmasa da Allah, nurunu tamamlayacaktır.”3043 Her müslüman; Kur’an’dan enerji alan bir nur/ışık olmaya gayret etsin. Göreceksiniz; İslâm’ı karartmak için saldıranlar, bir gün İslâm ile aydınlanacaklar veya kendi zindanlarında cehennemi dünyadayken yaşamaya başlayacaklardır. 3044
Firavun, onca küfrüne ve isyanına rağmen saltanatını sürdürüp giderken, dünyevî helâkine bir söz sebep olmuştur: “(Firavun) adamlarını topladı ve bağırdı; ‘ben sizin en yüce rabbinizim’ dedi. Bunun üzerine Allah da onu, ibret-i âlem olacak âhiret ve dünya azabıyla yakaladı.”3045 Elfâz/sözler önemlidir. Âyette görüldüğü gibi kimi zaman Allah’ın gazabını küfür ameller ve duygular harekete geçirmezken, tek bir cümle harekete geçirmektedir. İslâm kelâmcıları, bu yüzden olsa gerek “ef’âl-i küfür” (küfür eylemleri) ve “efkâr-ı küfür” (küfür düşünceler) hakkında söz etmezken, yazdıkları Akaid kitaplarında “elfâz-ı küfür” (küfür sözler) üzerinde durmuşlar ve hatta bu tür lâfızları saymaya kalkışmışlardır.
Konuşmak, insanın ayırıcı vasıflarından biridir. Allah, zâtına ait olan kelâm sıfatından bir cüz bahşetmiştir insana ve yalnızca insanla söz aracılığıyla konuşmuştur. Kur’an, en genel anlamıyla bir sözdür ve adına Kelâmullah tâbir edilir. Başta Kur’an olmak üzere tüm semâvî kitaplar, söz sanatının indirildikleri dildeki zirvesidirler. Kur’an, zirvelerin zirvesidir. Çünkü indirildiği toplum, şiirin büyü, şâirin şaman, sözün sultan olduğu bir toplumdu. Ve Kur’an, kendisinin bir şiir
3038] 20/Tâhâ, 25-28
3039] 39/Zümer, 23
3040] 12/Yûsuf, 111
3041] 4/Nisâ, 87, 122
3042] 45/Câsiye, 6
3043] 61/Saff, 8
3044] Âdil Akkoyunlu, Akit, 6-7Şubat 1999
3045] 79/Nâziât, 23-25
- 646 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmadığını, kerim bir elçinin sözü3046 olduğunu vurgularken zımnen kendisinin söz sanatlarının zirvesi olan şiiri çok çok aşan bir sanat gücüne sahip olduğunu da vurgulamış oluyordu.
İslâm’ı insana taşıma işine verilen “tebliğ” ismiyle söz söyleme sanatına verilen “belâğat” aynı kökten geliyordu; tıpkı imanın aksesuarı olan “edep”le, dilimizde söz sanatlarının tümünün ortak adı olan “edebiyat”ın aynı kökten geldiği gibi. Allah, indirdiği vahiyle peygamberlerine söz söyleme sanatını da öğretiyordu. Bu meyanda Peygamber’in şahsından tüm gönül fâtihlerine etkili söz söyleme sanatının ilkeleri diyebileceğimiz kimi ilâhî tavsiyeler yapılıyordu. 3047
Kur’an’a Göre Söz Söyleme Sanatı
1. “Ve kûlû kavlen sedîdâ: Hakkı ve doğruyu söyleyin.”3048 Hakkın zıddı bâtıl, doğrunun zıddı yalandır. Her hak söz, aynı zamanda doğru ve her doğru da haktır; tıpkı her bâtılın yalan ve her yalanın da bâtıl olduğu gibi. İnsan, nerede olursa olsun hakkı haykırmak, doğruyu söylemek zorundadır. Bu, mü’min olmanın şiarıdır. Mü’min, emin/güvenilir olan kimse demektir. Hakkı haykıran ve doğruyu dile getiren tüm peygamberler ve onların vârisleri bu bedeli horlanma, hakarete uğrama, alaya alınma, işkence görme, sürülme, hapse atılma ve öldürülme biçiminde ödemişler ve bugün de ödemeye devam etmektedirler. Değil hakkı, bâtılı söylemenin dahi bir bedeli varken; hakkı haykırmanın bir bedeli olmasın mı? Söylediğiniz hakikat, ne kadar büyük ve önemliyse ödeyeceğiniz bedel de o oranda büyük olacaktır. Tarih boyunca tüm zâlim yöneticilerin gazabını, kendilerine hakkı ve doğruyu söyleyenler celbetmiştir. Bu gerçeği Hz. Peygamber şöyle dile getirir: “Cihadın en erdemlisi, zâlim yöneticiye hakkı haykırmaktır.”3049
2. “Ve kûlû kavlen ma’rûfâ: Münâsip bir biçimde konuşunuz.”3050 Âyette geçen “ma’rûf” iyi, güzel ve münasip anlamlarına gelir. Bu ifade, âyette karı-koca ilişkileri bağlamında yer almaktadır. İster karı-koca ilişkileri, ister diğer tüm insanî ilişkilerde, konuşma stili, argümanlar ve sözcükler olaydan olaya, yerden yere ve zamandan zamana değişiklik arzedebilirler ve arzetmelidirler de. Aslolan amaca ulaşmaktır. Hakikat tek, lâkin bir hakikati anlatmanın yolu ve yordamı tek değildir. Bazı insanların hadis diye naklettiği, fakat hadis olmayan “İnsanlara akıllarının alacağı şekilde konuşun” sözü, aslında bir gerçeğin ifadesidir. Sadece söylediğinizin doğru olması yetmez. Eğer sözünüzün hedefini bulmasını istiyorsanız doğruyu, doğru bir zaman ve zeminde, doğru bir üslûpla söylemek zorundasınız. İşte, âyette “ma’rûf” olarak geçen ve “münasip” diye çevirdiğimiz şey de budur.
3. “Ve kul lehum fî enfusihim kavlen belîğâ: Ve onlara kendi konumları hakkında detaylıca konuş; tesirli söz söyle.”3051 Âyetteki “fî enfusihim” ifadesi, söylenecek sözün özbenliklerine etki edebilecek söz olmasını da telmih etmektedir. Dudaktan çıkan sözün varacağı yer, kulak kepçesidir; yürekten çıkan sözün varıp duracağı yerse muhâtabın gönlü olacaktır. Âyetin esas vurguladığı şey, dâvete muhatap
3046] 69/Haakka, 40; 81/Tekvîr, 19
3047] M. İslâmoğlu, Yürek Fethi, s. 142-143
3048] 33/Ahzâb, 70
3049] Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce
3050] 4/Nisâ, 5, 8
3051] 4/Nisâ, 63
GÜZEL SÖZ
- 647 -
olan insanın ilgisini yine insana, yani kendi gerçeğine çekmektir. Kendi gerçeğini görmeyen biri, kendisiyle değil; hep “başkaları”yla, hep “onlar”la ilgilenecektir. Kendisini sürekli ilgi odağından uzak tutan kimseler, verilen hiçbir nasihati üzerlerine almazlar, hiçbir dâvetin muhatabı yerine kendilerini koymazlar. Dolayısıyla onlar öğüt almaz, söz dinlemez ve hallerini düzeltmezler. İşte onlar kör, sağır ve dilsiz biri gibidirler.
4. “Fe kûlâ lehû kavlen leyyinâ: Ona yumuşak bir üslûpla söyleyin.”3052 Bu ilâhî uyarı, Firavun’u uyarmakla görevlendirilen Hz. Mûsâ ve Hârun’a yapılıyordu. Aslolan İslâm’ı insana taşımaksa, bu uğurda meşrû olan her yöntem denenmeliydi. Bunların başında da tatlı dil ve güler yüz geliyordu. Hz. Mûsâ ve Hârun’a bu ilâhî tâlimat verildiğinde Firavun henüz dâvete muhatap olmamış bir “câhil” idi. İçinde bulunduğu küfür, bir “küfr-i inâdî” değil; bir “küfr-i cehlî” idi. Onun dâvet karşısındaki tavrı netleşip küfründe direndikçe söz konusu peygamberlerin ona karşı takındıkları üslûp da doğal olarak değişmişti. Günümüzde müslüman kardeşine bir doğruyu ileten, hatada gördüğü bir kardeşini uyaran kimi müslümanların takındığı üslûp, Firavun’a dahi takınılmayacak kadar nefret ettirici ve gaddarca olabilmektedir. Ünlüdür, Abbâsi halifesi Hârun Reşid’in, kendisini çok uygunsuz bir üslûpla uyaran bir nasihatçiye Tâhâ sûresinin yukarıda geçen âyetini kastederek şöyle dediği rivâyet edilir: “Yavaş ol! Allah senden daha hayırlısını (Hz. Mûsâ ve Hârun) benden daha şerlisine (Firavun) gönderirken yumuşak konuşmasını emretti.”
5. “Ve kûlû linnâsi husnâ: İnsanlara güzel söz söyleyin.”3053; “Ve kul li ıbâdî yekûlu’lletî hiye ahsen: Kullarıma söyle; Sözün en güzelini konuşsunlar.”3054
Sözlerin En Güzeli Olan Kitap’ta “En Güzel Söz” Diye Tanımlanan “Dâvet”in Usûlü: Kur’an’ın üslûbu, bir dâvetçi/tebliğci, yani gönül fâtihi için bulunmaz bir hazinedir. Kur’anî dâvet üslûbundan çıkaracağımız birçok ilke vardır. Biz burada bunlardan sadece birkaçına işaret etmekle yetineceğiz:
a- Kur’anî dâvet üslûbunda muhatabın dikkatini dağıtacak yersiz ayrıntılara girilmez. Söylenmek istenilen hakikat, doğrudan ve mümkün olan en az kelimeyle (îcaz) muhataba aktarılır.
b- Kur’an, muhatabının dikkatini dağıtmamak için genellikle somut isimler, tarihler ve mekânlar üzerinde durmaz. Kur’an’da müşahhas/somut olarak indiği dönemin mü’minlerinden yalnızca Hz. Zeyd bin Sâbit’in adı, kâfirlerden ise yalnızca Peygamber’in amcası Ebû Leheb’in adı geçer. Bunun dışında Kur’an, hep isme değil; eyleme vurgu yapar. Hatta tarihî kıssalarda kullanılan “nemrut”, “firavun” gibi isimler dahi özel isim değil; “sultan, kral, başkan, han, hakan” gibi cins isimlerdir. Çünkü isimler ayırır, ihtilâfı çoğaltır ve dikkatleri dağıtır. Tarihsel mekânlar, insanlar ve zamanları öne çıkarmak dikkatleri dağıtırdı ki, çağlarüstü bir mesaj olan Kur’an buna meydan vermemiştir.
Ender durumlar dışında Kur’an rakam da vermez. Örneğin cehennem kapıcılarının sayısı konusunda “üzerinde on dokuz vardır.”3055 âyetiyle rakam verir ve
3052] 20/Tâhâ, 44
3053] 2/Bakara, 83
3054] 17/İsrâ, 53
3055] 74/Müddessir, 30
- 648 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ardından şöyle ilginç bir uyarıda bulunur: “...Biz onların sayısını bir fitne kıldık.”3056 Bu fitnenin nasıl bir sınav olduğunu da 19’culuk akımıyla hepimiz bir kez daha öğrenmiş oluruz.
c- Kur’an nefy ve isbat yöntemini çok kullanır. Nefy kötüyü, bâtılı ve yalanı boşa çıkarma; isbat ise iyiyi, hakkı ve doğruyu onun yerine getirme işlemidir. Bunun en güzel örneği kelime-i tevhiddir. Kur’an’da “lâ ilâhe illâ hû” formunda geçer.3057 “Lâ ilâhe: Hiçbir ilâh yoktur” nefydir ve enkazı temizler; “illâllah: Yalnızca Allah vardır” isbattır ve yanlışın enkazının yerine doğruyu bina eder. Bu Kur’anî üslûp, bir fikri muhataba aktarmanın en güzel ve en tutarlı yöntemidir. Önce yanlışın yanlışlığını tespit edip onu gasbettiği doğrunun makamından indirmek; sonra da oraya zaten oranın hakiki sahibi olan doğruyu çıkarmak.
d- Kur’an bir hakikati muhatabına aktarırken onu üç zamana birden götürür: Hal, mâzi ve istikbal. Medenî hal ya da beşerî münasebetle ilgili bir âyetin birden bire halden istikbale geçip âhireti hatırlatması Kur’an’da çok sık rastlanılan bir özelliktir. Bu şekilde insan, duygu ve düşünce dünyasında üç zamanı birden yaşar; zihni, düşüncenin ufuklarına kanat çırpar; yüreği, fırıl fırıl dönen bir radar gibi hal, mâzi ve istikbal arasında döner durur. Bu üslûp insanı ışık hızının dahi topuğuna ulaşamadığı bir hızla zaman-mekân yolculuğuna çıkarır. Ve hatta öyle bir an gelir ki artık ne zaman kalır ne mekân. İşte bu ruh hali Kur’an’ın insanda uyandırmaya çalıştığı ruh halinin en yüce basamağıdır. O hal, O’nu kendine şah damarından daha yakın hissetme halidir; o hal, evrensel insan olma halidir; o hal, aynı anda hem hal hem bitimsiz bir mâzi ve hem de ebedî bir istikbal olma halidir.
e- Kur’an, şiire ve şaire meydan okuyan bir metin olarak tüm söz sanatlarını en usta bir biçimde kullanır. O bir şiir değildir, bu kesin; o şiirin çok fevkinde bir şeydir. Onda her türlü mecaz, teşbih, istiâreye rastlamak mümkündür. Onda mecaz olmadığını iddia etmek onu yüceltmez. Belki tersine bilmeden ona karşı yapılmış bir haksızlık demeye gelir. Onda mecaz, teşbih ve istiâre gibi söz sanatlarının olması onun muhkemliğine bir zaaf getirmez ve kimse tarafından da böyle yorumlanamaz. O söz sanatlarını mesajın gerçekliğini zayıflatmak amacıyla değil; mesajı aracı kıldığı dilin tüm imkânlarını kullanarak muhatabına daha kolay ulaştırmak amacıyla istihdam eder.
Rasûlullah ve Güzel Söz: Ahlâkı Kur’an olan Hz. Peygamber dâvette de ideal üslûbun örneğiydi. O, söyleyeceğini deve çobanından devlet başkanına, dâvete muhatap olan her insanın anlayabileceği bir dille ve sadelikte söylerdi. “Onlar ki sözün tümünü dinlerler, en güzeline uyarlar.”3058 âyeti onda ahlâk halini almıştı. Sözü olan herkesi dinlediği için müşrikler ona “kulak” lakabını takmışlardı.3059
Bir insanın konuşma hakkından söz edebilmesi için dinleme sorumluluğunu yerine getirmesi şarttır. Bu ahlâkî sorumluluk günümüz insanının en büyük eksikliğidir. Yapılan bir bilimsel araştırmada karşılıklı konuşan insanların birbirlerinin söylediklerinin % 65’ini dinlemediği ortaya çıkmıştır. Dinlemesini bilmeyenin dinlenmek istemeye hakkı yoktur. Peygamber’in ahlâkı bunun en ideal örneğidir.
3056] 74/Müddessir, 31
3057] 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i İmran, 2, 618; 4/Nisâ, 87...
3058] 39/Zümer, 18
3059] 9/Tevbe, 61
GÜZEL SÖZ
- 649 -
Hz. Peygamber’in dâvet üslûbu, ilkelerden tâviz vermeyen fakat olguları da gören bir üslûptur. Rasûlullah, etrafındaki insanları terbiye ederken oldukça sevecen ve şefkatli davranır, onların hatalarını kendilerini kırmadan düzeltirdi.3060
Büyüleyici Söz; Şiir ve Söz Canbazı Şâir
“Şiir” sözlükte, hissedilen şey anlamına gelir. Bu da tıpkı hissetmedeki isabet gibi bir bilmektir. “Şiir” kelimesinin aslı olan “şuur”, bir şeyi anlamak, kavramak, fark etmektir. Şiir, anlaşılan, farkedilen şeylerin ifadesi, dakîk (ince ve sanatlı) ilmin adıdır. Kavram olarak “şiir”, sözlerin ölçülü ve birbirine uygun bir şekilde bir mârifet (bilme-tanıma) olarak ortaya konulma sanatıdır.
Şiiri yazan veya irticâlen söyleyen “şâir”, söz ustasıdır. O, hissettiğini söze (veya yazıya) ölçülü bir şekilde dökebilen bir sanatkârdır. İslâm’dan önceki Arap tolumunda şâirler, ince anlayışlı, kavrayışlı, söz ustası kimselerdi. Onlar aynı zamanda, varlığın ötesinden haber getiren ve insanüstü güçlerle ilgisi olduğu var sayılan sanatçılardı. Her zaman toplumun önünde olurlardı. Kendi kabileleri arasında seçkin ve özel yerleri vardı. Bunun sebebi onların yalnızca söz ustası olmaları değildi. Bunun yanında onlar toplum tarafından bir çeşit kâhin (gayb’den haber veren) olarak tanınıyorlardı. Şâir, sözleri süsler, onları etkili bir hale getirir ve insanlara sunardı. O, zaman zaman bir savaş kışkırtıcısı, kimi zaman abartıcı, kimi zaman da gizliliklerden getirdiği sanatlı sözlerle halkı etkileyen söz canbazı idi.
Kur’an Şiir Değildir: Câhiliyye insanı, Kur’an nâzil olmaya başlayınca, bu gibi etkileyici sözleri ancak şâirlerin söyleyebileceğini düşünerek Peygamberimize hemen şâir ve kâhin yakıştırması yapmışlar ve Kur’an’a da şiir demişlerdi. Kur’an, onların bu iddialarını kesin ifadelerle reddeder: “Ve derler ki; ‘biz mecnun bir şâir için ilâhlarımızı terk mi edeceğiz?’ Hayır, O hakk’ı getirmiş ve gönderilen (peygamber)leri de doğrulamıştır.”3061 “(Rasûlüm!) Sen öğüt verip hatırlat; Rabbinin lütfuyla sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun/deli. Yoksa onlar, ‘(o,) bir şâirdir, onun, zamanın felâketlerine uğramasını bekliyoruz’ mu diyorlar? De ki: ‘Bekleyip durun, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.”3062
Kur’an, kendisinin mûcize oluşunu, erişilmez yüceliğini ilân edip, karşı çıkanları bir benzerini getirmeye çağırıp meydan okurken, işe, câhiliyye şiirinin ve şâirlerin üstünlüklerini yıkmakla başlıyordu. Câhiliyye kültürünün anlayışındaki şiirden ve -biraz korku, biraz saygı taşıyan- o zihniyetin şâirlerinden Kur’an’ın ve tebliğcisi Hz. Muhammed (s.a.s.)’in kişiliğinin çok farklı olduğunu vurguluyordu Kur’an.
Kur’an’ın sözleri şiirdeki âhenkten daha üstün olduğu gibi, âyetlerinin içeriği daha isabetli, zengin anlam yüklü ve son derece etkileyeciydi. Kur’an karşısında şâirlerin meydana getirecekleri şiirin bir hükmü olamazdı. Kimileri bu şiirleri dinler, onlardan etkilenir, hatta şiirlerde anlatılan sapıklığa meyledebilirdi. Şiirler kimi zaman kuruntuları, tutarsızlıkları, hatta çirkinlikleri örtebilirdi. Ancak Kur’an, çok daha farklı, çok daha etkileyici, sözleri âhenkli, anlamı tutarlı ve yararlı, içerisinde çelişki olmayan, hakkı açıklayan bir Allah kelâmıydı.
3060] M. İslamoğlu, a.g.e. s. 144 vd.
3061] 37/Saffât, 36-37
3062] 52/Tûr, 29-31
- 650 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’a Göre Câhiliyye Şâirleri: O günkü şâirlerin toplum içerisinde etkileri olmakla birlikte çok saygın kişilikleri yoktu. Şâirlerin ilham eseri sözlerinden dolayı halk, bazen onlara cinlenmiş (mecnun) gözüyle bakardı. Kimileri de güçlülerin, kabile başkanlarının yanında yer alır, kendilerine çıkar sağlayanların lehinde kaside/methiye türü şiir sunarlardı. Söyledikleri şiirler, çoğunlukla büyüklük taslamalar, övünmeler, gururlar, aslı astarı olmayan iddialar, şarap ve kadın övgüleri, eğlence meclislerini göklere çıkaran, süslü ama faziletten uzak, boş sözlerdi.
Bu nedenle Kur’an, Peygamber’in şâir, Kur’an’ın da şiir olmadığını ısrarlı bir şekilde vurguluyor: “Biz ona şiir öğretmedik; (bu) ona yakışmaz da. O (kendisine indirilen Kitap), yalnızca bir zikir (öğüt ve hatırlatma) ve apaçık bir Kur’an’dır.”3063 Bir başka yerde Kur’an’ın şerefli bir elçi tarafından tebliğ edilen bir vahy olduğu, asla bir kâhinin sözü olmadığı belirtiliyor.3064
Kur’an’ın büyüleyici belâğatı (söz güzelliği) karşısında saşıran, ama inanmaya yanaşmayan inatçılar, onun Peygamber tarafından (tıpkı şâirlerin yaptığı gibi) uydurulduğunu iddia ediyorlardı. “Hayır, dediler; (bunlar) karmakarışık düşlerdir; onu kendisi düzüp uydurmuştur; belki de o, bir şâirdir. (Eğer öyle değilse) öncekilere gönderildiği gibi bize de bir âyet (mûcize) getirsin.”3065
Kur’an, câhiliyye dönemi şâirlerinin kötü rollerine işaret ederek, şeytanın, gerçeği ters yüz eden, günaha düşkün yalancı şâirlere ilham/vesvese verdiğini, onlara da ancak azgın sapıkların uyduğunu söyler: “Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan (şâir)lerin üstüne inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar. Şâirlere sapıklar/azgınlar uyarlar. Şairlerin her vâdîde (her yerde) vehm (hayal) edip, başıboş dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları/yapamayacakları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Ancak iman edip sâlih amel işleyenler, Allah’ı çokça zikredenler ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”3066
Kötülenmeyen Şiir: Şüphesiz bütün şâirler böyle değildir ve bütün şiirler de câhiliyye şiirine benzemez. Kur’an’ın tenkit ettiği şâir ve şiir, insanları kandıran, olmayacak şeylerle meşgul olan, toplumun önünde saptırıcı rol oynayanlardır. Şeytan bu gibilere yol göstermektedir. Onlar da şeytanî işlerin peşindedirler.
Kur’an, şüphesiz şiir değildi, onu tebliğ eden Peygamber’in de o günkü ve bu günkü şâirlerle uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Kur’an, câhiliyye şâirlerini, onların olumsuz rollerini ve şiirlerindeki lüzumsuzluğu ve fesâdı tenkit ederek kendisinin asla şiir olmadığını ve şiirle kıyas edilmeyecek kadar üstün olduğunu vurgular. Kur’an’da şiirsel ifade, âhenk ve şiir gibi etkileyici biz özellik olsa bile, o şiire veya nesre (düz yazıya) benzemez. Kur’an’ı okuyan şüphesiz onda şiirin ifade edemeyeceği kadar uyumlar, derin anlamlar, güzel ve sanatlı ifadeler, söz ve mânâ bütünlüğü bulabilir. Ancak, bütün bunlara rağmen Kur’an şiir değildir; Allah katından gelen ilâhî bir kitaptır.
Peygamberimiz (s.a.s.) güzel şiiri yasaklamadığı gibi, bazen onları dinlemiş,
3063] 36/Yâsin, 69
3064] 69/Haakka, 38-43
3065] 21/Enbiyâ, 5
3066] 26/Şuarâ, 221-227
GÜZEL SÖZ
- 651 -
güzel ve hikmetli şiirlerin şâirlerini övmüştür. Hatta hikmetli şiir söyleyen sahâbeler, Hak dini övüp İslâm düşmanlarını hicvederek Hz. Peygamberimiz’in dâvetine yardımcı olmuşlardır.
Şiiri kötü yapan, onun içeriği ve onu söyleyen/yazan şâirlerin olumsuz kimlikleridir. Salt şiir yasaklanmamıştır. Günahı ve kötülükleri övmeyen, İslâm akîdesine ve ahlâkına aykırı olmayan, güzellikleri hatırlatıp teşvik eden hikmetli şiirler yazılabilir, söylenebilir, okunabilir.3067
Peygamberimiz bu konuda şöyle buyuruyor: “Şüphesiz şiirde hikmet vardır.”3068 Şâirleri kötüleyen âyet nazil olduğu zaman Peygamberimiz’in şâirlerinden Hassân bin Sâbit, Abdullah bin Revâha, Kâ’b bih Mâlik Peygamberimize gelip şöyle demişlerdi: “Allah (c.c.) şu âyeti inzal buyurdu ve o biliyor ki biz şiir söylemekteyiz?” Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.) şâirleri kötüleyen âyetlerden sonra gelen âyeti okudu: “Ancak iman edip sâlih amel işleyenler, Allah’ı çokça zikredenler ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”3069 Peygamberimiz sonra buyurdu ki: “Burada tenkit dışı bırakılanlar sizlersiniz.”3070
Şâirleri kötüleyen âyet nazil olunca Peygamberimiz (s.a.s.) Hassân bin Sâbit ve Kâ’b bin Mâlik’e (r.a.) şöyle buyurdu: “Kureyş’i hicvedin, çünkü sizin hicviniz onları ok yağmuruna tutmaktan daha etkilidir.”3071
Hassân bin Sâbit’i (r.a.) şiir söylemeye ise şöyle teşvik etmiştir: “Söyle, müşrikleri şiirlerinle hicvet, Rûhu’l Kudüs (Cebrâil) seninle beraberdir.”3072
Peygamberimiz (s.a.s.), kâfirleri ve küfrü kötüleyen güzel ve faydalı şiir konusunda ayrıca şöyle buyuruyor: “Mü’min eliyle ve diliyle cihad eder. Nefsimi kudret elinde tutana yemin ederim ki, dille attığınız da, ok gibi yaralar açar.”3073
Güzel Sözün Özellikleri
Konuşma ve yazma kabiliyetini bize Allah vermiştir.3074 Lisanların çeşit çeşit olması da yine, Allah’ın kudretini gösteren özelliklerdendir.3075 Her peygamber kendi kavminin, içinden çıktığı toplumun konuştuğu dille tebliğ ve dâvetini yapmıştır.3076 Dinin amaç, dilin araç olmasından dolayı her müslümanın kendi ana dilini çok iyi bilmesi ve onu çok güzel bir şekilde kullanması, dinini tanıyabilmesi ve kendi toplumuna tanıtabilmesi açısından da çok önemlidir. İnsanlar, dilleriyle (kullandıkları kelimelerle) düşünürler, onunla yaşarlar, onunla inançlarını öğrenir ve ifade ederler, birbirleriyle dil sayesinde anlaşırlar. Beraber yaşadığımız
3067] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 631-634
3068] Buhârî, Edeb 90, 8/42; Ebû Dâvud, Edeb 5010, 4/303; İbn Mâce, Edeb 41, hadis no: 3755, 2/1235; Tirmizî, Edeb 69, hadis no: 2844, 5/137
3069] 26/Şuarâ, 227
3070] İbn Ebî Hâtim, nak. Muh. Ibn Kesir, 2/664
3071] Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 157, hadis no: 2490, 4/1935
3072] Buhârî, Bed’u’l-Halk 6, 4/136, Edeb 91, 8/45; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 153, hadis no: 2486, 4/1933; Ahmed bin Hanbel, 4/286, 298, 299, 301, 302
3073] Ahmed bin Hanbel, nak. İbn Kesir, 2/664
3074] 55/Rahmân, 4; 96/Alak, 4
3075] 30/Rûm, 22
3076] 14/İbrâhim, 4
- 652 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanlarla iyi iletişim kurmak ve sosyal hayatta başarılı olmak için de konuştuğumuz dili iyi bilmek ve düzgün kullanmak şarttır.
“(İnsanları) Allah’a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna, ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.”3077 “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.”3078 Bu âyetlerden yola çıkarak, güzel sözün muhtevâ/içerik yönüyle özelliklerini şöyle tespit edebiliriz:
1- Allah’a dâvet, insanları mutlak doğruya, tevhide, İslâm’ın ana esaslarına çağırmalıyız. Kendi beşerî doğrularımıza, parti veya cemaatimize, dernek veya vakfımıza değil; insanları Allah’a ve O’nun dinine, O’nun tartışmasız doğrularına dâvet etmeliyiz.
2- Sâlih amel, yani sadece sözle yaptığımız dâvetle yetinmeyip hal dili, beden dilini de kullanmak, anlattığımızı önce ihlâslı bir şekilde nefsimizde yaşamak ve örnek olmak gerekmektedir. Unutmamalıyız ki, eteği tutuşan itfaiyeci, kendini kurtarmadan dışarıdaki yangını söndüremez.
3- “Ben müslümanlardanım” demek, yani Allah’a teslimiyet, İslâm prensiplerini tâvizsiz yaşamaya çalışmak, İslâm kimliğinden başka kimlik ve âidiyetleri öne çıkarmamak, şahsiyet/kimlik sahibi olmak ve dünyevî çıkar gözetmemek gerekir.
Diğer âyet ve hadislerden yola çıkarak, güzel sözün diğer temel içerik özelliklerine şunları da ekleyebiliriz:
4- Hayırlı ve Faydalı Şeyler Konuşmak: “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!”3079
5- Aksi Gerekmediği Müddetçe Sevindirici, Müjdeleyici Sözler: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”3080 “Tatlı bir çift söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.”3081
6- Muhâtabın Seviyesine ve Psikolojik Durumuna Uygun Sözler.
Güzel sözün üslûp yönüyle özelliklerini yine âyetlerden yola çıkarak şöyle tespit edebiliriz:
1- Kötülüğü en güzel bir tavırla önlemek: Kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Meselâ öfkeye sabır, bilgisizliğe hilm, kötülüğe af ve iyilik ile karşılık verilmelidir.
2-Düşmanı yakın bir dosta dönüştürme çabası,
3- Sabırlı ve hayırlı olmak; Tahammülü engin, hayır yönüyle zengin olmak,
3077] 41/Fussılet, 33-35
3078] 16/Nahl, 125
3079] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s.Sâlihîn, II/120
3080] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722
3081] Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947
GÜZEL SÖZ
- 653 -
4- Hikmet sahibi olmak, hikmetli sözlerle Rabbin yoluna çağırmak,
5- Mev’ıza-i hasene (güzel öğüt) ile hitab etmek, (bu konudaki diğer âyet ve hadislerde emir ve tavsiye edilen güzel öğüt kurallarına uymak:) tatlı dille, yumuşak üslûpla insanlara, mesajı sevdirerek, varsa kolaylık yolunu göstererek konuşmak. Müjdeleyici olmaya çalışmak, nefret ettirmemek, bıktırmamak, alternatif göstererek kötülüğü değiştirmek, yıkıcı değil yapıcı olmak, muhatabın özel durumunu dikkate alarak, onun seviye ve psikolojisine göre akla ve duygulara hitab etmek. Uygun yer ve zamanı gözetmek, Öncelikleri tespit ederek ana esaslara çağırmak ve tedricî olmak. Aktüaliteden, eski bilgilerden yola çıkmak, bıktırmaksızın tekrar tekrar mesajı değişik vesilelerle iletmek, kıssa ve mesellerden, örnek ve temsillerden yararlanmak gerekir. Gereksiz tartışmalardan, nefis meselesi yapılmasından veya kişinin onurunu rencide edecek tavırlardan, mahcub etmekten, alay ve hakaretlerden uzak bir ifade tarzı kullanmak şarttır.
6- En güzel şekilde münakaşa ve mücâdele etmek. Eğer başka çare yoksa ve mecburen münakaşa ve fikrî mücâdele etmek zorunda kaldıysak, yine olgun ve onurlu bir mü’mine yakışan tavırla, en güzel metodlarla münakaşa ve mücadele yapmak gerekecektir. Karşımızdakinin seviyesine inmek yerine, onun bizim seviyemize çıkmasına gayret etmek, en güzel yoldur. Bu münakaşa ve münazaralarımızda nasıl bir usûl ve üslûp takınmamız gerektiğini Kur’an bize öğretmektedir: “Onlar (münâfıklar), Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında belîğ/tesirli söz söyle.”3082; “Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak, zulme/haksızlığa uğrayan başka. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.”3083; “Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah’a söverler.”3084
Tarihten Bu Yana Dil - Din İlişkileri Konusunda Bazı Tespitler
Dillerin, Konuşmanın Doğuşu: Vahyi esas almayan câhilî öğretiler, konuşmanın ve dillerin ortaya çıkışı konusunda birbirini yalanlayan bir sürü teori ortaya atmaktadırlar. Çoğunlukla ifade edilmek istenen şudur bu görüşlerde: Konuşma toplumsal hayatın ve evrimin bir sonucudur. İlk insanlar, uygarlıktan yoksun hayvana yakın yaratıklar olduklarından konuşma gibi bir özelliği icad edememişlerdi. Birbirleriyle işaretlerle anlaşıyorlardı... Peki, sonra nasıl konuşmaya başladılar? Bu sorunun cevabında, câhiliye, farklı teorileri bilim diye ortaya sürmektedir. Bunların hiç biri, mantıklı ve ciddiye alınabilecek seviyede değildir. Hâlbuki Kur’an, bu konuda kesin bilgiler vermekte, ilk insanı yaratan, onu nasıl yarattığını ve ona ne gibi özellikler ve nimetler bahşettiğini açıklamaktadır: “Allah, Âdem’e (ilk insana) tüm eşyanın isimlerini öğretti.”3085 Eşyaya ad vermeyi, yani konuşmayı öğreten Allah’tır ve ilk insana bunu öğretmiştir. “Rahman olan Allah, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı, maksadını anlatmayı öğretti.”3086 Yoksa, Allah’ın vermediği bir kabiliyeti insan, sonradan uygarlık veya tekâmül sonucu elde etmiş değildir. Öyle olsaydı, başka yaratıklar da bu çeşit tekâmüle ve uygarlığa ulaşabilirlerdi. Sözgelimi, insanlara koca bir hayvan boyun eğmez veya
3082] 4/Nisâ, 63
3083] 4/Nisâ, 148
3084] 6/En’âm, 108
3085] 2/Bakara, 31
3086] 55/Rahman, 1-4
- 654 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onlarla konuşabilecek seviyeye, insan gibi o da gelebilirdi. Ama “vermeyince ma’bûd, neylesin mamut veya Mahmut!”
Bazıları, insanı “hayvan-ı nâtık”, yani “konuşan hayvan” diye tanımlamışlar. İyi düşündüğümüzde bunun yanlış olduğunu, hayvanlardan farkımızın sadece konuşma yeteneğimiz olmadığını, nice konuşanın da hayvandan daha aşağı olduğunu kavrayabiliriz. Fakat bununla birlikte, bu gibi anlayış ve tarifler, tarihten beri konuşmaya verilen önemi belirtir. Konuşma ve yazma, ne kadar otomat, âni olduğu halde, üzerinde derin düşündüğümüzde Allah’ın sanatının ne kadar hârikulâde olduğunu, bu verdiği nimetler sayesinde bile öğrenebiliriz: Konuşmamızı gerektiren bir etki olacak, o kulak veya göz gibi bir araçla beyne ulaşacak, beyin bunu değerlendirecek. Nasıl bir tepki ile karşılayacağını hesap edecek, karar verecek. Bunu uygulamak için dile emir verecek. Bu arada nasıl tepki gösterileceğine dair kararlar çıkacak: Ses tonu, kelimelerin seçilişi gibi daha nice unsurlar en ince teferruata kadar tayin ve tespit edilecek. Bütün bunlardan sonra konuşma biçiminde dışa akseden eylem ortaya çıkacak. Bütün bunların hepsi, saniyenin belki onda birinden daha küçük bir zaman diliminde olacak. Bu, Allah’ın sanat ve azametini gösteren âyetlerinden (alâmetlerinden) başka bir şey değildir. Dünyada bulunan milyarlarca insanın hiç birinin ses tonu, bir başkasının aynısı değildir. Aynı et parçaları, benzer yapılar, fakat neticede benzemeyen eser. Birbirine benzediği kadar, benzemeyen fizikî ve ruhî özellikler. Allah öyle bir sanatkâr ki, bir eserini her şeyiyle aynen tekrar etmeyi, kendi sanatına uygun görmüyor. “Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin birbirinden ayrı olması da O’nun (azamet ve kudretine delâlet eden) alâmetlerindendir. Şüphesiz ki bunlarda, bilenler için ibretler vardır.”3087
Ses tellemiz, birbirine benzer olduğu, ağzımızın, dilimizin ve hatta beynimizin yapısında bir farklılık olmadığı halde, dünyada değişik bölgelerde yaşayan insanlar, değişik lisanlar konuşmakta, farklı sesler çıkarabilmekte, çeşitli ses yapılarına ve tonlarına sahip olmaktadırlar. Hatta aynı dilin konuşulduğu bölgelerde bile şehirden şehire, kasabadan ksabaya farklı lehçeler kullanılmaktadır. Bunun yanısıra, her insanın telâffuzu ve konuşma tarzı diğerlerinden farklıdır. Aynen, vücudun benzer yapılar ve renkler içinde, benzemeyen yapı ve renk farklılığı gibi. Aynı anne ve babanın çocuklarının her birinin tümüyle aynı özelliklere sahip olmadığı gibi. Bir ağacın iki yaprağı, gökten yağan milyarlarca kar tanelerinin şekilleri bile aynı değil. Bu imâlâtların farklılığı, kâinat fabrikasında çok usta bir sanatçının var olduğunu ispatlamaktadır. Aynı şeyi ikinci kez aynen yaratmayı güzel görmeyen yaratıcı güç, her an yeni bir model icad etmektedir. “Evet, Bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.”3088 Dünyada bulunan tüm insanların parmak uçlarının çizgilerinin bile farklılığı ve yeniden yaratılışta bu farklılığın gözetileceği vurgulanır. Benzeme içinde benzememe; zıtlar arasında uyum ve âhenk...
Dilin Bazı Özellikleri: İnsanların yaşayışlarındaki bazı değişiklikler dile etki yaparak, dilde de değişikliklere yol açar. Toplumsa değişmeler, bilim, fen ve teknolojideki gelişmeler, duygu ve düşüncelerdeki yeni belirlemeler, inançlar ve inançlardaki değişimler dilin ve dil kurallarının değişmesi için birer etkendir.
3087] 30/Rûm, 22
3088] 75/Kıyâme, 4
GÜZEL SÖZ
- 655 -
Türkiye’nin son yüzyıldaki değişikliklerinin dile yansımadığını hiç kimse iddia edemez. Bugünkü genç nesillerle, dedeler arasında bile konuşma yönüyle büyük bir fark oluşmuş durumda. Daha kırk sene önce yazılmış bulunan nice eser, (söz gelimi, Risâle-i Nur Külliyatı, Âkif’in Safahat’ı, Tevfik Fikret’in Rubâb-ı Şikeste’si) yeni nesiller, cumhuriyet çocukları tarafından hiç anlaşılamamakta, sanki yabancı, başka bir dille yazılmış gibi istifadeden uzak, tozlu raflarda esir hayatı yaşamaktadır. Dedelerimizin kullandığı nice kelimelerde değişiklik oldu. İslâm düşmanlığının bir neticesi olarak Arapça ve Farsça’dan dilimize girmiş nice kelime ve deyimler batıdan ithal edilen çarmıha gerilip idam edildi. Resmî yönlendirmelerin yanında son yıllarda yaygınlaşan bilgisayarın da Türkçe’yi yozlaştırdığına, çok sayıda kelimenin imlâsının, hatta söylenişinin İngilizce-Türkçe karma, ucûbe bir şekle girmesine sebep olduğu da bir vâkıa.
Ayrıca, konuşma dili, sosyal çevrelere bağlı olarak farklılık gösterir. Kişilerin eğitim ve kültür düzeyleri, yetiştikleri çevre, hatta yaptıkları işler, onların dilini etkileyerek değişikliğe uğratır. Bir doktorla bir çoban, ikisi de Türkçe konuştuğu halde aynı kelimelerle, aynı ifadelerle konuşmazlar. Avrupa’da yetişmiş bir Türk genci ile Türkiye’de yetişen bir gencin dilinde, vurgularında büyük farlılıklar vardır. Şoförlerin kendilerine has bir konuşma tarzı vardır diyebilecek kadar bazı mesleklerin dile etki ettiklerine şahit oluruz.
Dille toplum arasında sıkı bir bağ vardır. Toplum hayatındaki her türlü değişme ve gelişme, dilde de etkisini gösterdiğinin çarpıcı örneği, Türkiye’nin İslâm medeniyetini terkedip Batı uygarlığını benimsemesi neticesinde dinde olduğu kadar, dilde de kendini gösteren değişikliklerdir. İslâm’ı kabul edip o medeniyetin içine girerek, diğer müslüman ırklar ve toplumlarla tek bir ümmet olan eski Türkler, bu sebeple uzun yıllar Osmanlıca denen bir dil kullanmışlar, yine Osmanlıca denilen (aslında Araplara ait, Kur’an alfabesi) bir yazı ile eserler vermişlerdir. Osmanlıca, bugün bazılarının zannettiği gibi, Türkçeden başka, ondan bağımsız değişik bir dil değildir. Türkçenin, İslâm etkisinde kalarak girdiği eski şeklidir. Yani dünkü kullanılan Türkçedir. Ortak medeniyet oluşturdukları Araplardan ve İranlılardan bazı kelime ve terkipler, ekler doğal olarak Türkçeye girmişti. Bu kelimeler hazmediliyor, Türk söyleyişine uygun hale geliyor, fakat dili tümüyle değiştirmiyordu. Nasıl ki, bir insanın içine, midesine hayvan etleri girer, fakat bunlar hazmedildiği için, insan hayvanlaşmazsa, insan bunlarla güçlenir, bünyesini geliştirirse, özellikle Kur’an’ı ve hadisi genel kültür kabul eden insanların da Arapçadan; Farsçayı edebiyat dili olarak kabul edenlerin o dilden bazı kelimeler alması dillerini değiştirmez, hatta kuvvetlendirir. Tanzimatla birlikte Batı uygarlığına yönelme, dilde İslâmî bazı kelimelere, sadeleşme terâneleriyle düşmanlık haline geliverdi. Medeniyetteki, dini anlama ve dini hayata hâkim kılma, dini yaşamadaki değişmeler, dilde de kendini gösteriverdi. Dildeki Arapça ve Farsça kelimeler atılınca, halkın dini anlaması da güçleşecekti. Avrupa’dan bazı kelime ve kavramlar girince batılılaşma daha kolay halka kabul ettirilecekti. Onun için dil devrimi yapılmış, sonra bunu harf inkılâbı takip ederek, halkın dinle, Kur’an’la zaten gevşemiş bulunan bağları iyice kopacak hale getirilmiştir. Yüz sene önce Türkçe konuşan, okuyan ve yazan bir insanın meselâ Fâtiha sûresinde, anlamadığı kelime hemen hemen yoktu. Bugünkü dilde ise, bırakın Fâtiha’daki kelimeleri anlamak, Fâtiha kelimesini bile, ibâdet kelimesini bile anlamakta güçlük çeker hale getirildi günümüz insanı.
- 656 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dil, kültürden ve inançlardan koparılamaz. Osmanlıca, yani eski Türkçe, İslâm kültürünün ortaya çıkardığı bir dil idi. Osmanlıcanın İslâm medeniyetinden etkilendiği inkâr edilemez bir gerçek olmasına rağmen, Osmanlı devletinde halk ile aydınlar arasında bağlar, köprüler sağlam değildi. Halkın konuştuğu ve eğer biliyorsa yazdığı dilden çok farklı konuşuyor ve yazıyordu o günkü medrese mezunları, yani aydınlar. Yazı dili ile konuşulan dil arasında; Divan edebiyatı ile Halk edebiyatı arasında; Medreseli aydın ile halk arasında büyük uçurumlar vardı. Ama bu vâkıa ıslah edilmesi, toplumun ve İslâm’ın istikametinde uzlaşmaya, uçurumların giderilmesine ve halkın kültürünün artırılmasına gidilmesi gerektiği yerde tam tersi oldu. İslâm aleyhtarlarının, batı hayranlarının kasıtlı tavırlarıyla Kur’an kültüründen halkın olduğu gibi, tüm aydınların da bağlarını kökünde koparmak, eski İslâmî kültür ve eserleri yok etmek için, yeni rejim, dilde ve yazıda da devrim yaptı; dinde yaptığı gibi, medeniyette yaptığı gibi. Netice mi? Mâlûm. Dilde yapılanlar için mâzeret belliydi: Türkçeyi yabancı dillerin (Arapça ve Farsça) egemenliğinden kurtarmak, halkın konuştuğu dille yazı dilinin aynı olmasını sağlamak, dilde sadeleşmeyi gerçekleştirmek. Bu iddialarında samimi değildi devrimciler. Eğer samimi olsaydılar, başka dillerin egemenliğinden kurtarıp sadeleştirmek istedikleri dile, batı dillerinden binlerce kelime ve deyimleri katmakta bu kadar cömertçe davranmazlardı.
Türkler müslümanlığı kabul ettikten hemen sonra niçin yazıları ve dilleri değişmişti? Çünkü din değişikliği her şeyin değişmesi demekti; her şey değişmeye başlamış, dil de, yazı da İslâmlaşmaya başlamıştı. Eski câhilî bağların kopması için, yazının ve dilin değişmesinin şart olduğunu kabul ediyordu o günkü âlimler ve yazarlar. Hatta geçici bir süre, müslüman Türk yazarlar, eserlerini Arapça veya Farsça yazmaya başlamışlardı ki, eski câhilî bağlar tümüyle koparılsın, eski dinle ve câhilî örflerle yeni dinin sentezi olmasın. İslâmlaşırken yapılanlar, batılılaşırken de tersine yapılıyordu. Cumhuriyetten sonra, tabii ki devrimler ve devlet zorlamaları ve yönlendirmeleriyle İslâm’la bağları koparmak için Kur’an’ı, Kur’an’ın harflerini, Kur’an dili Arapçayı öğrenmeye veya öğretmeye kalkanların vay haline! 1928’lerden 1970’lere kadar en sert bir şekilde cezalandırılıyordu Kur’an yazısını ve Kur’an dilini öğreten ve öğrenenler. Ama dünyada esen rüzgâra paralel olarak önceleri Fransızca, sonraları İngilizce bilmeden kültürlü sayılmıyordu insanlar.
Eski dille yazılı, İslâm alfabesi ile te’lif edilmiş kitaplar, toptan imhâ edilmiş oldu. Bu, altmış yaşına gelmiş, çok okumuş, kültürlü bir insanın, kendi isteğiyle beyninde/aklında bulunan tüm birikim, ilim ve tecrübeleri imha ettirip sildirmesi, bir yaşındaki çocuğun başladığı yerden yeniden konuşmayı öğrenme çabası, yeniden eşyayı değerlendirmeye çabalamasını tercih etmek gibi bir şeydi. Aslında bin dört yüz yıllık; Türk diliyle hiç değilse altı yüz yıllık bir mirası reddetmek, yukarıdaki örneğe benzemektedir. Milleti, bazı câhilî öğretiler, “din, dil, tarih, vatan, kültür birliğinden oluşan halk” diye tanımlar. Bu tarife göre Türkiye toprakları üzerinde din birliğinden, dil birliğinden ve sayılan diğer birliklerden söz etmek, kargaları bile güldüreceğine göre, nerede millet? Kürtlerin Anadolu toprakları üzerinde Kürtçe konuşmalarına müsaade etmeyen zihniyet, güya Türkçeyi tek konuşulan dil haline getirmek istiyor. Peki, sormazlar mı “hangi Türkçe?” diye.
GÜZEL SÖZ
- 657 -
Güzel Söz; Aklı Kullanma Sanatı
Konuştuğumuz dili düzgün ve güzel kullanmak, yani muhtevâ olarak meşrû, üslûp olarak güzel ve dengeli konuşmak, hem âhiret, hem de dünyamız açısından hayli önemlidir. Kur’an, insanlara “en güzel söz” olarak takdim edilir.3089 Onun için, Peygamberimiz’in en büyük mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerim’in en büyük özelliklerinden ve îcaz yönlerinden biri, belâğat ve fesâhatta, yani tüm söz sanatlarında ve güzel ifadelerde en üstün bir eser olmasıdır. Bu yönüyle de Kur’an, mu’cizdir; yani insanlar bir benzerini meydana getirmekten âcizdir. Bütün insanlar birleşse bile böylesine edebî ve güzel ifadeli Kitabın benzerini meydana getiremezler. Kur’an’ımız bu hakikati, çeşitli yerlerde, tüm insanlığa meydan okuyarak ifade eder.3090
En güzel söz ve edebî kitap olan Kitabımız, insanların da dillerini güzel kullanmalarını emreder. “Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. (En güzel olan kelimeyi, yumuşak ve tatlı sözü güzel ifadeleri söylesinler.”3091 Benî İsrâilden alınan mîsaktan (ahid, söz) biri de insanlara güzel söylemektir.3092 Dolayısıyla tüm müslümanlara da güzel konuşmaları emredilmektedir. Uyulması emredilen söz de, sözlerin en güzelidir.3093 En fasih konuşan ve muhâtaplarının her türlü söz ve davranışla yaptıkları eziyetlere sabreden, onlara karşı en güzel ifadelerle dâvet ve tebliğ vazifesini yapan Rasûl-i Ekrem’e bile güzel ve tesirli konuşma emredilmektedir: “Onlara va’z et/öğüt ver, onların içlerine işleyecek, ruhlarına nüfuz edecek güzellikte tesirli söz söyle.”3094
Kaba ve katı davranmak, sert ifadeler, dâvet ve tebliğ edilenleri, hatta cemaat haline gelmiş, hem de sahâbe kalitesindeki insanları bile dağıtabilir.3095 Ma’rûfu emir, münkerden nehiy, dâvet ve tebliğ görevleriyle mükellef olan mü’minler, bu vazifelerini diledikleri gibi, gelişigüzel ve kendi mantık ve karakter yapılarına göre değil; Kur’an’ın gösterdiği usûlle yapmak zorundadır. Hakkında özel sûre ve âyetler olan Cuma namazının ehemmiyeti herkesçe mâlumdur. Cuma namazının şartlarından birinin “hutbe” olduğu düşünüldüğünde, insanlara güzel bir şekilde hitap etmenin, yani hutbe okumanın dindeki yeri de kavranmış olur.
Dili güzel kullanmak, yani edebiyat bir sanattır; güzel sanatlardan biridir. Peygamber lisanıyla güzellikler ve meşrû sanatlar şöyle taltif ve tavsiye edilir: “Allah güzeldir, güzellikleri sever.”3096 Hz. Peygamberimiz, sözü güzel kullanmakta usta olan, önemli şairlerden Hassan bin Sâbit’i güzel sözlerinden, şiirlerinden dolayı yücelterek övmüş, teşvik etmiş, hatta bir kere de, memnuniyetini belirtmek için kendi hırkasını çıkarıp bu şaire hediye ederek iltifat etmiştir.
Söz, kullanmasını bilen insan için mükemmel bir silâhtır. Onunla gönül almak da, gönül yıkmak da mümkündür. Söz, dağınık bir yuvayı tekrar düzene kor. Düzenli bir yuvayı da bozabilir. Müslüman, yeryüzünü ıslah etmekle, insanların
3089] 39/Zümer, 23
3090] Bk. 2/Bakara, 23-24; 8/Enfâl, 31; 10/Yûnus, 38, 40; 11/Hûd, 13...
3091] 17/İsrâ, 53
3092] 2/Bakara, 83
3093] 39/Zümer, 18
3094] 4/Nisâ, 63
3095] 3/Âl-i İmrân, 159
3096] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10
- 658 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arasını düzeltmek ve sulhu sağlamakla emrolunmuştur. İnsanların arasını ıslah etmek, yeryüzünden fitne ve fesâdı kaldırmak için, yani savaş veya iyi geçinmek gibi meselelerde güzel söze daha fazla iş düşmekte, hatta gerekirse, güzel olmak şartıyla, bu iki konuda doğrudan tâviz vermeye bile müsaade edilmektedir. İmanı muhâfaza etme ve hayırlı ümmet olmanın şartı olan emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker; güzel konuşmanın, tatlı dilin ve söz becerisinin önemini devamlı canlı tutmaktadır. Müslüman olmak, insanlar arasında müslüman tanınmak için şehâdet kelimesi getirerek dile büyük görev düştüğü gibi; dili koruyamamak da elfâz-ı küfür gibi insanın tüm âhiretini mahvedebilir. Bunun için, en güzel konuşan, en büyük insan şöyle buyurmaktadır: “Siz iki et parçanızı (haramlara karşı muhâfaza etmek için) bana garanti verin; ben de sizin cennete gitmenize garanti vereyim. O iki et parçanızın biri, iki dudağınız arasındaki, diğeri ise, iki bacağınız arasındakidir.” 3097
Dinde nice sevaplar dille, dili güzel kullanmakla ancak mümkün olabilmektedir. Namaz, oruç, zikir, Kur’an okumak, emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker, hakkı ve sabrı tavsiye, Allah’a duâ gibi ibâdetlerin yanında; gıybet, iftira, yalan, kaba söz ve kalp kırmak, mü’minlerin arasını ifsad etmek, cemaatleri dağıtmak, fitne çıkarmak, kötülükleri teşvik edip iyiliklere engel olmak, lüzumsuz konuşmak... gibi birçok günahın sebebi de dil/konuşma olmaktadır. Sabırsızlık, sır saklayamamak, her duyduğunu söylemek, nerede ne söyleneceğini bilememek de dile hâkim olamamanın getirdiği günahlardandır.
Dünyayı cennet hayatına çevirir gibi Allah’ın râzı olacağı kul olmak, dille mümkün olduğu gibi; dünyayı cehenneme çevirmek de dille çok kolay olabilmektedir. Yine, cenneti kazanmak da, cehenneme lâyık olmak da dile sahip olup olamamaktan geçmektedir.
Kuru ekmekle soğanı, güzel sözle katık edebilirseniz nasıl tatlılaşır; tatlı bir yemek, kötü sözle yenilmez bir acılığa ulaşır. Ezop, zengin bir köşkün hizmetçiliğini yapmaktadır. Efendisi, ona bildiği en kötü yemeği pişirmesini ister; beğenmediği, nefret ettiği bir misafiri gelmiştir, ona ikram edecektir. Ezop dil yemeği yapar, getirir. Efendisi buna pek anlam veremese de sesini çıkarmaz. Bir zaman sonra çok sevdiği bir arkadaşı misafir olduğundan, Ezop’tan bu sefer bildiği en güzel yemeği pişirmesini ister. Köşkte her çeşit malzeme olduğu halde Ezop yine dil pişirir getirir. Bu sefer, efendi dayanamaz, sorar: “En kötü yemek istedim, dil getirdin; en iyi yemek istedim, yine dil getirdin, bu ne biçim iştir?” Ezop: “Evet, dil, hem zehirden acı, hem dünyanın en tatlı gıdasıdır” diye cevap verir. Hakikaten çok mükemmel bir sofraya çok acıkmış olarak dâvetli olsak, yemek esnasında birisi bizim onurumuzu kıracak, bizi yerin dibine geçirecek lâflar etse, o yemeğin tadı tuzu kalır mı hiç? Bir söz ustası olan Yûnus, söz konusunda şöyle söyler: “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı. Söz ola ağılı aşı, bal ile yağ ede bir söz.”
İnsanlar söz konusunda üç gruba ayrılır: Suskun-sessiz insanlar; gevezeler; hoşsohbet insanlar. Aşırı derecede suskun ve sessiz insanlar, çoğunlukla kendilerine güveni olmayan, ezilmiş ve kişiliksiz insanlar olabilir. Öyle değilse bile, bir insana faydalı olamayan, onu yeri geldiğinde teselli edemeyen, sevindiremeyen, bazen de dilsiz şeytan durumuna düşen kimselerdir. Bunlar; fazla aranılıp sorulmaz, yoklukları önemsizdir.
3097] et-Tâc, 5/183
GÜZEL SÖZ
- 659 -
İkinci grup insanlarsa yerli yersiz hep konuşmayı severler, başkalarına bu hakkı vermek istemezler, tek dilleri olduğu halde iki kulakları olduğunun hikmetini kavramazlar. İnsanlar, bu tiplerden de çoğunlukla rahatsız olur. Tabii, çok söz yalansız da olmadığından kendileri ve dinleyicileri günahkâr da olur. Bu tipler, genellikle kendilerini çok beğenmiş insanlardır da. Bazen susmanın altın olduğunu anlatamazsınız onlara. Dedikoduya meraklı olan bu tipler, sır da saklayamazlar. Bunların da zararı çok kişiye dokunacağından, konuşma kirliliğine sebep oldukları ve kul hakkına da tecavüz ettiklerinden bunlar da sevilmezler.
Üçüncü gruptaki tatlı dilli insanlarsa, devamlı aranıp kıymeti herkesçe takdir edilen insanlardır. Neyi, ne zaman, nerede ve nasıl konuşacağını bilen insanlardır. Konuştuklarında ağızlarından sanki bal akıyordur. Derdinizi, sıkıntınızı o konuşurken unutur, onu sever, arar, ondan faydalanmak istersiniz.
Karşısındaki topluluğu uzun uzun düşünmeğe mecbur eden, ağlatan, fikir ve inançlarını değiştiren veya geliştiren, onların gönüllerinde, vicdanlarında hâkimiyet kuran, onları fetheden konuşmacılar vardır. Nice zaferler, güzel sözlerle kazanılmış, nice askerin morali güzel sözle zirveye çıkarılmış, heyecanları galeyana getirilerek seve seve canlarını fedâ edecek hale yükseltilmiştir.
Medeniyet, güzelliklerden meydana gelen bir terkiptir. Güzel konuşma ve güzel yazma, başlı başına bir sanattır, güzel sanatlardandır. Kimi vardır, güzel konuşur, fakat güzel yazamaz; kimi de güzel yazar, kalemi kuvvetlidir, fakat güzel konuşamaz. Bu bir kabiliyet işidir. Önemli olan, doğuştan potansiyel olarak Allah’ın bir lütfu ve nimeti olarak verilen bu beyan yeteneğimizi3098 kontrole ve disipline alıp geliştirmektir. Herkesin güzel bir yazar veya meşhur bir hatip olması beklenemez, bu zaten mümkün de değildir. Fakat sözü dinlenen, güzel ve düzgün konuşan, anlattığı ve tebliğ ettiği anlaşılan, gerektiğinde merâmını yazıyla da doğru ve güzel bir şekilde anlatan bir seviyeye, çalışıp gayret etmek şartıyla hemen her insan gelebilir.
Bütün bunlara rağmen, güzel konuşmak veya yazmak, dili güzel kullanmak, hiçbir zaman gâye olmamalıdır. Dil bir araçtır. Bu vâsıtayı çok iyi kullanabilmek için esas gâyeden uzaklaşarak hayatı bu uğurda harcamamak da gereklidir. Din, amaç; dil araçtır. Bu konuyla ilgili Kur’an’da vurgulanan, güzel olan gâyeye, güzel vâsıtalarla gidilme esasıdır. Kur’an, gâyemizi belirtirken, vâsıtaları da belirtmiş; her türlü aracı değil; nassların belirlediği, ya da bizi özgür bırakarak mubah kıldığı araçlarla gâyeye doğru yol almamızı istemiştir. Dolayısıyla dil aracı, kötü bir gâyeye hizmet de edebilir. Cennetin, gölgesi altında olduğu kılıcın, aslında cihad vâsıtası olarak, kişiye büyük bir makam bahşetmesi yanında; bu aracın kötüye kullanılarak haksız yere kan dökmeye âlet edilebilmesi gibi, dil de kötüye âlet edilebilir. Hatta şekil ve üslûp yönüyle “güzel” yargısı verilen konuşma ve yazma (edebiyat, edebiyat yapma) da şerre âlet olabilir. Sözün ve kalemin kuvvetli etkisi sebebiyle, bazı samimiyetsiz insanlar, açıkgöz çıkarcılar, insanları söz oltasıyla kolayca avlayabilmektedir. Kur’an kültürüne sahip olmayan kalabalıklar, sözün sahte güzelliğine kanarak kolaylıkla sömürülebilmekte, nice politikacılar lâf cambazlığı yaparak tâğûtî anlayışları halka kolaylıkla empoze edebilmektedir.
Burada, şöyle bir soru akla gelebilir: Söz, şerre âlet olabilir; ama güzel söz
3098] 55/Rahman, 4
- 660 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şerre âlet olabilir mi? Ya da, değişik ifadeyle, şerre âlet olan şey, güzel olabilir mi? “Güzel”i, güzel şekilde ve bir bütünlük içinde değerlendirirsek, elbette olmaz; âlet olursa güzellikten çıkarılmış olur. “Güzel”i, “Güzel Yaratıcı’nın, kelâmların en güzeli olan Kitab’ına uygun olan şey” diye tanımlayınca, şer olan veya şerre hizmet edip ona âlet olan bir şey, “güzel” olamaz. Halkın edebiyat yapmak, edebiyat parçalamak diye eleştiriyle yaklaştığı ve olumsuz tavır aldığı şekil ve kılıf makyajından ibaret yaldızlı sözler bu türdendir. Kur’an, Şuarâ (şâirler) sûresinde bu çeşit nefse hoş gelen, aslında hiç de güzel ve gerçekçi olmayan, dışı süslü olduğu için, câhillerin güzel zannettiği sözlerden bahseder. Gerçek anlamda mü’min olmayan şâirler, hatipler ve bunların sanal, yapay, sahte ve aldatıcı güzelliğe (daha doğrusu, maske ve makyaja) sahip olan yaldızlı sözleri tenkit edilerek, müslümanların bu tür kişi ve sözlere karşı dikkatli olmaları tavsiye edilmiştir.3099
Yaldızlı sözlerle, süslü kelimelerle yalanı gerçek gibi, bâtılı hak giysisiyle göstermeye çalışan lâf cambazları, politikacı, şâir ve edebiyatçılar, her dönemde ve her yerde görülebilmektedir. Sözlerini daha çok secîli kelimelerle veya kafiyeli şiirlerle, ya da kulağa ve nefse hoş gelebilecek özelliklerle süslemeye âzamî gayret gösteren bu insanların sözleri yapmacıktır, samimiyetsizdir. Daha çok, duygulara hitap eden heyecan amaçlı sözlerdir. Sözü sihir olarak kullanıp gerçeği dil mahâretiyle farklı gösteren, bâtıl bir inancı veya haramları hoş gösteren, değersizi değerliye tercih ettirmeyi amaçlayan bu sözleri bir müslümanın iyi tanıması, değer vermemesi gerekir. Müslümanın, güzel rolündeki büyülü maske takan cadıyı teşhis edebilmesi için, öncelikle gerçek güzeli iyi bilmesi, onunla irtibatı gerekecektir. Çünkü, bir şeyin sahtesini fark edebilmek için aslını tanımak şarttır. Ancak gerçek güzeli tanımayan kimseler, sahte güzele âşık olabilir.
Bazen, dinî nasihatler yapan, vaaz, hutbe ve sohbetlerle insanlara hakkı göstermeye çalışan kimselerin, özellikle mevlit okuyan veya radyo ve televizyon programlarında duâ yapan bazı görevlilerin samimiyetsizliği sırıtmakta, bu yapay süsleri bolca kullanarak, makyajı suratından akan kimselerin görüntüsünü oluşturabilmektedir. Allah rasûlü, bu konuda şöyle buyurur: “İneğin geviş getirmesi gibi, dilini sağa sola çevirerek belâğat göstermeye çıkan kimselere Allah buğz eder.”3100 Bütün bu hususlara dikkat edip sözdeki yapma güzellikten önce, esas güzellik olan muhtevâdaki gerçek güzelliği, hakkın ifadesini, doğruluğu aramalıyız. Mehmed Âkif Ersoy: “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!” diyerek buna işaret etmiştir. Ama sözümüz odun gibi olacaksa, Yûnus’un, dergâha taşıdığı odunlar gibi olsun, yontulmamış olmasın.
Kur’an başta olmak üzere güzel kitapları okuyarak, dâvet çalışmalarıyla tecrübemizi artırarak sözlerimizin, dilimizin yontulmasını sağlayabiliriz. Odun, yontulunca kalem haline de gelebilir. Sözde önemli olan doğruluk ve samimiyettir, güzel bir gâyeye hizmet etmesidir. Yoksa, içi boş, kof sözler, nefse hoş gelse de bunları edebî ve güzel kabul edemeyiz. Sözün edebî olması için edepli olması gerekir, çünkü edebiyat kelimesi edep kelimesinden türemiştir. Edepsiz edebiyat olmaz. Dili ve kalemi terbiye etmeyi öğrenmeden edepli olmak da mümkün değildir. Söz ve kalemin önemi buradan kaynaklanmaktadır.
3099] Bk. 26/Şuarâ, 224-227
3100] Ebû Dâvud, Edeb
GÜZEL SÖZ
- 661 -
Yontulmamış odun gibi kaba ve sert olan, güzellik ve yumuşaklıktan nasibini alamamış söz, iyi niyetle bile söylenmiş olsa, çok kere kaş yapayım derken göz çıkartabilir, fayda yerine zarar verebilir.3101
Uzun dilin başı dertli olur. Eli taşlı insanı gören yılan, başının belâsı dilini çıkarıp yalvarır; aynı dil nice canlar yakmıştır. Dilin kemiksiz olması, fesâda, yalana yani harama uzanmasına sebep olmamalıdır. Dâvâ arkadaşlarının yerini haber vermemek için, dilini dişleriyle koparıp zâlim güçlerin yüzüne tüküren adam, gevezeler için ne büyük bir ibrettir.
Konuşma sanatını bilmeyen bir kimse, ne kadar zeki ve değerli olursa olsun, halifelik görevini tam yapamaz. Çevresindekileri kendisinden uzaklaştırır, zavallı insan durumuna düşer ve konuşmasıyla kendisine ve çevresine zarar verebilir, ifsada yol açabilir. “Söz gümüşse, sükût altındır” sözü, konuşmasını bilmeyenler için geçerlidir. Oysa konuşma sanatını bilenler için söz altındır. Söyleyecek sözü olan, söylenecek uygun söz bulunmadıkça susmakla tanınan bir insan, her zaman kendini dinletir. Söylenecek bir sözümüzün bulunması gerekir; halife olarak, mü’min sorumluluğunu duyarak.
“Sözün âfeti yalandır.” (Hadis-i Şerif)
“Belâ, insanın sözü üzerine gelir.” (Hadis-i Şerif)
“Ya hayır söyle, ya sus!” (Hadis-i Şerif)
“Ya hayır konuşup da sevap kazanan yahut susup da selâmet bulan kişiye Allah rahmet etsin.” (Hadis-i Şerif)
“Esenlik ve huzur on kısım ise, dokuzu susmaktır.” (Hz. Ömer)
“Çok konuşmayınız; herkesin gözünden düşersiniz.” (Hz. Ali)
“Senden soruluncaya kadar susmak, susturuluncaya kadar söylemekten hayırlıdır.” (Hz. Ali)
“İnsan, hayvandan konuşmakla üstündür. Ama doğru konuşmazsan hayvanlar senden üstün olurlar.” (Şeyh Sâdi)
“İnsan dilini tutup konuşmadıkça, ayıbı da hüneri de gizli kalır.” (Şeyh Sâdi)
“İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh, doğrunun yardımcısıdır Hz. Allah.”
“Âyînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz; Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.”
“Ya susun yahut susmaktan iyi şeyler söyleyin.”
“Konuşması insanı hayvanlardan, söylediği şeyler de meleklerden ayırır.”
“Gelür kem sözle başa çok belâlar.
Savar mâkul söz nice kazâlar.”
“Ilı sözle yılan ininden çıkar. İri sözle kişi dininden çıkar.”
“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz.” (Yunus Emre)
3101] Bk. 3/Âl-i İmran, 159
- 662 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Eğer hor eğer hürmet, Kişiye sözden gelir.” (Yunus Emre)
“Sözün en güzeli, söyleyenin doğru olarak söylediği, işitenin yararlandığı sözdür.”
“Kişi ne aş bulursa yimek olmaz; Dile ne söz gelürse dimek olmaz.”
“Söz odur kim ola gül gibi hoş-bû; Selâsette dahi güya akar su.”
“Tamamıyla doğru olsa da, sert söz insanı yaralar.”
“Sözler harekete getirir; ancak, örnekle beraber uygulanır.”
“İnsanlara akılları ölçüsünde söz söyleyin.”
“Bin düşün, bir konuş! Bu daha iyidir.”
“İnsan ne kadar az düşünürse, o kadar çok konuşur.”
“Doğruluğunu tam bilmediğin bir sözü söyleme!” (Sâdi)
“İnsanın cümlelerine hâkim olması için konusuna egemen olması gerekir.”
“Güzel söz, demir kapıyı açar.”
“Güzel sözler, petekten damla damla sızan bala benzer; insanın ruhuna tat verir.” (Hz. Süleyman)
“Kelâm ile kemâli birleştirmek gerek.”
“Yeşillikler, toprağın çirkinliğini kapattığı gibi, tatlı sözler de insanın birçok kusurunu örter.”
“Güzel söz, en etkili bir sinir ilâcıdır.”
“Kılıç yarası iyi olur; dil yarası onmaz.”
“Cebinde para bulunmayanın, hiç değilse dilinde bal bulunmalı.”
“Tatlı sözler, tatlı yankılar meydana getirirler.”
“Tatlı söz söyleyen, hiç kimseden kötü söz işitmez.”
“Tatlı sözler, şiddetli bir öfkeye karşı en etkili ilâçtır.”
“Tatlı söz yılanı ininden, acı söz insanı dininden çıkarır.”
“Tatlı kelâm dinletir, tatsız kelâm esnetir.”
“Tatsız çorbaya tuz, akılsız kafaya söz kâr etmez.”
“Para ile köle satın alamadığına üzülme; insanları tatlı dille de kendine esir edebilirsin.” (Hz. Ali)
“Bir insana söz anlatmak için yakasını, paçasını tutmanız yersizdir. Sizi dinlemek istemiyorsa, dilinizi tutun daha iyi olur.”
“Her bildiğini söyle; her söylediğini bil!”
“Akıllılar, sözlerini altın tartan bir terazide tartarlar.”
“Çok kez söylediklerimiz yüzünden kazandığımız düşmanlar, yaptıklarımız
GÜZEL SÖZ
- 663 -
yüzünden kazandığımız dostlardan daha çoktur.”
“Yerinde söz söylemesini bilen, özür dilemek zorunda kalmaz.”
“Ne kadar çok söylersen karşındaki o kadar az hatırlar. Az söyle de kazancın çok olsun.”
“Uzun sözü, maksadını anlatamayan söyler.”
“Ağızdan çıkan söz, bil ki yaydan fırlayan ok gibidir. O ok gittiği yerden geri dönmez; seli baştan bağlamak gerek.”
“Söylenmediği sürece söze sen hâkimsin. Bir kere söyledin mi, o sana hâkim olur.”
“Bir sözün ardından koşmamalıyız; söz bizim ardımızdan koşmalı, bize hizmet etmeli.”
“İnsanlar arasında yaşamak güçtür; Susmak çok güçtür de ondan.”
“Çok konuşmak, insanın gözden düşmesi için en kısa ve en emin yoldur.”
“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”
“Ve susmak altın olmadı hiçbir zaman; Sözün bir anlamı oldukça.”
“Susma, dayanılması çok güç bir hazır cevaptır.”
“Susmak, insanı ele vermeyen sâdık bir arkadaştır.”
“Çok kez, en güçlü eleştiri, ses çıkarmamaktır.”
“Bazen susmak, söylenen bir sürü sözden çok daha fazlasını ifade eder.”
“İki şey insanı çileden çıkarır; Söylenecek yerde ağız açmamak, susacak yerde lâkırdı etmek. (Şeyh Sâdi)
“Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar çirkindir.”
“Konuşmak ihtiyaç olabilir; ama susmak bir sanattır.”
“Çok bilenler konuşmaz; çok konuşanlar bilmez.”
“İnsanların bazen birbirlerine söyleyecek sözü yoktur; ama gene de konuşurlar.”
“Dünyada söylenmemiş hiçbir şey yoktur.”
“Yeni bir söz söyledim diyen, sözlerin en eskisini söylemiş olur.”
“Konuşma sanatını bilen adam, düşündüklerinin hepsini söylemez; fakat söylediklerini düşünür de söyler.”
“İnsanın söylemezinden, suyun şarlamazından kork.”
“Konuşmaların en önemlisi, kendi kendimizle konuşmamızdır; ama bunu her zaman ihmal ederiz.”
“Az konuşmaktan pek az, çok konuşmaktan sık sık pişman olunur.”
“Her zaman herkesi memnun edemeyiz; ama herkesi memnun edecek
- 664 -
KUR’AN KAVRAMLARI
biçimde konuşabiliriz.”
“Konuşmak yaratılıştan, susmak akıldan gelir.”
“Neden iki kulağımıza karşılık bir dilimiz var? Çok dinleyelim de az konuşalım diye”
“Konuşma, insanın aklını kullanma sanatıdır.”
“Dil ile düğümlenmiş şey, dişle çözülmez.”
“Dil kılıçtan keskindir.”
“Dilin cirmi küçük, cürmü büyüktür.”
“Dil küçük, belâsı büyüktür.”
“Dil sükût ederse, baş selâmet bulur.”
“Dilini zapteden başını kurtarır.”
“Dil yarası onmaz.”
“Dili belâsıdır bülbülün kafes”
“Dilim, dilim, bana giydirir kilim”
“Dilim, seni dilim dilim dileyim.”
“Dilin kemiği yok, ama kemiği kırar.”
“Dilin kemiği yok, nereye çevirsen oraya döner.”
GÜZEL SÖZ
- 665 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 405-406
2. El-Câmaiu li-Ahkâmi’l Kur’an, İmam Kurtubî, Burûc Y. c. 2, s. 200-201
3. El-Mîzan Fî Tefsîri’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabâî, Kevser Y. s. 1, s. 309-311
4. Tefhîmu’l Kur’an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 4, s. 319-322
5. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s . 178-180
6. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 185-189
7. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, AkÂdemi Y. c. 2, s. 103-104
8. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 2, s. 244-246
9. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 7, s. 44-52
10. Yürek Fethi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 142-152
11. İhyâi Ulûmi’d-Din, İmam Gazâli, Bedir Y. c. 3, s. 245-365
12. Kur’an ve İnsan, Celâal Kırca, Marifet Y. s. 299-304
13. Tenbihu’l Gâfilin, Ebulleys Semerkandi, Bedir Y. s. 221-248
14. İslâm Nizamı, A. Rıza Demircan, c. 3, s. 85-96
15. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 64-72
16. Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyyid Kutub, Çizgi Y.
17. Kur’an’da Edebî Veche, Safvet Senih, Nil A.Ş.
18. Güzel Söze Uymanın Önemi, Harun Yahya, Vural Y.
19. Güzel Konuşmanın Sırları, Şadi Eren, Nesil Basım Yayım
20. Güzel Konuşma ve Yazma Sanatı, Ömer Sevinçgül, Zafer Y.
21. Güzel Konuşma, Cevdet Tellioğlu, Timaş Y.
22. Güzel ve Etkili Konuşma Sanatı, Emin Özdemir, Remzi Kitabevi
23. Konuşma, Yavuz Özdem, Atika Y.
24. Konuşma Eğitimi, Suat Taşer, Papirus Y.
25. Konuşma Eğitimi, Sandy Linver, Star Yaprak Y.
26. Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojileşmesi, Walter J. Ong, Metis Y.
27. Sözün Özü (Kelâm-ı İlâhî’nin Tabiatına Dair), Dücane Cündioğlu, Tibyan Y.
28. Söz, Haydar Murat Hepsev, Söz Kitap Y.
29. Söz Söyleme ve İş Başarma Sanatı, Dale Carnegie, Timaş Y.
30. Söz ve Diksiyon, Nüzhet Şenbay, Yapı Kredi Y.
31. Türkçe Diksiyon, Raif Özben, İnkılap Kitabevi
32. Meşhur Sözler Antolojisi, Ahmet Seven, Seha Neşriyat
33. Özlü Sözler Antolojisi, Yakup Sarı, Ravza Y.
34. Özlü ve Güzel Sözler, Şerif Öktürk, Toker Y.
35. Güzel Konuşma Sanatı, Mehmet Kaplan, Nesil Basım Yayım
36. Güzel Konuşmanın Anahtarı, İlyas Albayrak, Remzi Kitabevi
37. Güzellikler Dini İslâm, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
38. Güzel Sözler Antolojisi, Bilal Eren, Türdav A.Ş.
39. İletişim ve Dil, İsa Kayaalp, T. Diyanet Vakfı Y.
40. Dinî Hitabet, Çeşitleri, İlkeleri, Örnekleri, İ. Lütfi Çakan, İFAV Y.
41. Hitabet ve İrşad Güzel Konuşma ve İnsanları Etkileme Yolları Abdurrahman Çetin, Aksa Y.
42. Hitabet, Nejat Muallimoğlu, Avcıol Basım Yayım
43. Hatiplik Sanatı, J. Brun-Ros, Remzi Kitabevi
44. Edebiyata Müslümanca Bakmak, Selim Çoraklı, Birleşik Y.
45. Lisan ve İnsan, Yusuf Alan, T.Ö.V. Y.
46. Peygamber Efendimiz’in Hitabeti, Ahmet Lütfi Kazancı, Marifet Y.
47. Edebiyatta Üslûp ve Problemleri, Şerif Aktaş, Akçağ Y.
48. Yanlışları ve Doğrularıyla Güzel Konuşma, Ülkü Giray, Bilgi Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:12

GÜNAH

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

GÜNAH


- 571 -
Kavram no 59
Haramlar 9
Bk. Haram; Fesâd-İfsâd; Cehennem; Dalâlet
GÜNAH
• Günah; Anlam ve Mâhiyeti
• Günah Kavramıyla İlgili Kur’ân-ı Kerim’deki Kelimeler
a- Cünâh, b- İsm, c- Zenb, d- Vizr, e- Habîs, f- Şikak
• Günah Olayı
• Kur’ân-ı Kerim’de Günah Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Günah Kavramı
• Büyük Günahlar
• Küçük Günahlar
• Lemem
• Muhâtaba Göre Günahlar
a- Allah’a Karşı Günahlar,
b- İnsanlara Karşı,
c- İnsanın Kendisine Karşı Günahlar
• Günahın Zıddı; Sevap
• Günahkârlık; Fısk
• Hıristiyanlıkta ve Diğer Dinlerde Günah Anlayışı
• Peygamberlerin Günahsızlığı; İsmet
• Günah Duygusu
• Günahlar ve Günahkârlarla İlgili Sünnetullah/Allah’ın Değişmez Yasaları
• Günahın Cezâsı ve Günahtan Kurtulma
“Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan, çokça merhamet edendir.” 2486
Günah; Anlam ve Mâhiyeti
Günah Kelimesinin Anlamı: ‘Günah’ kelimesinin aslı Farsçadır. Kur’an’da ‘cünâh’ şeklinde geçen bu kelime, ‘günah’ olayını anlatan kavramlardan yalnızca bir tanesidir. Kur’an, günah kavramını tanıtmak için birçok kelime kullanmaktadır. Bu kelimelerin her biri insanın yaptığı her bir hatanın türünü, hatanın yapılış mantığını, ya da günahın arkasında yatan niyeti ifade etmektedir. Günahı anlatan her bir kavram, insan davranışının sebebini ve psikolojik yapısını açıklar. Bir başka deyişle günahı ifade eden her bir kelime hatanın nasıl bir hata olduğunu ortaya koymaktadır.
2486] 2/Bakara, 173
- 572 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Günah Kavramıyla İlgili Kur’ân-ı Kerim’deki Kelimeler
Kur’an’ın ‘günah’ olayını anlatmak üzere kullandığı kelimeler şunlardır: İsm, seyyie, münker, isyan, fahşâ, fısk, zenb, cürm, fücûr, vizr, şekavet, rics, habîs, zulm, şikak ve cünâh. Bunlardan en çok 4 kelimenin günah anlamında kullanıldığı görülür. Bunlar; cünâh, ism, zenb ve vizr kelimeleridir.
a- Cünâh
‘Cünâh’ kelimesi Kur’an’da yirmi beş defa yer almaktadır. Ancak bu kelime ya ‘lâ cünâha’, veya ‘leyse cünâhun’ şeklinde geçmektedir. ‘Bir günah yoktur, bir sakınca yoktur veya mahzur yoktur, günah olmaz, günah işlenmiş olmaz’ gibi anlamlara gelen bu kelimenin Kur’an’da bu şekilde yer alması oldukça dikkat çekicidir. ‘Cünâh’ kelimesinin sözlükteki karşılığı ‘ism-hata’ sözcüğüdür. Aşağıda anlatılacağı gibi ‘ism’ kelimesi de Kur’an’ın insanın hatalı davranışlarını nitelendirmek için kullandığı kelimelerden birisidir.
Allah’ın emrine karşı gelme, yasaklarını bilerek çiğneme, İslâm’ın ilkelerinden sapma, ihmal etme, sürçme ve karşı gelme gibi hatalı fiilleri tanımlamak için Türkçe’de ‘günah’ kelimesini kullanıyoruz. ‘Cünâh’ kelimesi bu hataların yalnızca bir kısmını, ‘ism’ sayılan çeşidini ve biraz da mahzurlu (sakıncalı) olan davranışları anlatmaktadır. Şu örneklerde olduğu gibi: “Şüphesiz Safâ ile Merve Allah’ın işaretlerindendir. Böylece kim Ev’i (Kâbe’yi) hacceder veya umre yaparsa, artık bu ikisini tavaf etmesinde kendisi için bir cünâh (günah-mahzur) yoktur…” 2487, “Yeryüzünde adım attığınızda (yolculuğa veya savaş için çıktığınızda), kâfirlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda sizin için bir cünâh-mahzur yoktur (sizin için günah değildir)…” 2488
Kur’an günah olgusunu ifade etmek üzere on beş kadar kelime kullanmaktadır. Bunların arasında bir anlam yakınlığı olsa bile, her biri başka bir hataya, hatanın farklı bir boyutuna işaret eder. Ancak hepsinin ortak noktası; nefse, şeytana, karanlık ve kötü işlere yenik düşmeyi, sıkıntıyı ve ıstırabı, toplumsal huzursuzluk ve kaosu, çirkin ve bayağı davranışları, dengeyi bozmayı ve haddi aşmayı ifade etmeleridir.
b- İsm
Kişiyi sevaptan alıkoyan, geri bıraktıran ve yapılmasıyla hayırdan uzaklaştıran ameldir.2489 Bu ameli işleyen sonunda ceza kazanır. Günah kavramının karşılığıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Birr, kalbinin (nefsinin) kendisiyle tatmin olduğu şey, ‘ism’ ise, göğsünü sıkan (seni huzursuz eden) şeydir.” 2490
Kur’an, haram etleri yemeyi, içki içmeyi, kumar oynamayı, adam öldürmeyi, düşmanlık yapmak üzere yardımlaşmayı, başkalarının malını haram yoldan yemeği, iftira atmayı, Allah’a şirk koşmayı, Allah’tan gelen vahy’e değil de kendi hevâsına uymayı ve benzeri hataları ‘ism’ diye nitelendirmekte ve haram saymaktadır. Kur’an, ‘ism’in açığını da gizlisini de mü’minlere haram sayıyor.2491 ‘İsm’ diye
2487] 2/Bakara, 158
2488] 4/Nisâ, 101
2489] Râgıb, Müfredât, s. 10
2490] Müslim, Birr 5, hadis no: 2553, 4/1980
2491] 6/En’âm, 120
GÜNAH
- 573 -
nitelenen günahların büyüklerinden sakınmak Allah (c.c.) katında daha hayırlı ve daha süreklidir.2492 Kur’an mü’minlere “…Birr (her türlü iyilik) ve takvâ (Allah’tan hakkıyla sakınma) hususunda yardımlaşın, ism (günah) ve haddi aşma (düşmanlık) hususunda yardımlaşmayın…” 2493 diye emretmektedir. Şüphesiz ism mü’mini hayırdan, takvâdan ve Allah rızâsından uzaklaştırır, onu sıkıntıya ve cezaya yaklaştırır.
c- Zenb
Zenb kelimesi, sözlükte kuyruk anlamına gelen ‘zeneb’ kelimesinden türemiştir. Hoş olmayan sonuçlar doğuran bütün fiiller hakkında kullanılır ki, meydana getirdiği sonuca göre değerlendirilen işler demektir. Buna göre kişinin yaptığı iş sonuç itibarıyla ona vebal yüklüyorsa, ceza almasına sebep oluyorsa o işi ‘zenb’dir. ‘Zenb’in çoğulu ‘zünûb’tur.
Kur’an’da tekil ve çoğul olarak sık sık günah, kulların işlediği suç ve vebâl karşılığı olarak geçmektedir. Allah (c.c.) ‘zenb’leri (günahları) bağışlayandır. Zaten O’ndan başka günahları kim bağışlayabilir?2494 Allah (c.c.) Hz. Peygamber’in geçmiş ve gelecek ‘zenb’lerini (hatalarını) bağışladığı gibi O’nun, mü’minlerin de bağışlanmaları için duâ etmesini istiyor.2495 İnkârcı olarak, ya da tevbe etmeden ölenlere öldükten sonraki dirilişte, haşr zamanı zenb’lerini (günahlarını) itiraf edecekler.2496 Kur’an, Allah’ın, bütün kullarının zenb’leri için yeterli olduğunu, hepsini olduğu gibi bildiğini,2497 cezâ verdiği insanları veya toplulukları yalnızca onlara ait zenb yüzünden cezalandırdığını haber veriyor.2498 Bu âyetlerde dikkat çeken bir nokta da; kâfirlerinin inkârcılığının ‘zenb’ olarak nitelendirilmesidir. Allah’ı seven mü’minler Peygamber’e tâbi olurlar. Böylece Allah da onları sever ve onların ‘zenb’lerini bağışlar.2499 Mü’minler sürekli olarak zenb’lerinin bağışlanması için duâ ederler;2500 bir ‘fâhişe-çirkin iş’ yaptıkları ya da suç işleyerek nefislerine zulmettikleri zaman, bu ‘zenb’lerinden dolayı Allah’tan bağışlanma dilerler. 2501
d- Vizr
‘Vizr’in aslı ‘vezr’dir ki bunun sözlük anlamı, sığınılan dağ geçidi veya oyuk demektir. ‘Vizr’ günah, borç, yük ve bazen de sorumluluk anlamına gelmektedir. Kur’an’da 10 âyette (türevleriyle, bu sayı 27’dir) geçen “ağırlık” mânâsındaki vizr kelimesi (çoğulu evzâr), bu âyetlerin çoğunda mânevî yük ve sorumluluk ilgisiyle “ism” yerine kullanılmıştır, yani günah anlamındadır. Aynı kökten gelen ‘vezir’, işi yüklenen demektir ki yöneticinin sorumluluğunu paylaşan kimselere de vezir denmektedir. Nitekim Hz. Mûsâ (a.s.) duâsında Hz. Hârun’un kendisine ‘vezir-yardımcı’ olarak verilmesini istemişti. 2502
2492] 42/Şûrâ, 36-37
2493] 5/Mâide, 2
2494] 27/Şuarâ, 14; 40/Ğâfir, 3; 39/Zümer, 53; 17/İsrâ, 17
2495] 48/Fetih, 2; 47/Muhammed, 19
2496] 67/Mülk, 11
2497] 17/İsrâ, 17; 25/Furkan, 58
2498] 3/Âl-i İmrân, 11; 6/En’âm, 6; 8/Enfâl, 52, 54; 40/Ğâfir, 21
2499] 3/Âl-i İmrân, 31
2500] 3/Âl-i İmrân, 13, 147, 192
2501] 3/Âl-i İmrân, 135
2502] 20/Tâhâ, 29-32
- 574 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an, suçun şahsîliği gibi evrensel bir prensibi ‘vizr’ kelimesiyle ifade ediyor: “….Her nefis kendi aleyhine yaptığını kazanır. Hiç kimse bir başkasının ‘vizr’ini (yükünü-günahını) yüklenmez…”2503; “Allah’ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar gerçekten ziyana uğramışlardır. Nihâyet onlara Kıyâmet ansızın gelip çatınca, onlar: Günahlarını (evzâr) sırtlarına yüklenerek diyecekler ki: ‘Hayatta iyi amelleri terk etmemizden dolayı eyvâh bize! Yüklenip taşıdıkları şey ne kötü yüktür.” 2504; “De ki: ‘Allah her şeyin Rabbi iken ben ondan başka Rab mi arayacağım? Herkesin kazanacağı (günah) yalnız kendisine âittir. Hiçbir suçlu (vâzira, vizr sahibi, günahkâr) başkasının suçunu/günahını yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. Ve O, ihtilâfa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.”2505; “Kim bir hidâyet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de dalâleti seçer, doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr (vâzira), başkasının günah yükünü üstlenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz.” 2506; İslâm’a göre herkes kendi yaptığından sorumludur. Hiç kimse bir başkasının işlediği suçtan dolayı ceza çekmez. Fıkıhta denir ki ‘Ukubâtta niyâbet câiz olmaz’, yani bir kimsenin cezasını vekâleten, onun yerine bir başkası çekmez Bu bakımdan İslâm, Hıristiyanlıktaki ilk günah olayını, ya da günahın babadan oğula geçmesi inancını reddetmektedir. İslâm’a göre günah, şahsîdir; nesilden nesle günah miras kalmaz. Herkes kendi yaptıklarından sorumludur. 2507
Fakat nasıl ki iyi bir çığır açmak, sevap işlemeye sebep olmak insana sevap kazandırırsa; günaha sebep olmak, günahın işlenmesine zemin hazırlamak, kötü (münker) bir gelenek başlatmak, kişiye günah kazandırdığı gibi, o günahı işleyenlerin günahlarında bir eksilme olmadan ona ilave bir ‘vizr’ kazandırır. Kötü bir çığır açmanın ‘vizr’ini yüklenmek kötü olduğu gibi, birtakım insanları câhillikleri sebebiyle doğru yoldan saptırıp inkâra ya da günaha sürüklemek de büyük bir vebâldir, ağır bir vizrdir/yüktür: “Kıyâmet gününde kendi günahlarını (vizrlerini) tam olarak taşımaları ve bilgisizce saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından (vizrlerinden) da bir kısmını yüklenmeleri için (öyle derler). Bak ki, yüklenecekleri şey ne kötü bir şey!” 2508
Hadis-i şeriflerde bu konu daha belirgin şekilde izah edilir: “Her kim İslâm’da güzel bir sünnet/çığır açarsa, o çığırın ecri ile, kendisinden sonra o çığırla amel edenlerin ecirlerinden hiçbir şey noksan edilmemek şartıyla sevapları kendine aittir. Ve her kim İslâm’da kötü bir sünnet/çığır açarsa, o çığırın vebali ile kendisinden sonra onunla amel edenlerin vebâli, hiç noksanları olmamak üzere ona aittir.” 2509; “Bir kimse dalâlete çağırır da ona uyulursa, bu kimseye –günahlarından hiçbir şey eksiltilmeksizin- kendisini izleyenlerin günahı kadar günah yüklenir...”2510; “Haksız yere bir cana kıyıldığında, onun kanından bir pay da, Âdem’in (a.s.) ilk oğluna (Kabil’e) ayrılır. Zira cana kıymayı ilk defa îcat eden odur.” 2511
2503] 6/En’âm, 164, ayrıca bk. 17/İsrâ, 15; 35/Fâtır, 18; 39/Zümer, 7; 53/Necm, 38
2504] 6/En’âm, 31
2505] 6/En’âm, 164
2506] 17/İsrâ, 15
2507] 6/En’âm, 164; İ7/İsrâ, 15; 35/Fâtır, 18; 39/Zümer, 7; 53/Necm, 38
2508] 16/Nahl, 25
2509] Müslim, İlim 15, Zekât 69; Nesâî, Zekât 64
2510] Müslim, İlim 16; Buhârî, İ’tisâm 15; Tirmizî, İlim 15; İbn Mâce, Mukaddime 14
2511] Buhârî, Cenâiz 33, Enbiyâ 1, Diyât 2, İ’tisâm 15; Müslim, Kasâme 27; Tirmizî, İlim 14; Nesâî, Tahrîm 1; İbn Mâce, Diyât 1
GÜNAH
- 575 -
“Kim ondan (Allah’ın zikrinden, Kur’an’dan) yüz çevirirse, şüphesiz ki kıyâmet gününde o, ağır bir günah (vizr) yükünü yüklenecektir. Bu kimseler, onda (o günah yükünün altında) ebedî kalırlar. Onlar için, kıyâmet gününde bu, ne kötü bir yüktür! O günde sûra üflenir ve Biz o zaman günahkârları, gözleri (korkudan) gömgök bir halde mahşerde toplarız.” 2512; “Hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez. Eğer yükü (günahı) ağır gelen kimse onu taşımak için (başkasını) çağırsa, bu çağırdığı akrabâsı da olsa, bir şey (alıp) taşınmaz. Sen ancak gayble/görmeden Rablerinden korkanları ve namazı kılanları uyarırsın. Kim (günahlardan) temizlenirse o, kendi menfaatine temizlenmiş olur. Dönüş Allah’adır.” 2513
e- Habîs
Habîs kelimesinin sözlük anlamı pis, pislik, temiz olmayan demektir ve bu kelime Kur’an’da bazen günah işler hakkında kullanılmaktadır. ‘Habîs’in zıddı ‘tayyib-güzel, hoş’ kelimesidir. ‘Habîs’ kelimesi, yaratılış yönünden pis olan şeyler hakkında kullanıldığı gibi,2514 değersiz şey, günah, hata ve suç anlamında da kullanılmaktadır. 2515
‘Habîs’ bir anlamda; inkârcı, inat ve isyancı, günah işlemekten çekinmeyen, böylece nefsini günah pisliğine bulaştıran; ‘tayyib’ de Rabbine itaat ederek günahların pisliğinden kendini koruyandır. Kur’an, ‘habîs’ ile ‘tayyib’ olanın kesinlikle birbirinden ayrı olduğunu söylüyor.2516 İslâm, ‘habîs’i ve ‘tayyib’i gösteren, öğreten ve birbirinden ayıran bir İlâhî düzendir. ‘Habîs’le ‘tayyib’ hiç bir zaman aynı olamaz.2517 Küfre düşenler Allah’ın katında murdardırlar. Onlar birbirleri üzerine hâkimiyet kurarlar, küfr işinde birbirlerine yardımcı olurlar, ama hepsi de Cehennem’e atılırlar. 2518
‘Habis’in günah anlamında kullanıldığını şu âyet daha açık bir şekilde göstermektedir: “Lût’a da bir hüküm ve ilim verdik ve onu habis (çirkin-günah) iş yapmakta olan şehirden kurtardık….”2519 Bilindiği gibi Lût kavminin işlemiş olduğu günah, gerçekten bir pislik ve anormal bir ilişki olan homoseksüellikti. Günahtan ve isyandan kaçıp, Allah’ın koyduğu ölçülere uygun yaşayan insanlardan meydana gelen bir toplum, tıpkı ürününü en güzel şekilde veren bir beldeye, ya da bir ağaca benzer. ‘Habîs’ (günahkâr, suçlu, ya da günahlar sebebiyle murdar hale gelmiş) kimselerin yaşadığı toplum da, ürün vermeyen toprağa, yemiş yetiştirmeyen kötü ağaca benzer.2520 Habîs erkek ve kadınlar hem dünyada hem de âhirette birbirlerine yakışırlar, birbirlerine uygundurlar. Çünkü onlar, çirkin, murdar, zararlı olan günahlardan kaçınmıyorlar, günah konusunda birbirlerine yardım ediyorlar, bazen de beraber işliyorlar. Bu habis kimselerin başında mü’minlere iftirâ atanlar vardır. 2521
2512] 20/Tâhâ, 100-102
2513] 35/Fâtır, 18
2514] 7/A’râf, 157
2515] 2/Bakara, 267
2516] 3/Âl-i İmrân, 179; 8/Enfâl, 37
2517] 5/Mâide, 100
2518] 8/Enfâl, 37
2519] 21/Enbiyâ, 74
2520] 7/A’râf, 58; 14/İbrâhim, 26
2521] 24/Nûr, 26
- 576 -
KUR’AN KAVRAMLARI
f- Şikak
‘Şikak’ sözlükte, bütünden ayrılıp muhâlefete geçmek, bütüne ters düşmektir. Tevhid, bir bütündür. İnkârcılık, şirk koşma ve nifak Tevhid’in bütünlüğünü bozduğu gibi, Tevhid’in âhengine uymayan davranışlar da o bütünlüğü bozar. Tevhid’e inanan bir mü’min, öncelikli olarak Allah’ın birliğini tasdik eder. Sonra da bu inancın etrafında iç içe daireler halinde olan Tevhid’in diğer unsurlarını kabul eder. İnkâr etmek, bu birliği bozar, isyan ederek günaha dalmak bu birliğin âhengine ters düşmek olur. ‘Şikak’, yani Tevhid’in ilkelerine ters düşmek insana zorluk ve sıkıntı verir. Bu sıkıntıya -Türkçe’de de kullanılan- meşakkat denilir.
Kur’an’ı inkâr edenler uzak bir ‘şikak’ içindedirler. Bu da bir anlamda suçların en büyüğü, sapıklığın ta kendisidir.2522 Küfre sapanlar, Allah’ın gönderdiği Din’den ayrılarak ona muhâlefet ederler. Hatta O’na karşı boş bir gurura düşerler.2523 Küfrederek, ya da inkârcılığa düşerek zâlim olanlar Hakk’ın uzağına düşmüş, Tevhid bütünlüğünden uzaklaşmış kimselerdir.2524 Kur’an, âile birliğini parçalamaya da ‘şikak’ demektedir. 2525
Günah Olayı
Günah, kendisine takvâsı ve fücuru öğretilen insanın2526 yanılması, unutması, dengesizliği, sapması; bir anlamda Din’in, yani Yaratıcının çizdiği çizginin dışına çıkması, İlâhî kuralları ihlâl etmesidir. İslâm, insanların dünya hayatlarını düzenlemek için Allah (c.c.) tarafından gönderilen İlâhî sistemin adıdır. Bu sistemin insana yüklediği bazı görevlerin yanında, yapmamasını istediği bazı yasaklar da bulunmaktadır. Emredilen şeyleri yerine getirmek, yasaklanan şeylerden uzak kalmak; hem insanın iç dengesini kurar, hem toplum düzenini sağlar, hem de üzerinde yaşanılan evrenin bozulmasını önler. Günahlar yalnızca işleyene zarar vermekle kalmaz; çoğu zaman başkalarına ve yaşanılan ortama da zarar verir.
Günahı ifade eden kavramları incelediğimiz zaman görürüz ki bunların çoğu inkârcıların, ya da müşriklerin ahlâkıdır, tutumudur ve inandıkları değerlerdir. Günah, öncelikli olarak inkârcılıktır, Allah’a karşı gelmedir. Kur’an, isyan eden insanların bu karşı geliş şekillerine ve onların ifade ettikleri yanlışlara göre çeşitli isimler kullanmaktadır. İman ettiği halde Rabbinin emirlerini yerine getirmeyen ya da yasaklanan bir şeyi yapanlar da günaha düşmüş olurlar. Ancak onların bu günahı, bir karşı gelme, bir isyan, bir inkâr, bir kibir, bir tuğyan, bir meydan okuma değildir. Bunun tam tersine bir teslim olunmuşluktan sonra unutma, yanılma, ihmal etme veya nefse ve şeytana geçici olarak kanmadır.
Günah işlemek, kısmen insanın fıtratında vardır. Aslında insan İslâm fıtratı üzerine dünyaya gelir. Ancak daha sonradan yetişme ortamına ve aldığı eğitime göre başka dinlere de inanabilir, müslüman da olabilir. Kimileri de hevâsına uyarak azgın, haddi aşmış bir bağî haline de gelebilir. İnsan, beşer olarak yaratılmıştır. Hak olanı da seçme, batıl olanı da seçme hürriyeti vardır. Sevap işler de yapabilir, günaha da düşebilir. İnsanın sorumlu olabilmesi için özgür olması
2522] 41/Fussılet, 52
2523] 38/Sâd, 2
2524] 22/Hacc, 53
2525] 4/Nisâ, 35
2526] 91/Şems, 7-8
GÜNAH
- 577 -
gerekiyor. İnsanın itaat etme, Allah’a kulluk yapma görevi olduğu gibi, itaat etmeme, günah işleme hürriyeti de vardır. İyinin ve kötünün anlaşılması için, her ikisinin de ortada imkân dâhilinde olması gerekir. İyi ve güzel, bazen kendilerinin karşıtı olan kötü ve çirkinle tanınabilir.
İtaatin yüceliği, itaatsizliğin çirkinliği ve zararlarıyla daha iyi bilinir. İnsanlar itaat veya isyan noktasında serbest olmasalardı; Din göndermenin, o dine inanmanın, sorumluluğun ve faziletin bir değeri olmazdı. İnsan; iyi olanla yanlışı, hak olanla bâtılı, itaat ile isyanı, Cennet veya Cehennemden birini seçme ile karşı karşıyadır. Sonucuna katlanmak şartıyla dilediğini seçebilir. İnsanı yaratan, onu böyle bir özgürlükle baş başa bırakmıştır, ama onun yalnızca Kendisine kulluk yapmasını, kendi gönderdiği dine inanmasını ve kendisine karşı isyan etmemesini de istemiştir. Çünkü insanın yaratılıp yeryüzüne gönderilmesinin ve ona sayısız nimet verilmesinin sebebi yalnızca Allah’a kulluk yapıp O’nun sonsuz nimetlerini elde etmedir.
Doğumdan mahşere kadar bir tekâmül yolculuğunda olan insan; bu tekâmül seyrinde güçlüklerle, sınamalarla, mücâdele şartlarıyla, nimetlerle, zafer ve yenilgilerle, hüsran ve başarılarla karşılaşır. Günah işleme bu tekâmül seyrinde inanan kişinin hem deneme sebebidir, hem de imanını güçlendiren bir şeydir. Çünkü inanan kimse, ihmalinden veya yanılgıdan dolayı yaptığı hatayı ve suçu terkeder, Rabbine sığınır. Günahlar onun için bir hatırlatmadır, bir yenilenmedir, bir bilinçlenme aracıdır. Şu hadis bu konuda oldukça dikkat çekici bir gerçeğe işaret ediyor: “…Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah (c.c.) sizi toptan yok eder, günah işleyip tevbe eden bir topluluk yaratır, onlar istiğfar edince (af dileyince) Allah (c.c.) onları affederdi.”2527 Bu hadiste, günaha teşvik değil, insanın beşer olması dolaysıyla günah işleyebileceği gerçeğine bir işaret bulunmaktadır. Hadis aynı zamanda mü’minleri günah işledikten sonra tevbe etmeye, istiğfarda bulunmaya dâvet ediyor, Allah’ın tevbeleri kabul edeceğini haber veriyor. Demek ki bir insan için günah işlemekten çok günahtan vazgeçmemek, tevbe etmemek ciddi bir durumdur. Peygamberlerin dışında bütün insanlar hata yapabilir, günaha düşebilir. Allah katında en sevimli insan günaha düşmemeye çalışan ile günaha düştükten sonra hemen tevbe edip Rabbinin büyüklüğüne sığınandır. 2528
Halife olarak yaratılan2529 insan, ‘emâneti taşımakla yükümlüdür.2530 Emânetin gereğini yaparsa, ahsen-i takvîm (en güzel bir biçimde) yaratılan aslını korumuş olur, emâneti korumazsa bütün varlıkların en aşağısı olur, esfel-i sâfilîne düşer.2531 İslâm’ın ‘günah’ konusunda kendine özgü prensipleri vardır. Her şeyden önce günah, İslâm’ın koyduğu sınırların dışına çıkma yanılgısı ve hatasıdır. Günah, yalnızca Allah’a karşı işlenen bir suçtur. Şüphesiz insan haklarını ya da toplum haklarını zedeleyen günahlar da, Allah’ın hükmüne aykırı olduğu için O’na karşı işlenmiş gibidir.
İslâm’a göre affedilmeyecek bir günah yoktur.2532 “Allah kendisine şirk
2527] Tirmizî, Cennet 2, hadis no: 2526, 5/672
2528] 42/Şûrâ, 25; 2/Bakara, 222
2529] 2/Bakara, 30
2530] 33/Ahzâb, 72
2531] 95/Tîn, 4-6
2532] 4/Nisâ, 48; 39/Zümer, 53
- 578 -
KUR’AN KAVRAMLARI
koşulmasını affetmez”2533 gibi ifâdeler, müşriklerin tevbe etmediği durumlar için söz konusudur. Şirk ve küfürden vazgeçip iman edenleri Allah (c.c.) elbette affeder. Günahta aşırı giderek nefislerine zulmedenlere bile “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin” buyrulurmaktadır.2534 Bazı ibâdetler, işlenen birtakım hatalar için, küçük günahlar için keffârettir, onların affolunmasına sebeptir. Ebû Hureyre’nin (r.a.) anlattığına göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Beş vakit namaz ve cuma namazı diğer cuma namazına, bir Ramazan diğer Ramazan’a keffârettirler. Arada büyük günah (kebâir) işlenmedikçe aralarındaki (küçük) günahları affettirirler.” 2535
Kişi ve toplum haklarını zedeleyen günahları işleyenlere hem dinî, hukukî cezâ gerekir, hem zarar vermişlerse zarar ödetilir, hem de haklarına tecâvüz edilenden hak helâlliği -tabii eğer mümkünse- istenmesi gerekir. Günahlar aslında insana hem dinî cezâyı, hem de bedenî veya toplumsal cezâları kazandırır. Kişi günahı işlemekle kendine zarar verdiği gibi, günahın cinsine göre başkalarına da zarar verebilir. İçki içmek kişinin kendine zararlıdır ama sarhoş bir toplumun sağlıklı olduğunu kimse iddia edemez. Zinânın zührevî hastalıklara yol açtığı, insan, hayvan ve tabiat haklarına saldırının, açgözlülüğün, mal hırsının doğal dengeye zarar verdiği, dünyayı yaşanmaz hale getirdiği açıktır.
İslâm’a göre ‘eşyada asıl olan husus mubahlık-helâl olma’ durumudur. Dinen bir şey kesin delillerle haram kılınmamışsa o helâldir. Haram ve sakıncalı şeyler bir nevi az ve istisnâîdir. İnsan, suçlu olduğu isbat edilinceye kadar suçsuzdur, dürüstlüğü temel prensiptir. Suçlu veya günahkâr olmak istisnâdır. Fıkıhta bu ‘beraat-i zimmet asıldır’ şeklinde ifade edilir. İnsanın nefsinde, âilesinde, yaşadığı ortamda ve dünyanın genelinde bir bozukluk, huzursuzluk, bir fesat varsa; bunun sebebi insanların hatalarıdır, işledikleri günahlardır. Allah’ın koyduğu hükümler işte bütün bu birimlerdeki huzuru sağlamaktadır. 2536
Günahların kişisel, toplumsal, psikolojik, sosyolojik ve hatta ekolojik zararları vardır. Günah işleme anlayışı; insanı çevreleyen her yerde kaosa, huzursuzluğa, felaketlere sebep olur. Günahlar, ilâhî bereketi azaltır, insandaki iyi duyguları köreltir, çirkinlikleri artırır, hakları ihlal eder, rezilliklere ve yıkımlara sebep olur, mü’min kalpleri karartır. Günahlar, insanları korkuya, şüpheciliğe, dengesizliğe, doymazlığa, utanmazlığa sürükler. Günah olayında ihmal ile inkâr farkını unutmamak gerekir. Bir insan mü’min olarak günahın haramlığını kabul ederek onu işlerse, tevbe ettiği zaman affedilmesi umulur. Ancak bir kimse Allah’ın emirlerini yerine getirdiği halde açık bir günahı inkâr ederek, ‘kabul etmiyorum, işime gelmiyor’ diyerek yaparsa tehlikeli olur. Böyle bir kimse çok amel işlese bile inkârı sebebiyle azabı hak eder. Çünkü bir bütün olan Allah’ın dininin bir parçasını aklınca beğenmiyor, inkâr ediyor. İnkâr ile, inandıktan sonra hatalı davranma ayrıdır.
İmanlı kimse hatasını anlar, Allah’ın karşısında boyun büker ve affına sığınır. İnkârcı ise Allah’ın yerine kendi nefsini ilâh olarak koymaktadır. Mü’min günahın açık olanından da gizli olanından da kaçınır, ihmalinden dolayı da günaha
2533] 4/Nisâ, 48
2534] 39/Zümer, 53
2535] Müslim, Tahâret 14, hadis no: 233, 1/209; Tirmizî, Salât 160, hadis no: 214, 1/418
2536] 30/Rûm, 41
GÜNAH
- 579 -
düşerse hemen Rabbine sığınır ve tevbe eder. 2537
Kur’ân-ı Kerim’de Günah Kavramı
“Hayır! Her kim bir kötülük eder de onun kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa, işte o kimseler cehennemliktir. Onlar orada devamlı kalırlar.” 2538
“Onlar, fena bir şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp anarlar ve günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler/günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki!? Onlar, yaptıkları kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.” 2539
“Allah’ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir; işte Allah bunların tevbesini kabul eder; Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca ‘ben şimdi tevbe ettim’ diyen ve kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur. Onlar için acı bir azab hazırladık.” 2540
“Eğer yasakladığımız büyük günahlardan (kebâirden) kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız.” 2541
“Ne sizin kuruntularınız, ne de ehl-i kitabın kuruntuları (gerçektir); kim bir kötülük/günah işlerse onun cezâsını görür ve kendisi için Allah’tan başka dost da, yardımcı da bulunmaz.” 2542
“…Birr (her türlü iyilik) ve takvâ (Allah’tan hakkıyla sakınma) hususunda yardımlaşın, ism (günah) ve haddi aşma (düşmanlık) hususunda yardımlaşmayın…” 2543
“Görmediler mi, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar gönderip evlerinin altlarından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk ettik ve onların peşinden başka nesiller yarattık.” 2544
“Allah’ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar gerçekten ziyana uğramışlardır. Nihâyet onlara Kıyâmet ansızın gelip çatınca, onlar: Günahlarını sırtlarına yüklenerek diyecekler ki: ‘Hayatta iyi amelleri terk etmemizden dolayı eyvâh bize! Yüklenip taşıdıkları şey ne kötü yüktür.” 2545
“Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen, böylece kendilerini dünya hayatı aldatmış olan kimseleri (kendi hallerine) bırak. Sen yalnız Kur’an’la nasihat et ki, hiçbir kimse kazandığı (günah) yüzünden helâke sürüklenmesin. Onun Allah’tan başka ne bir dostu ne de bir şefaatçısı vardır. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan alınmaz (kabul olunmaz). Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr etmekte oldukları gerçeklerden ötürü onlar için kaynar sudan ibâret bir içecek ve acıklı
2537] 4/Nisâ, 31; İbn Mâce, Zühd 30, hadis no: 4248-4249, 2/1419; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 224-231
2538] 2/Bakara, 81
2539] 3/Âl-i İmran, 135
2540] 4/Nisâ, 17-18
2541] 4/Nisâ, 31
2542] 4/Nisâ, 123
2543] 5/Mâide, 2
2544] 6/En’âm, 6
2545] 6/En’âm, 31
- 580 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir azap vardır.” 2546
“Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah kazananlar yaptıklarının cezâsını mutlaka çekeceklerdir. Üzerlerine Allah’ın adı anılmadan (besmele çekilmeden) kesilen hayvanlardan (onların etlerinden) yemeyin. Çünkü onu yemek günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücâdele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de Allah’a ortak koşanlardan olursunuz.” 2547
“De ki: ‘Allah her şeyin Rabbi iken ben ondan başka Rab mi arayacağım? Herkesin kazanacağı (günah) yalnız kendisine âittir. Hiçbir suçlu/günahkâr) başkasının suçunu/günahını yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. Ve O, ihtilâfa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.” 2548
“Öyle bir fitneden (günahtan) sakının ki, aranızdan yalnız zulüm/haksızlık edenlere erişmekle kalmaz. Bilin ki Allah’ın azâbı çetindir.” 2549
“Hasenât/iyilikler, seyyiâtı/kötülükleri, günahları giderir; bu öğüt almak isteyenlere (güzel bir) hatırlatmadır.” 2550
“Kıyâmet gününde kendi günahlarını tam olarak taşımaları ve bilgisizce saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından da bir kısmını yüklenmeleri için (öyle derler). Bak ki, yüklenecekleri şey ne kötü bir şey!” 2551
“Kim bir hidâyet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de dalâleti seçer, doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üstlenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz.” 2552
“Kim ondan (Allah’ın zikrinden, Kur’an’dan) yüz çevirirse, şüphesiz ki kıyâmet gününde o, ağır bir günah yükünü yüklenecektir. Bu kimseler, onda (o günah yükünün altında) ebedî kalırlar. Onlar için, kıyâmet gününde bu, ne kötü bir yüktür! O günde sûra üflenir ve Biz o zaman günahkârları, gözleri (korkudan) gömgök bir halde mahşerde toplarız.” 2553
“Onlardan birine ölüm gelip çattığında, ‘Rabbim! der, beni (dünyaya) geri çevir. Tâ ki boşa geçirdiğim dünyada sâlih amel yapayım.’ Hayır! Onun söylediği bu söz, (boş) laftan ibarettir.” 2554
“Ve onlar (Allah’ın güzel kulları) ki, Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zinâ etmezler. Bunları yapan, günahının cezâsını bulur; Kıyâmet günü azâbı kat kat olur ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır. Ancak tevbe ve iman edip sâlih amelde/iyi davranışta bulunanlar başka; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Kim tevbe edip sâlih amel işlerse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.”
2546] 6/En’âm, 70
2547] 6/En’âm, 120-121
2548] 6/En’âm, 164
2549] 8/Enfâl, 25
2550] 11/Hûd, 114
2551] 16/Nahl, 25
2552] 17/İsrâ, 15
2553] 20/Tâhâ, 100-102
2554] 23/Mü'minûn, 99-100
GÜNAH
- 581 -
2555
“Kâfirler, iman eden mü’minlere: ‘Bizim yolumuza uyun, sizin günahlarınızı biz yüklenelim’ derler. Hâlbuki onların hiçbir günahını yüklenecek (diğerlerinin günahını onlardan kaldıracak) değillerdir. Gerçekte onlar, kesinlikle (onları kandırmak istemekte ve) yalan söylemektedirler. (Fakat gerçek şu ki,) Elbette kendi yüklerini, kendi yükleriyle birlikte nice yükleri (günahları) taşıyacaklar ve uydurup durdukları şeylerden kıyâmet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.” 2556
“Onlardan her birini günahları sebebiyle suçüstü yakaladık: Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyor, yazık ediyorlardı.” 2557
“Hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez. Eğer yükü (günahı) ağır gelen kimse onu taşımak için (başkasını) çağırsa, bu çağırdığı akrabâsı da olsa, bir şey (alıp) taşınmaz. Sen ancak gayble/görmeden Rablerinden korkanları ve namazı kılanları uyarırsın. Kim (günahlardan) temizlenirse o, kendi menfaatine temizlenmiş olur. Dönüş Allah’adır.” 2558
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, Ğafûr Rahîm’dir/çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O’na teslim olun; sonra size yardım edilmez.” 2559
“Onlar, yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin âkıbetinin nasıl olduğunu görsünler. Onlar kuvvet yönünden, yeryüzünde eserler (bırakmak) bakımından bunlardan daha üstündüler. Böyleyken Allah onları günahları yüzünden yakaladı. Onları Allah’ın azâbından koruyan da olmadı.” 2560
“Kim bir kötülük/günah işlerse, onun kadar cezâ görür. Kim de kadın veya erkek mü’min olarak faydalı bir iş yaparsa onlar, kendilerine hesapsız rızık verilmek üzere, cennete girerler.” 2561
“Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz (günahlar) yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder.” 2562
“Onlar kebâir’den (büyük günahlardan) ve çirkin işlerden (fuhşiyattan) kaçınırlar. Kızdıkları zaman onlar, affederler.” 2563
“Bil ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. (Ey Muhammed!) Hem kendinin hem de mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların günahının bağışlanmasını dile! Allah, gezip dolaştığınız yeri de, duracağınız yeri de bilir.” 2564
“...Allah, size imanı sevdirmiş, onu gönüllerinize güzel göstermiştir. Küfrü, fıskı ve
2555] 25/Furkan, 68-71
2556] 29/Ankebût, 12-13
2557] 29/Ankebût, 40
2558] 35/Fâtır, 18
2559] 39/Zümer, 53-54
2560] 40/Mü’min, 21
2561] 40/Mü’min, 40
2562] 42/Şûrâ, 30
2563] 42/Şûrâ, 37
2564] 47/Muhammed, 19
- 582 -
KUR’AN KAVRAMLARI
isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” 2565
“Göklerde ve yerde bulunanlar hep Allah’ındır. Bu, Allah’ın, kötülük edenleri yaptıklarıyla cezâlandırması, güzel davrananları da daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir. Ufak tefek kusurları (lemem) dışında, günahın büyüklerinden (kebâirden) ve çirkin işlerden kaçınanlara gelince, şüphesiz Rabbin, affı bol olandır. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve sizi annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada, sizi en iyi bilendir. Onun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir.” 2566
“Gerçekten hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenemez.” 2567
“İşte o gün, insana da cinne de günahı sorulmaz. O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? Suçlular/günahkârlar sîmâlarından tanınır, alınlarından (perçemlerinden) ve ayaklarından yakalanırlar.” 2568
“Her insanın amel defterini boynuna astık. İnsan için kıyâmet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” 2569
“... Kim Allah’a iman eder ve sâlih amel işlerse, Allah onun kötülüklerini örter ve onu, içinde ebedî kalacakları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş budur.” 2570
“... Rableri günahları sebebiyle o beldeyi başlarına geçirdi ve her tarafı dümdüz etti.” 2571
Hadis-i Şeriflerde Günah Kavramı
“İlk peygamberlerden itibaren halkın hatırında kalan bir söz vardır: ‘Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” 2572
“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyeni yap! Doğruluk gönül rahatlığı, yalan ise kuşkudur.” 2573
“İyilik, ahlâkın güzelliğidir. Günah ise, kalbinde rahatsızlık uyandıran ve başkalarının muttalî olmasından hoşlanmadığın şeydir.” 2574
“İyilik, ruhunun yatıştığı (mutmain olduğu) şeydir. Kötülük ise, insanlar sana fetvâ verseler de, içini tırmalayan ve göğsünde tereddüt duyduğun şeydir.” 2575
Nevvâs bin Sem’an (r.a.) şöyle dedi: ‘Rasûlullah (s.a.s.)’a iyilik ve günahtan sordum da şöyle buyurdular: “İyilik (birr), ahlâkın güzel olmasıdır. Günah ise, kalbini tırmalayıp, insanların da muttalî olmasından hoşlanmadığın şeydir...” 2576
2565] 49/Hucurât, 7
2566] 53/Necm, 31-32
2567] 53/Necm, 38
2568] 55/Rahmân, 39-41
2569] 17/İsrâ, 13-14
2570] 64/Teğâbün, 9
2571] 91/Şems, 14
2572] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6; İbn Mâce, Zühd 17
2573] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 22, hadis no: 2637; Nesâî, Eşribe 50, hadis no: 5677; Dârimî, Büyû’ 2, hadis no: 2535
2574] Müslim, Birr 14-15; Tirmizî, Zühd 40, hadis no: 2497; Dârimî, Rikak 73, hadis no: 2792
2575] Ahmed bin Hanbel, 4/227; Dârimî, Büyû’, 2, hadis no: 2536
2576] Müslim, Birr 5; Tirmizî, Zühd 52; Ahmed bin Hanbel, IV/182, 227, V/251, 252, 256
GÜNAH
- 583 -
“Mü’min, günahlarını, sanki dibinde oturup da üzerine düşeceğini sandığı bir dağ gibi görür...” 2577
“Mü’min, üzerindeki günahı, üstüne yıkılmasından korktuğu bir dağ gibi görür. Münâfık ise, günahını, burnuna konup da oradan uçurduğu bir sinek gibi önemsiz görür.” 2578
“Kul bir günah işlediğinde, kalbinde siyah bir leke belirir. Eğer tevbe ederse ve ondan sıyrılırsa kalbi saydamlaşır, parlar. Yok, (tevbe ve istiğfâr etmeyip) tekrar günaha dönerse bu leke çoğalır. Öyle ki, kalbi (tümüyle) kaplar; işte Allah Teâlâ’nın Kur’an’da zikrettiği ‘reyn’ budur.2579: “Hayır, aksine, onların kazanmakta oldukları (günahlar) kalplerini paslandırmıştır -râne-.” 2580
“Kimi, yaptığı günah rahatsız eder ve iyilik de sevindirirse, o kimse mü’mindir!” 2581
“Kişi, kötülük yapar da, bu ona rahatsızlık verirse, işte o mü’mindir!” 2582
“Kul, mahzurlu olan şeye düşmekten çekinerek mahzurlu (sakıncalı) olmayan şeyi bırakmadıkça takvâlı kişilerden olma derecesine ulaşamaz.” 2583
“Allah, kâh günahları bağışlar, kâh sıkıntıları giderir, kâh bir kavmi yüceltir, kâh bir kavmi batırır.” 2584
“Yedi helâk ediciden kaçının!” Sahâbîler: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar nelerdir?’ diye sordular. Hz. Peygamber: “Allah’a şirk/ortak koşmak, sihir (büyü) yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, evli, nâmuslu ve hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlara zinâ isnad etmektir.” 2585
“Büyük günahlar şunlardır: Allah’a şirk/ortak koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek, haksız yere bir kimseyi öldürmek ve yalan yere yemin etmek.” 2586
“Zinâ eden kimse, mü’min olduğu halde zinâ yapmaz. İçki içen kimse, mü’min olduğu halde içki içmez. Hırsızlık yapan kimse de mü’min olduğu halde çalmaz!” 2587
“Zinâ eden kimse, mü’min olduğu halde zinâ yapmaz. İçki içen kimse, mü’min olduğu halde içki içmez. Hırsızlık yapan kimse de mü’min olduğu halde çalmaz! İman ondan çıkar, gölge gibi başının üzerinde durur. O insan ne zaman ki bu işi bitirirse iman tekrar geri gelir!” 2588
“Ey Âişe! Göze önemsiz gibi görünen günahlardan sakın! Çünkü bu günahlar için,
2577] Buhârî, Deavât 4; Tirmizî, Kıyâmeh 49
2578] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâmeh 49
2579] İbn Mâce, Zühd 29; Ahmed bin Hanbel, II/297
2580] 83/Mutaffifîn, 14
2581] Tirmizî, Fiten 7; Ahmed bin Hanbel, I/18, 26, III/446, V/251, 252, 256
2582] Ahmed bin Hanbel, IV/12
2583] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 14, hadis no: 2568; İbn Mâce, Zühd 24, hadis no: 4215
2584] İbn Mâce, Mukaddime 13
2585] Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 38, Hudûd 44; Müslim, İman 145; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10; Nesâî, Vesâyâ 12
2586] Buhârî, Eymân 16, Diyât 2, İstitâbetü'l-Mürteddîn 1; Tirmizî, Tefsîru Sûre (4) 6; Nesâî, Tahrîm 3, Kasâme 48
2587] Buhârî, Hudûd 1, 6
2588] Ebû Dâvud, Sünneh 6
- 584 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah tarafından görevlendirilmiş bir görevli vardır. Çünkü küçük günahlar insanda bir araya gelince onu helâk eder. Tıpkı çöl bir arâzîde bulunup da, yanına kavmin işçileri gelen şu adamın hali gibi: O adam ve diğerleri odun taşıyıp üst üste yığarlar ve bir yığın meydana getirirler. Derken odun yığınını ateşe verirler ve (küçük küçük olan, ama bir araya gelince kocaman bir yığın olan bu çalı çırpının ateşiyle) o çölde bulunan bütün canlıları yok eder...” 2589
Ubâde bin Sâmit ve Ebû Saîd el-Hudrî gibi sahâbîler şöyle derlerdi: “Siz, gözünüze önemsiz (edakk) görünen öyle işler yapıyorsunuz ki, biz onları Hz. Peygamber zamanında büyük günahlardan sayardık!”2590 (Yani, kalplerindeki Allah korkusu sebebiyle, sahâbenin küçük günahları bile büyük günah gibi değerlendirdiğini belirtmişlerdir.)
“Ey insanlar, sizden öncekilerin sapıtmasının nedeni şu idi: İçlerinde üstün mevkiden biri hırsızlık yapınca, hadd (cezâ) uygulamadan onu serbest bırakıyorlar, ama güçsüz (arkası olmayan, fakir) birisi çalınca da hemen hadd tatbik ediyorlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsa, Muhammed, onun elini de keser.” 2591
“Gerçekten siz, bana dâvâya (mahkemeleşmeye) geliyorsunuz. Ama ihtimal bazınız hüccetinizi/delilinizi bazınızdan daha iyi anlatır da ben de ona kendisinden dinlediğime göre hüküm vermiş olurum. Her kime din kardeşinin hakkından bu sûretle bir şey verirsem, onu hemen almasın! Zira bununla ona ancak ateşten bir parça vermiş olurum!” 2592
“Kalpte iki his vardır: Birisi melekten olup, hayır ile vaadde bulunma, Hakkı tasdik etmedir. Kim bu duyguyu hissederse onun Allah’tan olduğunu bilsin ve Allah’a da hamdetsin. İkincisi, düşmandan olup, şer vaadlerde bulunma, Hakkı yalanlama ve hayırdan nehyetmedir. Bu hissi de kim duyarsa şeytandan Allah’a sığınsın...” 2593
“Üzerinde Rabbinin de hakkı vardır, nefsinin de hakkı vardır, âilenin de... Buna göre sen her hak sahibine hakkını ver!” 2594
“Herkese niyet ettiği vardır; unutanın ve hata yapanınsa niyeti yoktur!” 2595
“Muhakkak ki Allah ümmetimin hatasından, unutmasından ve yapmaya zorlandıkları günahlardan vazgeçmiştir, bağışlamıştır.” 2596
“Şüphesiz Allah, ümmetimden hatâ, unutma ve üzerine zorlandıkları şeyin hükmünü (günâhını) kaldırmıştır.” 2597
“Beş vakit namaz ve cuma namazı diğer cuma namazına, bir Ramazan diğer Ramazan’a keffârettirler. Büyük günah (kebâir) işlenmedikçe aralarındaki (küçük) günahları affettirirler.” 2598
“Günahkâr ve itaatkâr olan hiç kimse yoktur ki, ateşe girmeyecek olsun. Ancak ne
2589] Ahmed bin Hanbel, I/ 402, V/331, VI/70, 151; İbn Mâce, Zühd 29
2590] Buhârî, Rikak 32; Dârimî, Rikak 45; Ahmed bin Hanbel, III/3, 157, 470, V/79
2591] Buhârî, Hudûd 12; Tirmizî, Hudûd 7
2592] Buhârî, Mezâlim 16, Ahkâm 29, 3; Müslim, Akdıye 5
2593] Tirmizî, Tefsî 2/35
2594] Buhârî, Edeb 84-86
2595] Buhârî, Itk 4
2596] İbn Mâce, Talâk 16
2597] Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şürût 12, Enbiyâ 27
2598] Müslim, Tahâret 14, hadis no: 233, 1/209; Tirmizî, Salât160, hadis no: 214, 1/418
GÜNAH
- 585 -
var ki, ateş İbrâhim (a.s.)’e olduğu gibi mü’mine bir selâmet/genişlik ve serinlik olacaktır. Öyle ki ateş onların serinlemesinden dolayı bir ses çıkaracaktır. Sonra da Allah muttakîleri kurtaracaktır.” 2599
“Her kim İslâm’da güzel bir sünnet/çığır açarsa, o çığırın ecri ile, kendisinden sonra o çığırla amel edenlerin ecirlerinden hiçbir şey noksan edilmemek şartıyla sevapları kendine aittir. Ve her kim İslâm’da kötü bir sünnet/çığır açarsa, o çığırın vebali ile kendisinden sonra onunla amel edenlerin vebâli, hiç noksanları olmamak üzere ona aittir.” 2600
“Bir kimse dalâlete çağırır da ona uyulursa, bu kimseye -günahlarından hiçbir şey eksiltilmeksizin- kendisini izleyenlerin günahı kadar günah yüklenir...” 2601
“Haksız yere bir cana kıyıldığında, onun kanından bir pay da, Âdem (a.s.)’in ilk oğluna (Kabil’e) ayrılır. Zira cana kıymayı ilk defa îcat eden odur.” 2602
“Reddetmeye kadir oldukları halde içlerinde zuhur eden kötülüğe sessiz kalmadıkları müddetçe, Allah Teâlâ halkın geneline, özel kişilerin (suçluların, günahkârların) yaptığı yüzünden azap etmez. İşte onlar böyle yaparlar (seslerini çıkarmazla)sa Allah da halkın genelini ve suçluları beraberce cezâlandırır.” 2603
İçlerinde sâlih kimseler olduğu halde helâk olup olmayacaklarını soran Zeyneb bint Cahş’a Rasûl-i Ekrem şöyle cevap vermiştir: “Evet, kötülük iyice çoğaldığında!” 2604
“İnsanlar zâlimi görür de, ona engel olmazlarsa, Allah’ın, azâbı ile onları bürümesi yakındır.” 2605
“Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle değiştirsin, eğer gücü yetmezse diliyle değiştirsin, buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin/buğzetsin.” 2606
“Şâyet günahlar işleseniz, hatta semâyı dahi tutsa, sonra da pişmanlık duysanız Allah sizin tevbenizi kabul eder.” 2607
“Kötülüklerin peşinden bir iyilik getir ki, onu mahvetsin/silsin.” 2608
“Kıyâmet gününde mü’min, Rabbine yaklaşacak, o derecede ki, üzerine Allah affını indirecek ve ona günahlarını itiraf ettirecektir. Kendisine ‘(filan günahını) biliyor musun?’ diye soracak. Mü’min: ‘Ey Rabbim! Biliyorum’ diyecek. Allah Teâlâ: ‘Onu Ben dünyada örtbas etmiştim. İşte bugün de onu sana bağışlıyorum’ diyecek. Bunun üzerine iyiliklerinin sayfası verilecektir. Kâfirlerle münâfıklara gelince, onlar için mahlûkat huzurunda; ‘İşte Allah adına yalan söyleyenler bunlardır’ diye nidâ edilecektir!” 2609
2599] Ahmed bin Hanbel, III/329
2600] Müslim, İlim 15, Zekât 69; Nesâî, Zekât 64
2601] Müslim, İlim 16; Buhârî, İ’tisâm 15; Tirmizî, İlim 15; İbn Mâce, Mukaddime 14
2602] Buhârî, Cenâiz 33, Enbiyâ 1, Diyât 2, İ’tisâm 15; Müslim, Kasâme 27; Tirmizî, İlim 14; Nesâî, Tahrîm 1; İbn Mâce, Diyât 1
2603] Ahmed bin Hanbel, IV/192
2604] Müslim, Fiten 1, 2
2605] Ebû Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 8
2606] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11
2607] Ahmed bin Hanbel, V/167
2608] Tirmizî, Birr 55; Dârimî, Rikak 74
2609] Buhârî, Tefsîr 11/4, Edeb 60; Müslim, Tevbe 52
- 586 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Büyük günah işleyenler için benim şefaatim haktır.” 2610
“Günahından tevbe eden, hiç günah işlememiş gibidir.” 2611
“Kimin yanında, kardeşinin (maldan, candan veya namustan yana) yenmiş bir hakkı varsa, ondan, kendi iyiliklerinden alınıp kardeşine verileceği gün gelmeden önce, daha şimdiden helâIlik alsın!” 2612
“Yanında din kardeşinin ırzı, malı ve makamı bakımından bir hakkı bulunup da, bu hak kendisinden alınmadan ondan helâllik isteyen kimseye Allah merhamet etsin! Çünkü âhirette ne bir dinar, ne bir dirhem vardır. Eğer o kimsenin iyilikleri varsa, kardeşinin hakkı onun iyiliklerinden alınır. Eğer iyilikleri yoksa, o zaman da üzerinde hakkı olan kardeşinin günahlarının bir kısmı ona yüklenir.” 2613
“Kimin (din) kardeşine bir mal veya ahlâkî borcu varsa, dinar ve dirhemin olmayacağı ve ancak sevapların ve günahların geçerli olacağı gün gelmeden önce, ondan hemen bugün kurtulsun.” 2614
“Âdemoğlunun hepsi hata edici, günah işleyicidir. Ancak, günahkârların en hayırlısı, tevbe edip Allah’tan affını dileyendir.” 2615
“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, siz hiç günah işlememiş olsanız, Allah sizi giderir, yok eder de, günah işleyip tevbe eden bir kavim getirir/yaratır. Onlar Allah’a istiğffâr ederler, Allah’tan af dilerler. O da kendilerini affederdi.” 2616
“Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Ey kullarım, Benim âfiyet verdiklerim müstesnâ, hepiniz günahkârsınız (müznibûn); öyleyse Benden mağfiret talep edin de, sizi bağışlayayım... Ve yine Benim hidâyete ilettiklerim hâriç, hepiniz dalâlettesiniz; öyleyse Benden hidâyet dileyin de sizi hidâyete ulaştırayım...” 2617
Büyük Günahlar
Kebâir: Azâbı büyük olan günahlar anlamına gelir. Bu kelime, ‘kebîr’, (büyük, büyüklük taslama) kelimesinden türemiştir. Allah’ın emirlerine karşı gelme, aykırı davranma, büyük suç anlamlarına gelen günah kavramı, iki kısma ayrılarak değerlendirilmiştir. Bu yanlış fiillerin bir kısmına ‘büyük günah-kebâir’, bir kısmına da ‘küçük günah-sağâir’ denmiştir.
Günahları büyük ve küçük günahlar diye ikiye ayırmak Kur’an’ın bir tasnifidir: “Eğer yasakladığımız büyük günahlardan (kebâirden) kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı (seyyiâtınızı) örteriz ve sizi şerefli bir makama koyarız.”2618; “Küçük kusurları (lemem) dışında, büyük günahlardan (kebâira’l-ism) ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince, bil ki Rabbin, affı bol olandır.” 2619 Âyetlerde geçen kebâir, kebâira’l-ism, zünûb kelimeleri büyük günahları gösterirken; seyyie (çoğulu seyyiât) ve lemem kelimeleri
2610] Ebû Dâvud, Sünneh 21; Tirmizî, Kıyâmeh 11; İbn Mâce, Zühd 37; Ahmed bin Hanbel, III/213
2611] İbn Mâce, II/1460; et-Tâc, 5/151; Câmiu's-Sağîr 1/134
2612] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48; Ahmed bin Hanbel, II/506
2613] Tirmizî, Kıyâmet 2, IV/613
2614] Buhârî, Mezâlim 10; Ahmed bin Hanbel, II/435, 506
2615] İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed bin Hanbel, III/198
2616] Müslim, Tevbe 2; Tirmizî, Cennet 2, hadis no: 2526, 5/672
2617] İbn Mâce, Zühd 30
2618] 4/Nisâ, 31
2619] 53/Necm, 32
GÜNAH
- 587 -
de küçük günahları gösterir.
Hangi günahın kebîre (büyük günah) olduğu hususu, kebîrenin tarifini zorunlu kılmaktadır. Kendisine karşı günah işlenilen Allah’ın azameti itibarıyla, bütün günahların büyük olduğu, binaenaleyh büyük-küçük diye bir ayırıma gitmenin gereksiz olduğu yolunda görüşlere rağmen, meşhur ve makbul olan, böyle bir tasnifin varlığını kabuldür. Nitekim bu konuya temas eden Gazzali, “küçük günahlarla büyük günahların arasında fark olduğunu kabul etmemek uygun değildir. Çünkü dinden öğrendiğimize göre, bir günaha bazen büyük denmekte, bazen de küçük. Zira günahlar, şahıslara ve durumlara göre farklılık arzetmektedir”2620 derken, böyle bir tefrikin yerinde olduğunu belirtmektedir. Büyük günahın bazı belirtileri şöyle sıralanır: a- Kendisine bir hadd cezasının terettüp etmesi, b- Kur’an veya sünnette azab veya ateşle tehdidin varlığı, c- Günahı işleyenin fâsık olarak isimlendirilmesi, d- Fâilinin lânetlenmesi gibi. Başka bir tarif de şöyledir: Kebîre, üzerinde ısrar edilen; sağîre (küçük günah) ise kendisinden istiğfar edilen günahtır. İbn Mes’ud’a göre kebâir, Allah’a şirk koşmak, Allah’tan ümidi kesmek ve Allah’ın cezasından emin olmaktır. İbn Abbas ise kebîrenin tarifinde, üç çeşit belirtisi olan günahın büyük günah olduğu anlayışına sahiptir: a- Allah’ın yasak ettiği şey, büyük günahtır; b- Allah’a isyan demek olan şey, büyük günahtır; c- Allah’ın, hakkında, azabla, lânetle veya gazabla hükmünü bildirdiği her fiil büyük günahtır.
Verilen bu tariflerden ortak bir senteze varırsak diyebiliriz ki, büyük günah, yerine getirilmesi vacib/gerekli olarak Allah tarafından bildirilen direktifleri ihlal etmek, bunlara itaat etmemektir. Kebâirin biri inanca taalluk edip insanı küfre götüren, diğeri de sadece fiile taalluk edip inanca taalluk etmeyen olmak üzere iki kısımda mütâlea edildiğini, müttefekun aleyh olan bir hadise binâen en büyüklerinin Allah’a şirk koşmak, ana-babaya itaatsizlik etmek, yalan şehadette bulunmak ve kasden cana kıymak2621 olduğunu belirtebiliriz. Günahların tasnifinde Ebu Talib el-Mekkî’ni tasnifi meşhurdur. Buna göre büyük günahlar 17 tane olup, gruplandırılması şöyledir: Dört tanesi kalbin amellerine (Allah’a şirk koşmak, günahta ısrar, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek ve Allah’ın mekrinden/azabından kendini emin saymak); dört tanesi dilin amellerine (yalan şahitlik, evli kadına iftira, yemin-i gamus ve sihir); üç tanesi mideye (içki ve sarhoş edici içecek içmek, yetim malı yemek ve bile bile faiz yemek); iki tanesi ırza/naMûsâ (zina yapmak, livata yapmak); iki tanesi elin amellerine (haksız cana kıymak ve hırsızlık); iki tanesi ayaklara (cihad için seferberlikten kaçmak veya Allah için yapılan savaştan kaçmak) ve nihâyet bir tanesi de bütün bedenle ilgilidir (ana-babaya âsi olmak).
Kebâirin/büyük günahın en büyüğünün şirk olması, mü’minin statüsünü değiştirmesi sebebiyledir. Bu listelerin ortak özelliği şudur: Kebâirin en büyüğü olarak sunulan şirkin dışındakilerin çoğu, doğrudan doğruya fertlere yönelik suçlardır. Bununla beraber dinî yaşantıyı bozan, safvetini yok eden kusurlar da söz konusudur. Mesela namazı terk, zekâtı men, özürsüz olarak Ramazan orucunu yemek, hali vakti yerinde olduğu halde hacca gitmeme, Allah ve Rasûlü hesabına yalan söylemek/iftira atmak, kadının erkeğe; erkeğin kadına benzeme
2620] Gazzali, İhya, IV/40-41
2621] Buhâri, İstiâbe 1; Müslim, İman 143, 144
- 588 -
KUR’AN KAVRAMLARI
özentisi, kaderi inkâr, tasvir (put yapımı ve putçuluk), Allah’tan başkası adına hayvan boğazlamak, bile bile başkasının oğlu olduğu yolunda iddiada bulunmak, Allah’ın mekrinden emin olmak, özürsüz cemaati (İslâm toplumunu) terk etmek. 2622
“O (güzel davrana)nlar ki günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız küçük hatalar (lemem) işleyebilirler. Süphesiz Rabbinin affı geniştir....” 2623 Bu âyette kebâir karşıtı olarak ‘lemem’ kelimesi kullanılmaktadır. ‘Lemem’; bir şeye yakın olmak, toplamak, bir şeyi ısrarlı ve devamlı olmamak şartıyla yapmak anlamlarına gelen ‘lemm’ kökünden türemiştir. Buna göre ‘lemem’; ısrarlı ve devamlı tekrar edilmeyen hatalar ve günahlardır. Demek ki ‘kebâir’, bağımsız bir günah çeşidi olmaktan çok, ısrarlı ve sürekli bir şekilde yapılan, vazgeçilmeyen, pişmanlık duyulmayan günahlardır. Çoğunluğun görüşüne göre ısrarla işlenilen bir küçük günah, küçük olmaktan çıkar kebâir olur.
Kur’an müslümanların özelliklerini sayarken; “Onlar kebâir’den (büyük günahlardan) ve çirkin işlerden (fuhşiyattan) kaçınırlar. Kızdıkları zaman onlar, affederler.”2624 demektedir. Aynı kelimeyi Peygamberimiz de kullanmıştır. Ebû Hureyre’nin (r.a.) anlattığına göre O (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Beş vakit namaz ve cuma namazı diğer cuma namazına, bir Ramazan diğer Ramazan’a keffârettirler. Büyük günah (kebâir) işlenmedikçe aralarındaki (küçük) günahları affettirirler.” 2625
Abdullah İbn Mes’ud anlatıyor:
“Rasulüllah’a, ‘Allah’ın katında en büyük günah hangisidir?’ diye sordum.
‘-Allah seni yarattığı halde O’na bir şeyi şirk (ortak) koşmandır.’ buyurdu.
Ben: ‘-Bu şüphesiz büyüktür, sonra hangisi?’ dedim. Şöyle buyurdu:
‘-Seninle birlikte yemek yiyeceği korkusuyla çocuğunu öldürmendir.’
‘-Sonra hangisi?’ dedim. Şöyle dedi:
‘-Komşunun hanımıyla zina etmendir.’ 2626
Kebâirin Özellikleri: Büyük günahları Peygamberimiz ‘el-Mübikât’ yani mahvedici diye nitelemiştir. Çünkü bunlar kesinlikle yasaklanan şeylerdir. Kim onları bilerek, ısrarlı bir şekilde işlerse, şüphesiz ki o kişi Allah’ı yeterince sevmiyor ve O’ndan çekinmiyor demektir. Kesin ifadelerle yasaklanan haramların karşılığı da büyük günahtır. İnsan, beşer olduğu için bazen hata yapabilir, günah işleyebilir. Günah işlemek onun yaratılışında vardır. Allah, insanın bu karakterini bildiği için, elçiler ve kitaplar gönderip insanı uyarmıştır. Günahları gösterip onlardan sakındırmıştır. Bütün günahların insana ve topluma zararlı olduklarını söylemeye gerek yoktur. Korkusuzca işlenen günahlar insanın kendi hayatında ve içerisinde yaşadığı toplum hayatında mutluluğu yok eder.
İslâm, birtakım davranışların hata olduğunu bildiriyor ve onların yapılmasını
2622] Sadık Kılıç, Kur'an'da Günah Kavramı, s.321 ve devamı
2623] 53/Necm, 32
2624] 42/Şûrâ, 37
2625] Müslim, Tahâret 14, hadis no: 233, 1/209; Tirmizî, Salât160, hadis no: 214, 1/418
2626] Müslim, İman 141, hadis no: 86, 1/90; Ebû Dâvud, Talak, hadis no: 2310, 2/294; Buhârî, Edeb 20, 8/9, Diyât 1, 9/2, Tefsir Furkan-3, 6/137; Nesâî, Tahrîm 3, 7/83
GÜNAH
- 589 -
yasaklıyor. Bu aynı zamanda bir denemedir. İnsanlar bu denemeden geçerlerse, mükâfat veya ceza alabileceklerdir. Günahsız olanlar yalnızca melekler ve peygamberlerdir. İnsan hata edebilir ve günah işleyebilir. Onun yapması gereken günah işlememeye çalışmaktır. Günah işlediği zaman da, tevbe ve istiğfar etmek, günahta ısrar etmemektir.
Büyük günahlarının hangileri olduğu konusunda farklı görüşler vardır. Bunların sayısını sınırlamak oldukça zordur. Farklı hadislerde farklı rakamlar verilmektedir. Günahın büyüklüğü biraz da işlenilen ortama göre ortaya çıkabilir. Ayrıca küçük günahta ısrar etmek onu büyük günah haline getirir. Ebû Ishak el-İsfarâinî’nin, “Günahların hepsi büyüktür, içlerinde küçük günah yoktur” sözünden amacı, ‘derece yönünden bütün günahlar birdir. Karşı cinse eğri gözle bakmakla, zina etmenin günahı aynıdır’ demek değildir. İsyana sebep olmaları açısından hepsi de büyüktür. Bununla beraber bir kısmı diğerlerinden daha büyüktür. Peygamberimiz (s.a.s.); “Küçük günahlardan sakının” 2627 buyurmaktadır
‘Kebâir’; üzerinde tehdit (korkutma) gerçekleşen veya şeriat tarafından bir ceza takdir edilen yahut açıkça yasaklanmış günahlara denir şeklinde de tanımlanmaktadır. 2628 Âlimlerin çoğuna göre oruç, namaz, abdest gibi ibadetlerle affedilebilecek günahlara küçük günah denilir. Mesela, kabul edilmiş bir hac, o yıl işlenilen günahlara kefarettir, Cuma namazı bir haftalık günahlara kefarettir, şehidlerin kanları bütün günahlarını siler gibi. Ancak, öyle günahlar vardır ki bunları hiç bir ibadet silemez. Meselâ adam öldürme günahını başka hiç bir ibadet affettiremez. Katil olan kimse onun cezasını çekmeli, bedelini ödemelidir. Bu tür günahlara ancak şeriatın uygun gördüğü cezalar karşılık olabilir.
Bir hadise göre büyük günahların sayısı dokuz tanedir: Şirk koşmak, haksız yere adam öldürmek, temiz bir kadına zina iftirası atmak, zina yapmak, düşmana hücum zamanında kaçmak, sihirbazlık, yetim malı yemek, ana-babaya karşı gelmek; emredileni yapmamak ve yasakları yapmak yoluyla doğruluğu terk etmektir. 2629
Büyük günahları kimileri 17, kimileri 70, kimileri 100, kimileri daha çok saymışlardır. Büyük günahların kaç tane olduğundan daha önemlisi İslâm’ın davranışlara getirdiği ölçülerdir. Hakkında kesin delil ile yasak olan şeyi yapmak günahtır ve insana vebal kazandırır. İster büyük olsun ister küçük olsun günahları çekinmeden işlemek, insandaki takvâ duygusunun (Allah’a karşı sorumluluk bilincinin) azlığındandır. Şüphesiz, büyük günahların en büyüğü Allah’a şirk koşmaktır. Şirk koşanın ‘küfr’e düşeceği açıktır. Diğer büyük günahları işleyenlere ‘fâsık’ denilmiştir. Onlar günahın haramlığını inkâr etmedikleri müddetçe müslümanlardır ve onlar için tevbe kapısı açıktır. 2630
2627] Ahmed Bin Hanbel, 5/331
2628] Elmalılı, 7/29
2629] Ebû Dâvud, Vesâya 10, hadis no: 2875, 3/116; Nesâî, Tahrîm 3, 7/81
2630] Hüseyin K. Ece, a.g.e. 336-339
- 590 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Küçük Günahlar
Kur’an-ı Kerim’de lemem 2631 ve seyyie kelimeleriyle ifade edilen küçük günahlar, tarifini şu ifadede bulur: Kebîrenin alanı veya tarifi dışında kalan, yani hakkında bir ceza (hadd) bulunmayan, cehennem ateşi ile de tehdit edilmeyen günahlardır. Tevbe ile veya iyi amellerle silinebilen küçük günahlar, çeşitli nedenlerle büyük günaha dönüşür. Nitekim Peygamberimiz’den (s.a.s.): “Üzerinde ısrar edildikçe, küçük günah yoktur.” anlamında bir rivâyet2632 vardır. “Hiçbir küçük günah yoktur ki, küçük (önemsiz) görüldüğü halde büyümesin; Hiçbir büyük günah yoktur ki, tevbe/istiğfar edilerek küçülmesin.” Başka bir hadis-i şerifte ise, göze önemsiz görünen günahlardan açıkça sakındırılmaktadır: “Ey Âişe! Göze önemsiz gibi görünen günahlardan sakın! Çünkü bu günahlar için, Allah tarafından görevlendirilmiş bir görevli vardır.” 2633 Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde2634 ise, mezkür hadisin devamı şöyle biter: “... Çünkü küçük günahlar insanda bir araya gelince onu helak eder. Tıpkı çöl bir arâzîde bulunup da, yanına kavmin işçileri gelen şu adamın hali gibi: O adam ve diğerleri odun taşıyıp üstüste yığarlar ve bir yığın meydana getirirler. Derken odun yığınını ateşe verirler ve (küçük küçük olan, ama bir araya gelince kocaman bir yığın olan bu çalı çırpının ateşiyle) o çölde bulunan bütün canlıları yok ederler.”
Küçük günahları önemsememek, bunlarda ısrar etmek, insanı büyüklerini yapmaya hazır hale getiren psikolojik ve ruhî bir değişikliğe uğratır. Küçük günahlarla ilgili aşağıdaki tavırlar, bizi böyle bir ruh haline yaklaştırırlar:
1- Küçük günahlarda ısrar ve bunlara devam;
2- Günahı önemsememe, zira günahı gözümüzde büyütmek, kalbin nefret ve hoşnutsuzluğundan kaynaklanırken, aldırmamak da ona alışkanlık kesbetmeden ileri gelir;
3- Küçük günahtan haz duyup onunla şımarmak ve bunu bir nimet elde etmek sanıp, bedbahtlık sebebi olduğundan gafil bulunmak;
4- Allah’ın, kendisini cezalandırmamasına ve hilm göstererek mühlet tanımasına (istidrâc) aldanmak;
5- Günahı işleyip, ondan sonra da bunu başkalarının yanında söylemek; Allah’ın bu suçu örtmesine karşı aşırı bir duyarsızlık ve gaflet olduğu gibi, aynı zamanda duyan kimseleri de suça teşvik olacaktır. 2635
Küçük günah hakkında sakındırıcı kesin bir tehdit, lânet, cehennem ateşi gibi unsurların olmamasına bakarak aldanılmamalıdır. Çünkü sayılan sebeplerden ötürü, büyük günaha dönüşmesi daima mümkündür. Bu bakımdan günahın küçüklüğüne değil, ama kendisine karşı gelinen Allah’ın azamet ve kibriyasına bakarak, günahlardan sakınmamız lazımdır. 2636
2631] 53/Necm, 32
2632] İbn Ebi Şeybe, Musannef; Deylemi
2633] İbn Mâce, Zühd 29
2634] Müsned-i Ahmed, I/402, V/331, VI/70
2635] Gazzali, İhya, IV/40-41
2636] Sadık Kılıç, a.g.e. s.329-331
GÜNAH
- 591 -
Lemem
‘Lemem’ kelimesinin aslı olan ‘lemme’ fiili; toplamak, biriktirmek, bir şeyi ısrarlı ve devamlı olmamak şartıyla yapmak ve düzeltmek mânâsına gelir. Dağınık olan saçı düzeltme eylemi bu fiille ifâde edilir. Aynı kökten gelen ‘elemme’, az miktarda, hafif tesir ve bir şeyin yanında az bir zaman durma demektir. Mesela, ‘elemme bi’t-taâmi / az bir şey yedi’, ‘elemme bi’l emr / bir işde fazla derinleşmedi’, ‘elemme’l ğulâm / çocuk ergenlik çağına yaklaştı’, ‘elemme bi’l mekân / o bir yerde birazcık durdu’ anlamlarına gelir.
Dolaysıyla bu sözcük, bir kişinin bir işi yapmamakla birlikte yapacak noktaya kadar gelmesini ifade eder. Ferrâí isimli tefsirci bedevilerden şöyle bir cümle duydum diyor: “Darabe mâ lememe’l katlu-öyle vurdu ki az kalsın ölecekti ” yani o kişi bu eylemi az kalsın yapacaktı. Bir başka seferinde ise: “elemme yef’alu -neredeyse yapacaktı-” şeklinde dediklerini işittim diye anlatıyor.2637 ‘Elemme’, aynı zamanda günaha yaklaşmak, günah işlere yakın olmak demektir. Bu anlamdan hareketle küçük günahlara, ya da kişinin yapmaya niyet ettiği fakat yapmadığı hatalara ‘lemem’ adı verilir. Râğıb el-İsfehânî ‘lemem’i günah işlemeye yakın olmak şeklinde açıklıyor ve bununla küçük günahların tanımlandığını ilâve ediyor. 2638
‘Lemem’in tanımı konusunda müfessirler arasında görüş birliği yoktur. Ancak onların çoğuna göre ‘lemem’ küçük günahlardır.2639 Bazıları, bir kişinin büyük günahı işleyecek noktaya gelmesine rağmen bir cürüm işlememesi, ya da günahta son safhayı gerçekleştirmemesi şeklinde açıklarlar. Bazıları onu, az bir zaman günah işledikten sonra terk etme diye anladılar. Bazıları ise, günah işlemeyi düşünüp, onu yapmak isteyen kişinin bu hatayı fiilen yapmaması diye tanımlamışlardır. 2640
Günahların Çeşitleri: Günahlar, Kur’an, Sünnet ve selef âlimlerinin açıklamasına göre ‘büyük-kebâir’ ve küçük-seğâir’ diye ikiye ayrılır. Kur’an’da şöyle buyuruluyor: “Size yasak edilen ‘büyük günahlardan’ kaçınırsanız, sizin günahlarınızı (seyyiatınızı) örteriz...” 2641 Peygamberimiz (s.a.s.) de şöyle buyuruyor: “Beş vakit namaz ile cuma, diğer cumaya, Ramazan da diğer Ramazan’a keffârettirler. Büyük günahtan kaçınıldığı takdirde aralarında işlenen günahları affettirirler.” 2642
‘Lemem’ kelimesi Kur’an’da yalnızca bir âyette geçmekte ve kebâir-büyük günahlar ifâdesinden sonra gelmektedir: “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ındır. Kötülük edenlere, yaptıklarının karşılığını verecek ve güzel davrananları da (ihsan edenleri de) katıksız güzellikle mükâfatlandıracaktır. Günahın büyüklerinden (kebâir’den) ve çirkin işlerden (fahşâdan) kaçınanlara gelince, arada bir hataya düşseler de (lemem işleseler de) (bisinler ki) Şüphesiz Rabb’in bağışlamada cömerttir. (O kendisine yönelen kulunu affeder.) O, sizi toz-topraktan var ederken de, annelerinizin rahminde saklı bulunduğunuzda
2637] İbn Ziyâd el-Ferrâî, Meâni’l Kur’an, 3/100
2638] Müfredât, s. 686
2639] Beydavî, 3/441; Muh. İbn Kesîr, 3/402; Ebu’s Suûd, 5/648; Tabatabâî, el-Mizan, 19/45; Elmalılı, 7/318; Fî-Zılâli’l Kur’an, 6/3412
2640] Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an, 6/30
2641] 4/Nisâ, 31
2642] Müslim, Tahâret 14, hadis no: 233, 1/209; Tirmizî, Salât 160, hadis no: 214, 1/418; Ahmed Bin Hanbel, 2/400, 414, 484
- 592 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da sizinle ilgili her bilgiye sahiptir; o halde kendinizi övüp yüceltmeyin. Çünkü O, kimin ittika ettiğini (kendisine karşı sorumluluk bilinci taşıdığını) daha iyi bilendir.”2643 Görüldüğü gibi bu âyette Allah (c.c.) büyük günahlardan başka ‘lemem’i ayrı olarak sayıyor ve kebâir’den kaçınan veya hep ihsan eden (güzel davranan) kimselerin küçük günahlarının ve hatalarının bağışlanabileceğini haber veriyor. Aynı müjdeyi Nisâ Sûresi 31. âyette de buluyoruz. Söz konusu âyet, fuhuş (her türlü çirkin iş) ve büyük günahlardan sakınanların küçük günahlarının af edileceğini bildirerek müslümanlara ümit veriyor.
Kur’an ve Sünnette açıkça yasaklanan her günahın kebâir olduğu kesindir. Yine Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in had cezası (şer’î cezâ) takdir ettiği, âhirette karşılık olarak azapla müjdelediği günahlar da kebâirdir. Allah (c.c.) tarihte büyük günah işleyen bazı mücrim (azgın günahkâr) kişi ve toplulukları dünyada iken cezâlandırmıştır. Bu gibi cezaları hak eden her suç ta büyük günahtır. Bunların dışındaki hatalar, sürçmeler, yanılmalar küçük günahtır. Büyük günahı işlemeye karar vermek, ya da işlememek şartıyla henüz o günahın başlangıç noktasında bulunmak ta küçük günah grubuna girer. Ancak, küçük günah işlemekten çekinmeyen ve ona devam eden, ya da o günahla birlikte Allah’a karşı büyüklenen; İslâm’ın yasaklarını hafife aldığı için büyük günaha düşer ve âyette sözü edilen aftan yararlanamaz.
İlk dönem (selef) âlimlerinin görüşüne göre lemem, büyük günah olsa da o günahı bir defa işlemek ve ona tekrar dönmemektir. Bu görüş İbn Abbas’tan (r.a.) gelen rivâyetlere dayandırılır. Tâbiîlerden Ebû Sâlih şöyle diyor: “Bana, Allah’ın Necm sûresi 32. âyette geçen ‘lemem dışındaki’ sözü soruldu. Ben de ‘işlediği bir günahı tekrar etmeyen kişidir’ dedim. Bu olayı İbn Abbas’a anlattığımda, ‘Sana Allah’ın bir meleği yardım etmiş’ dedi.” 2644. Abdullah bin Amr (r.a.)’a göre ‘lemem’ şirk dışındaki günahlardır.
Âlimlerin çoğunun görüşüne göre ‘lemem’ kebâir’in (büyük günahların) dışındaki günahlardır. İbn Abbas’ın (r.a.)’ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: “Ebu Hureyre (r.a.)’nin Peygamber’den (s.a.s.) anlattığı şu ifade kadar ‘lemem’i’ açıklayan başka bir şey görmedim: “Allah (c.c.) her insanoğluna zina’dan bir pay ayırmıştır. Onlardan birini mutlaka işler. Gözün zinası (karşı cinse eğri gözle) bakmaktır. Dilin zinası nikâhı haram (nâmahrem) olmayan kimselerle (şehvetle) konuşmaktır. Nefis ona istek ve arzu duyar; cinsel organ onu ya doğrular, ya da yalancı çıkarır (ya fiilen zinaya gider, ya da Allah’tan korkar ve vazgeçer).” 2645
Kelbî’ye göre lemem iki çeşittir: Birincisi; Allah’ın dünyada had (şer’î cezâ), âhirette azap yüklemediği günahlardır. Bunlar beş vakit namazın keffâret olduğu (affettirebildiği) hatalardır. İkincisi; müslümanın bir defa işlediği ve tevbe ettiği günahlardır. Said bin Müseyyeb’e göre ‘lemem’; kalple işlenen, yani yapılması tasarlanan günahtır. Hüseyin bin el-Fadl diyor ki: “Lemem, (karşı cinse doğru) elde olmayan ilk bakıştır. Bu bağışlanır. Bakış tekrarlanır veya devam ederse, bu artık lemem olmaktan çıkar, günah kapsamına girer.” Nitekim İbn Abbas’ın rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allahım, bağışlarsan çok
2643] 53/Necm, 31-32
2644] Muh. İbn Kesîr, 3/403
2645] Müslim, Kader 20, hadis no: 2657, 4/2046; Buhârî, İsti’zân 12
GÜNAH
- 593 -
günahı bağışlarsın; küçük günahı olmayan hangi kulun var ki?” 2646. Taberî’nin rivâyet ettiğine göre tâbiîlerden Mücâhid ‘lemem’i; günaha yaklaşmak ancak işlemeden ondan vazgeçmek şeklinde tanımlamıştır. İbn Abbas (r.a.)’dan rivâyet edilen bir başka görüşe göre lemem, kulun zinâ, hırsızlık, şarap içme gibi bir an işlediği ve hemen tevbe edip terkettiği günahtır 2647.
Üçüncü grup bazı âlimler ise lememin müslüman olmadan önce câhiliye döneminde işlenen hatalar olduğunu söylediler. Allah (c.c.) onları bu günahlardan dolayı hesaba çekmeyecektir.
Ancak bu konuda âlimlerin çoğunluğunun görüşü daha isâbetli görünüyor. O da lememin küçük günahlar olduğu görüşüdür. ‘Lemem’; ya (bazılarının dediği gibi) bütün günahları kapsamakta, ya da bir defa işlenen ve sürekli tekrar edilmeyen hataları içerisine almaktadır. Lememin kapsamına giren hatalar tekrar edilirse ‘kebâir’ olabilir. Bundan dolayı küçük günahları çekinmeden işleyenlerin gaflete düşmesinden ve günahlar konusundaki titizliğinin azalmasından korkulur.
Lemem özet olarak, ne olursa olsun müslümanın kendisinden kurtulmak ve nefsini ondan korumak için uğraştığı, çirkin bulup Allah’a sığındığı, Allah’a yönelerek tevbe ettiği, ya da tevbe etmesi gereken günahlar ve hatalardır. Takvâ sahipleri, günah işleme konusunda şeytandan bir vesvese geldiği zaman hemen Allah’ı hatırlarlar ve bu konudaki gerçeği görürler, günah işlemekten yüz çevirirler.2648 Mü’minler, ellerinden geldiği kadar İslâm’ın yasaklarından, günah dediği fiillerden uzak durmaya çalışırlar. Hasene (sevap) olan işleri artırmaya çaba gösterirler. Bilirler ki günahların büyüklerinden bilinçli bir şekilde kaçınanların hatalarını Allah (c.c.) bağışlar. Ve yine inanırlar ki iyilikler (hasenât) kötülükleri (seyyiâtı) siler, süpürür. 2649
Muhâtaba Göre Günahlar
Günahlar, muhâtaba göre üçe ayrılır.
1- Allah’a Karşı Günah: Küfür, şirk ve endâd/eş ve benzer koşma gibi tevbe edilip vazgeçilmedikçe affedilmeyen günahlardır.
2- İnsanlara Karşı Günah: Kur’an-ı Kerim’de, insanlara yönelik günahlar, Allah’a yönelik olanlardan daha çeşitli olup, bunlar farklı alanlara dağılmaktadırlar. Netice itibarıyla bu tür günahların önemi şuradadır: Bunlar kul hakkını ihlâl olduğundan kendisine haksızlık yapılanın rızası olmadıkça bağışlanmaz.
İnsanlara karşı işlenen günahlardan katl,2650 kan dökme;2651 kız çocuklarını diri diri toprağa gömme2652 zikredilir. Cana kıyma, hataen olmanın dışında, kesinlikle mü’minlerden nehyedilirken,2653 kasıtlı öldürmelerin cezası kısas
2646] Hâkim, Müstedrek, 2/469
2647] Muh. İbn Kesîr, 3/402
2648] 7/A’râf, 201
2649] 11/Hûd, 114; H. K. Ece, a.g.e. s. 387-390
2650] 2/Bakara, 85; 4/Nisâ, 92
2651] 2/Bakara, 84
2652] 16/Nahl, 58-59; 43/Zuhruf, 17
2653] 4/Nisâ, 92
- 594 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak2654 tayin edilmiştir. Faiz yeme 2655 -ki faiz yemek bağışlanmayacak suçlardan sayılmış ve faiz yiyenlerin kabirlerinden mahşer günü şeytan çarpmış bir durumda dirilecekleri âyette ifade edilmiştir;-2656 mala hıyanet etmek/ğull;2657 cimrilik;2658 malı ve tartıyı noksanlaştırma;2659 helâl - haram demeyip miras yemek;2660; hırsızlık;2661 rüşvet yemek2662 Kur’an’da yasaklanan insanlara karşı işlenen günahlardandır. Yine, işkence yapma;2663 yetim malı yemek;2664 yetimi çirkin tarzda kovmak;2665 yoksulu doyurmamak;2666 yüzsüzlükle insanlardan bir şey istemek sûretiyle onları incitmek;2667 hıyânet;2668 gözlerin haince bakışı;2669 ahde riâyetsizlik;2670 insanlara iftira, işlediği günahı masum birine yıkma; 2671 iffetli kadınlara zina isnadı2672 -ki dört şahit getirilmedikçe seksen değnek/celde vurulur-; bühtan/iftira2673; genç kızları zinaya zorlamak;2674 yalan şahitlik;2675 insanlara karşı büyüklenme ve şımarma;2676 haset ve kıskançlık2677 bütün bunlar, Kur’an’da yasaklanan insanlara karşı işlenen günahlardandır. Büyücülük;2678 kasılarak yürümek;2679 insanlara iltifat etmeyip onlara burun kıvırma;2680 ana babaya itaatsizlik;2681 insanlarla alay etmek, onları küçümsemek, başkalarını güldürecek biçimde onların kusurlarına ve eksikliklerine dikkat çekmek;2682 her ne şekilde olursa olsun başkasını ayıplamak, kınamak2683 -ki böyle bir davranış, imandan sonra fıska düşmek kadar tehlikeli sayılmıştır-; müslümanların kusurlarını araştırıp, gizli durumlarını açığa vurmak;2684 tanıdığını yokluğunda hoşlanmayacağı şeylerle anmak, yani gıybet2685 -öylesine çirkin bir davranıştır ki, ölü
2654] 2/Bakara, 178, 179
2655] 2/Bakara, 275, 278, 279; 3/Âl-i İmran, 130
2656] 2/Bakara, 275
2657] 3/Âl-i İmran, 161
2658] 3/Âl-i İmran, 180; 4/Nisâ, 37
2659] 2/Bakara, 282; 7/A'râf, 85
2660] 89/Fecr, 19
2661] 5/Mâide, 38; 12/Yûsuf, 70, 73
2662] 5/Mâide, 62
2663] 5/Mâide, 59
2664] 17/İsrâ, 10, 34
2665] 107/Mâun, 2
2666] 107/Mâun, 3
2667] 2/Bakara, 273
2668] 4/Nisâ, 105, 107; 8/Enfâl, 27, 58, 71
2669] 40/Mü'min, 19
2670] 17/İsrâ, 34
2671] 4/Nisâ, 112
2672] 24/Nur, 4, 11, 23
2673] 4/Nisâ, 20, 112, 156
2674] 24/Nur, 33
2675] 22/Hacc, 30
2676] 17/İsrâ, 37
2677] 2/Bakara, 109; 4/Nisâ, 54
2678] 113/Felak, 4
2679] 75/Kıyâme, 33
2680] 31/Lokman, 18
2681] 31/Lokman, 14-15
2682] 24/Nur, 11
2683] 9/Tevbe, 58, 79, 49/Hucurât, 11
2684] 49/Hucurât, 12
2685] 49/Hucurât, 12
GÜNAH
- 595 -
kardeşinin etini yemeye/yamyamlığa denk tutulmuştur-; başkası hakkında zanla hüküm vermek;2686 kaş-gözle insanları çekiştirme2687 gibi günahlar insanlara yönelik günahlardır.
Kur’an’da insanlarla ilgili günahlara oldukça fazla yer ayrılması, Kur’anî öğreti ve dünya görüşünün, sosyal âhenk ve intizama ne kadar itina gösterdiğinin bir belgesi sayılsa gerektir. Çünkü farklı yoğunluktaki manalarıyla, bu kadar çeşitli kelimenin kullanılması, toplumsal hayat ile her noktadan temasa geçip, onu etkileme hedefini gözetir.
3- İnsanın Kendisine Karşı Günahı: Günahlar, kötü akıbeti bizzat yapanları ve buna sebep olanları ilgilendirdiğinden, günahkârlar, neticede bizatihi günahları kendilerine karşı işlemiş olurlar. Bu durum, bazen nefs kelimesiyle beraber zikredilen tahtânûne 2688 kelimesiyle ifade edilirken bu, günah işlemek ve ma’siyet irtikâb etmek suretiyle nefse zulmü veya azaba maruz bırakmak ve sevabını da azaltmak suretiyle onun kemaline halel getirmeyi gösterir. Çoğu zaman ise, bu husus “nefsine zulmetmek” kavramı altında bize sunulur.2689 Öyleyse günah, hangi kategoriye dâhil olursa olsun, onun yıpratıcı tesiri ve sonuçları, zaruri olarak yapanı alâkadar eder.
Kur’an-ı Kerim, insana çok önem verir. Meselâ, Allah’a karşı yapılacak görevler, insanın gücünün dışında mütâlaa edilmemiştir. Allah’a ibadet ve itaat konusunda insandan istenen, gücü ölçüsündeki şeylerdir. Güçlerinin yetmeyeceği şeylerden insan sorumlu tutulmazken;2690 öte yandan da, en mükemmel hedefe ulaşması için gerekli gayretin sarfedilmesi istenmektedir.
Gücümüzün ve kuvvetimizin, ödevlerimizin hepsine âdil bir şekilde dağılması esastır. Aktif potansiyelimiz, hayatın diğer alanları içinde bizi güçsüzlüğe uğratması nokta-i nazarından, dar bir idealin hizmetinde çökertilmemeli ve öldürülmemelidir. Peygamberimiz’in sünneti, bize şu mesajı iletmektedir: “Üzerinde Rabbinin de hakkı vardır, nefsinin de hakkı vardır, âilenin de. Buna göre sen, her hak sahibine hakkını ver!” 2691
Peygamberimiz, birçok vesileyle bu duruma değinerek, çok uzun süre uykusuz kalmak ve devamlı oruç tutmak gibi aşırı amelleri kınamış, vazgeçilmesini istemiş veya yasaklamıştır. Mesela, bir yolculuğu esnasında, bir cemaat ve cemaatin ortasında güneşten korunmaya çalışan bir adam görür. Bu adamın halini sorduğunda, O’na şöyle cevap verilir: “Oruç tutmakta!” Hz. Peygamber, hemen şöyle buyurur: “Seferde/yolculukta iken, oruç tutmak takvadan değildir.”2692 Benzer bir olay da şöyledir: Hz. Peygamber bir gün, omuzlarına yaslanmış olduğu iki oğlu arasında sallana sallana giden bir ihtiyar görür. Allah Rasûlü, bu adamın halini sorduğunda, cevap verilir: “Yaya hacca gitmek şeklinde bir adakta bulunmuştu da!” Bunun üzerine şöyle buyururlar: “Bu adamın kendisine revâ gördüğü işkenceyi,
2686] 17/İsrâ, 36; 46/Ahkaf, 6, 12
2687] 83/Mutaffifin, 30
2688] 2/Bakara, 187; 4/Nisâ, 107
2689] 2/Bakara, 54, 231; 4/Nisâ, 97; 7/A'râf, 24; 11/Hûd, 101 vb.
2690] 2/Bakara, 233, 286; 4/Nisâ, 84; 6/En'âm,152 vb.
2691] Buhâri, Edeb 84-86
2692] Buhâri, Savm 35
- 596 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah ona revâ görmez!” 2693
Bu tür uyarı ve yadırgamalara rağmen, Peygamberimiz, kendisini telef edercesine, mesela ayakları şişinceye kadar gece namazları kılıyor 2694 ve bu durum ashap tarafından tam anlaşılmıyordu. Ashabına verdiği cevapta O, “Allah’a şükreden bir kul olmasının yadırganmaması gerektiğini ifade ediyordu. 2695
Bu yasaklar ve bunlara rağmen bu tür davranış özelliklerinden sonra şu tespiti yapabiliriz: Dinî yaşantısının yoğunluğunu farklılaştıran bu ruhî hususiyete, dinin sübjektif yönü diyebiliriz. Buna göre, sadece fizik güç değil; ama manevî kuvvet de insanlar arasında eşit şekilde dağıtılmamıştır. Bundan neşet eden bir keyfiyet olarak bazı insanlar için katı ve aşırı olan bir davranış, bazıları için hiç de böyle olmayabilir.
İnsan, kendi ruhî ve maddî varlığı üzerinde, sosyal çevrede de olduğu gibi, istediği biçimde davranamaz ve böyle bir tasarruf hakkına da sahip değildir. Hz. Peygamber’in hadisinde ifade edildiği gibi, nefsimizin meşru haklarını kabul etmemek, ona yöneltilmiş bir suçtur ve cezası uhrevî âlemde görülecektir. Meşru olmaksızın canımıza, ruhî ve bedenî varlığımıza yönelteceğimiz herhangi bir suç, ahirette misliyle cezalandırılacaktır. “Kim dünyada nefsini herhangi bir şeyle öldürürse, kıyamet gününde de o şeyle azab olunur.” 2696
Günahın Zıddı; Sevap
Bu kavramın aslı olan ‘sevb’ kelimesi sözlükte; bir şeyin kendi önceki haline geri dönmesi demektir. Meselâ, bir kimsenin evine geri dönmesine, ‘o eski haline döndü’ derler. ‘Sevb’ böyle durumları ifade eder. ‘Sevb’ aynı zamanda, bükülmüş yün ve pamuk ipliğinin düşünülen, takdir edilen şekline de denir. Ki bu da elbiseden başkası değildir. Türkçe’de kullanılan ‘esvâb’ kelimesi bu ‘sevb’in çoğuludur.
Karşılık Olarak Sevap: ‘Sevab’ İslâmí kaynaklarda, insanın işlediği amellerin sonuçlarından doğan şey şeklinde anlaşılmaktadır. Yapılan şeyin sonucuna ‘sevab’ denmektedir. Ceza, bir amel için takdir edilen, düşünülen sevaptır, yani amelin karşılığıdır. Nitekim Kur’an, “Kim zerre miktarı hayır işlerse karşılığını görecektir, kim de zerre miktarı şer işlerse karşılığını görecektir” 2697 buyuruyor.
Cezâ daha çok olumlu veya olumsuz anlamda karşılık demektir. Sevap ise, yapılan bir işin neticesidir. ‘Sevap’ hayır ve şer olan bütün ameller için kullanılsa da, hayırlı ameller hakkında kullanılması daha yaygındır. Kur’an şöyle buyuruyor: “… (Bu), Allah katından bir sevap (karşılık)tır. Sevabın (karşılığın) en güzeli şüphesiz O’nun katındadır.” 2698 “Kim dünya sevabını (faydasını) isterse ona ondan veririz, kim de âhiret sevabını (karşılığını) isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri yakında ödüllendireceğiz.” 2699
Mü’min olmayanlara verilecek olan kötü cezânın, ‘sevab’ ile aynı kökten
2693] Buhâri, Umre 58
2694] Buhâri, İtikâf 1
2695] Buhâri, Teheccüd 6
2696] Müslim, İman 176; S. Kılıç, a.g.e. s. 332 ve devamı
2697] 99/Zilzâl 7-8
2698] 3/Âl-i İmrân, 195
2699] 3/Âl-i İmrân, 145
GÜNAH
- 597 -
gelen ‘mesûbet’ ile karşılandığını görüyoruz. Çünkü cezâ da sevab gibi bir amelin karşılığıdır.2700 ‘Mesûbet’in, Allah katındaki ve mü’minlere verilecek mükâfat anlamında da kullanıldığı görülmektedir. 2701
Mükâfat Olarak Sevap: ‘Sevab’, iyi amellere karşı Rabbimizin vermesini ümit ettiğimiz sonuçtur. Mü’minler, İslâm’ın kendilerine emrettiği şeyleri yerine getirdikleri zaman bunun ‘sevabını’ alacaklarını bilirler. Sevab, farzları ve vacipleri yerine getirmenin karşılığı olduğu gibi, mü’minlerin nafile olarak yaptıkları her türlü ibadetin ve her türlü iyiliğin (hasenenin) de karşılığıdır. “Her kim kötülük eder de onun kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktir. Onlar orada devamlı kalırlar. İman edip sâlih amel işleyenlere gelince; onlar da cennetliktirler. Onlar da orada ebedi olarak kalacaklardır.” 2702 Bu âyette ve diğerlerinde iyi ve kötü diye nitelenen amellerin karşılığının mutlaka verileceği bildiriliyor. Üstelik bu karşılıklar da geçici bir zaman için değil sürekli olacaktır. Âyette geçen insanı çepeçevre kuşatan ve sahibini ebediyyen cehenneme sürükleyecek amel şüphesiz ki inkârcılıktır. Zâten İslâm’a inanmayanlar sâlih amel işlemeyi bilmezler.
İnsanın âhiretteki durumu sevabının azlığı veya çokluğu ile belli olacaktır. Sevabı çok olanlar Cennete, günahı çok olanlar Cehenneme gidecektir. Kur’an bunu ‘tartısı ağır olanlar, tartısı hafif olanlar’ diye nitelemektedir.2703 Rabbimiz, ‘sevabın’ yücesinin kendi yanında olduğunu haber vererek, insanları iman etmeye ve kendisinden sakınmaya (takvâya) dâvet ediyor.2704 Allah (c.c.) dünya sevabının (mükâfatının) da âhiret sevabının da kendi katında olduğunu, ondan dilediği kimseye dilediği kadar verebileceğini haber vermektedir 2705. Allah’ın insana verdiği mallar ve evlâtlar dünya hayatının süsüdür. Fakat devamlı kalacak olan güzel amellerin Allah’ın yanında sevabı (karşılığı) ise hayır bakımından daha önemlidir. İnsanlar belki mal ve nesil yönünden zengin olmayı daha hayırlı sanabilirler. Ancak amellerin Allah katında güzel bir sevaba kavuşması, sevab kazanabilecek amellerinin çok oluşu insan için daha hayırlıdır.2706 “Allah, hidâyet bulanların hidâyetini artırır. Sürekli olan sâlih davranışlar, Rabbinin katında sevab bakımından daha hayırlı, varılacak sonuç bakımından da daha hayırlıdır.” 2707
Halk arasında her türlü hayırlı iş, sâlih amel veya Allah’ın razı olacağı bütün davranışlar ‘sevab’ diye nitelenir. Bu, İslâm’ın insanları davet ettiği ‘hayr’dır. İslâm insanları devamlı böylesine hayırlı ve sevap iş yapmaya dâvet ediyor. Mü’minler, daha çok sevab kazanmak için insanlara iyi davranırlar, iyilik ederler, yardımda bulunurlar, hayırlı işlere koşarlar. Onlar bilirler ki Allah rızâsı için yapılan bütün ameller mü’mine sevab kazandırır. Unutmamak gerekir ki sevab ancak sağ iken kazanılır. Yalnız sadaka-i câriye (devam eden sadakanın) sevabı ise ölümden sonra da sürer. 2708
İnsanın nefsini hesaba çekmesi sanıldığı kadar kolay değildir. Çevre
2700] 5/Mâide, 60
2701] 2/Bakara, 84
2702] 2/Bakara, 81-82
2703] 101/Kaaria 6-11
2704] 2/Bakara, 103
2705] 4/Nisâ,134; 5/Mâide, 85
2706] 18/Kehf, 46
2707] 19/Meryem, 76
2708] H. K. Ece, a.g.e. s. 590-592
- 598 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kültürünün baskısı altında kalan akıl ve daima kötülüğü emreden nefis, meşrû (İslâmî) olmayan amelleri gündeme getirir. Bir İslâm mütefekkiri, “her günah tıpkı şarap gibi sarhoş etseydi, yeryüzünde ayık gezen hiç kimseyi göremezdin” diyerek, önemli bir noktaya işaret etmiştir. Sırat-ı müstakime riâyet eden bir mü’min, değişik sebeplerin etkisi altında gayr-ı meşrû amellerde bulunabilir.
Günahkârlık; Fısk
Fısk: Kur’an öncesi metinlerde, meyvenin filizlenmesi, kabuğundan çıkması, hayvanların, özellikle de farenin yuvasından çıkması anlamına gelir. Kur’an, bu kelimenin anlam çerçevesini genişleterek, insanların ve başka varlıkların emirden ve yoldan çıkması anlamında kullanmıştır. Fısk: Yoldan çıkma, doğru yoldan sapma, iyilik ve güzellikten çıkma, günaha batma, kötülüğe iyice dalma anlamlarına gelir. Büyük günahları işlemek veya küçük günahlarda devam etmek suretiyle Allah’a itaat etmekten çıkmaya fısk denir. Fısk işleyene, bu tür davranışları gerçekleştirene de fâsık denir. En yaygın olarak kabul edilen görüşe göre fısk, itaatten çıkma, dinin koyduğu sınırlardan dışarı çıkma anlamındadır. Bu kullanımıyla fısk, küfür teriminden daha geniş bir kullanım alanına sahiptir. Buna göre, her kâfir fâsıktır; ama her fâsık, kâfir değildir. Kur’an’daki kullanımından yola çıkarak fısk, vahiy tarafından temizliği ve iyiliği belirlenmiş şeylerden uzak kalmak veya dince çizilen güzel sınırlardan dışarı çıkmak şeklinde tanımlanabilir. Fısk, fıtratın dejenere olması ve yaratılıştan sapma olarak anlaşılabilir.
Fısk ve fâsık kelimeleri Kur’an-ı Kerim’de toplam 54 yerde geçer. Kur’an, bazı yerlerde fıskı iman; fâsığı da mü’min karşıtı bir anlamda kullanmaktadır.2709 Bazı yerlerde ise dinin emirlerine itaatin karşıtı olarak geçer.2710 Fısk ve çoğulu füsuk kelimesinin geçtiği 7 âyette müslümaların muhatap alındığı görülür. Bu âyetlerde büyük günahların işlenmesinin, dinin emir ve yasaklarına aykırı davranılmasının kastedildiği görülür. Hadislerde ve sahabe sözlerinde de sıkça geçen fısk ve fâsık kelimeleri genelde bu son anlamda kullanılmıştır. Yani genel kanı, fâsığın iman dairesi içinde olduğu merkezindedir. Yalnız, unutulmamalıdır ki fâsık olan mü’min, eksik imanlı, kâmil olmayan bir mü’mindir; böyle bir mü’mine dindar, müttakî, muhlis (ihlâslı) gibi sıfatlar verilemez. Fısk ile küfür arasında bir yakınlık vardır.
Âlimler, fıskı daha çok “büyük günahları irtikâp etmek” olarak tarif etmişlerdir. Bazı âlimler ise, günahları küçük görmek ve onlarda ısrar etmek de fısktır derler. Genel olarak fıskın üç mertebesi vardır. Birincisi, günahı çirkin kabul etmekle beraber, yine de zaman zaman şeytanın vesvesesine veya nefsine uyup günah işlemektir. İradesi zayıf olan insanlarda bu hal tekerrür eder. İkincisi: Günah olduğunu kabul ve ikrar ettiği halde, sık sık aynı haramları işlemektir. İçki tiryakilerinde veya kumar düşkünlerinde bu hal görülür. Üçüncüsü: Haram olduğunu inkâr edip, ısrarla fısk olan davranışı yapmaktır. Fıskın birinci ve ikinci mertebelerinde bulunan müslümanın tevbe etmesi gerekir. Üçüncü mertebede bulunan insanın ise, müslüman olduğunu iddia ediyorsa, bu yaptığı fısk onu küfre düşürdüğünden tecdid-i iman etmesi ve İslâm’a teslim olması şarttır.
Fıskı iki ana bölümde incelemek mümkündür. Birincisi, inançla ilgili fısk;
2709] bk. 3/Âl-i İmran, 110; 32/Secde, 18
2710] bk. 2/Bakara, 197; 24/Nur, 4; 49/Hucurât, 7, 11
GÜNAH
- 599 -
ikincisi, dinî emir ve yasaklarda gevşeklik ve ihmal anlamında fısk.
1- İnançla İlgili Fısk
Kur’an’da genişçe ele alınan fısk davranışlarının inançla, Allah ve peygamberlik kurumuyla ilgili olanı, Allah’a inançsızlık, Allah’ın âyetlerini yalanlama, Allah’ı unutma, nifak, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeme ve şeytanın Allah’ın emrinden çıkışı olarak sıralanabilir.
a- Allah’a İnançsızlık: Hz. Peygamberimiz’e, münafıkların önderi Abdullah bin Ubey konusunda şu emir verilmiştir: “Onlardan (münafıklardan) ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarı başında da durma! Çünkü onlar, Allah’ı ve peygamberini inkâr (küfr) ettiler, fâsık olarak öldüler.” 2711 Müşriklerin puta tapmalarının anlamsızlığı ve Allah’ın yaratıcılığı ve yöneticiliği anlatıldıktan sonra, şu belirtilir: “İşte gerçek rabbiniz Allah budur. Gerçeğin dışında sadece sapıklık (dalalet) vardır. Öyleyse nasıl olup da döndürülüyorsunuz? Böylece, fâsık olanların inanmayacaklarına dair rabbinin sözü gerçekleşmiş oldu.”2712 Allah’ın indirdiği apaçık âyetleri, yalnızca fâsıklar/yoldan çıkmışlar inkâr eder: 2713
Fısk, yani büyük günah işlemek veya küçük günahlarda ısrar etmek; Allah’ın sevmediği ve mü’min kullarına sevdirmediği durumlardandır. “Bilin ki, içinizde Allah’ın peygamberi bulunmaktadır. Eğer O, birçok işlerde size uymuş olsaydı, şüphesiz kötü duruma düşerdiniz. Ama Allah, size imanı sevdirmiş, onu gönüllerinize güzel göstermiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” 2714
b- Allah’ın Âyetlerini Yalanlama: Kur’anda, Allah’ın âyetlerini yalanlama, fısk olarak nitelenir: “Âyetlerimizi yalanlayanlar (inkâr edenler), fısklarından/yoldan çıkmalarından ötürü azap çekeceklerdir.” 2715
c- Allah’ı Unutma: Özellikle münafıkların Allah’ı unutması, Kur’an’da fısk olarak görülür: “Allah’ı unutup da Allah’ın da kendilerini unuttuğu kimseler gibi olmayın. Onlar fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir.” 2716
d- Allah’ı, Peygamber’i ve Allah Yolunda Cihadı İkinci Dereceye Koyma: Yakınlarını koruma ve dünyevî nimetleri, Allah’a, Peygamberine ve cihada üstün tutma, fısk olarak değerlendirilir: “De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler, size Allah’tan, peygamberinden ve Allah yolunda savaştan daha sevgili ise, Allah’ın emri gelene kadar bekleyin. Allah fâsık kimseleri doğru yola (hidâyete) eriştirmez.” 2717
e- Nifak (İnançta İkiyüzlülük): “İstekli ya da isteksiz olarak verin, nasıl olsa kabul edilmeyecektir. Siz, şüphesiz fâsık bir topluluksunuz. Verdiklerinin kabul edilmesine engel olan, Allah’ı ve peygamberi inkâr etmeleri, namaza tembel tembel gelmeleri, istemeye
2711] 9/Tevbe, 84
2712] 10/Yûnus, 33
2713] 2/Bakara, 98-99
2714] 49/Hucurât, 7
2715] 6/En'âm, 49
2716] 59/Haşr, 19 ve yine bk. 9/Tevbe, 67
2717] 9/Tevbe, 24
- 600 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istemeye vermeleridir.” 2718; “Münafıklar birbirlerindendir, kötülüğü emreder, iyiliği engeller, Allah’ı unuturlar, onlar fâsıktırlar.” 2719; “Onlardan (münafıklardan) râzı olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz onlardan râzı olsanız bile Allah fâsıklar topluluğundan asla râzı olmaz.” 2720
f- Allah’ın İndirdiğiyle Hükmetmemek: Ehl-i kitap, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmemekle fısk olan davranış içine girmiş demektir: “İncil sahipleri, Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsin. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, işte onlar fâsık olanlardır.” 2721; “O halde, Allah’ın indirdiğiyle aralarında hükmet. Allah’ın sana indirdiği Kur’an’ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın, onların hevesine uyma. Eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların pek çoğu, gerçekten fâsıktırlar.” 2722
g- Şeytanın Allah’ın Emrinden Çıkışı: “... İblis cinlerdendi; Rabbinin emrinden fısk etti/dışarı çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zâlimler için bu ne fena bir değişmedir.” 2723
2- Dinî Emir ve Yasaklarda Gevşeklik ve İhmal
Fıskın ikinci anlam alanı, yanlış tutum ve davranışlarda bulunmaktır. Fısk, ister az, isterse çok olsun, günah işlemek demektir. Ama genellikle, çok günah işlemek olarak bilinir. Fâsık kavramı, çoğunlukla dinî hükme bağlanan ve onu kabul eden ama bütün veya bir kısım hükümlerini ihlal eden kişi için kullanılır. Aslî kâfire fâsık denilmesi, aklın ve fıtratın ortaya koyduğu hükmü ihlal edişi dolayısıyladır. Bu anlam alanından yola çıkarak fâsık kelimesi, “günahkâr mü’min” için kullanılır olmuştur. Yaptığı yanlış işler, “dinden çıkma” anlamına gelmez.
a- Yalan Haber Yaymak ve Yalancı Şahitlik: Fâsık, Kur’an’da iki yerde yalancı anlamında kullanılmıştır. Yalancının haberi, doğruluğu araştırılmadan kabul edilirse, olumsuz bazı sonuçlar doğurur: “Ey iman edenler! Eğer fâsıklardan (yoldan çıkmışlardan) biri, size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın. Yoksa bilmeden (farkına varmadan) bir topluluğa fenalık edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” 2724 Bu âyet, o sırada müslüman olan Velîd bin Ukbe hakkında inmişti. “Mustalıkoğulları bana zekât ödemedi. Beni öldürmek istedi.” diye haber getirmişti. Ancak, Mustalıkoğulları gelip gerçeği söylediler. 2725. Özellikle yazılı veya görüntülü medyanın haberleri bu âyetin gösterdiği doğrultuda değerlendirilmelidir. Özellikle İslâm ve müslümanlar hakkındaki medyadaki haber ve ithamlara itibar edilmemeli, bu konularda fâsık medyanın ancak yanıldığı zaman yanlışlıkla doğru haber yaydıkları unutulmamalıdır. Müslümanların ellerinde olduğu medyanın çoğu haberlerinin de, fâsıkların ulusal ve uluslar arası ajans kaynaklarından alındığı gerçeği göz ardı edilmemelidir.
İmam Kurtubi: Fâsık olduğu kesin olarak tespit olunan kimsenin haberleri
2718] 9/Tevbe, 53-54
2719] 9/Tevbe, 67
2720] 9/Tevbe, 96
2721] 5/Mâide, 47
2722] 5/Mâide, 49
2723] 18/Kehf, 50
2724] 49/Hucurât, 6
2725] Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/279
GÜNAH
- 601 -
geçersizdir, kabul edilemez. Çünkü haber emanettir. Fısk ise, haberin iptalinin (geçersiz olmasının) delilidir. Bu konuda İmam Cessas’ın tespiti şudur: “Âyette geçen “tahkik edin” emri, fâsığın şahitliğinin kabul edilmemesinin delilidir. Çünkü şahitlik, bildiğini haber vermekten ibarettir. Fâsık olan kimsenin şahitliği kabul edilmediği gibi, diğer hususlardaki haberleri de kabul edilmez. İffetli kadınlara zina iftirasında bulunanlara Kur’an’da fâsık denmiştir. 2726 Çünkü böyleleri, toplumun âile yapısında derin yaralar açabilir. Yine, Kur’an’da ahde vefasızlığın bazı örnekleri, fısk olarak değerlendirilir. 2727
b- Allah Adı Anılmadan Kesilen Hayvanların Etini Yemek: Kur’an’da Allah adı anılmadan kesilen hayvanların etini yemek, fısk (günahkârca davranış) olarak nitelenir: “Üzerine Allah’ın adı anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin. Bunu yapmak, fısktır (Allah’ın yolundan çıkmaktır).” 2728; “Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilenler, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları, dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız, size haram kılındı. Bunlar, fısktır.” 2729 Mü’minin, yiyeceği nesnelerde de Allah bilincini, helâl ve haramı gözetmesi şarttır. Fâsık, “üzümünü ye, bağını sorma!” der; mü’min ise, bağını sormadığı, helâl mi haram mı olduğunu bilmediği üzümü kesinlikle ağzına koymaz. “Kâfirler (dünyadan) faydalanırlar, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.” 2730
c- Zulüm: İsrailoğulları, kendilerine bildirilen ilahî mesajı, başkasıyla değiştirdikleri için zulmetmişler ve böylece fısk işlemişler, yoldan çıkmışlardı: “... Biz de zâlimlere, fıskları/yoldan çıkmaları sebebiyle gökten azap indirdik.” 2731 Yine, Cumartesi yasağına uymayan İsrailoğulları, Kur’an’da zâlim ve fâsık olarak adlandırılır. 2732
d- Servetiyle Şımarma: Servet sahipleri (mütrefûn), ellerindeki güce güvenerek Allah’ın emrine karşı çıkabilir, sırt çevirerek günahkârca yaşamaya devam edebilir: “Bir şehri (toplumu) yok etmek istediğimiz zaman, şımarık varlıklılarına (mütreflere) yola gelmelerini emrederiz. Ama onlar fısk işlerler/yoldan çıkarlar. Artık o şehir yok olmayı hak eder. Biz de onu yerle bir ederiz.” 2733
e- Livâta (Homoseksüellik): Lut kavminin çirkin davranışı, Kur’an’da fısk (günaha gömülüp gitme) olarak belirtilir: “Lut’a da hüküm ve ilim verdik. Onu çirkin işler işleyen kasabadan kurtardık. Doğrusu onlar fâsık (yoldan çıkmış, günaha gömülüp gitmiş) kötü bir topluluktu.” 2734
f- Çirkin Söz (Sebb): İki âyette füsuk kelimesi, müslümanların birbirleriyle konuşmasıyla ilgili görgü kurallarını belirtir. Bunlardan biri, hac yolculuğu sırasında uyulması gerekli yasaklar arasında, füsuk’tan/çirkin söz ve yakışıksız davranışlardan sakınmaları gerektiği âyetidir.2735 Diğeri, müslümanlar birbirleriyle konu2726]
24/Nur, 4-5
2727] 5/Mâide, 106-108; 7/A'râf, 101-102; 9/Tevbe, 8-11
2728] 6/En'âm, 121
2729] 5/Mâide, 3
2730] 47/Muhammed, 12
2731] 2/Bakara, 59
2732] bk. 7/A'râf, 165
2733] 17/İsrâ, 16
2734] 21/Enbiyâ, 74 ve bk. 29/Ankebut, 33-34
2735] 2/Bakara, 197
- 602 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şurken, birbirlerini ayıplamayacak ve kötü lakaplarla çağırmayacak; birbirleriyle iyi hitap çerçevesinde geçineceklerdir: “Ey iman edenler! Bir topluluk, ötekini alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar, belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İman ettikten sonra yoldan çıkmış olmak/füsuk (çirkin söz ve davranış) ne kötü bir isimdir. Tevbe etmeyenler, işte onlar zâlimlerdir.” 2736 Görüldüğü gibi, her iki âyet de, füsuk kelimesiyle anlatılan fıskın bu türünde, mü’minlere seslenmektedir. 2737
Fısk ve fâsıklık, son derece kötü ve tehlikeli bir durum olunca, insanlara düşen bu durumdan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak, gerek diliyle ve gerekse fiiliyle mümkün olduğu ölçüde fısktan uzak durmaktır. Günahın büyüğünden olduğu gibi, küçüğünden de kaçınmalı, “bu küçüktür zarar vermez” diyerek onu işlemekte ısrar edilmemelidir. Zira sözü geçtiği üzere, küçük günahta ısrar etmek de fıskın derecelerinden birisidir. Şurası unutulmamalıdır: Hiçbir küçük günah yoktur ki, küçük ve önemsiz görülüp devam edildiği müddetçe büyük günaha dönüşmesin. Damlaya damlaya göl olduğu gibi, küçük günahlar da tekrar edilerek veya değişik küçük günahlar bir arada toplanarak büyürler, büyük günah olurlar.
Aslında kâfirlere uygun davranışlar olan fısk, İslâmî hudutları kabul etmekle birlikte; farzları terk eden veya haramları işleyen müslümanın da bazen yanılarak içine düştüğü bir illet ve felakettir. Kur’an-ı Kerim’de fâsıkların zemmedildiği ve azapla uyarıldığı mâlumdur. Hesap gününü düşünen her mü’min, şer’î emirleri eda etmek ve haramlardan şiddetle kaçınmak suretiyle fısk hastalığından kurtulabilir. Fısk, bireysel bir eylemdir. Fâsıkların bir araya gelmesi ve şer’î hudutları kitle halinde tahrip etmesi, “fesâd”ı gündeme getirir. Dolayısıyla fısk ile fesâd arasında, böyle bir yakınlık ve ilişki vardır. Fâsıkların ve müfsidlerin çoğunluğu teşkil ettiği toplumlarda; tağutî güçlerin iktidar olması ve hizbu’ş-şeytanın hızla gelişmesi kaçınılmazdır. O yüzden İslâm’ın gönüllerde ve coğrafyalarda hâkim olması için her çeşit fısktan kaçınmak ve fâsıklara İslâmî tavır alıp sâlih amellerle iç içe ve sâlihlerle beraber olmak şartttır.
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıklardır.” 2738 Kendi nefsinden başlamak üzere gönüllerde, eylemlerde ve çevredeki her çeşit fısk ve fâsığa karşı mücadele edenlere selâm olsun!
Hıristiyanlıkta ve Diğer Dinlerde Günah Anlayışı
1- Hıristiyanlık Günah Anlayışı:
Aslî Günah: Hıristiyanlığa göre, insanlığın ilk atası Âdem ve eşi Havvâ, yasak meyveyi yemelerinden dolayı bir günaha düşmüştür. Bu günah, hem şahsî, hem de kollektif bazı sonuçlar doğurmuştur. Hıristiyan inancına göre, Âdem (a.s.) ve eşi Havva’nın günahları, onların zürriyetlerine de yayılmıştır. “Yalnız bir adamın itaatsizliği sebebiyle, bütün diğerleri günahkâr kılındılar.”2739 Bugünkü İncil’de yer alan bu cümle, resmî öğretice şöyle tamamlanır: “Her insan, kudsiyet ve doğ2736]
49/Hucurât, 11
2737] Vecdi Akyüz, Kur'an'da Siyasi Kavramlar, s. 367 ve devamı
2738] 5/Mâide, 47
2739] Romalılar 5/19
GÜNAH
- 603 -
ruluktan yoksun ve günah ile kirlenmiş olarak dünyaya gelir. Çünkü ilk atası sukut eden (düşüklük gösteren) insan nevinin bir üyesi olarak doğar.” Değişmez olan bu telâkkîye “aslî günah” denilir. Bu inanç, St. Paul’ün: “Biz, hepimiz Âdem’de günah işledik ve gazabın çocukları olarak dünyaya geldik.” 2740 sözlerinden doğmuş ve hıristiyanlığın tahrif edildiği ilk asırdan beri sürdürülmüştür.
Dünyaya gelen çocuk, kendi ruhunda bu ilk günahın mührünü taşıyarak gözlerini açar. Çocuğun bedeni mâsum ise de, rûhu günahla kirlenmiştir, bir gün yaşamış olsa bile! Sırf çocuk mu? Hayır! Âdem’in ve Havvâ’nın günahı tüm insanlara da düşünemeyeceği kadar yakındır; o insanın içindedir. Tüm insanların kaderindedir, hatta dünyaya gelmemiş olsalar dahi. İnsanlar ortaya çıkmadan veya günahkâr olmayı istemeden önce, daha şimdiden günahkârdır. Aktüel günahsa, yeryüzüne düşmüş bir melek olan insanın sefâleti, ruhunu ve bedenini kirleten aslî günahtan ileri gelmektedir. Dünyevî ve uhrevî hayatın tümünü etkileyen bu doğma, bütün hıristiyan mezheplerinde esastır. Bu inancı inkâr, afaroza sebep idi.
Esas Suçlu Kadındır: Aslî günah ve bundan kaynaklanan aktüel (fiilî) günahın bütün sorumluluğu kadının, Havvâ’nın omuzlarındandır. Bu olumsuz değerlendirme, günümüzdeki kadını da içine alır. Havvâ’nın bu durumunun ağırlığı, sadece bütün günahkârların göğsünden emdiği bir ana olması sebebiyle olmayıp, metafizik plandaki günahın kadında tamamlanmış olmasındandır da! Çünkü Âdem’i günaha sürükleyen de odur. Aktüel kadın ise, cennetten kovulmuş olmayı hatırlattığı için kadınlığından ve şeytanın en güçlü aracı olduğu için hele güzelliğinden utanmalıdır.
Mutlu Günah: Hıristiyan teolojisinde, tüm insanlık için doğurduğu olumsuz sonuçlara rağmen, Âdem ve Havvâ tarafında işlenen günahın bir vasfı: felix culpa; yani mesut suç, mutlu günah olmasıdır. Aslî günah niçin mutlu bir günahtır? Çünkü işlenen bu günah, çok büyük bir aşkı fışkırtmıştır; bu aşk, İsa’nın insanlığa olan aşkıdır. Bunun vâsıtasıyla insanlık İsa tarafından kurtuluşa erdirilmiştir. Kötü olan ilk günah, İsa’nın gelmesi ve kanıyla insanlığın günahını temizlemesi gibi büyük bir iyiliğe geçit olmuştur.
Ölümün Sebebi de Aslî Günahtır: Ölüm, aslî günah sebebiyle bu dünyaya girmiş ve hüküm sürmektedir. İnsanlık ölüyorsa, aslî günah sebebiyle ölmektedir. î günah sebebiyle ölmektedir. Yine, bedenî arzuların aslî günahın başlıca sebebi olması değerlendirilmesiyle, bedenî temizlik ve cinsel hayattan uzaklaşılmıştır. Hatta evlilik bir fuhuş gibi telâkkî edilmiştir.
Âdem’in Günahının Tüm İnsanlığa Dünyadaki Cezâsı: Hıristiyanlığa göre, Âdem’in günahı şu önemli sonuçları doğurmuştur:
a- Ölümsüzlüğü kaybetme ve ölümün evrenselliği.
b- Dünyevî arzular ve kötülüğe meylin güdümünde, günahın dünyadaki hükümranlığı.
c- Lânetlemeler (toprağın bereketsizliği, hayvanat ve cemâdâtın başkaldırması, bütün insan neslinin sefâleti.
2740] Romalılar, 5/19
- 604 -
KUR’AN KAVRAMLARI
d- Aklın aydınlığı kaybetmesi: Düşüşten önce Allah’ın uzvu ve semâvî şeylerin yanılmaz habercisi olan akıl, günahla karardı, iç ışık, karanlık haline geldi.
Böyle bir yorumlamada, insanlık görülmez günah duvarlarıyla hapsolunmuş, yüce doruk noktalarına uçabileceği göğün tavanları kendisine kapatılmış, aslî günah mahkûmu olduğundan âdeta bir mahzene hapsolunmuştur. Âdem’in günahı sebebiyle, O’nda tüm insanlık düşmüştür.
Aslî Günahtan Kurtulma Yolları
a- Fedâ (Fidâ): İsa’nın insan ve peygamber özelliğinden çıkartılıp bir mit, efsâne ve tanrı konumuna çıkarılması, ona inanan ruhlara heyecan verme amaçlandırılan bir akîde halinde sunulmuştur. İlk insandan dolayı doğuştan suçlu olan tüm insanlığın suçunun affedilmesi için Tanrı, oğlunu insan şeklinde dünyaya göndermiş, İsa da insanlık için kendini fedâ etmiştir. Doğuştan getirdiği aslî günahtan kendi başına kurtulma imkânına sahip olamayan insan, “fidâ”nın anlam ve sırrına iman ederek kurtulabilecektir. İnsanlık birinci Âdem ile düşmüşse ve günah yeryüzünde hâkim olmuşsa, ikinci Âdem (İsa) ile de, günahın esâretinden ve ölümün hükümranlığından kurtulmuştur. Ellerinden ayaklarından tüm beşeriyetin günahını yüklenmek için çivilenen, Tanrının uysal kuzusu, akıttığı kanıyla insanları ölümün egemenliğinden kurtarmıştır. İnsanlığa olan aşkı, ona insanları Tanrı’yla barıştırmak uğruna, haç üzerine gerilmeyi sevimli göstermiştir. O yüzden mutluluk, İsa’nın sırrına katılmakla gerçekleşir.
b- Vaftiz: Pratiği Lama Dini, Orfik ve Dionyzos inançlarında, Mısır, Suriye ve İran eski dinlerinde de bulunan vaftiz, günahtan kurtulma eylemleri arasında önemli bir yere sahiptir. Dinî anlamı, sembolik olarak ifâde edilir: Takdis edilmiş/kutsanmış suya batırılan insan, başta aslî günah olmak üzere bütün günahlardan arınır; çıkarılmak sûretiyle de yeniden hayata doğar. Mezara girdikten sonra dirilen İsa gibi. Vaftiz âyininde açık ve belirgin amaç şudur: Aslî günahtan, bütün günahlardan, ahlâkî her kötülükten sıyrılıp bir daha kötülüğün ve günahın ulaşamayacağı, kurtulmuş bir hayata ulaşmak.
Çoğunlukla yetişkinlik zamanında yaşılması yanında, doğuştan getirdikleri günahtan arınmaları için çocuklara icrâ edilen vaftiz, Baba ve Rûhu’l-Kudüs adına yapılır 2741.
c- Günah İtirafı ve Günah Çıkarma: Günah çıkarma, günahların bağışlanıp affolunması için papaza açıkça itiraf edilmesidir. Özellikle Katolik kilisesinde, yılda en az bir defa günah çıkarmak gerekmektedir. İlk asırlarda, günah çıkarma ölüm esnâsında icrâ edilmekteyken, sonraları her zaman yapılabilir bir af âyini şekline dönüşmüştür. Kilise ve papazlar bu işte tam yetki sahibidirler. Günahın kendisine itiraf edildiği papaz, af hususunda münâkaşasız bir otoriteye sahiptir. İtiraf işi, papazın şu sözleriyle sona erer: “Ve şimdi Baba, Oğul ve Rûhu’l-Kudüs adına günahlarınızı size bağışlıyorum, Âmin!” Ya da kısaca “günahlarınızı size bağışlıyorum!”
Günahların, Babaya vekâlet gibi dogmatik bir anlayışa binâen bu şekilde bağışlanması, bir yandan daha çok günaha teşvik eder görünmektedir. Zira böyle bir kolaylık karşısında, günah işlemek ondan daha az kolay addedilmeyecektir.
2741] Matta 28/19
GÜNAH
- 605 -
Buna göre itiraf hücresi, günahın psikolojik tazyiklerinin deşarj olunduğu mensek, ulûhiyet makam ve gücünün ikileşmesi, daha doğru ifâdeyle affetme, ancak kendi şânından olan Allah’a âit bu mevkiin kaybolmasıdır. Fromm, bu itiraf işini, papazların egosunu büyüttüğünü ve böylece Tanrı’ya rağmen tanrılık ihdas etme mâhiyetinde beşerî bir narsisizm (kendini aşırı beğenme, kendine âşık olma hastalığı) oluştuğunu söylerken 2742 son derece isâbetlidir.
Kur’ân-ı Kerim’de Allah’tan başka edinilen ilâhları gösteren erbâb2743 kelimesi, eksiksiz bu uygulamaya şâmildir. Çünkü günahın papazlara itiraf edilip, onlar tarafından bağışlanması inancı, kulluğun gerçek konumunu ve gerçek ulûhiyeti unutturur. Kullukta istiğfâr ve tevbenin önemi büyüktür. Kulluğun hakikati, Allah’a dönüşü gerekli kılarken, ulûhiyet ve rubûbiyetin de hakikati, duâ ve tevbeye icâbeti gerektirir. Oysa günahın papazlara itiraf edilip yine onlarca bağışlanması inancı, hem kulluğu ve hem de ülûhiyet heybetinin tecellî etmesine set çeker!
2- Yahûdilikte Günah Anlayışı: Eski Ahid’de (Tevrat’ta), insan tabiatının kötülüğü hususunda, köklü bir kanaat sergilenir. Kötülüğe olan doğuştan ve devamlı meyil, onun topraktan yaratılmış olmasına bağlanır. Bu bapta insan tabiatının iyi olabileceğine dair hiçbir îmâda da bulunulmaz: “İnsanın kalbinde şekillenen düşünceler, gençliğinden beri kötüdürler.” 2744
Hıristiyanlıkta bir dogma olan aslî günah noktasından bakarsak, hıristiyanî anlamda böyle bir inancın yahûdilikte var olduğu söylenemez. Ama hıristiyanlıktaki aslî günaha çok yakın inanç olarak şunlar vardır: İnsan soyu, Hz. Âdem’in bu günahı, karşı gelmesi ile ölmeye mecbur bırakılmıştır. Bu günah sebebiyle kötü arzunun hâkimiyetine girmiştir. Bunun yanında, günah için cezânın kollektifleştiğini görüyoruz. Hatta levililer 16/21-22’de insanların (Benî İsrâil’in) günahının başka bir canlıya intikal ettirildiği, bu yolla da günahlardan arınmanın gerçekleştiğini görmekteyiz. Şu farkla ki, bütün İsrâiloğullarının günahını yüklenen bir insan olmayıp, bir tekedir (günah keçisi). Tanrıyla bir ayrılık ve Ona bir saldırı olarak günah, ancak Onun tarafından bir afla silinebilir.
3- Semâvî Olmayan (Bâtıl) Dinlerde Günah: Büyü gücü ilkelerinin hâkim olduğu sihrî dindarlıkta günah, “sihirle ilgili yöntem ve ilkelere hürmet göstermemek veya cemaatin düzenine karşı kusur işlemek” olarak görülüyordu. Böyle bir anlayışta, günahın objesinin sihir ve onun etrafında halkalanan külte kaydırılmış olduğu açıktır.
Dinin kaynağını ve bastırıcı otoritesini tabiatüstü rûhî güçlerde bulan spritüalist zihniyette ise günah, üstün dünyanın güçlerine karşı işlenmiş bir hatayı gösterir. Kültürel kaynakların efsanevî (mitolojik) olgular ve kahramanların oluşturduğu bu toplumlarda, zamanın periyodik olarak tekrarı münâsebetiyle günahtan arınma törenleri yapılmaktadır. Tabiatüstü spritüel güçlerin egemen olduğu bu inançlarda, bir “düşüş” fikri ve bu fikrin başlangıcında bir “ilk cennetlik durum” kavramı bulunmaktadır.
Politeist (çok tanrılı) dinlerde ise günah, birçok tanrıya karşı işlenmiş olduğu
2742] Fromm, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, s. 84
2743] 3/Âl-i İmrân, 64, 80; 9/Tevbe, 31
2744] Tekvîn 6/5; 8/21
- 606 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kabul edilen bir saldırıdır, bir ihlâldir. Bu kabullenişte günahın silinmesi için dinî bir keffâret talep edilir. Fakat bu anlayış, insan ile tanrılar arasındaki olumsuz ilişkiyi aşamamış, çok nâdir olarak beşerî tavırlara tesir eden ahlâkî şuur halinde şekillenebilmişti.
4- Felsefî Düşüncede Günah: Mutluluk ve haz ahlâkından ibâret olan Antik ahlâk anlayışı, hıristiyan günah fikrine benzer bir fikir sunmuyorsa da, bu devrede istiğfâr ve tevbe kelimelerinin kullanılmış olması, Tanrı ile bozuşma anlamına gelen bir günah düşüncesinin varlığını îmâ eder. Felsefe tarihçisi Brochard, Antik moral değerleri arasında günah fikrinin ve ödev kavramının olmadığını söylerken, özellikle monoteist (tek tanrılı) dinlerde engin boyutlarına ulaşan günah kavramının, zengin yorumlarına rastlayamamak normal karşılanacaktır.
Günahı bir bilgi problemi olarak ele alan Sokrates ile karşılaşıyoruz. Bilgi insanı fazilete götürürken, bilgisizlik de günaha ve sefihliğe götürür. Buna göre günahın kaynağı cehâlettir, bilgisizliktir. Demek ki, hiç kimse bilerek ve isteyerek günah işlemez. Sokrat’ın bu yaklaşımında, günaha düşmemek için gereken çözüm de gizlidir: Bilgili kılma, eğitme... Çünkü iyinin öğretilecek gerçek bilgisi, zorunlu olarak peşinden iyi davranışı da getirir. Bu tezinde Sokrat, duyusal istekler üzerinde akıl ile bir egemenlik kurmak gerektiğini ileri sürmüştür.
İdeler nazariyesi ile, görünen olaylar ve olguları özcü bir mihraka yerleştiren ve böylece idealist felsefenin en güçlü temsilciliğini yapan Eflatun ise, günahla ilgili olarak, “zulmü kötülüklerin en büyüğü ve kötülüğün kesin cezalandırılmasını da iyiliğin yanılmaz mükâfâtı” olarak değerlendirir.
Ünlü mantıkçı ve filozof Aristo’nun ahlâk anlayışında ise, alışılmış mânâda bir günah fikrine rastlanmamaktadır. Aksine bu filozofun felsefesinde günah bir beceriksizlik ve hata mânâsını yansıtırken, ilâhî düzeni ihlâl ve dolayısıyla Tanrıya saldırı anlamındaki günah telâkkîsinden oldukça uzaktır.
İngiliz filozof ve matematikçisi Bertrand Russell (1872-1970), günah kavramını, davranışların konusu yapmayan ve özellikle günahın kaynağı olarak ulûhiyet makamını inkâr edenlerden biridir. Günah kavramının doğuşunu, kanun yapıcılar tarafından Tanrının hoşuna gitmeyen şeyler olarak düşünülen, hal ve hareketlerden çıkaran Russell, günah duygusunu, günah anlayışını her türlü kötülüğün kaynağı olarak görür: Çoğu çocuğa ve gence hâkim olan ve çoğunlukla ileri yaşlara kadar süren günah duygusu, hiçbir şeye yaramayan bir sefâlet ve sapıklık kaynağıdır.”2745 Esasında bu gibi duygular hayat çabası esnâsında gelişmiş olup Tanrısal kaynaklı değildir. Egemen ve güçlü sınıfın uydurmuş olduğu kavramlardır. Şâyet resmi yapanlar aslanlar olsaydı, aslan tutan avcılar değil de, avcı yakalayan aslanların resmi olacaktı.” 2746
Existencializme (Egzistansiyalizm)’in moral değerlere yaklaşımı da radikal inkârcıdır. Allah’ın varlığını -Allah kavramı, çelişkilidir- önermesiyle redderken, beşerî sınırsız hürriyete en büyük engel gören, başta J. P. Sartre olmak üzere bu akım -ki, burada ateist kol söz konusudur-, Allah’ın yokluğunu olup bitmiş bir olay kabul olarak kabulden sonra der ki; “Eğer Allah yoksa, akıl yoluyla anlaşabilen bir göğe kaydedilmiş özler, objektif değerler de yoktur, insanın değerleri
2745] Bertrand Russell, Neden Hıristiyan Değilim, Varlık Y. s. 179
2746] A.g.e. s. 111
GÜNAH
- 607 -
yaratması gerekir, insanın tasarımı, projesi, yani öne doğru aksettirdiği düşüncesi, değerleri var eder/yaratır” 2747 Bu düşünce tarzı, Sartre’da, Camus’de, kısmen Merleau-Ponty’de değerlerin, ideallerin inkârına, bütün spekülasyonun “yokluk” etrafında işlenmesine (nihilizm), inançlara ve aşkın varlıklara “isyan”a varmaktadır. 2748
Peygamberlerin Günahsızlığı; İsmet
Bütün insanlar için düşmeleri daima mümkün olan günah karşısında, İlâhî te’yit ile desteklenen, insanları kemâl ve olgunluk yoluna çağıran ve bu gâyeyle de bir mesaj sahibi olan peygamberlerin günah karşısındaki durumu konusu, akaid kitaplarında “ısmetu’l-enbiyâ” adı altında ele alınmıştır. Meselenin teorik olarak açıklanmasına dâir Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir açıklamaya sahip değiliz. Sadece günahla ilgili kavramlar, meselâ, günah, af, tevbe vb. şeyler, bazı peygamberlere nisbet edilerek zikredilmektedir.
Hıristiyanlıkta, bu yoldaki kanaat, insanların günahsız olmadıkları, ancak bundan Hz. İsa ile annesinin müstesnâ olduğu şeklindedir. Bu mâsumiyet/günahsızlık, “kilisenin ve İsa hakikatinin muhâfızları olan papazları ve kutsal kişileri” de içine almaktadır. Dolayısıyla, İslâmiyet’te sadece peygamberlere has olan bu nitelik, hıristiyanlıkta Hz. İsa dışındaki peygamberlere verilmezken, kiliseye ve din adamlarına verilmiştir.
Sünnîlerin peygamberlere, şîîlerin de, peygamberlerle beraber imamlara (12 imam) atfettiği ismet kavramı, akaid kitaplarınca şöyle tanımlanır: “Kudretin itaat etmeye tahsis edilip günah işlemeye verilmemesidir.” Başka bir tarifte, “günah işlemeye kadir olmamak ya da günaha mâni bir engelin yaratılması” olarak tanımlanan ismet durumunda, bir cebr ve irâdenin yokluğu söz konusu değildir. İsmet, peygamberler için Allah’ın bir lütfu olup, o kimseleri hayır ve yapmaya sürüklerken, kötülük yapmaktan da men eder.
İsmet hali, önce günah işlemenin ayıplarını, itaat etmenin de faydalarını bilmekle başlarken, vahyin emir ve nehiyleri ile de kuvvetlenip kök salar. Gerçekleşmesi için: a- İffet melekesinin varlığı, b- İtaattaki saâdet ve isyandaki şekavetin bilinmesi, c- Bu bilginin, allah’ın vahyi ile tamamlanıp te’yit edilmesi ve d- İtâba mâruz kalma korkusu gibi dört şartın olması gereken ismet sıfatının peygamberlerde bulunması hakkında farklı yorumlar söz konusudur.
“Önce şunu ifâde etmek gerekir ki, günah kelimesini, kullanılan örfî anlamda alırsak -bu takdirde irâdî ve kasdî bir isyan anlaşılır-, Allah’ın, bizi doğru yola iletmekle görevlendirmiş olduğu kimseler için bunun problem olmadığını söylemeliyiz. Hukuken olduğu kadar, fiile de bu şahısların ahlâkî korunmuşluklarının, basit bir akıl için bile her türlü şüphenin dışında olduğu açıktır. Bizim onları izlememiz bir görev olduğundan, nazarî olarak böyle bir günaha düşseler bile, bu bize bir görev anlayışı içinde yansımaktadır. Şâyet günah kelimesini, faziletlerin artırılmasında geçici bir duraklamayı, küçük bir gecikmeyi gösteren ince bir mânâda ele alırsak, başka bir durum söz konusu olur. Bu anlayışta günah, öbür hal şekli geçekte daha uygun iken, seçkin kişinin kendisine göre o anda iyi veya güzel olanı seçmesinden ibâret olacaktır. Bu son çözüm şekli, kendisine âşikâr
2747] C. Moeller, J. P. Sartre ve Tabiatüstünün Bilinmemesi, s. 124
2748] Sadık Kılıç, a.g.e. s. 69-113
- 608 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olunca, katlanmış olduğu üzüntü ve pişmanlık, ciddî bir günah işlediğinde normal insanın duymuş olduklarına eşittir. İsyan 2749, zulüm 2750 ve zenb (günah) 2751 gibi, Kur’an’ın zaman zaman peygamberlere nisbet ettiği ve Peygamberimiz’in de dışında kalmadığını terimler bu anlamda yorumlanmıştır. Normal insanlara tatbik edildiğinde, çok çirkin hataları gösteren bu terimler burada, çok ince bir mânâya sahiptirler. Umum nazarında pek anlamı olmayan hareketler, seçkin kimselerin vicdanında bir tür büyütülmeye, mübâlağa edilmeye uğrarlar.” 2752
Nübüvvet için gerekli şartlardan birisi olan ismet konusunda ehl-i sünnet bilginleri bir ittifak halindedir. Peygamberlere günah nisbet etmek kesinlikle câiz görülmezken, dinî konularda sehven (yanılarak, yanlışlıkla) dahi olsa onlardan bir hatanın ve yanılmanın çıkmayacağı kabul edilir. Nübüvvet esnâsında onlardan, yanılarak küçük günahın çıkabileceği söylenmekte ise de, bunun, -bir lokma çalmak veya bir hurma ağırlığınca dahi olsa, tartıda hile yapmak gibi- düşüklüğe delâlet eden şeylerden olmaması ile kayıtlandığını görmekteyiz. Tercih edilen görüşe göre, peygamberler nübüvvet esnâsında mutlak olarak büyük ve küçük günahlardan mâsum iseler de, günahların onlara nisbeti peygamberlikten önce ve sonraya göre değişmektedir.
Müslümanların büyük çoğunluğu, ister peygamberlikten önce olsun, isterse nübüvvetten sonra, onların büyük günahtan mâsum oldukları hususunda hemfikirdirler. Hatta çocukluk dönemlerinde bile, ebeveynlerine uyarak kâfir ve müşrik olmaları câiz görülemez; onlar mü’mindirler ve Allah’ı bilirler.
Mâturidiyye akaidinde, vahiyden önce peygamberlerin nâdiren günah işleyebilecekleri, ancak bu halin, peygamberlik esnâsına iyiliğe ve istikamete dönüşeceği kabul edilmektedir. Peygamberlikten sonra ise, büyük günahların ve bilerek küçük günahların vukuu câiz görülmemiştir. Anca el-Bâkıllânî, dine taalluk eden tebliğin dışında, ismetin aklen vâcip olmadığını söylemektedir.
Bile bile küçük günahlar değil de, sehven ve yanılarak küçük günahların işlenebilece Eş’arî, Mâturîdî v eMu’tezilîlerin çoğu tarafından kabul edilmiştir. Ancak, sahibini rezillik ve sefehliğe ilhak eden âdî küçük günahlar müstesnâ... İster amden olsun isterse sehven, bu gibi küçük günahların da onlardan çıkması asla câiz görülmez. Genel bir tarzda söylersek, peygamberlerden günahın sâdır olması şu şıklardan birine dâhildir:
a- Peygamberlikten önceki durum söz konusudur,
b- Daha uygun olanı terk (terk-i evlâ) vardır,
c- Yanılarak küçük günah işlenmiştir,
d- Veya kerih bir şey işlenmişse, ümmete bunun câiz olduğunu ve bu takdirde kendilerine Allah’ın kolaylık gösterdiğini açıklamak gâyesi bulunur. O zaman bile onlar, mubah olan bir şeyi yapmışlar gibi ecir kazanırlar,
e- Günah işlemekle alâkalı şartlı sîgalar, meselâ “le in eşrakte -şirk koşarsan-” 2753
2749] 20/Tâhâ, 121
2750] 27/Neml, 2
2751] 48/Fetih, 2
2752] Muhammed Draz, Kur’an Ahlâkı, İz Y.
2753] 39/Zümer, 65
GÜNAH
- 609 -
şarta konu olanın mutlaka gerçekleşmiş olmasını gerektirmez,
f- Veya günah işleme peygamberlere nisbet edilerek, ümmet ve muhâtap terbiye edilir,
g- Yahut da, hitaba muhâtap olan yalnız ümmettir; yani “kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit!” nüktesi kasd edilmiştir. 2754
Günah Duygusu
Batıcılar, bizim günah duygumuzdan yakınıp dururlar. Bu, güya hayatı olanca doluluğuyla yaşamaya engel oluyormuş. Hâlbuki İslâm’da günah, suçlarla ilgilidir. Suç alanının sınırlarını siyah bir hâlenin içine almaktadır günah çizgisi. Suçluluk halimizin mâsumluk halimizle karışmasına ve kaynaşmasına engel olmaktadır. Hayatın içinde bir mâsumluk kontrolünü sağlamaktadır, bir bakıma bir şuurdur günah duygusu. Bir yandan da hayâ ile, utançla sıkı sıkıya ilgilidir bu duygu. İslâm, hayâyı inancın bütünleyicisi kabul etmiştir. Allah’tan utanma, günah konularına yaklaşmaktan bile alıkoyar insanı. Utanan insanın düşüncesi yüzüne vurur. Onun için kötülüğü düşünmek bile istemez utanan insan. Utanış ve günah işleme korkusu, suç, haram ve günah alanlarından uzak tutar müslümanı. Böylece müslümanın hayatı kendiliğinden bir arılık, bir temizlik kazanır. Bu duygular, ruha bağışlanmış büyük mânevî nimetlerdir. Bağışlar ve armağanlardır. Dinin, insanın yüklendiği borçları kolaylaştırıcı kuvvetleridir. Mü’minler, öteye ve ötede hesap vermeye inanarak, Allah sevgisiyle yücelerek, Allah korkusu, günah işleme korkusu, Allah’tan ve insanlardan utanma duygusu ile, kötüye karşı bir hisar kurmuşlardır ruhlarında. Sağlam bir surdur bu, şeytanın girişinden ruhu koruyan. Sağlam bir kaledir bu, mazgallarından şeytanın taşlandığı. Kurşun yerine taşa dizildiği.
Hıristiyanlıkta günah, gözle görülür, elle tutulur suçtan koparılmıştır. Yani suç ve günah açık ve seçik belirlenmemiştir. İnsan doğuştan suçludur. Hiçbir suç işlemese bile yine suçludur. İnsan olduğu için suçludur. Suç ve günah, mâsum hayatın içine karışmıştır. Bir kader gibi insanı terk etmez. Gerçek bir suç, bir bakarsınız hıristiyanın gözünde suç değildir de veya suç değilmişçesine bir tavırla karşılanır da, hiç de suç olmayan bir tavır affedilmez bir suç sayılır. Hıristiyanlık soyut suçlarla suçlar insanı. Bir leke gibi doğuştan alında getirilen ve asla çıkmayan suçlarla.
Doğuda 20. yüzyıldan itibaren kadrolaşan batıcılar ne İslâm’ın gerçek, ne de hıristiyanlığın fantastik günah duygusunu kabul ederler. Komünistlerse, âdeta tam bir reaksiyon halinde dinin günah ve suç saydığı her şeyi mubah, mubah saydığı her şeyi de suç ve afyonlama kabul ederler. Böylece, zihinlerde ve gönüllerde suç sayılan haller üzerine insanların dünya görüşlerine göre ayrıldıkları bir vâkıa olur. Dinin baskı altına yerlerde suç kavramı kesinliğini yitirir ve bulanır. Her zaman suç işlemeye yatkın, daha doğrusu işlediğinin suç olup olmadığını bile kavramakta güçlük çeken bir gençlik türer. Bir zamanlar Fransız düşünürlerini uzun süre kıvrandıran “sebepsiz davranış” ve suç doğar. Bugün Avrupa gençliğinin kaynayışının asıl sebebi de, bu sebepsiz suçların yayılmasından başka bir şey değildir. Suç, mubah, sevap ve günah eşit olunca, genç adam kendini rahatlıkla
2754] Sadık Kılıç, a.g.e. s. 301-307
- 610 -
KUR’AN KAVRAMLARI
içgüdülerinin akıntısına koyuverebilmektedir. Sorumsuz yaşayıştan kundakçılığa, adam öldürmeğe rahatlıkla sıçramaktadır. Elbet, meselenin bir de öbür yüzü vardır. Baba nesli de, büyüklük ödevini, şefkati ve merhameti unutmuştur. Çünkü o da günah işleme korkusundan mahrumdur. Sanki arzın üzerinde hiç ölmeden kıyâmete kadar pâyidar olacaklardır. Öldükten sonra hesap verme düşüncesine ise asla yanaşmamaktadırlar. Sözde, her şeyi akılla çözeceklerdir. Dinin terbiye etmediği bir aklın, içgüdülerin ve egonun nasıl bir kölesi olduğunu düşünmek bile istemezler.
Günah kompleksiyle donmuş, umutsuzluğa kapılmış bir insanı din de istemez. Günah duygusu müsbet bir duygudur ama günah kompleksi ise hastalık işaretidir. Orta ve doğru yol, insanı günah işlemekten koruyan günah duygusuna sahip olma halidir. İnsan, yalnızken ve kalabalıktayken, her durumda ve her yerde işlediğini bu duyguyla ölçüp biçecek, tartacaktır. O zaman kendisine ve başkalarına yarayışsız ve fiilden kaçınacaktır. Ama bu duygu kaybolmuşsa vay insanın ve insanlığın başına gelene! 2755
Günahlar ve Günahkârlarla İlgili Sünnetullah/Allah’ın Değişmez Yasaları
a- Kim Günah ve Kötülük Yaparsa Cezâsını Bulur: Günahları işlemek, işleyenine bakmaksızın, cezânın uygulanmasını gerekli kılar. Günahların işlenmesinde ve ona gereken cezâda sünnetullah, genel ve kesin olup bütün yaratıklar için geçerlidir. Ne bir kişiden, ne ümmetten, ne de cemaatten geri bırakılmaz. Müsâmaha/tolerans söz konusu değildir. Allah âlemlerin Rabbi’dir. Herkes bu genel kanunun önünde eşittir. Günah işleyen her kimse, sünnetullah gereği cezâsını görür. Allah bu genel kuralı açıklarken: “Ne sizin kuruntularınız, ne de ehl-i kitabın kuruntuları (gerçektir); kim bir kötülük/günah işlerse onun cezâsını görür ve kendisi için Allah’tan başka dost da, yardımcı da bulumaz.” 2756 buyurmaktadır. Âyetin lafzı âmm (genel) olduğundan kâfir ve mü’min herkes kötü ameliyle/günahıyla cezâ görecektir.
b- Kötülüğün Cezâsı Kötülüktür; Bir Günah İşleyen Sadece Onun Kadar Cezâlanır: Cezâ, günahın/kötülüğün miktarına göredir. “Kim bir kötülük/günah işlerse, onun kadar cezâ görür. Kim de kadın veya erkek mü’min olarak faydalı bir iş yaparsa onlar, kendilerine hesapsız rızık verilmek üzere, cennete girerler.”2757 Günah ve kötülüğün miktarına, yani hak ettiği cezânın üzerine yapılan artış, çirkindir, haddi aşmadır, zulümdür. Zulüm ise câiz değildir. Allah kullarına zerre kadar zulmetmez.2758 Fakat hak ettiği iyilik/hasene üzerine yapılan artış, övgüye lâyık bir davranıştır. Zira bu, bir lütuf ve ihsandır.
c- Kötülüğe/Günaha Rızâ Göstermek Toplumun Genelinin Cezâsını Gerektiren Bir Günahtır: Allah şöyle buyurmaktadır: “Öyle bir fitneden (günahtan) sakının ki, aranızdan yalnız zulüm/haksızlık edenlere erişmekle kalmaz. Bilin ki Allah’ın azâbı çetindir.”2759 Âyette geçen “fitne” kavramı, günah anlamındadır. Bu “günah”
2755] Sezai Karakoç, Sütun 2/410-412
2756] 4/Nisâ, 123
2757] 40/Mü’min, 40
2758] 4/Nisâ, 40
2759] 8/Enfâl, 25
GÜNAH
- 611 -
ise, toplumdaki kötülüklere emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i ani’l münker konusunda ikiyüzlü davranışlara, bid’atların ortaya çıkmasına ve cihadda tembelliğe rızâ göstermek olarak tefsîr edilmiştir.2760 Bu âyetteki “fitne”nin tercihe şâyân mânâsı, münkerlerin/kötülüklerin toplumda kabul görüp reddedilmemesidir. İbn Abbas (r.a.) bu âyet hakkında şöyle demektedir: “Allah mü’minlere, aralarında başgösteren çirkinliklere rızâ göstermemelerini emrediyor. Aksi halde azâb (sadece o çirkinliği işleyenlere değil) umûmî gelir. 2761
d- Umûmî Cezânın Sebebi: “Cezânın, yalnız sebebi kendinde bulunan kimseye âit olmas” İslâm Şeriatının kesin bir kuralı olduğu söylenir, Allah Teâlâ: “Hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez.” 2762 buyurmaktadır. Zâten her nefis, yaptığı şeyler karşılığında rehin alınacak, tutuklanacaktır.2763 Her cezâ, onu işleyeni ilgilendirir. Öyleyse, cezânın, herkese şâmil oluşunun ve sadece o kötülüğü işleyene âit olmasının sebebi nedir?
Bu soruya şöyle cevap verebiliriz: Kötülüğü işleyenin, ondan vazgeçmesi vâcip olduğu gibi, diğerlerinin de o kötülüğe rızâ göstermeyip onu kaldırmaları vâciptir. Bunu yapmadıkları takdirde hepsi günahkâr olurlar: Kötülüğü yapan, yaptığı için; diğerleri ise, o kötülüğün işlenmesi karşısında susup ona rızâ gösterdikleri için... Allah hüküm ve hikmetiyle, kötülüğe râzı olanı, onu yapan gibi kabul etmiştir. Böylece, topluca günah işlemiş oldukları için azâp, hepsine iner.
Başka bir itiraz şeklindeki soru da şudur: Diğer insanlar dilleriyle kötülük ve günahlardan hoşlanmadıklarını söyleyip dururken, buna rağmen o münkerler yine orta yerde durmakta... Ve onlar, elleriyle bunları değiştirememekteler. Öyle ki, lisanlarıyla dahi hoşlanmadıklarını dile getiremedikleri zamanlar bulunmaktadır. Ancak kalpleriyle buğzetmekle yetinebiliyorlar. Çünkü yapabildikleri ancak budur. Zâten Rasûlullah (s.a.s.) öyle buyuruyor: “Sizden biri bir kötülük (münker) gördüğünde, onu eliyle, (buna) gücü yetmeyen diliyle değiştirsin. (Buna da) Gücü yetmeyen kalbiyle değiştirsin (buğzetsin). Ki bu, imanın en zayıf olanıdır.”2764 Buna göre, azâbın, toplumun her kesimine gelmesinin izahı nedir?
Cevap: Kötülüğü değiştirmekten âciz olanların, o beldeden, kötülüğün değiştirilemediği o ülkeden çıkması gerekir. Kurtubî, tefsirinde şöyle der: “Kötülükler değiştirilemeyince, o kötülüklere kalbiyle buğzedip duranların o ülkeden kaçıp ayrılmaları (hicret) gerekir. Selef-i sâlihîn de aynı şeyi söylemektedirler. İbn Vehb Mâlik’ten şöyle rivâyet etmiştir: “Münkerâtın (kötülüklerin) işlendiği yer terkedilir, artık orada durulmaz.” 2765
Fakat ne eliyle ne de diliyle kötülükleri değiştiremeyip sadece kalbiyle buğzeden kimse, kötülüğün olduğu yerden ayrılmaya gücü yetmemesi durumunda aynı umûmî azâba mâruz kalır mı? Bu kimse de münkeri işleyen veya ona rızâ gösteren gibi midir? Evet, umûmî cezâ onu da kapsar. Ama bu, onun için (bir lütuf olup) temizlenme vesîlesidir. Daha sonra niyetine göre haşrolunur. İçlerinde sâlih kimseler olduğu halde helâk olup olmayacaklarını soran Zeyneb bint
2760] Zemahşerî, 2/211; Âlûsî, 9/192
2761] İbn Kesîr, 2/299; Kurtubî, 7/391
2762] 35/Fâtır, 18
2763] 74/Müddessir, 38
2764] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20
2765] Kurtubî, 7/392
- 612 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cahş’a Rasûl-i Ekrem şöyle cevap vermiştir: “Evet, kötülük iyice çoğaldığında!”2766 Nevevî, bu hadisin şerhinde, hadiste geçen “hubs” kelimesinin bütün günahları kapsadığını belirtir ve buna göre hadisin mânâsının şöyle olduğunu söyler: “Günahlar çoğalınca, orada sâlih insanlar da olsa, genel bir helâk söz konusudur.” 2767 Yine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Allah bir kavme azâb indirdiğinde, içlerindeki herkese isâbet ettirir, daha sonra (âhirette) ise, yaptıklarına/amellerine göre diriltilirler.” 2768 Buhârî şârihi İbn Hacer Askalânî, bu hadisin şerhinde şöyle der: “Allah, bir kavme kötü amellerine karşılık azâb ve cezâ indirdiğinde, o kötülüğü işleyenlerle aynı görüşte olmayanlara da isâbet ettirir. Sonra herkes, amellerine göre diriltilirler. Eğer yaptıkları sâlih (dinin emir ve yasaklarına uygun) idiyse mükâfât, değilse cezâ görürler. Bu, sâlihler için bir lütuf, fâsıklar/günahkârlar içinse bir cezâdır.
e- Günahlar, Sahibini Helâke Sürükler: Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Görmediler mi, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar gönderip evlerinin altlarından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk ettik ve onların peşinden başka nesiller yarattık.” 2769 Bu âyetten açıkça anlaşılmaktadır ki, helâk olanları, Allah, işledikleri günahları sebebiyle helâk etmiştir. Bu haberde, sâbit bir gerçeği ve sürekli bir kuralın ifadesi vardır: Günahlar, sahibini helâke sürüklerken, Allah günahkârları günahları sebebiyle helâk etmektedir. Hiç kimse, kısa ömrü içerisinde görmese de bu, geçerli bir kanundur. Fakat bu günah aralarında yayıldıkça toplumların boyun eğdikleri değişmez bir kanundur. Geçmiş ümmetlerde olduğu gibi, toplumlar ya Allah tarafından gelen bir musîbetle helâk olurlar, ya da günahın uçsuz bucaksız çöllerine dalarken helâk olmayacağını zanneden ümmetin büyük bir bölümünde geçerli olan yavaş ve doğal bir değişim ve çözülmeyle yok olup giderler. 2770
f- Kuvvetli de Olsa Toplum, Günahı Sebebiyle Yok Olur: Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Onlar, yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin âkıbetinin nasıl olduğunu görsünler. Onlar kuvvet yönünden, yeryüzünde eserler (bırakmak) bakımından bunlardan daha üstündüler. Böyleyken Allah onları günahları yüzünden yakaladı. Onları Allah’ın azâbından koruyan da olmadı.” 2771
g- Günahlar, Mü’minin Şeytana Karşı Direncini Zayıflatır: “(Uhud’da) İki topluluğun (ordunun) karşılaştığı gün, sizi bırakıp gidenleri şeytan, sırf işledikleri bazı şeyler yüzünden (yoldan) kaydırmak istemişti. Yine de Allah onları affetti. Çünkü Allah, çok bağışlayıcı ve çok halîmdir/yumuşaktır.”2772 Uhud savaşında, savaştan yüz çevirip gidenler, daha önce işledikleri kötülüklerden dolayı yüz çevirip gitmişlerdi. Bu kötülükler, nefislerinde zâfiyet oluşturan ve şeytanın girip çıktığı gedikler açan kötülüklerdir. Böylece şeytan, savaşa katılmamalarını sağlamakla onların ayaklarını kaydırır. Nitekim selef âlimleri: “İyiliğin sevâbı, ondan sonra işlenen iyiliktir. Kötülüğün cezâsı ise daha sonra işlenen kötülüktür” demişlerdir. İşleyene nisbetle günahlar, hastaya nisbetle hastalık gibidir. Direncini zayıflatır,
2766] Müslim, Fiten 1, 2
2767] Nevevî, Sahîh-i Müslim Şerhi, 18/3-4
2768] Buhârî
2769] 6/En’âm, 6
2770] Fî Zılâl, 7/129-130
2771] 40/Mü’min, 21
2772] 3/Âl-i İmrân, 155
GÜNAH
- 613 -
bedeninde hastalık yapar ve mikropların girebileceği gedikleri açar veya zâten var olan hastalık ve mikrobu daha da güçlendirir.
h- Günahlar, Musîbetlerin Sebebidir: “Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz (günahlar) yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder.” 2773. Yani, ey insanlar! Başınıza gelen bütün hastalık ve diğer felâketler gibi musîbetler, acılar, dertler, kıtlık, deprem ve benzeri nâhoş durumlar, kazandığınız günahlar sebebiyledir. Fakat (Allah) günahlarınızın çoğunun cezâsını peşinen vermez (belki âhirette de bir kısmını affeder). İbn Teymiyye şöyle demektedir: “Allah’ın bize görünen âlem (âfâk) ve iç âlemimizde (enfüs) gösterdikleriyle Kitabında bildirdiklerinden anlıyoruz ki, musîbetlerin sebebi günahlardır. Bu sebeple Allah, Şûrâ, 30 ve Âl-i İmrân, 155. âyetlerde bu gerçeği beyan eder. Şu âyet de bunu açıklar: “(Bedir’de) İki katını (düşmanınızın) başına getirdiğiniz bir musîbet, (Uhud’da) kendi başınıza gelince, ‘bu nasıl oluyor?!’ dediniz ha? De ki: ‘O, kendi kusurunuzdandır. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.” 2774
i- Musîbetlerin Tümünün Sebebi, Günah ve İsyan Değildir: İnsanın başına gelen belâ ve musîbetler, “sebep” olduğu halde, genellikle günahların sonucu durumunda olsa da, günah ve itaatsizlikten kaynaklanmayan musîbetlere mâruz kalan kimseler de vardır. Zemahşerî diyor ki: “Peygamberler, çocuklar ve deliler gibi günahı olmayan kimselerin başlarına gelen acı ve benzeri musîbetler, ödenecek bir ücret (mükâfât), bir maslahat ve bir (İlâhî) maksat içindir.2775 Kurtubî de şöyle demektedir: “İkrime der ki: ‘Kulun başına gelen hiçbir sıkıntı, hatta daha kötüsü yoktur ki, Allah’ın onu affetmesine veya ancak kendisiyle ulaşabileceği bir dereceye nâil olmasına sebep olmasın.” 2776 Peygamberlerin başına gelen sıkıntılar da cezâ değil; derecelerinin yükselmesinin murad edildiği belâlar çeşidindendir. 2777
Fert ve Cemaatin/Toplumun Gördüğü Musîbetlerin Doğru Değerlendirilmesi: Müslüman cemaat ve fertler hakkındaki musîbetlerin doğru bir değerlendirilmesi dört şekilde olur, şu dört esası gerekli kılar:
1- Sebepleri bilmek,
2- Kendinden başkasını ayıplamamak,
3- Belâlara karşı nefsi korumak,
4- Musîbetlere karşı koyarken sabırlı olmak. Şimdi bu prensiplerden kısaca bahsedelim:
1- Musîbetlerin sebeplerini bilmek: Müslüman fert ve cemaatin, şu âyetin mânâsını yakînen bilip akılda tutmaları gerekmektedir: “Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz (günahlar) yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder.” 2778 Hatta başlarına gelen musîbetten dolayı, gönüllerine gizli bir itiraz düşmesin diye, bu musîbeti gerektirecek bir durumun kendilerinden
2773] 42/Şûrâ, 30
2774] 3/Âl-i İmrân, 165 İbn Teymiyye, Risâle-i Emr-i Bi’l Ma’rûf, s. 31
2775] Keşşâf, 4/226
2776] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, 16/31
2777] Râzî, T. Kebir, 17/172
2778] 42/Şûrâ, 30
- 614 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaynaklanmadığına dayanarak, bunun fert ve cemaat tarafından dile getirilmesi de lâzımdır. Çünkü bu gizli itiraz, sesli veya sessiz bir şekilde olabilir. Günümüzdeki söyleyişle “Allah’ım! Neydi günahım?” diyerek nice insan, başına gelen musîbetlerin kendi suçları olmadığı halde geldiğini iddia ediyor durumdalar. Bu, nefsi temize çıkarma anlamında olup, musîbeti gerektirecek bir şey yapmadıkları halde, belâ ve musîbete mâruz bırakıldıklar iddiasıyla Allah’ı zulüm yapmakla itham ettikleri için küfür ve riddet/dinden dönme kapsamına girmektedir. Müslüman fert ve cemaatin, daima iman prensiplerine riâyet etmeye ve ona ters düşecek küfür ve riddet davranışlarında bulunmamaya şiddetle ihtiyacı vardır. Yoksa, Allah’ın desteğini yitirir, azâbını hak ederler.
2- Kendinden Başkasını Ayıplamamak: Fert ve cemaat olarak müslümanların müptelâ oldukları hastalıklardan biri de, başlarına bir musîbet veya felâket geldiğinde, kendilerini bırakıp başkalarını kınamalarıdır. Bakarsın ki, başlarına gelen musîbetlerden dolayı, kendilerini unutmuş, nefislerini hiçbir şekilde sorumlu tutmazken, başka sorumlular arıyorlar. Filistin’de olduğu gibi ülkelerini kaybettiklerinde de, memleketi sömüren sömürgecilerine sorumlu tutar, sürekli onlara serzenişte bulunup ve sövüp sayarlar. Eski Arapların “Sen bol bol sövdün, ama onlar deveyi götürdüler bile!” şeklindeki darb-ı meselini aralarında gerçekleştirirler. Başlarına zâlim ve despot idâriceler Mûsâllat olunca, “bu, kâfirlerin işidir, bunları yönetime getirenler onlardır” derler ve işin içinden kendilerini sıyırıverirler. İki müslüman grup aralarında anlaşamasalar “bu yahûdilerin işi ve hilesidir” derler. Bu âdet, müslümanlarda yer etmiştir: Belâ ve musîbet karşısında kendini değil; başkalarını kınamak. Bu ise, aklen ve şer’an geçerliliği olmayan bir durumdur.
Aklen itibara alınmaz; çünkü kınanan sömürgecilerin, kâfir ve yahûdilerin düşmanlıkları müslümanlarca bilinmekte. Düşmansa, düşmanının hayrını istemez. Onların “bu, sömürgecilerin işidir” demelerinin anlaşılır yanı var mı? Şeytan ve avaneleri huzuru ihlâl, ortalığı ifsâd ve mü’minlere eziyet etmek için çırpınıp dururlar. Şeytan bunun için vardır ve destekçileri/dostları da bunun için yardımcı durumundadırlar. Öyleyle onları kınamak niye? Sömürgeci, gücü yettiğince arzusuna kavuşmanın, müslümanları gâfil avlayıp gedikler bularak saldırmanın ve yapacağını yapmanın peşindedir. Sömürgecilerin getirdiğini iddiâ ettikleri despot idâreciler ise, insanların kendilerine yardım etmelerini ve destek vermelerini isterler. Öyleyse niçin zâlim yöneticileri getiren –onlar öyle diyorlar- sömürgecileri kınıyorlar da, onlara yardım, hizmet, zulüm ve bekalarının temini konusunda kendilerini kınamıyorlar?
Onların bu tutumlarının şer’an geçerli olmamasına gelince; Allah, başımıza gelenlerin sebebinin bizim kendimiz olduğunu açıklıyor: “Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz (günahlar) yüzündendir...” 2779 Bu da, başkalarını değil; kendimizi kınamamızı gerektiriyor. Öyleyse bizler kınanmışlarız! Allah, bir musîbet ânında kınanmamızın sebebini de şöyle açıklıyor: “(Bedir’de) İki katını (düşmanınızın) başına getirdiğiniz bir musîbet, (Uhud’da) kendi başınıza gelince, ‘bu nasıl oluyor?!’ dediniz ha? De ki: ‘O, kendinizdendir. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.” 2780 Allah belâ ve musîbetin gelmesi durumunda kınanışın sebebini ortaya koyuyor:
2779] 42/Şûrâ, 30
2780] 63/Âl-i İmrân, 15
GÜNAH
- 615 -
Kendimiz, kusurlarımız. Zâten musîbetler karşısında kendimizi temize çıkarıp mes’ûliyeti başkalarının üzerine atmak, şer’an câiz değildir.
Kendimizi Kınamanın Faydası: Başa gelen musîbetten ötürü, başkalarını değil de, kendimizi kınamak cidden faydalıdır. Çünkü bu kınama, musîbetzedeyi, başına geleni def etme veya musîbetlerin meydana gelmesine sebebiyet veren faktörleri ortadan kaldırma konusunda ciddî bir gayrete ve gelecekte bir daha aynı musîbete mâruz kalmamak için gerekli hazırlığı yapmaya sevk eder. Gerçekten bu çok önemlidir. Düşmanın korktuğu da budur zâten. Çünkü onlar, müslümanların kendilerine sövmelerinden veya başlarına gelenlerinden kendilerini sorumlu tutmalarından korkmazlar. Din düşmanı kâfir emperyalistlerin korkuları, ancak müslümanların başlarına gelen musîbetin gerçek sebebini kavramış olmalarıdır. O da kendileri ve kendi kusurlarıdır. Bu kavrayış, onları gerçek sebebin ciddî ve kesin tedâvisine götürür, sömürücü kâfirlerin hilesini bastırır ve müslümanların gasbedilen haklarını, ister toprak parçası veya şehir, isterse mal, servet veya yargı olsun, hepsini geri istemelerine vesile olur.
Müslümanların başlarına gelen belâların bertaraf edilmesinde en sağlam yöntem budur. Kâfir sömürgeci ve emperyalistlerin korkageldikleri de budur. Müslüman cemaatin, çalışmalarında bir gevşeklik, yeteneğinde bir durgunluk veya etraflarındaki insanlarda bir dağınıklık gördüğünde, bu gevşeklik ve durgunluğun sebebi kendisi midir ve o andaki tedâvi görevini yapmadaki kusuru mudur, yoksa bütün bunlar güç yetirilemeyen başka problemler ve insanları aşırı cehd ü gayrete sevk eden fesat ve cehâletin yoğunluğu sebebiyle midir diye sorabilmesi için fert ve cemaatin önce kendisinden başlaması gerekir. “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olunca dalâletteki/sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.” 2781
3- Musîbetlere Karşı Nefsi Korumak: Müslüman birey veya cemaat hakkında meydana gelen musîbetlerin doğru olarak değerlendirilmesinde üçüncü prensip de, hastalıklara karşı insanların nefislerini korumalarıdır. Bu da, bu musîbetlere engel olan geçerli korunma yollarına tutunmakla olur. Buna göre fert ve cemaatten her birisi şeriatın gerekli gördüğü ilke ve prensibe bağlı kalıp ona isyankâr bir tutum içinde olmamalıdır. Anca bu kuvvetli ve sürekli tutunma sâyesinde belâ ve musîbetler, İlâhî kanun gereği def edilebilir: “(Uhud’da) İki topluluğun (ordunun) karşılaştığı gün, sizi bırakıp gidenleri şeytan, sırf işledikleri bazı şeyler yüzünden (yoldan) kaydırmak istemişti...” 2782 Daha önce de bu âyetin tefsîri sadedinde günahların, müsümanın şeytana karşı direncini azalttığını, böylece ona hamle yapıp günaha çektiğini belirtmiştik.
4- Musîbetleri Bertaraf Ederken Sabra Yapışmak: Sabır, müslüman birey ve müslümanların cemaati için zarûri olup, hedefe ulaşmak, düşman ve engeller karşısında üstünlük ve yardım sağlamak için vazgeçilmez önemli sebeplerdendir. Ayrıca sabır, belâ ve musîbetler karşısında, onları aşmak ve izlerini yok etmenin mümkün olması bakımından, fert ve cemaat için zarûrî bir unsurdur. Sabra tutunmanın bir emir olarak sevabını, dünya ve âhirette güzel âkıbetinin, kendilerini Allah’ın birer kulu, Allah’ı da kendilerinin Mâlik ve Sahibi olduğunu bilen
2781] 5/Mâide,105
2782] 3/Âl-i İmrân, 155
- 616 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sabırlılar için müjdenin olduğunu dile getiren şer’î haberleri hatırlamak da sabrı yardımcı olan bir özelliktir. Mâlik, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Kulları O’na dönecek, O da kullarının sabırlarına en güzel mükâfâtı verecektir: “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele. İşte o sabredenler, kendilerine bir musîbet/belâ geldiği zaman: ‘Biz Allah için varız ve biz sonunda O’na döneceğiz’ derler. İşte Rablerinden bağışlamalar ve merhametler hep onlaradır. Ve yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır.” 2783
Musîbetleri Def Etmek Sabra Aykırı Değildir: Musîbetleri def etmenin sabra aykırı olduğu görüşü, bazı müslüman fert ve cemaatte var olan bir yanılgıdır. Eve bu bir yanılgıdır ve doğru değildir. Çünkü sabrın hakikati, şeriatın emrettiği yerde durman, yapılmasını emrettiğini veya mubah gördüğünü yapmandır. Şeriat, sana eziyet veren, şer’an def ve yok edilmesi gereken şeyin, bütün bunlar her ne kadar Allah’ın kaderiyle de olsa, bertaraf edilmesini emrediyor. Buna göre, sebepleri veya kendisi ortadan kaldırılacak bir musîbete yapılan müdâhale meşrû olup, yasaklanmamıştır. Müslüman fert, müslüman cemaat ve bütün ümmete düşen, topyekün olarak başlarına gelen musîbet ve felâketin kaldırılması için meşrû sebeplere tutunmaları ve bu konuda sabr u sebât göstermeleridir. Allah daima sabredenlerle beraberdir. 2784
Günahın Cezâsı ve Günahtan Kurtulma
A- Dünyada Cezalandırma:
1- Günahkâr Kavimlerin Cezalandırılması: Kur’anda beyan edildiği üzere, cezalandırmada daha önceden ikaz edilmiş olmak esastır.2785 Buna göre Allah, bir kitap ve peygamber göndermek sûretiyle işlenen şeyin yanlış olduğu hususunda uyarıda bulunmadan, açıkça nehyetmeden, yanlışı ve doğruyu göstermeden, yapmış oldukları kötülükler sebebiyle toplulukları cezalandırmaz, aksi halde cezalandırılanlar tarafından haklı bir itiraz gelecektir.2786 Öte yandan ufak bir rücû (Hakka dönüş) işareti, Allah’ın cezalandırmadan vazgeçmesine yetmektedir. 2787
Kur’ân-ı Kerim’de belirtildiği üzere,2788 Cenâb-ı Hak mânevî ve psikolojik türden bir ceza biçimini, hissî ve bedenî olanla beraber âhiret hayatına bırakarak, günahkâr toplulukları dünyevî çizgide, mânidar olan cezalarla cezalandırmaktadır. Günahkâr kavimlerin dünyadaki cezalandırma yöntemlerinin çeşitleriyle ilgili olarak Kur’an’da şu bilgilere yer veriliyor: Allah’ın yakalamasından,2789 intikam almasından2790 bahsedilmekte, 29/Ankebût, 40 âyetinde de günahkâr kavimlerin nasıl cezalandırıldıklarından bir bölüm sunulmaktadır: Taş yağdıran bir kasırgaya tutulma (hâsıb), korkunç gürültüye (sayha) yakalanmak, yere batırılmak (hasf), suda boğulmak (ğarak) gibi...
2783] 2/Bakara, 155-157
2784] Abdülkerim Zeydan, İlâhî Kanunların Hikmetleri, s. 269-285
2785] 6/En'âm, 131; 17/İsrâ, 15; 28/Kasas, 59
2786] 20/Tâhâ, 134
2787] 8/Enfâl, 33
2788] 3/Âl-i İmrân, 197
2789] ahz, 8/Enfâl52; 11/Hûd, 102
2790] 7/A'râf, 136; 30/Rûm, 47; 43/Zuhruf, 55
GÜNAH
- 617 -
Allah’ın cezalandırması, daha çok uyarıcı ve yıldırıcı olsun diye, çeşitli deyim ve üslûplarla gösterilmiştir. Bu aynı zamanda, günahkâr kavimlerin cezalandırılma motiflerini yansıtacaktır. Bunlardan olmak üzere, kökünü kazıyıp kurutmak mânâsına ishât,2791 paramparça ederek yok etmek mânâsına tetbîr,2792 helâk etmek mânâsına tedmîr, 2793 azâbın ve helâkın bürümesi, kaplaması mânâsına demdeme ve dümdüz etmek mânâsına da sevvâ,2794 Cibrîl-i Emîn’in kanadında göğe yükseltildikten sonra çarpılıp yere vurulma mânâsına ehvâ,2795 azâbı giydirmek, azâba büründürmek mânâsında ğaşşâ,2796 kezâ paramparça ettikten sonra külliyen yok etmek anlamında kasame2797 gibi deyimlere rastlanmasının yanında azabın kamçısından,2798 ağıl sahibinin derip toplayıp ağıla doldurduğu çalı-çırpıya dönmekten,2799 taş yağdıran rüzgâra tutulmaktan,2800son derece uğursuz, bereketsiz, arkası kesik ve uğradığı her şeyi küle (remîm) çeviren2801 bir rüzgâra tutulmaktan,2802 şiddetli bir sayhaya mâruz kalıp sel süprüntüsüne (ğusâ’) dönmekten,2803 yine zulüm ve haksızlık edenlerin bir sayhaya yakalanmaları sonucunda perişanlıktan diz üstü çöküp (câsimîn), orada hiç bulunmamışçasına (keen lem yağnev fîhâ) mahvedilmelerinden,2804 helâkten kurtulamamaktan ve azabın içinde kalmaktan2805 da bahsedildiği görülür.
Bu anlatımların yanı sıra, oldukça çarpıcı bazı muhtevâlara da rastlanmaktadır. Meselâ 23/Mü’minûn, 44 âyetinde peygamberleri yalanlayan ümmetlerin peşpeşe helâk edilmelerinden ve dillerde eğlenilmek için dolaşan masallara çevrilmekten (ehâdîs) bahsolunur. Aynı şekilde 34/Sebe’, 19 âyetinde de günahkâr ümmetlerin masallara çevrilişinin ifâde edilmesinin devamında Sebe’ kavmiyle ilgili şu ifâdeye rastlıyoruz: “... Biz onları paramparça ettik!” Âyet-i kerimede, tefrîk kelimesi yerine, bitişik olan bir şeyi parçalamaya tahsis edilmiş olan “temzîk” kelimesinin kullanılması, durumun vehâmetini göstermek maksadıyladır. İbn Sellâm tarafından, “rüzgârların savurduğu toprağa çevrildiler” şeklinde anlaşılmış ise de, daha tercih edilen görüşün, “cemaat bütünlüğünün parçalanıp, fertlerin ülkenin her tarafına serpiştirilmek sûretiyle küçültülmesi yolunda olduğunu da ifâde edelim.
Allah’ın bu tür cezalandırma şeklini, öz vatanlarından koparmak sûretiyle gönülleri hasret ve özlem içinde yakmak tarzında, nostaljik ve sosyal ceza olarak anlayabiliriz. Öte yandan 21/Enbiyâ, 15 âyeti bize, oraklarla biçilmiş ekinlerle, henüz tütmekte olan sönmüş ateşleri hatırlatarak, günahkâr toplulukların
2791] 20/Tâhâ, 61
2792] 17/İsrâ, 7; 25/Furkan, 35
2793] 17/İsrâ, 16; 37/Sâffât, 136; 46/Ahkaf, 25; 47/Muhammed, 10
2794] 91/Şems, 14
2795] 53/Necm, 53
2796] 53/Necm, 54
2797] 21/Enbiyâ, 11
2798] sevt, 89/Fecr, 13
2799] heşîmu'l-muhtazır, 54/Kamer, 31
2800] hâsıb, 54/Kamer, 34
2801] 51/Zâriyât, 42
2802] rîh akîm, 51/Zâriyât, 41
2803] 23/Mü'minûn, 41
2804] 11/Hûd, 94, 95; 29/Ankebût, 37
2805] ğâbirîn, 7/A'râf, 83
- 618 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uğratıldığı bir ceza türünü işaret eder. Buradaki sahne ile 54/Kamer, 20; 67/Mülk, 7 âyetlerinin muhtevâsı birleştirilince ortaya şu sonuç çıkar: Köklerinden sökülmüş çürük hurma kütükleri gibi (a’câzu nahlin hâviyeh) yerlere yıkılmış insanlar bir yanda, harap olma ve sona ermenin alâmeti olarak tüten ateşler, dumanlar ve boğuk bir hava öte yanda...
2/Bakara, 65 âyetinde yahûdi milletine verilen ürkütücü cezâdan bahsolunmaktadır: Maymuna çevrilmek!... Mücâhid’in hilâfına olara, müfessirlerin hemen hepsi, buradaki maymuna dönüşün hakiki mânâda olduğunu söylemiş, hatta Mukatil maymun sûretindeki yahûdilerin yedi gün yaşadıktan sonra, sekizinci gün öldüklerini söylemiştir. Müfessir Mücâhid ise, buradaki çevrilmenin konusunun sûret olmayıp, kalp olduğunu, yani âyetin “onların kalpleri hiçbir öğüt ve nasihat dinlemeyecek bir biçime sokuldu” şeklinde anlaşılması gerektiğini söyler ve 62/Cum’a, 5 âyetinde olduğu gibi, burada da bir teşbihin bulunduğunu belirtir.
Bütün bu cezâ örneklerinde dikkatimizi çeken şey şudur: Cezalandırma fiili, Allah’ın emrindeki tabiat güçleri tarafından îfâ edilmektedir. Böylece bu dünyanın günahkâr insanları, tanığı oldukları tabiat unsurları ile çarpılmakta, onların günahkârlıklarına bu güçlerin de gizli bir başkaldırısı bizlere sezdirilmektedir.
Cezalandırma zamanları: Âyetlerden çıkardığımız bir sonuç da şudur: Allah’ın cezası belirli vakitlerde ve ansızın gelir; insanlar hep hazırlıksız yakalanırlar. İnsanların bu ansızın yakalanmalarını ifâde eden bir tâbir vardır ki, kıyâmetin gelme tarzını ifâde etmesinin yanında2806 azabın apansız gelişini de2807 dile getirir: “Bağteh.” Maddesi yönünden bir şeyin umulmadık bir taraftan ansızın gelmesini gösteren kelime, azabın, günahkâr toplulukların kalbine dalışındaki şimşek hızını bize hissettirir.
Cezalandırmaları nakletmenin hikmeti: “Biz, o azabı; onlarla bulunanlara, onlardan sonra gelip duyanlara ibret ve takvâ sahibi mü’minlere de bir nasihat kıldık.” 2808 “(Firavun kavmi için) Böylece onları, sonrakiler için bir örnek, hem de bir ibret yaptık!” 2809 Böylece anlaşılmaktadır ki, ceza sahnelerini Kur’ân-ı Kerim’de geçmesi: a- Günahkâr kavimlerin hallerini sergilemek gibi bir haber verme, b- Sonradan gelenlere bir ibret ve nasihat olma gibi bir gâyeye mâtuftur.
2- Mü’minlerin Günah Davranışlarına Yönelik Cezalar: Bu konuda, ahlâkî yönden Kur’an’ın ve hadis-i şeriflerin sakındırmalarıyla, özellikle kişi haklarına dâir suç niteliğini taşıyan davranışların cezalandırılması söz konusudur.
a- Ahlâkî yönden: Kur’an’da, iyi amellerin neticesi, istikamet olarak insana yöneltilerek, iyi ve makbul davranışların yapılması teşvik edilmektedir. 51/Zâriyât, 56 âyetinde olduğu gibi, tüm toplamı Allah’a karşı yapılan ibâdete katılan bu yönlü amellerde bulunma, insanın alternatifsiz tek gâyesi olarak sunulmaktadır. Geçmiş kötülüklerin affedileceği söylenmekle kımıldanışı ile azabı
2806] 6/En'âm, 31, 44; 12/Yûsuf, 107; 21/Enbiyâ, 40; 22/Hacc, 55 vb.
2807] 6/En'âm, 47; 7/A'râf, 95; 39/Zümer, 55
2808] 2/Bakara, 66
2809] 43/Zuhruf, 56
GÜNAH
- 619 -
önleme,2810 hatta iyiliğe dönme yolunda asla ümitsizliğe2811 düşmeme gibi açık dâvetler mevcuttur.
İyi davranışların müsbet sonuçları ile insanlara ahlâkî bir güvenilirlik, sükûnet verilmeye çalışılırken, günah sayılan davranışların da kötü neticeleri verilmek sûretiyle, ahlâkî bozulmanın sakındırıcılığı bir ceza olarak takdim edilir.
b- Hukukî yönden: Kamu hukukunu ve hukukullahı ilgilendiren ve suç teşkil eden davranışlar için verilecek cezalar Kur’ân-ı Kerim tarafından belirtilmiş olup, bunlara hadd (çoğulu hudûd) denilmektedir. Bir de, daha hafif cezalar vardır ki, bilinen hüküm çıkarma usulleri ile bunlar müslüman hâkimlerin takdirine bırakılmıştır (ta’zîrât).
Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen bazı suçlar ve cezaları şunlardır: Hırsızlık suçu, cezası el kesilmesi;2812 Allah ve Rasûlüyle savaşmak, cezası ya öldürülmek ya da asılmak;2813 bekâr erkekle bekâr kızın zinâ yapmaları, cezası halkın huzurunda yüz değnek2814 ve ilâveten bir yıllık da sürgün.2815 Zina yapan evli erkek ve kadınların cezası ise, üç merhale gösterir. İslâm’ın ilk devirlerinde zina yapanlar evlerde hapsolunmak sûretiyle cezalandırılmakta idiler.2816 İslâm âlimlerinin bazılarına göre, sonra ezâ ile cezalandırma2817 bunun yerini almıştır. Ezânın mâhiyeti hakkında da muhtelif görüşler mevcuttur: Kınamak, azarlamak veya hakaret etmek, kınamaksızın katı ve sert muâmelede bulunmak gibi. Son safhada ise, imsâm ve ezâ yoluyla verilen cezâ, recme tebdîl edilerek ilk iki hüküm yerine bu uygulanmıştır. Ancak, recm cezası Kur’ân-ı Kerim’de yer almamaktadır.
Öte yandan, namuslu, iffetli, hür ve evli kadınlara zinâ isnad edip de, isbat için dört şâhit getiremeyene seksen sopa ve ek olarak tevbe edip de ıslâh-ı halde bulunmadıkça2818 şâhitliklerinin kabul edilmemesi cezası verilir. İçki içenin kimsenin cezası hakkında, Kur’ân-ı Kerim’de bir beyana rastlayamamakla beraber, Hz. Peygamber ve sahâbenin bu husustaki tutumunun şu olduğunu anlamaktayız: Muayyen sayıda mü’min içki içen kişinin etrafını kuşatır ve ona, kimi sopayla kimisi nalinleriyle, kimisi de elbisesiyle2819 vururdu. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ise, ilk halife Hz. Ebû Bekir, önceleri içki içen için tespit edilmiş olan darbe sayılarını gözden geçirmek gâyesiyle sahâbenin ileri gelenlerini bir araya toplar ve onlar da, vurulacak darbeleri (kırk çift nalin vuruşu olarak) kırk vuruşa eşit sayarlar.2820 Hz. Ömer, içki içenin cezası olarak seksen kırbaç tâyin ederken, Hz. Ali ise, “içki içildiğinde sarhoş olunur, sarhoş olununca ileri geri laflar edilir, böyle olunca da iftira atılır!” istidlâliyle, içki içenin cezasını hadd-i kazife eş saymışlardır2821 ki bu da seksen sopadır. Abdurrahman bin Avf ise, uygulanacak cezanın en
2810] 8/Enfâl, 33
2811] 39/Zümer, 53-54
2812] 5/Mâide, 38
2813] 5/Mâide, 53
2814] 24/Nûr, 2
2815] Müslim, Hudûd 14; Tirmizî, Hudûd 8
2816] 4/Nisâ, 15
2817] 4/Nisâ, 16
2818] 24/Nûr, 5
2819] Buhârî, Hudûd 5
2820] Buhârî, Hudûd 2; Tirmizî, Hudûd 14
2821] Muvattâ, Eşribe 1
- 620 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hafifi olarak, seksen deyneği uygun görmektedir.2822 Bir başka hadiste içki içme suçunun dördüncü defa sâbit olması halinde, suçlunun öldürülmesi emredilmişse de,2823 Hz. Peygamber bunu uygulamamış, katli kaldırarak, uygulamayı ruhsat ile azîmet arasında bırakmıştır. 2824
B- Âhirette Cezâlandırma: Kur’ânı/ Kerim, günahkârların cezalarıyla ilgili olarak, “ahlâkî cezalar” ve “fizik cezalar” olmak üzere iki kategoride ele alınabilecek zengin bir çeşit ve sahne sunar bize. Esasen, insanın dikkat nazarlarını sûrî ve maddî kıymetin arkasındaki anlama yöneltirken, insana, esas çekinmesi gerektiğinin hissî ve bedenî elemler olmayıp, bunların insanı yüzyüze bırakacağı rezillik ve hakir olma gibi mânevî cihetler olduğunu anlatmaktadır. Mü’minlerin ağzından Allah şöyle buyurur: “Ey Rabbimiz, gerçekten Sen kimi ateşe sokarsan, şüphesiz onu hor ve perişan edersin...” 2825
1- Ahlâkî (Psikolojik) Cezalar:
a- Selbî Ahlâkî Cezalar (Mahrûmiyet Yönüyle Cezalar): Ahlâkî yönden mahrûmiyet sebebi olan menfî cezalar şunlardır: Bütün amellerin boşa gitmesi;2826 Allah’a ortak kılınan putların, kendisine bağlananları terk etmesi;2827 Allah’ın rahmetinden ümidi kesmeleri;2828 Allah’ın onları affetmemesi;2829 Cemâlullah’ı görmekten mahrum olmaları;2830 kıyâmet gününde Allah’ın onlara bakmaması ve onları tezkiye etmemesi;2831 (boş yere mü’minlerin yanında aradıkları) ışıktan mahrum bırakılmaları;2832 haşrolunurken görmekten, konuşmaktan ve duymaktan mahrum bırakılmaları;2833 her türlü arzularına mâni olunur,2834 âhiretten ümidi kesmişlerdir,2835 orada nasipleri yoktur,2836 o gün unutulurlar,2837 yardımsız bırakılırlar,2838 kovulurlar,2839 dostsuz ve yardımsız bırakılırlar,2840 göğün kapıları onlara açılmaz,2841 özür beyan edemezler,2842 felâha erdirilmezler,2843 ziyandadırlar2844 gibi...
2822] Tirmizî, Hudûd 14
2823] Tirmizî, Hudûd 15
2824] Tirmizî, Hudûd 15; Tirmizî'nin hadisi yorumu
2825] 3/Âl-i İmrân, 192
2826] habt, 2/Bakara, 217, 264, 266, 276; 3/Âl-i İmrân, 22, 117; 5/Mâide, 53 vb.
2827] dalle, 6/En'âm, 94; 11/Hûd, 21; 16/Nahl, 87; 28/Kasas, 75 vb.
2828] yeisû, 29/Ankebût, 23
2829] 4/Nisâ, 137, 168; 47/Muhammed, 34
2830] mahcûbîn, 83/Mutaffifîn, 15
2831] 2/Bakara, 174
2832] 57/Hadîd, 13
2833] 17/İsrâ, 72, 97; 20/Tâhâ, 124
2834] 34/Sebe', 54
2835] 60/Mümtehine, 13
2836] lâ halâka, 2/Bakara, 102; 3/Âl-i İmrân, 77, 176; 42/Şûrâ, 20
2837] 7/A'râf, 51; 45/Câsiye, 34
2838] mahzûlîn, 17/İsrâ, 22
2839] medhûrîn, 17/İsrâ, 18, 39
2840] 42/Şûrâ, 8
2841] 7/A'râf, 40
2842] 77/Mürselât, 35, 36
2843] 6/En'âm, 21, 135; 10/Yûnus, 17, 70; 16/Nahl, 117 vb.
2844] hâsirûn, 2/Bakara, 27, 121; 3/Âl-i İmrân, 85, 149; 4/Nisâ, 119; 5/Mâide, 5, 52 vb.
GÜNAH
- 621 -
b- İcâbî Ahlâkî Cezalar (Psikolojik Yaptırımları Olan Cezalar): Yukarıda mahrum bırakmakla ceza uygulamasından bahsettik. Burada ise, yapılan işle vücûdî yönden cezalandırmalardan bahsedeceğiz. Bunları da şöyle sıralayabiliriz:
Dirilme zamanında suçlular başları eğik olduğu halde Allah’ın huzurunda dururlar;2845 yüzleri kara,2846 somurtkan2847 ve karalıklar ve toprakla örtülü;2848 kötü fiilleriyle kendileri arasına girecek uzun bir müddeti arzularlar;2849 amel defterleri büyük küçük her şeyi zaptetmiş/kaydetmiştir;2850 dahası kendi uzuv ve organları kendi aleyhlerine şâhitlik ederler;2851 günahlarını sırtlarına yüklenmişlerdir;2852 infakında cimrilik gösterdikleri malları boyunlarına dolanacaktır;2853 zemmedilmiş,2854 kınanmış2855 ve Allah’ın buğzuna uğramışlardır.2856 Hor ve hakîrdirler;2857 hazır bulananların huzurunda, onlar tarafından kınanarak Rablerine arzolunacaklardır;2858 “keşke hesaplarını hiç görmeselerdi ve ölüm de onlar için gerçek bir yokluk olsaydı!”2859 tarzında beyhûde tamennîde bulunacaklar; yaklaşmakta olan azabı gördüklerinde pişmanlıkla fısıldaşacaklar;2860 onları şeflerine ve metbûlarına (kendilerine tâbi olanlarına) bağlayan bağların artık koptuğunu hissedecekler2861 ve nihâyet üzüntüler içinde parmaklarını ısıracaklar. 2862
2- Fizik Cezalar: Son hüküm gününden sonra suçluların katlanacakları fizik cezalardan selbî olanları temel ihtiyaçlardan mahrum kılınmak tarzındadır. Meselâ aç ve susuz olan onlar ne açlıklarını ne de susuzluklarnı herhangi bir şeyle giderebilirler!2863 Cennet ehline olan su talepleri geri çevrilir.2864 Yiyecek olarak hayvanların dahi yiyemediği bir bitki2865 ya da zakkum ağacı2866 veyahut da yenildiğinde boğaza duran, ne yenilip ne de dışarı atılabilen bir yiyecek2867 sunulurken, içecek olarak da erimiş maden tortusu gibi (muhl), yüzleri kavuracak kadar
2845] Nâkisû ruûsihim, 32/Secde, 12; 42/Şûrâ, 45; 68/Kalem, 43 vb.
2846] 3/Âl-i İmrân, 106; 39/Zümer, 60
2847] basîre, 77/Mürselât, 24
2848] ğaberah, 10/Yûnus, 27; 80/Abese, 40, 41
2849] 3/Âl-i İmrân, 30
2850] 18/Kehf, 49
2851] 24/Nûr, 24; 36/Yâsin, 65; 41/Fussılet, 20
2852] 6/En'âm, 31; 20/Tâhâ, 101
2853] 3/Âl-i İmrân, 180
2854] 17/İsrâ, 18, 22
2855] 17/İsrâ, 39
2856] 40/Mü'min, 10
2857] sâğırîn, 6/En'âm, 124; 10/Yûnus, 27; 16/Nahl, 27; 22/Hacc, 18 vb.
2858] 11/Hûd, 18
2859] 69/Haakka, 25, 26, 27; 78/Nebe', 40
2860] 10/Yûnus, 54; 21/Enbiyâ, 97; 34/Sebe', 33
2861] 6/En'âm, 27; 26/Şuarâ, 102; 89/Fecr, 24
2862] 25/Furkan, 27-29
2863] 78/Nebe', 24; 87/A'lâ, 5
2864] 7/A'râf, 50
2865] darî', 88/Ğâşiye, 6
2866] 37/Sâffât, 62-66
2867] zâ ğussa, 73/Müzzemmil, 13
- 622 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da kaynar2868 ve bağırsakları parçalayan2869 bir su; irin,2870 irinle beraber kaynar su,2871 yutulmaya çalışılıp da boğazdan geçmeyen irinli su2872 takdim edilir...
Fakat icabî olarak onların cezalarınıgösteren Kur’ân-ı Kerim metinleri de oldukça boldur. Bu metinlerin temasını şöyle verebiliriz: Seçkin kulların semâvî ikametgâhlarına tamamen zıt olarak, suçluların kalacakları yer, bir hapishanedir;2873 bu hapishanenin, her biri belirli bir gruba ayrılmış olmak üzere, yedi tane kapısı vardır;2874 bu hapishanenin bekçileri, çok sert olan meleklerdir;2875 fakat bu yer altı hapishanesi de, bazısı diğerinden daha aşağıda olan birçok odalara bölünmüştür.2876 Üzerlerine ise kapıları kilitlenmiş ateş2877 salıverilecektir. Bu, yakıcı ve kızgın bir ateştir;2878 uzaktan bakıldığında homurtusu ve uğuldaması duyulu,2879 doymaz bir ateştir bu.2880 Lâvlar fışkırtan volkan gibi de kıvılcımlar saçmaktadır.2881 Günahkârlar ise kâh kıskıvrak2882 olarak, kâh boyunlarında bukağılar olduğu halde2883 alınlarından ve ayaklarından tutulup2884 uzun zincirlere vurularak2885 yüzüstü sürüklenirler2886 ve yüzüstü2887 ateşe, hem de sıkışık bir yere2888 atılırlar. Denksiz2889 ve yakıcı bir ateşle2890 tutuşturulurlar. Artık cehennem için odun olmuşlardır. 2891
Sıkıntı ve acıdan kendilerinden geçmiş olan suçlulur, kaçmayı istedikleri her seferinde demirden kamçılarla2892 dövülerek ateşin ta ortasına itilirler. Ateşten bir döşeğe yatırılıp (mihâd), yine ateşten örtülere (ğavâş) bürünecekleri orada,2893 ateş tarafından tamamen kuşatılacaklardır.2894 Bu öylesine bir alevdir ki, hep yüzlerini yalayacak,2895 derilerini veya parmaklarını söküp alacak, yani istisnâsız her
2868] hamîm, 37/Sâffât, 67
2869] 47/Muhammed, 15
2870] ğıslîn, 69/Haakka, 36
2871] hamîm ve ğassâk, 78/Nebe', 36
2872] mâ' sadîd, 14/İbrâhim, 16-17
2873] 17/İsrâ, 8
2874] 15/Hicr, 44
2875] ğılâz, 66/Tahrîm, 6; 74/Müddessir, 30-31
2876] derk, 4/Nisâ, 145
2877] mu'sadeh, 90/Beled, 20
2878] hâmiyeh, 88/Ğâşiye, 4; 101/Karia, 11
2879] teğayyuz, zefîr, 25/Furkan, 12
2880] hel min mezîd, 50/Kaf, 30
2881] ke'l-kasr, 77/Mürselât, 32
2882] mukarranîn, 25/Furkan, 13; 89/Fecr, 26
2883] ağlâl, 13/Ra'd, 5; 24/Nûr, 33; 40/Mü'min, 71; 76/İnsan, 4 vb.
2884] 55/Rahmân, 41
2885] selâsil, 40/Mü'min, 71; 69/Haakka, 32; 76/İnsan, 4
2886] 17/İsrâ, 97; 25/Furkan, 34; 39/Zümer, 24
2887] kubbet, 27/Neml, 90
2888] mekân dayyık, 25/Furkan, 13
2889] 89/Fecr, 25
2890] harîk, 8/Enfâl, 50; 22/Hacc, 9, 22; 85/Bürûc, 10
2891] 2/Bakara, 24; 72/Cin, 15
2892] mekaami' hadîd, 22/Hacc, 21-22; 32/Secde, 20
2893] 7/A'râf, 41
2894] 18/Kehf, 29; 29/Ankebût, 54-55; 39/Zümer, 16
2895] 14/İbrâhim, 50; 23/Mü'minûn, 104; 33/Ahzâb, 66
GÜNAH
- 623 -
yeri yakacak,2896 kasıp kavuracak,2897 kömüre çevirecektir.2898 Onun etkisi bu kadarla da kalmayacak, ruhları ve gönülleri saracaktır.2899 Cezanın hafifletilmesi2900 veya bu işin artık bitirilmesi dileğiyle feryat edecekler,2901 fakat bu boşuna olacak, bitmeyen bir azap içinde yeniden derileri gelecek,2902 tekrar fecî inilti ve solumalarla başbaşa kalacaklardır. Derken kaynar suya sürülecekler,2903 kaynar su dökülecek tepelerinden.2904 Derilerindeki gözeneklere nüfûz edecek yakıcı bir rüzgâr (semûm) ve nihâyetsiz derecede kaynar bir su (hamîm) içindedirler. Üstlerinde ise bütün ümitleri çökertecek bir tarzda kesat olan2905 karanın karası dumandan bir gölge… 2906
Kur’ân-ı Kerim’in âhiret azâbıyla ilgili olarak sunduğu bu sahneler, çok net biçimde, inkârcı ve inatçı kâfirler ve müşrikler içindir. Allah’a inanmış olmalarından dolayı her zaman affa mazhar olma veya şefaate nâil olma yahut da kısmî bir azâba dûçar olduktan sonra cennete girmeyi ümit eden mü’minler için, yoğunluğu kaldırılamaz olan bu türden acılar söz konusu edilmemiştir. Cehenneme girmeleri halinde bile, orası geçici bir arınma yeri olacak, daha sonra esas yerlerini alacaklardır.2907 Öte yandan, bir kötülüğe mukabil bir; bir iyiliğe mukabil de on iyilikle karşılık göreceklerinden2908 Allah’ın lütfu onlara daha yakın olacaktır. Ayrıca Allah, şirnk ve küfrün dışında diğer günahları affedebileceğinden, mü’minler için -günahları ne kadar çok olsa da- af ve ümit kapısı daima açıktır.
Allah, iman etmeyen kulları için dünyada çok net maddî ve dünyevî cezalar takdir ederken, dikkat çekicidir ki, ateş nevinden bir ceza söz konusu değildir. Sadece ateşte pişirilmiş taşlardan bahsolunur.2909 Âhiret hayatında ise, bir yandan psikolojik ceza vardır ki, biz bunu selbî ve îcâbî diye ikiye ayırdır; bir yanda da, özellikle ateşin odaklık ettiği fizik ceza söz konusudur. Dikkatlerden kaçmaması gereken bir husus da, ateşin zikredilmediği yerlerde bile, oradaki azabın vâsıtası yine ateşle ilgilidir. Meselâ, kaynar su, ateşte pişerek olgunlaşan deriler vb... 2910
Günahtan Kurtulma Yolları
a- Dünyada Kurtulma Yolları:
1- Tevbe
2- Günahların örtülmesi
2896] 70/Meâric, 16
2897] 74/Müddessir, 28
2898] 74/Müddessir, 29
2899] 104/Hümeze, 7
2900] 23/Mü'minûn, 107; 35/Fâtır, 36; 40/Mü'min, 49
2901] 35/Fâtır, 37
2902] 4/Nisâ, 56
2903] hamîm, 40/71-72; 55/Rahmân, 44
2904] 22/Hacc, 19, 20; 44/Duhân, 48
2905] 56/Vâkıa, 44
2906] 56/Vâkıa, 43
2907] 11/Hûd, 107-108
2908] 6/En'âm, 160; 10/Yûnus, 27; 28/Kasas, 84; 40/Mü'min, 40; 42/Şûrâ, 40
2909] siccîl, 15/Hicr, 74; 105/Fîl, 4; siccîl mendûd, 11/Hûd, 82
2910] S. Kılıç, a.g.e. s. 347-367
- 624 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3- İstiâze (Allah’a sığınma)
4- Meleklerin duâsı
5- Vicdanın murâkabesi
b- Âhirette Kurtulma Yolları:
1- Allah’ın affı
2- Şefaat
3-Cezayı çekerek. 2911
“Allah her kişiye, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler. Herkesin kazandığı, ya kendi lehinedir veya aleyhinedir. (Bundan sonra şöyle duâ edin:) ‘Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme (bağışla). Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize acı. Çünkü Sen, biz im Mevlâmızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım et.” 2912
“Her mü’min, günah ile eskimiş ve tevbe ile yamanmıştır. Bunların hayırlısı, tevbe halinde ölenidir. (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
“Gizli günaha, gizli iyilik, âşikâre günaha da açıktan iyilik yap ki günahı silsin.” (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
“Herkes affedilir. Ancak günahlarını açıklayanlar müstesnâdır. Gece günah işleyen kimsenin günahını Allah insanlardan örttüğü halde, sabahleyin kalkınca kendisi yaptıklarını söyler; işte bu, affedilmez.” (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
“Allah, dil ile söylemedikleri yahut fiilen yapmadıkları müddetçe ümmetimin gönüllerinden geçirdikleri günahları cezâlandırmaz.” (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
“Mü’min, günah işlemeseydi, göklerin gizliliklerinde seyrederdi. Fakat Allah Teâlâ günahı sebebiyle onu bundan alıkoydu.” (Hasan-ı Basrî)
“Kulun günahlara batmış bulunduğunun alâmetlerinden biri, yaptığı ibâdetlerinden gönlünün huzur duymamasıdır.” (Hasan-ı Basrî)
“Tasası çok olanın bedeni rahatsız olur. Günahlardan korkusu az olanın ise kalbi ölür.” (Hasan-ı Basrî)
“Amellerin en fazîletlisi, gizli günahları terk etmektir. Çünkü gizli günahlardan uzak kalan kimse, insanlar içinde yapılan açık günahlardan daha çok uzak kalır.”
“Günah arıya benzer; ağzı ballı, kuyruğu zehirlidir.”
“Kul, bütün varlığı ile günahları bırakmaya karar verdiği zaman, İlâhî imdat/yardım, onu her tarafından kaplar.”
“Ey insan! Bugün dünyada günahlardan korkarsan, yarın âhirette hiçbir şeyden korkmazsın.” (Sâdi-i Şirâzî)
2911] Günahtan kurtulma yollarıyla ilgili geniş bilgi için Bk. S. Kılıç, a.g.e. s. 368-407
2912] 2/Bakara, 286
GÜNAH
- 625 -
“Allah, günahkârlık zilletinden kurtardığı kulunu malsız olarak zengin yapmış, aşiretsiz olarak aziz ve şerefli kılmış, kimsesi olmadığı halde onu yoldaşı/dostu eylemiştir.”
“Günaha karşı en tesirli korunma vâsıtası, günahtan/cehennemden korkmaktır.”
“Gözümü harama bakma günahından korumak için, şunu düşünmelisin: Her şeyi görenin sana olan bakışı, senin harama bakışından daha öncedir.”
“Günah işleyen insandır, buna üzülen evliyâ olabilir, bununla övünen ise bir şeytandır.”
“En ağır günah, insanın kendisini günahsız bilmek gururudur.”
“En az merhamet gösterenler, en büyük günahları işleyenlerdir.”
“Beraberce işlediğiniz günahın cezasını ayrı ayrı çekeceksiniz.”
“Günah işlemenin birçok vâsıtaları vardır, fakat yalan, bunların hepsine uyan bir saptır.”
“Sen günahın küçüklüğüne bakma; günah kendisine karşı işlenenin büyüklüğünü düşün.”
“Günahlar kalbi karartır, bunu ancak ağlamak giderir.”
“Günahtan sakınmak, tevbe ile uğraşmaktan kolaydır.” (Hz. Ömer)
“İnsanın günahları ardını bırakmaz.”
“Günah, yasak olduğu için acı vermez, acı verici olduğu için yasaktır.”
“Tasası çok olanın bedeni rahatsız olur. Günahlardan korkusu az olanın ise kalbi ölür.”
“Geceyi ibâdetle geçirmek kendilerine ağır gelen kimseler, ancak günahları ağırlaşan kimselerdir.”
“Günahlarım bana ne getirdiniz? / Topu topu tesbihböceği kadar haz.”
“Bir kez Allah dise aşk ile lisan / Dökülür cümle günah misl-i hazân.” (Süleyman Çelebi)
“Kadınların, çocukların, hizmetçilerin, zayıfların, yoksulların, câhillerin günahları; aslında, kocaların, babaların, efendilerin, güçlülerin, zenginlerin, aydınların günahıdır.”
“İyi tarafımız da bütün günahlardan arınmış değildir.”
“Günahlar, ebedî hayatta devamlı hastalıklardır; bu dünya hayatında bile kalp, vicdan ve ruh için mânevî hastalıklardır.”
“İşlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar.”
“Günahın mâhiyetinde, özellikle vazgeçilmeyip ısrarla devam edilirse küfür tohumu vardır.”
- 626 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Sakın günah işleme! Aksi takdirde kendini ateşe atarsın. Hâlbuki sen, bir kimsenin bir böceği ateşe attığını görsen, onu bile iyi karşılamazsın. O halde, her gün kendini defalarca ateşe atmayı, nasıl hoş karşılayabilirsin?”
“Bir günah gizli kaldığında, sadece sahibine zarar verir. Ortaya çıkıp bilindiğinde ise, herkese zararı dokunur.”
Günah günahı doğurur; Bir günah, başka günahlara dâvetiyedir.
“Bir kimsenin bir günah işledikten sonra, tekrar günah işlemesi, ilk günahın cezâsıdır. Bir sevap işledikten sonra tekrar sevap işlemek de, birinci sevabın karşılığıdır.”
“Eskiden öyle insanlar vardı ki, başkalarının günah işlediklerini duysalar, sıtmalı hasta gibi titrerlerdi. Şimdi ise insanlar, kendi günahları için bile titremiyorlar.”
“Bir kibrit ateşinin yakmasına tahammül edemeyecek kadar zayıf ve sabırsız olduğun halde, ne cür’etle günah işlemeye kalkıyorsun? Ateşe dayanabiliyorsan, dayanabileceğin kadar günah işle!”
“Fâsık, çoğunlukla ahlâksız ve vicdansız olur. Çünkü günah ve isyan arzusu, vicdandaki imanın sesini susturmakla yayılabilir. Vicdan ve imanını sarsmadan tam seçme ile bir mü’min şer işleyemez. Onun için İslâm fâsıkı hâin bilir, şâhitliğini reddeder.”
“Yaptığı işin ne olduğunu bilmeden günah işlemek başka, bilip de buna aldırış etmemek, onunla içli dışlı olmak yine başkadır.”
“Hep bilmedeyiz neyin günah olduğunu / Lâkin yine işler dururuz sâde onu...”
GÜNAH
- 627 -
Günah Konusuyla İlgili Âyetler
A- İsm Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (48 yerde): 2/Bakara, 85, 173, 181, 182, 182, 188, 203, 206, 219, 219, 276, 283; 3/Âl-i İmrân, 178; 4/Nisâ, 20, 48, 50, 107, 111, 112, 112; 5/Mâide, 29, 29, 106, 107, 120, 120; 7/A’râf, 33; 24/Nûr, 11; 25/Furkan, 68; 26/Şuarâ, 222; 33/Ahzâb, 58; 42/Şûrâ, 37; 49/Hucurât, 12; 44/Duhân, 44; 45/Câsiye, 7; 52/Tûr, 23; 53/Necm, 32; 56/Vâkıa, 25;58/Mücâdele, 8, 9; 68/Kalem, 12; 76/İnsân, 24.
B- Zenb Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (39 yerde): 3/Âl-i İmrân, 11, 16, 31, 135, 135, 147, 193; 5/Mâide, 18, 49; 6/En’âm, 6; 7/A’râf, 100; 8/Enfâl, 52, 54; 9/Tevbe, 102; 12/Yûsuf, 29, 97; 14/İbnâhim, 10; 17/İsrâ, 17; 25/Furkan, 58; 26/Şuarâ, 14; 28/Kasas, 78; 29/Ankebût, 40; 33/Ahzâb, 71; 39/Zümer, 53; 40/Mü’min, 3, 11, 21, 55; 46/Ahkaf, 31; 47/Muhammed, 19; 48/Fetih, 2; 51/Zâriyât, 59, 59; 55/Rahmân, 39; 61/Saff, 12; 67/Mülk, 11; 71/Nûh, 4; 81/Tekvîr, 9; 91/Şems, 14.
C- Cünâh Kelimesinin Geçtiği Âyetler (25 yerde): 2/Bakara, 158, 198, 229, 230, 233, 233, 234, 235, 236, 240, 282; 4/Nisâ, 23, 24, 101, 102, 128; 5/Mâide, 93; 24/Nûr, 29, 58, 60, 61; 33/Ahzâb, 5, 51, 55; 60/Mümtehıne, 10.
D- Vizr Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (27 âyet): 67En’âm, 31, 31, 164, 164, 164; 16/Nahl, 25, 25, 25; 17/İsrâ, 15, 15; 20/Tâhâ, 29, 87, 100; 25/Furkan, 35; 35/Fâtır, 18, 18, 18; 39/Zümer, 7, 7, 7; 47/Muhammed, 4; 53/Necm, 38, 38, 38; 75/Kıyâmeh, 11; 94/İnşirâh 2.
E- Günahla İlgili Konular
a- Günah, Haramdır: 7/A’râf, 33.
b- Allah, Çok Günahkârları Sevmez: 2/Bakara, 276; 4/Nisâ, 107.
c- Günahta Direnme: 3/Âl- İmrân, 135; 6/En’âm, 120; 45/Câsiye, 7.
d- Günah Kalbi Paslandırır: 83/Mutaffifîn, 14.
e- İsm (Bilerek İşlenen Günah): 5/Mâide, 2.
f- Günahı İnsanlardan Gizleyip Allah’tan Gizlemeyenler: 4/Nisâ, 108; 25/Furkan, 58.
g- Günah Kazanan Kendi Aleyhine Kazanmıştır: 4/Nisâ, 111; 6/En’âm, 55, 120; 30/Rûm, 44.
h- Günahkârlar Dünyada Üstün Mevkîde Bulunur: 6/En’âm, 123.
i- Bazı Günahların Cezâsı Bütün Topluma Gelir: 8/Enfâl, 25; 11/Hûd, 116.
k- Günahkârlar Kıyâmet Gününde Yüzlerinden Tanınacaklar: 55/Rahmân, 39, 41.
l- Büyük Günahlardan Sakınmak: 4/Nisâ, 31; 6/En’âm, 1151; 42/Şûrâ, 37; 53/Necm, 32.
m- Günahların Affı İçin Duâ: 3/Âl-i İmrân, 16-17, 193; 14/İbrâhim, 41; 25/Furkan, 65.
n- Günahtan Temizlenen Kendi Faydasına Temizlenmiştir: 35/Fâtır, 18.
o- Herkes Kendi Günah Yükünü Çeker: 5/Mâide, 105; 6/En’âm, 31, 164; 10/Yûnus, 108; 16/Nahl, 25; 17/İsrâ, 15; 34/Sebe’, 50; 35/Fâtır, 18; 39/Zümer, 7; 53/Necm, 38.
p- Küçük Günahlar Bağışlanmıştır: 53/Necm, 32.
Konu ile İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 486
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 119
3. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 324-327
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 339-342
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 678-679
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neş. c. 1, s. 290-291
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 216-220
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 594-597
9. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 454-478
10. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 280-286
11. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 160-162
12. Muht. Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 128-129
13. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 47
14. Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 122-124
15. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, AkÂdemi Y. c. 3, s. 153-156
16. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 208-213
- 628 -
KUR’AN KAVRAMLARI
17. El-Esâs fi’t-Tefsîr, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 416-426
18. Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 208-213
19. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 6, s. 526-539, c. 7, s. 5-19
20. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 14, s. 278-286
21. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Hamdi Döndüren, c. 2, s . 241-243
22. İslâm’da İnanç, İbâdet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, c. 2, s. 229-231
23. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. c. 2, s. 126-129; İsmet md: M. Bulut, c. 2, s. 284-287
24. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 224-231, 336-339, 387-390, 590-592
25. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırk Ambar Y. 291-297
26. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. c. 2, s. 161-162
27. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 49-74
28. İlâhi Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 269-285
29. Sütun, Sezai Karakoç, Diriliş Y. c. 2, s. 410-412
30. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 159-160, 228
31. İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y. s. 68-72
32. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y.
33. Büyük Günahlar, Hâfız Zehebî, Ankara Fazilet Y.
34. Büyük Günahlar, Bilâl Uzun, Hak Y.
35. Büyük Günahlar, Celal Yıldırım, Uysal Kitabevi Y.
36. Günah Nedir? L. Lütfi, Selâmet Matbaası, İstanbul
37. Peygamberlerin Mâsumiyeti, Fahruddin el-Râzi, İlim Y.
38. Peygamberimizin Yanılması Meselesi, İbrahim Canan, Rağbet Y.
39. Kur’an’da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, Akçağ Y.
40. İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, Mehmet Erdoğan, Marm. Üniv. İlâhiyat Fak. Vakfı Y.
41. İslâm Hukukunda Zarûret Hali, Mustafa Baktır, Akçağ Y.
42. Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Y.
43. İslâm’da Helâl ve Haram, Yusuf el-Kardavi, Hilâl Y.
44. Günlük Hayatımızda Helâller ve Haramlar, Hayreddin Karaman, Türkiye Diyanet Vakfı Y.
45. Helâl-Haram, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın
46. İslâm’da Helâller ve Haramlar, İbn Hacer Heytemî, Kayıhan Y.
47. İslâm’da Helâller ve Haramlar, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
48. İslâm’da Emir ve Yasakların Hikmeti, Süleyman Uludağ, Türkiye Diyanet Vakfı Y.
49. Batının İnanç Temelleri, G. Scognamillo, Dergâh Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:09

GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN


- 513 -
Kavram no 58
Haramlar 8
Haram; Günah; Fesâd-İfsâd; Ahlâk; Güzel Söz
GIYBET, ALAY, LAKAB, SÛ-İ ZAN
• Gıybet; Anlam ve Mâhiyeti, Gıybet Denen Yamyamlık
• Alay Denen Çirkinlik
• İstihfaf
• Lakab Takma
• Zan ve Sû-i Zan/Kötü Zan
• Dilin Önemi; Dille Yapılan İntihar ve Cinâyetler
• Kur’ân-ı Kerim’de Gıybet, Alay, Lakab ve Sû-i Zan Kavramları
• Hadis-i Şeriflerde Gıybet, Alay, Lakab ve Sû-i Zan Kavramları
• Alay Denen Zulüm
“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık (günahkârlık/yoldan çıkmak) ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte bu kimseler zâlimdir.
Ey iman edenler! Zandan çokça sakının (zannın çoğundan kaçının). Çünkü zannın bir bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını araştırmayın. Biriniz diğerinizir gıybetini yapmasın, arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhametlidir.”2243
Gıybet; Anlam ve Mâhiyeti, Gıybet Denen Yamyamlık
Kur’an’ın Yamyamlık Diye Tanımladığı Gıybet: Birinin, herhangi bir müslüman kardeşinin arkasından, duyduğu zaman onun hoşuna gitmeyeceği (bedeninde, yaratılışında, soyunda, işinde, sözünde, dininde, dünyasında, elbise, ev veya bineğinde ya da âile fertlerinde bulunan eksiklik veya kusuru belirten) sözler söylemesi gıybettir. Bu târif, bizzat Peygamberimiz tarafından yapılmıştır.2244 Bu hareket ister açık ifâdeli sözlerle yapılsın, ister kinâye ve işaretlerle, isterse yazı vb. araçlarla yapılsın her şekli ile haramdır. Yine bu davranışın gıybeti yapılan müslümanın hayatında yapılmasıyla, ölümünden sonra yapılması arasında da haramlık yönünden bir farklılık yoktur. Birgivî, “gıybet” dünya ve âhiret ayıplarının söylenmesini de içine alır” demiştir. Gıybetin oluşması İçin, kişinin tanınması ve kötüleme amaçlı olması gerekir. Bir kişinin kötülükleri, üzülerek söylenirse gıybet sayılmaz.2245
2243] 49/Hucurât, 11-12
2244] Müslim, Birr 23; Ebû Dâvud, Rikak 6; Tirmizî, Birr 23
2245] Elmalılı, s. 4474
- 514 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi gıybet etmesin/arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun.”2246 İnsan onurunun, kişinin kanı ve eti gibi olduğuna işaret eden bu âyetten anlaşılmaktadır ki, gıybet eden kimse, bu davranışıyla kardeşini mânen öldürmüş gibidir. Onun gerçek hayatı olan kişiliğine, onur ve haysiyetine dil uzatarak izzet ve şerefini yok edip öldürmeye çalışmıştır. Bir müslüman kardeşi hakkındaki bu suçu diliyle yaptığı ve ağzına haram olan bir şey aldığı için, bu durum “ölü kardeşinin etini yemek” sayılmıştır. Yamyamlıktır bu. Yamyamlar bile, açlık gibi bir ihtiyacını gidermek için başvurdukları bu çirkinliği, çevresindeki yakınlarına, kardeşlerine yapmazlar. Zarûret gibi bir ihtiyaca dayanmadığı ve kişinin kendi din kardeşine karşı yaptığı bu medeniyetten uzak vahşi tavır, yamyamların bile tiksindiği daha büyük bir yamyamlık olarak değerlendirilmelidir. Böyle bir vahşete tepki göstermeyip seyirci kalmak, bu cinâyete ortak olmaktır.
Allah Teâlâ gıybeti “ölmüş kardeşinin etini yemeğe” benzetmekle bu hareketin son derece çirkin olduğunu tasvir etmiştir. Leş etinin yenmesi bizatihi nefret ettiricidir. Hele bu et, bir de, hayvan eti değil, insan eti olursa... Hatta herhangi bir insanın değil de bizzat kendi kardeşinin eti olursa işin daha büyük çirkinliği düşünülmelidir. Dahası, bu benzetmeyi soru biçiminde ortaya koyarak Allah Teâlâ insan üzerinde daha fazla tesir yaratmıştır. Böylece her şahsın kendi vicdanından sorarak ölmüş kardeşinin etini yemeğe râzı olup olmayacağına kendisinin karar vermesini dilemiştir. Nasıl onun tabiatı bu ölmüş kardeş etinden tiksiniyorsa, bir mü’min kardeşinin bulunmadığı ve kendini savunacak bir durumda olmadığı sırada, onun şeref ve haysiyetiyle oynanmasını hoş karşılayamaz.
Bu İlâhî buyruktan, gıybetin haram oluşunun asıl sebebi, gıybet edilen kişinin kalbinin kırılması, incinmesinden çok, herhangi bir kişinin yokluğunda çekiştirilmesinin, arkasından kötülenmesinin bizâtihî haram olduğu anlaşılmaktadır. Artık o kişinin bu gıybetten haberi olsun veya olmasın ve bundan üzüntü duysun ya da duymasın önemli değildir. Ölmüş insanın etinin yenmesi, ölüye eziyet verdiği için haram kılınmadığı meydandadır. Bîçâre kişi öldükten sonra birinin kendi leşini parçaladığını bilmez, hissetmez. Ama son derece çirkin olan, bu hareketin bizzat kendisidir. Aynen bunun gibi gıybeti yapılan kişi, hakkında söylenenlerden haberi olmazsa ve hayatı boyunca da kim, nerede, ne zaman kendi haysiyetiyle uğraşıp başkalarının onu zedelediğinden dolayı da kendisine en ufak bir eziyet ve ıstırap ulaşmayacaktır. Fakat onun şeref ve haysiyetine ne olursa olsun bir leke sürülmüş olacağından gıybet, kendi türü içinde ölmüş kardeşinin etini yemekten farklı değildir.
“Birisinin etini yemek” Arapça’da “birisini arkasından çekiştirme” anlamına gelen bir deyimdir. Bir kişinin etini yeme tasviri, gıybeti edilen ve orada olmayan kişinin, tıpkı vahşi bir hayvanın karşısındaki ölü gibi, kötü niyetli gıybetçinin karşısında savunmasız olduğunu ihsas etmektedir. Diğer bir ifadeyle, gıybeti iğrenç bir fiil yapan şey, gıybeti yapanın korkakça tutumudur. Çünkü o bu fiili kurbanın muhtemel bir cevabına karşı kendisini sağlama alarak işlemektedir. Kur’ân, “ölmüş kardeş” kelimelerini kullanarak tasviri çok daha kuvvetlendirmekte ve takbih edilen fiilin yasaklanması için İslâmiyet’e özgü nedenler sunmaktadır.
2246] 49/Hucurât, 12
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 515 -
Müslümanlar birbiriyle kardeştir, dolayısıyla gıybet etmek onlara yakışmaz.2247
Küçük insanlar kişilerle, büyük insanlar fikirlerle uğraşırlar. İman ve kültür yönüyle zayıf insanlar, hayırlı faâliyetlerle vakitlerini değerlendiremedikleri için böylesine zararlı meşgalelerle, dillerine doladıklarını ve daha çok da kendilerini yıpratırlar. Konuşulan olumsuz her söz kanatlanır, dolaşıp durur, bir gün gelir aleyhinde konuştuğuna gelip konar. Gıybetin yaygın olduğu yerde kardeşlik ilişkileri olmaz. Gıybet ve kovuculuk insanları birbirinden kaçırır, kalpler arasına bir soğukluk, kızgınlık ve ayrılık sokar. Bunun için Allah Rasûlü: “Birbirinizi çekiştirmeyin, Allah’ın kulları kardeşler olunuz.”2248 buyurmuştur. Gıybet ve benzeri tavırlar, toplum fertlerinin birbirlerine güven duymasına ve toplum huzuruna zarar verir. Gıybetin ardında kin, kıskançlık, sû-i zan, gurur, aşağılık duygusu, kendi kusurlarını örtbas etme endişesi gibi mânevî hastalıklar vardır. Psikolojik hastaların başvurduğu bu saldırgan tavırla insan, muhâtabını hastalıklı ilân ederken, aslında kendi rûhî hastalığını topluma bulaştırmak istemektedir. Psikososyal ve bulaşıcı bir âfet olan, giderek toplu imhâ silâhına dönüşme meyli gösteren gıybet, psikolojik bir savaştır. Ama mertçe değil, kalleşçe yapılan bir savaştır, daha doğrusu bir saldırganlıktır bu. Çünkü muhâtapla yüz yüze gelmekten korkan kimsenin, kardeşinin yokluğunda nâmertçe, alçakça yaptığı bir hücumdur gıybet. Bu iç savaşta saldırganın da, en az saldırılan kadar hasara uğrayacağı bilinmelidir. Kardeşin onuru, izzeti nişan alınarak atılan her kurşun, bumerang gibi mutlaka atan kimseye geri dönecektir. Kısa bir zaman içinde gıybet kurşunu, dünyada dönüp ateş edeni bazen bulmuyorsa bile, mutlaka âhirette dil silâhından çıkan bu kurşun, atanın kendi kalbine isâbet edecektir. “Birbirinizi sevmeden iman etmiş olamazsınız!” nebevî fermânına rağmen gıybet eden kimse, din kardeşliğine dayanan sevgiyi öldürmekte, dolayısıyla kendi imanına zarar vermektedir. Bir yerde gıybet varsa, kardeşlik ve sevgi, dolayısıyla kâmil iman ve takvâ orada barınamaz.
Müslüman, kendisi için istemediği bir davranışı, din kardeşi için de istememelidir. Kendisini, gıybet ettiği kimsenin yerine koyan, onun duyacağı acıyı kendi benliğinde hisseden kimse, böyle bir yamyamlığın çirkinliğini daha iyi anlar. İnsan, kendi onuru kadar din kardeşlerinin de şeref ve haysiyetini önemsemek zorundadır. Bırakın kardeşinin izzetine saldırmayı, başka biri ona saldırmaya kalksa, aynen kendisine yapılan saldırı gibi görüp kardeşinin onurunu savunmak zorundadır mü’min. Müslümanlar, bir vücudun organları gibi uyum içinde ortak davranışlar sergilemeli, birbirlerinin eksiklerini tamamlamalıdır. İnsandaki bir “el”in, aynı vücudun parçası olan “göz”ü çıkarmak için şiddetle dürtmesi, aynı vücudu paylaştıkları “kalb”e öldürücü bir âletle saldırısı ne ise, ümmet adı verilen sosyal vücudun parçaları olan müslüman bireylerin birbirlerinin gıybetini yapması da odur. Bu tür tavırlar, aynı dinin fertleri olan bireylerin kardeşlerine karşı cinâyet işlemesi olduğu gibi, benzer suçu yapmasına muhâtabını bilinçsiz de olsa kışkırttığı için, aynı zamanda intihardır bu. O yüzden kul hakkının ihlâl edilmesi demek olan gıybet, ümmet bütünlüğüne ve kardeşlik hukukuna darbe vuran büyük bir suçtur. Başta gıybet, dedikodu, yalan, iftira, gurur, kin, haset gibi kötü huylar, hep müslümanların kardeşliğine zarar verdiği için bizi bizden fazla seven Rabbimiz tarafından bizim iyiliğimiz için yasaklanmıştır.
2247] Mustansır Mir, Kur’anî Terimler ve Kavramlar sözlüğü, İnkılab Y., s. 70
2248] Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc. 12/154
- 516 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Haram hükmünün dışında kalan gıybetler ancak şu şekilde olanlardır: Birinin arkasından veya öldükten sonra onun kötülüğünü söylemek şeriat nazarında doğru bir mecburiyet halini almışsa ve bu mecburiyet gıybet olmadan yerine gelmiyorsa ve bu gıybet yapılmayınca gıybete nispetle çok daha büyük bir kötülük ortaya çıkacaksa bu gıybetin haramlılığı ortadan kalkar. Gıybet, ancak şer’an doğru bir maksat için gerektiği takdirde ve o gıybet olmadan o gereklilik ortadan kalkmadığı takdirde câizdir. Zulme uğrayan kişinin şikâyeti, ıslah edebilecek kişiye o kötülüğe engel olması için anlatılması, fetvâ almak gâyesiyle, o kimseyle çok önemli birlikteliği olacak kimselerin uyarılması ya da şerlerinden başkalarını korumak gâyesiyle bel’amların, tâğutların, müfsid ve zâlimlerin çeşitli ahlâksızlıkları yayan, takvâ ve hayâ eksikliğiyle insanlardan çekinmeden açıktan fısk ve haram işleyenleri, çarpık din anlayışına sahip olanları, başkalarını onların zararından korumak için anlatmak haram olan gıybet hükmüne girmez.
Bu istisnâî durumlar dışında birinin arkasından çirkin söz söylenmesi kesin olarak haramdır. Bu çirkin söz doğru ise gıybettir, yalan ise iftirâdır, iki kişiyi birbirine düşürmek için ise düzenbazlıktır. Şeriat bu üçünü de yasaklamıştır. Gıybeti tasdik etmek de gıybettir. Gıybet yapılan yerde susan kişi gıybete ortak olmuş olur. İslâm toplumunda bir müslümanın, yanında başka birinin gıybetinin yapılmasını, yalan yere töhmet altında bırakılmasını sessizce dinlemesi doğru değildir, onu derhal reddetmesi, gücü yetmiyorsa gıybet edilen yeri terk etmesi gerekir. Hiçbir şer’î mecbûriyet olmadığı halde birinin mevcut kusurlarının ortaya dökülmesinin günah olduğunu ve bu hareketi yapanların Allah’tan korkarak böyle haramlardan uzak kalmalarını telkin ve tebliğ etmesi gerekir. Gıybet, insanın sevaplarının azalmasına, başkasının günahlarının kendine verilmesine sebep olur.
Bir kötü huy ve davranış bozukluğu olarak, Kur’an’da birkaç kelimeyle karşılanan gıybet, Türkçe’ye, Hucurât sûresi 12. âyetteki bir fiilin kökünden geçmiştir. Hadislerde gıybet, aynı kelimeyle ifadeye konur ve en ağır günahlardan biri olarak tanıtılır. Mesela, Taberânî’nin el-Evsat’ındaki bir hadiste: “Gıybet, zinadan da kötüdür. Adam zina eder, sonra tevbe eder ve Allah da onu bağışlar; ama gıybet edenin bağışlanması, gıybet ettiği kişinin affı olmadan mümkün değildir.” deniyor.2249
Gıybete doğrudan değinen Hucurât, 12. âyet ise: “Birbirinizin gıybetini etmeyin. Sizin biriniz, kardeşinin ölmüş haldeyken etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi? O halde, Allah’tan korkun...” diyerek gıybet etmenin insan ruhunda ve toplum hayatında vücut verdiği tahribi dile getiriyor. Ve gıybet etmenin, insanın kam ve eti gibi olan onurunu yaralamak anlamına geldiğini gösteriyor.
Ünlü Kebâir (büyük günahlar) hadisinde zina 7 büyük kebâirden biri olarak gösterilmektedir. Yukanki hadis, gıybeti zinadan daha kötü olarak tanıttığına göre, gıybet, büyük günahların en beterlerinden biri olarak düşünülmelidir.
Hadisler, gıybetin orucu yırtıp mahvettiğini, kabir azabına sebep olduğunu da gösteriyor.2250
Gıybet kavramı içine sokulan diğer kötü huylar lıemz, nemime ve lemz’dir ki bunlardan ilki olan hemz Kur’an’da bir surenin adıdır: Hümeze... Bu da gösterir ki Kur’an bu gıybet illetinin büyük bir bela olduğuna ısrarlı bir biçimde
2249] Hadis için bk. Sâgânî, 59
2250] bk. Buhârî, Edeb 46, Cenâiz 88; Müslim, Tahâret 26; Dârimî, Savm 27
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 517 -
dikkat çekiyor. Hümeze sûresi şöyle başlar: “Yazıklar ve azaplar olsun bütün arkadan çekiştirip lâf dokunduranlara ve yüze karşı ayıplayanlara...” Kalem sûresinin 10-12. âyetlerinde dinlenilmemesi gereken kişiler arasına lâf taşıyıp arkadan söz edenler de konmuştur.2251
Yüz yüze konuşalım: Gıybet’in kelime mânâsı: “Meydanda olmama, kaybolma.” Gıybet, “birisinin gıyabında onun hoşlanmayacağı bir şeyi söylemek, onu çekiştirmek, dedikodusunu yapmak” şeklinde tarif edilir. Vicdan, doğruyu yanlıştan ayırmada, çok en önemli bir ölçüdür. Her insan vicdanen bilir ki, kendisinin arkasında konuşulması onu rahatsız ettiği gibi, onun da bir başkasının aleyhinde konuşması karşı tarafı rahatsız edecektir. Bu vicdanî bilgi, insan vicdanının gıybeti yasak kılması demektir. Ve yine insan bir başkasının aleyhinde konuşurken ne niyetle konuştuğunu vicdânen bilir. Yani, kötü yönlerini anlatırken onun tedavisi için bir çare mi aramaktadır? Yoksa, onu böyle konuşturan bir kin, bir haset yahut bir intikam arzusu mudur? Yahut, sadece zaman öldürme ve sevap namına bir şeyler yapmışsa onları yakıp tüketme gafleti midir? Bu soruların cevabını insan vicdanı çok iyi verdiği gibi Allah da en ileri mânâsıyla bilmektedir.
Gıybetin Allah katında ne kadar çirkin olduğunu şu âyet-i kerime insan vicdanını şâhit göstererek sergiler: “Bir kısmınız diğerlerinin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz Ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi?”2252
Gıybet edilen şahıs o anda hazır bulunmadığından, hükmen ölüdür. Söylenenlere, bir ölü sessizliğiyle, cevap vermekten acizdir. Böylesine aciz birine yapılan haksızlık, Allah kelâmında “ölü eti yeme” şeklinde tasvir edilmiştir. (…)
Bir insan bir haksızlığa uğradığında, bunu ancak o zulmü gidermeye ve o yanlışı düzeltmeye gücü yetecek olan sorumlu şahsa veya şahıslara anlatabilir. O takdirde gıybet yapmış olmaz. Ama, hazır fırsatı yakalamışken, ilgili-ilgisiz, her önüne gelene bunu anlatsa gıybet etmiş olur.
Şimdi insafla düşünelim: Haklı olduğumuz bir meselede bile, şikâyetimizi sadece yetkililere bildirmemize izin verilmişken, vakit geçirmek yahut öfkemizi söndürmek gibi bayağı sebeplerle dedikodu yaptığımızda kendimizi nasıl mazur görebiliriz?!.. Bu konuda vicdanımız bizi ne ölçüde tasdik eder?!..
Gıybet de iftira da karşıdaki şahsın, işittiğinde hoşlanmayacağı sözlerdir. Bunların farkı, birinin yalan, diğerinin doğru olmasıdır. Ama gıybet olmakta ikisi de birleşirler. O hâlde, “ben yalan söylemiyorum, gerçeği ifade ediyorum,” sözü, gıybette özür olmaz ve kişiyi cezaya çarpılmaktan kurtarmaz.2253
Gıybetin Câiz Olduğu Yerler
Şer’î bir sebeple gıybet etmek mubah olur. Gıybeti mubah kılan sebepler 6’dır:
1- Zulme uğradığını anlatmak için gıybette bulunmak câizdir. Binâenaleyh bir mazlum, hükümdar veya hâkim gibi velâyet ve kudret sahibi birinin huzuruna çıkarak, filan bana zulmetti, yahut şöyle şöyle yaptı, diye şikâyette bulunabilir.
2251] Kur’an’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Y., s. 151-152
2252] 49/Hucurât, 12
2253] Alâaddin Başar, Nurdan Kelimeler, Zafer Y. c. 4, s. 175-177
- 518 -
KUR’AN KAVRAMLARI
2- Kötülüğü değiştirmek ve asiyi yola getirmek için yardım istemek câizdir. Binaenaleyh kudreti olduğunu sandığı kimseye giderek: Filan şöyle şöyle kötü hareketlerde bulunuyor, onu, bunlardan men et, demek câizdir.
3- Fetvâ almak için gıybet câizdir. Bir kimse müftiye giderek: “Filan bana zulmetti, yahut babam veya kardeşim şöyle şöyle yolsuzluklarda bulundular. Bunları yapmaya hakları var mıdır? Benim onların zulümlerinden kurtulmama çare nedir?” diye sorabilir.
4- Müslümanları şerden sakındırmak için gıybet câizdir. Bunun, birçok vecihleri vardır. Biri râvileri, şâhidleri ve Mûsânnıfları cerhetmektir. Bu, icmâ ile câizdir. Hatta Nevevî: “Şeriatı korumak için bu vâcibtir.” diyor. Müşâvere ânında bir kimsenin kusurunu söylemek, kusurlu mal satarken müşteriye o malın kusurlu olduğunu söylemek, satılan kölenin hırsız, zâni veya sarhoş olduğunu haber vermek, fâsık bir âlimden fıkıh dersi almaya giden kimseye onun fıskını söylemek, hep bu câiz kısımlardan sayılır.
5-) Fâsıklığı veya bid’atçılığı yüze varan bir kimseyi âşikâre irtikâb ettiği günahlar sebebiyle gıybet etmek câizdir.
6-) Tarif için bir kimsenin körlük, topallık, kısalık, uzunluk gibi hallerini söylemek câizdir. Fakat bunları, o şahsı küçültmek niyetiyle söylemek haramdır. Hatta sakatlığını anmadan tarifi mümkünse o sûretle tarif yapmak evlâdır.2254
Gıybetten kurtulmak için şunları düşünmeli: İnsan, öncelikle gıybetin zararını hesap etmeli! Gıybet sebebiyle, sevaplarının gideceğini, hatta gıybet ettiği kimsenin günahlarını da yükleneceğini bilmelidir. Gıybet, dünyada da alında bir kara lekedir! Kendine dedikoducu dedirtmemelidir. Bir kimse, başka birine kırgınsa, onu kötülemeye çalışır, gıybetini eder. Başkasına kızıp da kendini Cehenneme atmanın ahmaklık olduğunu bilen, gıybet etmez. Gıybet etmekle, ona zarar vermiş olmaktan daha çok zararı kendine veriyor, dünyevî ve uhrevî büyük felâketlere atılıyor. Üstelik sevmediği kişinin günahlarını alıp, yerine kendi sevaplarını ona veriyor. Bazen topluluktakileri memnun etmek, onları güldürmek için gıybet edilir. İnsanları memnun etmek için, Allah Teâlâ’nın gazabına mâruz kalmayı istemek ne kadar yanlıştır. Gıybet eden, övülmeyi, herkesin kendisinden bahsetmesini ister. Bu bakımdan kendini övmek için dolaylı yolları seçer. Meselâ, kendisinin cömert olduğunu bildirmek için, “falanca çok cimridir” der. Eğer böyle gıybet edeni dinleyen, akıllı birisi ise, kendini bu şekilde övene hiç değer vermez, onun değersiz olduğunu anlar. Bunları dinleyen akıllı değil de, câhil, ahmak birisi ise, gıybet ettiği için ona değer verse, ne çıkar? Gıybetçinin kazancı ne olur?
Başkalarını gıybet edip kusur araştıran kimse, kendi kusurlarını göremez. Biz, kendi ayıplarımızın ortaya dökülmesini, rüsvay olmamızı istemediğimiz gibi, başkaları da kendileri için bunu istemez. Sen arkadaşının ayıbını örtersen, Allah da senin ayıbını örter. Sen başkasının ayıbını açarsan, senin ayıplarını da açan çıkar, rezil olursun. Kendi kusurlarını araştıran ve bunların çaresini düşünerek başkasının kusurlarıyla gereğinden fazla uğraşmayan kişi, sâlih/iyi insandır. Mü’min,
2254] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim, Terceme ve Şerhi, İstanbul 1983, c.10, Sahife 541 -6487-; İmam Nevevî, Riyâzu's Sâlihin, Terceme ve Şerhi, Hzr. İhsan Ökkeş, İstanbul 1991, Cilt 5, s. 255
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 519 -
öncelikle kendi hata ve ayıplarını görüp onları düzeltmeye çalışan, böylece Allah’ın hayır dilediği kimsedir. Münâfık ise, kendi hata ve ayıplarını görmek istemeyen ya da önemsiz gören kimsedir. Kişi kendi noksanını bilmek gibi irfan olmaz. Nefsimizi gıybet ve diğer günahlardan temizlemeye çalışmak cihaddan bir şûbe kabul edilmiştir. Kıskanç kimse, mal sahiplerini kötüler. Sözgelimi, “filan kimsenin malı çok, ama yemesini bilmez, cimrinin biridir” der. Böyle söylemekle, gıybet edilenin malı azalmayacaktır, ama kıskançlık ateşi, gıybetçi yakıp kavuracaktır. Üstelik gıybet günahına girdiği için sevaplarını sevmediği kimseye vermeye mahkûm olacaktır.
Alay Denen Çirkinlik
Bir şeyle veya bir kişiyle eğlenmek, insanları hafife almak, tahkîr etmek, başkasının kusur ve noksanlarını söz, işaret veya yazı ile teşhîr etmek, toplumda küçük düşürme hareketleri. Alay etme duygusu insanlarda, kendini büyük görmeyle başlar; daha sonra karşısındaki insanı hiçe sayıp, ona tepeden bakmaya kadar gider. Neticede bu duygu insanları alaya aldırır, şeytanı Rabb’ine isyan ettiren böbürlenerek Hakkı kabûl etmemek ve insanları hor görmek şeklinde tezahür eden kibir ve gurur hastalığını ortaya çıkarır.
Alay eden kimsenin gururlanıp kibirlenmesi yanında, alay etme hareketiyle mü’min kardeşini incitmesi ve rahatsız etmesi de söz konusudur. Kibirlenmek haram olduğu gibi mü’mine eziyet de haramdır. Her iki kötülüğün netîcesi olarak İslâm toplumunda kardeşlik bağlarının gevşemesi söz konusu olmaktadır. Zîrâ alay ile beraber fertler arasına düşmanlık ve nefret duygusu girer. Böylece de bir bina hâlinde tarif edilen İslâm toplumu dağılmış, parçalanmış olur.
İslâm toplumu bir bütündür. İslâm’da her ferdin haysiyet ve şerefinin dokunulmazlığı vardır. Ferdin mânevî hayatının temelini oluşturan ırz, şeref, haysiyet, namus duyguları lekelenemez. İnsan haysiyetini lekeleyecek olan kötü hareketlerin başında alay etmek gelir. İslâm, insan hak ve hürriyetini, insan haysiyet ve şerefini koruma esası üzerinde durur; bu sebeple, müslümanların duygu ve düşüncelerini Kur’ân-ı Kerîm vâsıtasıyla garanti altına alır: “Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın; olur ki, alay edilenler kendilerinden daha hayırlı bulunurlar. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar; belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Hem birbirinizi ayıplamayın ve kötü lâkablarla atışmayın. İmandan sonra fâsıklıkla adlanmak ne kötü isimdir! Kim de tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.”2255
İslâm, kardeşlik bağlarını korumak için alay etmeyi kesinlikle yasaklamıştır. Allah’a ve âhiret gününe inanan bir mü’minin, insanları alaya alması, eğlence ve nükte konusu yapması câiz değildir. Her ne şekilde olursa olsun, başkalarıyla eğlenmek, onu kötü ve sevmeyeceği lâkablarla çağırmak ahlâk bakımından da çok kötü bir şeydir. Çünkü bu hareket, insanın kolayca unutamayacağı ızdırap veren bir yaradır.
Toplum hayatındaki ilişkiler samimiyet üzerine kurulur. Bu samimiyetin derecesini ölçen alet de kalptir. Hz. Peygamber: (s.a.s.) “Allah sizin şeklinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat kalplerinize bakar.”2256 buyurmuştur. İnsanlar, daima dış görünüşe vakıftırlar iç alem bilinmez. Allah katında tartılacak olan dış görünüş değil,
2255] 49/Hucurât, 11
2256] Müslim, Birr 32
- 520 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalplerin takvâsıdır. İnsanın ilmi ise bunu bilmeye ve anlamaya yeterli değildir. Bu sebeple bir kimse önüne geleni horlayamaz, nazargâh-ı İlâhî olan kalbi alaya alarak kıramaz.
Dünyada tek yüce değeri maldan ibaret sanıp, malıyla güçlü olduğunu zanneden ve karşısındaki bütün değerlerle alay edenleri Kur’ân-ı Kerîm kınamaktadır: “Vay haline! Diliyle çekiştirip, yüzünden de alay eden kimsenin.”2257
İslâm’a göre, yaratılan her insanın Allah katında bir değeri vardır. İnsanı ahsen-i takvim üzere yaratan Allah, onu en güzel hasletlerle bezemiş ve yeryüzünde halife kılmıştır.2258 Böyle bir varlığın dış görünüşü ile ilgilenip alaya almak; insanı yaratan Rabb’i ile karşı karşıya getirebilir. Oysaki insanın alay konusu olmasına Rabb’i ve eşsiz yaratıcısı olan Allah râzı olmaz.
Kur’an-ı Kerîm’de bir de inançla,2259 Kur’an âyetleriyle,2260 Peygamberlerle2261 ve mü’minlerle2262 alay edenlerden bahsedilir. Sözü edilen kişiler, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinenlerdir.2263 Sözü edilen kişiler bu hareketleriyle Allah’ı ve mü’minleri aldattıklarını zannederler.2264 İslâm’a göre inanç mukaddestir, alay konusu olamaz. Âyetlerde, inançlarla alay edenler olarak bildirilenler, İslâm toplumu içinde türeyen münâfıklardır.2265
“İnsanlardan öyleleri de vardır ki, iman etmedikleri halde ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık’ derler. Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar, hâlbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalblerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır. Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azâb vardır. Onlara: ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın’ dendiği zaman: ‘Biz sadece düzelticileriz’ derler. İyi bilin ki, onlar bozgunculardır; fakat anlamazlar. Onlara: ‘İnsanların inandıkları gibi siz de iman edin!’ dense, ‘O beyinsizlerin iman ettiği gibi inanır mıyız?’ derler. İyi bilin ki, asıl beyinsizler kendileridir; fakat bilmezler. Mü’minlere rastladıkları zaman; ‘İnandık’ derler. Fakat şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman; ‘Biz sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyoruz’ derler. Allah da kendileriyle alay eder ve onları bırakır; taşkınlıkları içinde bocalyıp dururlar.”2266
Bu âyetlerde bâzı insanların, Allah’a ve âhiret gününe inanmadıkları halde inandıklarını söyleyip Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalıştıkları, oysa kendilerinden başka kimseyi aldatamayacakları, gönüllerinde hastalık bulunan o kimselerin, acı bir azaba uğrayacakları belirtilmektedir. Onlar kendilerinin iyi kimseler olduklarını, iyi işler yaptıklarını sanırlar ama gerçekte ortalığı karıştırdıklarının farkında değildirler. “Biz, şu aklı ermez, beyinsizler gibi inanır mıyız hiç?” diyerek gerçek mü’minleri küçümseyen, aslında kendileri beyinsiz olan, inananlara karşı mü’min görünen, fakat kendilerini bu âdi davranışa yönelten şeytânlarıyla baş başa kaldıkları zaman da: “Biz, sizdeniz, ‘iman ettik’ demekle onlarla alay
2257] 104/Hümeze, 1
2258] 2/Bakara, 30
2259] 2/Bakara, 206; 63/Münâfıkûn, 5-6
2260] 9/Tevbe, 124-125, 127
2261] 47/Muhammed, 16
2262] 9/Tevbe, 79
2263] 4/Nisâ, 139; 5/Mâide, 52; 58/Mücâdele, 14
2264] 2/Bakara, 9; 4/Nisâ, 143; 11/Hûd, 5
2265] Ahmed Sezikli, Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 1, s. 97-98
2266] 2/Bakara, 8-15
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 521 -
ediyoruz.” diyen bu adamlar, Allah’ın çetin cezasına uğrayacaklardır. Davranışlarına uygun ceza olarak Allah da onlarla alay eder. Yani davranışlariyle, hiç farkında olmadan kendi canlarına azâblar hazırlayan o adamların üstüne güler ve onlara bir süre fırsat tanır. Azgınlıklarına dalıp giderler.
14 ve 15’inci âyetlerde, Allah’ın, mü’minlerle istihzâ ettiklerini söyleyen o kimselerle istihzâ ettiği belirtilmektedir. İnce mizah, gizli biçimde alay etmek, eğlenmek anlamındaki kökünden istif’âl vezni olan istihzâ hüz’ü âdet edinmek, alay etmek, hafiflik yapmak, alaya karşılık vermek demektir. Bu anlamıyla istihzâ, Allah’a yakışmaz. Fakat Kur’ân’da cezalar, işlenen fiillere denk olarak zikredilir ki buna “müşâkele” denir. Alay edenlerin cezası, kendilerinden daha büyüğün, kendileriyle alay etmesidir.
“Suç işleyenler, inananların üstüne gülerlerdi. Onların yanından geçtikleri zaman birbirlerine kaş göz eder(ek onları küçümser)lerdi. Âilelerine döndükleri zaman da (yaptıklarıyla övünüp) eğlenmeye başlarlardı. İman edenleri gördüklerinde: ‘Şunlar sapık insanlar’ derlerdi. Oysa kendileri, onların üzerine bekçi gönderilmemişlerdi. İşte bugün de mü’minler kâfirlerin üstüne gülerler. Divanlar üzerinde (oturup) bakarlar:”2267
Dünyada kendilerini zengin, üstün gören kâfirler, mü’minlerin üstüne gülerken; işlerin içyüzünün ortaya çıktığı âhiret gününde de iş tersine döner, bu kez de mü’minler kâfirlerin üstüne gülerler, onların hakaret ve zillet içindeki durumlariyle alay ederler. İşte Allah’ın, münâfıklarla istihzâsı da onların istihzâ, davranışlarına uygun ceza vermesidir. Zira: “Bir kötülüğün cezası, onun dengi bir kötülüktür”2268; “Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın.”2269 âyetleri, cezanın, suça denk olmasını bildirmektir. İstihzânın cezası da kısas gereği olarak istihzâ edenle istihzâ etmektir. “Onlar bir tuzak kurarlar, Ben de bir tuzak kurarım.”2270; “Tuzak kurdular, Allah da tuzak kurdu.”2271; “Allah’ı aldatıyorlar, O da onları aldatır.”2272 gibi âyetleri, hep İslâmda cezâ’nın, suça denk ve suçun benzeri kısas prensipleri ışığında değerlendirmek gerekir.
Gerçekten mü’minlerle alay eden o kimseler, esasen bu davranışlarıyla kendilerini gülünç duruma düşürmektedirler. Çünkü başkasını küçümsemek Allah’ın temiz, zavallı kullarının üstüne gülmek insanı mânen küçültür, rûhî değerini düşürür. Onun ruhu, hakir, alay edilecek kötü bir duruma düşer. Riyakâr, ikiyüzlü kişi, ruhunu nasıl gülünç bir duruma soktuğunun farkında olmaz. Ama Allah, onun davranışının içyüzünü bilir. Onun kötü davranışlarını, ruhunu saran azaplar, çirkinlikler haline getirir. İşte Allah’ın, onlarla istihzâsı, onlar hiç farkına varmadan onları, kendi davranışlarının mânevî şekilleriyle kuşatması, o çirkin işleriyle onları yavaş yavaş yakalaması, davranışlarına uygun biçimde cezalandırması demektir. Nitekim: “Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri bir yerden yavaş yavaş helâke yaklaştıracağız. Onlara mühlet veriyorum, çünkü benim tuzağım çetindir!”2273 âyeti de bu gerçeği anlatmaktadır.
2267] 83/Mutaffifîn, 29-35
2268] 42/Şûrâ, 40
2269] 2/Bakara, 194
2270] 86/Târık, 15-16
2271] 3/Âl-i İmrân, 54
2272] 4/Nisâ, 142
2273] 7/A'râf, 182-183
- 522 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerim’in, insanlarla alay edip birtakım hareket ve işaretlerle onları küçümseyenleri şiddetle uyaran bir sûresi vardır ki adı Hümeze Sûresidir: “(İnsanları) Diliyle çekiştiren, kaş ve gözüyle işaretler yapıp alay eden herfesâd kişinin vay haline! O ki mal yığdı, onu saydı, durdu. Malının, kendisini ebedi yaşatacağını sanıyor. Hayır, andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır. Hutame’nin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir. (Bir ateş) Ki gönüllere işler. O, onların üzerine kapatılıp kilitlenecektir. (Kendileri,) Uzatılmış direkler arasında (bağlı) olarak (kalacaklardır).”2274
(Hümeze): (Hemz) kökünden âdet ifade eden mübâlağa (abartma) kipidir. Hümeze vezni, âdet bildirir. Çok hemz eden demektir. Hemz: Kırmak, yere çalmak anlamlarına gelir. İnsanların şahsiyet ve namuslarına dil uzatmaya, onlarla alay ederek onları incitmeğe de isti’âre yoluyla hemz denmiştir. Birinin namus, neseb ve haysiyetiyle oynayıp insanları incitmeyi, kötüleyip kınamayı âdet edinmiş koğucu kimselere hümeze denir. Lemz kökünden gelen Hümeze de insanlara kulp takmak, kaş göz işaretleriyle birini başkalarına göstererek hakir görmek anlamlarına gelir. Ebû Ubeyde’ye göre hümeze ve lümeze aynı anlama gelir; dedikoducu demektir. Bir başka tefsire göre hemz birini yüzüne karşı, lemz ise arkasından kötülemek yahut hemz el ve göz işaretleriyle, lemz de dil ile kötülemek, çekiştirmektir.2275 İbn Abbas’a göre hümeze gıybet eden, lümeze de kulp takan, taşlayan demektir. Hasan-ı Basri de hümeze, yanında oturanı, gözünü eğerek kötüleyen, din kardeşinin gıybetini edip kınayandır, demiştir. İbn Abbâs’tan gelen bir rivâyete göre de hümeze, lümeze söz götürüp getirerek insanları birbirine katan, insanlara kötü sıfatlar takan kimselerdir.
Fahre’ddin Râzi, bu rivâyetleri aktardıktan sonra şöyle diyor: “Birbirine yakın olan bu görüşlerin hepsi, bir köke varır ki o da taşlama, kusur bulmadır. Bu hareket de iki kısma ayrılır: Hased, kin zamanında olduğu üzere ya ciddi olur veya eğlence, alay zamanında olduğu üzere şaka için olur. Bunların her biri de ya dinle ilgili bir şey hakkında olur veya şekil, yürümek, oturmak ve benzeri şeyler hakkında olur. Bu dört kısım da kusur bulmada ya orada mevcut biri veya mevcudolmayan biri hakkında olur. Her iki durumda da kusur bulma, ya sözle veya kaş, göz ve sair organların işaretiyle olur. Bu davranışların hepsi âyetlerin yasakladığı davranışlar kapsamına girer. Sözün, dil bakımından ne için, hangi kavram için kullanılmış olması önemlidir. Eğer bir kavram, sözün konulduğu kavram ise o, yasak kapsamındadır. Şâyet söz, o kavram için konulmamış ise o da kıyâs-ı celi yoluyla yasak kapsamına girer. Peygamber (s.a.s.) dinde en büyük mevki sahibi olduğundan onu taşlamak (kıyâs-ı celî yoluyla) Allah katında büyük günahtır.”2276
Zemahşeri’nin açıklamasına göre âdet bildiren veznindeki hümeze, lümeze, mimin sükûnuyla hümze, lümze şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde gülünç şeyler, garip ve tuhaf gevezelikler yapan maskara anlamına gelir.2277
“Ey iman edenler, bir topluluk, başka bir toplulukla alay etmesin. Belki (alay ettikleri kimseler), kendilerinden iyidirler. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki onlar, kendilerinden iyidirler. Birbirinizde kusur aramayın; birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.
2274] 104/Hümeze, 1-9
2275] et-Teshil, 4/217; Fethu'l-Kadir, 5/492, 493
2276] Mefâtihu'1-Ğayb, 32/92. Râzi'nin bu ifadesi tuhaftır. Peyğamber'i taşlayan, mü'min olmaktan çıkar ki onunla hiçbir günah kıyaslanamaz. O, günahtan öte, küfürdür.
2277] Zemahşerî, Keşşaf 4/283
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 523 -
İnandıktan sonra fısk adı, ne kötü bir şeydir! Kim tevbe etmezse, işte onlar, zâlimlerdir.”2278 Bu âyette başkalarıyla alay etmek, kaş göz işaretleriyle insanları küçümsemek, insanlara kötü lakaplar takmak yasaklanmaktadır.
“Ey iman edenler, bir topluluk, başka bir toplulukla alay etmesin. Belki alay ettikleri, kendilerinden iyidirler.” Âyette alay etmesin diye çevrilen lâ yashar kelimesi; sahretmesin, suhriyyet yapmasın demektir. Suhriyyet: İş yaptırmak, emrinde çalıştırmak, alay etmek, matrak geçmektir. Huz’ ve huzu da alay etmek demektir. Bu kökten istihzâ da Türkçede çok kullanılır. Lemz, kaş göz veya el işaretleriyle alay edip birini kusurlu göstermektir. Hemz ise dil ile yermek, alay etmektir. Lakap anlamındaki nebz’den gelen tenâbuz, birbirine kötü lakap takmak demektir. Bir Müslümana fâsık, münâfık, eşek, domuz demek gibi.
İbn Abbâs’a dayanan bir rivâyete göre Sabit İbn Kays İbn Şemmâs, ağır işitirdi. Meclise geldiği zaman Allah’ın Elçisine yakın oturup peygamber’in sözlerini işitebilmesi için daha önce gelenler, ona yer verirlerdi. Bir gün Sabit geç kalmış, sabah namazının birinci rek’atine yetişememişti. Hz. Peygamber namazı bitirip cemâate dönünce ashâbı yanında oturmak için yerlerini aldılar. Kalabalık olduğu için peygamber’in yanında başka kimseye yer kalmamıştı. Sabit namazını bitirince insanların omuzlarını okşayarak Allah Elçisinin yanına doğru yürümeğe başladı. “Yer açın, yer açın” diyordu. Cemâat de ona yer açıyordu. Allah’ın Elçisinin yanına kadar vardı. Arada tek bir adam kaldı. Ona da “Yer aç” deyince adam:
İşte yer buldun, otursana, dedi.
Sabit kızarak onun arkasına oturdu. Ortalık ağarınca Sabit adamı işaretle çekiştirerek:
- Bu da kim? dedi. Adam:
- Ben falanım, dedi. Sabit:
- Ha, falan kadının oğlu mu? dedi.
Câhiliyye döneminde kötü görülen bir kadının adını andı (yani anasının vaktiyle fahişe olduğunu anlatmak istedi). Adam boynunu büktü, utandı. İşte âyetin ilk cümlesi, bu ve benzeri alay etme, küçük düşürme, küçümseme, kaş göz işaretleriyle çekiştirme eylemlerini yasaklamaktadır.
“Kadınlar da birbirleriyle alay etmesinler. Belki alay ettikleri, kendilerinden iyidir.” cümlesinin de peygamber hanımlarından bazılarının, İsrâiloğlu kökenli peygamber zevcesi Safiyye’yi küçümsemeleri ile ilgili olarak indiği söylenirse de, gerçekte âyet bir bütündür. Bir cümlesi bir olay, diğeri başka bir olay üzerine indiğini söylemek, âyeti çeşitli âyetlere bölmek demektir.
“Birbirinizde kusur aramayın; birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İnandıktan sonra fısk adı (ile çağırmak), ne kötü bir şeydir!” denildikten sonra, âyet şu ifâde ile biter: “Kim tevbe etmezse, işte onlar, zâlimlerdir.” Bu bitiş cümlesinde de insanların birbirlerini kaş göz işaretleriyle çekiştirip küçümsemeleri, birbirlerine kötü lakaplar takmaları, hakaret etmeleri yasaklanmakta ve böyle şeyler yapanların zâlim oldukları vurgulanmaktadır.
2278] 49/Hucurât, 11
- 524 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Âyetin bu kısmının da Seleme’ oğulları hakkında indiği rivâyet edilir. Bu âyetin, kendileri yani Seleme oğullan hakkında indiğini söyleyen Ensârlı Sabit İbn Dahhâk şöyle diyor: “Allah’ın Elçisi (s.a.s.) bize geldiği zaman içimizden her adamın iki üç adı vardı. Allah’ın Elçisi: “Ey falan” der, kendisine: ‘Yâ Rasûlâllâh, öyle deme, o adam bu isimden hoşlanmaz’ derlerdi. Yüce Allah: “Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İman ettikten sonra kötü ad(la çağırmak), ne kötü bir şeydir!” âyetini indirdi. Tirmizi’nin rivâyeti şöyledir: “Bizden her birimizin iki üç adı olurdu. Bazen adam bu adlardan, hoşlanmadığı biriyle çağırılırdı. Bunun için ‘Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın’ âyeti indi.”2279
Bu rivâyetlerdeki olaylar doğru olabilir. Fakat âyetin her parçasının ayrı ayrı olaylar üzerine ayrı ayrı zamanlarda indiği doğru değildir. Çünkü âyet bir bütündür. Eğer parça parça inseydi, her parça ayrı bir âyet olurdu. Oysa âyet, bütün cümleleriyle beraber bir bütündür. Zâten ayrı ayrı indiği söylenen cümleler, öteki cümleden ayrılırsa bir anlam ifâde etmez. Meselâ: “Ey iman edenler, bir topluluk, başka bir toplulukla alay etmesin. Belki alay ettikleri kimseler kendilerinden iyidirler”in ayrı, “Ve kadınlar da başka kadınlarla (alay etmesinler). Belki öteki kadınlar bunlardan hayırlıdır” cümlesinin de ayrı indiği düşünülürse, ikinci cümle fiilsiz başlamış olacağından anlamsız kalır. Çünkü Alay etmesin’ fiii, hem birinci cümlenin, hem de ikinci cümlenin fi’lidir. Birincisi ikincisinden ayrıhrsa ikinci cümle fiilsiz kalır, bir anlam ifâde etmez. Allah anlamsız cümle indirmekten münezzehtir.
Tirmizi’nin rivâyet ettiği Safiyye olayı, âyetin iniş sebebi olarak değil, peygamber hanımlarının menkıbeleri bölümünde anlatılır ve bu olayla âyet arasında bir ilişki kurulmaz. Bu rivâyetler, âyetleri, daha önce vukubulmuş olaylara uygulama çabasından başka bir şey değildir. Zaten bu âyet de yalnız başına değil, kendinden önceki ve sonraki âyetlere bağlıdır. Sûrenin başından, tâ onüçüncü âyete kadar Müslümanlara İslâm ahlâk ve âdabı öğretilmektedir.
Yüce Allah bu âyette mü’min erkek ve kadınların birbirleriyle alay etmemelerini, zira alay ettikleri kimselerin, Allah indinde alay edenlerden daha iyi olabileceğini, hepsi bir can gibi olan Müslümanların, kaşla gözle birbirlerini kusurlu göstermemelerini, birbirlerine kötü lakap ve sıfatlar takmamalarını, inandıktan sonra fısk ismi takmanın, mü’min bir insana fâsık demenin kötü bir şey olduğunu, bu gibi şeylerden vazgeçmeyenlerin zâlim (haksız) olduklarını buyuruyor.
Yasak olan, kişiyi, hoşlanmadığı bir lakapla çağırmaktır. Fakat kişiyi, kendisi hakkında genel bir vasıf haline gelmiş olan lakaplarla anmakta bir sakınca görülmemektedir. Meselâ bâzı kimseler “topal”, yahut “kanbur” lakabiyle meşhur olurlar. Eğer bu sözlerde o adama bir sövme, hakaret anlamı yok ise onu bu lakaplarla çağırmakta bir sakınca yoktur.
Bu âyette üç yasak vardır
1) Hiç kimsenin başkasıyla alay etmemesi,
2) Kadınların birbirleriyle alay etmemeleri,
3) Ve kimseye kötü lakap takılmaması.
“İman ettikten sonra fısk adı ne kötüdür!” Yani mü’min bir insana fâsık demek,
2279] Tirmizi, Tefsir, Sûre 49; Câmi’ul-Beyân, 26/132
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 525 -
yahut ona fısk gereği olan kötü isimler takmak ne kötüdür. Bu cümleden anlaşıldığı gibi yasaklanan lakap, insanın zoruna giden, hakaret anlamına gelen lakaptır. Bu lakaplar ancak fâsıklara yaraşır. Mü’mine fâsık denmez, kötü lakap takılmaz. Yahut kötü lakap takmak fâsıkların işidir. Mü’minlerin birbirlerine böyle kötü lakaplar takması yakışık almaz.2280
İstihfaf
İstihfaf; Dinin ilke, yargı ve değerlerine yönelik aşağılayıcı tavır anlamında bir terimdir. Sözlükte “hafif olmak, az, önemsiz ve kıymetsiz sayılmak” anlamındaki haff (hiffet) kökünden türemiş bir kelime olup “hafif görmek, önemsememek” demektir. Kelimenin kökünde bulunan “beden, akıl ve hareket açısından hafif olmak” mânalarından “aklen hafif olma” anlamı istihfafta ağırlık kazanmaktadır.2281 Kur’ân-ı Kerîm’de hiffet kavramı on yedi âyette geçmekte, bunların üçü istihfaf masdarından gelmektedir.2282 Kur’an’da Firavun’un Mûsâ’dan üstün olduğunu ileri sürerek onu aşağıladığı, kavmini sosyal konumlarının düşüklüğü İddiasıyla hafife aldığı belirtilirken istihfaf kavramı kullanılmıştır.2283 Tabersî, Mecma’u’l-Beyân adlı eserde bu durumu, ilmî niteliği bulunmayan istidlallerle kavmini kendisine uymaya yönlendirmek, onların idrak ve anlayışını aşağılayıp küçümsemek şeklinde açıklamıştır. Yine Kur‘an’da Hz. Peygamber’e müşriklerin inkârına karşı sabretmesi, İlâhî vaadin mutlaka gerçekleşeceğini göz önünde bulundurarak, inanmayanların kendisini hafife almalarına fırsat vermemesi şeklindeki uyarı da istihfaf kavramıyla ifade edilmiştir.2284 Taberî bu âyeti, âhirete inanmayan müşriklerin Rasûl-i Ekrem’in nezaket ve hoşgörüsünü İstismar ederek onu elçilik görevini yerine getirmekten alıkoymaya çalışmak biçiminde açıklamıştır. Mâtürîdî ise kavramın “acele etmek” mânasına ağırlık vererek, “Münkirlerin acımasız eziyetleri seni aceleye getirip helâk edilmelerini istemeye sevk etmesin” anlamını öne çıkarmıştır. Hadislerde de hiffet kökünün türevleri ve istihfaf masdarı Kur’an’daki mânalany-la yer almaktadır.2285
İslâm âlimleri, Hz. Peygamber’in Allah’tan getirdiği vahiyleri ve bunlardan zorunlu olarak çıkan dinî hükümleri (zarûrât-ı dîniyye) küçümseme niteliği taşıyan söz veya davranışları istihfaf olarak değerlendirmiştir. Nitekim İbn Teymiyye küçük görmeyi ve önemsememeyi âdet haline getiren kişinin kalbinde tam bir teslimiyetin oluşmayacağını, böyle bir tutumun kibirlenerek İlâhî emre boyun eğmeyen İblîs’in küfrüne benzediğini söylemiş, Sa’deddin et-Teftâzânî de Rasûl-i Ekrem’in Allah’tan getirdiği dini hafife almanın tasdiki ortadan kaldıracağını belirtmiştir. Osmanlı âlimlerinden Bedrür-reşîd Muhammed, insanların küfre düşmesine sebep teşkil eden sözlerin (elfâz-ı küfür) dinin esaslarından birini alaya almak (istihzâ) veya inanılması gereken esasları küçümsemek (istihfaf) yahut haramlığı kesinleşen şeylerin helâl olduğunu söylemek (istihlâl) şeklindeki üç husustan birine gireceğini bildirmiştir. Öte yandan Ali el-Kâri, Kur’ân-ı Kerîm ve Kabe gibi dinde yüce bir konuma sahip bulunan şeyleri ve ibâdetleri hafife almanın, onlar hakkında a^ğıtayıcı ifadeler kullanmanın küfür statüsüne
2280] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y., c.2, s. 157-164
2281] Lisânül-Arab, "hff" md.
2282] M. F. Abdülbâkî, el-Mu’cem, "hff" md.
2283] 43/Zuhruf, 51-54
2284] 30/Rûm, 60
2285] Wensinck, el-Mu’cem, "hff md.
- 526 -
KUR’AN KAVRAMLARI
girdiğine dair âlimlerin görüşünü aktarmıştır. Yakın dönem İslâm âlimlerinden Şehâbed-din Mahmûd el-Âlûsî, Rûm sûresindeki âyetle (30/60) Hz. Peygamber’in yanı sıra ümmetinin de kendilerini onaylamayan, küçük gören, söylediklerini ve yaptıklarını yadırgayanlara karşı sabırlı olmaları yönünde uyarıldığına dikkat çekmektedir. 2286
Lâkab
Bir insanın adının benzerlerinden ayrılması için daha sonra ona verilen isim veya sıfat, çoğulu “elkâb’dır. Gerek yazı dilinde, gerekse konuşma dilinde karşıdaki şahsın rütbe ve ünvanı göz önüne alınarak söylenen sözler de lâkab kategorisi içine girer; Devletli, izzetli, saâdetli gibi.
Lâkab kelimesi hem övgüyü, hem de yergiyi ifade etmek için kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de bu konuya açıklık getirilmekte, “Birbirinizi kötü lakablarla çağırmayınız”2287 denilmektedir. “Ne-be-ze” fiilinden türetilen “Tenâbezû” kötü lâkab takmak, kötü adla çağırmak anlamlarını ifade etmektedir. İnsanı, utanacağı bir adla veya unvanla çağırmanın yasaklanması da bu sebepledir. Âyette zikredilen fiil çoğul olarak kullanılmakta ve bununla bütün müslümanlara hitabedilmektedir.
Müslümanlar arasında birliğin, beraberliğin, sevginin egemen olması için bu tür hareketlerden uzak kalmak gerekmektedir. İman eden bir mü’minin başka bir mü’mini kötü adla anması “fâsıklık” olarak nitelenmekte bu kötü fiili işledikten sonra pişman olmayan, tevbe etmeyen insan da zâlim olarak zikredilmektedir.2288
Müslümanlar hakkında övgü ve saygı ifade eden lâkablar yasaklanmamıştır. Bu tip isimler ve sıfatlar insanların birbirlerini sevmesine, saymasına sebep olur. İnsanların birbiriyle olan münasebetlerini iyi yönde etkiler.
Peygamber Efendimiz’den (s.a.s.) rivâyet edilen bir hadiste: “Mü’minin mü’min kardeşi üzerindeki hakkından birisi de onu en çok sevdiği ismiyle çağırmasıdır” buyrulurmaktadır. Bu hadisin ifadesine göre müslümanları sevdikleri adlarla çağırmak hem sünnettir, hem de örfe uygundur. İnsanları güzel buldukları adlarıyla çağırmakta bir sakınca yoktur. Hatta Hz. Ömer künyelerin yaşatılması fikrinde ısrar etmektedir.
İslâm tarihine göz attığımızda Hz. Ebû Bekir’in Sıddık; Hz. Ömer’in Fârûk; Hz. Osman’ın Zinnûreyn; Hamza’nın Esedullah; Hâlid b. Velîd’in Seyfullah; Hz. Ali’nin Ebû Türab; Umeyr’in Ebû Hureyre adlarıyla anıldıklarını görürüz. Bu da Müslümanları bu tip adlarla çağırmanın teşvik edildiğini göstermektedir.
Peygamberimiz (s.a.s.), Medine’ye hicret ettiğinde Ensar’dan bazılarının iki, üç adla çağrıldıklarını gördü. Onlar, bu adlardan bazılarıyla çağırıldıkları zaman rahatsız oluyorlar, inciniyorlardı. İşte bu âyet-i kerime hem bu konuya açıklık getirdi, hem de müslümanların sevmedikleri adlarla çağırılmalarını yasakladı.
Hz. Peygamber yeni müslüman olanları huzuruna kabul ettiğinde onların
2286] Mustafa Sinanoğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y., c. 23, s. 336
2287] 49/Hucurât, 11
2288] 49/Hucurât, 11
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 527 -
adlarını sorar; hoşuna gitmeyen, insanlar arasında hoş karşılanmayan, bir anlam ifade etmeyen bazı isimleri değiştirir, yerine daha güzel, daha uygun adlar verirdi.2289
Zan ve Sû-i Zan/Kötü Zan
Zan; Sanmak, farz ve tahmin etmek demektir. Zan ile ilgili bazı âyet mealleri şöyledir:
“Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) bir şeyin yerini tutmaz.”2290
“Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar.”2291
“Âhirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise; hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.”2292
Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Zandan sakının. Zira şüphesiz zan sözün en yalan olanıdır.” Bu hadis-i şerifte sû-i zandan sakınma vardır. Üzerinde hiçbir kötülük alâmeti görülmeyen bir kimseyi kötülükle töhmet altına almaya “zan” denir. Bu yersiz ve sebepsiz yere birini kötülemektir. Bu şüphesiz kötü bir zandır. Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmede mü’minleri bundan sakındırmıştır: “Ey iman edenler, zandan çokça sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.”2293
Yasak edilen zannın içine, açıkça şüpheli yerlerde gezen kimse hakkındaki zan, dünya işlerinde yapılan zan ve Allah Teâlâ’ya karşı duyulan hüsn-i zan girmez. Ancak Uluhiyetle ve Peygamberlikle ilgili zanlar haram olan zanlara dâhildir. Çünkü iman ve tasdik hususunda yakîn (kesin bilgi) şarttır.2294
Allah Teâlâ hakkında hüsn-i zan beslemek şarttır. Ebû Dâvud ve Müslim Cabir (r.a.)’den şu hadisi rivâyet etmişlerdir: Herhangi biriniz Allah Teâlâ hakkında hüsn-i zanda bulunmaksızın ölmez. Yani Allah’ın, hakkında merhametli ve şefkatli olduğuna inanarak ölür”.2295 Bir hadiste Allah’ın şöyle buyurduğu ifade edilir: “Ben kulumun, bana olan zannının yanındayım. Beni zikrettiği yerde, ben onunla beraberim...”2296
Sû-i zan: Kötü zann, fena tahmin, şüphe. “Sû” “fenalık, kötülük” demektir. “Sû-i hareket (kötü davranış)”, “sûi ahlâk (kötü ahlâk)”, “sû-i niyet (kötü niyet)” vb. gibi, “sû-i zan” da, “kötü zan” anlamındadır. “Sû’” kelimesi, verilen örnekler ve benzerlerinde, daima, “sıfat” anlamını ifade eder.
2289] Cemil Çiftçi, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 4, s. 16
2290] 10/Yûnus, 36
2291] 53/Necm, 23
2292] 53/Necm, 27-28
2293] 49/Hucurât, 12
2294] Muhammed Abdülaziz el-Hûlî, el-Edebü'n-Nebevî, Terc. Sezai Özdemir, İstanbul 1982, 218
2295] et-Tac, I, 337
2296] Müslim Tercümesi, Kitabu't-Tevbe, Bab I, XI, 87
- 528 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Zan” kelimesi ise, “sanma; farz ve tahmin etme; ihtimale göre hükmetme” demek olduğu gibi, “şek, şüphe, tereddüd, vehim, hayâl” gibi anlamlara da gelir. “Sû-i zann”ın zıddı (karşıtı), “Hüsn-i zan)”dır. “Hüsn”, “güzellik, iyilik, hoşluk, olgunluk, mükemmellik” demektir. “Hüsn-i ahlâk (iyi-güzel ahlâk)”, “hüsn-i hat (güzel yazı)”, “hüsn-i niyet (iyi niyet)”... gibi, “hüsn-i zan”da, “iyi-güzel zan; bir kimse veyâ bir olayın iyiliği hakkında vicdânî kanâat” demektir.
Görüldüğü gibi, iki türlü “zan” vardır. Zan, “tahmin” ve “ihtimal’’e dayandığına göre, bu konuda alınacak tavır ne olmalıdır. Kur’ân ve Hadis, bu hususla ilgili davranışın nasıl olması gerektiğine açıklık getirmektedir: Kur’ân-ı Kerim’de: “Ey inanan (mü’min)ler! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü bazı zan (vardır ki) günahtır...” buyurulmuştur.2297 Âyette, “zanların birçoğundan kaçınınız” denilmekte; sebep olarak da, “bazılarının günah olduğu ifade edilmektedir. Demek ki, zannın hepsi günah değildir; hattâ Allah’a ve mü’min (inanan)lere hüsn-i zanda bulunmak gereklidir. Nûr Süresi’nde: “Onu işittiğiniz vakit erkek mü’minlerle kadın mü’minlerin, kendi vicdanları (önünde) iyi bir zann’da bulunup da...” buyurulduğu gibi,2298 bir rivâyette de: “Ben, kulumun, bana zannı gibiyim” diye vârid olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) de: “Her biriniz, Allah’a, hüsn-i zan ederek ölsün” buyurmuş ve bir başka hadisinde de: “Hüsn-i zan, imandandır” demiştir.
Keşşâf ve benzeri büyük Kur’ân müfessirleri, “doğruyu ve yanlışı, açık belirtileriyle seçmeden, iyice gözleyip düşünmeden zanda bulunulmamasını” önemle tavsiye etmekte, “açıkta bir sebebi ve doğru belirtisi bulunmayan zannın harâm olduğunu, kaçınılması gerektiğini” belirtmektedirler. İhtimal üzerine hüküm olan zanlar, gerçeğe uymadığından, başkasına bühtan ve iftira olacağından, zanda bulunanı vebâl altına sokacaktır.
Bütün bunlardan, zan konusunda çok dikkatli olmak gerektiği ve “Sû-i zann”ın ise, kesinlikle yasak olduğu, açıkça anlaşılmaktadır. Sû-i zann’ın harâm olmayanı, yalnızca fısk ve fucûr (günahkârlık) ile tanınan kimselere karşı yapılanıdır. Durumu kesin olarak bilinmeyen birine hüsn-i zan gerekmese bile, sû-i zan da câiz değildir.
Sû-i zan’dan kaynaklanan “tecessüs” hakkında da, daha önce verilen Hucurât Süresi’ndeki âyette, “tecessüs de etmeyin” buyrulurmaktadır. Tecessüs, “Onun-bunun durumlarını araştırmak, eksiklerini, kusurlarını öğrenme isteği”dir. Allah tarafından yasaklanan bu davranışla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s)’de: “Müslümanların eksiklerini, ayıplarını araştırmayın. Zira herkim müslümanların ayıplarını araştırırsa, Allah Teâlâ’da onun ayıb (kusur)ını tâkip eder, nihâyet evinin içinde bile onu rezil ve rüsvây eder” buyurmuştur.2299
Zanna ve Tahmine Uymak
Bir insan gaflete düştüğünde, mantığı, muhakeme yeteneği büyük ölçüde çalışmaz hale gelir. Bu bir tür yarı uyku halidir. Bu durumdaki bir insan, akıl ve mantık dışı eylemleri son derece rahat bir biçimde yapar hale gelir. Bir süre sonra
2297] 49/Hucurât, 12
2298] 24/Nûr, 12
2299] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1960, VI, 4471-4473; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, İstanbul 1957, 633-634; M. Süreyya Şahin, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 447
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 529 -
öyle bir hale gelir ki, tüm hayatı akıl ve mantık dışı bir temele oturur, ancak bunu fark edemez.
Aklın temel kurallarından birisi, doğruluğu kesin olarak ispatlanmamış bir iddiaya güvenmemektir. Akıl ve mantık sahibi hiçbir insan, doğruluğu şüpheli olan bir bilgiye kesin olarak güvenip, hayatını ona dayandırmaz. Örneğin, hiç kimse, ciddi bir hastalığa yakalandığında, eline geçirdiği ilk ilacı, ne olduğunu bilmeden “belki işe yarar” diye yutmaz. Tüm eylemler, kesin doğrulara dayanmalıdır.
Oysa inkâr edenlerin, ya da Allah’ın hükümlerini göz ardı edenlerin durumu, üstte tarif ettiğimiz türden bir akılsızlıktır. Çünkü bu kişilerin tüm hayatları, birtakım kabuller üzerine kuruludur. Örneğin, hemen hepsi, öldükten sonra Allah’a hesap vermeyeceklerini sanırlar. Ya da hesap verseler bile, suçlu bulunmayacaklarını zannederler. Kabul ettikleri tüm sistemler, ideolojiler birtakım önkabullere dayalıdır. Sahip oldukları dünya görüşünün hiçbir elle tutulur, kesinlik taşıyan dayanağı yoktur.
Kur’an’ın Kehf Sûresi’nde biri inkârcı, biri mü’min olan iki bahçe sahibi anlatılır. Bunlardan biri, az önce söylediğimiz tarzda, hayatını birtakım çürük zan ve tahminlere dayandırmıştır: “Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: ‘Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.’ Kendi nefsinin zâlimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): ‘Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum’ dedi. ‘Kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.”2300
Âyetlerde görüldüğü gibi inkârcı, sahip olduğu bahçenin başına bir şey geleceğini, kıyâmetin kopma ve Allah’a hesap verme saatinin geleceğini de “sanmadığını” söylemektedir. Görüldüğü üzere bu yalnızca bir zandır; bu kişinin elinde bu konuda kesin bir delil, bir güvence yoktur. Ama yine de söz konusu bahçe sahibi, bu temelsiz zannını temel kabul ederek davranmaya devam etmiştir. Vardığı sonuç ise tam bir yıkım olmuştur. Kıssanın devamında şöyle buyrulmaktadır: “Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: ‘Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkâr mı ettin? Fakat, o Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam. Bağına girdiğin zaman, ‘Mâşâallah, Allah’tan başka kuvvet yoktur’ demen gerekmez miydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan. Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne gökten ‘yakıp-yıkan bir âfet’ gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir. Veya onun suyu dibe göçüverir de böylelikle onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç yetiremezsin.’ (Derken) Onun ürünleri (âfetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) oğuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: ‘Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım.’ Allah’ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi. İşte burada (bu durumda) velâyet (yardımcılık, dostluk) hak olan Allah’a aittir. O, sevap bakımından hayırlı, sonuç
2300] 18/Kehf, 32-36
- 530 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bakımından hayırlıdır.”2301
İşte tüm inkârcılar da bu kıssadaki kişi gibi kesin bilgiye değil, zanna uymaktadırlar. Doğruluğu kesin olan bilgi, Allah’tan gelen bilgi, yani vahiydir. İnsan hayatını doğruluğu kesin olan bir bilgiye dayandırmak istiyorsa, Allah’tan gelen bilgiyi, yani Kur’an’ı yol gösterici olarak kabul etmek zorundadır. Buna karşılık, insanlar tarafından üretilmiş herhangi bir kıstas (bir ideoloji, felsefe, sistem, düşünme yöntemi vb.), insanı kesin bilgiye götüremez. Çünkü insanların İlâhî kaynaklara dayanmadan ürettikleri bu tür düşünceler sonuçta birer zandır. Oysa âyetteki, “Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan yana hiçbir yarar sağlamaz”2302 hükmüne göre, zan insanı doğruya ulaştırmaz.
Kur’an’da, zanna uyarak Allah’ın yolundan yüz çevirenlerden şöyle söz edilir: “Kahrolsun, o zan ve tahminle yalan söyleyenler; ki onlar, bilgisizliğin kuşatması içinde habersizdirler. ‘Hesap ve cezâ (din) günü ne zaman?’ diye sorarlar. O gün onlar, ateşin üstünde tutulup eritilecekler: ‘Tadın fitnenizi. Bu, sizin pek acele isteyip durduğunuz şeydir.”2303
Allah’tan başka ilâhlar (yol göstericiler, yardımcılar) edinenlerin tümü zanna uyanlardır. Allah Kur’an’da bu kişiler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Bu (putlar ise,) sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörünüze göre) isimlendirdiğiniz (keyfi) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili hiçbir delil indirmemiştir. Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin (alçak) heva (istek ve tutku) olarak arzu ettiklerine uyuyorlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.”2304
“Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var, yerde kim var tümü Allah’ındır. Allah’tan başkasına tapanlar bile, şirk koştukları varlıklara ve güçlere (gerçekte) uymazlar. Onlar yalnızca bir zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminde bulunarak yalan söylemektedirler.”2305
“Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler.”2306
“Onların çoğunluğu zandan başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiçbir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir.”2307
Zanna ve tahmine uyanlar, kendi basit mantıkları içinde ürettikleri birtakım mazeretleri de Allah’a karşı kullanabileceklerini sanırlar. Oysa bu da bir zandır ve gerçeğe aykırıdır. Mâzeretleri Allah katında geçerli olmayacaktır. Bir âyette bu kişilerle ilgili olarak şöyle hükmedilir: “Zâlimlere kendi mazeretlerinin hiçbir yarar sağlamayacağı gün; lânet de onlarındır, yurdun en kötüsü de.”2308
Dilin Önemi; Dille Yapılan İntihar ve Cinâyetler
Kur’ân-ı Kerim, söze çok önem verir. Bu ehemmiyeti, söz ve konuşma
2301] 18/Kehf, 37-44
2302] 53/Necm, 28
2303] 51/Zâriyât, 10-14
2304] 53/Necm, 23
2305] 10/Yûnus, 66
2306] 6/En’âm, 116
2307] 10/Yûnus, 36
2308] 40/Mü’min, 52; Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel Kavramlar, Vural Y., s. 89-93
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 531 -
anlamına gelen “kavl” kelimesinin her dört âyette bir kullanılmasından da anlayabiliriz. “Kavl” ve türevleri, Kur’an’da tam 1721 yerde geçer. Sözlerin en güzeliyle konuşmayı emreden Kur’an, insanın açık düşmanı olan şeytanın insanların arasını bozmak için kötü ve çirkin sözlerden yararlandığını belirtir ve güzel olmayan sözleri yasaklar.2309 Çirkin ve kötü söz; şirk ve küfür lâfızları başta olmak üzere, arkadan çekiştirme (gıybet), söz taşıma, jurnal etme, yalan, iftira vb. sözlerdir. Bunlar, insanın içinden geçebilirse de başkasına açıklamak ve söylemek câiz değildir. Bir kimse başkasına bir kötülük, bir haksızlık yaptığında, bunu başkasına söylemek de kötü söze girer; ancak, kötülük ve haksızlık gören kimse, ya ıslah etmek yahut da suçlunun ceza görmesini sağlamak maksadıyla bunu açıklamak mecbûriyetindedir.2310
Kur’an’da Allah, güzel sözü, güzel ağaca benzetmiştir.2311 Çünkü güzel sözün meyvesi güzel amel; güzel ağacın ürünü de faydalı meyvedir. Bu âyetteki güzel sözden maksadın “lâ ilâhe illâllah”, güzel ağacın da “mü’min” olduğuna dâir İbn Abbas’a dayanan bir tefsir rivâyet edilir. Bu tevhid kelimesi, dışta ve içte daima güzel amellerin meydana gelmesine sebep olur. Allah’ın râzı olacağı her güzel iş, bu kelimenin meyvesidir. Kötü söz, pis bir ağaca benzetilir.2312 Çirkin söz, rüzgârın şuraya buraya savurduğu köksüz, hafif, yararsız, hatta zararlı ota benzer. Kötü kelime, İbn Abbas ve müfessirlerin çoğuna göre, başta Allah’ı inkâr olmak üzere dinin kötü ve haram saydığı tüm sözlerdir. Çirkin söz, ruha zararlı olan köksüz, dikenli ağaç/bitkidir. Çünkü hem söyleyenin kendisine zarar verir, hem de başkalarını incitir, yaralar. Kötü kelime, her türlü fitnenin, fesâdın, felâket ve musîbetin kaynağıdır. Kötü söz, hem dünyada hem de âhirette insanın felâketlere sürüklenmesine sebep olur. “Onlar (mü’minler), boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve ‘bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler.”2313
İnsanların çoğunu güzel söz söylemekten ve güzel söze icâbet etmekten alıkoyan şeytandır. Kur’an, bize şeytanın insanları güzel söz söylemekten uzaklaştırmaya çalışacağını; çirkin ve kötü sözlerle aralarına düşmanlık sokmak isteyeceğini haber verir: “Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.”2314 Nefsine uyup da şeytanın adımlarını takip edenler için dünyevî zevkler, her türlü güzel gâyelerin üstündedir. Meselâ vicdanları onlara hata yapan birine karşı affedici olmayı, kötü söz söyleyene karşı güzel sözle mukabele etmeyi bildirse bile, onlar nefislerine uyup affetmemeyi veya kötü söze daha kötüsüyle karşılık vermeyi tercih ederler. Fikirlerin değil nefislerin konuştuğu, kibir ve hakaret dolu sözler, alaycı ve itici ifadeler, bir üstünlük gibi görülebilmektedir. İşte bu gibi insanlar, bencillikleri, kendi akıllarını beğenmeleri, büyüklenmeleri ve şeytanın fısıltılarına kulak vermeleri nedeniyle vicdanlarının sesini dinlemez, kendilerine hatırlatılan güzel söze uymazlar. “Vicdanları da bunların doğruluğuna tam bir kanaat getirdiği halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl
2309] 17/İsrâ, 53
2310] 4/Nisâ, 148
2311] 14/İbrâhim, 24
2312] 14/İbrâhim, 26
2313] 28/Kasas, 55
2314] 17/İsrâ, 53
- 532 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğuna bir bak!”2315
Eski şeriatlarda “söz orucu” şeklinde bir ibâdet vardı. Bu, Muhammed (s.a.s.) ümmetinde denge üzere konuşmak şartıyla kaldırıldı. Yani, bizim şeriatımızda susarak oruç olmamakla birlikte, konuşmada şer’î ölçülere riâyet etmek kaydıyla dengeli olmak, az ve öz konuşmak, yani sözü güzelleştirmek, ısrarla tavsiye edilmiştir. Zira konuşulan her sözün hesabı verilecektir. Çok konuşmak, konuşma israfı ve söz kirliliğidir. Gıybet, iftira, hakaret, yalan vb. şöyle dursun, boş konuşmak, yerli yersiz laf ebeliği, geyik muhabbeti, karşımızdakinin kulaklarını rahatsız etmek demektir ki o da, kul hakkıyla ilgili veballerin kapısını aralamaktır.
İnsana konuşma yeteneğinin veriliş amacı, ibâdet (şükür ve zikir), hakkı söylemek ve muhâtaba merâmı ifade edebilmektir. Sözü yerinde kullanmak, onu tesirli kılarken, yerli-yersiz sarf edilen söz de, etkiyi azaltır; anlatılmak istenen mânâyı daha da karmaşık duruma getirdiği gibi, o nisbette muhâtabı da sıkar. Cevâmiu’l-kelîm, yani az kelime ile çok mânâ ifade etme, sözün vecîz olması, Kur’an ve hadislerin edebî üslûbundan birini teşkil etmektedir. Kur’an öğrencisi ve Rasûlullah’ın mirasçısı da bu özelliklere sahip olmaya çalışır.
Eşyanın, yaratılış gâyesinin dışında kullanılması, onun değerini düşürür. Bırakın, gıybet gibi haram ve kötü sözü; Kur’an’ın “levhve’l-hadis dediği, faydasız, boş sözler bile kurtuluşa engel görülmüştür. Mü’min, dini ve dünyası için lüzumsuz olan her türlü şeyden uzaklaşmaya çalışır. “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir; Onlar ki, namazlarında huşû içindedir; Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler...”2316 Mü’min, dini ve dünyası için lüzumsuz olan her türlü şeyden uzaklaşmaya çalışır. Gıybet gibi zararlı sözler yanında, hayır yönü ağır basmayan, boş sözler de, hem de “iman”a vurgu yapılarak yasaklanmıştır: “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!”2317
Geyik muhabbetleriyle vakit öldürdüğünü zannederken, kendi mânevî hayatını öldüren insanların bu davranışı sol omzundaki meleğin devamlı faal olmasına sebep olacaktır: “Ümmetimin kötüleri, gevezelerdir, enine boyuna sözü uzatanlardır, sözlerinde büyüklük taslayanlardır. Ümmetimin hayırlıları da ahlâk bakımından en güzel olanlardır.”2318 “İyiliği emir ve kötülüğü yasaklamaktan ve Allah’ı zikirden başka insanoğlunun her sözü aleyhinedir.”2319
Dili, gereksiz ve boş sözlerle meşgul etmek, insan hakkına tecâvüz sayılan gıybet, dedikodu, iftira, yalan sözler, söyleyenin kalbini kararttığı, günaha sevk ettiği gibi; dinleyeni de yanlış kararlara, hatalara ve felâketlere sürükleyebilir. Konuşulmaması gereken yerde konuşmak, sırrı ifşâ etmek, birçok tehlikeli olayların meydana gelmesine sebep olabilir.2320 Allah, râzı olduğu kullarının vasıflarını sayarken şöyle buyurur: “Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde mütevâzi olarak yürürler, câhiller kendilerine lâf atarsa ‘selâm’ derler.”2321 Lüzumsuz söz ve sataşmalardan
2315] 27/Neml, 14
2316] 23/Mü’minûn, 1-3
2317] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981
2318] Tirmizî, Birr, hadis no: 2019
2319] İbn Mâce, Fiten 12
2320] 60/Mümtehine, 1
2321] 25/Furkan, 63
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 533 -
sakınan mü’minler, böyle övülürken, bunun aksine boş ve lüzumsuz sözlerle meşgul olanlar için de şu ikaz yapılmaktadır: “İnsanlardan kimi vardır ki, bilgisizce (insanları) Allah’ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için eğlence (türünden boş) sözleri (lehv el-hadisi) satın alırlar (bâtıl ve boş söze müşteri çıkar, kıymet verirler). İşte onlara, küçük düşürücü bir azap vardır. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki onları hiç işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak (arkasını) döner. Onu, acı bir azap ile müjdele.”2322
İnsan, inandığından, düşündüğünden ve yaptığından başkasını söylememelidir. Yalan olur bu; hakikatin gizlenmesi olur. Aldatma, ikiyüzlülük, riyâkârlık, münâfıklık olur. Bu tür yalan ve yanlış sözler, ne denli süslü ve yaldızlı kelime ve cümlelerle ifade edilse (şiirleşse, hikâyeleşse, edebiyat ve sanat kostümüyle makyajlansa da merduttur.2323 Kişi, bilerek söylediğinden sorumludur;2324 Dinlediklerinden de.2325 Yapmadığı/yapamayacağı şeyi söylememelidir.2326
Küfür, gıybet, lâf taşıma, iftira, yanlış, yalan, çirkin söz söylemek, zaten güzel insanların işi değil. Ancak bunun da ötesinde, boş (lâğv) söz söylemekten de nehyedilmişiz.2327 Yine, mü’minlerin vasfını Rabbimiz şöyle açıklıyor: “Faydasız bir söz işittiklerinde oradan vakarla uzaklaşırlar.”2328 Mü’min, ya hayır söylemek, ya da susmak zorundadır.2329 Gereksiz tartışmaları da hoş görmüyor Rabbimiz.2330
Konuşmanın kısa, öz ve anlaşılır olmasına da özen gösterilmelidir. Bu konuda Hz. Ali (k.v.): “Çok konuşanın hatası çok olur” diyor. Hz. Ali’nin şu sözleri de önemlidir: “Konuşmadığın sürece söz sana tâbidir. Söyledikten sonra sen, onun mahkûmu olursun.” Çok, gereksiz ve dikkatsiz konuşmamak demek, haksızlık karşısında susmak anlamına gelmez elbet. Yerinde olursa söz altındır. Rabbimizın ikazı hepimizin mâlumudur: “Hakka bâtılı karıştırmayın. Bile bile hakkı gizlemeyin.”2331 Konuşmak gerektiğinde susmak, susmak gerektiğinde konuşmak, kişinin akıl ve inanç zâfiyetine delâlet eder. Hele zulme ve haksızlıklara uğrayanların, onu ortadan kaldırmak için var güçleriyle mücâdele etmeleri gerekir.2332
Güzel söz, güzel insanlara, kötü söz de kötü insanlara yaraşır. Rivâyete göre, Hz. İsa, bir gün insanlara güzel, yumuşak ve etkileyici bir dille İslâm’ı tebliğ ediyor. Toplumun içerisinden biri, devamlı çirkin sözlerle hakaret ediyor İsa Peygambere. Havârilerinden biri dayanamayıp: “Ey İsa! Sen de ona söyledikleriyle mukabele et” diyor. Hz. İsa’nın cevabı çok mânidar: “Herkes torbasında olanı satar. Benim yanımda bu var; onun yanında o.” Kuşkusuz sorulacağız her yaptığımızdan ve söylediklerimizden; ya da yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan, söylememiz gerektiği halde söylemediklerimizden. Kur’an şöyle buyurur: “Sağında ve
2322] 31/Lokman, 6-7
2323] 6/En’âm, 112; 2/Bakara, 204; 63/Münâfikun, 4
2324] 2/Bakara, 225; 50/Kaf, 17-18
2325] 17/İsrâ, 36
2326] 2/Bakara, 44; 61/Saff, 2-3
2327] 23/Mü’minûn, 3
2328] 25/Furkan, 72
2329] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981
2330] 18/Kehf, 54
2331] 2/Bakara, 42
2332] 27/Neml, 221-227
- 534 -
KUR’AN KAVRAMLARI
solunda birer melek, onu gözetlemekte ve söylediği her sözü yazmaktadır.”2333
Bu dünya için boş söz ve gevezeliklerin hoş olmadığını ifade buyuran Rabbimiz, Cennette de boş sözün olmayacağını haber veriyor.2334 Atasözündeki ölçü de yabana atılır cinsten değil: “Biliyorsan söyle; ibret alsınlar. Bilmiyorsan, sus da adam sansınlar.” Herkes kendini bir hesaba çeksin: En doğru, en güzel söz olan Allah’ın Kitabını mı daha çok okuyup anlamaya çalışıyor ve üzerinde düşünüyor; yoksa, gazeteler, televizyonlar, radyolar ve başka sözler mi vaktini daha çok alıp kendisini yönlendiriyor? Konuştuklarının ne kadarı hayır kapsamına giriyor? Konuyla ilgili bir araştırmaya göre, telefonla, internet aracılığıyla ya da yüzyüze insanlarının birbirleriyle konuştuklarının % 80’ini gereksiz sözler kapsıyor, yani söylenmese de olabilecek boş sözler. Dünya ve âhiret hayrı için söylenen, emr-i bi’l-ma’rûf ve dâvet kapsamına giren sözleri araştırsalar, şarkı ve eğlence sözlerinden daha çok olacağını herhalde iddiâ edemeyiz.
Kuşkusuz; sözün en güzelini dinlemek, anlamak, yaşamak ve konuşmak, dilimizi ve hayatımızı O’nunla süslemek güzelleştirecek, olgunlaştıracaktır bizi. Çirkinlikten, kötülük ve hamlıktan koruyacaktır. Fertlerin, âilelerin ve toplumların rahatsızlıklarının şifâ bulması, en doğru söz olan reçeteye (Allah sözüne) yönelmekle mümkündür.
Karanlıktan hoşlanan “yarasalar”, iletişim araçlarıyla, saçma sapan sözleriyle, yalan ve iftirâlarıyla, İslâm’ı söndürmeye muvaffak olamayacaklardır. “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Kâfirler hoşlanmasa da Allah, nurunu tamamlayacaktır.”2335 Her müslüman; Kur’an’dan enerji alan bir nur/ışık olmaya gayret etsin. Göreceksiniz; İslâm’ı karartmak için saldıranlar, bir gün İslâm ile aydınlanacaklar veya kendi zindanlarında cehennemi dünyadayken yaşamaya başlayacaklardır.2336
Firavun, onca küfrüne ve isyânına rağmen saltanatını sürdürüp giderken, dünyevî helâkine bir söz sebep olmuştur: “(Firavun) adamlarını topladı ve bağırdı; ‘ben sizin en yüce rabbinizim’ dedi. Bunun üzerine Allah da onu, ibret-i âlem olacak âhiret ve dünya azâbıyla yakaladı.”2337 Elfâz/sözler çok önemlidir. Âyette görüldüğü gibi kimi zaman Allah’ın gazabını küfür ameller ve duygular harekete geçirmezken, tek bir cümle harekete geçirmektedir. İslâm Akaid âlimleri ve Kelâmcıları, bu yüzden olsa gerek “ef’âl-i küfür” (küfür eylemleri) ve “efkâr-ı küfür” (küfür düşünceler) hakkında söz etmezken, yazdıkları Akaid kitaplarında “elfâz-ı küfür” (küfür sözler) üzerinde fazlaca durmuşlardır.
Söz, kullanmasını bilen insan için mükemmel bir silâhtır. Onunla gönül almak da, gönül yıkmak da mümkündür. Söz, dağınık bir yuvayı tekrar düzene kor; Düzenli bir yuvayı da bozabilir. Müslüman, yeryüzünü ıslah etmekle, insanların arasını düzeltmek ve sulhu sağlamakla emrolunmuştur. İnsanların arasını ıslah etmek, yeryüzünden fitne ve fesâdı kaldırmak için, yani savaş veya iyi geçinmek gibi meselelerde güzel söze daha fazla iş düşmekte, hatta gerekirse, güzel olmak şartıyla, bu iki konuda doğrudan tâviz vermeye bile müsaade edilmektedir.
2333] 50/Kaf, 17-18
2334] 56/Vâkıa, 25
2335] 61/Saff, 8
2336] Âdil Akkoyunlu, Akit, 7 Şubat 1999
2337] 79/Nâziât, 23-25
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 535 -
İmanı muhâfaza etme ve hayırlı ümmet olmanın şartı olan emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker; güzel konuşmanın, tatlı dilin ve söz becerisinin önemini devamlı canlı tutmaktadır. Müslüman olmak, insanlar arasında müslüman tanınmak için şehâdet kelimesi getirerek dile büyük görev düştüğü gibi; dili koruyamamak da elfâz-ı küfür gibi insanın tüm âhiretini mahvedebilir. Bunun için, en güzel konuşan, en büyük insan şöyle buyurmaktadır: “Siz iki et parçanızı (haramlara karşı muhâfaza etmek için) bana garanti verin; ben de sizin cennete gitmenize garanti vereyim. O iki et parçanızın biri, iki dudağınız arasındaki, diğeri ise, iki bacağınız arasındakidir.” 2338
Dinde nice sevaplar dille, dili güzel kullanmakla ancak mümkün olabilmektedir. Namaz, oruç, zikir, Kur’an okumak, emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker, hakkı ve sabrı tavsiye, Allah’a duâ gibi ibâdetlerin yanında; gıybet, iftira, yalan, kaba söz ve kalp kırmak, mü’minlerin arasını ifsad etmek, cemaatleri dağıtmak, fitne çıkarmak, kötülükleri teşvik edip iyiliklere engel olmak, lüzumsuz konuşmak... gibi birçok günahın sebebi de dil/konuşma olmaktadır. Sabırsızlık, sır saklayamamak, her duyduğunu söylemek, nerede ne söyleneceğini bilememek de dile hâkim olamamanın getirdiği günahlardandır.
Dünyayı cennet hayatına çevirir gibi Allah’ın halifesi olmak, dille mümkün olduğu gibi; dünyayı cehenneme çevirmek de dille çok kolay olabilmektedir. Yine, cenneti kazanmak da, cehenneme lâyık olmak da dile sahip olup olamamaktan geçmektedir.
Kuru ekmekle soğanı, güzel sözle katık edebilirseniz nasıl tatlılaşır; tatlı bir yemek, kötü sözle yenilmez bir acılığa ulaşır. Ezop, zengin bir köşkün hizmetçiliğini yapmaktadır. Efendisi, ona bildiği en kötü yemeği pişirmesini ister; beğenmediği, nefret ettiği bir misafiri gelmiştir, ona ikram edecektir. Ezop dil yemeği yapar, getirir. Efendisi buna pek anlam veremese de sesini çıkarmaz. Bir zaman sonra çok sevdiği bir arkadaşı misafir olduğundan, Ezop’tan bu sefer bildiği en güzel yemeği pişirmesini ister. Köşkte her çeşit malzeme olduğu halde Ezop yine dil pişirir getirir. Bu sefer, efendi dayanamaz, sorar: “En kötü yemek istedim, dil getirdin; en iyi yemek istedim, yine dil getirdin, bu ne biçim iştir?” Ezop: “Evet, dil, hem zehirden acı, hem dünyanın en tatlı gıdasıdır” diye cevap verir. Hakikaten çok mükemmel bir sofraya çok acıkmış olarak dâvetli olsak, yemek esnasında birisi bizim onurumuzu kıracak, bizi yerin dibine geçirecek lâflar etse, o yemeğin tadı tuzu kalır mı hiç? Bir söz ustası olan Yûnus, söz konusunda şöyle söyler: “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı. Söz ola ağılı aşı, bal ile yağ ede bir söz.”
Kur’an başta olmak üzere güzel kitapları okuyarak, dâvet çalışmalarıyla tecrübemizi artırarak sözlerimizin, dilimizin yontulmasını sağlayabiliriz. Odun, yontulunca kalem haline de gelebilir. Sözde önemli olan doğruluk ve samimiyettir, güzel bir gâyeye hizmet etmesidir. Yoksa, içi boş, kof sözler, nefse hoş gelse de bunları edebî ve güzel kabul edemeyiz. Sözün edebî olması için edepli olması gerekir, çünkü edebiyat kelimesi edep kelimesinden türemiştir. Edepsiz edebiyat olmaz. Dili ve kalemi terbiye etmeyi öğrenmeden edepli olmak da mümkün değildir. Söz ve kalemin önemi buradan kaynaklanmaktadır.
Yontulmamış odun gibi kaba ve sert olan, güzellik ve yumuşaklıktan nasibini
2338] et-Tâc, 5/183
- 536 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alamamış söz, iyi niyetle bile söylenmiş olsa, çok kere kaş yapayım derken göz çıkartabilir, fayda yerine zarar verebilir.2339 Uzun dilin başı dertli olur. Eli taşlı insanı gören yılan, başının belâsı dilini çıkarıp yalvarır; aynı dil nice canlar yakmıştır. Dilin kemiksiz olması, fesâda, yalana yani harama uzanmasına sebep olmamalıdır. Dâvâ arkadaşlarının yerini haber vermemek için, dilini dişleriyle koparıp zâlim güçlerin yüzüne tüküren adam, gevezeler için ne büyük bir ibrettir.
Konuşma sanatını bilmeyen bir kimse, ne kadar zeki ve değerli olursa olsun, halifelik görevini tam yapamaz. Çevresindekileri kendisinden uzaklaştırır, zavallı insan durumuna düşer ve konuşmasıyla kendisine ve çevresine zarar verebilir, ifsâda yol açabilir. “Söz gümüşse, sükût altındır” sözü, konuşmasını bilmeyenler için geçerlidir. Oysa konuşma sanatını bilenler için söz altındır. Söyleyecek sözü olan, söylenecek uygun söz bulunmadıkça susmakla tanınan bir insan, her zaman kendini dinletir. Ya susun yahut susmaktan iyi şeyler söyleyin. Söylenecek bir sözümüzün bulunması gerekir; halife olarak, mü’min sorumluluğunu duyarak...
Kur’ân-ı Kerim’de Gıybet, Alay, Lakab, Sû-i zan
Kur’ân-ı Kerim’de, “ğıybet” kelimesi, bu şekliyle değil; ğıybet etmek anlamına gelen iğtâbe-yağtâbu fiilinin nehî ğâib sîğası olarak kullanılır. Bu ifâde, bir yerde2340 geçer. Ğıybet kelimesinin türevi olan “ğayb” kelimesi değişik kullanımlarla Kur’ân-ı Kerim’de toplam 60 yerde geçer. Ğayb; göze gözükmeyen, gözle görülmeyen, idrâk edilemeyen, bilinemeyen, açıkça ve içyüzüyle bilinemeyen anlamına gelir. Ğıybetin de bu anlamla ilgisi vardır; ğaybda olan, gözden uzakta bulunan bir kimse hakkında, onun arkasından atıp tutmak, gıyâben onu çekiştirmek anlamı söz konusudur.
Gıybet kelimesinin türediği ğayb kelimesi ve türevleri, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 60 yerde kullanılır. Kur’an, gıybeti yasaklar, bundan sakındırır.2341
Zann kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 68 yerde geçer. Bütün bu âyetlerde zann, sanmak, zannetmek, yakîn hâsıl etmek, tevehhüm etmek, kestirmek, kanaat getirmek, vehim, sanma anlamlarında kullanılır. Zann, ihtimal üzere oluşmuş bir hüküm demektir. Bir kısmı hakka hiç isabet etmez. Etmeyince de başkasının hakkına ait bir hususta onun aleyhine hüküm verilerek bühtan ve iftira atılmış olunur. Özellikle, zannın kaynağı nefsî işler olunca hata daha büyük olur. Bu nedenle zannın bazısı günahtır. Günaha düşmemek, vebala girmemek için zandan kaçınmak esastır. Yasaklanan çirkinlerin çoğu da vebal ve sorumluluk oluşturan, günaha sokan zanlardan oluşur.2342
Zann kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 68 yerde zikredilir. Kur’an’a göre, zan ile gerçeğe ulaşılmaz.2343 Kesin olarak bilinmeyen bir konu hakkında zandan ve tahminden kaçınmanın gerektiği vurgulanır.2344 O yüzden zannın birçoğunun
2339] Bk. 3/Âl-i İmran, 159
2340] 49/Hucurât, 12’inci âyette
2341] 4/Nisâ, 148; 49/Hucurât, 12; 104/Hümeze, 1
2342] Elmalılı, 4472
2343] 6/En’âm, 148; 10/Yunus, 36; 53/Necm, 28
2344] 17/İsrâ, 36; 49/Hucurât, 12
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 537 -
günah olduğu vurgulanır.2345 Kâfirler Zan ile Hareket Ederler: 10/Yûnus, 36. Kur’an, fâsıkların getirdiği haberi mü’minlerin araştırması gerektiğini ifade eder.2346
Alay anlamına gelen “s-h-r” kelimesi (sin, hı, ra) Kur’ân-ı Kerim’de toplam 41 yerde geçer. Bu âyetlerde s-h-r kelimesi ve türevleri alay etmenin yanında, alçaltmak, emri altına almak, boyun eğdirip Mûsâhhar etmek, teshir etmek (belirli bir hedefe zorla sevk etmek), emre âmâde kılmak, emir altına almak, emrine vermek, maskaralık yapmak, alaya almak gibi anlamlarda kullanılır. Kur’an’da s-h-r kelimesin alay anlamında kullanıldığı âyetler şunlardır: 2/Bakara, 212; 9/Tevbe, 79, 79; 6/En’âm, 10; 11/Hıcr, 38, 38, 38; 21/Enbiyâ, 41; 23/Mü’minûn, 110; 37/Sâffât, 12, 14; 38/Sâd, 63; 49/Hucurât, 11.
Lakab kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de çoğul olarak bir yerde kullanılır. Kötü lakap takmak anlamında kullanılan bu kelime, 49/Hucurât, 11. âyette geçer.
“Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahutiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir velî/dost, ne de bir yardımcı vardır.”2347
“Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur (artık O’ndan hiçbir şey beklemesin). Ancak onlardan (gelebilecek bir zarardan) korunmanız (takıyye) başkadır. Allah sizi kendisinin emirlerine karşı gelmekten sakındırıyor (Sakın hükümlerine aykırı davranıp düşmanlarını velî edinerek O’nun gazabına uğramayın). Dönüş, yalnızca O’nadır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye gücü yetendir.”2348
“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini böyle açıklar.”2349
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.”2350
“Ey iman edenler! Sizden olmayanı dost, sırdaş edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan, size fenâlık etmekten geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sînelerinin gizlediği (içlerinde sakladıkları düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz.”2351
“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları
2345] 49/Hucurât, 12
2346] 49/Hucurât, 6
2347] 2/Bakara, 120
2348] 3/Âl-i İmrân, 28-29
2349] 3/Âl-i İmrân, 103
2350] 3/Âl-i İmrân, 105
2351] 3/Âl-i İmrân, 118
- 538 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.”2352
“Sizlere anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerin kızları, kız kardeşlerin kızları, sizi emziren (süt) anneleriniz, süt kızkardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri ve kendileriyle (gerdeğe) girdiğiniz kadınlarınızdan olup koruyuculuğunuz altında bulunan üvey kızlarınız -onlarla gerdeğe girmemişseniz, size bir sakınca yoktur-, sizin sülbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir araya getirdiğiniz (evlilik) haram kılındı. Ancak (câhiliyede) geçen geçmiştir. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, merhametlidir.”2353
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın, dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin. Çünkü Allah’ın indinde sayısız ğânîmetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size Lûtfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”2354
“Münâfıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost, taraftar edinenler, onların yanında izzet (güç, onur ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca Allah’a aittir.”2355
“O, size Kitab’da: “Allah’ın âyetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde onlar, bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın! Yoksa siz de onlar gibi olursunuz” diye indirdi. Doğrusu Allah, münâfıkların da, kâfirlerin de tümünü cehennemde toplayacak olandır.”2356
“Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinize Allah’tan apaçık olan kesin bir delil vermek mi istersiniz?”2357
“Senden fetvâ isterler. De ki: “Allah, ‘çocuksuz ve babasız olanın (kelale’nin)’ mirasına ilişkin hükmü açıklar. Ölen kişinin çocuğu yok da kız kardeşi varsa, geride bıraktıklarının yarısı kız kardeşinindir. Ama (ölen) kız kardeşinin çocuğu yoksa, kendisi (erkek kardeşi) ona mirasçı olur. Eğer kız kardeşi iki ise, geride bıraktıklarının üçte ikisi onlarındır. Ama (mirasçılar) erkekler ve kız kardeşler ise, bu durumda erkek için dişinin iki payı vardır. Allah, -şaşırıp sapmayasınız diye- açıklar. Allah, her şeyi bilendir.”2358
“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.”2359
“Sonunda nefsi ona (Kabil’e) kardeşini (Hâbil’i) öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrâna uğrayanlardan oldu.”2360
“Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab’ı (Kur’an’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen hakkı bırakıp da
2352] 3/Âl-i İmrân, 159
2353] 4/Nisâ, 23
2354] 4/Nisâ, 94
2355] 4/Nisâ, 138-139
2356] 4/Nisâ, 140
2357] 4/Nisâ, 144
2358] 4/Nisâ, 176
2359] 5/Mâide, 2
2360] 5/Mâide, 30
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 539 -
onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse hayırda (iyi işlerde) birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ihtilâf ettiğiniz (ayrılığa düştüğünüz) şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.”2361
“Ey iman edenler! Yahutileri ve hıristiyanları velî/taraftar, dost edinmeyin, onlar birbirlerinin velîleridir/taraftarıdır. Sizden kim onları velî edinirse o da onlardandır….”2362
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”2363
“De ki: ‘Allah, size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeye ya da sizi grup grup, parti parti birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını taddırmaya kadirdir.’ Bak ki, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz!”2364
“(Bir kısmına inanıp bir kısmını da inkâr etmek sûretiyle) Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.”2365
“(Mûsâ yalvarıp) Dedi ki: ‘Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kat. Sen merhamet edenlerin en merhametli olanısın.”2366
“(Şeytan’ın) Kardeşleri ise, onları sapıklığa sürüklerler, sonra peşlerini bırakmazlar.”2367
“Allah’a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”2368
“Ve (Allah,) onların kalplerinin arasını birleştirendir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin; fakat Allah, onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, azîzdir/mutlak gâliptir, hakîmdir/hikmet sahibidir.”2369
“Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük bozgun ve fitne çıkar.”2370
“Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer birer açıklarız.”2371
“Ey iman edenler! Eğer imana karşı inkârı sevip tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve
2361] 5/Mâide, 48
2362] 5/Maide, 51
2363] 5/Mâide, 54
2364] 6/En’âm, 65
2365] 6/En’âm, 159
2366] 7/A’râf, 151
2367] 7/A’râf, 202
2368] 8/Enfâl, 46
2369] 8/Enfâl, 63
2370] 8/Enfâl, 73
2371] 9/Tevbe, 11
- 540 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kardeşlerinizi velîler edinmeyin. Sizden kim onları velî edinirse, işte bunlar zâlimlerdir.”2372
“De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.”2373
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği (ma’rûfu) emrederler, kötülükten (münkerden) alıkorlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Allah daima Aziz’dir (üstündür), Hâkim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).”2374
“İnsanlar sadece bir tek ümmetti. (Önce hepsi tevhid dinine bağlı iken) sonradan ihtilâf edip ayrılığa düştüler. Eğer (azâbın ertelenmesiyle ilgili) Rabbinden bir söz (ezelî bir takdir) geçmemiş olsaydı, ihtilâf ettikleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi (derhal azap iner ve işleri bitirilirdi).”2375
“Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, aksi halde size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez.”2376
“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler. Ancak Rabbinin rahmetine nâil olanlar hâriçtir. Zaten Rabbin onları bunun için (rahmet etmek için) yarattı. Rabbinin, ‘andolsun ki cehennemi insanlar ve cinlerle toptan dolduracağım’ şeklindeki sözü yerini buldu.”2377
“(Babası) Demişti ki: ‘Oğlum, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.”2378
“Andolsun, Yusuf ve kardeşlerinde soranlar için âyetler (ibretler) vardır. Onlar şöyle demişti: ‘Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir; oysaki biz, birbirini pekiştiren bir topluluğuz. Gerçekte babamız, açıkça bir şaşkınlık içindedir.”2379
“Onların (cennettekilerin) göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar.”2380
“Saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür.”2381
“Hakında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve kalb bunların hepsi ondan sorumludur.”2382
“Onlar seni, sana vahyettiğimizden çevirip başka şeyi uydurmayı ve Bize atfetmeyi
2372] 9/Tevbe, 23
2373] 9/Tevbe, 24
2374] 9/Tevbe, 71
2375] 10/Yûnus, 19
2376] 11/Hûd, 113
2377] 11/Hûd, 118-119
2378] 12/Yûsuf, 5
2379] 12/Yûsufu, 7-8
2380] 15/Hıcr, 47
2381] 17/İsrâ, 27
2382] 17/İsrâ, 36
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 541 -
istediler ki, o zaman seni öz dost edineceklerdi. Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, sen belki onlara biraz meyledecektin.”2383
“... Siz Beni bırakıp da şeytanı ve soyunu evliyâ/dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır.”2384
“(Mûsâ Allah’a duâ ederek dedi:) “Bana âilemden bir de vezir (yardımcı) ver; Kardeşim Hâürûn’u; Onun sâyesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl; böylece Seni bol bol tesbih edelim; Ve çok çok zikredip analım Seni.”2385
“Mü’minler, gerçekten felâh bulmuştur. Onlar, namazlarında huşû içindedirler. Onlar, tümüyle boş şeylerden yüz çevirirler.”2386
“…İşte onlara, sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa verilir ve onlar, kötülüğü iyilikle uzaklaştırıp kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. Boş ve faydasız sözü işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: ‘Bizim yapıp ettiklerimiz bizim, sizin yapıp ettikleriniz sizindir. Size selâm olsun, biz câhilleri benimsemeyiz’ derler.”2387
“Onları (evlât edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah katında daha adildir. Eğer babalarını bilmiyorsanız artık onlar, dinde sizin kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için bir sakınca (bir vebal) yoktur. Ancak kalplerinizin kasıt gözeterek (taammüden) yaptıklarınızda vardır. Allah, bağışlayandır, merhamet edendir.”2388
“Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara bir şey yapmadıkları halde eziyet edenler, şüphesiz İftira etmiş ve apaçık bir günah işlemiş olurlar.”2389
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost oluverir. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.”2390
“...Onlar, Allah’a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.”2391
“Bir de, kötü bir zanla zanda bulunmakta olan münâfık erkeklerle münâfık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları azablandırması için. O kötülük çemberi, tepelerine insin. Allah, onlara karşı gazablanmış, onları lânetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Varacakları yer ne kötüdür.”2392
“Hayır, siz peygamberin ve mü’minlerin, âilelerine ebedi olarak bir daha dönmeyeceklerini zannettiniz. Bu, sizin kalblerinizde çekici kılındı ve kötü bir zanla zanda bulundunuz da, yıkıma uğramış bir kavim oldunuz.”2393
2383] 17/İsrâ, 73-74
2384] 18/Kehf, 50
2385] 20/Tâhâ, 29-34
2386] 23/Mü'minûn, 1-3
2387] 28/Kasas, 54-55
2388] 33/Ahzâb, 5
2389] 33/Ahzâb, 58
2390] 41/Fussılet, 34-35
2391] 45/Câsiye, 19
2392] 48/Fetih, 6
2393] 48/Fetih, 12
- 542 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Muhammed Allah’ın rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...”2394
“Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz, ona şahdamarından daha yakınız. Onun sağında ve solunda oturan iki tespit edici ve yazıcı tespit edip yazarken, O, söz olarak ( herhangi bir şey ) söyleyiversin, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır.”2395
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan ittika edip korkun ki, merhamete ulaşasınız.”2396
“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık (günahkârlık/yoldan çıkmak) ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte bu kimseler zâlimdir.”2397
“Ey iman edenler! Zandan çokça sakının (zannın çoğundan kaçının). Çünkü zannın bir bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını araştırmayın. Biriniz diğerinizir gıybetini yapmasın, arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhametlidir.”2398
“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi şûbelere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, en takvâlı (O’ndan en çok korkanınız, sorumluluk bilincine en fazla sahip) olanınızdır. Şüphesiz Allah (her şeyi) bilendir, (her şeyden) haberi olandır.”2399
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan râzı olmuş, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın hizbi/fırkası olanlar, felâh (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.”2400
“Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar, felâh (kurtuluş) bulanlardır.”2401
“Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: ‘Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş
2394] 48/Fetih, 29
2395] 50/Kaf, 16-18
2396] 49/Hucurât, 10
2397] 49/Hucurât, 11
2398] 49/Hucurât, 12
2399] 49/Hucurât, 13
2400] 58/Mücâdele, 22
2401] 59/Haşr, 9
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 543 -
olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten sen, çok şefkatlisin, çok merhametlisin.”2402
Münâfıklık edenleri görmüyor musun ki, Kitap Ehlinden inkâr eden kardeşlerine derler ki: ‘Andolsun, eğer siz (yurtlarınızdan) çıkarılacak olursanız, mutlaka biz de sizinle birlikte çıkarız ve size karşı olan hiç kimseye, hiçbir zaman itaat etmeyiz. Eğer size karşı savaşılırsa elbette size yardım ederiz.’ Oysa Allah, şâhidlik etmektedir ki onlar, gerçekten yalancıdırlar.”2403
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şâyet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.”2404
“Olur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah, gücü (her şeye) yetendir, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”2405
“Allah, kendi yolunda hepsi birbirine kenetlenmiş, yekpâre/tek parça ve müstahkem bir duvar/bina gibi, saf bağlayarak savaşanları sever.”2406
“Şunların hiç birine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık, alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan), hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan olabildiğince günahkâr, zorba, saygısız, sonra da kulağı kesik.”2407
“İşte o gün kişi o gün, kendi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar; O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.”2408
“Arkadan çekiştirip duran, kaş-göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline...”2409
Hadis-i Şeriflerde Gıybet, Alay, Lakab, Sû-i zan
“Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?” “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!” dediler. Bunun üzerine: “Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!” açıklamasını yaptı. Orada bulunan bir adam: “Ya benim söylediğim onda varsa, (Bu da mı gıybettir?)”dedi. Peygamberimiz: “Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun. Eğer söylediğin onda yoksa bir de bühtanda (iftirada) bulundun demektir.”2410
Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü, sana Safiyye’deki şu şu hal (kusur olarak) sana yeter!” demiştim (Râvîler: Hz. Âişe (r. anhâ), Safiyye’ nin kısa boyluluğunu kast etti, dediler). (Hz. Peygamber bundan memnun kalmadı ve):
2402] 59/Haşr, 10
2403] 59/Haşr, 11
2404] 60/Mümtehine, 1-2
2405] 60/Mümtehine, 7
2406] 61/Saff, 4
2407] 68/Kalem, 10-13
2408] 80/Abese, 34-37
2409] 104/Hümeze, 1
2410] Ebû Dâvud, Edeb 40, h. no: 4874; Tirmizi, Birr 23, h. no: 1935 -1999-; Müslim, Birr 70, h. no: 2589; Mâlik, Muvatta, Kelâm, Hadis no: 10
- 544 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Öyle bir kelime sarfettin ki, eğer o denize karıştırılsaydı (denizin suyuna galebe çalıp) ifsad edecekti” buyurdu. Hz. Âişe ilâveten der ki: “Ben Rasûlullah (s.a.s.)’a bir insanın (tahkir maksadıyla) taklîdini yapmıştım. Bana hemen şunu söyledi: “Ben bir başkasını (kusuru sebebiyle söz ve fiille) taklîd etmem. Hatta (buna mukabil) bana, şu şu kadar (pek çok dünyalık) verilse bile!”2411
“Mîrac gecesinde, bakır tırnakları olan bir kavme uğradım. Bunlarla yüzlerini (ve göğüslerini) tırmalıyorlardı. “Ey Cebrâil! Bunlar da kim?” diye sordum: “Bunlar, dedi, insanların etlerini yiyenler ve ırzlarını (şereflerini) payimal edenlerdir.”2412
Bu kimselerin yüzlerini ve göğüslerini tırmalamakla cezalandırılmaları hususunda Tîbî şu açıklamayı yapar: “Yüz ve göğüs yolmak matem tutan kadınların vasfı olması münasebeti ile müslümanları gıybet edip şereflerini pâyimâl edenlere ceza kılınmıştır. Böylece bu iki sıfatın erkeklere yakışmadığı aksine en kötü halde ve en çirkin surette olan kadınların sıfatı oldukları iş’ar edilmiş olmaktadır.”
“Kim bir müslüman(ı gıybet ve şerefini pâyimal etmek) sebebiyle tek lokma dahi yese, Allah ona mutlaka onun mislini cehennemden tattıracaktır. Kime de müslüman bir kimse(ye yaptığı iftira, gıybet gibi bir) sebeple (mükâfat olarak) bir elbise giydirilse, Allah Teâla Hazretleri mutlaka, onun bir mislini cehennemden ona giydirecektir. Kim de (malı, makamı olan büyüklerden) bir adam sebebiyle bir makam elde eder (orada salâh ve takvâ sahibi bilinerek para ve makama konmak için riyakârlıklara girer)se Allah Teâlâ Kıyâmet günü onu mürâiler makamına oturtarak (rezil eder ve mürâîlere uygun azapla azaplandırır.)”2413
“Ribânın (fâizin) en kötüsü, haksız yere müslümanın ırzını (mânevî şahsiyetini) rencide etmektir.”2414
Açıklama:
1- Ribanın en kötüsü diye tercüme ettiğimiz erbâ’rriba tabiri “en çok vebâle sebep olan”, “en ziyade haram olan” gibi mübâlağalı bir mana ifade etmektedir. Burada kötülüğü zihinde tespit edilmek istenen şey gıybettir. Çünkü ırzı rencide, gıybetle olur. Gıybetin bu kadar kötü olması, kişinin nazarında şerefin maldan daha kıymetli olmasından ileri gelir. Irzla kişinin mânevî şahsiyetinin, içtimai itibar ve şerefinin kastedildiğini bir kere daha hatırlatabiliriz. İbn’l-Esir, en-Nihaye’de: “Irz, insanın medh ve zemm yeridir. Nefsi de, selefi de veya durumunun taalluk ettiği bir başkası da olabilir” diye tarif ettikten sonra “kişinin nefsini ve hasebini (itibarını) koruyan, onu noksanlaşma ve yaralanmalardan koruyan yönü de dendi” diye açıklar. Hadiste Aleyhissalâtu vesselâm “Her müslümanın kanı, malı, ırzı bir diğer müslümana haramdır” buyrulmuştur. Şu halde, insanın kan ve maldan sonra gelen varlığı, onun ırzını teşkil etmektedir. İnsan ecdadıyla itibar kazanır, intisab ettiği cemaatle, köy veya şehri veya beldesiyle itibar kazanır, şeref duyar. Şu halde, yukarıdaki tarifteki medh ve zemm yeri tabiri ile insana itibar getiren, şeref kazandıran her hususun kastedildiğini anlamamız gerekir. Böylece kişiyi dolaylı olarak rencide edici sözlerin daima gıybet hanesine
2411] Ebû Dâvud, Edeb 40, h. no: 4875; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 19, 52, h. no: 2503, 2504 -2623, 2624-
2412] Ebû Dâvud, Edeb 40, h. no: 4878, 4879
2413] Ebû Dâvud, Edeb 40, h. no: 4881
2414] Ebû Davud, Edeb 40, h. no: 4876
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 545 -
yazılacağını bilmemiz gerekir. Dinimizin insan mevzuundaki bu hassasiyeti, ona verdiği yüce değerden kaynaklanır.
2- Gıybeti kötülemede, onu riba ile mukayese etmek de başka incelik. Çünkü dinimizde ribâ/fâiz en çok kötülenen, kaçınılması hususunda en çok dikkat çekilen, hassâsiyet gösterilen bir günahtır. Kur’an-ı Kerim’de “Ribâ (faiz) yiyen kimselerin kıyâmet günü, kabirlerinden şeytan çarpmış kimselerin kalkışı gibi kalkacakları... Allah’ın riba’yı helâl sayan kâfirleri sevmediği” ifade edilir.2415
Şu halde, sadedinde olduğumuz hadis, gıybetin bu pis günahtan daha pis bir günah olduğunu belirtmektedir. Tîbî der ki: “Rasûlullah “ırz”ı, mübalağa kasdıyla mal cinsine sokmuş ve ribayı iki çeşit kılmıştır: Bir çeşidi müteârif riba’dır yani borçludan, malını fazlasıyla almaktır. Müteârif olmayan riba ise kişinin dilini arkadaşının ırzına uzatmasıdır. Hadiste ikinci riba birinciden daha kötü ilan edilmiştir.”
Gıybetin böylece kötülenmesi İslâm’ın çok ehemmiyet verdiği içtimâî tesanüdü zedeleyici olmasından ileri gelir. Başka çeşit yaraların tedavisi kolay ise de, mânevî yaraların, içtimaî hastalıkların tedavisi zordur. Çoğu kere mümkün değildir. Üstelik bu, ferdî hukuka girmektedir, affedilmesi, öncelikle gıybeti edilen kimsenin affetmesine bağlıdır. Hâlbuki bazen ırkî, mezhebî, siyasî cemaatî mülahazalarla kitlelerin gıybeti yapılmakta, böylece hem ümmet birliği ciddi şekilde yaralar alarak günümüzdeki darmadağanıklıkta olduğu gibi gıyr-i İslâm unsurlar karşısında güçsüz duruma düşülmekte; hem de öbür dünyaya büyük veballe gidilmektedir. Gıybete giren ufak bir kelâmla, icabında bir millet, bir hizib, bir âile mensupları toptan rencide edildiği için günahı büyük olmaktadır. Dinimizde bu korkunç hal, “gıybetin, bütün sâlih amelleri, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi yiyip bitireceği” şeklinde ifade edilmiştir. Evet, ateş, kıymık kıymık toplanan odunu ân-ı vahidde yok eder. Bir hayat boyu bin bir zahmetle kılınan namazlar, tutulan oruçlar ve nice fedakârlıklarla verilen sadakalar hesapsız bir çift sözle bir anda yakılıp yok edilebilecek bir nezâhet arzetmektedir. Rasûlullah’ın ikazı bilhassa bu meslede iyi dinlenilmelidir.
3- Hadiste geçen istitâle, dil uzatma demektir. Bunun içine rencide edici her çeşit sözün gireceği açıktır.
4- Hadiste yer verilen “haksız yere” tâbirinden âlimler, bazı hallerde gıybetin câiz olacağı hükmünü çıkarmışlardır. Zulme uğrayan, hakkı rencide edilen kimsenin şikâyet etmeye, zâlimin yüzüne zulmünü haykırmaya hakkı vardır. Bu günah olan gıybet değilir. Bundan sonraki hadiste görüleceği üzere ehl-i bid’anın, fâsığın kötülükleri, onların şerrinden mü’minleri korumak kasdıyla hallerinin beyanı câizdir, yasağa girmez.2416
“Kim bir mü’mini bir münafığa (gıybetçiye) karşı himâye ederse, Allah da onun için, Kıyâmet günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa, Allah onu, kıyâmet günü, cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından paklanıp) çıkıncaya kadar hapseder.”2417
2415] Bakara 275-276
2416] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 12/314-315
2417] Ebû Dâvud, Edeb 41, h. no: 4883
- 546 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Açıklama:
1- Sadedinde olduğumuz hadis, bir mü’min gıybet edildiği zaman sessiz kalmayıp, onun müdâfaa edilmesini teşvik etmektedir. Hadisteki “münâfık”tan maksad gıybetçidir. Mü’minin yüzüne karşı değilde gıyabında zemmettiği için münâfık denmiş olmaktadır. Öyleyse mü’minin himayesi ile kastedilen şey, onun şerefinin (ırzının) korunmasıdır. Bu, lehinde konuşmak veya en azından gıybet etmesine meydan vermemekle olur.
2- “Söylediğinden çıkıncaya kadar” ibaresi “söylediğinin sebep olduğu mesuliyetten yani günahtan halâs oluncaya kadar” demektir. Daha açık olarak şöyle söyleyebiliriz: “Gıybet eden kimse, gıybetiyle kazandığı günahtan -hasmını râzı etmek veya bir şefaate, bir affa uğramak veya günahı miktarınca azab görmek suretiyle- temizleninceye kadar köprünün üzerinde hapsedilir.”2418
“Ne fâsık ne de mücâhir (günahı açıktan işleyen) kimse için söylenen gıybet sayılmaz. Mücâhir olan hâriç, bütün ümmetim affa mazhar olmuştur.”2419
Açıklama:
1- Rezîn merhumun ilâvesi olan bu rivâyetin kaynağı bulunmamıştır. Ancak hadisin ikinci kısmı yani “...mücâhir olan dışında bütün ümmetin affa mazhar olacağını” beyan eden cümle Müslim ve Buhârî’de gelmiştir.
2- Mücâhir, masiyetini açığa vuran, Allah’ın örttüğü günahını söyleyerek açan kimsedir. Sadedinde olduğumuz rivâyetin Buhârî’deki vechi mücâhereyi açıklar: “Mücâhere (günahı aleni işlemek)den biri şudur: “Kişi gece (haram) bir amelde bulunur, sonra sabah olur, Allah onu örtmüştür (kimse bilmez) ama o der ki: “Ey filan bu gece ben şunu şunu yaptım.” Bazen da (gündüz günah işlemiştir) akşam olur, Rabbi onu örtmüştür, (kimse bilmez) ertesi sabah, kendi lehine Allah’ın örtmüş olduğunu açar.”
3- Hadis, işlenen günahların setrini emretmektedir. Yani her ne kadar yasak da olsa, günahtan kaçınmak mümkün olmayabilir. Öyleyse mü’min şu veya bu şekilde, bilerek veya bilmeyerek bir günah işleyecek olsa, ona düşen, tevbe etmek ve bu günahını kimseye söylememektir. Rasûlullah, günahını sıkılmadan herkese söylenen veya herkesin gözü önünde çekinmeden günah işleyen kimselerin İlahî aftan istifade edemeyeceklerini haber veriyor. İslâm aleyhine yapılan sistemli ve ısrarlı organize propogandalar sonucu, dinin yasakladığı haramları işlemek bir marifet, bir ilericilikmiş havası hâkim olunca, kendini bilmeyen sefih ve beyinsiz takım, içki, kumar, zina, rüşvet, aldatma, kaytarma gibi pek çok çirkefliklerini, bir marifet işlemişcesine herkesin yanında anlatır veya alenen işler. Bu durum, cemiyette “kötülüğe kötü demek, günahı günah bilmek” marifetini de yok edeceği, hatta pek çok zayıf kimselere teşvik olacağı için çok kötü bir gelişmedir, pek ciddi içtimâî bir marazdır. Bu dereceye ulaşan kötülükten dönüş de zor olur. Nehy-i ani’lmünker de yapılamaz. Onun için Rasûlullah kötülüğü aleni yapan veya gizli yapsa bile ilan eden kimselerin durumlarının ciddiyetini duyurmak için “onların affedilmeyeceklerini” söylemiştir. Bir parça Allah ve
2418] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 12/316
2419] Rezîn ilavesidir. Buhârî'de ikinci kısım mevcuttur. Buhârî, Edeb 60; Müslim, Zühd 52, h. no: 2990
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 547 -
âhiret inancı olana, bu tehdid-i nebevi çok şey söyler. İbn Battâl der ki: “Günahı âleni yapmada Allah ve Rasûlünün ve sâlih mü’minlerin haklarını istihfâf vardır. Ayrıca bunda mücâhirlerin bir nevi inadı yatar. Örtmede ise istihfaftan selamet vardır. Çünkü günah, sahibini alçaltır. Keza örtmede -eğer haddi gerektiren bir günahsa- hadd cezasından kurtuluş; taziri gerektiriyorsa ta’zir cezasından kurtuluş vardır. Allah’ın hakkına tam riâyet edildiği takdirde, Ekremu’l-Ekremîn olan ve rahmeti gadabını aşan Rabb Teâlâ onu dünyada örttüğü için âhirette de rüsvay etmez. Günahını açığa vuran, bütün bunlardan mahrum kalır.”
Nevevî’nin zikrettiğine göre “fıskını veya bid’asını aleni yapan kimsenin aleni olan günahları ile gıybeti câizdir; alenî olmayan günahları sebebiyle gıybeti câiz değildir.2420
“Kattat (söz taşıyan) cennete girmeyecektir.” Müslim’in rivâyetinde “nemmâm cennete girmeyecektir” şeklinde gelmiştir.2421
“Bana kimse ashâbımın birinden (canımı sıkacak bir ) şey getirmesin (söylemesin). Zira ben, sizin karşınıza, içimde hiç bir şey olmadığı halde çıkmak istiyorum.”2422
Açıklama:
1- Son iki hadis, laf getirip götürme ile alâkalıdır. Dinimizin üzerinde durduğu kötü ahlâklardan biri de laf getirip götürme huyudur. Fertler arasındaki münasebetleri bozarak cemiyetin huzuruna te’sir edecek, içtimaî bütünlüğü yaralayacağı için şiddetle yasaklanan huylar arasında yer almıştır. Kur’ân’da buna yer verilmesi, meselenin ehemmiyetini anlatmada yeterlidir: “Çok yemin edene, haysiyetsiz kimseye, kusur arayana, söz taşıyana, hayırdan alıkoyana, haddini aşana, çok günahkâr olana... iltifat etme!”2423 Hümeze sûresi de burada zikre değer. Onda her ne kadar doğrudan laf taşıyıcılık mevzubahis edilmiyorsa da, buna yakın tavırlar takınanlara tehdit ifâde edilmektedir: “Yazıklar olsun arkadan çekiştirmeyi ve yüze karşı kaş göz işaretiyle eğlenip ayıplamayı âdet edinene”2424
2- Hadiste geçen kattât ve nemmâm aynı mânaya gelmektedir. Nitekim rivâyetin vecihleri değiştikçe kelimelerden her ikisine de yer verildiği görülmektedir. Bazı âlimler nemmâm, sözü bizzât dinleyip nakleden, kattât ise, söylenenlere kulak kabartıp işittiği gelişi güzel dedikoduları nakledendir diye arada bir fark görmek istemiştir.
İmam Gazâli der ki: “Kendisine dedikodu ulaşan kimseye düşen, onu tasdîk etmemek, hakkında söz edilen kimsenin de, söylendiği şekilde olduğu zannına düşmemesi, “acaba” diyerekten, söyleneni tahkike de kalkmaması, ayrıca laf getireni ayıplayıp, bunu bir daha yapmamasını söylemesi, vazgeçmezse ona öfkelenmesi, kendisi için de, nemmâmı, zecrettiği şeyi hoş görüp o işittiğini yaymaya kalkmamasıdır. Aksi takdirde kendisi nemmâm olur.” Gazâli’nin kaydettiğine göre, Ömer İbn Abdilaziz’e bir adam gelerek: “Senin hakkında falanca şöyle söyledi” der. Ömer de: “İstersen bunu tahkik edelim. Eğer yalancı çıkarsan “Bir
2420] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 12/317-318
2421] Buhârî, Edeb 50, Müslim, İman 169, h. no: 105; Ebû Dâvud, Edeb 38, h. no: 4771; Tirmizî, Birr 79, h. no: 2027
2422] Tirmizî, Menâkıb h. no: 3893; Ebû Dâvud, Edeb 33, h. no: 5860
2423] 68/Kalem, 10-12
2424] 104/1. âyet
- 548 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fâsık size haber getirince araştırın”2425 hükmüne girersin. Şâyet duyduğun doğru çıkarsa “Dili ile iğneleyen, koğuculuk eden...”2426 hükmüne girersin ki, her iki halde de mes’ulsun. İstersen senin için üçüncü şıkkı tercih edelim, seni affedelim de bu iş böyle kalsın!”der. Adam: “Af diliyorum, bir daha böyle bir işe girişmeyeceğim” der.
Nevevî der ki: “Bütün bu yasaklar, nakledilen şeyde şer’î bir maslahat yoksa câridir. Aksi takdirde, müstehab veya vâcibtir. Şöyle ki: “Bir adam, bir kimsenin başka bir kimseye haksız olarak ezâ vereceğine muttali olursa, öbür şahsı uyarıp ezadan koruması gerekir. Keza bir kimse imamı veya sorumluluğu olan kimseyi, yerine bakacak olan nâibinin davranışı hakkında ihbarda bulunacak olursa, bu yasaklanmaz.” Yine Gazâlî şöyle demiştir: “Nemîme aslında, hakkında söz edilen kimseye söz götürmektir. Meselâ falanca senin hakkında şöyle söyledi demek gibi. Ancak nemîme deyince sadece bu kastedilmez, daha umumî kullanışı vardır. Normal olarak, açıklanması hoşa gitmeyen her şeyi açıklamaya, nemîme denir. Hoşa gitmeme deyince kendisinden nakil yapılanın hoşlanmaması ile kendisine nakil yapılanın veya bir başkasının hoşlanmaması birdir, hepsi de nemîmeye girer. Kezâ menkul sözle veya işâretle de olsa; bir kusur veya bir başka şey de olsa birdir. Meselâ bir kimsenin malını gizlediğini gören kimse bunu ifşa etse bu da nemîmeye girer. Yani kısacası nemîme, açıklanması hoşa gitmeyecek bir şeyi açıklamaktır.”
“Gıybet ve nemîme bir midir faklı mıdır? Bu hususta ulemâ ihtilaf etmiştir. Râcih olan, farklı olmaları ve aralarında umumhusus münasebetinin bulunmasıdır. Yani nemîme, bir kimsenin halini bir başkasına fesâda bâis olacak bir muhtevada, rızası olmadan nakletmektir. Bu nakilden o şahsın haberi olmuş olmamış farketmez. Yeterki rızasız olsun, nemimedir. Gıybet ise, gıyabında, hoşlanmayacağı bir şeylerle adamı zikretmektir. Nemîme ifsâd kasdıyla temâyüz eder, gıybette bu kasdın varlığı şart koşulmaz. Gıybet ise hakkında konuşulanın gıyabında olmakla temâyüz eder. Bu vasıflar dışında gıybet ve nemime müşterektirler. Alimlerden bazısı, gıybette, hakkında konuşulan kimsenin gâib olmasını şart koşmuştur.”
4- Yukarıdaki hadiste Rasûlullah (s.a.s.), ashâbından herhangi biri hakkında hoşuna gitmeyecek bir söz, bir davranış bir kötü huy vs. getirilmemesini, Ashâbı hakkındaki hüsn-i zannını rencide edecek bir şikâyetin olmamasını taleb etmektedir. Sebebini de açıklıyor. “Evden, herkese karşı iyi duygularla çıkıp o duygularla onlarla karşılaşmak istiyorum...” Bazı âlimler, bu temenniyi şöyle anlamışlardır: “Ben dünyadan, hepsine karşı iyi duygularla ayrılıp, Kıyâmet günü bu duygularla onları karşılamak istiyorum.” Yani, Ashâbından hiçbirine karşı içinde bir öfke, bir kırgınlık olmadan dünyadan ayrılmayı temenni etmiş olmaktadır.2427
Âişe (r. anhâ) anlatıyor: “Onbir kadın oturup, kocalarının ahvalini haber vermede ve hiçbir şeyi gizlemiyecekleri hususunda birbirlerine kesin söz verip anlaştılar:
Birincisi (zemmederek): “Benim kocam (yalçın) bir dağın başındaki zayıf bir
2425] 49/Hucurât, 6
2426] 68/Kalem, 11
2427] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 12/318-319
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 549 -
devenin eti gibidir. Kolay değil ki çıkılsın, semiz değil ki götürülsün” dedi. (Yani kocasının sert mizaçlı, huysuz, gururlu oluşuna, âilenin kendisinden istifade etmediğine işaret etti.)
İkincisi (de zemmederek): “Ben kocamın haberini fâş etmek istemem, çünkü korkarım. Eğer zikretmeye başlarsam büyük-küçük her şeyini söyleyip bırakmamam gerekir, (bu ise kolay değil)” dedi.. (Bu sözüyle kocasının çok kötü olduğuna işaret etti).
Üçüncüsü (zemmederek): “Benim kocam uzun boyludur, konuşursam boşanırım, konuşmazsam muallâkta bırakılırım” dedi. (Bu da kocasının akılca kıt olduğunu belirtmek istedi).
Dördüncüsü (överek): “Kocam Tihâme gecesi gibidir. Ne sıcaktır, ne soğuktur. Ne korkulur, ne usanılır” dedi.
Beşincisi: “Kocam içeri girince pars, dışarı çıkınca arslan gididir. Bana bıraktığı (ev işlerinden hesap) sormaz” dedi (Kamus’ta Âsım’ın açıklamasına göre pars, köpek gibi avda kullanılan bir hayvandır. Avladığını yemez sahibine getirir, uykuyu çok sever. Hikâyede kadın kocasının iyi kazanıp âilesine getirdiğini, âilesinin harcama vs. işlerine karışmadığını ifade ediyor. Dışarıda arslan olması, çalışıp kazanmasından kinâye olmalıdır).
Altıncısı: “Kocam, yedi mi (üst üste katlayıp) çok yer, içti mi sömürür, yattı mı sarınır. Benim kederimi anlamak için (elbiseme) elini sokmaz.” (Bu da kocasının kendisiyle ilgilenmediğini, yiyip içmekten başka bir şey düşünmediğini söylemek ister.)
Yedincisi: “Kocam tohumsuzdur (erlik yapmaktan âcizdir). Her dert onundur (vücudunda çeşitli hastalıklar var). Başımı yarar, vücudumu yaralar, (bunları yapmak için) her şeyi toplar, (her eline geçeni kullanır, vurur)” dedi.
Sekizincisi: “Onun (vücuduna) dokunmak tavşana dokunmak gibi (yumuşak)tır. Güzel kokulu bitki gibi hoş kokar” dedi.
Dokuzuncusu: “Kocamın direği yüksektir (evi rahattır), kılıcının kını uzundur (boylu posludur), ocağının külü çoktur, evi meclise yakın (misafirperver) bir adamdır” dedi.
Onuncusu: “Kocam mâliktir, hem de ne mâlik! Artık akıl ve hayalinizden geçen her hayra sahiptir. Onun çok devesi vardır. Develerin çökecek yerleri çok, yaylakları azdır. Çalgı sesini duydular mı helâk olacaklarını anlarlar. (Yani develer yayılmaya salınmaz, kesilmek üzere bekletilir, çalgı ve eğlence sesi duyunca kesileceklerini anlarlar demektir.)
Onbirincisi: “Kocam Ebû Zerr’dir. Amma ne Ebû Zerr’dir! Anlatayım: Kulaklarımı zinetlerle doldurdu, bazularımı yağla tombullaştırdı. Beni hoşnut kıldı, kendimi bahtiyar ve yüce bildim. O beni şıkk denen bir dağ kenarında bir miktar davarla geçinen bir âilenin kızı olarak buldu. Beni atları kişneyen, develeri böğüren, ekinleri sürülüp daneleri harmanlanan müreffeh ve mesud bir cemiyete getirdi. Ben onun yanında söz sahibiyim, hiç azarlanmam. (Akşam) yatar sabaha kadar uyurum. Doya doya süt içerim. Ebû Zerr’in annesi de var: Ümmü Ebû Zerr. Ama o ne annedir! Onun zahire anbarları büyük, hararları iri, evi geniştir.
- 550 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ebû Zerr’in oğlu da var. Ama ne nezaketli gençtir o. Onun yattığı yer, kılıcı çekilmiş kın gibidir. Onu dört aylık bir kuzunun tek budu doyurur, (az yer). Ebû Zerr’in bir de kızı var. Ama o ne terbiyelidir. Babasına itaatkârdır. Anasına da itaatkârdır. Vücudu elbisesini doldurur. Endamıyla (kuma ve akranlarını) çatlatır.
Ebû Zerr’in bir de câriyesi var. O ne sadakatli, ne iyi câriyedir. Âile sırrımızı kimseye söylemez, evimizin azığını asla ifsad ve israf etmez, evimizde çer çöp bırakmaz, temiz tutar. Nâmusludur, eve kir getirmez.
Bir gün Ebû Zerr evden çıktı. Her tarafta süt tulumları yağ çıkarılmak için çalkalanmakla idi. Yolda, bir kadına rastladı. Kadının, beraberinde, pars gibi çevik iki çocuğu vardı, koltuğunun altından kadının memeleriyle oynuyorlardı. (Kocam bu kadını sevmiş olacak ki) beni bıraktı, onunla evlendi. Ondan sonra ben de şeref sâhibi bir adamla evlendim. O da güzel ata binerdi. Hattî mızrağını alır ve akşamüzeri deve ve sığır nev’inden birçok hayvan sürer, bana getirirdi. Getirdiği her çeşit hayvandan bana bir çift verirdi. (Bu kocam da bana:)
“Ey Ümmü Zerr! Ye, iç ve akrabalarına ihsanda bulun!” derdi. Ümmü Zerr der ki: “Buna rağmen, ben bu ikinci kocamın bana verdiklerinin hepsini bir araya toplasam, Ebû Zerr’in en küçük kabını dolduramaz.”
Bu hadisi rivâyet eden Hz. Âişe der ki: “Rasûlullah (s.a.s.) (gönlümü almak için): “Ey Âişe, buyurdular, ben sana Ebû Zerr’in Ümmü Zerr’e nisbeti gibiyim. (Şu farkla ki Ebû Zerr Ümmü Zerr’i boşamıştır, ben seni boşamadım. Biz beraber yaşayacağız).”2428
Açıklama:
1- Bu hadîs, çok veciz, edebi, teşbihli bir üslûb ve garib kelimelerle kadınlar arasında cereyan eden bir muhâvereyi nakletmektedir. Muhâvere onbir kadın arasında geçmekte ve kadınlar kocalarını medh veya zemmederek anlatmaktadırlar. Rivâyetin sanat yönü ve edebî zevki, tercümede maalesef kaybolmaktadır. Bu hadisten, bunu rivâyet eden Hz. Âişe’nin edebî gücünü ve onun müstesna ve mümtaz şahsiyetini anlamak mümkündür.
2- Hadiste yer verilen teşbihlerle ifade edilmek istenen mânayı tercüme sırasında parantez içi ilaveler veya dipnotlar halinde kısaca belirtmeye çalıştık. Âlimler bu teşbihleri daha da geniş açmışlar, hatta bazen aynı ibâreden birbirine ters düşen yorumlara gitmişlerdir. Zikri geçen onbir kadının şahsiyet ve isimlerini tespite çalışanlar da olmuştur. Bazılarının ismi söylenmiş ise de bazıları mübhemliklerini korumuştur. Ancak isimden bahseden rivâyetlerin mevsûk ve güvenilir olmadığını âlimler ayrıca belirtir.
3- Hadis Sahiheyn’de Hz. Âişe’nin rivâyetidir. Sadece sondaki “Ey Âişe ben sana, Ebû Zerr’in Ümmü Zerr’e nisbeti gibiyim” kısmı merfudur. Ancak diğer bazı rivâyetlerde ve mesela Nesâî’nin Abbâd İbn Mansûr’dan kaydettiği bir rivâyette hadisin her tarafı merfudur. Hz. Âişe hadîse şöyle başlar: “Rasûlullah (s.a.s.) bana buyurdular ki: “Ben sana, Ebû Zerr’in Ümmü Zerr’e nisbeti gibiyim” dedi. Ben de: “Ey Allah’ın Rasûlü, annem babam sana kurban olsun, Ebû Zerr de kim?” diye sordum. Anlatmaya başladı: “Kadınlar toplandı...” ve hadisi böylece Aleyhissalatu vesselâm sonuna kadar anlatır.
2428] Buhârî, Nikâh 82; Müslim, Fedâilü's-Sahâbe 92, h. no: 2448
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 551 -
4- Hadisten Çıkarılan Bazı Faydalar:
Kadınlara iyi muâmelede bulunmak gerekir. Onlara gösterilecek yakınlık, mubah meseleler çerçevesinde sohbet, mizah bu iyi muâmelenin bir parçasıdır. Rasûlullah bu hikâyeyi Hz. Âişe’den dinlemiş veya Hz. Âişe’ye anlatmıştır.
Erkek hanımına mizah yapmalı, şakalaşmalı, kadının şımarmasına meydan vermeyecek ölçüde kendisini sevdiğini ihsas etmeli ve hatta söylemelidir.
Hadiste malla övünmek yasaklanmakta, dinî meselelerdeki faziletin söylenmesinin câiz olduğu beyan edilmektedir.
Erkek, âilesine onlarla olan durumunu haber verebilir. Bilhassa yaptığı ihsanlara küfrân müşahede ettiği zaman bunu hatırlatması uygundur.
Kadın, kocasının kendisine yaptığı iyilikleri zikredebilir.
Erkek hanımlarından birine, diğerinin yanında söz ve fiille hususî bir ikramda bulunabilir. Ancak bu, diğerlerine çevre müncer olmamalıdır.
Çok evli olan kimse, kadınlarıyla, onların nöbetleri dışında da sohbet edebilir.
Eski ümmetlerden ibretli temsiller anlatılabilir.
Ruhları hafifletmek, gönülleri neşelendirmek maksadıyla bir kısım nükteli hikâyeler, nezih fıkralar anlatılabilir.
Kadınların, kocalarına sâdık ve vefâdar olmaya, nazarlarını onlara hasredip, iyiliklerine şükranda bulunmaya teşvik var.
Kadın kocasından bildiği iyi ve kötü tarafları anlatabiliyor, tavsifte mübâlağaya da kaçabiliyor. Yeter ki bunu âdet haline getirmesin, bu durumda mürüvvetin kırılmasına sebep olur.
Hattâbî, “Kişiyi kendisinde bulunan bir kusuruyla zikretmek câizdir, yeter ki, bunu yapmaktan nefret ettirmek kastedilsin, bu gıybet sayılmaz” diye bir hüküm çıkarmış, ancak Ebû Abdullah et-Teymî buna karşı çıkıp şöyle demiştir: “Bu şekilde istidlâl Rasûlullah (s.a.s.)’ın, kocasını gıybet eden kadını bizzat işitip, müdâhelede bulunmaması hâlinde doğru olurdu. Amma, hazır olmayandan yapılan hikâye böyle değil. Şöyle ki, halk içinde birisi: (Herhangi muayyen bir şahsı belirtmeden) “Beş para etmeyen bir kimsedir” diyecek olsa bunda bir mahzur yoktur. “İbn Hacer, Hattâbî’nin de bunu kastetmiş olabileceğini söyleyerek, hakkındaki tenkidin yersiz olduğunu söyler.
Mazirî der ki: “Böylesi bir özür beyanına, bu hadis yanında zikredilen kimse, kadınları kocalarının gıyabında konuşurlarken dinleyip onları bu davranışlarında ikrar etmiş olsaydı, ihtiyaç duyulurdu. Ama hadiste cereyan eden vak’a böyle değil. Hadiste Hz. Âişe, Rasûlullah’a gâib, meçhul kadınların hallerini hikâye etmiştir, şu halde burada özür aramak gereksiz. Şâyet bir kadın, kocasının hoşlanmayacağı bir halini vasfetmiş olsa, bu davranış, Kur’an-ı Kerim’in haram ettiği gıybet olur; bu, konuşana da dinleyene de haramdır. Böyle bir konuşma sadece hâkimin huzurunda şikâyet makamında yapıldığı takdirde haram olmaz. Ama tekrar edelim, bu söylediğimiz muayyen bir şahısla ilgilidir. Fakat şahsı bilinmeyen meçhul birisi hakkında olursa bunu dinlemekte bir mahzur yoktur. Zira kişi, yanında zikredildiği kimsenin kendisini tanıdığını bilmesi halinde rahatsız olur.
- 552 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şurası da mâlum ki, bu şahıslar zaten meçhul kimseler. İsimleri şöyle dursun ne şahısları ne de zatları bilinmemektedir. Kadınların müslüman oldukları sabit değil ki haklarında gıybet hükmüne gidilsin. Öyleyse söylenen sebeple bununla istidlâl bâtıl olur.”
Daha önce evlenmiş bir dulla nikâhlanmayı mekruh addedenleri, bu hadis te’yid etmektedir. Zira, Ümmü Zerr, ikinci kocasının elinden geldiğince kendisine iyilikler yapıp ikramlarda bulunduğunu itiraf etmesine rağmen, ilk göz ağrısı olan birinci kocasını unutamamakta ve ikinciyi evvelkiyle kıyaslıyarak alçaltmaktadır.
Sevgi kusuru örtmeye, görmemeye sevk etmektedir. Nitekim Ümmü Zerr önceki kocasının, kendisini boşamış olmak gibi ciddî bir kötülüğüne rağmen, sevgisi sebebiyle hâlâ faziletlerini mübalağalı şekilde söylemektedir. Rivâyetin bazı veçhinde Ebû Zerr de onu boşamaktan pişmanlık ifâde etmektedir.
Hadîs, meçhul olması kaydıyla bir kadının vasfedilip mehâsininin erkeklere söylenmesinin câiz olduğunu da göstermektedir. Muayyen bir kadının bir erkek yanında tavsifi veya kadından, yabancı bir erkeğin bakması haram olan kısımlarının zikri câiz değildir.
Benzetme (teşbih), benzetilenle benzeyenin her hususta eşitliğini gerektirmez. Nitekim Rasûlullah, “Ben sana Ebû Zerr gibiyim” demiştir. Maksadı, Ebû Zerr’le Ümmü Zerr arasındaki ülfetteki benzerliği hatırlatmaktır; onun serveti, çocukları, hizmetçisi, hanımını boşaması vs. değildir.
Kinâye ile boşama, niyetin mukarenetiyle gerçekleşir. Nitekim Rasûlullah Ebû Zerr’e kendisini benzetti, ama bununla Hz. Âişe’yi boşama niyeti yoktu. Hâlbuki Ebû Zerr karısını boşamış birisi idi. Mühelleb’e göre fazilet ehli hangi dinden olursa olsun, onun fazileti örnek alınabilir, taklîd edilebilir. Zira Ümmü Zerr, Ebû Zerr’in iyi davranışlarını anlatınca Rasûlullah (s.a.s.) onu kendine örnek alarak, Hz. Âişe’ye söylediğini söylemiştir.
Kadı İyaz bu yoruma şu şekilde itiraz etmiştir: “Hadisin siyakında, Rasûlullah (s.a.s.)’ın Ebû Zerr’i örnek edindiğini gerektiren bir karine yok. Bilakis Aleyhissalâtu vesselâm, Hz. Âişe’ye karşı davranışının, Ebû Zerr’in Ümmü Zerr’e karşı davranışına benzediğini ifâde etmiştir.”
Bu itirazı mâkul bulmamak mümkün değil, zira örnek almak, önceden kendinde olmayan bir şeyde olur. Böylece kişi bir başkasını örnek alarak, kendindeki eksikliği giderir. Hâlbuki sadedinde olduğumuz rivâyette Rasûlullah, aradaki benzerliğe dikkat çekmiştir. Mühelleb, hükmünü ümmet hakkında bazı kayıtlar tahtında ifade etse daha uygun olurdu: “Güzel olan bir şeyi bir başka din mensubundan almak câizdir” şeklinde. Bu durumda şu soru akla gelir: “Acaba İslâm’ın ihmal ettiği bir güzellik var mıdır?”
Kişiyi yüzüne karşı medhetmek câizdir, yeter ki şımarıp fesâda uğrayacağından emin olursun. Hadis, konuştukları zaman kadınların çoğunlukla kocalarından söz ettiklerine delildir. Erkekler bunun hilâfınadır. Zira onlar umumiyetle geçim meselelerinden söz ederler. Garip kelimelerin kullanılmasına, zorlamaya, yapmacıklığa kaçmıyorsa sözde secîe yer verilmesine cevaz vardır. Bu husus hikâyenin Arapça aslını okuyunca, Arapça bilenlerce teyid edilecektir. Kadı İyaz,
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 553 -
konuşmalarda edebî sanatlardan pek çoğuna yer verildiğini söyler. Şârihler bunları gösterir ve açıklar. Teysîr, hadiste geçen garip kelimelerin, teşbihli ibârelerin açıklanmasına, ihtiyaca binâen beş sayfadan fazla yer ayırmıştır.2429
İnsanların Kusurlarını Araştırmak veya Örtmek Konusuyla İlgili Hadisler
Abdullah İbn Ömer (r. anhumâ) anlatıyor: “(Bir gün) Rasûlullah (s.a.s.) minbere çıkıp yüksek sesiyle şöyle nidâ etti:
“Ey diliyle müslüman olup da kalbine iman nüfuz etmemiş olan (münâfık)lar! Müslümanlara ezâ vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın. Zira kim bir müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa, Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa, onu, evinin içinde (insanlardan gizli) bile olsa rüsvay/kepaze eder.”2430
Açıklama:
1- Burada Rasûlullah (s.a.s.) insanların kusurlarını araştırmayı münâfıklık olarak ifâde buyurmaktadır. Zîra diliyle müslüman olup kalbine iman ulaşmayanlar münâfıktır. Ancak imanı “kemaliyle” diyerek kayıtlayacak olursak müslümanın da kastedildiği anlaşılır ve böylece hitaba müslüman ve münâfık her iki grup da dâhil olur. Şârihler hadisi böyle anlarlar. Nitekim hadisin devamında “kim müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa” tâbiri için, müslüman kardeşi tabiri geçmektedir. Münâfık müslümana kardeş olamayacağına göre, Rasûlullah, hitabında fâsık müslümanı da kastetmiş olmaktadır. Şu halde, hadiste sadece münâfıkların kastedildiğini söyleyenler hadisin zâhirine muhalefet etmiş olur. Hadisin daha âmm olan vechiyle hükmetmek daha doğru, daha isâbetli olur.
2- Müslümanlara eza vermeyin ibâresindeki müslümanlar’la “kâmil müslümanlar”, yâni diliyle ikrar eden ve kalbiyle de inanmış bulunan müslümanlar kastedilmiş olmaktadır.
3- Müslümanın kınanması demek, geçmiş zamanda işlediği günahları, hataları, kusurları sebebiyle ayıplanması geçmişinin başına kakılması demektir. Âlimler, müslüman kişi hâlini düzeltmiş ise, eski günahlarından tevbe ettiğinin bilinmesi ile bilinmemesi arasında fark görmezler, her iki halde onların başına kakılmasının câiz olmayacağını söylerler.
Ancak, işlemekte olduğu esnada görülen veya yakın zamanda işlemiş olduğu ve fakat tevbe ettiği görülmeyen günahı sebebiyle ayıplanmasına gelince, bu işin, muktedir olan herkese vacib olduğu belirtilmiştir. Hatta duruma göre fiiline hadd veya ta’zir gerekebilir. Bu durumda müdahale, emr-i bi’lmâruf ve nehy-i ani’lmünker sınıfına girer.
4- Müslüman kardeşinin kusurunu araştırmama emri, “kâmil müslüman” diye kayıtlanmıştır. Fâsık bu yasaktan hâriç tutulmuştur, çünkü ondan sakınmak ve başkalarını da sakındırmak gerekir.
Müslümanın kusurunu araştırmayı âyet-i kerime de yasaklamıştır: “Mü’minler arasında hayâsızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara, dünya ve âhirette can yakıcı
2429] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 10/90-93
2430] Ebû Dâvûd, Edeb 40, hadis no: 4880; benzer rivâyetle, yakın bir mânâda: İbn Mâce, Hûdûd 5, h. no: 2548; Tirmizî, Birr ve's-Sıla 84, h. no: 2101
- 554 -
KUR’AN KAVRAMLARI
azâb vardır. Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.”2431
“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin (kusurunu arayıp) tecessüs etmeyin, kimse kimseyi gıybet etmesin. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır?...”2432
5- Bu hadiste müslümanın hürmetinin Ka’be’den üstün olduğu ifade edilmektedir. Bu ifâde sadedinde olduğumuz rivâyette İbn Ömer’in sözü gibi gözükmektedir. Ancak hadisin İbn Mâce’deki vechinde, ifadenin Rasûlullah’a ait olduğu sarihtir: “İbn Ömer der ki: “Ben Hz. Peygamber (s.a.s.)’ı tavaf ederken gördüm. Ziyâret sırasında Ka’be’ye hitaben şunu söylüyordu: “Sen ne temizsin, senin kokun da ne hoş, ne temiz. Sen ne ulusun, senin hürmetin ne yüce. Muhammed’in ruhunu elinde tutan Zât’a yemin ederim ki, mü’minin Allah indindeki hürmeti, mal ve canının hürmeti, senin hürmetinden daha büyük. Mü’min hakkında hayırdan başka zanda bulunmamızın hürmeti (haramlığı) da böyledir. (Biz onun hakkında sâdece hüsn-i zanda bulunmakla mükellefiz.)”
İnsanın hürmetinin Ka’be’nin hürmetinden yüce oluşu ilk nazarda garipsenebilir. Ama âyet-i kerime’nin, insanı “mükerrem”2433 ve “yeryüzünün halifesi”2434 ilân ettiğine dikkat eder ve yine Kur’an’da bir insanın haksız yere öldürülmesinin bütün insanlığı öldürmeye denk tutulduğu’nu2435 göz önüne alırsak meseleyi hakkıyla takdir edebiliriz.2436
“Kim bir ayıp görür ve onu örterse, diri diri gömülmüş bir kızı ihya etmiş gibi olur.”2437
“Bir kul dünyada bir kulu örterse, Allah Kıyâmet günü onu mutlaka örter.”2438
Zeyd İbn Vehb anlatıyor: “İbn Mes’ud (r.a.)’a (bir adam) getirilip: “Şu herif falancadır, sakalından şarap damlıyor” denildi. Abdullah (r.a.): “Ben tecessüsten men edildim. Lâkin bize bir şey zâhir olursa onu ele alırız!” cevabını verdi.”2439
Açıklama:
Bu hadisler müslümanda görülecek çirkin bir hal, bir davranış olursa onun gizlenmesi, neşredilmemesi gereğini takrir etmektedir. Âlimler: “Bu fiil yapılmış, bitmiş bir günah bile olsa örtülmelidir, yeter ki fâili onu gizli yapmış bulunsun” demiştir. Tâbiî ki bu açıklama, fıskını alenî yapan fâsığın örtülmesinin gerekmeyeceğini ifade eder. Âlimler bu ma’nâyı: “Fâsık-ı mütecâhiri gıybet günah değildir” diye bir başka tarzda hükme bağlamışlardır.
İslâmî âdâb, alenî işlenmeyen günahların peşine düşülmesini yasaklamıştır. İctihadla değil, nassla mâsiyet olduğu sabit olan bir günah alenî işlenecek olursadevlet yetkililerinin müdâhale hakkı doğar. Hâdisenin alenîyet kazanması iki şâhiddir. Zina suçunda dört erkek şâhid şart koşulmuştur. İslâm, günümüzde
2431] 24/Nûr, 19
2432] 49/Hucurât, 12
2433] İsra 70
2434] En'am 25
2435] Mâide 32
2436] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 10/221-222
2437] Ebû Dâvud, Edeb 45 h. no: 4891
2438] Müslim, Birr 72, h. no: 2590
2439] Ebû Dâvud, Edeb 44, h. no: 4890
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 555 -
olduğu gibi, hususî ve görünmez tedbirlerle, gizli istihbarat teşkilatlarıyla ayıpların araştırılmasına, mâsiyet olduğu nassla kesinlikle sabit olmayan -bir başka deyişle ferdî ictihadla masiyet olduğuna hükmedilen hususlarda- insanlara devlet görevlisinin bile müdahale etmesine müsaade etmez. Bu çeşit müdâhalelerin insanları ifsâd edeceği kabul edilmiştir. Rasûlullah (s.a.s.): “Eğer sen insanların kusurlarını araştıracak olursan onları ifsad edersin -veya- ifsâd noktasına getirirsin” buyurmuştur.
Bir başka hadiste Peygamberimiz (s.a.s.): “Eğer emîr (devlet reisi) insanlar arasındaki şüpheli şeylerin peşine düşecek olursa onları ifsâd eder” buyurmuştur.
Bilhassa günümüzde diktatörlüğün artıp, insanların inançlarına varıncaya kadar, “Ben size müsaade etmeden inanır mısınız?... Ellerinizi ayaklarınızı çaprazlama keseyim de görün!”2440 diyen Firavunvâri devlet müdahaleciliğinin arttığı bir devrede, yüce dinimizin bu prensibinin daha iyi anlaşılması için 3430 numarada özet olarak kaydedilen Ukbe İbn Âmir hadisini aynen kaydediyoruz. İbretle okunmalıdır:
Sahâbîlerden olan ve bir ara Mısır’da valilik yapan Ukbe İbn Âmir’in kâtibi Duceyn anlatıyor: “Ukbe’ye: “Benim bazı komşularım var, şarap içiyorlar, onları polise haber vermek istiyorum, gelip götürsünler” dedim. Kabul etmeyip: “Bunu yapma, ancak onlara va’z u nasihat et ve (ihbar ederim diye) tehdit et!”dedi. Ben öyle yaptım ama yine de vazgeçmediler. Tekrar Ukbe’ye geldim ve: “Ben (dediğiniz gibi) onları şaraptan nehyettim ama dinlemediler, içmeye devam ediyorlar. Artık polis çağıracağım, gelip yakalasınlar!” dedim. Ukbe yine razı olmadı ve: “Yazık sana, bu yapılır mı? Zira ben Rasûlullah (s.a.s.)’ın şöyle söylediğini işittim: “Kim bir mü’minin kusurunu örterse, kabre diri gömülmüş kızcağıza hayat vermiş gibi olur” cevabını verdi.”2441
“Emîr, halka karşı sû-i zanna düşerse halkı ifsad eder.”2442
Açıklama:
Rasûlullah (s.a.s.) bu hadislerinde ümerânın (idarecilerin) halka karşı siyasetlerinde uymaları gereken mühim bir prensip vaz’ediyor. Sû-i zanla hareket etmemek, onları müttehem, kuşkulu kimseler kabul etmemek, haklarında hüsn-i zannı, güveni esas almak. Aksi takdirde halk, ahlâken bozulacaktır. en-Nihâye’de, “Yani emîr insanları bazı şeylerle itham ederek, alenen sû-i zanda bulunursa bu hal onları haklarında ittiham olunan fenalıkları işlemeye sevk eder” der.
Ali İbn’l-Hüseyn anlatıyor: Safiyye (radıyallahı anhâ) buyurdu ki: “Hz. Peygamber (s.a.s.) itikâfta iken ziyaret maksadıyla geceleyin yanına uğradım. Bir müddet konuştuk. Sonra geri dönmek üzere kalktım. Uğurlamak üzere de o kalktı. Kapıya kadar gelmişti ki, Ensar’dan iki kişi oradan geçiyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.)’i görünce hızlandılar. Rasûlullah (s.a.s.): “Ağır olun dedi, şu yanımdaki Huyey’in kızı Safiyye’dir.” Onlar: “Subhânallah, dediler bu da ne demek ey Allah’ın Rasûlu” Hz. Peygamber (s.a.s.): “Şeytan, insana, damarlardaki kan gibi nüfuz eder. Ben, onun kalplerinize bir kötülük atmasından korkarım” buyurdu.”2443
2440] 7/A'râf, 123
2441] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 10/223-224
2442] Ebû Dâvud, Edeb 44, h. no: 4989
2443] Buhârî, İ'tikâf 8, 11, 18; Farzu'l-Humus 4, Bed'u'l-Halk 11, Edeb 121, Ahkâm 21; Müslim, Selâm 23-25 h. no: 2174, 2175; Ebû Dâvud, Sıyâm 79, h. no: 2470
- 556 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Açıklama:
Hadisten şu hükümler çıkarılmıştır:
1- Mutekifi ziyaret câizdir.
2- Mutekifin mubah şeylerle meşguliyeti câizdir. Ziyaretcilerle konuşması, onlarla kalkması, onları uğurlaması gibi.
3- Mutekif zevcesiyle başbaşa yalnız kalabilir.
4- Kadın, mu’tekifi ziyaret edebilir.
5- Hz. Peygamber (s.a.s.) ümmetine karşı müşfiktir, onların günaha düşmemesi için gayret sarfetmiştir, çünkü Rasûlullah (s.a.s.) hakkında sû-i zan ederek günaha girebileceklerdi.
6- Sû-i zan uyandıracak durumlarda kaçınmak, şeytanın tuzağına düşmemek için itina göstermek, icabında özür beyan etmek gerekir. Bu husus, örnek ittihaz edilen âlimler ve diğer büyükler hakkında daha ziyade ehemmiyet taşır. Onların sû-i zanna sebep olacak fiilerden son derece kaçınmaları gerekir. Her ne kadar haklı ve hulus sahibi olsalar bile haklarında sû-i zan uyandıracak davranışta bulunmaları asla câiz değildir. Çünkü bu durum kendilerinden, ilimlerinden istifadeyi ortadan kaldırır. Bu mevzu ile ilgili olarak bazı âlimler: “Hâkim, kapalı olma halinde töhmetten kurtulmak için hükmün sebebini mahkûma açıklamalıdır” demiştir. Durum böyle olunca, “nefsimi alçaltıyorum, terbiye ediyorum” özrüyle uygunsuz ve fenâ davranışlardan çekinmeyenlerin hataları pek zâhirdir. Bunların, kendilerine sünnet-i nebeviye’den örnek göstermeleri mümkün değildir.
7- Kadınların geceleyin evlerinden dışarı çıkmaları câizdir.
8- Hayrete düşülen, taaccüp edilen durumlar karşısında sübhânallah demek câizdir. Bu tabir, hadislerde, tazîm, ürperti, utanma gibi başka hisler tahrik eden durumlarda da kullanılmıştır.2444
“Kim müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Kıyâmet günü Allah da onun ayıbını örter. Kim de müslüman kardeşinin ayıbını açarsa Allah da onun ayıbını açıp evinin içinde bile rezil eder.”
Açıklama:
Âlimler, örtülmesi, teşhir edilmemesi gereken ayıpları bir daha dönüp yapılmayacak şahsî kusurlar olarak yorumlamışlardır. Değilse herkesi ilgilendiren kötülükleri, cürümleri işleyen kimselere müdahale etmek, vazgeçmediği takdirde ilgililere şikâyet etmek yasaklanmış olan gıybet değildir, bilakis herkese terettüp eden emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i anil-münker vazifesidir. Şu halde ayıbın örtülmesine müteallik hadisler kötülüklerle mücadeleye engel yapılmamalıdır.2445
“Sakın (sebepsiz ve kötü) zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik
2444] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 2/408-409
2445] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 17/316
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 557 -
etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.”2446
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.”2447
“Eğer sen, insanların ayıplarını araştırmaya kalkışırsan, onları ifsad eder veya ifsad etmeye ramak kalırsın.”2448
“Kim bir ayıp görür de onu örterse, (Câhiliyye devrinde) toprağa diri diri gömülen kızları diriltmiş gibi olur.”2449
“Kim, hürmeti düşecek, şerefinden noksanlık olacak bir yerde müslümana yardımcı olmaz, onu yalnız bırakırsa, Allah da yardımını istediği yerde onu yalnız bırakır. Kim şerefinden kaybedeceği, saygının azalacağı bir yerde müslümana yardımcı olursa, yardımını istediği yerde Allah, ona yardımcı olur.”2450
“Kardeşinin derdine sevinip gülme! Sonra Allah onu esirger de, senin başına verir.”2451
“Kim bir (din) kardeşini bir günahtan ötürü ayıplarsa, kendisi de o günahı işlemeden ölmez.” Ahmed bin Hanbel diyor ki: Şârihler, (bu hadisin şerhinde) “tevbe ettiği bir günahtan ötürü” dediler.2452
“Mal veya namus meselesinde bir kardeşi için zimmetinde bir haksızlık bulunup da (dünya hayatından) alınmadan önce onunla helâlleşen kula Allah rahmet etsin. Çünkü orada (kıyâmette) ne dinar, ne de dirhem vardır. Eğer sevabları varsa bu sevablardan alınacak, şâyet sevabları yoksa onların günahlarından (alınıp) bunun sırtına vurulacaktır.”2453
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını görürse, Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da o sebeple onu kıyâmet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah da o kimsenin ayıp ve kusurunu (kıyâmet gününde) örter.” 2454
“Kim bir mü’mini, bir münafığın şerrinden korursa, Allah (c.c.), ona bir melek gönderir. Kıyâmet gününde onun etini cehennem ateşinden korur. Kim bir müslümanı kötülemek
2446] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18
2447] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
2448] Ebû Dâvud, Edeb 44, hadis no:4888
2449] Ebû Dâvud, Edeb 45, hadis no: 4891
2450] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no: 4884
2451] Bu hadis, hasen ğaribtir; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame, 18, hadis no: 2621
2452] Bu hadis, ğaribtir ve senedi muttasıl değildir; Tirmizi, Sıfatu'l-Kıyâme 17, hadis no: 2620
2453] Bu hadis, hasen-sahihtir.; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 1, hadis no: 2534
2454] Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58; Ebû Dâvud, Edeb 38, 46, 60, hadis no: 4893; Tirmizî, Hûdûd 3, hadis no: 1426, Birr 19; İbn Mâce, Mukaddime 17; Benzer bir hadis için Bk. Müslim, Zikr 38, hadis no: 2699; Kütüb-i Sitte Terc. 10/149
- 558 -
KUR’AN KAVRAMLARI
isteyerek ona söz atarsa, söylediği sözü isabet edip içinden çıkana kadar Allah, onu cehennem köprüsü üzerinde hapseder.”2455
“Kim, hürmeti düşecek, şerefinden noksanlık olacak bir yerde müslümana yardımcı olmaz, onu yalnız bırakırsa, Allah (c.c.) da yardımını istediği yerde onu yalnız bırakır. Kim şerefinden kaybedeceği, saygının azalacağı bir yerde müslümana yardımcı olursa, yardımını istediği yerde Allah, ona yardımcı olur.”2456
“Kim, (din) kardeşinin ırzından (zem ve gıybeti) savarsa, Allah’ da kıyâmet gününde cehennem ateşini onun yüzünden savar.”2457
Hz. İbn Abbas (ra), şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.), Medine’ nin hurma bahçelerinin birinden çıktı da kabirlerinde azap olunan iki insanın sesini işitti. Ve: “Bunlar azap olunuyorlar. Bunların azap çekmeleri, üzerlerine (büyük ve meşakkatli olacak) bir şey için de değildir. Şu muhakkak ki, onların günahları (Allah katında) elbette büyüktür. Biri hacetini yerine getirirken idrardan sakınmaz veya insanların gözlerinden avredini (ayıp yerlerini) gizlemezdi. Diğeri de, insanlar arasında söz taşıyıp koğuculuk ederdi” buyurdular. Ondan sonra yaprakları soyulmuş taze bir hurma dalı istedi. Dalı iki parça yaptı yahut ikiye böldü, şunun kabrine bir parça, bunun kabrine de bir parça koydu ve: “Bu çubuklar kurumayıp yaş kaldıkları müddetçe, bunlardan azabın hafifletilmesi ümit edilir.” buyurdular.2458
Hz. Hemmam b. El Haris (ra)’den. O dedi ki: “Biz, Huzeyfe ile birlikte mescidde oturuyorduk. Derken bir adam gelerek yanımıza oturdu. Huzeyfe’ye: Bu adam sultana bir şeyler (laf) götürüyor, dediler. Bunun üzerine Huzeyfe, ona işittirmek isteyerek: Ben, Rasûlullah (s.a.s.)’ı: “Koğucu cennete giremez” buyururlarken işittim, dedi.”2459
Abdullah İbn Utbe (r.a.), şöyle demiştir: Ben, Hz. Ömer İbn’l Hattab (r.a.)’dan işittim. O, şöyle diyordu: Bazı insanlar Rasûlullah (s.a.s.) zamanında vahy ile (sırları meydana çıkar da) yakalanırlardı. Şimdi ise, vahy kesilmiştir. Biz, şimdi ancak sizleri amellerinizden bize açıklanan suçlar sebebiyle yakalarız. Böyle olunca kim bize bir hayır hali meydana korsa, biz onu emin kılarız ve onu kendimize yakınlaştırırız. Onun gizli işlerinden hiç bir şey (i araştırmak) bize ait değildir. Gizli işleri hususunda onu, Allah hesaba çeker. Kim de bize bir kötülük ve şer ortaya koyarsa, o, gizli işlerinin güzel olduğunu söylese de, biz, onu bir emin saymaz ve onu doğrulayıp tasdik etmeyiz.”2460
“Sizleri zandan sakındırırım. Çünkü zanla söylenen sözler, yalanı daha çok olanıdır. Birbirinizin noksanlığını görmeye ve işitmeye çalışmayınız, özel ve mahrem hayatınızı da araştırmayınız. Birbirinize hased etmeyiniz, birbirinize buğz ve düşmanlık da etmeyin. Ey Allah’ın kulları birbirinizle kardeş olun.”2461
2455] Ebû Dâvud, Edeb 41, h. No: 4883
2456] Ebû Dâvud, Edeb 41, h. no: 4884
2457] Tirmizî, Birr ve's-Sıla, 20, h. no: 1996; Bu hadis, hasen'dir.
2458] Buhârî, Edeb 49, h. no: 84; Müslim, Tahâre 34, h. no: 111 -292-
2459] Müslim, İman, 45, h. no: 70 ve 160; Buhârî, Edeb 50, h. no: 85; Ebû Dâvud, Edeb, 38, h. no: 4871; Tirmizî, Birr ve's-Sıla, 78, h. no: 2095
2460] Buhârî, Şehâdet 6
2461] Buhârî, Edeb 57, h. no: 93-94; Müslim, Birr ve's-Sıla, 28, 29, 30, 31, h. no: 2563; Tirmizî, Birr ve's-Sıla, 55, h. no: 2055
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 559 -
Tirmizi’ nin bir açıklaması: “Abd b. Humeyd (r.a.)’den: Süfyan ‘ın adamlarından birinden naklen şöyle dediğini işittim: Süfyan, dedi ki: Zan, iki kısımdır: Günah olan zan ve günah olmayan zan. Günah olan zan şudur ki, insan bir zanda bulunur ve onu söyler. Günah olmayan zan ise, insan zan yapar ve (fakat) onu söylemez.”
“Dostunuz olduğu vakit, onu çekiştirmekten vazgeçin hakkında dedikodu yapmayın.”2462
“Ölülerinizi iyilikleriyle anın. Kötülüklerinden (kötülüklerini anmaktan) vazgeçin.”2463
Âişe (r. anhâ), haber verip şöyle dedi: Bir kimse, Rasûlullah (s.a.s.)’ın huzuruna gelmek için izin istedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Ona izin verin. O, aşiretin ne kötü kardeşidir (yahut; o, aşiretin ne kötü oğludur) buyurdular. O kimse, Rasûlullah’ın yanına girince; Rasûlullah (s.a.s.), ona karşı yumuşak sözler söyledi. Ben: “Yâ Rasûlullah, biraz önce sen, onun için söylediğin o sözleri söyledin. Sonra da ona yumuşak kelâm ettin?” diyerek bunu sebebini sordum. Rasûlullah (s.a.s.): “Yâ Âişe, insanların en şerlisi, çirkin hareketlerinden korunması için insanların kendisini terk ettikleri yahut karşılaşmak istemeyip yalnız bıraktıkları kimsedir.” buyurdular.2464
Hz. Ebû Berza El Eslemi (r.a.)’den. Rasûlullah (s.a.s.), meclisten kalkmak istediğinde son oturuşunda şöyle derdi: “Allah’ım, Seni tesbih ederim, Sana hamd ederim. Ben şâhidim Senden başka ilâh yok, Sana istiğfar eder ve Sana tevbe ederim. (Subhâneke Allahumme ve bihamdik, eşhedu en lâ ilâhe illâ ente, estağfiruke ve etûbü ileyk)” Bir zat: “Ey Allah’ın Rasûlü, geçmişte söylemediğin bir sözü şimdi söylüyorsun” dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Bu kelimeler, mecliste yapılan (hatalara) keffârettir.” buyurdular.2465
Alay Denen Zulüm
Din ahlâkından uzak toplumlarda, kişilerin eksikliklerini araştırmak, kusurlarını ortaya çıkarmaya çalışmak çok yaygın bir davranış şeklidir. İnsanların bu yola yönelmelerinin altında yatan sebep ise dünyaya yönelik hırsları ve üstün olma arzularıdır. Bu insanlar karşılarındaki kişilerin hatalarını ortaya çıkarmalarının kendilerine bir üstünlük getireceğine inanırlar. Bunun için sıkça başvurdukları yöntemlerden biri de alaycılıktır. İnsanların kusurlarıyla, acizlikleriyle ya da hatalarıyla alay ettiklerinde, kendi kusurlarının örtüleceğini düşünürler. Bu yüzden câhiliyye toplumlarında alay, yaşamın her anında rastlanabilen bir ahlâk bozukluğudur. Kur’an ahlâkına sahip olmayan bu insanlar, sürekli olarak başkalarının alay edebilecekleri yönlerini araştırırlarken, bir yandan da kendileri alaya alınma ihtimalinin tedirginliğini yaşarlar. Dolayısıyla gösterdikleri bu alaycı tavırlarla birbirlerini adeta bir “zulüm ortamı” içinde yaşatırlar.
Ancak, buraya kadar bahsettiğimiz, câhiliyyenin alaycı karakterinin yalnızca bir yönüdür. Aslında bu insanlar, özellikle doğruluğunu kabul etmek istemedikleri bir fikirle karşılaştıklarında bu yönteme başvururlar.
2462] Ebû Dâvud, Edeb 50, h. no: 4899
2463] Ebû Dâvud, Edeb 50, h. no: 4900
2464] İbn Battal' ın beyanına göre gelen kişi: Uyeyne b. Hısn El Ferazi'dir.) (Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Birr ve's-Sıla, 22, h. no: 83; Tirmizî, Birr ve's-Sıla, 58, h. no: 2064
2465] Ebû Davud, Edeb 32, h. no: 4859
- 560 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İşte inkârcıların dine yönelik tavırlarında da bu etki görülür. İnsanlar, tarih boyunca Allah’ın elçileri ve kitapları vasıtasıyla kendilerini davet ettiği doğru yola uymakta direnmişlerdir. Birçoğu şeytanın yolunu izlemiş, Allah’ın dinini ve hesap gününü inkâr etmişlerdir. Kuşkusuz bu akılsızca tavrın temelinde içlerindeki büyüklenme arzusu yatar. İnkârcıların bu durumu Kur’an’da şöyle bildirilmiştir:
Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Âhirete inanmayanların kalpleri ise inkârcıdır ve onlar müstekbir (büyüklenmekte) olanlardır.2466
Allah’a ve âhirete iman etmeyen bu insanlar, kendilerine hak din anlatıldığında, yanlış bir yolda oldukları ve bu yoldan ayrılmazlarsa sonsuz bir cehennem hayatı ile karşılaşacakları haber verildiğinde bunu kabul etmemişlerdir. Kendilerinin doğru yolda olduğunu ispatlamak için de din ahlâkı ile ve bu ahlâkı yaşayanlarla alay etmeye yeltenmişlerdir. Bu yolla kendileri için “karşıt” bir fikir olan Kur’an ahlâkını ortadan kaldırabileceklerini zannetmişlerdir.
Kuşkusuz inkârcılar büyük bir yanılgı içindedirler. Gösterdikleri sözlü ya da fiili çabalar da hiçbir şekilde sonuca ulaşmayacaktır. Zira Allah Kur’an’da hak dinin her zaman üstün olduğunu ve inkârcıların çabasının boşa çıkacağını şöyle müjdelemiştir: “…Ancak kâfirlerin hileli düzeni boşa çıkmakta olandan başkası değildir.”2467
Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler istemese de Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. Müşrikler istemese de O dini (İslâm’ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidâyetle ve hak dinle gönderen O’dur.2468
Geçmişte olduğu gibi bugün ve gelecekte de, inkâr ettikleri veya kavrama kabiliyetine sahip olmadıkları gerçeklere karşı alaycı tavır gösteren kişiler olacaktır. Ancak bu kişilerin karşılaşacakları son, Allah’ın âyetlerinde bildirdiği gibi yaptıkları “maskaralık” sebebiyle çok acı olacaktır: “Andolsun, senden önceki elçiler de alaya alındı da alaya aldıkları şey, onlardan maskaralık yapanları çepeçevre kuşatıverdi.”2469 “Kendilerine hak gelince, onu yalanladılar; fakat alaya aldıklarının haberleri onlara gelecektir. Kendilerinden önce nice nesilleri yıkıma uğrattığımızı görmüyorlar mı? Biz, sizi yerleşik kılmadığımız bir biçimde onları yeryüzünde (büyük bir güç ve servetle) yerleşik kıldık; gökten üzerlerine sağanak (bol yağmurlar) yağdırdık, nehirleri de altlarından akar yaptık. Ama günahları nedeniyle biz onları yıkıma uğrattık ve arkalarından başka nesiller (inşâ edip) var ettik.”2470
Ayrıca bu insanlar şunu da bilmelidirler: Mü’minlere gösterdikleri alaycı davranışlarla, dine yönelik iğneleyici ve iftira dolu sözlerle kendilerini sonsuz bir azaba sürüklemektedirler. Bunun yanısıra attıkları iftiralar ve alaycı sözler, bunlara maruz kalan insanların âhiretteki derecelerini yükseltmektedir. İşte bu, Kur’an’da haber verilen önemli bir sırdır: “İnkâr edenlere dünya hayatı çekici kılındı (süslendi). Onlar, iman edenlerden kimileriyle alay ederler. Oysa korkup sakınanlar,
2466] Nahl Sûresi, 22
2467] 40/Mü’min, 25
2468] 9/Tevbe, 32-33
2469] 6/En’âm, 10
2470] 6/En’âm, 5-6
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 561 -
kıyâmet günü onların üstündedir. Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.”2471
Kur’an’da bildirildiği gibi inkârcı karakter gösteren insanlar, çağlar boyunca hemen her dönemde aynı ahlâksız tavrı göstermişlerdir. Hatta aynı sözleri söylemiş, aynı örnekleri vermiş, aynı davranışlarda bulunmuşlardır. Alaycılık da bu davranışlardan biridir. Kur’an ahlâkını yaşamayan insanların gösterdikleri bu ortak tavır Allah’ın değişmez bir kanunudur. Dolayısıyla böyle davranışlarla karşılaşan bir mü’min Kur’an’da sözü edilen bir gerçeği yaşamaktan dolayı şevklenir. Bunun mü’min olmanın bir göstergesi olduğunu bildiği için, karşılaştığı durumdan büyük bir şeref duyar. Bu davranışlara sabır gösterdiği için âhirette alacağı karşılığı bilmek ise coşkusunu daha da artırır. Görüldüğü gibi, din ahlâkını reddeden ya da dine muhalefet eden insanların inananlara zarar vermeleri olanak dışıdır. Bu gerçek düşünüldüğünde, kendileriyle alay edilmesinin mü’minler için büyük bir şeref olduğu daha da iyi anlaşılır. Allah Kur’an’da, “… Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir”2472 şeklinde haber vermiştir. Ve âhirette küçük düşenlerin de mü’minlerle alay edenler olacağını müjdelemiştir. Âyetlerde şöyle buyrulmaktadır: “De ki: ‘Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi? Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar.’ İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyâmet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız. İşte, inkâr etmeleri, âyetlerimi ve elçilerimi alay konusu edinmelerinden dolayı onların cezası cehennemdir. İman edip sâlih amellerde bulunanlar... Firdevs cennetleri onlar için bir ‘konaklama yeridir.’ Onda ebedi olarak kalıcıdırlar, ondan ayrılmak istemezler.”2473
Alay Etmenin Kaynağı Kibirdir
Bir insanın kendini diğer insanlardan büyük görmesine, üstün tutmasına “kibir” denir. Kibirli kişiler, diğer insanlara karşı, onları aşağı gördüklerini hissettiren bir tavır sergilerler. Ancak kibiri yalnızca insanlara karşı gösterilen bir tavır bozukluğu olarak düşünmek doğru olmaz. Çünkü kibirli insanlar aynı zamanda Allah’ın dinine uyma, doğru yola davet edildiğinde bu yola icabet etme konusunda da büyüklenirler.
İnsan, vicdanıyla hareket etmediği, nefsinin telkinlerine uyduğu, Allah’ın Kur’an’da tarif ettiği ahlâkı uygulamadığı müddetçe nefsinin bu tuzağına düşecektir. Çünkü Allah’ın Kur’an’da bildirdiği gibi, “…Nefis, -Rabbimin kendisini esirgeyip koruduğu dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir...”2474 Şeytanın telkinlerine uyan ve kendilerini hiçbir gerçekliği olmayan üstünlüklere sahip gören kişiler, artık tamamen nefislerinin kontrolünde hareket ederler. Bundan dolayı da kibirli olmaları ya da diğer bir deyişle büyüklenmeleri kaçınılmazdır.
Kibir, şeytanın da en belirgin özelliklerinden biridir. Kur’an’da bildirildiği gibi Allah, meleklere Hz. Âdem’e secde etmelerini emrettiğinde İblis hâriç hepsi
2471] 2/Bakara, 212
2472] 3/Âl-i İmrân, 186
2473] 18/Kehf, 103-108
2474] 12/Yûsuf, 53
- 562 -
KUR’AN KAVRAMLARI
secde etmiş, İblis ise secde etmekte direnmiştir. Kuşkusuz bunun sebebi, kendisini Hz. Âdem’den üstün görmesi ve bundan dolayı büyüklenmesidir. Kur’an’da şeytanın bu durumu şöyle anlatılır: “Ve meleklere: ‘Âdem’e secde edin!’ dedik. İblis hâriç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kâfirlerden oldu.”2475 “...Sonra meleklere: ‘Âdem’e secde edin!’ dedik. Onlar da İblis’in dışında secde ettiler; o, secde edenlerden olmadı. (Allah) Dedi: ‘Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?’ (İblis) Dedi ki: ‘Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.’ (Allah:) ‘Öyleyse in oradan! Orada büyüklenmek senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin.”2476
Ancak ne şeytanın, ne de onun sahte çağrılarına uyanların herhangi bir üstünlükleri yoktur. Aksine bu kişilerin Allah’ın her şeyin üstünde güç sahibi olduğu gerçeğini inkâr ederek içine düştükleri akılsızlık, onları küçük düşürmektedir. Allah Kur’an’da kendilerince “büyüklük” iddiasında olanlar için “…Onların göğüslerinde kendisine ulaşamayacakları bir büyüklük (isteğin)den başkası yoktur...”2477 şeklinde haber vermiştir. Bu âyetten de anlamaktayız ki, inkârcılar ne kadar arzu etseler de istedikleri büyüklüğe ulaşamazlar. Çünkü büyüklük yalnızca Allah’a aittir ve Allah ancak kendisine itaat eden kullarını yüceltir. Azgın inkârcıları ise hem dünyada, hem de âhirette küçük düşürür. Yukarıdaki âyetin ardından gelen âyetlerde de Allah, inkârcıların nasıl bir körlük ve kavrayışsızlık içinde olduklarını şöyle bildirmiştir: “Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ancak insanların çoğu bilmezler. Kör olanla (basîretle) gören bir olmaz; iman edip sâlih amellerde bulunanlarla kötülük yapan da. Ne az öğüt alıp düşünüyorsunuz. Şüphesiz kıyâmet saati, yaklaşarak gelmektedir; bunda hiçbir kuşku yok. Ancak insanların çoğu iman etmiyorlar.”2478
Yukarıdaki âyetlerde de dikkat çekildiği gibi insanların çoğu Allah’ın gücünü ve büyüklüğünü kavrayamadıkları için, kendilerine bir lütuf olarak verilen özelliklerden dolayı kibirlenir ve büyüklenme hevesine kapılırlar. İşte bu insanların içlerindeki kibiri dışarı vurma yöntemlerinden bir tanesi insanlarla alay etmektir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, onları küçük gördüklerini hissettirerek kendilerini yüceltebileceklerini zannederler. Bunlardan dolayı da din ahlâkından uzak olan câhiliyye toplumlarında “alaycılık” çok yaygın bir davranıştır.
Alaycı insanlar içlerindeki büyüklük hevesi nedeniyle sürekli herkesin eksik yönünü görür, güzel yönlerini ise fark edemezler. Bu tip kişilerin her birinin kendilerine göre kibirlendikleri bazı özellikleri vardır. Örneğin kimi başarısından, kimi güzelliğinden, kimi de zenginliğinden dolayı kibirlenir. Bundan dolayı da bu yönlerde eksiği olan insanlarla karşılaştıklarında onların eksiklikleriyle alay ederler. Kendilerine bu özellikleri verenin Allah olduğunu ve dilediği her an geri alabileceğini düşünmeksizin böylesine azgın bir tutum sergilerler. Câhiliyye toplumlarında din ahlâkından uzak olan yapı sebebiyle, alaycılık yaşamın kopmaz bir parçası halini almıştır. Çocuklar, gençler hep bu kültür ve ahlâkla birlikte büyürler.
2475] 2/Bakara, 34
2476] 7/A’râf, 11-13
2477] 40/Mü’min, 56
2478] 40/Mü’min, 57-59
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 563 -
Câhiliye Toplumunda Alaycılık
İman etmeyen insanlar Allah’ın insanlar için seçip beğendiği din ahlâkını yaşamadıkları için Kur’an’dan tamamen uzak bir yapıdadırlar. Bu nedenle de kendi aralarındaki günlük yaşamlarında alaycı tavırlar çok yaygındır.
Bu ahlâk bozukluğunun altında kibirli olmaları ve güzel ahlâkı yaşamamaları yatar. İçlerindeki bu kibir çeşitli nedenlerden dolayı ve birçok şekilde kendini belli eder. Bulundukları ortamda en üstün kişi olmak istedikleri için başkalarının güzel özelliklerini gördüklerinde onlarla alay ederler. Bu yolla karşılarındaki kişiyi aşağılamayı, onu insanların gözünde küçük düşürmeyi ve onun moralini bozmayı hedeflerler. Bu kişinin diğer insanların beğenisini ve takdirini kazanmasını istemezler. Allah’ın Kur’an’da öğrettiği gerçek sevgiyi, şefkati, merhameti yaşamadıkları için de alay ederek birbirlerini kırmaktan çekinmezler.
Günlük hayatları bunun örnekleriyle doludur. Arkadaşlarının ya da başka insanların eksiklikleriyle, fiziksel kusurlarıyla ya da hatalarıyla kendi aralarında konuşarak, alay ederler. Ayağı kayıp yere düşen, boğazına bir şey kaçan, dili sürçüp bir kelimeyi yanlış söyleyen birini gördüklerinde abartılı ve uzun süreli gülüşlerle taciz ederler. Ardından da yine o kişi hakkında küçük düşürücü yönde konuşmalar yaparlar. Hatta o an gülerek o kişiyi taciz ettikleri gibi, daha sonraki günlerde de her fırsatta bunu ona hatırlatarak, utandırmaya çalışırlar. Alaya maruz kalan kişiler de aynı ahlâkı yaşamaktadırlar. Sonraki günlerde kendileriyle aynı duruma düşen birini gördüklerinde onlar da o kişilerle alay edeceklerdir. Yani tüm bu kişilerin arasında sanki “sessiz” bir câhiliyye anlaşması vardır. Bu yüzden kendileriyle alay edildiğinde onlar da kendilerine gülünenden daha fazla gülerek bu durumu bastırmaya çalışırlar. Canları yanmış olsa bile bunu hissetirmemeye çalışırlar. Çünkü taciz olduklarının anlaşılması, kendilerince küçük düşmeleri anlamına gelmektedir.
Bunun dışında bazı kişiler de yolda fiziksel yönden eksikliği olan birini gördüklerinde elleriyle o kişiyi işaret ederek, gülmeye ve kendilerince alay etmeye çalışırlar. Eksikliği olan kişinin bunu görebileceğini ve taciz olabileceğini bildikleri halde böyle çirkin bir tavrı uygulamaktan çekinmezler. İnsanların kıyafetleriyle, saç şekilleriyle, konuşma tarzlarıyla, şiveleriyle, üsluplarıyla, meslekleriyle ve hatta yaşam şekilleri ile alay etmeyi bir eğlence şekli olarak değerlendirirler. Bunu da daha önce belirttiğimiz gibi yalnızca kendi gururlarını tatmin etmek, başkalarının takdir edilmesini önlemek ve diğer insanları kendilerince küçük düşürmek kastıyla yaparlar.
Günlük Hayatta Câhiliye Zulmü: Alaycılık
Câhiliyye toplumlarında alaycı ahlâk ortaokul ve lise çağlarından başlayarak gençler arasında yaygınlaşır. Örneğin bir okula başka şehirden belki daha varlıklı veya güzel görünümlü bir öğrenci gelir. Diğer öğrencilerin büyük bölümü onu câhiliyye insanlarına mahsus bir ahlâk gereği olarak kıskanırlar, ancak bunu örtmek için onunla çeşitli yollarla alay ederler. Sürekli olarak onun eksikliklerini bulmaya çalışırlar, hatta öyle ki güzel yönlerini dahi eksiklik olarak değerlendirirler. Düz saçlıysa “süpürge saçlı” olduğunu, uzun boyluysa “sopa” gibi olduğunu söyleyerek, kendi aralarında ona kendisinin hoşuna gitmeyecek isimler takarlar. Böylece o kişi hakkında alaycı bir üslup kullanarak, herkesi bu yönde
- 564 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etkilemeye, herkesin o kişiyi küçük görmesini sağlamaya çalışırlar.
Aynı şekilde sınıfta kendilerinden daha çalışkan, daha başarılı bir öğrenci olduğunda da bunu çekemezler. Onu küçük düşürmek için, başarısını yerecek tarzda lakaplar takarak onunla alay ederler. Sınıftaki diğer öğrencilerle de alay etmek için her fırsatı değerlendirirler. Özellikle maddî konuları alay etmek için uygun bulurlar. Geçen seneki formasını ya da ayakkabısını giyen birini küçümsemek ve alaycı bir şekilde arkasından konuşmak sık yapılan bir harekettir. Öğrencilerin oturdukları semtler, evleri ve evlerindeki eşyalar da alay malzemesidir. Kişilerin babalarının mesleği, annelerinin çalıştığı yer, alışılmadık, değişik bir isme sahip olmaları veya kişinin isminin tanınmış biri ile aynı olması gibi pek çok konu, alay edilecek şeyler olarak görülebilir. Bazı öğrenciler özellikle öğretmenleri ile alay ederler. Öğretmen tecrübesiz yeni bir öğretmen ise üslubu ile ya da tecrübesiz tavırları ile alay ederler. Öğretmen yaşlı ise bazı hareketleri ağır yapıyorsa ya da gözleri iyi görmüyorsa bununla da alay edilir. Öğretmenlerinin kıyafetleri de alay konusudur. Mesela öğretmen sık sık aynı kıyafeti giyiyorsa, kıyafeti ütüsüz ise bunu birbirlerine söyleyerek alay ederler.
Bu durum işyerleri için de geçerlidir. Oradaki alaycılık ise kişilerin sahip oldukları mevkilere göre değişmektedir. İnsanlarda genelde mevki olarak kendi altlarında bulunan kişilere karşı daha yoğun bir alaycılık gözlemlenir. Bunu yapan kişiler böylelikle kendi enaniyetlerini tatmin etmeye çalışırlar. Kendilerinden üstte olan kişilere kibir yapamayacakları için kendilerine bağlı olan ya da daha alt mertebede gözüken kişileri ezmeye çalışırlar, bunu da onlarla alay ederek yaparlar. Örneğin, çoğunlukla şirketlerde müdürler sekreterlerine karşı alaycıdırlar, onların yaptıkları işlerle, hazırladıkları şeylerle alay ederler. Buradaki alaycılık lisedekinden farklıdır. Açıkça isim takarak değil de gizliden gizliye yapılır. Verilen tepkilerde, küçümseyen tavırlarda, alaycı bakışlarda bu durumu görmek mümkün olur. Karşıdakinin yüzüne bakmadan konuşmak, cevap vermemek, duymamış gibi yapmak, karşı tarafın ilk defa karşılaştığı durumlarda veya yaptığı acemiliklerde gülmek, etrafa alaycı bakışlarla bakmak bunlar arasında sayılabilir.
Alaycılığın farklı bir şekli de iş yerlerinde yarış halinde olan kişiler arasında görülür. Örneğin birbirleriyle rekabet halinde olan iki sekreter, birbirlerinin kusurlarını, eksik yaptıkları işleri bütün iş yerine duyurmaya çalışırlar. Veya birbirlerinin fiziksel kusurlarıyla, kıyafet seçimleriyle, yürüyüşleriyle veya herhangi bir özellikleriyle alay ederek, birbirlerini diğer insanların gözünde küçük düşürmek isterler. Eğer bu iki kişiden biri daha mazlum bir insansa, diğeri onu ezmek kastıyla her an iğneleyici sözlerle, küçük düşürücü bakışlar ve konuşmalarla ona sıkıntı vermeye çalışır. Genellikle diğerlerine göre tevazulu, mülayim insanlar çalışma ortamlarında hep ezilen kesimi oluştururlar. İnsanlar Kur’an ahlâkından uzak yapılarıyla bu tarz kişilere yüklenir, ama kendilerinden üstün gördükleri, baş edemeyeceklerini düşündükleri kişilere yanaşmazlar. Hatta o kişilere karşı sürekli “sempatik” görünmeye çalışırlar.
Câhiliyye toplumunun günlük yaşamına da alay hâkimdir. Kur’an ahlâkının yaşanmadığı böyle ortamlarda alaycılık toplumun hemen her alanında yaygın şekilde görülür. Özellikle de fakirlerle alay edilir. Onların kıyafetleri, konuşma tarzları ve üslupları, renk seçimleri, yaşam biçimleri alay konusu olan malzemelerdir.
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 565 -
Okullarda, iş yerlerinde, zenginlerle fakirlerin yan yana geldiği toplu ortamlarda bu sık sık karşılaşılan bir durumdur. Ama bunun yanı sıra fakirlerin zenginlerle alay etmesi de sıkça görülür. Her iki kesim de câhiliyye ahlâkını yaşadıkları için hiçbiri bu ahlâkın çirkinliğini kabul etmek istemezler. Üstelik onları, bu çirkin tavırlardan uzak tutacak bir sınır da yoktur. Allah korkusuna sahip olmadıkları için, yaptıkları alaycılığın karşılığını âhirette göreceklerini göz ardı ederler. Hesap gününü düşünmeden yaşamlarını sürdürürler.
Bu din ahlâkından uzak yapı içinde, artık sınır tanımaz bir azgınlık gösterirler. Zengin birinin üzerindeki kıyafetleri kıskanarak ona çeşitli çirkin isimler takarlar, örneğin “palyaço gibi” olduğunu söyleyerek alay ederler. Sanki üzerindekiler çok kötüymüş, rüküş olmuş gibi bir izlenim oluşturmaya çalışırlar. Bu, aslında o kişiyi kıskandıkları için yaptıkları bir eylemdir. Bu ahlâktaki kişiler, kendilerinde olmayan her şeyi kıskanır ve bunlara sahip olan insanlarla alay ederek, onlardan intikam aldıklarını düşünürler.
Kur’an ahlâkını yaşamayan insanlar birbirlerinin ufak tefek fiziksel kusurları ile de alay ederler. Örneğin bir kişinin ellerinin, ayaklarının küçük ya da büyük olması, saçlarının olmaması ile alay ederler. Boyu kısa ya da uzun olan bir kişiye lakap takarak sürekli yüzüne vururlar. Kişinin şişman ya da zayıf olması ile alay ederler. Gözleri bozuk olan, şaşı olan, gözlük takan bir kişi ile lakap takarak alay ederler. Kulakları ağır işiten bir kişiyle de çeşitli şekillerde alay ederek taciz ederler. Kadınlar özellikle kendi aralarında arkadaşlarının saçlarının kesimi ve rengi ile alay ederler. Kısacası câhiliyye ahlâkını yaşayan bu insanlar arasında hemen her şey alay konusu olabilir. Günlük hayatları bunun örnekleriyle doludur. Daha birbirileriyle ilk karşılaştıkları anda dahi alaycı tavırlarına başlarlar. Örneğin, o gün şık giyinmiş birine “Nereye böyle? Düğüne mi gidiyorsun?” diye sorarak rahatının kaçmasını, kıyafetinin abartılı olduğunu düşünmesini sağlar. Veya biri nezâketen “nasılsın” diyerek hatırını sorduğunda, diğeri “Sen benim nasıl olduğumu merak eder miydin?” şeklinde alaycı imalarda bulunur. Sık sık iğneleyici bakışlar ve sözler kullanır. Bunların son derece çirkin tavırlar olduğunu görmek istemezler. Aynı şey kendilerine yapıldığında canları yanar ama yine de vazgeçmeyi düşünmezler. Çünkü bu tavır, artık onların câhiliyye toplumunun bir gereği olarak doğal karşıladıkları bir yapı olmuştur. Arkadaş toplantıları ve sohbetlerde de bu tarz alaycılığa çok sık rastlanır. Sürekli olarak arkadaşlarının, yakınlarının gıyaplarında alaycı espri ve konuşmalar yaparlar.
Özellikle beceriksizlik ya da sakarlık yapan biriyle alay etmek önemli bir eğlencedir câhiliyye insanları için. Doğum günlerinde ya da önemli günlerde aldıkları hediyeleri beğenmeyip, başka arkadaşları ile beraber onu alay konusu edinirler; verenin ucuz bir hediye seçtiğini, zevksiz bir seçim yaptığını dile getirirler.
Câhiliyye insanlarının alaycılıkları her zaman açıkça olmayabilir. Aralarında uyguladıkları en yaygın kötü ahlâk özelliklerinden biri de iğneleyici sözler ve kötü bakışlarla imalı bir şekilde alay etmektir. Özellikle kendilerinden makam, mevki, özellik ya da yetki bakımından üstün biriyle direkt alay edemeyecekleri için kendi aralarında bakışarak, gözleriyle anlaşarak alay ederler. Böylece gizlice alay ederek kendilerinin o kişiden üstün olduklarını, o kişiyi aşağıladıklarını düşünürler. Örneğin bir şirket ortamında yönetici sınıfına sahip birisi bir hata yaptığında, mesela dili sürçtüğünde, ortamda bulunan kişiler kendilerinden üst
- 566 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düzeyde olan bu kişiyle açıkça alay edemezler. Bunu yapamadıkları için de bu imalı alay yöntemini kullanırlar. Birbirlerine anlamlı bir şekilde bakarlar, gözlerinin içinde alaycı bir gülüş vardır. Dışarıdan bakan dikkatli bir kişi bunu elbette hemen fark eder, fakat açıkça yapmadıkları için ispatlamak pek mümkün olmaz.
Din ahlâkından uzak toplumlarda, tüm bu sıkıntı verici davranışlar nedeniyle bireyler son derece huzursuz bir ortamda yaşamak zorunda kalırlar. Herkes birbiriyle alay edecek bir yön bulur, ama kendisiyle alay edilmesinden de ciddi anlamda rahatsız olur. Buna rağmen içinde bulundukları ortamı değiştirmek için bir çaba harcamazlar. Çünkü alaycılığın kötü bir davranış olduğunu, Allah’ın emrettiği ahlâka uygun olmadığını dile getirirlerse, kendileri de başkalarıyla alay edemeyeceklerdir. Bu ise, nefislerinin kesinlikle istemediği bir durumdur. Bu yüzden karşılaştıkları alaycı tavırları, hayatın bir gereği olarak kabullenirler. Bundan dolayı da birbirlerinin kötü davranışlarını yadırgamazlar. Allah Kur’an’da, “Yapmakta oldukları münker (çirkin iş)lerden birbirlerini sakındırmıyorlardı. Yapmakta oldukları şey ne kötü idi!”2479 âyetiyle bu tip kişilerin yanlış tutumlarını haber vermiştir.
Sonuç olarak Kur’an ahlâkının yaşanmadığı bir yerde, her çeşit alaycı tavır, küçük düşürücü konuşma, rahatsız edici bakış ve gülüş görülebilir. Bunun meydana getirdiği sıkıntılı ve huzursuz ortamdan kurtulmanın tek yolu ise Kur’an’ın emrettiği güzel ahlâkı benimsemek, onu yaşamak ve yaşatmaktır.
Kur’an’da Alaycılık Yasaklanır
“Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi ‘olmadık-kötü lakablarla’ çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zâlim olanların ta kendileridir.”2480
Allah yukarıdaki âyetiyle, insanların yaşamlarının her anında alaycılığı yasaklamıştır. Âyette yasaklanan konuların her birinin, câhiliyye toplumlarında yaşanan ahlâksızlıklar olduğunu önceki bölümlerde anlatmıştık. Ancak burada alaycılık konusunu Kur’an’a uygun bir bakış açısıyla, daha detaylı olarak ele almakta fayda vardır.
Âyette dikkat çekilen, toplumların birbirleriyle alay etmesi, kendi medeniyetlerini üstün görmesi, diğer insanları küçümsemesi dinsizliğin birer sonucudur. Oysa Allah katında üstünlük ölçüsü insanların sahip oldukları Allah korkusu ve takvâdır. Yoksa maddî güç, fiziksel özellikler, ileri bir teknoloji veya herhangi başka bir dünyevi kıstas insanları birbirlerinden üstün kılmaz. İnsanların farklı özelliklere sahip olması, kadın veya erkek olması, değişik ırklara mensup olması, beyaz tenli veya siyah tenli olması birer üstünlük alâmeti değildir: “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.”2481
2479] 5/Maide, 79
2480] 49/Hucurât, 11
2481] 49/Hucurât, 13
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 567 -
Allah, Hucurât Sûresi’nin yukarıdaki 11. âyetinde kadınların da birbirleriyle alay etmesini yasaklamıştır. Özellikle kadınların birbirlerine karşı alaycı sözler sarf etmeleri, iğneleyici konuşmalar yapmaları câhiliyye toplumlarında daha sık rastlanan davranışlardandır. Hatta bu davranışlar öyle “alışılmış” olaylardır ki, iki kadın arasında geçen bu tarz bir diyalog çok makul karşılanır. Bir kadın başka bir kadının fiziksel yöndeki eksikliklerini mümkün olduğunca sık dile getirir. Hatta açık bir eksikliği yoksa da herhangi bir özelliğini bir kusurmuş gibi göstermeye çalışır. İçinde duyduğu kıskançlık sebebiyle her türlü iftiraya, alaycı tavra başvurabilir.
Oysa Kur’an’da insanların birbirlerine sıkıntı verici, tâciz edici davranışlar göstermeleri çirkin bir ahlâk olarak tanımlanmıştır. Allah bir başka âyetinde insanların birbirlerini çekiştiren, gizli yönlerini araştıran tavırlarının çirkinliğini şöyle bir örnekle haber vermiştir: “Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok merhametlidir.”2482
Allah bir diğer âyetinde yine insanlar arasındaki alaycı tavırlara dikkat çekerek, gerek sözle gerekse bakışla yapılan alaycılığın üzerinde durmuştur: “Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline!”2483
Kuşkusuz bu âyetteki kesin ifadeden, böyle bir davranış göstermekten çekinmek gerektiği açıkça anlaşılmaktadır. İnsanların, gerek bakışlarla ve mimiklerle, gerekse sözlerle uyguladıkları alaycı tavırlar elbette karşılıksız kalmayacaktır. Allah Kur’an ahlâkını yaşamayan, hesap gününü düşünmeden çirkin davranışlarda bulunan bu kişileri yukarıdaki âyetiyle uyarmaktadır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, alaycılık yalnızca câhiliyye toplumu insanlarına özgü bir ahlâksızlıktır. Mü’minler arasında böyle çirkin tavırlara kesinlikle izin verilmez. Mü’minler güzellik, zekâ, zenginlik, yetenek gibi her türlü özelliği, insanlara Allah’ın verdiğini bilirler. Birbirlerinde gördükleri güzel özellikleri de büyük bir hoşnutlukla karşılarlar. Nefislerine değil, Allah’ın rızasına uydukları için, câhiliyye toplumu insanlarının içlerinde yaşadıkları kibir, haset gibi duyguları yaşamazlar. Bu yüzden birbirlerine karşı her zaman hoşgörülü, hüsn-i zanlı, olumlu, mütevâzı bir yaklaşım içinde olurlar. Aynı şekilde birbirlerinde gördükleri eksiklikleri de Allah’ın bir deneme olarak verdiğini bilirler. Bu yüzden bu eksiklikleri ortaya çıkarmaz, aksine bunları telafi edecek yönde güzel davranışlar gösterirler. Alaycılığı çağrıştıracak en küçük bir tavırdan, bakıştan, sözden dahi şiddetle sakınırlar. Mü’minlerin alaycılığa bakış açısını aşağıdaki âyette haber verilen, Hz. Mûsâ’nın sözleri açıkça yansıtır: “Hani Mûsâ kavmine: ‘Allah, muhakkak sizin bir sığır kesmenizi emrediyor’ demişti. ‘Bizi alaya mı alıyorsun?’ dediler. (Mûsâ) “Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım’ dedi.”2484
2482] 49/Hucurât, 12
2483] 104/Hümeze, 1
2484] 2/Bakara, 67
- 568 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Görüldüğü gibi mü’minler alaycılığa benzer bir hareket yapmaktan derhal Allah’a sığınırlar. Böyle bir davranış göstermenin câhilce bir tutum olduğunu bilirler. Her şeyden önemlisi bunun Allah’ın hoşuna gitmeyecek bir tavır olduğunu bilmeleri, bundan sakınmaları için en büyük nedendir.2485
2485] H. Yahya, Alay Denen Zulüm, Vural Y.
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 569 -
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Ğayb Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 60 Yerde:) 2/Bakara, 3, 3, 3; 3/Âl-i İmrân, 44, 179; 4/Nisâ, 34; 5/Mâide, 94, 109, 116; 6/En’âm, 50, 59, 73; 7/A’râf, 7, 188; 9/Tevbe, 78, 94, 105; 10/Yûnus, 20; 11/Hûd, 31, 49, 123; 12/Yûsuf, 10, 15, 52, 81, 102; 13/Ra’d, 9; 16/Nahl, 77; 18/Kehf, 22, 26; 19/Meryem, 61, 78; 21/Enbiyâ, 49; 23/Mü’minûn, 92; 27/Neml, 20, 65, 75; 32/Secde, 6; 34/Sebe’, 3, 14, 48, 53; 35/Fâtır, 18, 38; 36/Yâsin, 11; 39/Zümer, 46; 49/Hucurât, 12, 18; 50/Kaf, 33; 52/Tûr, 41; 53/Necm, 35; 57/Hadîd, 25; 59/Haşr, 22; 62/Cum’a, 8; 64/Teğâbün, 18; 67/Mülk, 12; 68/Kalem, 47; 72/Cinn, 26, 26; 81/Tekvîr, 24; 82/İnfitâr, 16.
B- Ğıybet Etme Konusuyla ilgili Âyet-i Kerimeler: Gıybet Etmekten Sakınmak: 4/nisâ, 148; 49/Hucurât, 12; 104/Hümeze, 1.
C- Zann kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 68 yerde:) 2/Bakara, 46, 78, 230, 249; 3/Âl-i İmrân, 154, 154; 4/Nisâ, 157; 6/En’âm, 116, 148; 7/A’râf, 66, 171; 9/Tevbe, 118; 10/Yûnus, 22, 24, 36, 36, 60, 66; 11/Hûd, 27; 12/Yûsuf, 42, 110; 17/İsrâ, 52, 101, 102; 18/Kehf, 35, 36, 53; 21/Enbiyâ, 87; 22/Hacc, 15; 24/Nûr, 12; 26/Şuarâ, 186; 28/Kasas, 38, 39; 33/Ahzâb, 10, 10; 34/Sebe’, 20; 37/Sâffât, 87; 38/Sâd, 24, 27; 40/Mü’min, 37; 41/Fussılet, 22, 23, 23, 48, 50; 45/Câsiye, 24, 32, 32; 48/Feth, 6, 6, 12, 12, 12; 49/Hucurât, 12, 12; 53/Necm, 23, 28, 28; 59/Haşr, 2, 2; 69/Haakka, 20; 72/Cinn, 5, 7, 7, 12; 75/Kıyâme, 25, 28; 83/Mutaffifîn, 4; 84/İnşikak, 14.
D- Zan Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
a- Zan ile Gerçeğe Ulaşılmaz: 6/En’âm, 148; 10/Yunus, 36; 53/Necm, 28.
b- Kesin Olarak Bilinmeyen Bir Konu Hakkında Zandan ve Tahminden Kaçınmak: 17/İsrâ, 36; 49/Hucurât, 12.
c- Zannın Birçoğu Günahtır: 49/Hucurât, 12.
d- Fâsıkların Getirdiği Haberi Araştırmak: 49/Hucurât, 6.
e- Hoşa Giden Bazı Şeyler Şer, Hoşa Gitmeyen Bazı Şeyler Hayır Olabilir: 2/Bakara, 216; 31/Lokman, 34.
f- Kâfirler Zan ile Hareket Ederler: 10/Yûnus, 36.
E- Kur’ân-ı Kerim’de Toplam 41 Yerde Geçen “S-h-r” Kelimesinin Alay Anlamında Kullanıldığı Yerler (Toplam 13 Yerde:) 2/Bakara, 212; 6/En’âm, 10; 9/Tevbe, 79, 79; 11/Hıcr, 38, 38, 38; 21/Enbiyâ, 41; 23/Mü’minûn, 110; 37/Sâffât, 12, 14; 38/Sâd, 63; 49/Hucurât, 11.
F- Lakab kelimesi Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime -Çoğul Olarak- (1 Yerde:) 49/Hucurât, 11.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 1, s. 97-98; c. 4, s. 16; c. 5, s. 447; c. 6, s. 425
2. TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y., c. 23, s. 336
3. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, Kuba Y., c. 2, s. 157-164
4. Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel Kavramlar, Vural Y., s. 89-93
5. H. Yahya, Alay Denen Zulüm, Vural Y.
6. Kardeşlik Çağrısı, Ramazan Kayan, Çıra Y.
7. Kardeşlik Çağrısı, Mehmet Metiner, Risale Y.
8. Kardeşlik ve Hoşgörü, Muhammed M. Pickthall, Akabe Y.
9. İslâm Kardeşliği, Abdullah Ulvan, Uysal Kitabevi Y.
10. İslâm’da Sevgi ve Kardeşlik, Hüsnü Ethem Cerrar, Dünya Y.
11. Sevgi Medeniyeti, Rehber Y.
12. Müslümanların Kaynaşması, Selâmet Y.
13. İslâm’da Müsamaha, İmam Gazali, Marifet Y.
14. İslâm’da Hoşgörü ve Sınırı, Taner Akçam, Başak Y.
15. İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
16. İhtilâf Ahlâkı, Mustafa Çelik, Misak Y.
17. Müslümanlar Arasında Görüş Ayrılığı ve İslâm’da İhtilâf Usûlü, Abdülhalim Ural
18. İslâm’da İnsan Hakları, Hayreddin Karaman, İz Y. s. 171-228
19. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.
20. Kur’an’ın Işığında İhtilâfları Çözüm Tarzı, Ahmet Baydar, Haksöz, sayı 56, Kasım 95
21. İslâm ve İnsan Hakları, Muhammed Umara, Denge Y.
- 570 -
KUR’AN KAVRAMLARI
22. İslâm’da Karşılıklı Haklar ve Vazifeler, Mehmet Talu, Şelâle Y.
23. İslâm ve İnsan Hakları, Muhammed Umara, Denge Y.
24. İslâm’da Şahsiyet Hakları, Hüseyin Tekin Gökmenoğlu, T.D.V. Y.
25. İslâm’da Karşılıklı Haklar ve Vazifeler, Mehmet Talu, Şelâle Y.
26. Cihan Sulhü ve İslâm, Seyyid Kutub, Arslan Y.
27. İyi Müslüman, İsmail Lütfi Çakan, T.D.V. Y

Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:07

GAZAP

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

GAZAP


- 495 -
Kavram no 57
İlâhî Ceza 1
Bk. Helâk ve Helâk Edilen Kavimler; Cehennem; Dalâlet
GAZAP
• Gazap; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’an-ı Kerim’de Gazap
• Hadis-i Şeriflerde Gazap Edilenler
• Gazap ve Fıtrî Duyguların Eğitilmesi
• İslâm Ahlâkı Açısından Gazap
• Allah’ın Sıfatı Olarak Gazap Etme
• Allah’ın Gazabına Uğrayanlar
• Allah’ın Gazabının Tezâhürü: Helâk
• Gazap ve Helâk Konusunda Sünnetullah
• Helâklerin Sebepleri
• Helâk Çeşitleri
• Hangi Toplumlar Helâk Edildi?
“Kullarından dilediğine Allah’ın, lütuf ve ihsânından (Kur’an ve Peygamberliği) göndermesini kıskandıkları için Allah’ın indirdiklerini inkâr edip kendi canlarına karşı satın aldıkları şey (azap) ve o sebeple de önceden gelmiş bir gazap üstüne gazaba uğramaları, ne kadar kötü! Ayrıca kâfirler için ihânet verici bir azap vardır.” 2130
Gazap; Anlam ve Mâhiyeti
Gazap; kızmak, öfkelenmek, kızgınlık, intikam alma ve cezalandırma isteği anlamlarına gelir. Nefsin hoşa gitmeyen bir şey karşısında intikam arzusuyla heyecanlanması; infiâle kapılmak, öfke, hışım, hiddet, düşmanlık ve saldırıya meyleden haline gazap denilir.
Fıkıh açısından gazap halinde yapılan işlerde bazı istisnalar getirilmiştir. Meselâ, gazap halinde kinâye sözlerle boşama, niyet olmadıkça geçerli değildir. Kocanın kızarak eşine, “babanın evine git” demesi gibi. Hâkim gazaplı iken hüküm veremez.2131 Ahlâkî yönden, gazap hakkında şu hükümler dikkate alınmalıdır: Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Gazap, bütün kötülükleri kendinde toplar.”2132; “Gazap şeytandandır.” 2133
Kur’ân-ı Kerim, takvâ sahibi olan mü’minlerin öfkelerini yuttuklarını ve affedici olduklarını vurgular.2134 Öfkesini yutkunmayan insanların nasıl kötülükler işledikleri, bir hiç yüzünden nasıl birçok cinâyet işlendiği ve kötülükten sonra öfkesi geçenlerin nasıl pişman oldukları her zaman görülmektedir. “Öfkeyle kal2130]
2/Bakara, 90
2131] Müslim, Akdıye 16
2132] Ahmed bin Hanbel, 5/373
2133] Ahmed bin Hanbel, 4/226
2134] 3/Âl-i İmrân, 134
- 496 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kan zararla oturur” denilir. Haklı bir dâvâda bile olsa gazabı yenip karşı tarafı affetmek, büyük bir meziyettir. Mü’minlerin örnek alması gereken Rasûlullah’ın (s.a.s.) ahlâkı böyle idi. İslâm’da nefis için kızmak yoktur. Mücâdele ve mücâhede Allah içindir. Hz. Ömer’in halifeliği döneminde bir sarhoşa rastlayıp had uygulatması üzerine sarhoş ona sövmüş, Hz. Ömer onu bırakarak şöyle demiştir: “Beni gazaplandırdı. Ceza verirsem nefsime yardım etmiş olurum. Ben bir kimseyi nefsim için azarlayıp dövmeyi sevmem.”
Aşırı gazap, aklın öyle bir âfetidir ki, en latif varlığı bile mecnun haline getirip hunhar bir canavara dönüştürebilir. Hiddet; akıl ve idrâkin yerine heyecan, dürüstlüğün bitişi, gözlerin görmemesi, kulakların duymaması demektir ve böyle birini ne din, ne kanun ne de nasihatçilerin öğütleri engelleyemez. Hiddetle başlayan, cinnet geçirerek kötülük yapar, sonra da pişman olur.
Rivâyete göre, Hz. İsa’ya “Âlemde en zorlu ve şiddetli olan şey nedir?” diye sorulduğunda o şöyle buyurmuştur: “Her şeyden şiddetli olan Allah’ın gazabıdır. Ondan cehennemler bile bizim gibi titrer.” ‘Bundan kurtuluş yolu nedir?’ diyene de: “Kendi gazabını terk” demiştir. Gazap, kişiye edebi kaybettirir; edep kaybolunca da insanın yapamayacağı rezillik yoktur. Çoğunlukla hiddetlenmenin zararı sahibine aittir. En kötü gazap hali tez gelip geç gidendir. Bu, kişiyi intikamcı yapar ve helâkine sebep olur. Rahmet peygamberi ve en güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş olan Önderimiz: “Mü’minlerin imanca en olgun olanları ahlâkça en iyi olanlarıdır”2135 buyurmuştur. 2136
Kur’ân-ı Kerim’de Gazap
Kur’ân-ı Kerim’de “gazap” kelimesi, 14 yerde geçer. Ayrıca on âyette de gazap kelimesinin türevleri yer alır. Bu âyetlerin çoğunda gazap, Allah’a nisbet edilmiştir. Bazı âyetlerde gazap insanlar için de kullanılır. Meselâ Hz. Mûsâ’nın gazabı2137 ve Hz. Yûnus’un gazabından bahsedilir. 2138
Kur’an’da her şeye rağmen, gazaplanarak yapılan bir günah sonunda mü’minin hatasından dönmesi, tevbe etmesi emredilmekte; Allah’ın tevbe edenleri affedeceği bildirilmektedir. 2139
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da Allah için infak ederler/harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” 2140
Kur’an ahlâkı, kötülüğe iyilikle muâmele etmeyi, bunun ancak sabredenlere mahsus bir meziyet olduğunu hükme bağlar: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur. Bu (haslete), ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur. Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce (vesvese) seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir.”2141 Kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Meselâ gazaba sabır, kötü2135]
Buhârî, Edeb 39; Tirmizî, Radâ 11; Ebû Dâvud, Sünnet 16; İbn Mâce, Nikâh 50
2136] H. Fehmi Kumanlıoğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 22
2137] 7/A’râf, 150, 154; 20/Tâhâ, 86
2138] 21/Enbiyâ, 87
2139] Meselâ, bk. 3/Âl-i İmrân, 135
2140] 3/Âl-i İmrân, 134
2141] 41/Fussılet, 34-36
GAZAP
- 497 -
lüğe af ile karşılık verilmelidir.
Kur’an, fevrî ve fanatik hareketleri hoş karşılamaz: “Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 2142
Sabredip suç bağışlamanın işlerin en hayırlısı olduğu vurgulanır: “Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır. Sabret! Senin sabrın da ancak Allah’ın yardımıyladır. Onlara üzülme, kurmakta oldukları tuzaktan dolayı sıkıntıya düşme.” 2143
“Kim sabreder ve affederse, şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir (Mert ve azimli insanların yaptığı işi yapmıştır).” 2144
Bir kötülüğün aynen benzeriyle mukabele edilerek önlenmesi değil; en güzel şekilde, olgun mü’mine yakışacak tarzda önlenmesini Kur’an tavsiye eder. Meselâ. Gazaba sabır, câhilce davranışa, bilgisizliğe hilim, kötülüğe af ile karşılık, kötülüğün önlenmesi için tavsiye edilir. “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” 2145
Kur’an, herkese karşı hoşgörülü ve yumuşak olmayı onaylamaz. Kur’an’ın ölçüsü, müslümanlara karşı merhametli, kâfirlere karşı onurlu, sert ve şiddetli olmaktır. “Muhammed Allah’ın rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı şiddetli/çetin, kendi aralarında merhametlidirler.” 2146
İslâm’ı çevreye yayıp hâkim kılma gayreti demek olan cihad için gazap, olmazsa olmaz özelliktir. O yüzden cihadı emreden Kur’an, İslâm’a savaş açan kâfirlere karşı sert davranmayı da emreder. “Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş ânında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah takvâ sahipleriyle beraberdir.” 2147
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O, gidilecek yer ne de kötüdür!” 2148
“...Onlar, sizinle karşılaştıklarında ‘iman ettik’ derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: ‘Kininizden (kahrolup) ölün! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir.” 2149
Hadis-i Şeriflerde Gazap
Rasûl-i Ekrem’in -tutum ve davranışlarında aşırılığa yol açmasa da- özellikle dinin yasakladığı konulardaki ahlâkî ve sosyal yanlışlık ve haksızlıklar karşısında, yani din gayretinden dolayı, gerekli hallerde sadece Allah için öfkelendiği ve bu durumun, yüzünün kızarması gibi fizyolojik belirtilerden anlaşıldığı
2142] 49/Hucurât, 5
2143] 16/Nahl, 126-127
2144] 42/Şûrâ, 43
2145] 41/Fussılet, 34
2146] 48/Fetih, 29
2147] 9/Tevbe, 123
2148] 66/Tahrîm, 9
2149] 3/Âl-i İmrân, 119
- 498 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ifade edilir2150. Bazı hadislerde, gazap duygusunun yok edilmesinden ziyade, bu duygunun etkisiyle yanlış hüküm veya karar verilmesinden kaçınılması gerektiği üzerinde durulur. “Yiğit o kimsedir ki, öfkelendiği sırada kendine hâkim olur.”2151; “Hâkim öfkeliyken taraflar arasında kesinlikle hüküm vermemelidir.”2152 mealindeki hadisler bunu ifâde eder. Hadislerde kişiye, öfkesini yatıştırabilmesi için abdest almak ve ayakta oturmak gibi pratik tedbirlere başvurması da önerilmiştir. 2153
Evrenlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz, kendi nefsi için hiç gazaplanmaz; gazabını sadece Allah’ın dini için, Allah’a isyan edilen durumlarda ortaya çıkarırdı. Rasûlullah (s.a.s.) gazaplanma durumunda bunun nasıl giderileceği hakkında şöyle buyurur: “Biriniz gazaba geldiğinde abdest alsın. Ayakta ise otursun, gazabı yine gitmezse uzansın.” 2154
“Gazap şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak su ile söndürülür. Biriniz kızdığı/öfkelendiği zaman abdest alsın.” 2155
Rasûlullah, huzurunda, birbirine hakaret eden iki kişiden birisinin yüzünde öfke belirince şöyle buyurmuştu: “Ben bir kelime biliyorum, eğer şu adam bunu söylerse öfkesi geçer. O kelime: ‘Eûzü billâhi mine’ş şeytâni’rracîm’dir (kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım).” 2156
“Gazap, bütün kötülükleri kendinde toplar.” 2157
“Gazap şeytandandır.” 2158
“Siz, aranızda kimi pehlivan sayarsınız?” diye Rasûlullah sordu. Ashâb: “Adamların yenmeye muvaffak olamadığı kimseyi!” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Hayır, gerçek pehlivan, gazaplandığı zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.” 2159
“Gerçek yiğit (kuvvetli kimse), güreşte güçlü olanı yenen değil; gazaba geldiğinde nefsine hâkim olandır.” 2160
“Allah indinde kişinin yuttuğu en savap olan yutkunma, Allah’ın rızâsını düşünerek kendini tutup yuttuğu öfke yudumudur.” 2161
“Gazaptan sakının; çünkü gazap, Âdemoğlunun kalbine konmuş bir ateş parçasıdır. Baksanıza öfkelenen adamın boyun damarları nasıl şişer ve gözleri nasıl kızarır! İçinde gazap hisseden, hemen yere yapışsın.” 2162
2150] Buhârî, İlim 28, Lukata 9, Edeb 75; Müslim, Salât 128, fezâil 127
2151] Buhârî, Edeb 76, 102; Müslim, Birr 107, 108
2152] Buhârî, Ahkâm 13; Müslim, Akdıye 16; Nesâî, Kudât 18
2153] Meselâ, bk. Ahmed bin Hanbel, 4/226, 5/152; Buhârî, İman 71
2154] Ahmed bin Hanbel, 1/283, 5/152; Ebû Dâvud, Edeb 4, 11
2155] Ebû Dâvud, Edeb 4
2156] Tirmizî, Daavât 52, 53; Ebû Dâvud, Edeb 4
2157] Ahmed bin Hanbel, 5/373
2158] Ahmed bin Hanbel, 4/226
2159] Müslim, Birr 106; Ebû Dâvud, Edeb 3
2160] Buhârî, Edeb 76; Müslim, Birr 106,107, 108; Ebû Dâvud, Edeb 3; Muvattâ, Hüsnü’l-Halk 12; Kütüb-i Sitte, 12/294
2161] Kütüb-i Sitte Terc. 17/583
2162] Tirmizî, Fiten 26; Ahmed bin Hanbel, 3/19, 61; Müslim, Birr 109; Ebû Dâvûd, Edeb 3
GAZAP
- 499 -
“İnsanlardan kimi vardır, yavaş gazaplanır/öfkelenir, (öfkesinden) çabuk döner; kimi vardır, çabuk öfkelenir, çabuk döner; kimi vardır, yavaş öfkelenir, yavaş döner. İşte bunlar birbirlerini dengeler. Haberiniz olsun, onlardan bir kısmı vardır; çabuk döner, çabuk kızar. Bilin ki bunların en hayırlısı, ağır/yavaş öfkelenen çabuk dönendir. En şerlileri de çabuk öfkelenip yavaş dönendir. Bilin ki, öfke, âdemoğlunun kalbinde bir kordur. Gözlerinin kızarmasını, avurtlarının şişmesini görmüyor musunuz?! Kim gazaptan/öfkeden bir başlangıç hissederse, yere yaslansın, (öfkesi geçinceye kadar öyle kalsın.)” 2163
“Öfkesinin gereğini yerine getirebilecek güçte olduğu halde öfkesini tutan kimseyi, Allah Teâlâ, Kıyâmet günü, mahlûkatın başları üstüne dâvet eder; tâ ki, (diğer insanlardan önce) dilediği hûriyi kendine seçsin.” 2164
Rasûlullah (s.a.s.) kendisinden öğüt isteyen birine, şöyle buyurur: “Öfkelenmeyeceksin!” 2165
Bir adam: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bana kısa bir nasihatte bulun; uzun yapma! Tâ ki nasihatini unutmayayım” demişti (ve bu isteğini birkaç kere tekrar etmişti). Rasûlullah (s.a.s.) (çok kısa) cevap verdi: “gazab etme/öfkelenme!” 2166
Rasûlullah (s.a.s.) Uhud günü kırılan dişine işaret etti ve şöyle buyurdu: “Peygamberine böyle yapan bir kavme Allah’ın gazabı/öfkesi arttı. Allah’ın gazabı, Rasûlullah’ın Allah yolunda öldürdüğü kişiye de Allah’ın öfkesi şiddetlendi.” 2167
Gazap ve Fıtrî Duyguların Eğitilmesi
Hadis-i şerifler, gazaplanan kimsenin öfkesinin sevkedeceği şeyi yapmamasını emretmektedir. Kişi, öfkesi icabı bir şeyler yapmaya kalkarsa, mâkul ve meşrû bir şey yapamaz. Öfkesi geçince pişman olacağı şeyler yapar. Öyleyse Rasûlullah (s.a.s.), kişinin öfkeliyken bir şeylerle oyalanmasını veya öfkesi doğrultusunda faâliyetten kaçınmasını sağlamaya çalışır. Rasûlullah’ın öfkesini yenen insanı, kuvvetçe insanların en güçlüsü olarak ilân etmesi gösteriyor ki, nefis mücâdelesi, düşmanla (hasım veya rakiple) yapılacak mücadeleden daha zor ve belki daha faziletlidir.
Hadislerde gazaplanan kimsenin ayaktaysa oturması, öfkesi yine geçmezse yatmasının tavsiye edilmesini şöyle yorumlayabiliriz: Ayakta olan kimse, bir fiil/eylem yapmaya hazırdır; oturan bu durumdan uzaklaşır; yatan daha da uzaklaşır. Öyle anlaşılıyor ki, gazaplanan kişi, ayakta veya otururken kendisinden, sonra pişman olacağı bir şey sâdır olmaması için, farklı bir eylem olarak bunu tavsiye etmiştir.
Rasûlullah’ın “gazaplanma!” tavsiyesi, mümkün ki, çabuk öfkelenen biri için yapılan tavsiyedir. Çünkü Peygamberimiz, herkesin mîzâcına göre emreder, en uygun olanı tavsiye ederdi. Hadis-i şeriflerdeki “öfkelenme!” tavsiyesi de gösteriyor ki, öfke, nice kötülükleri kendinde toplamaktadır. Rasûlullah’ın “öfkelenme!” diye tavsiye etmesi, “öfke sebeplerinden kaçın, öfkeyi çekecek şeylere yer verme” demektir. Öfkenin bizzat kendisinin yasaklanması düşünülemez.
2163] Tirmizî, Fiten 26
2164] Tirmizî, Birr 74; Ebû Dâvud, Edeb 3
2165] Buhârî, Edeb 76
2166] Buhârî, Edeb 76; Tirmizî, Birr 73; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 11
2167] Buhâri, Megâzî 24; Müslim, Cihad 106; Kütüb-i Sitte, 12/126
- 500 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Çünkü öfke, fıtrî/doğal bir haldir; insan karakterinden yok edilemez. Bu yasaktan maksat, aynı zamanda öfke gibi duygularımızı bastıracak alışkanlıklar kazanmak, ruh terbiyesine önem vermek demektir. Yine, öfkeyi ortaya çıkaran en büyük kaynak kibirdir. Çünkü insanın arzu ettiği bir şeye muhâlefetten kibir ortaya çıkar; kibir de onu öfkeye atar. Bu durumda, mütevâzi olan kimseden nefsi savunma duygusu çabuk geçeceği için, kibirlenmeyen kimse, öfkenin şerrinden selâmette kalır.
Sadece gazap değil; fıtratımıza verilen bütün duygular, yok edilemez; zaten yok edilmiş olsa, insanın dengesi sarsılır, o duyguların hayırlı istikamette ve ölçülü olarak kullanılmasından doğacak dünyevî ve uhrevî güzellikler iptal edilmiş olur. O yüzden “öfkelenme!”, “inat etme!” demek, “fıtratını değiştir!” emrinde bulunmak gibi, yapılması mümkün olmayan bir şeydir. Bu değerlendirmeye göre, hadis-i şeriflerdeki “gazaplanma!” emri, “meşrû olmayan konularda ve aşırı şekilde öfkelenme!” anlamındadır. Böylece, bu fıtrî duyguları, sadece “hayırda kullanma” tavsiye edilmiş olmaktadır. Her uzvun ve her duygunun meşrû ve ölçülü bir kullanma yönü vardır. Allah’ın yarattığı ve ihsan ettiği özellik ve nimetler, insana zulüm olsun diye değil; rahmet ve sınav aracı olarak verilmiştir. Özellikle tasavvufî yaklaşımda “nefsi öldürmek” tâbiriyle, olumsuz kabul edilen duyguların tümüyle yok edilmesi ısrarla tavsiye edilir. Bu, hem imkânsız, hem de yanlış bir yaklaşımdır. Yapılacak iş, onları yok etmeye çalışmak değil; hayır yolunda ve ölçülü bir tarzda kullanmaktır. Öfke konusunda, nefsin isyanlarına öfkelenip terbiyesine çalışmak, küfür, zulüm ve fesat sergileyenlere öfkelenip İslâm’ın hâkimiyeti için gayret göstermek en mâkul yoldur. Ölçü bellidir: Allah için sevmek, Allah için öfkelenip buğz etmek.
Rasûlullah (s.a.s.), şahsını ilgilendiren meselelerde sabredip öfke göstermediği halde; dini ilgilendiren konularda öfkesini izhar etmiştir. Bu hususta birçok örnek verilebilir. Bunlardan biri, şu hadis-i şeriftir: İbn Mes’ûd anlatıyor: “Bir adam gelerek Rasûlullah’a: ‘Ben sabah namazına falanca (imam) yüzünden gelemiyorum, çünkü namazı fazla uzatıyor’ dedi. Ben, Rasûlullah’ın o günkü kadar öfkelendiğini hiç mi hiç görmedim. Gazapla şöyle dedi: “Ey insanlar! Sizden bazıları nefret ettiricidir. Hanginiz halka namaz kıldırırsa, kısa tutsun; zira cemaatte hasta var, yaşlı var ve ihtiyaç sahibi vardır.”2168 Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu şekilde Allah için öfkelendiği olaylar çoktur. Kur’ân-ı Kerim’de bazı peygamberlerin de Allah için öfkelendiği belirtilir. Meselâ, Hz. Mûsâ’nın, kendisi Tur’da iken, kavminin altından buzağı heykeli yapıp bu puta tapmalarından dolayı gazaplandığını, hatta kızgınlığından Tevrat levhalarını yere attığını ve kardeşi Hârun’un (a.s.) başını ve sakalını çekip asıldığını Kur’an haber vermektedir.2169 Yine, bu olay üzerine kavmine çok gazaplı/öfkeli ve üzgün bir şekilde döndüğünü ve onlara kızarak nasihat ettiğini, bunun Allah’ın gazabını, dünyada da alçaklığı istemek olduğunu açıkladığını, Kur’an bize bildirir.2170 Demek ki, öfke yasağı mutlak bir yasak değildir; bu fıtrî özelliğin kullanılması gereken durumlar vardır.
İslâm Ahlâkı Açısından Gazap
İslâm ahlâkıyla ilgili eserlerde, öfke duygusunu ortadan kaldırmak yerine;
2168] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, 12/300
2169] 7/A’râf, 150
2170] 20/Tâhâ, 86
GAZAP
- 501 -
öfkeli halde iken yanlışlık yapmaktan sakınmanın gerekliliği üzerinde durulmuştur. Buna göre, gazap sırasında kalp atışının hızlanması ile kanın damarları ve beyni zorlaması, aklın normal görev yapmasını önler; yanlış ve zararlı işler yapılmasına yol açar. Bu sebeple, “gazap, muvakkat (süreli) bir deliliktir” denilmiştir. Gazap halindeyken sağlıklı düşünmenin mümkün olmadığı, bu durumdaki kişiyle bir deli arasında fazla fark bulunmadığı ifade edilir. Hüküm, karar ve ceza verme durumundaki kişilerin öfkelenmeden, soğukkanlı olarak bu eylemlerini yerine getirdiklerinden emin olmaları için, suçluyu hemen cezalandırma yoluna gitmeyip bir süre beklenilmesi veya suçluyu gözaltında tutmanın yerinde olacağı ve uygulamanın da bu şekilde sürdürüldüğü ahlâk ve hukuk kitaplarında belirtilir. Adâletin tam olarak yerine getirilmesi için, hem öfke ve kibir gibi haksızlığa yol açabilecek duyguların etkisinden sıyrılmanın, hem de âcizlik ve aldırmazlık şeklindeki tutumlardan uzak durmanın gerekliliği de İslâm âlimlerince vurgulanmıştır.
Gazapla hilim arasındaki ilişki, hilimle ilgili tarifte açıkça görülür: Râgıb ve Mâverdi’ye göre hilim, “nefsi gazabın azgınlaşmasından korumaktır.” Hadis-i şerife göre, gazap duygusu bakımından insanların dört farklı karaktere sahip olduğu belirtilir. Bazıları çabuk öfkelenir, çabuk yatışır. Bazıları nâdiren öfkelenir, fakat zor teskin edilir. Bazıları da çabuk öfkelenir, zor yatışır. Nihâyet nâdiren öfkelenip çabuk yatışanlar gelir ki, en iyi olanlar, bunlardır. Gazap duygusu, mizaçlara, alışkanlıklara, eğitime, yaş ve cinsiyete göre değişir.
Her fıtrî duygu gibi, gazabın da hedefi İslâm’ın gösterdiği istikamette olmalıdır. Yine tüm duygular gibi ölçülü, dengeli olmalı, ifrat ve tefritten uzaklaşılmalıdır. Yersiz gazap veya haddi aşan ifrat noktasındaki gazap yerilmiştir. Gazap, fıtrî bir duygu olduğundan, hiç gazaplanmayan kimse, dininin, dâvâsının ve şahsının onurunu koruyacak ve düşmanlara tepki gösterecek cihadı gerçekleştiremez. Ilımlı bir gazap duygusu, fazilet sayılır. Ilımlı bir öfke duygusu, “şecaat” veya “hamiyet” diye adlandırılır. İnsanın onurunu, haklarını ve değerlerini korumak için hamiyet ve şecaat sahibi olması gereklidir. Gazap gücünün ifratına tehevvür (saldırganlık), tefritine de cübn (korkaklık) denilir. 2171
Bazı âlimler öfke konusunda şöyle söyler: Allah öfkeyi ateşten yaratmıştır ve onu insanın fıtratına koymuştur. Kişi ne zaman bir şeye niyet eder veya herhangi bir arzusunda zorlukla karşılaşırsa öfke ateşi yanar ve yüzü ve gözleri kandan kızarıncaya kadar kabarır. Zira insan derisi, gerisindeki rengi gösterir. Bu durum, kendinden daha aşağıda olana kızan ve ona karşı kendisini güçlü hisseden kimse içindir. Eğer kendinden daha üstün olandan öfke hissederse, ondan, derinin zâhirinden kalbin içine doğru kan tutukluğu oluşur ve üzüntüden rengi sararır. Öfke, kendi emsâline karşı ise, kan tutukluk ile genişleme arasında gider gelir, rengi bir kızarır, bir sararır.
Öfke olayı, insanın içinde ve dışında değişmeyi beraberinde getirir. İç organlarının çalışması daha çok olumsuz şekilde bundan etkilendiği gibi; rengin değişmesi ve organlardaki titreme gibi dışa da etki eder. Öfkenin diğer bir sonucu da, davranışların tertipsiz olarak ortaya çıkması ve doğal mîzâcın değişmesidir. İçteki değişme, dışta görülen olumsuzluklardan daha fazladır. Öfke, kalpte kin ve hased meydana getirir ve çok çeşitli kötülükleri içe yerleştirir. Dıştaki değişme
2171] Mustafa Çağrıcı, T. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 13, s. 436
- 502 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de, aslında içteki değişmenin neticesi ve meyvesidir.
Öfkenin dildeki etkisine gelince; aklı başında bir kimsenin söylemekten hayâ edeceği, öfkesi geçince pişman olacağı kötü, kaba ve çirkin sözlerin söylenmesi çoğunlukla ortaya çıkar. Öfkenin insan davranışlarındaki eseri ise, kaba kuvvet kullanma, dövme, hatta yaralama ve öldürme gibi nâhoş olaylardır. Eğer öfkelenilen kişinin kaçması veya orada bulunmayışıyla bunlar yapılamazsa, öfkeli kendine yönelir; elbisesini yırtar, kendi kafasına vurur, bazen yıkılır düşer veya kap-kacak, araç-gereç kırar, bu işle hiç ilgisi olmayan başka insanları incitir.
Bu tür zararları düşünen kimse, Peygamberimiz’in “öfkelenme!” diye tavsiyesinin nice hikmetlere şâmil olduğunu anlar. Tabii, öfkenin bütün bu zararları, dünyevî öfke hakkındadır; yani, Allah için ve meşrû hedefe yönelik olmayan öfke içindir. 2172
Kur’an, mü’minlerin gazap ettiklerinde, kızdıran insanların kusurlarını bağışlamaları gerektiğini belirtir, gazap edene affı tavsiye eder: “Onlar (mü’minler), büyük günahlardan ve hayâsızlıktan kaçınırlar; gazap ettikleri, kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar.” 2173
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da infak ederler, Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” 2174
Allah’ın Sıfatı Olarak Gazap Etme
Allah Teâlâ’ya mahsus olan sıfatlardan rahmet ve gazap, mahlûkatın sıfatları gibi değildir. Allah’ın tüm vasıfları ve isimleri her yönüyle mükemmelliği içerdiğinden, beşerî olumsuzluk ve eksikliklerden münezzehtir. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.”2175 O, tüm noksanlıklardan münezzehtir. Allah’ın rahmet ve gazab sıfatları, Kur’ân’ın birçok âyetinde zikredilmekte ve Allah’ın gazabına uğrayarak helâk edilen bazı kavimlerden ibret için bahsedilmektedir. Bütün bunların yanında, Allah’ın rahmeti gazabından daha büyüktür. Bir hadiste Allah şöyle buyurur: “Rahmetim, gazabımı geçmiştir (kuşatmıştır).” 2176
Allah’ın Gazabına Uğrayanlar
a- Allah’a İsyan Eden Yahûdiler: Bıldırcın ve kudret helvası gibi daha iyi olan Allah’ın nimetlerini daha kötüyle değiştiren yahûdiler için şöyle buyrulur: “... Üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allah’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları ve düşmanlıkları sebebiyledir.” 2177
“... Allah’ın indirdiklerini inkâr edip kendi canlarına karşılık satın aldıkları şey (azap) ve o sebeple de gazap üstüne gazaba uğramaları ne kadar kötü! Ayrıca, kâfirler için ihânet
2172] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muht. Terc. ve Şerhi, 12/299
2173] 42/Şûrâ, 37
2174] 3/Âl-i İmrân, 134
2175] 42/Şûrâ, 11
2176] Buhârî, Tevhid 15, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe 14-16
2177] 2/Bakara, 61
GAZAP
- 503 -
edici bir azap vardır.” 2178
“Allah’tan gelmiş olan bir ipe ve insanlar tarafından ortaya konan bir ipe (sisteme) sığınmaları müstesna, onlar (yahûdiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, kendilerine zillet (damgası) vurulmuş, Allah’ın gazabına/hışmına uğramışlar, miskinliğe mahkûm edilmişlerdir. Bunun sebebi, onların, Allah’ın âyetlerini inkâr etmiş ve haksız yere peygamberleri öldürmüş olmaları, ayrıca isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarıdır.” 2179
b- Putperest Yahûdiler (Altın Buzağıya Tapanlar): “Buzağıyı (tanrı) edinenlere, mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. İşte Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.” 2180
c- Şirk Koşanlar; Putperest Âdîler (Âd Kavmi): “(Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gazap inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim! Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.” 2181
d- İrtidat Edenler: “Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse –kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka- fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır; bunlar için büyük bir azap vardır.” 2182
e- Maymunlaşan, Domuzlaşan ve Tâğûta Tapanlar: “De ki: ‘Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah’ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tâğûta tapanlar çıkardığı kimseler; işte bunlar, yeri (durumu) daha kötü olan ve doğru yoldan daha ziyade sapmış bulunanlardır.” 2183
f- Allah Hakkında Kötü Zanda Bulunan Münâfık ve Müşrikler: “(Bunlar) Allah hakkında kötü zanda bulunan münâfık erkeklere ve münâfık kadınlara, Allah’a şirk koşan erkek ve kadınlara azap etmesi içindir. Kötülük onların başına gelmiştir. Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve cehennemi kendilerine hazırlamıştır. Orası ne kötü bir yerdir!” 2184
g- Allah Hakkında Tartışmaya Girenler: “Dâveti kabul edildikten sonra, Allah hakkında tartışmaya girenlerin delilleri, Rableri katında boştur. Onlar için bir gazap, yine onlar için çetin bir azap vardır.” 2185
h- Mü’minleri Öldürenler: “Kim bir mü’mini kasden öldürürse, cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” 2186
i- Cihaddan Kaçanlar: “Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzî tutma dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o, Allah’ın gazabını hak etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne
2178] 2/Bakara, 90
2179] 3/Âl-i İmrân, 112; Ayrıca, bk. 1/Fâtiha, 7; 5/Mâide, 60; 20/Tâhâ, 86; 58/Mücâdele, 14
2180] 7/A’râf, 152
2181] 7/A’râf, 71-72
2182] 16/Nahl, 106
2183] 5/Mâide, 60
2184] 48/Fetih, 6
2185] 42/Şûrâ, 16
2186] 4/Nisâ, 93
- 504 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kötü yerdir!” 2187
k- Yalancı ve İftiracılar: “Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ile şahitlik etmesi, beşinci defa da, eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını dilemesi kendisinden cezayı kaldırır.” 2188
l- Yeme İçmede Taşkınlık ve Nankörlük Edenler: “Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin, bu hususta taşkınlık ve nankörlük de etmeyin; sonra sizi gazabım çarpar. Her kim ki kendisini gazabım çarparsa, hakikaten o, yıkılıp gitmiştir.” 2189
m- Rasûlullah’a Eziyet Edenler: Rasûlullah (s.a.s.) Uhud günü kırılan dişine işaret etti ve şöyle buyurdu: “Peygamberine böyle yapan bir kavme Allah’ın gazabı/öfkesi arttı. Rasûlullah’ın Allah yolunda öldürdüğü kişiye de Allah’ın gazabı şiddetlendi.” 2190
Gazap Edilenleri Dost Edinmek: “Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar. Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları çok kötüdür!”2191 Âyette Allah’ın gazab ettiği yahûdileri kendilerine dost edinenlerin münâfık olduğu bildirilmektedir.
“Ey iman edenler! Kendilerine Allah’ın gazap ettiği bir kavmi dost edinmeyin. Zira onlar, kâfirlerin kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden) ümit kestikleri gibi âhiretten ümit kesmişlerdir.” 2192
Kur’an’ın özü ve özeti olan Fâtiha sûresinde “Bizi dosdoğru yola ilet; Nimet verdiklerinin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil.” 2193buyrulurmaktadır. Allah haddi aşanlara, isyancılara, dini inkâr edenlere gazap üstüne gazap göndermiştir. Bunların kıssaları Kur’an’da gayb haberleri şeklinde bildirilmiştir. Gazap edilenler, daha çok, yahûdiler ve yahûdileşenlerdir. Allah’ın gazabı, tarihteki inkârcı ve isyancıların başına türlü şekillerde gelmiştir. Onları yakalayıveren bir çığlık, bir yer sarsıntısı, ebâbil kuşları, kasırga, dağ gibi deniz dalgalarında boğulma...
Allah’ın Gazabının Tezâhürü: Helâk
“Helâk”in sözlük anlamı, mahvolmak, yok olmak, yıkıma uğramaktır. Kur’an literatüründe “helâk” şekliyle mastar halinde geçmeyen bu kelime, çoğunlukla fiil halinde bulunur. “Ehleknâ (Biz helâk ettik) şeklinde kullanımı en çok olanıdır.
“Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar gönderip evlerinin altlarından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık.” 2194
2187] 8/Enfâl, 16
2188] 24/Nûr, 8-9
2189] 20/Tâhâ, 81
2190] Buhâri, Megâzî 24; Müslim, Cihad 106; Kütüb-i Sitte, 12/126
2191] 58/mücâdele, 14-15
2192] 60/Mümtehine, 13
2193] 1/Fâtiha, 5-7
2194] 6/En’âm, 6
GAZAP
- 505 -
“Andolsun ki Biz sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği halde (yalanlayıp) zulmettikleri için nice nesilleri helâk ettik. (Onları helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezalandırırız. Sonra da sizin nasıl davranacağınızı görmemiz için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler (onların yerlerine hükümranlar) kıldık.” 2195
Toplumsal Helâkler: Allah Teâlâ insanoğlunu yeryüzüne gönderdiği günden beridir onu kılavuzsuz bırakmamış, görevlendirdiği peygamber ve onlara indirdiği kitaplarla insanlara uyarıda bulunmuştur. İnsanların gerçekleri görüp idrâk etmesi ve peygamberlerin kendi katından olduğunu isbat etmesi için de mûcizelerle desteklemiştir. Allah, uyarıcı olarak görevlendirdiği elçilerine iman etmeyen ve mûcizeleri eğlence konusu yapan toplumları da helâk etmiştir.
“Kendilerine âyetlerimiz ayan beyan okunduğu zaman inkâr edenlere: ‘İki topluluktan hangisinin (dünyaki) mevki ve makamı daha hayırlı, meclis ve topluluğu daha güzeldir?’ dediler. Onlardan önce de, eşya ve görünüş bakımından güzel olan nice nesiller helâk ettik. De ki: ‘Kim sapıklıkta ise, çok merhametli olan Allah ona mühlet verir. Nihâyet kendilerine vaad olunan şeyi –ya azabı (mü’minler karşısında yenilgiyi) veya kıyâmeti- gördükleri zaman, mevki ve makamı daha kötü ve topluluğu daha zayıf olanın kim olduğunu çok geçmeden görecekler.” 2196
Bir toplumu helâke sürükleyen aşamaları âyetlerden takip edelim: “Nuh’u kavmine peygamber olarak göndermiştik. ‘Ey kavmim’ dedi. ‘Sizin için kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a ibâdet edin; zira ben üzerinize gelecek şiddetli bir günün azabından korkuyorum!’ Kavminin ileri gelenleri: ‘Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz!’ dediler. Nuh da şöyle cevap verdi: ‘Ey kavmim, bende hiçbir sapıklık yoktur; fakat ben, âlemlerin Rabbı tarafından gönderilen bir peygamberim. Size Rabbimin haberlerini duyuruyorum. Size nasihat ediyorum ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Sizi uyarmak için, sakınmanız ve belki merhamet olunmanız için kendi içinizden bir adam vasıtasıyla size Rabbinizden bir ihtarın gelmesine hayret mi ediyorsunuz?’ Onu yalanladılar. Bunun üzerine Biz de onu ve onunla birlikte gemide olanları kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları ise, suda boğduk. Zira onlar kör bir toplumdu.” 2197
A’râf sûresinin devam eden âyetleri sırasıyla Âd kavminin, Semud kavminin, Lût kavminin ve Medyen kavminin helâklerini peşi peşine anlatmaktadır.2198 Sonra şu prensip açıklanmaktadır: “Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, halkı (Peygamber’e başkaldırmasınlar ve Bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü (yoksulluk ve darlığı) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik, nihâyet çoğaldılar ve ‘Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu’ (onlar da sıkıntılı ve sevinçli günler geçirmişlerdi) dediler. Biz de onları, hatırlarından geçmediği bir anda ansızın yakaladık.” 2199
A’râf sûresi, devam eden âyetlerle yine helâk tarihini anlatmaya devam eder. Mûsâ (a.s.) ve Firavun toplumları arasında geçen olaylar ve sonuçta Hz. Mûsâ’nın kavminin kurtuluşa ermesi, Firavun ve taraftarlarının denizde boğulmak
2195] 10/Yûnus, 13-14
2196] 19/Meryem, 73-75
2197] 7/A’râf, 59-64
2198] bk. 7/A’râf, 65-93
2199] 7/A’râf, 94-95
- 506 -
KUR’AN KAVRAMLARI
suretiyle helâk edilişleri dile getirilir.2200 Sonra da İsrâiloğullarının çeşitli sebeplerle helâklere uğraması anlatılır.
Gazap ve Helâk Konusunda Sünnetullah
Allah’ın gazabı ve helâk etmesiyle ilgili olarak toplumlarla ilgili değişmez kanunu Kur’an’da çok açık bir şekilde anlatılır. Ana başlıklar halinde bu konudaki sünnetullah’ı şöyle maddeleştirebiliriz:
a- Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır. 2201
b- Bütün toplumlar, elçiler aracılığıyla uyarılmıştır. 2202
c- Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler. 2203
d- Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır. 2204
e- Toplumun önderleri toplumdan sorumludur. 2205
f- Toplumların mânevî yönleri, maddî yönlerinden önceliklidir. 2206
g- Kâfir ve zâlim toplumlar, çok uzun zaman varlıklarını sürdüremezler. 2207
h- Kâfir ve zâlim toplumlar hemen helâk edilmezler. 2208
i- Allah, kâfir ve zâlim toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder. 2209
j- Kâfir ve zâlim toplumlar, inkâr ve isyandan vazgeçip iman ederlerse Allah affeder, helâk etmez. 2210
k- Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması, fayda vermez. 2211
l- Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür. 2212
2200] bk. 7/A’râf, 103-136
2201] 10/Yûnus, 44; 8/Enfâl, 51; 13/Ra’d, 31; 30/Rûm, 41; 42/Şûrâ, 30; 37/Saffât, 39; 91/Şems, 14; 7/A’râf, 147; 6/En’âm, 70; 56/Vâkıa, 24; 91/Şems, 9-10
2202] 13/Ra’d, 7; 35/Fâtır, 24; 16/Nahl, 36; 15/Hicr, 10; 28/Kasas, 47; 20/Tâhâ, 134; 4/Nisâ, 165, 5/Mâide, 19; 16/Nahl, 35-36
2203] 26/Şuarâ, 208-209; 6/En’âm, 130-131; 17/İsrâ, 15; 20/Tâhâ, 133-134
2204] 38/Sâd, 14, 16; 50/Kaf, 12-14; 26/Şuarâ, 5, 136; 36/Yâsin, 30, 48; 6/En’âm, 33; 7/A’râf, 77...
2205] 7/A’râf, 38; 38/Sâd, 61; 33/Ahzâb, 30-32; 40/Mü’min, 46-47; 34/Sebe’, 31-33; 28/Kasas, 63; 7/A’râf, 86, 90; 10/Yûnus, 83; 9/Tevbe, 34; 11/Hûd, 116
2206] 34/Sebe, 45; 40/Mü’min, 21, 82; 30/Rûm, 9; 41/Fussılet, 15-16; 19/Meryem, 73-74; 8/Enfâl, 19; 2/Bakara, 249; 28/Kasas, 76-82; 68/Kalem, 17-33
2207] 6/En’âm, 6; 7/A’râf, 94-95; 10/Yûnus, 13-14; 17/İsrâ, 16); 18/Kehf, 59; 19/Meryem, 73-75; 22/Hacc, 45
2208] 7/A’râf, 182-183; 13/Ra’d, 32; 22/Hacc, 44, 48; 23/Mü’minûn, 54-56; 3/Âl-i İmrân, 178
2209] 32/Secde, 21; 7/A’râf, 130; 6/En’âm, 42; 43/Zuhruf, 48; 32/Secde, 21; 30/Rûm, 41; 6/En’âm, 42-44; 7/A’râf, 94-95
2210] 5/Mâide, 65-66; 4/Nisâ, 110; 16/Nahl, 119; 6/En’âm, 43, 48; 27/Neml, 11, 46; 10/Yûnus, 98; 37/Saffât, 148
2211] 10/Yûnus, 90-91; 4/Nisâ, 18; 40/Mü’min, 84-85
2212] 26/Şuarâ, 69-74; 11/Hûd, 109; 37/Saffât, 69-70; 2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 23/Mü’min, 24; 11/Hûd, 62, 87; 7/A’râf, 70
GAZAP
- 507 -
Helâklerin Sebepleri
a- Uyarıcıları Yalanlama: Uyarıcıların getirdiği gerçeklere sırt çevirip onların doğru olmadığını, gerçekten Allah katından gelmediğini iddia edip uyarıcıları sapıklıkla itham ederek atalarının yolunda yürümeye devam etmeleri, o toplumun helâke uğramalarının bir sebebidir. 2213
b- Başlarına Gelen Belâ ve Musîbetlerden Ders Almama: Allah Firavun’un kavmine, doğru yola gelmeleri için çeşitli belâlar veriyor. Onları ürün kıtlığına uğratıyor, tufan, çekirge, kurbağa, kan gibi belâlarla karşı karşıya getiriyor, fakat onlar hiç ibret ve ders alma yoluna gitmiyorlar. Başlarına gelen felâketi Hz. Mûsâ ve kavminin uğursuzluğuna yoruyorlar. Bu belâdan kurtulunca da, bunu kendi iyiliklerine ve haklılıklarına delil görüyorlar. Zaman zaman Hz. Mûsâ’ya gelip Allah’ın kendilerine Mûsâllat ettiği belâları kaldırması için duâ etmesini istiyorlar. Mûsâ (a.s.) da duâ edip Firavun ve taraftarları bu belâdan kurtulunca da, yine eski saygısızlıklarına ve zulümlerine devam ediyorlar. 2214
c- İstikbâr (Büyüklük Taslama): Helâke uğrayan her toplumun ortak yanlarından birisi de kendilerine azap tehdidi ile gelen uyarıcılara karşı büyüklük kompleksine kapılmak olmuştur. Bu kompleks ile Allah’ın âyetlerine kulak tıkayıp sırt çevirmişlerdir. “Kavminin küfreden ileri gelenleri şöyle demişti: ‘Biz seni beyinsizlik içinde görüyoruz ve senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.” 2215; “Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri: ‘Ey Şuayb, ya seni ve seninle birlikte iman edenleri mutlaka ülkemizden çıkaracağız ya da siz bizim yolumuza döneceksiniz!’ dediler.”2216; “Biz bir ülkeyi helâk etmeyi murad ettiğimiz zaman, oranın nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emirlerimizi bildiririz. Onlar ise orada bozgunculuk yaparlar, kötülük işlerler. Artık onun üzerine hüküm hak olur ve o ülkeyi kökünden helâk ederiz.” 2217
d- Zulüm: Allah, toplumları zulüm işledikleri için helâk eder. Allah’ın âyetlerine, mûcizelerine, peygamberlerine, mü’minlere zulmeden ve inkârcılıkta direnen toplumlara uyarılar fayda etmeyince Allah’ın gazabı ve azabı hak olur. “Nice ülkeler vardır ki, zâlim oldukları için Biz oları helâk ettik. Şimdi o ülkelerde duvarlar, (çökmüş) tavanların üzerine yıkılmıştır. Nice kullanılmaz hale gelmiş kuyular ve (ıssız kalmış) büyük saraylar vardır (oralarda).”2218; “İşte şu ülkeler; zulmettikleri zaman onları helâk ettik. Onları helâk etmek için de belli bir zaman tayin etmiştik.” 2219
Helâk Çeşitleri
a- Suda Boğulmak: Nuh’un kavmi ve Firavun ve askerleri bu şekilde helâk edilmişlerdir. “Nuh’u yalanlamışlardı. Bunun üzerine Biz de onu ve onunla birlikte gemide olanları kurtarmış, âyetlerimizi yalanlayanları ise boğmuştuk. Zira onlar kör bir kavim idi.” 2220
“Tıpkı Firavun hânedanı ile onlardan öncekilerin hali gibi. Onlar da Rablerinin âyetlerini
2213] bk. 7/A’râf, 94
2214] bk. 7/A’râf, 130-136
2215] 7/A’râf, 66
2216] 7/A’râf, 88
2217] 17/İsrâ, 16
2218] 22/Hacc, 45
2219] 18/Kehf, 59
2220] 7/A’râf, 64
- 508 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yalanlamışlardı da, kendi günahlarıyla onları helâk etmiştik. Firavun hânedanını boğmuştuk. Hepsi de zâlim idiler.” 2221
b- Rüzgâr ve Sarsıntı: Âd kavmi, azgınlık ve peygamberleri Hz. Hûd’u yalanlamaları sebebiyle kavurucu bir rüzgârla helâk edildiler. “Âd kavminin kıssasında da bir ibret vardır. Hani üzerlerine kurutucu, kavurucu bir rüzgâr göndermiştik de üzerine uğradığı her şeyi ancak toz haline getirip bırakmıştı.” 2222
Semud kavmi ise peygamberleri Sâlih’in (a.s.) uyarılarına kulak tıkadılar ve mûcize olarak gönderilen deveyi kestikleri için helâk edici bir sarsıntıya tutularak yok olup gittiler. “Semud kavminden de alınacak ibretler vardır. Hani onlara ‘Bir süreye kadar dünya nimetlerinden faydalanın!’ demiştik. Buna rağmen büyüklük taslayıp Rablerinin emrinden çıkmışlardı da baka baka onları helâk edici bir sarsıntı yakalayıvermişti. Bu yüzden ne ayağa kalkacak bir güç bulabilmişler ve ne de yardım edilenlerden olmuşlardı.” 2223
c- Taş Yağmuru: Lût’un (a.s.) sapık kavmi ise, bir çığlık ve taş yağmuru ile helâke uğradılar. “Biz, üzerlerine taş yağdıran bir rüzgâr gönderdik.”2224; “Güneş doğarken helâk edici korkunç ses, onları yakalayıvermişti. Şehrin altını üstüne getirmiş ve üzerlerine sert taş yağdırmıştı. İşte bu yaptıklarımızda görebilenler için bir ibret vardır.”2225; “Emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik, üzerine yığın yığın Rabbin katında işaretlenmiş sert taş yağdırdık. Bu taşlar, zâlimlerden hiçbir zaman uzak değildir.” 2226
d- Maymunlaşma ve Domuzlaşma: Yahûdilerin azgınlık ve isyanlarına bir ceza olarak da helâkin onların maymunlar ve domuzlar haline getirilmesi şeklinde tecellî ettiğini görüyoruz. “Kendilerine hatırlatılanı onlar unutunca, kötülükten men edenleri kurtarmış, zulmedenleri ise, işledikleri fısk yüzünden, şiddetli bir azap ile yakalamıştık. Men olundukları şeyden vazgeçmeyince, Biz de onlara ‘aşağılık maymunlar olun’ demiştik.”2227; “Allah katında bundan daha feci bir cezayı haber vereyim mi? Allah, kimlere lânet edip onlardan maymunlar, domuzlar ve tâğutun kulları/köleleri yapmışsa, işte bunlar, mevki bakımından en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış kimselerdir.” 2228
Hangi Toplumlar Helâk Edildi?
Kur’an, sadece örnek vermek ve ibret için bazı toplumların helâk edilişinden bahseder. Yoksa tüm helâk edilen toplumların listesini vermez. İbret almasını bilenler için bu örnekler yeter. Kur’an’ın, helâk edildiğini haber verdiği toplumların başında şunlar gelir:
a- Nuh (a.s.) Kavmi 2229
b- Âd (Hûd a.s.) Kavmi 2230
2221] 8/Enfâl, 54
2222] 51/Zâriyât, 41-42
2223] 51/Zâriyât, 43-45
2224] 54/Kamer, 34
2225] 15/Hicr, 73-75
2226] 11/Hûd, 82-83
2227] 7/A’râf, 165-166
2228] 5/Mâide, 60
2229] 71/Nuh, 1-28; 7/A’râf, 59-64
2230] 7/A’râf, 59-64; 9/Tevbe, 70
GAZAP
- 509 -
c- Semud (Sâlih a.s.)Kavmi 2231
d- Lût ve İbrahim (a.s.) Kavmi 2232
e- Medyen (Şuayb a.s.) Kavmi 2233
f- Sebe’ Kavmi 2234
g- Tubbâ Kavmi 2235
h- Ress Kavmi 2236
i- Firavun Kavmi 2237
j- İsrâiloğulları 2238
k- Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Toplumundaki Müşriklerin Elebaşları 2239
Helâkten Sonra: Helâk, dünya açısından işin sonudur. Helâkten sonra, tevbe imkânı ve bir daha kurtuluş yoktur. Sadece azap üstüne azap vardır. Yani, bu dünyevî cezadan başka ebedî cehennem vardır. “Onlar, yalnızca sonucu mu bekliyorlar? Âkıbet geldiği gün, daha önce onu unutanlar: ‘Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler (onların getirdikleri hak imiş); şimdi bizim için şefaatçiler var mı ki bize şefaat etsinler? Yahut bir geri dönüşümüz mümkün mü, önceden işlediğimizden daha farklı bir iş yapalım?!’ derler. Onlar kendilerini hüsrana uğratmışlar ve uydurageldikleri şeyler onlardan yok olup gitmiştir.” 2240
“Ateşte yüzleri çevrildiği gün, ‘Keşke Allah’a itaat etseydik, keşke Rasûl’e itaat etseydik!’ derler. Ve yine derler ki: ‘Rabbimiz! Biz, liderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik; onlar da bizi doğru yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onlara büyük lânet et!” 2241
“En kuvvetliniz, hiddet ânında nefsine hâkim olanınız ve en halîm olanınız da kudreti yeterken affedeninizdir.” (Hadis-i Şerif Meali)
“Kahraman, hiddet ânında nefsine hâkim olan kimsedir.” (Hadis-i Şerif Meali)
“Asıl mücâhid, Allah rızâsı için kendi nefsi ile mücâdelede bulunan kimsedir.” (Hadis-i Şerif Meali)
“Kulun yutkunduğu şeylerde Allah katında en büyük mükâfat kazanacağı, hiddeti ânında Allah rızâsı için yutkunarak hiddetini yenmesidir.” (Hadis-i Şerif Meali)
“Hiddetlenen herkes, kendini Cehenneme doğru sürüklemiş olur.” (Hadis-i Şerif Meali)
2231] 7/A’râf, 73-79; 9/Tevbe, 70
2232] 7/A’râf, 80-84; 9/Tevbe, 70
2233] 7/A’râf, 85-93; 9/Tevbe, 70
2234] 34/Sebe’, 15-21
2235] 50/Kaf, 14; 44/Duhân, 37
2236] 50/Kaf, 12, 14; 25/Furkan, 38-39
2237] 7/A’râf, 103-136
2238] 7/A’râf, 161-166
2239] 8/Enfâl, 12-14, 17, 51-54
2240] 7/A’râf, 53
2241] 33/Ahzâb, 66-68; Kur’an Okulu, Hanif Y. 9. cüz
- 510 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Hiddetini yenen kimsenin kusurunu Allah örter.” (Hadis-i Şerif Meali)
“Tartışmalarda öfkelendiğiniz an, hak ve hakikat için değil; kendi hevânıza, kendi nefsiniz hesabına çalışmaya başlarsınız.”
“Bir anlık öfke her şeyi mahvedebilir.”
“Hiddet ekilen yerden pişmanlık biçilir.”
“Öfkenin başlangıcı çılgınlık, sonu pişmanlıktır.”
“Kızgınlık, geçici bir deliliktir. Bu yüzden duygularınıza sahip olun; yoksa onlar size sahip olurlar.”
“Zorluklara karşı kızmak, onu yenemeyeceğinizi anlamak demektir.”
“Üç özellik sahibinin imanı kemâle ermiştir. Bunlar: Bâtıla sapmamak, kızdığı zaman haktan ayrılmamak, gücü yettiği halde haddi aşmamaktır.”
“İnsanın kızması, başkalarının hatalarının intikamını kendinden alması demektir.”
“Kızan bir kimse, aklı başına gelince bu sefer de kendisine kızar.”
“Öfke, eğer Muhammedî terbiyeden geçerse, küfre karşı kesin bir tavır; mü’minlere karşı hilm ve silm şeklinde kendini gösterir.”
“Sabırlı adamın öfkesinden sakının.”
“Allah’a sığın şahs-ı halîmin gazabından;
Zira yumuşak huylu atın çiftesi pektir.”
“Oturur yerine zararla elbet; Âhir, öfke ile kalkan demişler.”
“Öfkenin ateşi, önce sahibini yakar; sonra, kıvılcımı düşmana ya varır, ya varmaz.”
“Öfke ile beraber akıl da uçup gider.”
“Doğada taşkın bir öfke kadar insanı insanlıktan çıkaran, hayvanlaştıran bir şey yoktur.”
“Öfke, kısa bir deliliktir.”
“Öfkeli kişinin ağzından yalnızca azarlayıcı, suçlayıcı sözler çıkar.”
“Öfke, savunma için silâh sağlar.”
“Öfke şahlandımı vicdan uyuşur.”
“Öfkeliyken konuş. Göreceksin ki pişman olacağın en güzel konuşmayı yapacaksın.”
“Öfke, çöken bir yapıya benzer, nereye düşse orayı da yıkar.”
“Öfke ile kalkan zararla oturur.”
“Keskin sirke, küpüne zarar verir.”
“Öfke, zekânın alevini söndüren büyük bir rüzgârdır.”
GAZAP
- 511 -
“Öfkeli bir insan, ağzını açar; gönlünü ve gözlerini kapar.”
“Kızgınken karar veren, fırtınalı havada yelken açan bir insandır.”
“Nâmertler, samimi olarak öfkelenmezler. Bunlar, gösterecekleri öfkenin şiddetini karşısındakilerin âcizliklerinden alırlar.”
“Haddinden fazla hiddet, gâyedeki hikmeti yok eder.”
“Hiddet ekilen yerden pişmanlık biçilir.”
“Hiddet, cinnetin küçük kardeşidir.”
“Hiddetini yenenleri kimse yenemez.”
“Hiddetin devamı, kin denilen feci hastalığı doğurur.”
“Hiddet, azgın bir ata benzer, haline bırakılırsa kendi ateşiyle yıpranır.”
“Mü’min, kinci olamaz.” (Hadis-i Şerif Meali)
“Kinimiz büyüdükçe, kin beslediğimiz kimseden daha çok küçülürüz.”
“Kinimiz çok şiddetli olduğu zaman bizi, kin beslediğimiz kimselerden daha çok alçaltır.”
“Kindarlık ve sertlik şeytanı dışa kovmaz, içe iter.”
“Deve gibi kinciliği terk eyle; Kindar olan olmaz dindar demişler.”
“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” 2242
2242] 15/Hicr, 3
- 512 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gazap Konusunda Âyet-i Kerimeler
a- Yahûdilerin Gazaba Uğramaları: 1/Fâtiha, 7; 2/Bakara, 61, 90; 3/Âl-i İmrân, 112; 5/Mâide, 60; 7/A’râf, 152; 20/Tâhâ, 86; 58/Mücâdele, 14.
b- Allah’ın Şirk koşanlara Gazab Etmesi: 7/A’râf, 71.
c- İrtidat edenlerin İlâhî Gazaba Uğramaları: 16/Nahl, 106.
d- Allah hakkında tartışmaya girenlere Allah’ın Gazabı: 42/Şûrâ, 16.
e- Cihaddan kaçanlar Gazabı Hak Eder: 8/Enfâl, 16
f- Mü’minleri Öldürenlere Allah Gazap Eder: 4/Nisâ, 93
g- Yeme İçmede Taşkınlık ve Nankörlük Edenlerin İlâhî Gazaba Uğraması: 20/Tâhâ, 81
h- Gazap Edilenleri Dost Edinmek: 60/Mümtehine, 13; 58/mücâdele, 14.
i- Hz. Mûsâ’nın Gazabı: 20/Tâhâ, 86,
k- Hz. Yûnus’un Gazabı: 21/Enbiyâ, 87.
l- Gazap Edip Kızdıklarında Kusurları Bağışlayanlar: 42/Şûrâ, 37
m- Öfkeyi Yutmak: 3/Âl-i İmrân, 134.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 189-190
2. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 346-347
3. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s . 191-193
4. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 208-209, 214, 219
5. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 417
6. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, İmam Kurtubî, Buruc Y. c. 2, s. 212-216
7. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, AkÂdemi Y. c. 2, s. 115-118
8. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 184, 188-189
9. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 13, s. 436
10. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 2, s. 224-225; c.4, s. 17-18
11. Kur’an Ansiklopedisi, S. Ateş, KUBA Y. c. 6, s. 381-387
12. Lânetlenmiş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Y.
13. Allah’ın Gazapları, (Tarihî roman), Râgıp Şevki Yeşim, 4 cilt, Huzur Y.
14. Allah’ın Yok Etmesi ve Yok Olan Toplumlar, Veysel Özcan, Mirfak Y.
15. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
16. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y.
17. Kavimlerin Helâkı, Harun Yahya, Vural Y.
18. Kur’an Okulu, Hanif Y. 9. cüz
19. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 155, 272
20. Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mîr, İnkılâb Y. s. 127-129
21. İslâm İnançları Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi Y. s. 113, 283

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:04

GAYB

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

GAYB


- 483 -
Kavram no 56
İman 11
Bk. Şirk; Cin; Sihir-Büyü
GAYB
• Gayb; Anlam ve Mâhiyeti
• Gaybın Çeşitleri
• Kur’an’da Gayb
• Gaybın Bilinip Bilinememesi
• İyi ki Gaybı Bilemiyoruz
“O müttakîler (takvâ sahipleri) ki, gayba iman ederler, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.”2072
Gayb; Anlam ve Mâhiyeti
Gayb, gizli kalmak, gizlenmek, görünmemek, gözden kaybolmak anlamında “ğâbe” fiilinden masdar veya gizlenen, hazırda olmayan şey mânâsında isim veya sıfat olarak kullanılır. Ragıb El-İsfehani gaybı, “duyular çerçevesine girmeyen şey” tarzında açıklamıştır.
Gaybın esası, mevcut olmamak değil; herhangi bir sebeple fark edilir olmamak, özellikle görünür olmamaktır. Gayb, insanın gözü önünde sergilenmemiş bulunandır; olmayan değil. “Gayb” ve “gâib”, başlangıçta duyularımızla anlamada veya ilk düşüncede hazır olmayan, diğer deyişle ilk nazarda anlaşılmayan demektir. Bunun bir kısmı delilden geçen bir anlayışla idrak olunabilir. Mesela evinizde otururken kapınız çalınır, ses duyarsınız, bu ses sizin için anlaşılmış, hazır ve şahittir. Bundan anlarsınız ki, kapıyı çalan vardır. O kimse henüz sizin için ortada yoktur. Bakıp görünceye kadar onu şahsıyla bilemezsiniz, fakat kapıyı bir çalan bulunduğunu da zorunlu bir şekilde, anlayışlı olarak tasdik edersiniz. Bu, bir inanç veya şuurlu bir bilme olur. Sonra henüz kapınızı çalmayan ve eseri size yetişmeyen daha nice gaibler bulunduğunu da genel olarak tasdik edebilirsiniz. Fakat bunların bir kısmı gerçekten yok olabilirler. “Gayb” ile “gaib” arasında fark vardır. “Gâib” (ortada olmayan) sana görülmez, seni de görmez olandır. “Gayb” ise, görülmez, fakat görür olandır. Demek ki, gaybın esası, mevcut olmamak değil; gözükmemektir.
Gaybın Çeşitleri
İki türlü gayb vardır: Bir kısmı, hiçbir delili bulunmayan gaiblerdir ki bunları ancak “Allâmu’l-ğuyûb” (gaybları bilen) Allah bilir. “Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları O’ndan başkası bilemez.”2073 âyetindeki gaybdan maksat bunlardır. Diğer kısmı da delili bulunan gâiblerdir ki, “onlar gayba inanırlar.”2074 âyetindeki
2072] 2/Bakara, 3
2073] 6/En'âm, 59
2074] 2/Bakara, 3
- 484 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gaybdan kastedilen de bu kısımdır. Âyette geçen “el-ğayb” kelimesinin elif lâmı ahd içindir. Yani, Allah’tan hakkıyla korkan müttakîlerin inandıkları, tanıdıkları gayb, delili bulunan hak gaybdır ki, bu da Allah ve sıfatı, ahiret ve halleri, melekler, peygamberlerin nübüvveti, kitapları indirme... gibi imana ait temel unsurlardır. Gayba imanın önemi büyüktür. Çünkü korunmak, takvâ ona bağlıdır. Peygamber’i görüp iman eden sahabilerin de en büyük meziyetleri, O’nu gayba ait verdiği haberlerde tasdik edişlerindedir. Nitekim İbn Mes’ud; “Kendisinden başka ilah olmayan (Allah)a yemin ederim ki, hiçbir kimse, gayba imandan daha faziletli bir şeye inanmamıştır.” buyurmuş ve bu âyeti2075 okumuştur.2076
Gayb’ın mutlaka gelecekle ilgili olduğu sanılmıştır. Oysa, sözgelimi önümüzdeki bir engelin ötesi bizim için gaybdır; çünkü engelin ötesinde ne olduğunu göremiyoruz, duyularımız-la algılayamıyoruz. Ayrıca, geçmiş/tarih de gaybdır. Allah onun bilgilerini Kur’an’da belli oranlarda aktarmıştır. Nitekim bu bilgilendirmelerde “Bu gayb haberlerindendir; sana vahyediyoruz”2077 denilmektedir. Demek oluyor ki, Allah vahyle gayb haberlerini de bildirmektedir ve peygamber bir bakıma gaybın haberini getirendir.
Kur’an’da Gayb
Gayb kelimesi, Kur’an’da altmış yerde geçer. Kur’an’da gayb kelimesi, Allah’a nisbet edildiği yerlerde sadece Allah tarafından bilinebilen mutlak gaybı, “âlimu’l-gayb, âlimu’l-gaybi ve’ş-şehâdeh, allâmu’l-ğuyûb, âlimu ğaybi’s-semâvâti ve’l-arz” tarzındaki kullanımlarda insanların mevcut şartlar açısından bilemedikleri her şeyi ifâde eder. “Enbâu’l-ğayb” terkibinde ise, geçmişte yaşanan ve ibret alınmak üzere nakledilen tarihî olayları ifâde eder.
Kur’an’da zaman açısından; geçmiş, hal ve gelecek olmak üzere üç kategoriye ayrılabilen birçok gaybî habere yer verilmektedir. Bunlardan uzak maziye ait olan ve bizzat Kur’an tarafından “gayb haberi” olarak nitelendirilenlere Hz. Âdem, Nuh, Yusuf ve Meryem’e dair bilgilerler, Ashab-ı Kehf, Zülkarneyn ve Hızır kıssaları örnek gösterilebilir.2078 Mekke’nin fethi hazırlıklarının müşriklere bildirilmek istendiğini haber veren,2079 Benî Mustalik kabilesinin zekâtının toplanmasını konu edinen ve ayrıca ifk hadisesinin iç yüzünü açıklayan âyetler2080 Kur’an’ın o dönemde bildirdiği hâlihazırla ilgili gaybî haberler arasındadır. Bizanslılar’ın Mecusi İranlılar karşısında yakın bir gelecekte galibiyet elde edeceğini bildiren,2081 Mekke’nin fethini2082 ve İslâm’ın parlak istikbalini müjdeleyen2083 âyetler de Kur’an’ın geleceğe dair gayb haberlerindendir.
Bu kullanılışlar ışığında Kur’an’da gayb kelimesinin belirttiği hususları; geçmiş tarihî olaylar, gizli ve sır olan şeyler, bir şeyin veya olayın iç yüzü, fizik dünyada başkalarınca görülemeyen nesneler, görülmeyen ve bilinmeyen her şey,
2075] 2/Bakara, 3
2076] Hak Dini Kur'an Dili I, 167-168
2077] 3/Âl-i İmran, 44; 11/Hûd, 49
2078] 3/Âl-i İmran, 44; 11/Hûd, 49; 12/Yûsuf, 102; 18/Kehf, 13-26, 83-98
2079] 60/Mümtehine, 1
2080] 49/Hucurât, 6; 24/Nur, 11-12
2081] 30/Rûm, 4-5
2082] 48/Fetih, 11, 15, 16, 27
2083] 24/Nur, 55
GAYB
- 485 -
ayrıca Allah, melek, ahiret, cin şeklinde özetlemek mümkündür.
Genellikle insanın bilgiye ulaşmak için kullandığı duyuların ve zihnî fonksiyonların aracılığıyla bilinemeyen bir olgu olarak algılanan gayb kavramı, Kur’an’da fizik ötesi âlemin varlıklarını belirtmesi yanında, fizik âleminin insan bilgisi dışında kalan uzantısını ifâde etmek için de kullanılmıştır. Buna göre fizik ötesi âlem için “gaybî varlık”; fizik dünyasında vuku bulmakla birlikte çeşitli sebepler yüzünden duyularla algılanamayan olaylar için de “gaybî haber” tabirlerinin kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Muttakî insanlar Allah’ı, melekleri, cenneti, cehennemi görmeden inanırlar. Bugün müslümanlar, Peygamber Efendimiz’i de görmeden inanıyorlar. Onun içindir ki, Efendimiz: “Beni görüp bana iman edene müjdeler olsun. Beni görmediği halde bana iman edene yedi kere müjdeler olsun.” buyurmuştur.2084 Gayba inanan mü’min, kendisi Allah’ı görmese de, Allah’ın kendisini gördüğüne inandığından bütün hareketlerini kontrol eder.
Muttakî müslüman, ahirette cezalandırılmayayım diye Allah’ın haram sınırlarına yaklaşmaz. Günümüzde “ben görmediğime, laboratuarda incelemediğime inanmam” diyenler, yeni bir söz söylemiş sayılmazlar. Çünkü “bu güneşin altında söylenmedik söz kalmadı.” Çağdaş imansızlar gibi, Mûsâ’nın (a.s.) kavminden bir kısmı “Ey Mûsâ, biz Allah’ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız.”2085 demişlerdi. Çölde söylenen bu sözü, bugünkü kâfir, laboratuardan söylüyor. Gözümüzün bir sınırı var. Bu göz Allah’ı görseydi, Allah’ın gücü ve büyüklüğü sınırlı olurdu.
Bu gözler, gördüğünü emri altına alıyor. Yüce dağları deliyor. Denizin derinliklerinden en değerli inci mercanları çıkarıyor. Gözlerimiz Allah’ı görecek şekilde yaratılmamıştır. O’nun yarattıklarından ilmini, kudretini, san’atını, rahmetini görüyor ve O’na iman ediyoruz.2086
Mü’minler, gayb’ı bilmeseler de ona inanırlar; hakikatin ve Hakk’ın varlığını ve tekliğini kabul ederler. Çünkü gaybı, hakikati bildiren Allah’tır. O, insanların nefislerinde ve dışlarında Kendini tanıtıcı âyetlerini sergilemektedir. Mü’minler, görmeseler de, bilmeseler de, gayba inanırlar.2087 Hakikatin, duyularıyla algıladıklarında değil; görünenlerin gerisinde yattığını kabul ederler. Âlem-i şehâdeti tek âlem, dolayısıyla dünya hayâtını da tek hayât kabul etmezler; bu hayâtın ötesinde şimdilik gayb da olsa, varlığından kuşku duyulmayan bir başka hayatın, yani âhiretin varlığına içten inanırlar.2088 Görmeden, ama var olduğunu bilerek Rahman’dan korkarlar. “O takvâ sahipleri ki, onlar, görmedikleri halde Rablerine huşu içinde candan saygı gösterir ve korkarlar.” 2089
Bakara sûresinin üçüncü âyetinde, müttakîlerin ilk özelliğinin gayba iman olduğu belirtilir. “O müttakîler ki, gayba iman ederler” yahut gıyaben (görmeden) iman ederler. Diğer bir tabirle onlar, gözle değil; kalple iman ederler. İman etmek için, önlerine dikilmiş putlara, haçlara da bağlanmazlar. Gözlerinin önünde
2084] Müsned, Ahmed bin Hanbel, V/248
2085] 2/Bakara, 55
2086] Şifa Tefsiri, M. Toptaş, c. 1, s. 82-83
2087] 2/Bakara, 3
2088] 2/Bakara, 4
2089] 21/Enbiyâ, 49
- 486 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulunan bugünkü ve şu andaki görülen ve hissedilen şeylere saplanıp kalmazlar. Duyu ötesini, kalbi ve kalple ilgili şeyleri tanırlar. İşlerin başı, görülende değil; ruh, akıl, kalp gibi görülmeden görende, tutulmadan tutanda, zaman ve mekâna bağlı olmayarak maddeleri fırlatıp oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır. Müttakîler, gayba inanırlar; çünkü onların sağduyuları, saf basiret ve ferasetleri, temiz akılları, açık anlayışları, sıhhatli görüşleri, anlayış kabiliyetleri, yükseklere koşabilecek azimli vicdanları ve iyi seçimleri vardır. Görünen ve hissedilen şeyleri yarar, kabuklarını soyarlar; içindeki özüne, önündeki ve arkasındakinin sırrına nüfuz ederler; görenle görüleni ayırt ederler; hissedilenden düşünülene intikal edebilirler. Varlık ve yokluk içinde gaybdan görünürlüğe, görünürlükten gayba gelip, geçip giden ve hissedilen olayların satırları altındaki gayba ait manaları sezerler.
Hakikat, akılla, basiretle, kalp gözüyle görülebilir; dış görünüşü ile değil. Kuvvet görünmez deriz. Hâlbuki kuvvetin eseri görülmektedir. Aslında görünen de kuvvetten ibârettir. Gelecek zaman bugün görünmez, yarın görünür. Yani, bizce gayb, görülemeyen demek değil; görülmeyen demektir. Bugünün akla uygun olanı, yarının hissedileni olabilir. Biz, delilsiz olan gayba değil; delili olan akla uygun gayba iman ediyoruz. Delilimiz; aklımız, nefsimiz, kalbimiz, kâinat kitabı ve Allah’ın kitabı. Şu halde gaybin hakikatine iman ederken, görünenin gerçeğini inkâr etmeyiz. Şimdiki halde görünen ve hissedilen meydandaki tabiatın iki tarafında geçmiş ve gelecek, başlangıç ve sonuç denilen birer gayb âlemi var. Şu halde, kendini korumak (takvâ sahibi olmak) isteyenler, görülenleri ve hissedilenleri seyrederken, daha önce onların arkasındaki gayba ve gayb ile görülenlerin hepsinin kaynağına, mutlak kefiline, yani âlemlerin Rabbine iman ederler. 2090
İman esaslarının tümü gaybdır. Gayba iman, bir üstünlüktür. Gayba inanan mü’min, maddenin dar kalıpları içinde haps olmaktan kurtulabilmiş, mânevî hayâtın güzelliklerini şehâdet âlemi denen bu dünyada tatmaya başlamıştır. Hem insan, hem evren Allah’ın âyetleridir. Küçük evren olan insanla âlem arasında büyük benzerlikler vardır. İnsanın beden ve ruhtan meydana geldiği gibi; evren de fizik ve metafizik boyutludur. İnsanda manevî, ruhî özellikler olduğu gibi; içinde yaşadığımız evrende de manevi varlıklar, melekler ve cinler gibi madde ötesi yaratıklar vardır.
Aklıyla ve ruhî özellikleriyle değil; sadece gözleriyle düşünüp karar verebilen materyalistler, gözle göremedikleri canlılara ve gayb âlemine inanmazlar. Hâlbuki kendilerinde maddî olmayan ruh, akıl, sevgi, nefret gibi nice özelliklerin varlığını kabul etmektedirler. Gözüyle görmediğinin varlığına inanmadığını söyleyen bu insanların, bu sözlerinde samimi olmadıkları görülmektedir.
Varlıklar, görülen ve görülmeyen olmak üzere ikiye ayrılır. İçinde yaşadığımız şu dünyaya, elle tutup gözle gördüğümüz âleme şehâdet âlemi diyoruz. Melekûta, beş duyumuzla şahit olamadığımız duyular ötesi âleme de gayb âlemi ismi veriyoruz. İnsan, kendi açısından şehâdet âleminde yaşarken, aynı zamanda bir yönüyle de gayb âleminde dolaşmaktadır. Bedenimiz şehâdet âlemindeki olayların önemli bir kesimine şahit olurken, ruhumuz gayb âleminin gizli dünyasında gezintiler yapmaktadır. İnsan, bedeni ve duyularıyla fizik dünyada yaşıyor.
2090] Hak Dini Kur'an Dili, I, 164-166
GAYB
- 487 -
Ruhu, aklı, hayâli, rüyası, önsezisi gibi manevi özellikleriyle gayb dünyasının kapısının aralığından gelen sızıntılara da yabancı kalmıyor.
Gaybın Bilinip Bilinememesi
Kur’an’da gaybı sadece Allah’ın bildiği çeşitli âyetlerde ifâde edilmektedir:
“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez.” 2091
“De ki: Gayb ancak Allah’ındır.” 2092
“Göklerin ve yerin gaybı (sırrı) yalnız Allah’a aittir.” 2093
“Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir.” 2094
“Göklerin ve yerin gaybı (gizli bilgisi) O’na (Allah’a) aittir.” 2095
“De ki: Göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilmez.” 2096
“Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir.” 2097
“Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir.” 2098
Gaybı, sadece Allah’ın bildiği konusuyla ilgili hadis-i şerifler de vardır. 2099
Peygamberler, gayb konusunda özel bir konumdadır. Kendilerine gelen vahy, gaybla ilgili bir olaydır. Vahyi getiren Cebrail, bir melektir ve gaybdan gelmektedir. Peygamberler gayb âleminin yol göstericileridir. Toplumları gayba ve fizikötesine iman ve itikada davet için gönderildiler. Peygamberler, toplum ve gayb arasındaki ilişkiyi de sağladılar; toplum ve gayb âlemini birbirine bitiştiren bir halka oldular. Bazı âyetlerde, Allah’ın dilediği kullarını gayb hakkında bilgilendirdiği ifâde edilmektedir: “Allah size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini ayırt eder.”2100; “O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz. Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır.”2101 Bu bağlamda Hz. İbrahim’e yer ve göklerin melekûtunun gösterildiği,2102 Hz. Yusuf’a rüya tabir etme ilminin ve kavminin yiyeceği yemekleri önceden bilme yeteneğinin verildiği,2103 Hz. İsa’nın, İsrailoğulları’nın evlerinde ne yiyip neleri biriktirdiklerine vâkıf olup bunları kendilerine haber verdiği2104 belirtilmektedir.
Fakat peygamberler de beşerdir, bizim gibi insanlardır. Beşer oldukları için de kendiliklerinden gaybı bilemezler. Tüm peygamberler gibi Peygamberimiz’in
2091] 6/En'âm, 59
2092] 10/Yûnus, 20
2093] 11/Hûd, 123
2094] 16/Nahl, 77
2095] 18/Kehf, 2
2096] 27/Neml, 65
2097] 35/Fâtır, 38
2098] 49/Hucurât, 18
2099] Bk. Buhârî, İstiska 29, Tevhid 4; Müslim, İman 77
2100] 3/Âl-i İmran, 179
2101] 72/Cin, 26-27
2102] 6/En'âm, 75
2103] 12/Yûsuf, 21, 37
2104] 3/Âl-i İmran, 49
- 488 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de kendiliğinden gaybı bilmesi söz konusu değildir. Allah, peygamberlerine gaybdan bazı bilgiler verirdi. Peygamberimiz’in, bir kısım gaybî sırlara sahip olduğu gerçektir, ama her şeyi biliyordu, gayba tümüyle vâkıftı demek yanlıştır. Başta Hz. Aişe olmak üzere sahabilerin çoğuna göre Hz. Peygamberimiz gelecek hakkında bilgi sahibi değildi. O gaybı bilmez.2105 İbn Abbâs der ki: “Yüce Allah, peygamberlere gaybdan vahyi bildirmiş ve gaybından olan şeyleri onlara vahyetmek ve indirdiği hükümleri sûretiyle onları vahyettiği kadarıyla gayba muttali kılmıştır. Gaybı Allah’tan başkası bilemez. 2106
Peygamberimiz şöyle buyurdular: “Ben de ancak fâni bir insanım (beşerim). Siz bana birçok davalar getiriyorsunuz. Sizlerden biri, diğer tarafa nazaran beni ikna etmede daha kabiliyetli ve muktedir olabilir (meselesini daha beliğ olarak savunabilir). Ben de ondan işittiğime (ve delillere) göre hüküm veririm. Bununla bir kimseye, hakikaten din kardeşine ait bir şeyi verecek olursam, o kimse (bunu) asla almasın. Zira benim ona o şekilde vermiş olduğum şey, ancak ateşten bir parçadır. Dilerse o ateşi alsın, dilerse bıraksın.”2107 Dikkat edilirse Rasûl-i Ekrem, getirilen delillerin esas alınmasını ve ona göre hüküm verilmesini tavsiye etmiştir. Ayrıca “ben gaybı bilirim ve mutlaka her hakkı, hak sahibine veririm” dememiştir. Günümüzde bazı medyum, hoca veya şeyhlerin gaybı bildiğini ve ona göre davrandığını iddia edenlere dikkat edilmelidir.
Kurtubî de şu açıklamaları yapmaktadır: “Allah, peygamberi gaybından dilediğine muttali kılar. Çünkü peygamberler, mûcizelerle teyid edilmişlerdir. İşte gayb olan bazı şeyleri bildirmeleri de bunlardandır. Hz. İsa’nın bazı kimselere evlerinde neleri sakladıklarına dair haber vermesi gibi. Yüce Allah, peygamberlerden razı olduğu kimseleri istisna etti. Onlara vahyetmek sûretiyle gaybından dilediğini onlara öğretti. Bunu onlara bir mûcize ve peygamberliklerine dair doğru bir delâlet olarak vermiştir. Müneccim ve benzeri kimseler olan falcılar ve gayba dair haber verdiklerini iddia eden kimseler ise, Allah’ın beğenip seçtiği peygamberlerden değildir. Aksine bunlar, sezgi, tahmin ve yalanlarıyla Allah’a karşı yalan söyleyip iftiralarda bulunan kâfirlerdir. 2108
Buna göre, beşerin bilgi edinebilme sınırları içerisine girmeyen, insanın bilgi elde etme yollarıyla bilinemeyen bilgilere, yani ona dair bilgiyi Yüce Allah’ın tamamıyla kendisine tahsis ettiği ve ancak dilediği kadarını dilediği peygamberine bildirdiği “gayb bilgisi”ne sahip olduğunu iddia etmek, kişinin kâfir olmasına sebeptir.
Gayb, iki kısımda değerlendirilir: a- Mutlak gayb, b- İzâfî (göreceli) gayb. Mutlak gayb, yalnız Allah’ın bildiği gaybdır. Gaybın bu çeşidini Allah, başkasına bildirmemiştir. İzâfî gayb ise, bazılarına göre gayb iken, bazılarına gayb sayılmayandır. Mesela, kişinin içinden geçen duygular, kalbindeki manalar, kendisine malum olduğu, gayb olmadığı halde, başkası için mechul olduğundan gaybdır. Dağın eteğinde olan bir kimse için, dağın ardı gaybdır. Ama uçaktan bakan kimse için, dağın hiçbir yanı gayb değildir. Gayb ile idrak ve duyularımız arasında engel ve duvarlar, maddi perdeler yoktur. Gayb, gaybın varlığı, gizliliğin var oluşu,
2105] Bk. Müslim, İman 287; Tirmizî, Tefsir 7
2106] Taberî, XX/123
2107] S. Müslim, K. Akdiye 13, -c. 2 s. 1337-; Buhârî, c. 3 s. 162 -Çağrı Y.
2108] Kurtubî, XIX/27-28
GAYB
- 489 -
idrak ve duyularımızın gücü ile ilgilidir. 2109
Duyularımızın ve idrakimizin belirli kapasiteleri vardır. Mesela mikropları göremediğimiz gibi, radyonun rahatlıkla aldığı sesleri de çıplak kulağımızla duyamıyoruz. Bu yüzden gayb, bizim idrak ve duyularımızın sınırlı olması yönünden gaybtır. Allah için gayb diye bir şey söz konusu değildir.
Kur’an-ı Kerim, mutlak gaybın bilinmesini sadece Allah’a tahsis etmek sûretiyle bu husustaki cahiliyye inancını reddetmektedir. Kur’an, gaybı bilme özelliğini Allah’a âit bir kemal sıfatı olarak göstermektedir.2110 Yalnız Allah’a ait olan gaybı bilmenin, diğer yaratıklardan birine tahsis edilmesini Kur’an tevhide aykırı bulmaktadır. Gayb kapılarını zorlama denemeleri olan fal, kehanet vb. yollara başvurmayı yasaklamaktadır. Allah’ın dilediklerini muttali kılacağı gayb alanına ait bilgi edinme yollarının vahyden ibâret bulunduğu, böyle bir bildirim olmadan gaybı bilmenin mümkün olamayacağı vurgulanmaktadır. Allah ve bildirdiği kadarıyla Rasûlüllah dışında hiç kimsenin mutlak gayb olan âlemle ilgili şeyler bilmesi mümkün değildir. Sihirbazların, büyücü, medyum ve onların yardımcıları olan cin ve şeytanların gaybı bilmesi mümkün değildir. Kur’an onlar için kulak hırsızları2111 der.
Yüce Allah, birçok âyetinde gayb ilminin kendine has olduğunu belirtmiştir. Allah tarafından, bilgisi kendisine has olduğu açıkça belirtilen gayb bilgisini bilmek iddiasında bulunanlar kâfir olurlar. Deney yoluyla bilinebilen hususlarda bir takım emare ve sebeplere istinaden meydana gelecek hallere dair kanaat belirtip tahminlerde bulunmak ise, kişiyi küfre götürmediği gibi, fâsık da yapmaz. Ancak gelecekte kazanacaklarına dair iddialarda bulunmanın, genel ve özel anlamda gelecekte meydana gelecek olayları haber vermenin ise küfür olacağında şüphe yoktur. Yine, kehanet yoluyla ya da arraflık, medyumluk ile gayb bilgisi iddiasında bulunmak da aynı hükümdedir. Arraf ve kâhin gaybı bilmek iddiasında bulunan kimselerdir. Bu gibi kimselere gidip gayba dair bilgiler soranların, Muhammed’e (s.a.s.) indirilenleri yalanlamış olacaklarını açıkça belirten ve onlara gitmeyi yasaklayan pek çok hadis vardır. 2112
Bu arada kâinatta cereyan eden birtakım olayların meydana gelmesini, başka bazı olayların etkisiyle meydana geldiğini ileri sürerek, onları Allah’ın yaratma ve takdiri dışında kalan sebeplerle meydana geldiklerini söylemek de aynı şekilde küfür ve inkârdır. Nitekim Peygamber’in (s.a.s.) Hudeybiye’de bir sabah namazını kıldırdıktan sonra, yağmur yağışını Allah’ın lütuf ve rahmetine değil de; belli bir yıldızın belli bir burca girmesine bağlı olarak kabul edenlerin kâfir olduklarını belirten hadis-i şerifi bu konuda açık deliller arasındadır. 2113
Kurtubî’nin naklettiğine göre, Hz. Ali, Hâricîler üzerine yürümek istediğinde, birisi bu vakitte çıkmamasını ve filân yıldızın doğmasını beklemesini tavsiye etmiş, dediği vakitte yola koyulacak olursa zaferi kazanacağını belirtmiş. Ancak
2109] Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, 320-324
2110] 5/Mâide, 109; 6/En'âm, 73; 9/Tevbe, 94, 105; 13/Ra'd, 9; 34/Sebe', 48
2111] 15/Hıcr, 18
2112] Müslim, Mesâcid 33; Selâm 125; Ebû Dâvud, Salât 167; Nesâi, Sehv 20; Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Müsned, II/429; IV/68; V/380 vs.
2113] Hadis için bk. Buhârî, Ezan 156, İstiska 28, Meğâzi 35; Müslim, İman 125; Ebû Dâvud, Tıb 22; Tirmizî, Tefsir 56; Nesâi, İstiska 16
- 490 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Ali, ona kesin bir şekilde şöyle cevap vermiş: Muhammed’in (s.a.s.) müneccimi yoktu. Ondan sonra benim de olmayacaktır. Senin bu söylediğin sözün doğru olduğunu kabul eden bir kimsenin, Allah’a şirk koşmuş bir kimse gibi olmayacağından emin değilim. Bundan dolayı biz seni hem yalanlıyor, hem de sana muhalefet ederek, bize gitmemeyi söylediğin saatte yola çıkacağız. Daha sonra Hz. Ali, beraberindekilere yönelerek şunları söyler: “Ey insanlar, yıldızlarla ilgili olarak karanın ve denizin karanlıklarında yol alabilecek kadarından fazlasını öğrenmeyiniz. Şunu biliniz ki müneccim (yıldızlara bakarak geleceğe dair haber veren), sihirbaz gibidir. Sihirbaz da kâfir gibidir. Kâfir de cehennemdedir.” (Daha sonra, kendisine bu saatte yola çıkmamasını söyleyene yönelerek:) “Allah’a yemin ederim ki, eğer senin yıldızlara bakıp ona göre amel ettiğine dair bir haber ulaşırsa, ben ve sen, hayâtta kaldığımız sürece hapisten çıkartmam. Yönetici kaldığım sürece (mücahid mü’minlere verilen ve devlet hazinesindeki hakları olan) maaşını keserim.” Daha sonra Hz. Ali, o adamın çıkmamasını istediği saatte yola koyulur ve Haricilere karşı muzaffer olur. Bu olay, Nehrevan Olayı diye bilinir. 2114
Zaman ve mekân engeli veya yaratılış özellikleri açısından sınırlı bir varlık olan insan, gayb denilen alanla her an karşı karşıyadır. Mutlak gayb, hakkında hiçbir şekilde bilgi sahibi olunmayan ve vahy yoluyla sadece peygamberlere bildirilen gayb olmak üzere iki kısımdır. İzâfî gayb da fizikî âlemle ilgili ve fizik ötesi olmak üzere ikiye ayrılabilir. İnsanların kısmen de olsa bilgi sahibi olabildiği bu alan, hiçbir zaman sadece Allah’a mahsus mutlak gayb sınırlarını zorlamaz. Esasen bir kimse bir şey hakkında bilgi sahibi olabiliyorsa, söz konusu husus onun için şehâdet konumundadır. Bu açıdan izâfî gayba “izâfî şehâdet” demek de mümkündür. Gayb ile şehâdetin kesişip iç içe girdiği kavşak noktası varlığı olarak niteleNebîlecek bir varlık yapısına sahip bulunan insanda akıl, ruh ve gönül gibi adlarla anılan bazı fizik ötesi boyutlar bulunmaktadır. Kur’an, âlemde insan tarafından müşahede edilen her şeyin görünen yönünün, bilinen fonksiyonunun ötesinde görünmeyen ve bilinmeyen bir metafizik cephesinin de bulunduğunu haber vermektedir.2115 Duyulur âlemde gerçekleştiği halde; zaman, mekân ve duyuların yetersizliği gibi sebeplerle insanın bilgi sahibi olamadığı varlık alanları da mevcuttur.
İyi ki Gaybı Bilemiyoruz
Gelecekle ilgili şeylerin bir kısmını önceden bilmek, insanı rahatsız eder. Peygamber bile olsa, insan için istikbalin kapılarının ardına kadar açılması bir nimet ve lütuf değildir. Allah, rahmetinden dolayı, bize zarar verecek, imtihan dünyası özelliğiyle de bağdaşmayacak bilgiler vermemiş, geleceği gayb perdesinde saklamıştır. O yüzden her taraftan gayblarla çevrili bir âlemde yaşıyor ve imtihan oluyoruz. Allah, nice hikmetlerden dolayı, bin geceden daha hayırlı olan Kadir gecesini Ramazan’da saklamıştır. Duânın kabul olduğu zamanı Cuma gününde gizlemiştir. Öleceğimiz zamanı ömür içinde ve kıyametin kopacağını dünyanın ömrü içinde bizim için gayb olacak şekilde saklamıştır. Çünkü bunları bilmemiz, bize fayda değil; zarar verecektir. İnsan, öleceği zamanı bilse, eceli belli olsa, hayâtının önemli bir kısmını “daha ölmeme çok var, nasıl olsa yakında ölmeyeceğim!” diyerek gafletle geçirir, ibâdet bilinci içinde yaşamazdı. Eceli
2114] Kurtubi, XII/29
2115] 2/Bakara, 74; 17/İsrâ, 44; 22/Hac, 18
GAYB
- 491 -
yaklaştıkça da bir idam mahkûmu gibi dehşet içinde yaşar, kalan hayâtı kendine zindan olurdu. Ecelimizi bilmememiz, yani bunun gayb olması, bizim dünya ve ahiret dengesini kurmamız açısından çok önemlidir. Hem ölmek, hem yaşamak mümkün olduğundan, dünya ve ahiret maslahatı bu gizliliktedir. Böylece korku ve ümit arasında, belki yarın ölebilirim diye bir taraftan ahirete hazır olurken; belki daha ölmem diyerek dünyasını da ihmal etmeyip düzenlemeye gidebilecektir. Birini öbürüne feda etmeden denge içinde huzurla yaşayabilmek için ölüm zamanımızın gayb olması en güzeldir.
Gaybın perdeli oluşu, Allah’ın engin rahmetinin ve sayısız hikmetinin gereğidir. Çünkü şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler hayli çoktur. Meydana gelmeden önce, gelecekte başımıza gelecek olanları bilmek, bize acı verecek, elemin uzamasına sebep olacaktır. Bu yüzden ecelimiz gibi, başımıza gelecek musibetler de gayb olarak gizlenmiştir. Mesela, bir yıl sonra biricik çocuğunun öleceğini bilen bir anne ve babaya hayât zindan olur. Yıllar sonra başına gelecek bir felaketi bilmek, insanı mutlu etmez; tam aksine şimdiden huzursuz eder. Bu yüzden bazı şeyleri bilmememiz, bize faydalı olmayacak gayb sırlarına muttali olmamamız bizim için rahmettir.
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Âdem’in yaratılışını anlatan âyetler “türâb (toprak)”2116 “tıyn (çamur, balçık)”2117 ve “hame-i mesnûn (kurumuş balçık)”2118 gibi kelimelerle, fizik âleme ait maddî yönüne; ona ruh üflendiğini ifâde eden âyetlerle2119 gayb âlemine ait yönüne dikkat çekerek insanı gayb ve şehâdetin birleşimi olarak göstermektedir. Onun yaratılışındaki bu toprak ve ruh özelliğine çeşitli hadislerde de işaret edilmektedir.2120 Bu yaratılış özelliğinden dolayı, insan gaybla ilgili konulara büyük çapta merak sarar ve yaratılış sırrını çözmek ister.
Kur’an’da insanla sürekli ilişki halinde olduğu belirtilen ikinci gaybî varlık meleklerdir. Melekler her an insanların yanı başında onların yaptıklarını kaydetmekte,2121 onları tehlikelerden korumakta,2122 mü’minlere mağfiret dilemekte2123 ve günü gelince ruhlarını kabzetmektedir.2124 Bu anlamda üçüncü gaybî varlık ise şeytandır. Şeytan insana vesvese vererek,2125 düşmanlık yaparak,2126 kötü şeyleri güzel göstererek2127 meleklerin aksine kişiyi olumsuz yönde etkilemeye çalışmaktadır. Kur’an-ı Kerim, diğer bir gaybî varlık olan cinlerin hem varlığını, hem de insanlarla temasını, melek ve şeytan kadar sık olmasa da vurgulamaktadır. 2128
Kur’an-ı Kerim, gayba inananlara mü’min; gayba inanmayanlara ise kâfir
2116] 3/Âl-i İmran, 59
2117] 7/A'râf, 12
2118] 15/Hıcr, 28
2119] 15/Hıcr, 29
2120] Buhârî, Enbiyâ 1; Müslim, Kader 1
2121] 50/Kaf, 17-18
2122] 6/En'âm, 61
2123] 40/Mü'min, 7
2124] 6/En'âm, 61; 16/Nahl, 32; 47/Muhammed, 27
2125] 7/A'râf, 200, 41/Fussılet, 36
2126] 5/Mâide, 91; 36/Yâsin, 60
2127] 6/En'âm, 43; 137
2128] Meselâ bk. 27/Neml, 17, 39; 34/Sebe', 12, 14; 72/Cin, 6
- 492 -
KUR’AN KAVRAMLARI
demektedir. Kur’an’a göre bu ikinciler gaybdan kendilerine yönelen yaratma, murakabe, yanıltma gibi mekanizmalardan habersiz oldukları için, her şeyi dünya âlemi ve fizikî çevre ile sınırlı görürler. Hâlbuki Kur’an’ın gayb telakkisi insanın dünya hayâtı ve ahlâk anlayışıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu dünyada yapılan her işin gaybî âlemin bir bölümünü oluşturan ahiretle çok yakın münâsebeti vardır. Mü’min, ahiret sorumluluğuna ve gaybî murakabeye inanır, davranışlarını da buna göre düzenlerse İslâm’ın öngördüğü ahlâkî seviyeye, takvâya ulaşır.
Hevâ ve heveslerini ilah edinen kitleler, “insanın dışında, insanı aşan herhangi bir hakikat yoktur” sloganını, sık sık tekrarlarlar. Bununla hem vahyi, hem gaybı inkâr etme gayretindedirler. Bütün beşerî ideolojilerde vahyi ve gaybı inkâr hastalığına rastlamak mümkündür. Esasen dinle beşerî ideolojilerin arasındaki temel fark, bu noktada yoğunlaşmaktadır. Kelime-i şehâdeti ikrar ve tasdik eden bir insan; Allahu Teâlâ’nın kitabında ve Rasûlüllah’ın sahih sünnetinde yer alan her hükmün mutlak hakikat olduğunu tasdik etmiş demektir. Zira bu sebeple “müslüman” (Allah’a teslim olan) vasfını elde eder. Unutulmamalıdır ki; gayba iman etmek, mü’minlerin temel vasıflarından birisidir. 2129
2129] Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, c. 2, s. 52
GAYB
- 493 -
Gayb Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Ğayb Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 60 Yerde:) 2/Bakara, 3, 3, 3; 3/Âl-i İmrân, 44, 179; 4/Nisâ, 34; 5/Mâide, 94, 109, 116; 6/En’âm, 50, 59, 73; 7/A’râf, 7, 188; 9/Tevbe, 78, 94, 105; 10/Yûnus, 20; 11/Hûd, 31, 49, 123; 12/Yûsuf, 10, 15, 52, 81, 102; 13/Ra’d, 9; 16/Nahl, 77; 18/Kehf, 22, 26; 19/Meryem, 61, 78; 21/Enbiyâ, 49; 23/Mü’minûn, 92; 27/Neml, 20, 65, 75; 32/Secde, 6; 34/Sebe’, 3, 14, 48, 53; 35/Fâtır, 18, 38; 36/Yâsin, 11; 39/Zümer, 46; 49/Hucurât, 12, 18; 50/Kaf, 33; 52/Tûr, 41; 53/Necm, 35; 57/Hadîd, 25; 59/Haşr, 22; 62/Cum’a, 8; 64/Teğâbün, 18; 67/Mülk, 12; 68/Kalem, 47; 72/Cinn, 26, 26; 81/Tekvîr, 24; 82/İnfitâr, 16.
B- Ğayb Konusunda Âyet-i Kerimeler
a- Gaybe İman: Bakara, 3; En’am, 59; Yunus, 20; Nahl, 77; Fâtır, 18; Yasin, 11; Mülk, 12.
b- Gaybın Bilinmesi: En’am, 59; Lokman, 34; Cin, 26-27.
c- Gaybı Yalnız Allah Bilir: Bakara, 33; En’am, 59; Hud, 123; Nahl, 77; Kehf, 26; Furkan, 6; Neml, 65; Lokman, 34; Sebe’, 48; Fâtır, 38; Hucurat, 18; Cin, 26.
d- Peygamberlerin Gayb Hakkında Bilgileri: En’am, 50; Cin, 26-28.
e- Cinler Gaybı Bilmezler: Sebe’, 14; Cin, 10.
f- İnsanın Bilemeyeceği Şeyler: Ra’d, 8; Lokman, 34.
g- Bilinmeyen Bir Şeyin Ardına Düşmekten Sakınmak: İsra, 36.
Gaybla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
a- Kütüb-i Sitte:
Gayb Alemi, 14, 352-353
Gayba Muttali Olabilenler: 4, 165-166
Gaybi Meselelerde Dinimiz Neden Açık ve Kesin İfâdeye Yer Vermez? 6, 377
Gaib Üzere Hüküm Vermek: 14, 504
Âlem-i Gayb: 14, 353
b- Buhari, Tefsir 6/ 1, 31/ 2; Tevhid 4; İman 7; Menakıb 41; İstiska 29.
c- Müslim, İman 7, 77, 287; Fiten 19.
d- Ebu Davud, Fiten 1.
e- Tirmizi, Tefsir 7.
f- Nesai, Sehv 62, Cihad 42.
g- Müsned, Ahmed b. Hanbel, I / 319, 391, 445, 452; II / 212; IV / 129, 164, 207, 264; V / 278.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Yenda Y. c. 1, s. 160-172
2. Tefsir-i Kebir, -Mefatih-i Gayb- Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1 s. 456-459
3. Fi Zılali’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1 s. 78-80
4. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2 s. 162-170; c. 1, s. 91-105
5. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1 s. 82-83
6. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1 s. 33-38
7. Min Vahyi’l Kur’an Tefsir Dersleri, M. Hüseyin Fadlullah, AkÂdemi Y. c. 1, s.35-44
8. Fi Zılali’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1 s. 78-80
9. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 2, s. 222
10. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 13, s. 404-408
11. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. 429-433
12. İtikadi Açıdan Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, İlyas Çelebi, Kitabevi Y.
13. Kur’an’da İnsan-Gayb İlişkisi, Halis Albayrak, Şule Y.
14. Kur’an ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Şadi Eren, Nesil Y.
15. Gaybi Yardımlar, Mutahhari, Seçkin Y.
16. Gaybın Haberleri, Safvet Senih, Zaman Gazetesi Y.
17. Gaybdan Haberler, Şadi Eren, Nesil Y.
18. Peygamberimiz’in Dilinden Geleceğin Tarihi, Orhan Baytan, Mevsim Y.
19. Kur’an’da Uluhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 145-148; 322
- 494 -
KUR’AN KAVRAMLARI
20. İnanç ve Amelde Kur’ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s. 95-97
21. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 320-324
22. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 2 s. 50
23. Kur’an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 276-299
24. Kur’an’a Göre Hz. Peygamber’in Hayâtı, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 323-358; 376-380
25. İşte Tevhid 2, Hak Y. 74-87
26. Bakara Sûresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. s. 22-27
27. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 38-42
28. Sikke-iTasdik-i Gaybî, Said Nursi, Envar Neşriyat
29. Kur’an’da Uluhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 322

Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:02

GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)


- 437 -
Kavram no 55
Nimetler 4
Bk. Ensârullah; Felâh; İman; Sâlih Amel; Takvâ
GÂLİBİYET
(ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
• Gâlibiyet; Anlam ve Mâhiyeti
• Gâlibiyet Kavramına Yakın Diğer Kur’ânî Kavramlar (İzzet, Tevfîk, Zafer, Nusret, Felâh)
• Gâlib alâ Emrihî; Allah’ın Güzel İsimlerinden Biri
• El-Azîz/Her Şeye Gâlip; Esmâü’l-Hüsnâ’dan Bir Diğeri
• Gâlibiyet, Zafer ve Başarı “Çok” ile Değil; “Hak” ile Birlikte Olmakla Mümkündür
• Kur’ân-ı Kerim’de Gâlibiyet ve Allah’ın Yardımı
• Allah’ın Yardımını Bekleyenler, Allah’ın Dinine Yardım Etmelidir!
• Allah Mü’minleri Gâlip Getireceğine Söz Vermiştir
“Eğer Allah size yardım ederse, artık size gâlip gelecek kimse yoktur. Ve eğer size yardımını keserse, bundan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etmeli, sadece O’na güvenip dayanmalıdır.” 1828
Ğâlibiyet; Anlam ve Mâhiyeti
“Ğâlibiyet”; Üstün gelme, yenme, daha çok olma, muzaffer olma, hâkim ve mâlik olma, üstünlük, çokluk demektir. “Ğalebe” de aynı anlama gelir. Türkçede “yenme” anlamı, tümüyle değilse de, az-çok bu kavramı karşılar. Bu kavram, daha çok dış düşmanlara karşı kullanılsa da, aynı zamanda insanın hevâsına, yani kötü arzularına karşı üstün gelmesine de galebe denir. “Mağlûb(iyet)”; yenilmiş olma, yenilgi ve boyun eğme demektir. “Gâlib” ise, galebe fiilinin fâil ismidir. Gâlib; Galebe çalan, üstün gelen, yenen, muzaffer, güçlü, kudretli, hükmeden, üstün olan demektir. Kur’ân-ı Kerim’de “Ğâlib alâ emrihî (işinde gâlip olan)”1829 şeklinde Allah’ın güzel isimlerinden biri olarak zikredilir. Yüce Allah, (her) işinde gâlip olandır; onlar isteseler de istemeseler de yaratılmışlar hakkındaki irâdesini ve dilediğini yapan, gerçekleştirendir.
Gâlibiyet ve Zafer Vaadi: “Gönderilen rasul/elçi kullarımıza şu sözümüz geçmişti: ‘Mutlaka zafere ulaştırılanlar kendileri olacaktır. Ve gâlip gelenler, mutlaka Bizim ordumuz olacaktır! Bir süreye kadar onlardan dön (onların sözlerine aldırış etme). Onları gözetle. Yakında (başlarına neler geleceğini) göreceklerdir.”1830 Yüce Allah, peygamber olarak görevlendirdiği kullarına, mutlaka onlara yardım edileceğine ve Allah’ın ordusunun gâlip geleceğine kesin söz vermiştir. Allah’ın ordusu, peygamberler ve onlara iman edenlerden oluşur. Allah, iman edenlere yardım ve zafer vaad
1828] 3/Âl-i İmrân, 160
1829] 12/Yusuf, 21
1830] 37/Sâffât, 171-175
- 438 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmiştir. Ama bu, onların hiç yenilmeyecekleri anlamına gelmez. Önemli olan son zaferdir. Bir-iki defa yenilgiye uğrasalar, biraz sıkıntı çekmiş olsalar da, sonunda onlar zafere ulaşacaklardır. Onun için sabretmek, iman ve ısrar ile dâvâyı yürütmek gerekir. Bundan dolayı bu âyetlerin devamında Hz. Peygamber’e sabır öğütlenmekte, yakında onların başlarına gelecekler ortaya çıkıncaya dek onlardan yüz çevirip onların sözlerine aldırış etmemesi istenmektedir.
“Allah sizden iman edip sâlih amel işleyenlere vaad etmiştir: Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldı, halifeler yaptı, güç ve iktidar sahibi kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılıp halifeler yapacak, güç ve iktidar sahibi kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve Bana hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayacaklar. Ama kim bundan sonra da nankörlük edip küfre giderse işte onlar, fâsıktırlar, yoldan çıkanlardır.”1831; “... Allah onlardan iman edip sâlih amel işleyenlere mağfiret ve büyük mükâfat vaad etmiştir.1832; “Allah, iman edip sâlih amel işleyenlere vaad etmiştir: Mağfiret/bağışlama ve büyük mükâfat onlarındır.”1833; “Andolsun Tevrat’tan sonra Zebûr’da da: ‘Arza mutlaka sâlih/iyi kullarım vâris olacak (bu yer onların eline geçecek)’ diye yazmıştık.” 1834
Bu âyetlerde sâlih mü’minlerin dünyada zafere ulaşacakları, dünyaya veya en azından dünyanın bir kısmına egemen olacakları müjdesi yanında, âhirette cennete girecekleri müjdesi de saklıdır. Çünkü İlâhî kitaplarda bildirilen öğütler, toplumu kötü ahlâktan kurtarır, yüceltir, sâlih, birbirine tutkun bir toplum yapar. Birbirini seven sâlih kişilerin oluşturduğu toplum da dünyada ve âhirette başarılı olur. Ancak zafere ulaşmanın temel şartı, dinin rûhuna sarılmaktır. Şekillere saplanıp dinin özünden uzaklaşan, hurâfeler içinde yüzen geri kalmış toplumlar zafere ulaşamazlar. Onlar kendilerini sâlihlerden saysalar bile, gerçekte sâlih değillerdir. Sâlih olsalardı, görevlerini gereğince yapar, geri kalmazlardı. Dinin rûhu, maddeten ve mânen çalışmaktır. Çalışan kazanır. Nitekim Nûr Sûresi, 55. âyette; Allah’ın, daha önceki sâlih mü’minleri yeryüzüne egemen kıldığı gibi, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e iman eden sâlih mü’minleri de egemen kılacağını bildirmektedir. Allah’ın, önceki sâlih mü’minleri nasıl egemen kıldığını tarih açıklar. Yeryüzünde hiçbir tembel, kokuşmuş ulus egemen olmamış, ancak çalışan, dinamik, iyi ahlâk sahibi âdil kişiler egemen olmuştur. Çalışanlar zafere ulaşmışlardır.
Mekke’de bir avuç müslüman, bu İlâhî vaadler sonucunda zafere ulaşmış, kısa zamanda Arabistan’ın sınırlarını aşan İslâm toplumu, dünyanın büyük bir kısmına hâkim olmuştur. Çalışanın zafere ulaşması, Allah’ın yasasıdır: “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Çabasının sonucu görülecek ve karşılığı ona tam olarak verilecektir.”1835 Tembel tembel vakit tüketmekle, boyun bükerek meskenet içinde yaşamakla arza hâkim olunmaz. Din şekilden ziyâde ruhtur. Allah, insanın şekline değil; rûhuna/gönlüne bakar. Şekil rûhun aynası olmalıdır. İlâhî vahy, sâlih insanı her bakımdan en iyi, en düzgün, en ileri olmaya yöneltir, mü’minlerin en hayırlı toplum olmasını öğütler ve onları en hayırlı toplum olarak niteler. Geri
1831] 24/Nûr, 55
1832] 48/Fetih, 29
1833] 5/Mâide, 9
1834] 21/Enbiyâ, 105
1835] 53/Necm, 39-41
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 439 -
kalmış, ahlâken kokuşmuş, yalan, sahtekârlık ve fesatla dolu yaşayışa sahip insanlar, nasıl en hayırlı toplum olabilir? 1836
Gâlibiyet Kavramına Yakın Diğer Kur’ânî Kavramlar
(İzzet, Tevfîk, Zafer, Nusret, Felâh)
İzzet: “İzzet”in kelime anlamı, insanın yenilmesine engel olan şeydir. Bu da onun hakkında üstünlük, şeref ve haysiyet, kuvvet ve güç sahibi olmayı ifade eder. Kişinin şerefinin yüceliğini ve değerini anlatır. Onu zillete (alçaklığa, şerefsizliğe) düşmekten alıkoyan bütün üstünlükler, yücelikler ve sahip olunan imkânlardır. Düşmanı karşısında gâlip gelen kimse için de ‘izzetli’ denilmiştir.
Aynı Kökten türemiş “Azîz” kavramı ise, her türlü üstünlüğü, gâlibiyeti, güçlü olmayı ve en üstün şerefi ifade eder. Bu sıfat Kur’an’da hemen hemen tamamen Allah hakkında kullanılmaktadır. Azîz, yani en üstün, en yüce ve mutlak izzet sahibi yalnızca Allah’tır. Peygamber ve mü’minler de Allah’ın emrine itaat ettikleri için O’nun yanında üstünlük ve şeref kazanırlar, İslâm’ı yaşadıkları için de izzet/üstünlük elde etme imkânına kavuşurlar.
“İzzet Allah’ındır, Rasûlünündür ve mü’minlerindir.”1837 Bu âyet, müslümanlara tepeden bakan, onlarla alay eden münâfıklara cevap vermektedir. Peygamber zamanında bazıları müslümanlara yukarıdan bakıyorlardı; onları mal, dünyalık, makam açısından, kuvvet yönünden ‘zelîl’ (aşağı) görüyorlardı. Kur’an onlara bu âyetle kesin bir cevap veriyor ve izzetin kime âit olduğunu belirtiyor.
İslâm, insan fıtratına aykırı, insanın değerini düşürecek bütün davranışları yasaklar. İçki içmek, zinâ etmek, hırsızlık yapmak gibi. Bunlar ve bunlara benzer bütün fiiller insanın kalitesini düşürür. İşte bu günahlardan sakınanlar izzet, şeref ve haysiyet sahibidirler. Bunları yapanlar ise şereflerini kaybederler, zelîl/değersiz olurlar.
Tevfîk: Vifāk kökünden tef’îl veznidir. “... Tevfîkım/başarım, ancak Allah (‘ın yardımı) iledir. Yalnız O’na tevekkül edip dayandım ve yalnız O’na yönelirim!”1838 Tevfîk: Allah’ın, kulun yararına olan şeyi yapmayı dilemesi ve kulu; kendisinin beğeneceği, râzı olacağı şeyleri sevmeye, dilemeye ve yapmaya muktedir kılması; kendisinin beğenmeyeceği, gazap edeceği fiillerden ikrâh ettirmesidir. Bu sevdirme ve nefret ettirme eylemi, Allah’ın işidir. Kul, sadece bu eylemin ortaya çıktığı mahalden/yerden ibârettir. Nitekim Yüce Allah: “Allah size imanı sevdirdi; küfrü, fıskı ve isyânı size kötü gösterdi. İşte doğru yolda olanlar, öyle kimselerdir. Allah lütuf ve nimetiyle onlara güzel şeyleri sevdirmiş, kötü şeyleri çirkin göstermiştir. Allah bilendir, halîmdir.” 1839
Vifāk iki şey arasında uygunluk, mutâbakat demektir. Nebe’ sûresinde cehennemin azgınların varacağı yer olduğu, orada serinlik ve içilecek bir şey olmadığı, orada sadece kaynar su ve irin içirileceği vurgulanır ve bütün bunların, dünyadayken işledikleri amele uygun (“vifāk”, muvâfık) olduğu belirtilir: “Yaptıklarına uygun (vifāk) bir cezâ olarak.”1840 Yine vifāk kökünden iftiâl vezni olan
1836] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 23, s. 69-70
1837] 63/Münâfikûn, 8
1838] 11/Hûd, 88
1839] 49/Hucurât, 7-8
1840] 78/Nebe', 26
- 440 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ittifāk, yapılan işlerin, kadere uygun düşmesidir ki, işte bu, başarıdır. İttifak, hem iyi, hem kötü işlerde başarıyı belirtmek için kullanılmakla beraber, tevfîk, sadece iyi işlerde başarılı olmayı belirtir.
İşte Hz. Şuayb; “... Başarım (tevfîkî), ancak Allah (‘ın yardımı) iledir. Yalnız O’na tevekkül edip dayandım ve yalnız O’na yönelirim!”1841 sözüyle kendisini bu hayırlı işte başarıya ulaştıracak olanın, sadece Allah olduğunu vurgulamaktadır.
Zafer: Zafer, tırnak anlamındaki “zufur”dan alınmıştır. Kuşun tırnağı, silâhı durumunda olduğundan zufur kelimesi, kuşun tırnağına teşbîhen silâh anlamında da kullanılır. Zafer ise başarmak, gâlip gelmek demektir.
“Mekke’nin göbeğinde, sizi onlara gâlip getirdikten (azferakum) sonra onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çeken O’dur. Allah, yaptıklarınızı görmektedir.”1842 Bu âyette “azferakum” fiili, “sizi gâlip getirdi” demektir. Şimdi, Allah’ın müslümanlara yardım edip onları zafere ulaştırdığını belirten bazı âyetleri gözden geçirelim: “(O gün) Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü; (Ey Muhammed,) attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. Mü’minleri güzel bir imtihanla sınamak için (bunu yaptı). Doğrusu Allah işitendir, bilendir.”1843 Bu âyette, Yüce Allah’ın, Peygamber’e ve iman edenlere olan büyük yardım ve desteği belirtiliyor.
Mü’minler, Bedir Savaşında İslâm düşmanlarını öldürmüşler, ama gerçekte o kâfirleri, onlar vâsıtasıyla öldüren Allah’tır. Çünkü Allah mü’minlere yardım etmiş, onlara güç ve cesâret vermiş; düşmanlarının yüreklerine korku salmış; Allah’ın yardımıyla ve sarsılmaz iman ile savaş alanına atılan mü’minler, aslanlar gibi düşmanı biçmişlerdi. Bu, onların kendi güçleriyle değil; Allah’ın yardımıyla olmuştu. Âdetâ Allah, mü’minlerin ellerini kullanarak kâfirleri öldürmüştü.
Allah’ın elçisi (s.a.s.), savaş başlamadan önce yerden bir avuç taş-toprak alıp kâfirlere doğru: “Yüzleri kötü olsun!” diyerek atmıştı. Âyette Rasûlullah’ın bu atışına işaret edilerek: “Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı!” buyurulmuştur. Allah’ın elçisi o bir avuç çakıl taşını atarken Allah ile öylesine rûhânî bir yakınlık içinde ve öylesine Allah sevgisi ile dolu idi ki, kendisini Allah yönetiyordu. “Kulum öyle bir dereceye gelir ki, onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı Ben olurum. Benimle görür, Benimle işitir, Benimle tutar, Benimle yürür.”1844 rivâyetinin belirttiği mânevî yüceliğe ermişti. İşte bu halde attığı çakıl taşlarını, gerçekte onun eliyle Allah atmıştı. Artık bu İlâhî tecellî, bu İlâhî yardım karşısında hangi maddî güç durabilir?
“O zaman şeytan onlara yaptıkları işi süslemiş: ‘Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur (korkmayın), ben sizin yanınızdayım!’ demişti. Fakat iki topluluk birbirini görünce iki ökçesi üzerine (geriye) dönüp: ‘Ben sizden uzağım, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah’tan korkarım, zira Allah’ın cezâsı çetindir!’ demişti. Münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar (sizin için): ‘Bunları dinleri aldatmış, (baksana başa çıkamayacakları bir kuvvetle savaşmaya kalkıyorlar)’ diyorlardı. Oysa, kim Allah’a tevekkül edip dayanırsa şüphesiz Allah, daima gâlip, hüküm ve hikmet sahibidir.”1845 Bedir savaşı konusunda inen
1841] 11/Hûd, 88
1842] 48/Fetih, 24
1843] 8/Enfâl, 17
1844] Buhârî, Rikak 38
1845] 8/Enfâl, 48-49
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 441 -
bu âyetlerin öncesinde Allah’ın, çoğu az göstermesinden bahsedilir. Böylece müslümanların korkup morallerinin bozulması, cesâretlerinin kırılması, birbirleriyle savaş konusunda anlaşmazlığa düşmesi engellenmiş oluyordu.
Savaş öncesi, Ebûbekir’le birlikte gölgelikte duran Peygamber (s.a.s.), Rabbine duâ ediyordu. Bir aralık daldı, ayıldığında yanındaki Ebûbekir’e: “Müjde! Allah’ın yardımı geldi. İşte Cebrâil, ağzında su bulunan bir atın yularını tutmuş güdüyor” dedi. Sonra dışarı çıkıp ashâbını savaşa teşvik etti: “Muhammed’in nefsini elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki, bugün sabırla, sebatla, Allah rızâsı için, kaçmadan düşmanla savaşanı Allah cennete sokar” dedi. Umeyr ibn el-Humâm, elinde yemekte olduğu birkaç hurmayı atarak: “Demek şimdi benimle cennete girmem arasında şu adamların öldürmesi varmış” dedi. Kılıcını alıp savaşa daldı ve şehid edilinceye dek savaştı. 1846
Enfâl Sûresinin 47-48. âyetlerinde, kâfir Kureyş ordusunun durumu resmedilmektedir. Onların bütün çabası, gösteriş ve Allah yoluna engel olmaktır. Şeytan onların yaptıkları kötü işleri gözlerine süslü göstermiş, kalplerine kendilerini kimsenin yenemeyeceği gururunu sokmuş, kendisinin de onlarla beraber olduğunu söyleyerek, onları aldatıp savaşa sürmüş, fakat iki topluluk karşılaştığı zaman kâfirlerin göremediği şeyleri; mü’minlerin sarsılmaz durumunu, Allah’ın onlara yardımını görünce aldattığı insanları bırakıp dönmüş, onların yaptıklarından uzak olduğunu, Allah’tan korktuğunu söyleyip gitmiştir.
Âyetteki “şeytan” kelimesiyle Arapların ileri gelen liderlerinden birinin kastedilmiş olması da kuvvetli ihtimaldir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de kötülüğe teşvik eden insanlara da şeytan denmiştir. “De ki: ‘Sığınırım ben, insanların Rabbine. İnsanların pâdişahına, insanların ilâhına: O sinsi vesvesecinin şerrinden. O ki, insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldar. Gerek cinlerden, gerek insanlardan (olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah’a sığınırım).”1847; “Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık.” 1848
İşte bu gerçeği göz önünde tutarak bu âyetteki şeytan tâbiriyle de Kureyşlileri kışkırtıp savaşa sürükleyen, işin ciddiyetini görünce de savaş alanından dönüp giden veya hiç savaşa katılmayan müşrik liderlerden birinin kastedildiği değerlendirilebilir. Yahut, bu âyetle kâfirlerin, şeytanın vesveselerine kapılarak, kaba kuvvetlerine güvenerek kendilerini felâkete sürükledikleri anlatılmıştır. Hasan-ı Basrî’ye göre şeytan, insan kılığına girmemiş, fakat vesveseleriyle müşriklerin kalplerine attığı düşüncelerle, onların yaptıkları işi gözlerine süslü göstermiştir. 1849
İki topluluğun durumunda tam bir tezat simetriği vardır: Biri Allah’a güveniyor, ötekisi kendi gücüne. Birinin yardımcısı Allah, ötekinin teşvikçisi şeytan. Melekler mü’minlerin yanından ayrılmazken, dostlarını kışkırtıp savaşa süren şeytan, onları kritik anda yalnız bırakıp kaçıyor ve yaptıkları işten de uzak duruyor. Kâfirler güçlerine dayanarak yola çıkmışlardı. Müslümanların dayanağı ise Allah’a imanları, O’nun yardımına güvenleri idi.
1846] İbn Hişâm, Sîret II/267-268
1847] 114/Nâs, 1-6
1848] 6/En’âm, 112
1849] F. Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, 15/174
- 442 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Enfâl Sûresi 49. âyette münâfıkların ve kalbi hasta olanların, Kureyş ile çarpışmaya giden müslümanlar için “bunları, dinleri aldatmış, ne yaptıklarını bilmiyorlar. Şu bir avuç insanla kendilerinden kat kat fazla bir kuvvete karşı nasıl çarpışacaklar?” dedikleri anlatılmakta, Allah’ın, kendisine tevekkül edenlere Azîz ve Hakîm sıfatları ile tecellî edeceği vurgulanmaktadır. Yani Allah, güçlüdür, daima gâliptir. Kendisine tevekkül edenlere yardım eder, güç verip onları gâlip getirir. O hükümdardır, dilediğini yapar, hiçbir şey O’nun irâdesini engelleyemez.
“İnkâr edip kâfir olanlar, Allah yolunda engel olmak için mallarını harcarlar ve harcayacaklar da. Sonra bu, kendilerine dert olacak, nihâyet mağlûp olacaklar ve kâfirler cehenneme sürüleceklerdir. Ki, Allah, murdarı temizden ayıklasın ve bütün murdarları birbiri üzerine koyup yığsın da hepsini cehenneme atsın. İşte ziyana uğrayanlar onlardır.”1850 Bu âyetlerde anlatıldığı gibi, kâfirler topladıkları malları nasıl birbiri üstüne yığarlarsa, Allah da onların eylemlerine uygun olarak kendilerini birbiri üzerine koyup yığmakta ve hepsini cehenneme atmaktadır. Yahut onların eylemlerini, harcadıkları malları birbiri üstüne koyup cehenneme atar. Her iki mânâ da muhtemeldir. 1851
Kâfirler bu malları müslümanlarla savaşmak için yığmışlardı. İşte o yığdıkları mallar, mü’minler için değil, kendileri için ateş olmuştur. Onların, kaybedenlerden oldukları vurgulanmaktadır. Yani bütün çabalarının boşa gideceği, hiçbir sûretle mü’minleri yenemeyecekleri, mallarıyla birlikte canlarının da birbiri üstüne devrilip cehenneme gideceği bildirilmektedir. Kâfirlerin birbiri üstüne yığılmasında, savaş alanında devrilip ölenlerin, birbiri üstüne düştüğüne işâret olabileceği gibi, bunların bir çukura doldurulmuş olmasına da işâret vardır. Rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) bunların cesetlerini bir kuyuya doldurmuş, sonra: “Biz Rabbimizin bize vaadini gerçek bulduk. Siz de Rabbinizin size vaadettiğini gerçek buldunuz mu?” diye hitap etmişti. İşte bu âyette onların cesetlerinin öyle birbiri üzerine yığılmasına işâret olduğu ihtimali vardır.
Âyetler Bedir Savaşının sebep ve sonuçlarına işâret etmektedir. Müşrikler, Bedir’den önce müslümanları tamâmen yok etmek üzere mal toplamış, para harcamış, büyük hazırlık yapmışlardı. Elbette büyük bir kuvvetin yola çıkarılması, günlerce yürütülmesi, az masrafa mal olmaz. Onlar büyük masraflarla Bedir’e gelmişlerdi. “feseyunfikûnehâ / daha harcayacaklar da” ifâdesiyle de onların, sadece Bedir’le yetinmeyeceklerine, ileride de İslâm’ı ve müslümanları imhâ etmek için masraflar yapacaklarına işâret buyrulmaktadır. Bu kelimede müşriklerin, Bedir’den sonra daha çok çaba ve mal harcayacaklarına, fakat çabalarının kendilerine hasret, dert olmaktan öte bir sonuç vermeyeceğine işâret ve müslümanlar için ileride de birçok zaferin müjdesi vardır.
“Hani sen, erkenden âilenden ayrılmıştın, (Uhud’da) mü’minleri savaş üslerine yerleştiriyordun. Allah da işitendi, bilendi. Sizden iki takım, korkup bozulmaya yüz tutmuştu. Hâlbuki Allah, kendilerinin dostu idi. Mü’minler, Allah’a tevekkül edip dayansınlar. (Allah mü’minlere yardım eder.) Nitekim Allah size Bedir’de de yardım etmişti. Siz o zaman zayıf idiniz. O halde Allah’tan korkun ki, şükredesiniz. O zaman sen mü’minlere: ‘Rabbinizin, size, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi, size yetmez mi?’ diyordun. Evet, sabreder, ittika edip korunursanız; onlar hemen şu dakikada üzerinize gelseler, Rabbiniz size
1850] 8/Enfâl, 36-37
1851] F. Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, 15/161
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 443 -
nişanlı/işâretli beş bin melekle yardım eder. Allah bu (yardım vaadini) sırf size müjde olsun ve kalpleriniz bununla güven bulsun diye yaptı. Yardım ve zafer, yalnız, dâima gâlip ve hikmet sahibi Allah katındandır.” 1852
Bu âyetler, Uhud Savaşının olaylarına işâret etmektedir. Uhud’da düşman, müslümanların beş katı kadar olmasına rağmen, ilk anda müslümanlar düşmanı bozguna uğrattılar. Ama müslüman okçular, düşmanın bozulduğunu görünce yerlerinde durmadılar, komutanın bütün ısrarına rağmen savaş alanına indiler. Okçuları gözetleyen bir düşman kolu, çoğunun gidip ancak birkaç kişinin kaldığını görünce, derhal hücuma geçti, o birkaç kişiyi de kılıçtan geçirip müslümanlara arkadan saldırdı. Böylece iki kuvvet arasında kalan müslümanlar şaşırdılar. Allah Rasûlünün çevresinden dağıldılar. Toparlanan düşman, hücumunu sıklaştırdı. Rasûlullah’ın üzerine taş ve ok yağdırmaya başladılar. Allah Elçisi’ne isâbet eden bir taş, azı dişinin önündeki dişi kırdı. Atılan ok ve taşlarla Rasûlullah, dudağından, alnından ve yanağından yaralandı. Yüzünden akan kanı silerken: “Kendilerini Rablerine çağıran peygamberlerinin yüzünü kana bulayan bir kavim nasıl iflâh olur?”1853 diyordu. Ama yine de onlara lânet etmedi, hidâyete gelmeleri için duâ etti.
Biri: “Muhammed öldürüldü!” diye bağırdı. Bu ses, müslümanların moralini iyice bozdu. Fakat bir sahâbî Rasûlullah’ı sağ görünce, “İşte Allah’ın Rasûlü burada!” diye bağırmaya başladı. Rasûlullah (s.a.s.), yüzünden, başından yaralanıp bir çukura düşmesine rağmen, yiğitlik ve metânetini hiç kaybetmedi. Bu durumda bile müslümanları, çevresinde toplanıp savaşmaya teşvik etti. Peygamber’in çevresinde toplanıp dağa doğru çekilen müslümanlar, 70 şehid vermişlerdi. Rasûlullah’ın kahraman amcası Hz. Hamza da şehidler arasında idi. Fakat müşrikler de hayli ölü vermiş, birçokları da yaralanmıştı. Müslümanlar ağır zâyiat vermekle beraber, düşman da savaştan kesin bir sonuç alamamış ve savaşı kesmek lüzumunu hissederek dönmüştü.
Rasûlullah (s.a.s.), düşmanın tekrar geri dönüp saldıracağı haberini alınca, kendisi ve arkadaşları yaralı olmalarına rağmen düşmanı takibe karar verdi. Fakat düşmanın konakladığı yere vardıklarında düşmanın gitmiş olduğunu gördüler.
Bu savaştan alınacak en önemli ders, Allah’ın Elçisi’ne kayıtsız ve şartsız itaatin gerekliliğidir. Eğer okçular, Rasûlullah’ın sözlerine tam itaat edip yerlerini bırakmasalardı, kesin zafer müslümanlarındı. Fakat Allah’ın rasûlüne muhâlefet, savaşı müslümanların aleyhine çevirdi. Demek ki, savaşta komutana itaat gerekir. Hele komutan, Allah’ın vahyi ile destekli bir peygamber olur veya peygamberin yolunda giden akıllı, basiretli, dirâyetli, sâlih bir mü’min olursa ona itaat de müslümanları zafere götürür. İşte İslâm tarihindeki zaferlerin sırrı, komutana itaat, dönmek için değil; şehid olmak için çarpışma azmidir.
Müfessirlerin nakline göre 3/Âl-i İmrân sûresinin 124-125. âyetlerinde vaad edilen üç bin ve beş bin melekle yardım hâdisesi Bedir’de olmuştur. Âyetlerin rûhundan anladığımıza göre bu âyetler, Rasûlullah, Uhud’da askerlerini savaş düzenine sokarken onlara moral vermek üzere söylediği sözleri aktarmaktadır.
1852] 3/Âl-i İmrân, 121-126
1853] Müslim, Cihad 104
- 444 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın Elçisi, ashâbını cephede yerlerine yerleştirirken onlara sabretmelerini, Allah’ın yardımının kendileriyle beraber olduğunu, Bedir’de nasıl üç-beş bin melekle kendilerine yardım edildiyse burada, bu dakikada da sabır ve sebat ettikleri takdirde yine mânevî güçlerle, meleklerle kendilerine yardım edileceğini vaad etmiştir. Nitekim öyle de olmuştur. Eğer İlâhî güçler, düşmanların kalplerine korku salmasalardı, düşman Medine’ye girer ve müslümanları tamâmen imhâ edebilirdi. Fakat Allah’ın yardımı ve mânevî güçlerle desteği sâyesinde müslümanlar toparlanmışlar, müşrikler de sonunda geri dönmek zorunda kalmışlardı.
Allah’ın meleklerle yardım etmesi, meleklerin bizzat savaşa katılıp savaşması şeklinde olacağı gibi, daha büyük ihtimalle, düşmanın içine korku salmak, müslümanların irâdelerini güçlendirmek, onlara güven vermek, mânen onları desteklemek sûretiyledir. Zira soyut ruhlar olan melekler, insan ruhlarıyla temas kurup onlara güven, moral verebilir. “Allah bunu, sırf, size müjde olsun, kalpleriniz bununla yatışsın diye böyle yaptı”1854 âyetinde bu husûsa işâret vardır. Yani meleklerin yardımı, mü’minlerin gönüllerine müjde ve güven aşılamak şeklinde olmuştur.
Savaşta en önemli şey, güven duygusudur. Öncelikle Allah’a ve sonra kendine güveni olmayan asker ne kadar çok olsa da sonuç alamaz. Nitekim Bedir’de Allah’ın kendilerine yardım edeceğine kesinlikle inanan müslümanlar, kendilerinin üç katından fazla düşmanı yenmişlerdi. Uhud Savaşında da Peygamber’in emrine uyarak güvenle çarpışmaya başlayan müslaümanlar, ilk anda düşmanın öncü kuvevetlerini bozguna uğratmışlardı. Ama sonrada niyetleri bozulup bazılarının içine ğânîmet toplama arzusu düşmekle Peygamber’in emri dışına çıkıp korumakta oldukları geçidi bırakarak savaş alanına indiklerinde işler değişmiş, iki düşman arasında kalan müslümanlar güvenlerini yitirip savaşı da kaybetmişlerdi. Allah’ın yardımı, itaat şartına bağlıdır. İtaati bırakınca Allah da yardımı çeker. Çünkü bu, Allah’ın yasasıdır. “Allah’ın yasasında (sünnetinde) bir değişiklik bulumazsın.”1855 Hangi toplum, Allah’ın genel yasaları çerçevesinde hareket eder, savaşa hazırlanır, sağlam azim ve tam güvenle çarpışırsa başarılı olur. Zaman zaman kâfirlerin de savaşlarda başarılı olmalarının nedeni, işte bu genel yasanın, belli bir toplumu değil; müslüman-kâfir bütün insanları kapsamasındandır.
Kimler sağlam iman, kesin zafer umudu ve güven ile savaşın gereklerine uyarak tedbirlerini almak sûretiyle savaşırlarsa başarıya ulaşırlar. “Biz o günleri insanlar arasında dolaştırıyoruz; tâ ki, Allah mü’minleri bilsin (açığa çıkarsın), sizden şehîdler edinsin. Allah zâlimleri sevmez.”1856 Allah’ın, kâinatın sahibi olduğunu, dilediğini affedip dilediğini bağışlayacağını, O’nun rahmet ve mağfiretinin çok kapsamlı olduğunu vurgulayan bu âyet de sanki Allah’ın bu genel yasasına işâret etmektedir.
“Başınıza bir belâ gelince -siz, onun iki katını onların başlarına getirmiş olduğunuz halde yine- ‘Bu nereden başımıza geldi?’ dediniz. De ki: ‘O (belâ), kendinizdendir.’ Allah, her şeye kaadirdir. İki topluluğun karşılaştığı gün, sizin başınıza gelen, ancak Allah’ın izniyle olmuştur ki, (O,) insanları bilsin (deneyip ortaya çıkarsın). Ve ikiyüzlülük yapan münâfıkları
1854] 3/Âl-i İmrân, 126; 8/Enfâl, 10
1855] 33/Ahzâb, 62; 35/Fâtır, 43; 48/Fetih, 23
1856] 3/Âl-i İmrân, 140
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 445 -
bilsin (ortaya çıkarsın)...” 1857
Bu âyetlerde Uhud Savaşındaki kötü sonuçlara işâret edilerek şöyle buyrulurmaktadır: Ey mü’minler, eğer siz Uhud’da bozulup yetmiş şehid verdinizse, Bedir’de de siz onlara bunun iki katı zarar vermiştiniz; yetmiş kişiyi öldürmüş, yetmişini de tutsak etmiştiniz. Yahut siz bu savaşta bozuldunuz, zarara uğradınızsa, onlar da savaştan gâlip ayrılmadılar. Siz de başlangıçta onlara, sizin zararınızın iki katı zarar verdiniz. Sonunda bozguna uğramanızı hazmedemediniz: ‘Bu, neden başımıza geldi?’ dediniz. Bu, sizin kendi hatanız yüzünden oldu. Çünkü Rasûlullah, size, yerinizden ayrılmamanızı tenbih etmişti. Fakat okçularınız, onun emrini dinlemeyip yerlerinden ayrıldılar. İşte o emre aykırı hareketinizden dolayı bu iş başınıza geldi. Ama iki ordunun, yani müslüman ve kâfir ordusunun karşılaştığı gün başınıza gelen bu olay, yine de Allah’ın takdiriyle olmuştur. O’nun izni olmadan hiçbir şey vuku bulmaz. Allah’ın dilemediği şey olmaz.
Allah’ın dilemesi iki türlüdür. Biri cebrî olan İlâhî irâdedir. Bu irâdeyi hiçbir sebep ve şart geçemez. Yani bu irâde, bir sebebe bağlı değildir. Bu, Allah’ın Cebbâr (zorla kararını yaptırıcı) isminin eseridir. Bu irâdenin ortaya çıkardığı kul eylemleri zorunludur, önlenemez ve kul bundan sorumlu değildir. Allah’ın diğer bir irâdesi ise, sebep ve şarta bağlı olup kulun irâdesiyle birlikte cereyan eder. Bu irâde, kulun işine izin verme, onun işini yürütme, fiili yapması için kula güç verme anlamındadır. Bu işlerde sorumluluk kula âittir. Çünkü kul, bir iş yapmayı isteyince Allah da onun o işi yapmasına izin ve güç verir. Bunda istek, kuldan olduğu için sorumlu olan kuldur.
İşte Uhud’da müslümanların uğradıkları güçlükler, acılar da Allah’ın izniyle olmuştur. Burada Allah’ın izni, O’nun rızâsı demek değildir. Allah dileseydi, müslümanların, kusurları yüzünden kâfirlerin onlara gâlip gelmelerine izin vermez, her şeye rağmen müslümanları üstün getirirdi. Fakat Allah ezelde bir yasa koymuştur. Çalışanı, tedbirli olanı başarıya ulaştıracağını takdir etmiştir. Kâinatta bu yasa egemendir. Allah’ın yasasında değişiklik olmaz.
Bazı müslümanlar, burada tedbiri bırakıp küçük menfaatleri düşündüklerinden, başlarına bu bozgun gelmiştir. Savaşta başarının yasası, ölümü göze alarak var gücüyle çarpışmaktır. Böyle çarpışmayan insanların başarıya ulaşması zordur. Allah’ın genel yasası budur. Ama Allah için güç olan bir şey yoktur. Allah dilese kâfirleri her şeye rağmen başarıya ulaştırmaz. Fakat böyle olmasını dilememiş, çalışan herkese, eyleminin karşılığını vermeyi dilemiştir. Savaşın böyle sonuçlanmasında da yine Allah’ın hikmetleri vardır. 1858
Nusret: Yardım etmek ve zafer anlamına gelen “nusret” ve “nasr” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de “min” harf-i cerri ile birlikte kullanıldığı vakit, kurtarmak anlamına gelir. “...Allah, kendi (dini)ne yardım edene elbette yardım eder. Kuşkusuz Allah, kuvvetlidir, gâliptir.” 1859
Âl-i İmrân sûresi 52. âyette anlatıldığı üzere, Hz. İsa, Allah yolunda kendisine yardımcılar aramış, havârîleri ona yardımcı olacaklarına söz vermiş, yani bey’at etmişlerdir. Havârîlerin Hz. İsa’ya bey’at ve desteği 61/Saf sûresi 14. âyetinde de
1857] 3/Âl-i İmrân, 165-167
1858] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 23, s. 47-62
1859] 22/Hacc, 40
- 446 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlatılmıştır. Saf sûresinde, bundan önceki âyetlerde mü’minlere, âhiret ve dünya ödüllerine erebilmek için Allah’a inanmaları ve Allah yolunda malla, canla savaşmaları emredilmişti. Bu âyette de onlara, İsa’ya (a.s.) yardım eden havârîler gibi Allah’ın dininin üstü gelmesi için çalışmaları emredilmektedir.
Âyette nasıl İsa’ya (a.s.) iman edenler, ona inanmayıp düşman olanlara üstün gelmiş ise, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) iman edenlerin de, ona inanmayıp düşman olanlara üstün geleceklerine işaret edilmekte ve müslümanların, sonunda düşmanlarına üstün geleceği müjdesiyle sûre sona ermektedir. Gerçekten öyle olmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke’de çok sıkıntı çekmiş, Mekkeliler ona rağbet etmemişlerdir. Medine’ye hicretten ve nice zahmetlerden sonra, nihâyet bu âyetlerin inişiyle birlikte Allah’ın yardımı görünmeye, zaferler ve fetihler birbirini izlemeye başladı. İsa’ya (a.s.) inananlar da inanmayanlara üstün geldiler. Allah’ın vaadi gerçekleşti, hak bâtılı yendi. İnşâallah bir gün İslâm bütün dünya dinlerinin üstüne dünyevî uygulama yönüyle de çıkacaktır.
“Ey iman edenler, eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz (Allah da) size yardım eder; ayaklarınızı (hakkı koruma yolunda) sağlam tutar.”1860 Bu âyette Allah’ın, kendisine yardım edenlere, yani tevhid dininin yerleşip güçlenmesine çalışanlara, bu uğurda savaş verenlere yardım edeceği, onların ayaklarını sağlam tutacağı; öylelerinin, yıkılıp yere düşmeyecekleri; çabalarının yarım kalmayacağı; kâfirlerin ise yüz üstü yere kapanacakları (devrilip düşecekleri), engellemelerinin bir sonuç vermeyeceği belirtiliyor. Âyette mü’minlerle kâfirlerin durumu tam karşıtlık içinde anlatılmaktadır. Allah iman edenlerin ayaklarını sağlam bastırıp onlara yardım ederken, inançsızların ayağını gevşetip onları deviriyor, eylemlerini de hedefinden saptırıyor. Çabaları boşa çıkıyor. Onlar Allah’ın hükümlerini istemedikleri için Allah da onların eylemlerini boşa çıkarmıştır.
Nasr ve nusret; Birine yardım edip onu düşmana üstün getirmek, zafere ulaştırmaktır. Allah’ın kullarına yardımı açıktır. Ancak: “Allah, Kendisine yardım edene elbette yardım eder.”1861; “Siz Allah’a yardım ederseniz (Allah da) size yardım eder...” 1862; “Allah, kimin gaybda (içtenlikle) Kendisine ve elçilerine yardım edeceğini bilsin...”1863 âyetleri, Allah’ın kendisine yardım edene yardım edeceğini bildirmektedir. Kulun Allah’a yardımı, Allah’ın dininin yerleşmesine yardım etmesi, mü’minlere destek olması, dininin hükümlerine uyması sûretiyle olur.
“... Mü’minlere yardım etmek, üzerimize borçtur.”1864; “Yardım, yalnız, dâima gâlip, hüküm ve hikmet sahibi Allah katındandır.”1865 Bu âyetler ve benzerleri, nasrın/yardım ve zaferin ancak Allah katından olduğunu, iman edenlere yardım etmenin, Allah’ın üstlendiği bir borç olduğunu vurgulamaktadır.
“Yardım (ve zafer), yalnız Allah katındandır. Allah dâima üstün, hüküm ve hikmet sahibidir.”1866; “Seveceğiniz bir şey daha var: Allah’tan bir zafer ve yakın bir fetih...
1860] 47/Muhamed, 7
1861] 22/Hacc, 40
1862] 47/Muhammed, 7
1863] 57/Hadîd, 25
1864] 31/Rûm, 47
1865] 3/Âl-i İmrân, 126
1866] 3/Âl-i İmrân, 126; 8/Enfâl, 10
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 447 -
Mü’minleri müjdele.”1867; “Allah’ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların dalga dalga Allah’ın dinine girdiklerini gördüğün zaman, Rabbini överek tesbih et. O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeyi kabul edendir.”1868 Bu âyetlerde Hz. Peygamber’e, Allah’ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların topluca Allah’ın dinine girdiklerini gördüğün zaman Rabbini övgü ile tesbih edip O’ndan mağfiret dilemesi emrediliyor. Burada hitap Peygamber’edir, ama onun davranışı bütün mü’minlere örnek olduğu için her mü’minin, Allah’ın nimet ve yardımını görünce O’na hamd ve şükretmesi gerekir. Feth; bir ülkeyi düşmanın elinden almak sûretiyle İslâm dâvetinin önündeki engelleri kaldırmak, yolunu açmaktır. Bu âyet, özellikle Mekke’nin fethiyle ilgilidir. Ama Uhud’dan başlayıp Mekke’nin ve Tâif’in fethiyle taçlanan zaferlere, fetihlere de işâret etmektedir. Bu sûrede fetih, Peygamber’in bütün zafer ve fetihlerini kapsamak üzere genel olarak kullanılmıştır. Mekke’nin fethi, dinin yayılması açısından son derece önemli sonuçlar vermiş, bundan sonra insanlar teker teker değil; bölük bölük, kabile kabile müslüman olmaya başlamışlardır.
“... Allah’a kavuşacaklarına kanaat getirenler: ‘Nice az bir topluluk var ki, Allah’ın izniyle çok topluluğa gâlip gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir’ dediler. (Tâlût’un askerleri) Câlût ve askerlerinin karşısına çıktıklarında şöyle dediler: ‘Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır! Ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir millete karşı bize yardım et!’ Derken, Allah’ın izniyle onları hezîmete/bozguna uğrattılar. Dâvûd Câlût’u öldürdü; Allah ona (Dâvud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmıyla diğerlerini def edip savmasaydı, dünya fesâda uğrar, bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.” 1869
“Ey Peygamber, Allah ve sana tâbi olan mü’minler sana yeter. Ey Peygamber, mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabreden yirmi kişi olsa (onlar) iki yüz (kâfir)i mağlûp edip yenerler. Sizden yüz kişi olsa (onlar), kâfirlerden bin kişiyi mağlûp ederler. Çünkü o kâfirler, anlamayan bir topluluktur. Şimdi Allah sizden (yükü) hafifletti, sizde zaaf bulunduğunu bildi. Bundan böyle sizden sabreden yüz kişi olsa, iki yüz (kâfir)i mağlûp ederler. Ve eğer sizden bin kişi olsa, Allah’ın izniyle iki bin (kâfir)i yenerler. Allah, sabredenlerle beraberdir.” 1870
Bu âyetlerde, Peygamber’e hitâben, Allah’ın ve kendisine tâbi olan mü’minlerin kendisine yeter olduğu; mü’minleri savaşa teşvik etmesi; yirmi sabırlı mü’minin iki yüz kişiyi; yüz sabırlı mü’minin de bin kişiyi yenebileceği buyurulduktan sonra; çok üstün bir morale sahip, iyi eğitimli mü’minlerin durumunu belirten bu hükmün, kamunun durumuna tam uymadığı için zayıf durumda bulunan kamuya hafifletildiği; fakat yüz sabırlı mü’minin, en azından iki yüz kişiyi, bin mü’minin de Allah’ın izniyle iki bin kişiyi yenebileceği bildirilmekte ve Allah’ın, sabredenlerle beraber olduğu vurgulanmaktadır.
Yirmi mü’minin iki yüz kişiye, yüz mü’minin bin kişiye gâlip gelmesi hikmetinin ve gücünün nereden kaynaklandığını, 65. âyetin sonundan anlıyoruz: Mü’minler bilinçli, inançlı, anlayışlı ve eğitimli insanlardır, moralleri yüksektir. Dâvâlarına inanmışlardır. Kâfirler ise bilinçsiz, mâneviyatsız bir topluluk
1867] 38/Sâd, 13
1868] 110/Nasr, 1-3
1869] 2/Bakara, 249-251
1870] 8/Enfâl, 64-66
- 448 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduklarından güçsüzdürler. Allah’a iman, ruhsal hayata bağlılık, insanın moralini yükseltir, kendisine güvenini artırır.
Önceleri yirmi mü’min iki yüz kâfire, yüz mü’min de bin kâfire denk tutulmuş iken, daha sonra bu hüküm hafifletilerek yüz mü’min iki yüz kâfire, bin mü’min de iki bin kâfire denk tutulmuştur. Bu âyetleri orantıya vurursak, birinci âyetteki bire on, ikinci âyette bire ikiye düşer. Bundan bir mü’minin on kişiye veya en az iki kişiye gâlip geleceği anlaşılırsa da, âyette bir mü’minin on kişiye veya iki kişiye gâlip geleceği değil; topluluk halindeki mü’minlerin, kendilerinin on veya en az iki katı bir kuvveti yenecekleri belirtiliyor. Bu anlatımın derin hikmeti vardır. Çünkü yirmi mü’min bir birlik oluşturur. Bireyin yapamayacağını topluluk yapar. İnsanlar bir araya gelip birbirlerine destek olunca, ayrı ayrı insanların yapamayacakları işleri yaparlar. Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Topluluk halinde birbirlerinden cesâret alırlar. Bir insan yalnız başına tehlikeli bir işe kolay girişemez, ama birkaç kişi birlik olunca rahatlıkla buna cesâret ederler.
İşte âyetin, bir mü’minin on kâfire değil de, yirmi mü’minin iki yüz kâfire gâlip geleceği şeklindeki ifâdesinde bu toplumsal destek ve cesâret sezilmektedir. Bundan her mü’minin, mutlaka on kâfiri yeneceğini anlamak yanlış olur, âyetin asıl anlamına aykırı düşer. Bundan, mü’minlerin küçük topluluğunun, kendilerinden on misli veya en az iki misli büyük toplulukları yeneceği anlaşılır.
Ayrıca âyette Hz. Peygamber’in (s.a.s.) birliklerinin tertibine de işâret vardır. Allah’ın Elçisi, düzenlediği seriyyelere çoğunlukla yirmi kişi ile yüz kişi arasında kuvvetler gönderirdi. Yirmiden az, yüzden fazla kuvvet göndermezdi. 1871
Birinci âyette Yüce Allah, sabreden yirmi mü’min olursa, onların, iki yüz kâfiri yeneceklerini söylüyor. İkinci âyette ise çoğunlukla bir cemaatin, kendilerinden on kat fazla bir topluluğa dayanamayacağını bildirerek, mü’minler topluluğunun, en azından kendilerinin iki katı olan bir topluluğu yeneceğini haber veriyor. Birinci âyet, sabreden mü’minlerin durumunu, ikinci âyet ise, onlar kadar sabırlı olmayan mü’minlerin durumunu bildirmektedir. Bunlar arasında nesih söz konusu olamaz. Çünkü birinci âyetteki sabır ve azim vasfını taşıyan mü’minlerin küçük topluluğu, her zaman büyük işler başarırlar. Bir çeşit komando birliği olan bu vasıftaki mü’minler azdır. Herkesi bunlarla bir tutmak doğru değildir. İkinci âyet, genel olarak bütün mü’minlerin durumunu bildirmektedir. Birinci âyet, özel bir şartı, ikinci âyet genel şartı değerlendirmektedir.
Âyetlerin sonunda, Allah’ın, sabredenlerle beraber olduğu vurgulanmaktadır. Bu demektir ki, eğer yirmi mü’min sabreder, sağlam durursa Allah onlara yardım eder, onları başarıya ulaştırır. Eğer yirmi mü’min, iki yüz kişi karşısında sağlam durursa Allah’ın izni ve yardımı ile onlara gâlip gelir. Ama buna dayanamayanlar hakkında birinci âyetin hükmü değil; ikinci âyetin hükmü geçerli olur. Demek ki bunlar, o çok sabırlı, dayanıklı mü’minlerden değil, genel mü’minlerdendir. 1872
Burada dikkat edilmesi gereken bir incelik daha vardır. Yirmi kişilik mü’minler grubunun yenebileceği iki yüz kişilik veya yüz kişilik mü’minler grubunun gâlip gelecekleri bin kişilik düşman kuvveti, “lâ yefkahûn” olarak nitelendirilmektedir. Yani onlar, bilmez, anlamaz, câhil, eğitimsiz insanlar olduğu için sağlam, eğitimli,
1871] F. Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, 15/193
1872] F. Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb, 15/196
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 449 -
moral gücü yüksek mü’minlerin, onları yenecekleri anlatılmaktadır. O halde, kendilerinden on kat fazla kuvvete gâlip gelecek mü’minler, sıradan insanlar değil; dirençli, eğitimli, moral gücü yüksek mü’minler; karşılarındaki kuvvet de anlamaz, moralsiz, eğitimsiz bir yığındır. Mü’minlerin eğitimli, moral sahibi, aynı zamanda kendilerinden üstün gücü yenecekleri ifâde edilmiyor. Bu da önemli bir noktadır. Allah’ın değişmez yasaları (sünnetullah) vardır. Başarmak için eğitim görmek, savaş tekniğini öğrenmek gerekir. Allah’ın yardım ve desteğine erebilmek için, olayın sebeplerine yapışmak, savaşın gereklerine uymak lâzımdır. Elinden gelen çabayı, savaş eğitimini alıp savaş stratejisiyle hareket eden imanlı insanlara Yüce Allah, hem verdiği güven duygusuyla, hem de mânevî güçlerle yardım edip onları başarıya ulaştırır.
“Kâfirlere de ki: ‘Mağlup olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir döşektir! Karşılaşan şu iki toplulukta sizin için bir ibret vardır. Bir topluluk Allah yolunda çarpışıyordu, öteki de nankördü; onları, gözleriyle kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Elbette (bunda) gözleri olanlar için bir ibret vardır.”1873 Bu âyetlerde de imanlı nice az topluluğun, kendilerinin iki katı bir toplulukla çarpışıp onları yendikleri, Kitab-ı Mukaddes’teki misallerden biriyle anlatılmakta; bunda bir ibret olduğu vurgulanarak müşriklerin, azımsayıp küçümsedikleri müslümanların, imandan ve güven duygusundan yoksun müşrik topluluğunu yeneceklerine işâret edilmektedir. “Setuğlebûn/mağlûp olacaksınız” denildiğine göre demek ki, bu âyetlerin hitap ettiği müşrikler, henüz yenilmemişlerdi. Bundan da bu âyetlerin, Bedir Savaşından önce indiği veya hitap edilen müşriklerin, Medine yöresindeki müslüman olmamış, içlerinde hıristiyanların da bulunduğu Arap kabileleri olduğu anlaşılır.
Âyette, kendine güvenden yoksun, inançsız topluluğun, kendilerinden az olan mü’minleri, savaşta kendilerinden çok gördükleri; Allah’ın yardımı sâyesinde mü’minlerin, kâfirlerin gözlerinde büyüdüğü, çok göründüğü anlatılmaktadır. Bu âyetlerde, Peygamber’in sahâbîlerine, Allah’ın, geçmişteki mü’min toplulukları desteklemesi; böyle biri mü’min, öteki kâfir iki topluluk örneğiyle anlatılmaktadır. Bu âyette işâret edilen olay, Bakara sûresinde anlatılan Tâlût ve Câlût olayıdır.1874 Tâlût komutasındaki İsrâiloğulları, Câlût askerlerini, kendilerinden çok görmüş: “Bugün Câlût’a ve askerlerine karşı gücümüz yetmez” demişlerdi.1875 Allah’a kavuşacaklarına kanaat getirenler (şehâdet arzusuyla çarpışanlar) ise, nice az topluluğun, Allah’ın izniyle kendilerinden çok topluluğu yendiklerini söylemiş, ötekilerine moral vermiş: “Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir topluma karşı bize yardım et!” diye Allah’a duâ etmişlerdi.1876 İşte bu âyette o olaya işâret edilerek İslâm’a karşı çıkan müşrikler uyarılmaktadır.
Burada da, kesin inançtan yoksun insanların, mü’minler kadar cesur olamayacaklarına, savaşta cesâretlerinin kırılacağına da işâret vardır. Çünkü dünyadan sonra bu hayattan daha iyi bir hayata gideceğine kesin inanan insan, savaştan korkmaz, yılmaz. Ama âhiret hayatına inanmayan, her şeyi bu dünyanın görünen hayatından ibâret sanan insan, ölmek istemeyeceği için savaşmaya da cesâret edemez. Dünyada sahip olduğu varlıkları kaybetmek ona ağır gelir. Demek ki,
1873] 3/Âl-i İmrân, 12-13
1874] 2/Bakara, 246-251
1875] 2/Bakara, 249
1876] 2/Bakara, 249
- 450 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inançsızın cesâretinin azlığı, savaştan çekinmesi; âhirete inanmayışından, dünya tutkusundan ileri gelmektedir. 1877
Felâh: Arapça’da “yarmak, tarlayı sürmek” mânâsına gelen “f-l-h” kökünden türeyen felâh, zafer, necât, halâs ve fevz kelimeleriyle eş anlamlı kabul edilir. Sözlükte “yarmak, arzu edilen şeyleri elde etme, istenmeyen şeylerden kurtulma, gâyeye ulaşma, hayır, nimet, refah ve saâdet içinde bulunma” gibi mânâlar taşır. Felâh kelimesinin yarmak anlamından dolayı, çiftçiye fellâh; alt dudağı yarık olan kimseye de eflâh adı verilmiştir. Felâh, bir terim olarak; kişinin dinî ve ahlâkî yükümlülüklerini yerine getirmesinin sonucunda dünyada elde edeceği başarı ve mutlulukla, âhirette ulaşacağı ebedî kurtuluş ve saâdeti ifade eder.
İnsanın böyle bir sonuca ulaşabilmesinin, karşısına çıkan bütün engelleri aşması şartına bağlı olduğu dikkate alınırsa, felâhın sözlük anlamı ile terim anlamı arasındaki bağlantı anlaşılır. Felâh; önündeki engeli yarıp, kendini kurtarmak ve istediğine ermek, yani zafer bulmaya denir. Para, kadın, makam, şöhret gibi engelleri aşanlar, dünyada devlete; âhirette cennete ulaşırlar. Ezanda geçen “hayye ale’l-felâh” (Haydi kurtuluşa!) ifadesindeki felâh, kurtuluşa yönelmek anlamındadır. Aynı kökten gelen iflâh, bir şeyi elde etmek, arzu edilen şeye ulaşmak, çalışmada başarılı olmak gibi anlamlar ifade eder.
Gâlib Alâ Emrihî; Allah’ın Güzel İsimlerinden Biri
Gâlib alâ Emrihî; Allah’ın isimlerinden biridir. Kur’ân-ı Kerim’de yalnız bir defa ve muzâf (tamlama) olarak görünür. “İşinde gâlip olan, -isteseler de istemeseler de- yarattıkları hakkında murâdını gerçekleştiren” demektir. “Kendisini hiçbir şey âciz bırakamayan, istediğini istediği şekilde yapan” diye tanımlanmıştır.
“Ğ-l-b” kelimesi ve türevleri Kur’an’da az çok kullanılmıştır. Daha çok, insanlarla ilgilidir. Allah hakkında fiil ve isim şekilleri nâdiren görülür. “Allah şöyle yazmıştır (hükmetmiştir): ‘Elbette Ben gâlip geleceğim, Rasullerim de; şüphesiz Allah kavîdir, azîzdir.”1878 Buradaki galebeyi “hüccetle olan üstünlük”e hasretmek isteyenler varsa da, hem hüccet hem de dünyevî güç üstünlüğü olarak anlayanlar da bulunur. Maddî üstünlüğü de dâhil edenler, hakka karşı çıkan çeşitli toplulukların helâk edilmelerini misal verirler. Peygamberlerin yolundan gidenlerin de -mücâhedelerini mülk, hüküm sürmek, saltanat gibi dünyevî maksatlarla olmayıp, sırf Allah rızâsı için yapmak kaydıyla- bu vaade dâhil olduğunu söylerler. “Mağlûp olacaksınız.”1879; “İşte burada yenildiler”1880 gibi meçhul fiillerin fâili (onları mağlûp eden) de gerçekte Allah’tır ve bu, daha çok âhiretle ilgilidir.
İsm-i fâil şekli “gâlib” Kur’an’da 4 yerde geçer. Bir âyette Allah’ı tavsif eder: “... Allah emrinde Gâliptir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”1881 Bu umûmî hüküm, Hz. Yusuf’un hayatına, Allah’ın husûsî bir biçimde müdâhale edip, zâhirî sebeplerin zıddına, onu istediği gâyeye yöneltmesi muhtevâsında vârid olmaktadır. 1882
1877] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 2, s. 458-475
1878] 58/Mücâdele, 21
1879] 3/Âl-i İmrân, 12
1880] 7/A’râf, 119
1881] 12/Yûsuf, 21
1882] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 229
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 451 -
El-Azîz/Her Şeye Gâlip; Esmâü’l-Hüsnâ’dan Bir Diğeri
Azîz: İzzet sahibi, yüce, büyük, her şeye gâlip olan, mağlûp edilmesi imkânsız olan kimse demektir. Allah Teâlâ’nın esmâ-i hüsnâsından, doksan dokuz güzel isminden biridir. Allah’ın emir ve irâdesine karşı koyacak yoktur. O, her şeye gâlip gelir. O’nu mağlûp edecek hiç bir kuvvet yoktur. Allah’ın bu ismi Kur’an-ı Kerîm’de bazen “Doğrusu Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli azap vardır. Allah Azîzdir/güçlüdür, intikam sahibidir.”1883 âyetinde olduğu gibi, azap ve intikam yerinde gelmiştir. Fakat birçok yerde “Hakîm” (hikmet sahibi) ismiyle beraber zikredilmiştir.1884 Bunun mânâsı; Allah azîzdir, gücü her şeye yeter, her şeye gâlip gelir, fakat hikmeti ile kötülerin cezâsını tehir eder demektir.
Azîz; aynı zamanda, kıymetli, değerli, seçkin, izzet sahibi, muhterem, kuvvetli, üstün, yüce, şeref sahibi, bulunmaz derecede az ve nâdir olan; her şeye gücü yeten, hiç bir zaman yenilmeyen anlamlarına gelir. Aziz, Arapça “azze” kökünden gelmekte olup, “ızz” masdarından bir sıfattır, “eıze” ve “eızzâ” şeklinde gelen kalıpları da vardır.
Istılahta ise; “Aziz” Yüce Allah’ın isimlerinden birisidir. O’nun mutlak hâkimiyet ve üstünlüğünü ifâde eder. O hiç bir şekil ve sûrette asla yenilgiye uğramayan, her şeye gücü yetendir. O, haksızlık yapılamayacak kadar güçlüdür. O en üstündür, en yücedir, şeref ve izzet sahibidir.
İzzet; tam olarak zilletin, yani aşağılık, düşüklük ve âcizliğin zıddıdır. Aziz ve izzet ile bunların zıddı olan zelil ve zillet kelimeleri halk arasında da kullanılmakta ve genellikle aynı lugat anlamını korumaktadır. Bir hitap sözcüğü olarak kullandığımız “aziz” kelimesi, hitap ettiğimiz topluluğa veya kişiye bir şeref ve üstünlük atfetmekte ve bir iltifat ifâde etmektedir. Aynı zamanda bir saygı ve bağlılık sözcüğüdür.
Yüce Allah’ın isimlerinden olan “el-Azîz” ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de doksan bir yerde geçmektedir. Fakat hiçbir yerde tek başına zikredilmemiş; daima Esmâü’l-Hüsnâ’dan diğer bir isimle beraber vârid olmuştur. Bunların başında el-Hakîm gelmektedir ki, toplam kırk yedi yerde beraber geçmektedir. Bunu on beş yer ile el-Alîm, daha sonra sırasıyla el-Kavî, er-Rahîm, Zu’ntikam, el-Hamîd, el-Ğaffâr, el-Cebbâr, el-Ğafûr, el-Vehhâb, el-Kerîm ve el-Muktedir isimleri tâkip eder. Aziz isminin geçtiği doksan bir âyetin ellisi Mekkî, kırk biri ise Medenî’dir. Burada dikkati çeken önemli bir husus da, Yüce Allah’ın azamet ve kudretini ifâde eden bu Aziz sıfatının daha ziyâde Cemâl sıfatlarıyla beraber zikredilmesidir. Bu doksan bir âyetin on üçünde Zu’ntikam, el-Kavî ve el-Cebbâr isimleriyle yani Celâl sıfatlarıyla beraber geçmektedir. Geriye kalan yetmiş sekiz âyette ise Cemâl sıfatlarıyla beraber geçmektedir. O çok merhametli ve çok affedicidir. Zirâ O azîzdir, izzet sahibidir, kullarına çok acıyandır. Aziz ismi, Kur’ân-ı Kerim’de doksan dokuz yerde geçer. 1885
1883] 3/Âl-i İmrân, 4
1884] 2/Bakara, 209, 220, 228, 240, 260
1885] Azîz isminin geçtiği âyetlerden bazıları şunlardır: 2/Bakara, 129, 209, 220, 228, 240 ve 260; 3/Âl-i İmrân 6, 18, 62 ve 126; 11/Hûd, 66; 26/Şuarâ, 9 ve 68; 34/Sebe', 6; 38/Sâd, 9 ve 22; 35/Fâtır; 2; 40/Mü’min, 2; 44/Duhân, 49; Abdurrahim Güzel, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 188-189
- 452 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gâlibiyet, Zafer ve Başarı “Çok” ile Değil;
“Hak” ile Birlikte Olmakla Mümkündür
Gâlibiyet/zafer ve hezîmet meselesi, azlık veya çokluk ile ilgili değildir. Aksine bu mesele, tamamıyla iman, teşkilât, program, eğitim ve itaatle ilgilidir. Çünkü teşkilâtlı mü’min bir azınlık, imanını ve teşkilatını yitirmiş kâfir bir çoğunluğa karşı kahredici bir zafer elde edebilir. “Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle çok topluluklara gâlip gelmişlerdir. Allah sabredenlerle beraberdir.” 1886
Mücâhid mü’min zayıf da olsa, çok büyük güçlere de sahip olsa, Allah’tan yardım istemek ve O’na muhtaç olduğu şuurunu yaşamak konumundadır. Çünkü onun, elinde bulundurduğu maddî güçlerden çok, savaşın zorlu şartlarında sabra ve sebâta ihtiyacı vardır. Zafer de önünde sonunda Allah’ın tarafındadır. Bu itibarla, sahip olduğu güçler veya güçlü olduğu yolundaki hisleri, kendisini Allah’ı unutturacak bir gurura kapılmak gibi bir yanlışa götürmemelidir. Yine, zayıflık hissi de onu Allah’ın sonsuz gücüne bağlayıp O’na dayanmaktan alıkoymamalıdır. Savaşta mü’min ile kâfir arasındaki fark, mü’minin gücünü yeryüzünden göklere uzanan ve hiçbir sınır tanımayan mânevî, rûhî, İlâhî kuvvetten alması; kâfirin ise gücünü yeryüzünden ve onun sınırlı maddî kuvvetlerinden almasıdır.
“Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmese/savmasaydı, yeryüzü bozguna uğrardı. Fakat Allah (bütün) âlemlere karşı lütuf ve ikram sahibidir.”1887 Âyet-i kerîmenin bu cümlesinden şunu anlıyoruz: İnsanların yaşadıkları toplumsal hayatın hareketinde Allah’ın koyduğu tabiî ve fıtrî bir kanun (sünnetullah) vardır. Bütün insanlar sevdiği, istediği ve inandığı şeylere karşı müsbet; sevmeyip istemediği, red ve inkâr ettiği şeylere karşı da menfî bir eğilim taşırlar. Bu gerçek üzere hayatta, karşı fikirler ve tavırlar oluşur ve bunlar hayat içerisinde yerlerini alırlar.
İşte Allah Teâlâ bu âyette, hayatın onun üzerine kurulu olduğu ve üzerinde yürüdüğü bu tabiî kanuna, bunun insanların hayatındaki önemine ve hayatın ıslahatındaki rolüne işaret etmektedir. Bu sünnetullah olmasaydı, yeryüzünün bozguna uğramış olacağını bildirmekte ve bunun Allah’ın âlemlere bir lutfu olduğu vurgulanmaktadır. Çünkü insanlardan biri veya bir kısmı büyük güçlere sahip olduğunda diğer insanlara, onları kendi irâdeleri altında toplamak yolunda baskı yapar. Diğer insanlar da buna karşı çıkmazlarsa bu baskıcı insanların baskıları son derece artar ve yeryüzünü fesâda uğratır, yeryüzünde hakka ve iyiliğe yer bırakmaz. Bunun için hayatın hak, iyilik ve adâlet üzere kaim olmasını ve gelişip ilerlemesini isteyen Allah, bu tabiî kanunu sebebiyle kötülüğün iyilik üzerindeki, bâtılın hak ve zulmün adâlet üzerindeki baskılarını, insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile savarak kaldırmak ve yeryüzü halkına insanca yaşama fırsatını bağışlamak istemiştir. Bu da Allah’ın âlemlere olan bir lütfu ve ikrâmıdır. 1888
Amalika kavminin kralı olan Câlût (Golyat) İsrâiloğullarını defalarca bozguna uğratır. İsrâiloğulları, içlerinde bulunan Samuel peygamberden kendilerine ille de bir kral tâyin etmesini isterler. O güne kadar, saltanat ve istibdat idâresiyle değil, meşverete dayalı nübüvvet idâresiyle yönetilmekteydiler. Samuel peygamber,
1886] 2/Bakara, 249
1887] 2/Bakara, 251
1888] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi'l-Kur'an, c. 4, s. 209-213
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 453 -
Allah’ın emriyle onlara Tâlût’u (Saul) kral atadı. İlginçtir ki Tevrat, İsrâiloğullarının bu isteğini Allah’ın hoş karşılamadığını ihsas ederek, kral atamayı âdeta bu talebe verilmiş bir cezâ olarak takdim etmektedir.1889 Tevrat’ın bu bölümündeki ifâdeler, saltanatla nübüvvet arasındaki farkı güzel bir şekilde açıklıyor. Aslında gerek monarşik, gerek teokratik ve demokratik, gerek dikta ve cunta, tüm saltanat çeşitleri Allah’ın nübüvvet yolundan ayrılan toplumlara verdiği bir belâdır. Bu kral istemelerini ve bunun ardında yatan anlayışı, “yahûdileşme temâyülü” bağlamında değerlendirirsek, saltanat, bir “yahûdileşme alâmeti”dir. Peygamberleri, onları saltanattan sakındırıp onun getireceği zulüm ve sefâhati bir bir saydığı1890 halde, onlar yine de ısrarla kendilerine bir kral seçmesini istemişler, istişâreye dayalı sivil yönetime, zorbalığa dayalı monarşiyi tercih etmişlerdir.
İşte bu istek üzerine Samuel Peygamberin atadığı Tâlût ile Amalika kralı Câlût arasında geçen savaşta olanlardan bir kesit Kur’an’da şöyle verilir: “Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca, ‘Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Kim ondan hiç tatmazsa bendendir (benimledir), ancak eliyle bir avuç içen de istisnâ edilmiştir (o da benimledir)’ dedi. İçlerinden pek azı müstesnâ hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, ‘bu gün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur’ dediler. Kendilerinin, sonunda Allah’ın huzuruna varacaklarını bilenler, kendi aralarında ‘nice az kişiler vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.” 1891
Burada iki grup var: a) Allah’a hüsnüzan edenler, b) Allah’a sûizan edenler. Allah’a hüsnüzan edenler, komutanlarına itaat ediyorlar. Başarıyı kelle sayısında değil; öncelikle Allah’ın izninde, sonra da disiplin ve itaatte görüyorlar. Allah’a hüsnüzan edenler, O’na kavuşacaklarını biliyorlar. Bu nedenle de ölümden korkmuyorlar. Şehâdetin bir bayram olacağının farkındalar. Allah’a sûizan edenler ise, hem itaat ve disiplinden yoksunlar, hem de başarıyı kelle sayısında, çoklukta arıyorlar. Onların derdi “hak” ile birlikte olmak değil; “çok” ile birlikte olmak. Çünkü “ekseru’n-nâs/insanların çoğu” böyledir. Onun için de Allah’ı hakkıyla takdir edemiyorlar.
Allah’a hüsnüzan edenler diyorlar ki: “Ey Rabbimiz, üzerimize sabır dök! Ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir millete karşı bize yardım et.”1892 Ve sonunda bilinçli, inançlı, disiplinli ve itaatli azınlığın, çoğunluğa gâlip geldiğini yine Kur’an’dan öğreniyoruz.
Günümüz müslümanlarının düştüğü bu çokluk ve güç tuzağı, temelde Allah’a itimatsızlık ve sûizan olayıdır. İnsanlık tarihini doğru okuyanlar iyi bilirler ki, insanlığın kaderini değiştiren büyük devrimler, şuursuz kalabalıklar sâyesinde değil; iyi eğitilmiş bir avuç şuurlu kadrolar sâyesinde gerçekleşmiştir. Bunun en canlı örneği yeryüzünün en büyük inkılâbı olan Saâdet Asrı inkılâbıdır. Bu inkılâp şuursuz kitlelerin, câhil kalabalıkların elleriyle değil; inandığı değerler uğruna ölmeyi bilen bir avuç iyi yetiştirilmiş insan eliyle gerçekleştirilmiştir.
Günümüzdeki hareketlerin en büyük zaafı kitleleri şuurlandırmaya
1889] Bk. I. Samuel, 8/7-17
1890] Bk. I. Samuel, 8/7-17
1891] 2/Bakara, 249
1892] 2/Bakara, 250
- 454 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çalışmaktır. Kitleler tarihin hiçbir döneminde şuurlandırılamamış, ancak şartlandırılmıştır. Şuurlandırılması elzem olan çekirdek kadrolardır. Çağdaş İslâmî yapılanmalar ise bunun tam tersini yapmaya çabalıyorlar: Kitleleri şuurlandırmak, kadroları şartlandırmak... Çünkü eğer kadrolar şuurlandırılırsa belki elden kaçabilir. Bu korkuyla onları şuurlandırma yerine, şartlandırma mantığı güdülmektedir. 1893
Çoklukla Övünenler: “(Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi. Öyle ki ziyaret edip saydınız kabirleri.”1894 İlk âyette geçen ve aynı zamanda sûrenin de adı olan “tekâsür”, çokluk yarışı yapmak, çoklukla övünmek anlamındadır. Kur’an’da bu deyim, insanın niteliğe karşılık niceliği öne çıkarışını kınamak için kullanılmaktadır. Seviyesiz, onuru düşük bir hayatın temsilcileri mal ve evlât çokluğu ile böbürlenmeyi ve hayatı böyle birçoklukta öne geçmenin bir yarış arenası haline getirmeyi esas alırlar. İnsanoğlunun bu yarışı, mezarlıkları ve ölüleri sayacak kadar ileri götürdüğünü söyleyen Kur’an, bunun en büyük aldanışlardan biri olduğuna dikkat çeker.
Tekâsür, çokluk anlamına gelen “kesret” teriminden türetilmiştir. Onun üç anlamı vardır: Birincisi, insanın en fazla kesret/çokluk elde etmek için çalışmasıdır. İkincisi, insanların bolluk elde etmek için birbirleriyle yarışması ve birbiri üzerine çıkmaya çabalamasıdır. Üçüncüsü, insanların birbirlerine karşı kibirli davranmalarının bolluk dolayısıyla olmasıdır. Tekâsür, yani “çoklukla yarış” insanların yaşamını öylesine derinden etkilemiştir ki, onlar, daha önemli şeylerden gâfil olmuşlardır. Onlar, hayat seviyeleri yükselsin diye kendilerini o kadar kaptırmışlardır ki, insanî seviyelerini düşürmeyi bile göze almışlardır. Çok fazla servet elde etmek isterken bunun hangi yolla olacağını düşünmeden bu isteklere tutulmuşlardır. Onlar, çok fazla güç, en büyük askerî kuvvet ve en gelişmiş silahları elde etmek isterler. Bu yolda birbirleriyle yarış içindedirler. Fakat onlar, bütün bunların, Allah’ın arzında zulüm yapmak ve insanlığın felâketini hazırlamak anlamına geldiğini düşünmezler. Kısaca “tekâsür”, insanları ve toplumları içine çeken sayısız şekillerdedir. Artık gece gündüz dünyadan, ondan faydalanmaktan ve dünyevî lezzetlerden başka bir şey düşünmeye meydan kalmamıştır.
İkinci âyette geçen “sonunda kabirleri ziyâret ettiniz” deyiminde üç anlam muhtemeldir: İlkine göre, “siz ölünceye kadar mal ve evlât çoğaltmakla meşgul oldunuz” demektir. Kabirleri ziyâret etmek, ölüp kabre gömülmek anlamındadır. İkincisine göre, “kabirleri ziyâret etmek”, kabirlerdeki ölüleri anmaktır, kabirlerde olan ölülerle övünmek, onları ziyâret etmek şeklinde ifade edilmiştir. Bazı kimseler ölen atalarıyla övünürler. Âyetin anlamı, çokluk övünme sizi o kadar oyaladı ki, ölüleri anacak, onlarla övünecek kadar ileri gittiniz. Üçünscüsüne göre, “kabirleri ziyâret ettiniz” deyimi, fiilen kabirlere gittiniz, demektir. Bazı kimseler övünmek için kabirlere gider, adamlarının kabirlerini göstererek “işte şu, şu bizim kabirdir” demek sûretiyle oradaki ölülerle övünürlerdi. Bir rivâyete göre Ensar kabilelerinden Hârise oğullarıyla, Hâris oğulları birbirine karşı övünmüşler, biri diğerine: “Sizin içinizde falan, falan gibisi var mı?” demiş, ötekiler de böyle söyleyip her kabile, ötekine karşı sağ olan adamlarıyla övündükten sonra sıra mezarlıktaki ölüleri saymaya kadar gelmiş: “Haydi kabristana gidelim”
1893] Mustafa İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, s. 367-369
1894] 102/Tekâsür, 1-2
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 455 -
demişler. Mezarlıktaki ölüleri göstererek: “Sizde falan, falan gibi var mı?” diye birbirlerine karşı övünmüşler, Allah bu âyeti indirmiş.
Âyette gerçekten kabirleri ziyâret kast edilmiş olsa da, burada kötülenen ziyâret, ölülerle övünmek için yapılan ziyârettir. Ölüleri rahmetle anma ve âhireti düşünmek için kabirleri ziyâret kötü değil; tam aksine, sünnettir. Çünkü kınanan kabir ziyâreti, kişiyi âhiretten gaflete düşüren ziyârettir. Özetle, âyetlerde insanların mal ve evlât çoğaltmak için birbirleriyle yarışa girmeleri ve ölünceye kadar ömürlerini bu tutku ile geçirmeleri kınanmakta ve yakında, kendilerine haber verilen âhiret sorumluluğunun gerçek olduğunu kesin olarak bilecekleri ve o gün, kendilerine verilmiş olan dünya nimetlerinin hesabının sorulacağı vurgulanmaktadır.
Sanki bir uyarış çığlığı, yüksek bir yerden olanca sesiyle ve sesinin keskinliğiyle bağırmaktadır: “Ey uykuya dalmış olan mahmur gözlüler, ey mallarıyla çocuklarıyla ve dünya hayatıyla aldananlar, ey bulundukları duruma kapılıp kalanlar, ey böbürlenip gururlandıkları şeyleri her ikisinin de bulunmadığı dar bir çukura atıp gidenler... Uyanın, kendinize gelin!” 1895
Çokluk, Çoğunluk: İnsanların çoğunun bilmediğini, şükretmediğini, akletmediğini, akıllarını kullanmadığını, yoldan çıkmışlığını, günah ve haram peşinde koştuklarını, insanların mallarını haksız yere yediklerini, çokluğu ve çoğunluğu ile şişindiğini, bu yüzden mallarının ve evlâtlarının çokluğu ile övündüklerini, daha çok ve daha zengin oldukları halde, kendilerinden önce nice toplulukların yok edildiğini, bütün bunlardan ders almayan insanların yine pek çoğunun yoldan çıktığını, âyetler sıralanamayacak kadar çoklukta ve ısrarla söz etmektedir. Çokluğun ancak Allah’ı zikirde, şükretmede, zikretmede, kulluk etmede işe yarayan bir şey olduğu da yine Kur’an’da üzerinde durulan gerçek olarak belirtilmektedir. “Onların (insanların) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan/gerçekten hiçbir şey ifâde etmez.”1896 Evet, gerçekten/haktan bir şeyin ifâdesi bulunmayan zanna uyanlar ister çoğunluk, ister azınlık olsun, haktan bir şeyin ifâdesi olmayana uyduklarına göre akletmiyorlar demektir. Gerek çokluğun, gerek çoğunluğun, gerekse çoğulculuğun temelinde kendini bile bilmeyen insan ve onun zanna uyan aklı yatmaktadır.
Çokluğu da, çoğunluğu da, çoğulculuğu da demokrasi bütününe güvenmemesi için yaşamının sağlamasını yapmakla varacağı nokta insana, kendinin farkına varmasına yardımcı olacaktır. Teslim olmadan yapamadığı görülen insanın, teslim olmaması değil; kime ve neye teslim olacağı ile ilgili tercihleri söz konusudur. “İnsan kendi hevâsına mı, başkalarının (çoğunluğun) hevâsına mı, yoksa Allah’a mı teslim olmalıdır?” sorusuna verilecek isâbetli cevap insanın önünü açacaktır. Açılan ufku insanın bütünü görmesini, kendinin farkına varmasını sağlayacaktır. Önü açılan insanın görebildiği bütün karşısında yapacağı seçim, elbette daha isâbetli olacaktır. Hayat, ona hayat verene teslim olmakla anlamlanacaktır. Teslim olamadan yapamayan insan, en güvenilire teslim olmakla ancak tatmin olabilir. 1897
1895] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, s. 339-342
1896] 10/Yûnus, 36
1897] Ercüment Özkan, İnanmak ve Yaşamak, c. 2, s. 149-150
- 456 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’da Ekseriyet/Çokluk: “...Nice az kişiler vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” 1898
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.” 1899
“Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz.” 1900
“Sen ne kadar üstüne düşsen de insanların çoğu iman edecek değillerdir.” 1901
“Onların (insanların) çoğu, ancak şirk/ortak koşarak Allah’a iman ederler.” 1902
“İnsanların çoğu şükretmez.” 1903
“İnsanların çoğu fâsıktır.” 1904
“İnsanların çoğu bilmezler.” 1905
“İnsanların çoğu iman etmezler.” 1906
“Onlardan çoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür!” 1907
“Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür; Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar.” 1908
“İblis dedi ki: ‘Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için Senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve Sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!” 1909
“Andolsun Biz cinler ve insanlardan çoğunu cehennem için yaratmışızdır...” 1910
“Onların (insanların) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını tümüyle bilir.” 1911
“İnsanların çoğu, âyetlerimizden ğâfildir.” 1912
1898] 2/Bakara, 249
1899] 6/En'âm, 116
1900] 9/Tevbe, 25
1901] 12/Yûsuf, 103
1902] 12/Yûsuf, 106
1903] 2/Bakara, 243
1904] 5/Mâide, 59
1905] 7/A'râf, 187
1906] 11/Hûd, 17
1907] 5/Mâide, 62
1908] 5/Mâide, 80
1909] 7/A'râf, 17
1910] 7/A'râf, 179
1911] 10/Yûnus, 36
1912] 10/Yûnus, 92
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 457 -
“Onlar (insanlar) Allah’ın nimetini bilirler (itiraf ederler). Sonra da onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfirdir.” 1913
“Yoksa O’ndan başka birtakım tanrılar mı edindiler? De ki: ‘Haydi delillerinizi getirin! İşte benimle beraber olanların Kitab’ı ve benden öncekilerin Kitab’ı. Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler; bu yüzden de yüz çevirirler.” 1914
“... İnsanlardan birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur.” 1915
“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha sapıktırlar.” 1916
“Şüphesiz bunlarda (Allah’ın kudretine) bir alâmet vardır; ama çoğu iman etmezler.” 1917
“Şüphesiz bunda bir ibret vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir.” 1918
“Bunda elbet (alınacak) büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler.” 1919
“Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler.” 1920
“Doğrusu bunda büyük bir ibret vardır; ama çokları iman etmezler.” 1921
“Bunlar, (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar.” 1922
“Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” 1923
“Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler.” 1924
“(Cehennem bekçisi Mâlik, cehennemliklere şöyle der:) Andolsun Biz size hakkı getirdik, fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz.” 1925
İsrâiloğullarının nehirle imtihan olması konusunda görüyoruz ki, yahûdileşmiş insanlar, düşmanlarının sayısını ve gücünü gözlerinde büyütmüşlerdi. Onların anlayışına göre nicelik önemlidir. Sayı önemlidir. Bakışlar keyfiyete değil, kemmiyete; niteliğe değil, niceliğe dönüktür. Çünkü nehrin bu tarafında, nicelik geçerlidir. Nehrin öte yakasına geçilmediği sürece, niceliğin egemenliği yakamızı bırakmayacaktır. Oysa, melekûtî bir nazarla bakan, eşyanın hakikatine nazar eden, sebeplere değil, Müsebbibu’l-Esbâb olan Allah’a yapışan için, niteliktir önemli olan. O bilir ki, her şey Rabbimizin izin, havl ve kudretine bağlıdır. O isterse ve hikmeti iktizâ ederse, küçük bir sinek Nemrud’u gebertir, küçücük karıncalar Firavun’un sarayını yıkar, elektron mikroskobuyla dahi görülemeyen bir hepatit virüsü kendini dünyaya bedel sayan bir müstekbiri alteder. Ve bir çocuk, donanımlı ordusunun başındaki heybetli Câlût’u tek bir sapan taşıyla cehenneme
1913] 16/Nahl, 83
1914] 21/Enbiyâ, 24
1915] 22/Hacc, 18
1916] 25/Furkan, 44
1917] 26/Şuarâ, 8
1918] 26/Şuarâ, 67
1919] 26/Şuarâ, 103
1920] 26/Şuarâ, 121
1921] 26/Şuarâ, 139
1922] 26/Şuarâ, 223
1923] 36/Yâsin, 62
1924] 41/Fussılet, 4
1925] 43/Zuhruf, 78
- 458 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gönderir. Esbâb ırmağının öte yakasına geçebilenler, Tâlût’u terk etmeyen az sayıda mü’min gibi, görürler ki, “Allah’ın izniyle, nice azlar, nice çokları yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.”
Yeter ki, bizi daima sebepler batağına çekmeye çalışan hevâ ve şeytan ikilisine karşı Allah’a iman ve emrine itaatle sabır gösterilsin. Ayaklarımız iman üzere olsun ve bu halde sebat bulsun. Sonucu Allah’tan değil; sebeplerden bilme gibi tavırlara kaymasın. Bugün ehl-i dünyanın maddî başarıları ve niceliğin egemenliği karşısında yılgın ve ezik olan ehl-i din için, Rabbimizin zikrettiği bu mânidar kıssa öyle şifâlı, öylesine nûrânî bir reçete sunuyor ki...
Kur’an-ı Kerim’de Gâlibiyet ve Allah’ın Yardımı
Kur’ân-ı Kerim’de gâlibiyet ve mağlûbiyetle ilgili olarak kullanılan “ğ-l-b” kelimesi ve türevleri, toplam 31 yerde geçer. Yardım ve zafer anlamındaki “nasr” kelimesi ve türevleri ise toplam 158 yerde kullanılır. Yardımı kesmek anlamında “h-z-l” ve türevleri 3 yerde, başarı anlamındaki “tevfîk” kelimesi ve türevleri 4, gâlibiyet anlamındaki zafer kelimesi ise 1 yerde zikredilir.
Yine, konuyla ilgili olarak ve daha çok da âhirete yönelik “kurtulma, kurtuluş, selâmet ve mutluluk anlamındaki “felâh” kelimesi ve türevleri toplam 40 yerde zikredilir. Bu kavramın zıddı anlamında kullanılan, yani zarar, ziyan ve kayıp anlamına gelen “hüsrân” ve türevleri de Kur’ân-ı Kerim’de 65 yerde kullanılır.
Bilindiği gibi “ğâlib”; yenen, üstün gelen anlamına gelir. “... Öyle ya, Allah emrine gâliptir. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler.”1926 Bu âyette görüldüğü gibi, Kur’an gâlib sıfatını Allah’a izâfe etmiştir. “Eğer Allah size yardım ederse, artık size gâlip gelecek kimse yoktur. Ve eğer size yardımını keserse, bundan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etmeli, sadece O’na güvenip dayanmalıdır.”1927 Bu âyette gâlibiyetin ancak Allah’ın yardımı ile mümkün olduğu açıklanmış, O’nun yardımını kestiği durumda gâlibiyetin mümkün olmadığı belirtilmiştir. Görüldüğü gibi, Kur’ân-ı Kerim’de, hem Allah’ı gâlib sıfatıyla tanımak ve hem de gâlibiyeti Allah’tan bilmek gereği açık ifâdelerle yer almıştır. Bu itibarla da Gâlib ismi, Esmâü’l-Hüsnâdan sayılmıştır.
“(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve onlar öylesine sarsıldılar ki Peygamber ve onunla beraber iman edenler nihâyet ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman (onlara), ‘Şüphesiz Allah’ın yardımı yakın’ (denildi).” 1928
“... Allah’ın huzuruna varacaklarına inananlar: ‘Nice az sayıda birlik, Allah’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.” 1929
“Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında; ‘Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Bize cesaret ver ki tutunalım. Kâfir kavme karşı bize yardım et’ dediler. Sonunda Allah’ın izniyle onları hezîmete uğratıp yendiler. Dâvud da Câlût’u öldürdü. Allah ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah insanlardan bir
1926] 12/Yûsuf, 21
1927] 3/Âl-i İmrân, 160
1928] 2/Bakara, 214
1929] 2/Bakara, 249
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 459 -
kısmının kötülüğünü diğerleriyle def edip savmamasaydı elbette yeryüzü fesâda uğrar, altüst olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir.” 1930
“Allah, iman edenlerin dostudur, onları karanlıklardan nûra/aydınlığa çıkarır. İnkâr edip kâfir olanlara gelince, onların dostları da tâğuttur, onları aydınlıktan alıp karanlıklara götürür. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.” 1931
“Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” 1932
“(Bedir’de) Karşı karşıya gelen şu iki grubun halinde sizin için büyük bir ibret vardır. Biri Allah yolunda çarpışan bir grup, diğeri ise bunları apaçık kendilerinin iki misli gören kâfir bir grup. Allah dilediğini yardımı ile destekler. Elbette bunda basiret sahipleri için büyük bir ibret vardır.” 1933
“Onlar (ehl-i kitap) size, incitmekten başka bir zarar veremezler. Sizinle savaşa girecek olsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.” 1934
“Hani sen (ey Rasûlüm), sabah erkenden mü’minleri savaş mevzilerine yerleştirmek için âilenden ayrılmıştın. -Allah, hakkıyle işiten ve bilendir.- O zaman, içinizden iki bölük bozulmaya yüz tutmuştu. Hâlbuki Allah onların yardımcısı idi. Mü’minler, yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” 1935
“Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir’de de size yardım etmişti. Öyle ise, Allah’tan sakının ki O’na şükretmiş olasınız. O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir? Evet, siz sabır gösterir ve Allah’tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder. Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sâyede rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır. Allah, kâfirlerden bir kısmının kökünü kessin veya onları perişan etsin, böylece bozulmuş bir halde dönüp gitsinler diye, size yardım eder).” 1936
“(Ey mü’minler!) Gevşemeyin, üzüntüye kapılmayın. Siz eğer (gerçekten) mü’min iseniz (düşmanlarınıza gâlip ve onlardan) çok üstünsünüzdür.” 1937
“Eğer siz (Uhud’da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir’de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma, bazen öteki topluma nasip ederiz.) Tâ ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şâhitler edinsin. Allah zâlimleri sevmez.” 1938
“Nice peygamberler vardı ki, beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu halde
1930] 2/Bakara, 250-251
1931] 2/Bakara, 257
1932] 2/Bakara, 286
1933] 3/Âl-i İmrân, 13
1934] 3/Âl-i İmrân, 111
1935] 3/Âl-i İmrân, 121-122
1936] 3/Âl-i İmrân, 123-127
1937] 3/Âl-i İmrân, 139
1938] 3/Âl-i İmrân, 140
- 460 -
KUR’AN KAVRAMLARI
savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibâretti: ‘Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sâbit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!’ Allah da onlara dünya nimetini ve (daha da önemlisi,) âhiret sevabının güzelliğini verdi. Allah, iyi davrananları sever.” 1939
“Siz Allah’ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan vaadini yerine getirmiştir. Nihâyet, öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığınızı (gâlibiyeti) size gösterdikten sonra zaafa düştünüz; (Peygamberin verdiği) emir konusunda tartışmaya kalkıştınız ve âsi oldunuz. Dünyayı isteyeniniz de vardı, âhireti isteyeniniz de vardı. Sonra Allah, denemek için sizi onlardan (onları mağlup etmekten) alıkoydu. Ve andolsun sizi bağışladı. Zaten Allah, mü’minlere karşı çok lütufkârdır. 1940
“Eğer Allah size yardım ederse, artık size gâlip gelecek kimse yoktur. Ve eğer size yardımını keserse, bundan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etmeli, sadece O’na güvenip dayanmalıdır.” 1941
“Bir kısım insanlar, mü’minlere: ‘Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!’ dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah’ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah’ın rızasına uymuş oldular. Allah büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.” 1942
“Allah düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” 1943
“Sulh (daha) hayırlıdır.” 1944
“Sizi gözetleyip duranlar, eğer size Allah’tan bir zafer (nasib) olursa, ‘Sizinle beraber değil miydik?’ derler. Kâfirlerin (zaferden) bir nasipleri olursa (bu sefer de onlara), ‘Sizi yenip (öldürebileceğimiz halde öldürmeyip) mü’minlerden korumadık mı?’ derler. Artık Allah kıyâmet gününde aranızda hükmedecektir ve kâfirler için müminler aleyhine asla bir yol vermeyecektir.” 1945
“Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin; (bunu yaparak) Allah’a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” 1946
“... Bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi tecâvüze, haddi aşmaya sevk etmesin! İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” 1947
“Kim Allah’ı, Rasûlünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki); gâlip olanlar, üstün
1939] 3/Âl-i İmrân, 146-148
1940] 3/Âl-i İmrân, 152
1941] 3/Âl-i İmrân, 160
1942] 3/Âl-i İmrân, 173-175
1943] 4/Nisâ, 45
1944] 4/Nisâ, 128
1945] 4/Nisâ, 141
1946] 4/Nisâ, 144
1947] 5/Mâide, 2
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 461 -
gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.” 1948
“Mûsâ, kavmine dedi ki: ‘Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Sonuç takvâ sahiplerinindir (Allah’tan korkup günahtan sakınanlarındır).” 1949
“Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peşpeşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim, diyerek duânızı kabul buyurdu. Allah bunu (meleklerle yardımı) sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz yatışsın diye yapmıştı. Zaten yardım yalnız Allah tarafındandır. Çünkü Allah mutlak gâliptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu. Hani Rabbin meleklere: ‘Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek olun; Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım; vurun boyunlarına! Vurun onların bütün parmaklarına!’ diye vahyediyordu. Bu söylenenler, onların Allah’a ve Resûlüne karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, bilsin ki Allah, azabı şiddetli olandır.” 1950
“(Savaşta) Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Bu böyledir. Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzağını bozar.” 1951
“Şüphesiz ki inkâr edenler mallarını, (insanları) Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar. Daha da harcayacaklar. Ama sonunda bu, onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlûp olacaklardır. Kâfirlikte ısrar edenler ise cehenneme toplanacaklardır.” 1952
“Hatırlayın ki, (Bedir savaşında) siz vâdinin yakın kenarında (Medine tarafında) idiniz, onlar da uzak kenarında (Mekke tarafında) idiler. Kervan da sizden daha aşağıda (deniz sahilinde) idi. Eğer (savaş için) sözleşmiş olsaydınız, sözleştiğiniz vakit hususunda ihtilâfa düşerdiniz. Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helâk olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helâk olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı). Çünkü Allah hakkıyla işitendir, bilendir.” Hatırla ki, Allah, uykunda sana onları az gösterdi. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette çekinecek ve bu iş hakkında münâkaşaya girişecektiniz. Fakat Allah (sizi bundan) kurtardı. Şüphesiz O, kalplerin özünü bilir. Allah, olacak bir işi yerine getirmek için (savaş alanında) karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allah’a döner. Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah’ı çok zikredin/anın ki başarıya erişesiniz.” 1953
“Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi de: ‘Bugün insanlardan size gâlip gelecek kimse yoktur, şüphesiz ben de sizin yardımcınızım’ dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce ardına döndü ve: ‘Ben sizden uzağım, ben sizin göremediklerinizi görüyorum, ben Allah’tan korkuyorum; Allah’ın azâbı şiddetlidir’ dedi.” 1954
1948] 5/Mâide, 56
1949] 7/A’râf, 128
1950] 8/Enfâl, 9-13
1951] 8/Enfâl, 17-18
1952] 8/Enfâl, 36
1953] 8/Enfâl, 42-45
1954] 8/Enfâl, 48
- 462 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“O zaman münâfıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar, (sizin için), ‘Bunları, dinleri aldatmış’ diyorlardı. Hâlbuki kim Allah’a dayanırsa, bilsin ki Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir. (Kendisine güveneni üstün ve gâlip kılacak O’dur. Yoksa orduların sayı ve techizat üstünlüğü değildir).” 1955
“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir. Eğer sana hile yapmak isterlerse, şunu bil ki, Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir.” 1956
“Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz (kâfir)e gâlip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye gâlip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) iki yüz kişiye gâlip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah’ın izniyle (onlardan) iki bin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.” 1957
“Hiçbir peygambere, yeryüzünde kesin bir zafer kazanıncaya kadar esir alması yakışmaz. Siz dünyanın geçici yararını istiyorsunuz. Oysa Allah (size) âhireti istemektedir. Allah, azîzdir (dostlarını düşmanları üzerine gâlip kılandır, üstün ve güçlüdür), hakîmdir (her duruma lâyık olanı hakkıyla ve hikmetiyle bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir).” 1958
“Onların (müşriklerin) nasıl (anlaşmaya uyması söz konusu) olabilir ki! Onlar size gâlip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit, ne de antlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi râzı ediyorlar, hâlbuki kalpleri (buna) karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” 1959
“Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin ellerinizle azablandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer versin, mü’minler topluluğunun göğsünü şifâya kavuştursun.” 1960
“Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezîmete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz. Sonra Allah, Rasûlü ile mü’minler üzerine sekînetini (sükûnet ve huzur duygusu) indirdi, sizin görmediğiniz ordular (melekler) indirdi de kâfirlere azap etti. İşte bu, o kâfirlerin cezâsıdır.” 1961
“Allah’ın nûrunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu tamamlamaktan asla vazgeçmez. O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resûlünü hidâyet ve Hak Din ile gönderendir.” 1962
“Eğer siz ona (Rasûlullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebû Bekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin
1955] 8/Enfâl, 49
1956] 8/Enfâl, 61-62
1957] 8/Enfâl, 65-66
1958] 8/Enfâl, 67
1959] 9/Tevbe, 8
1960] 9/Tevbe, 14
1961] 9/Tevbe, 25-26
1962] 9/Tevbe, 32-33
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 463 -
görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.” 1963
“De ki: (Siz bizim için) iki güzellikten (şehidlik veya zaferden) birinin dışında başkasını mı bekliyorsunuz? Oysa biz de, Allah’ın ya kendi katından veya bizim elimizle size bir azap dokunduracağını bekliyoruz. Öyleyse siz bekleyedurun, kuşkusuz biz de sizlerle birlikte bekleyenleriz.” 1964
“Andolsun Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da: ‘Yeryüzüne sâlih/iyi kullarım vâris olacaktır’ diye yazmıştık.” 1965
“Onlar, sadece ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol zikredilen manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, azîzdir/gâliptir.” 1966
“İşte böyle. Her kim, kendisine verilen eziyetin dengi ile karşılık verir de, bundan sonra kendisine yine bir tecâvüz ve zulüm vâki olursa, emin olmalıdır ki, Allah ona mutlaka yardım edecektir. Hakikaten Allah çok bağışlayıcı ve mağfiret edicidir.” 1967
“Allah sizden iman edip sâlih amel işleyenlere vaad etmiştir: Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldı, halifeler yaptı, güç ve iktidar sahibi kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılıp halifeler yapacak, güç ve iktidar sahibi kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve Bana hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayacaklar. Ama kim bundan sonra da nankörlük edip küfre giderse işte onlar, fâsıktırlar, yoldan çıkanlardır.” 1968
“Ancak iman edenler, salih amellerde bulunanlar ve Allah’ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar (veya öclerini alanlar) başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.” 1969
İnsanlardan öylesi vardır ki, ‘Allah’a iman ettik’ der; fakat Allah uğruna eziyet gördüğü zaman, insanların (kendisine yönelttikleri işkence ve) fitnesini Allah’ın azabıymış gibi sayar; ama Rabbinden bir yardım ve zafer gelirse, andolsun; ‘Biz gerçekten sizlerle birlikteydik’ demektedirler. Oysa Allah, âlemlerin sineleri içinde olanı en iyi bilen değil midir?” 1970
“Siz ne yeryüzünde ne de gökte (Allah’ı) âciz bırakamazsınız. Allah’tan başka bir dost ve yardımcı da bulamazsınız.” 1971
“Elif. Lâm. Mîm. Rumlar (Hıristiyan Bizanslılar, mecûsî/müşrik İranlılara) mağlûp oldu. Arapların bulunduğu bölgeye yakın bir yerde. Hâlbuki onlar, bu yenilgilerinden sonra
1963] 9/Tevbe, 40
1964] 9/Tevbe, 52
1965] 21/Enbiyâ, 105
1966] 22/Hacc, 40
1967] 22/Hacc, 60
1968] 24/Nûr, 55
1969] 26/Şuarâ, 227
1970] 29/Ankebût, 10
1971] 29/Ankebût, 22
- 464 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birkaç yıl içinde gâlip geleceklerdir. Onların bu yenilgilerinden önce de sonra da (eninda sonunda) emir Allah’ındır. O gün müminler de Allah’ın yardımıyla sevineceklerdir. Allah, nusretiyle dilediğine yardım eder, dilediğini gâlip kılar. O, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir. (Bu) Allah’ın vâdettiğidir. Allah vâdinden caymaz; fakat insanların çoğu bilmezler.” 1972
“Andolsun ki, biz senden önce kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik de onlara açık deliller getirdiler. (Onları dinlemeyip) günaha dalanların ise cezalarını hakkıyla vermişizdir. Mü’minlere yardım etmek, onlara zafer vermek de Bize düşer.” 1973
“Sen şimdi sabret. Bil ki Allah’ın vaadi gerçektir. (Buna) iyice inanmamış olanlar, sakın seni gevşekliğe sevk etmesin!” 1974
“Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi. Onlar hem yukarınızdan hem aşağı tarafınızdan (vâdinin üstünden ve alt yanından) üzerinize yürüdükleri zaman; gözler yıldığı, yürekler gırtlağa geldiği ve siz Allah hakkında türlü türlü şeyler düşündüğünüz zaman; İşte orada iman sahipleri imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı. Ve o zaman, münafıklar ile kalplerinde hastalık (iman zayıflığı) bulunanlar: ‘Meğer Allah ve Rasûlü bize sadece kuru vaadlerde bulunmuş!’ diyorlardı.” 1975
“Allah, o inkâr eden kâfirleri hiçbir fayda elde edemeden öfkeleri ile geri çevirdi. Allah (ın yardımı) savaşta müminlere yetti. Allah güçlüdür, mutlak gâliptir. Allah, ehl-i kitaptan, onlara (müşrik ordularına) yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü; bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz. Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah’ın her şeye gücü yeter.” 1976
“Andolsun ki (peygamber olarak) gönderilen kullarımız hakkında bizim geçmiş sözümüz (vardır): Gerçekten onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer) bulacaklardır. Muhakkak Bizim ordumuz, kesinlikle gâlip gelenlerdir.” 1977
“Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem şâhitlerin şâhitlik edecekleri günde yardım eder, zafer veriririz.” 1978
“Yeryüzünde (O’nu) âciz bırakamazsınız. Allah’tan başka bir dostunuz ve bir yardımcınız da yoktur.” 1979
“Öyleyse, inkâr edenlerle (savaş sırasında) karşı karşıya geldiğiniz zaman, hemen boyunlarını vurun; sonunda onları ‘iyice bozguna uğratıp zafer kazanınca da’ artık (esirler için) bağı sımsıkı tutun. Bundan sonra ya bir lütuf olarak (onları bırakın) veya bir fidye (karşılığı salıverin). Öyle ki savaş ağırlıklarını bıraksın (sona ersin). İşte böyle; eğer Allah dilemiş olsaydı, elbette onlardan intikam alırdı. Ancak (savaş,) sizleri birbirinizle denemesi
1972] 30/Rûm, 1-6
1973] 30/Rûm, 47
1974] 30/Rûm, 60
1975] 33/Ahzâb, 9-12
1976] 33/Ahzâb, 25-27
1977] 37/Sâffât, 171-173
1978] 40/Mü’min, 51
1979] 42/Şûrâ, 31
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 465 -
içindir. Allah yolunda öldürülenlerin ise; kesin olarak (Allah,) amellerini giderip boşa çıkarmaz.” 1980
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı sâbit tutar, kaydırmaz.” 1981
“Bu, Allah’ın, inananların yardımcısı olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince, onların yardımcıları yoktur.” 1982
“Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmeyecektir.” 1983
“Ve Allah, sana üstün ve onurlu bir zaferle yardım etsin.” 1984
“İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır.” 1985
“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah azîzdir, hakîmdir.” 1986
“Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı. Sonra bir dost ve yardımcı da bulamazlardı. Allah’ın, ötedenberi süregelen kanunu budur. Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın. Onlara karşı size zafer verdikten sonra, Mekke’nin göbeğinde ellerini sizden ve sizin de ellerinizi onlardan çeken O’dur. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” 1987
“Allah; ‘Elbette ben ve elçilerim gâlip geleceğiz’ diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, gâliptir.” 1988
“O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O, yaratan, var eden, şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şânını yüceltmektedirler. O, azîzdir/gâliptir, hikmet sahibidir. 1989
“Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için fitne/deneme konusu kılma, bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegâne galip ve hikmet sahibi, ancak sensin.” 1990
“Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zâlimler onlardır.” 1991
“Ve seveceğiniz bir başka (nimet) daha var: Allah’tan yardım ve zafer (nusret) ve
1980] 47/Muhammed, 4
1981] 47/Muhammed, 7
1982] 47/Muhammed, 11
1983] 47/Muhammed, 35
1984] 48/Fetih, 3
1985] 48/Fetih, 4
1986] 48/Fetih, 7
1987] 48/Fetih, 22-24
1988] 58/Mücâdele, 21
1989] 59/Haşr, 23-24
1990] 60/Mümtehıne, 5
1991] 60/Mümtehıne, 9
- 466 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele!” 1992
“Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsa havârîlere: ‘Allah’a (giden yolda) benim yardımcılarım kimdir?’ demişti. Havârîler de: ‘Allah (yolunun) yardımcıları biziz’ demişlerdi. İsrailoğullarından bir zümre iman etmiş, bir zümre de inkâr etmişti. Nihâyet biz iman edenleri, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler.” 1993
“... İzzet (şeref, kuvvet ve gâlibiyet) Allah’ındır, Peygamberinindir, mü’minlerindir, fakat münâfıklar (bunu) bilmezler” 1994
“Rahmân olan Allah’a karşı şu size yardım edecek askerleriniz hani, kimlerdir? İnkâr eden kâfirler, ancak derin bir gurur (gaflet ve aldanma) içinde bulunmaktadırlar.” 1995
Ve bir hadis-i şerif: “Bir kavim, zayıf ve yoksuldular, kuvvette ve sayıda güçlü olanlar onlarla savaştı. Allah Teâlâ, o zayıfları onlara gâlip kıldı. Onlar da düşmanlarına (kötülük) kastederek onları (büyük zorluklarda) kullandılar ve onlara Mûsâllat oldular. Böyle Allah Teâlâ’ya kavuşacakları güne kadar Allah’ı kendilerine gazap ettirdiler/kızdırdılar.” 1996
Allah’ın Yardımını Bekleyenler, Allah’ın Dinine Yardım Etmelidir!
Allah, yarattığı her şeyi güzel yapmıştır.1997 O, insanı da en güzel biçimde yaratmıştır.1998 İnsana şekil verip şeklini güzel yapan ve onları temiz/güzel besinlerle rızıklandıran Allah’tır.1999 Allah, insanı şan ve şeref sahibi kılarak ona ikram etmiş, güzel rızıklar vermiş, yarattıklarının çoğundan üstün kılmıştır.2000 Gökleri ve yeri yaratan, gökten suyu indirip onunla rızık olarak bize türlü meyveler çıkaran, izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrimize veren, nehirleri de bize akıtan ancak Allah’tır.2001 Âdetleri üzere seyreden güneşi ve ayı bize faydalı kılan, geceyi ve gündüzü istifâdemize veren yine Allah’tır.2002 O, yerde ne varsa hepsini bizim için yaratmıştır.2003 O bize istediğimiz her şeyden vermiştir. Eğer Allah’ın nimetlerini sayacak olsak, onu sayamayız. 2004
Bunca nimet ve ihsânını sunan Yüce Allah insanları ancak kendisine ibâdet/kulluk yapsınlar diye yaratmıştır.2005 Kur’an’ın nazarında, hayat bir imtihan, daha doğrusu bir imtihanlar zinciridir. Semâvât ve arzın yaratılışının gâyesi de zaten insanın imtihana tâbi tutulmasıdır.2006 Ölüm ve hayatın yaratılışı da aynı gâyeyi
1992] 61/Saff, 13
1993] 61/Saff, 14
1994] 63/Münâfıkun, 8
1995] 67/Mülk, 20
1996] Ahmed bin Hanbel, V/407
1997] 32/Secde, 7
1998] 95/Tîn, 4
1999] 40/Mü’min, 64
2000] 17/İsrâ, 70
2001] 14/İbrâhim, 32
2002] 14/İbrâhim, 33
2003] 2/Bakara, 29
2004] 14/İbrâhim, 34; 16/Nahl, 18
2005] 51/Zâriyât, 56
2006] 11/Hûd, 7
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 467 -
taşır.2007 Allah’ın dünya ve âhirette yardımını ve vaad ettiği cenneti kazanabilmesi için, insanın hayatı boyunca tâbi tutulacağı imtihanlarda İlâhî yardıma lâyık olduğunu ispatlaması lâzımdır.2008 Bu imtihanlar, gerçekten iman edenlerle etmeyenleri birbirinden ayırır. 2009
İnsandan kendine doğru adım atmasını isteyen Rabbimiz, dünya imtihanını kazanması için insandan gayret ve çaba ister. Tüm âlemlerin rabbi olan Allah Teâlâ, insana verdiği bunca nimete şükür mü, yoksa nankörlük mü edileceğini dener. Onun için kul ile Allah arasındaki ilişkiler, kul öncelikli olmalıdır. Sünnetullah dediğimiz Allah’ın değişmez kanunlarındaki icraat böyle istemektedir. Kul, Allah’a iman edip Allah ve Rasûlüne itaat edecek, Allah da onları büyük kurtuluş olan, içinde ebedî kalacakları cennetlere koyacaktır.2010 Kul şükredecek, Allah da (nimetlerini) arttıracaktır.2011 Kul ihsân edecek, Allah da ihsân eden kulu sevecek, ihsâna ihsanla, iyilik ve güzellikle karşılık verecektir.2012 Kul, Allah uğrunda cihad edecek, Allah da kendi yollarına eriştirecektir.2013 Kul, duâ edecek, Rabbi de duâsına icâbet edecektir.2014 Kul Allah’ı zikredecek ki, Allah da kulunu zikretsin.2015 Kul Allah’a bir adım yaklaşacak, Allah da bir arşın ona doğru yaklaşacaktır. Kul yürüyerek O’na doğru giderse Allah da koşarak cevap verecektir.2016 Allah, iman edip sâlih amel işleyen kullara, daha önceki ümmetleri hâkim kıldığı gibi, yeryüzünde halife kılacak, dinlerini yerleştirip koruyacak, yani onlara devlet nimetini de ihsan edecektir. Yeter ki, kullar sadece Allah’a kulluk ve ibâdet edip, hiçbir şeyi O’na şirk koşmasınlar, O’na hiçbir şeyi eş tutmasınlar, yani zafere, devlete lâyık olsunlar. 2017
“Zahmetsiz rahmet olmaz.” Allah sebeplerin mahkûm değildir, ama dünyayı bir sebepler kanununa bağlı kılmıştır. “Yere eken göğe bakar” Yere bir şey ekmeyen kimsenin göğe bakıp yağmur ve rahmet bekleme hakkı yoktur. Tarlaya tohum ekmeden, yani fiilî duâ yapmadan, kimsenin Allah’tan ekin istemesi (kavlî duâ) doğru olmaz. Sünnetullah dediğimiz Allah’ın evrendeki değişmez kanunları, hep sebep-sonuç ilişkilerine oturtulmuştur.
Aynen böyle; kul, Allah’a, yani O’nun dinine yardım edecektir ki, O da kuluna yardım etsin.2018 İman edenler, kendilerinden önceki mü’minlerin sünnetullah gereği başından geçen sıkıntılara göğüs gerecek ve “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye tavırları ve dilleriyle o yardımı bekleyip hak kazanacaklar ki, “Allah’ın yardımı yakın” olsun. Allah’ın yardımı olmadan muvaffakiyet/başarı yoktur.2019 Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’ındır.2020 Allah dilediğine yardım edip
2007] 67/Mülk, 2
2008] 2/Bakara, 155; 3/Âl-i İmrân, 186; 23/Mü’minûn, 30; 29/Ankebût, 2-3
2009] 3/Âl-i İmrân, 166-167, 169; 9/Tevbe, 16; 29/Ankebût, 3; 47/Muhammed, 31
2010] 4/Nisâ, 13
2011] 14/İbrâhim, 7
2012] 2/Bakara, 195; 55/Rahmân, 60
2013] 29/Ankebût, 69
2014] 40/Mü’min, 60
2015] 2/Bakara, 152
2016] Buhârî
2017] 24/Nûr, 55
2018] 47/Muhammed, 7
2019] 11/Hûd, 88
2020] 3/Âl-i İmrân, 126
- 468 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zafer verir.2021 Allah dilediğini yardımı ile destekler. Elbette bunda basîret sahipleri için büyük bir ibret vardır.2022 Mü’minlere yardım etmeyi Allah üzerine hak olarak almıştır.2023 İman edip mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda savaşanların günahlarını bağışladığı ve onları cennetlere koyduğu gibi, Allah, onlara sevecekleri başka bir şey daha vaad eder: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. 2024
Bir kısmının adı “ensâr” olan ashâbın Allah’ın yardımına nâil olup kısa bir zaman içinde maddî ve mânevî her alanda dünyanın en büyük gücüne sahip olması, O’nun yardımıyla zaferden zafere koşmaları işte bu bilinçte yatmaktadır: Onlar öncelikle Allah’ın dinine yardım ettiler, Allah da onlara yardım etti. Onlar öncelikle kendileri Allah’a doğru adım attılar, Allah da onlara yardım etti. Önce İlâhî yardıma, zafer ve devlete liyakat kesbettiler, Allah da onlara kapılarını açtı. Günümüz insanı hazırcılığa, kolaycılığa, görevlerini ihmal edip haklarını öne çıkarmaya, özgürlüğünü savunup sorumluluktan kaçmaya, her şeyi eleştirip kendi nefsini savunmaya, cihad gibi Allah’ın yardımına ulaştıracak vesilelerden uzaklaşmaya, dünyevîleşip ölümden korkmaya meyyâl olduğu için Allah’ın yardımı da gelmemektedir.
Allah’ın yardımı hangi şartlarda gelir, Kur’an bu sünnetullahı birçok âyette belirtir. Bunlardan biri: “(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve onlar öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla beraber iman edenler, nihâyet ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman (onlara): ‘Şüphesiz Allah’ın yardımı yakın’ (denildi).”2025 Bu âyette eşsiz bir terbiye örneği vardır. Müslümanlar için dünyada ve dolayısıyla âhirette başarılı olmanın yolu, iman ve cihadla çalışmak, çabalamak, Allah yolunda sıkıntılara katlanmak, güçlüklerden yılmamak, daima tembelliği, zevk ve sefâyı, eğlenceyi tercih eden nefsin hevâsından, şeytandan uzak olmaktır. Ey müslümanlar! Sıkıntı çekmeden, cihad etmeden, kurban vermeden zafere ulaşamazsınız, cennete giremezsiniz. Bu âyet, bir rivâyete göre, Hendek Savaşında müslümanların çektiği sıkıntıları dile getirir. Diğer rivâyete göre, Uhud Savaşı ile ilgilidir. Diğer bir rivâyete göre ise, evlerini, mallarını ve yakınlarını Mekke’de bırakıp bunca sıkıntılara katlanarak Medine’ye göç eden müslümanları teselli için inmiştir.
Hadis-i Şerifte: “Nasılsanız öyle idare olunursunuz” buyrulmuş. “...Bir toplum kendindeki özellikleri değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.”2026 Allah âdildir, zerre kadar zulmetmez. Hak edene hak ettiğini verir. Hatta, hak etmek için, liyakat kesbetmek için gerekli gayreti gösteren kimselere lutfuyla muâmele eder, fazlaca nimetler ihsân eder. Önemli olan, mü’min kulların kulluk bilincidir. İnsan Allah’a doğru adım atar atmaz Allah kapılarını açacak, dünyada izzet ve devlet, âhirette sonsuz nimet ve cennet verecektir.
İnsanın yapısını teşkil eden temel unsurlar vardır: Nefs, beden, ruh ve kalp
2021] 30/Rûm, 5
2022] 3/Âl-i İmrân, 13
2023] 30/Rûm, 47
2024] 61/Saf, 10-13
2025] 2/Bakara, 214
2026] 13/Ra’d, 11
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 469 -
(gönül). Birçok konuya yaklaşmak için, onun zıddını bilmek de bir metoddur. Felâhın tersi hüsrandır. Özellikle, felâh yoksa mutlaka az çok hüsran vardır. Şimdi, insanlara, topluma bakalım; hüsran manzarasından başka ne görebiliriz? Asr sûresinde ifâde edildiği gibi, tüm insanlar hüsrandadır. İman edenler, sâlih amel işleyenler (namaz kılan ve infak edenler), hakkı ve sabrı tavsiye edenler (özellikle sözleriyle infak edenler) hüsranda değillerdir; çünkü onlar felâh bulmuşlardır. İnsanın önünde iki seçenek vardır: Ya bu üç ilkeye uyar ve felâha (kurtuluşa) erer; ya da hüsranın pençesinde perişan olur.
Bilindiği gibi “ğâlib”; yenen, üstün gelen anlamına gelir. “... Öyle ya, Allah emrine gâliptir. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler.”2027 Bu âyette görüldüğü gibi, Kur’an gâlib sıfatını Allah’a izâfe etmiştir. “Eğer Allah size yardım ederse, artık size gâlip gelecek kimse yoktur. Ve eğer size yardımını keserse, bundan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etmeli, sadece O’na güvenip dayanmalıdır.”2028 Bu âyette gâlibiyetin ancak Allah’ın yardımı ile mümkün olduğu açıklanmış, O’nun yardımını kestiği durumda gâlibiyetin mümkün olmadığı belirtilmiştir. Görüldüğü gibi, Kur’ân-ı Kerim’de, hem Allah’ı gâlib sıfatıyla tanımak ve hem de gâlibiyeti Allah’tan bilmek gereği açık ifâdelerle yer almıştır.
Gâlibiyet ve mağlûbiyetleri Allah, insanlar arasında döndürüp değiştirir.2029 Oyun ve eğlenceden ibâret bu dünya2030 tahteravallidir; yükselenler, bir gün inerler. Ülkeler de insan gibi doğar, büyür ve ölür. Her ümmet için bir ecel vardır. 2031 Allah, kullarını varlıkla da yoklukla da imtihan ettiği gibi; gâlibiyet de mağlûbiyet gibi bir sınavdır. Müslümanların Bedir’leri gibi Uhud’ları da olacaktır. Gâlibiyet sonrası zafer sarhoşluğunun şımarıklığa ve gurura yol açan tehlikeleri yanında, mağlûbiyetin de insanın kendine ve dâvâsına güveni sarsan yıkıcı etkileri söz konusu olabilir. Uhud, ders alındığı müddetçe gâlibiyetin veremediği güzel dersler verir. Gâliptir bu yolda mağlûp. Bâtıl dâvâ için ve nice zulümlerle kazanılan zaferlerin aslında büyük bir mağlûbiyet olduğu gibi...
Şehidlik; sayıyı, maddî imkânların üstünlüğünü gözlerinde büyütenlere; pragmatizm ve determinizmin vazgeçilmez olduğunu zannedenlere en güzel cevaptır. “Boşu boşuna ölmek”, “kendine yazık etmek”, “kendini tehlikeye atmak”, “siyaset bilmemek...” gibi ithamların, şehâdetin zevkini bilmeyenlerin bahâneleri olduğunu haykırmaktır. Bu, tek dünya merkezli iddiâlar, şehâdet vâsıtasının hizmet ettiği gâyeyi bilmeyen veya önemsemeyip saptıranların anlayışlarıdır. Gâye, küfre/fitneye karşı maddeten gâlip gelmek, onu yıkmak, yönetimi değiştirmek, yeryüzüne hâkim olmak olunca, bu amaca götüren araç ve yöntemler de ona göre seçilir. Şehid için bunlar gâye değildir, olamaz. Bunlar, önemli olmasına çok önemlidir, ama amaç değildir. Amaç, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Yeryüzünde egemen olmak ise, bu amacın doğurduğu bir sonuç, bir lütuftur. Bu ince çizgi İslâm inkılâbıyla herhangi bir devrimi, şöhretli herhangi bir kahramanla şehidi birbirinden ayıran çizgidir. İhtilâllerin amacı bir memlekette (veya yeryüzünde) egemen olmaktır. Müslümanlar ise cihadla görevlidir. Egemenlik (ve zafer) cihadın celbettiği, Allah’ın rızâsının sonucu lutfedilecek bir
2027] 12/Yûsuf, 21
2028] 3/Âl-i İmrân, 160
2029] 3/Âl-i İmrân, 140
2030] 6/En’âm, 32; 29/Ankebût, 64
2031] 10/Yunus, 49
- 470 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kazanımdır. Ancak müslümanlar bu kazanım için değil; sadece Allah’ın rızâsı için cihad eder. Sonunda bu kazanım (hâkimiyet) olsun veya olmasın, birinci derecede önemli değildir. İşin o cephesi Allah’a bağlıdır. Ve Allah’ın sünneti odur ki, her zaman müslümanlar dünya ölçeğinde başarılı olamazlar. Unutmamak gerekir, Allah mü’minlere yardım için söz vermektedir.2032; “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemeseler de, dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidâyet ve hak ile gönderen O’dur. Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!” 2033
Birçok peygamber gelmiş, ömürlerini Allah’ın rızâsı doğrultusunda tebliğ ve cihada harcamışlardır. Fakat bazıları küçük bir ümmet/cemaat bile oluşturamadan gitmişlerdir. Bu, mağlûbiyet ve başarısızlık mıdır? Maddî ve zâhirî yönden “evet!” Hz. Nûh da, dünya ölçeğinde mağlup olduğunu belirtiyordu: “(Nûh) Rabbine; ‘Ben mağlûb oldum, yenik düştüm, bana yardım et!’ diye yalvardı.2034 O Nûh (a.s.) ki, her türlü yöntemi denemiş, gece-gündüz, gizli-açık tebliğ etmiş, tebliğ etmişti: “(Nûh:) ‘Rabbim! dedi, doğrusu ben, kavmimi gece gündüz (imana) dâvet ettim; fakat benim dâvetim, ancak kaçmalarını artırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman dâvet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben kendilerine haykırarak dâvette bulundum. Üstelik onlarla hem açıktan açığa, hem de gizli gizli konuştum.” 2035 Hem de, dile kolay; tam 950 sene... 2036
Ama hakikatte ve âhiret ölçeğinde onlar başarılıydı, gâlipti, gâyelerine ulaşmışlardı. Onlar, ne yaptılarsa Allah rızâsı için yapmışlar ve o rızâyı da kazanmışlardı. İnsan, sadece kulluk yapmak için,2037 Allah’ın emir ve yasaklarına uyup O’na teslimiyetle itaat için yaratıldığına göre, bu görevlerini yapandan daha başarılı kimse olur mu?
Başarı ve zafer Allah’ın yanındadır. O dilemeden hiç kimse gâlip gelemez. Mağlûbiyet ihtimali var diye savaştan kaçan insan, gâlibiyeti hak etmeyen bir korkak olduğu için, o, hiçbir zaman gâlip gelemeyecektir. İnsan, dâvâsının savaşçısıdır. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler de tâğut yolunda savaşırlar. Öyle ise o şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır.”2038 Bu hak-bâtıl savaşında savaşçı olarak yer al(a)mayan kimseler, kâfirlerle mü’minlerin arasında tercih yapamayan münâfıklardır ki, onlar da bu tavırlarıyla kâfirlerin cephesinde kabul edilirler.
“Zafer sabra bağlıdır; Müslüman için kaygının sonu sevinç, zorluğun sonu
2032] 30/Rûm, 47; 2/Bakara, 214
2033] 61/Saff, 8-13
2034] 54/Kamer, 10
2035] 71/Nûh, 5-9
2036] 29/Ankebût, 14
2037] 51/Zâriyât, 56
2038] 4/Nisâ, 76
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 471 -
kolaylıktır.” Zaferin büyüklüğü, belânın büyüklüğü nispetindedir. Hiç kimse, gâlibiyet ve başarı merdivenine elleri cebinde tırmanmamıştır. Güçlükler, gâlibiyet ve başarının değerini artıran süslerdir. Bazı yıkılışlar, daha parlak kalkışların teşvikçisidir. Bir şeyi yapabileceğinize kendinizi inandırırsanız, ne kadar güç olursa olsun onu başarırsınız. Fakat dünyada en basit işi yapamayacağınız kuruntusuna kapılırsanız, onu yapmanıza imkân kalmaz. Tepecikleriyle karşınıza aşılmaz dağlar gibi dikilir. Başarmak için tehlikeye atılmadıkça yarışı kazanmak, mücâdeleyi göze almadıkça da zaferi elde etmek mümkün değildir. Büyük başarıların ve gâlibiyetlerin sahipleri, küçük işleri titizlikle yapabilme sabrını gösteren kişilerdir. Ve… Yenileceğinden korkan daima yenilir.”
Uhud Savaşından mağlûp çıkan müslümanlara verilen mesaj, içinde yaşadığımız dünyada uzun zamandır siyasî ve sosyal alanda zâlim kâfirlerin gâlip ve mazlum müslümanların mağlûp kabul edildiği ortamda imtihan edilen kimseler için de geçerlidir: “(Ey mü’minler!) Gevşemeyin, mahzun olmayın. Siz eğer (gerçekten) mü’min iseniz (düşmanlarınıza gâlip ve onlardan) çok üstünsünüzdür.”2039 İnsan, savaşı önce içinde kazanır ya da kaybeder. Bir amacın başarı ve gâlibiyet limitini, kendi inancımız belirler. Mü’min, Allah’ın, Rasûlünün ve O’nun hizbinin (safını ve nihâî tercihini Allah’tan yana yapanların) gâlip olduğuna hiç şüphe etmeyen insandır. Ve esas gâlibiyet, iç dünyamızdakine paralel olarak ebedî hayatta felâh olarak ortaya çıkacaktır.
“Andolsun ki Biz rasullerimizi/elçilerimizi açık deliller ile gönderdik ve insanların adâleti ayakta tutmaları için, beraberlerinde de Kitabı ve mîzânı/adâlet ölçüsünü indirdik. Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem insanlar için menfaatler bulunan demiri indirdik (var kıldık). Çünkü (bununla) Allah, kimin gaybda (gizlide) Kendisine ve rasüllerine yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür.”2040 Bu âyette de, Allah’ın, kanıtlarla elçiler gönderdiği insanların, adâleti yerine getirmeleri için peygamberlerle birlikte Kitab’ı ve adâlet ölçütünü indirdiği; indirdiği demire de bir güç ve insanlara yararlar koyduğu; demirdeki bu gücü ve yararları, kimlerin Allah’a ve elçilerine yardım yolunda kullanacağını bilmek istediği belirtilmekte ve Allah’ın kaviyy (çok güçlü) olduğu vurgulanmaktadır. Allah peygamberleri göndermiş, Kitap ve adâlet ölçütü indirmiş, demirin gücü sâyesinde de düzenin korunmasını sağlamıştır. Hem bedenlerdeki yaratılış düzenini, hem de toplumlardaki hakça düzeni demirle korumuştur. Böyle yapmıştır ki, gizlide Allah’a ve peygamberlerine yardım edenleri bilsin. Yani kimin, gerektiğinde Allah’ın verdiği güç ve sağlık sâyesinde, silâhını kuşanıp Allah’ın dininin ve elçilerinin üstün gelmesi için çalışacağını ortaya çıkarsın. Âyetin sonunda Allah’ın kavî ve azîz sıfatları vurgulanmakla, Hakk’a yardım edenlerin gâlip geleceğine işaret edilmektedir. Çünkü Allah onların yardımcısıdır. Allah’ın tarafını tutanlar gâlip gelirler.
“Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. Bunu, mü’minleri güzel bir imtihan ile denemek için yaptı...”2041 Bedir’de Rasûlullah’ın müşrik hedefe attığı çakıl taşları ve işi neticelendiren Yüce Allah. Atışın öldürücü bir darbeye dönüşmesi için, tam bir sadâkatle Allah’a yönelip elin taşa uzanması ve eylemin gerçekleşmesi
2039] 3/Âl-i İmrân, 139
2040] 57/Hadîd, 25
2041] 8/Enfâl, 17
- 472 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şart... Düşman büyük, taş küçük, hiç önemli değil... Unutmayalım: Allahu Ekber... Duâya duran eller... Yardım talep eden diller... Önce fonksiyonel el, aksiyoner el olmak zorunda. Eller devreye girmeden yalnızca dil ile: Ebû Lehebin ellerinin kurumasını bekleme hakkımız kalmıyor. Bu şerefi Rabbimiz bize teklif ediyor: “Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezâlandırsın, onları rezil etsin ve size de yardım etsin, mü’min toplumun kalplerini ferahlatsın.” 2042
Kur’an çağ kapatıp çağ açmıştır. Câhiliye çağını (orta çağı) kapatıp asr-ı saâdeti (âhir zamanı, son çağı) açmıştır. Toplumları karanlıklardan, kargaşalardan nûra, aydınlığa, kurtuluşa çıkarmıştır. İnsanlığın bugüne kadar bir daha göremediği en huzurlu çağı başlatmıştır. Dünyanın gördüğü ve göreceği en büyük inkılab, Kur’an’ın yaptığı inkılâbdır. Kur’an’ın bizi de hayra doğru değiştirmesi için bizim Kur’an’a bakışımızı değiştirmemiz gerekecektir. Kur’an aynı Kur’an’dır, ama Kur’an’a yönelmesi gerekenler, ashâb gibi yönelmediği için, anlamını öğrenmeden, düşünmeden, onunla amel etmeden kurtuluş beklenemez.
Bu ülkedeki ve tüm dünyadaki Müslümanların şartları, hemen hiçbir peygamberin imtihan olduğu şartlardan daha ağır değil aslında. Peygamberimiz ve diğer peygamberlerimiz dönemlerindeki küfür, günümüzdekinden daha az saldırgan ve daha hoşgörülü değildi. Kur’ân-ı Kerim, peygamber kıssalarıyla bizi daha zor şartlara hazırlıyor; küfre ve zulme karşı nebîler nasıl tavır aldıysa bizim de onu yapmamızı istiyor.
Müslüman, kendini, dâvâsını küçük göremez; sürekli mağlûbiyeti, zilleti kabullenemez. O, Allah’ın askeri olmanın bilinci, onuru ve sorumluluğu içinde yaşar. Dünya bir araya gelse, Allah dilemedikçe senin kılına zarar veremez! Güç, kuvvet sadece O’nundur. Yûnus ve Mûsâ aleyhimâ’s-selâm öğretir ki, dâvâ adamı müslümanı deniz boğamaz!
İbrâhim (a.s.) örnektir ki, muvahhid tebliğciyi ateş yakamaz!
İsmâil (a.s.) haykırır ki, Allah askeri mücâhidi bıçak kesemez!
Zorba Câlût’un dev cüssesi, çocuk yaştaki Dâvud karşısında mağlup olacaktır. Aynı şekilde zorba İsrail ve Amerika karşısında çocuk yaştaki eli sapanlı Filistin’li gençler Allah’ın izniyle gâlip gelecektir. Ebâbil kuşlarının attığı taşların fil ordusunu yerle bir etmesi gibi muvahhid Filistinli çocukların attığı taşlar da fil gibi İsrail tanklarını silip süpürecektir.
Şeytanın hileleri, Firavun’un sihirbazları İslâm’a ve Müslüman dâvâ adamına zarar veremeyecektir. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh; Güç ve kuvvet, yalnız Allah’a aittir.
Allah’ın dinine yardım edene Allah da yardım edecek, ayaklarını sâbit kılacaktır.
Her şey Allah’ın askeridir. O dilerse deveyle, dilerse pireyle mü’minlere yardım eder. Dilerse, sivrisinekle Nemrutları helâk eder. Kuşlarla Ebreheleri mahveder. İncecik ipliklerden oluşan ağıyla örümcek, kâfir güçleri alt etmeye yeter; hicret-i Rasûl’de olduğu gibi.
Allah, dilerse melekleriyle yardım eder, Bedir’deki gibi.
2042] 9/Tevbe, 14
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 473 -
Dilerse, rüzgârıyla yardım eder, Hendek’teki gibi.
Dilerse zâlim tâğutu bile, yetiştirmesi için sana hizmetçi kılar; Firavun’u Mûsâ’ya (a.s.) yardım ettirdiği gibi.
Ne diyor Kur’an’ımız: “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer gerçekten dosdoğru iman ediyorsanız siz üstünsünüz, siz gâlipsiniz.”2043; “(Gerçek) mü’minlere yardım etmek Bizim üzerimize haktır.” 2044
Kim Allah’a (O’nun yardımına) sahip o neden mahrum? Kim Allah’tan mahrum o neye sahip?
Allah Mü’minleri Gâlip Getireceğine Söz Vermiştir
Allah’ın yeryüzündeki değişmez kanunları demek olan Sünnetullah’ta hiçbir değişme olmadığı gibi, Allah’ın vaadinde de hiçbir değişme olmaz. Allah’ın vaadi haktır. Allah Teâlâ neyi vaad etmiş ise onun gerçekleşeceğine zerre kadar şüphe yoktur. Geçmişte vaadlerini yerine getirdiği gibi, halde de, gelecekte de yerine getirecektir. İşte O’nun vaadlerinden birisi: “Allah sizden iman edip sâlih amel işleyenlere vaad etmiştir: Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldı, halifeler yaptı, güç ve iktidar sahibi kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılıp halifeler yapacak, güç ve iktidar sahibi kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve Bana hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayacaklar. Ama kim bundan sonra da nankörlük edip küfre giderse işte onlar, fâsıktırlar, yoldan çıkanlardır.” 2045
Allah, gerçek bir imanla inanıp sâlih amel işlemek ve yalnızca O’na ibâdet edip, hiçbir zaman şirk koşmamak şartıyla yeryüzünün iktidarını vaad ediyor. Daha önce bu şartlara riâyet edenleri yeryüzünün halifeleri ve mirasçıları yaptığı gibi, şimdi de bu şartlara sâdık kalanları yeryüzünün vârisleri olarak ilân ediyor. Yukarıdaki âyet-i kerimenin muhtevâsına dikkat edilecek olursa, şunlar göze çarpacaktır:
1- Yüce Allah’ın vaadi: Vaadlerin en gerçeği ve en yücesi; yerine gelmesinde hiç şüphe olmayan vaad... Er veya geç yerine gelmiştir ve gelecektir. Dolayısıyla kendisinde hiç şüphe yoktur. Allah asla vaadinden dönmez. Rabbimizin bu İlâhî vaadi bazı şartlara bağlanmıştır:
2- Önce hakiki iman: Öyle bir iman ki, âlemlerin rabbi Allah’tan gelen tüm emir ve yasaklara inanıp onları hayata geçirmeye çalışmak. Sâlih ve ihlâslı bir kalbe yerleşen imanın pratik neticeleri belirleniverir. İman sahibi olan kimse, hayatının bütününü imanına göre yaşamaya çalışır. Her halini Allah’ın emirlerine göre yönlendirir, tüm emirleri en son gayretiyle cehd ederek yerine getirmeye çalışır.
Düşüncesinden fikrine, niyetinden ameline kadar tüm faâliyetlerini kaplayan gerçek iman, onu “tevhid”e yönlendirir. Bu tevhidî yönelişle Allah’a yönelen mü’min, Allah’tan başka tüm yalancı ve uydurma ilâhları reddeder. Allah ‘tan başka hiçbir kanun koyucu ve nizam vaz edici kabul etmez. Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyen ve hevâ ü heveslerini ilâh edinenlerden yüz çevirdiği gibi,
2043] 3/Âl-i İmrân, 139
2044] 30/Rûm, 47
2045] 24/Nûr, 55
- 474 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve hâkimiyet Allah’ın oluncaya kadar onlarla cihad eder.
3- Sâlih amel: Allah Teâlâ’nın emirlerini O’nun rızâsı doğrultusunda yerine getirmek ve yasaklarından alabildiğince kaçınıp sakınmak.
4- Mü’minlerin İktidarı: Önceki mü’minlerin güç ve iktidar sahibi oldukları gibi, şimdiki gerçek mü’minlerin de güç ve iktidar sahibi olacakları, İlâhî vaadin gereğidir. Önceki mü’minler, gerçekten iman edip sâlih amel işlediler ve Allah yolunda malları ve canları ile cihad ettiler.2046 Allah da, onların bu ihlâslarına karşılık, kendilerini yeryüzünün iktidar sahipleri yaptı. Mekke’de başlayan İslâmî tebliğ, Medine’de devlet oldu ve hicrî birinci asırda yeryüzünde egemenliğini kurdu. İman, ihlâs ve sâlih amel ile yalnız Allah’ın rızâsını kazanmayı gâye edinen mücâhid müslümanlar, Allah’ın vaad ettiklerine kavuştular. Aynı İlâhî vaad, Kıyâmete kadar geçerlidir. Yeter ki, o İlâhî vaade ulaştıran şartlara sâdık kalınsın.
5- Allah Teâlâ, dinlerini yerleşik kılıp sağlamlaştıracak: Âlimlerin çoğuna göre en son vahyedilen âyet şudur: “... Bugün size dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi de tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip beğendim...”2047 Allah, kâfirlerin İslâm’ı yıkmaktan umutlarını kestiklerini ve mü’minlerin kâfirlerden değil; yalnız Kendisinden korkmalarını emretmekte,2048 kendileri için seçip beğendiği dinin “İslâm” olduğunu beyan buyurmaktadır.
6- Korkuların giderilip güvenliğin oluşması: Korkmak... Allah’tan korkmak; imanın gereği... Allah’tan başka şeylerden korkmak ise korkunç bir felâket... “Artık onlardan korkmayın, Benden korkun...”2049; “... Öyleyse insanlardan korkmayın, Benden korkun...” 2050
7- Yalnızca Allah’a kulluk yapmak ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamak: Allah’ın vaadinin şartlarından biri ve en önemlisidir. Hayat nizamı olarak Allah’ın dinini kabul edip tüm ibâdetlerde Allah’a yönelmek ve O’nun hâkimiyetine hiç kimseyi ortak koşmamak gerekir. “Şirkin de çeşitleri ve kısımları vardır. Düşünce ve hareketlerle Allah’tan başkasına yönelmek ve onun buyruğu altına girmek, bir nevi şirktir.” 2051
İşte İslâm âleminde müstaz’af bir durumda, müstekbirlerin zulmü altında yaşayan müslümanların yeniden, yeryüzünde “güç ve iktidar” sahibi olabilmeleri için gerekli şartlar bunlardır. Allah’ın emrettiklerini, hiçbir itiraz söz konusu olmadan kabul etmek ve zafer için gerekli şartları yerine getirmek, Allah’ın vaadinin gerçekleşmesinin sebebidir. Eğer bugün emperyalist kâfirlerin zulmü altında nice müslüman inim inim inliyorsa, bu tüm müslümanların görevlerini tam olarak yapmayışlarındandır. 2052
Zaferin Anahtarı: İslâm dünyasının her bölgesinden kan ve barut kokusu gelmektedir. Müslümanları köleleştirmeye çalışan ve yıllarca baskıyla, sömürüyle
2046] 49/Hucurât, 15
2047] 5/Mâide, 3
2048] 5/Mâide, 3
2049] 5/Mâide, 3
2050] 5/Mâide, 44
2051] Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'an, c. 10, s. 460
2052] Kul Sadi Yüksel, Yeryüzünün Vârisleri, Madve Y. s. 235-242
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 475 -
hâkimiyetlerini sürdüren müstekbir kâfirler, devirlerini tamamlamak üzeredirler. Sayısız işkence ve zulümlerle yok etmek istedikleri müslümanlar, yeniden canlanmakta ve derinden derine uyanmaktadır. Bu uyanış ve canlanışları, tüm müstekbir kâfir güçleri korkutmaktadır. Bu korkularından dolayı, ellerindeki tüm şeytanî silâhları kullanmakta ve milyonlarca müslümanı şehid etmek sûretiyle İslâm topraklarını bir kan deryâsı haline getirmektedirler.
Gerek dıştaki emperyalist kâfirler, gerekse onların yerli uşakları olan tâğûtîler, ne yaparlarsa yapsınlar, en nihâyet zafer, İslâm’ın ve müslümanlarındır. Bu kudsî zaferi, âlemlerin Rabbi Allah şöyle vaad ediyor: “Eğer Allah size yardım ederse, artık size gâlip gelecek kimse yoktur. Ve eğer size yardımını keserse, bundan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etmeli, sadece O’na güvenip dayanmalıdır.” 2053
Mü’minler, Allah’a tevekkül edip dayandıkça ve zaferin şartlarını yerine getirip, yalnızca âlemlerin Rabbi Allah için cihad ettikçe, elbette Allah’ın yardımı ve fethi gerçekleşecektir. Zaferin anahtarı Allah’ın elindedir. O’ndan başka hiçbir güç ve silâha (tam olarak güvenip) dayanmamak gerek. Esas olan, Allah’ın yardımıdır. Silâh ve araçlar ise, birer vesiledir...
Yalnız ve yalnız Allah’a dayanıp güvenen “cihad erleri” cemaati, çok az sayıda da olsa, bu iman, ihlâs ve Allah’a bağlılıklarından dolayı nice kalabalık orduları mağlûp etmiştir, yine de edecektir. “Allah’a kavuşacaklarına kanaat getirenler şöyle dedi: ‘Nice az bir topluluk vardır ki, Allah’ın izniyle çok topluluğa gâlip gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir.” 2054
Bu, sünnetullah’tır. Sünnetullah’ta hiçbir değişme yoktur. Kim Allah’ın dinine yardım ederse, İslâm’ı yeryüzüne hâkim kılmak ve tüm tâğutları alaşağı etmek için çalışırsa, Allah da ona yardım eder: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’ (ın dinin)e yardım ederseniz, (Allah da) size yardım eder; ayaklarınızı (hakkı koruma yolunda) sağlam tutar.”2055 “Peki, mü’minler Allah’a nasıl yardım edebilirler ki, Allah’ın koyduğu zafer ve sebat şartına nâil olabilsinler?” sorusunu soran şehid Seyyid Kutub, soruyu şöyle cevaplandırıyor: “Kendilerini Allah uğruna adayıp gizli-açık hiçbir şeyi O’na şirk koşmayıp, ruhlarında Allah’tan başka hiçbir şeyin sevgisine yer bırakmayıp sevdikleri ve beğendikleri her şeyden çok, Allah Teâlâ’ya muhabbet besleyip arzu ve isteklerinde, amel ve hareketlerinde, gizli-açık bütün faâliyet ve çabalarında O’nun hükmüne râm olmaları... İşte Allah’a yardımın ifâde ettiği mânâ budur. Allah’ın koyduğu bir şeriat ve hayat nizamı vardır. Bu, bütün mevcûdâta has değer ölçüleri, kaide ve prensipler üzerine kaim olur. Allah’a yardım demek, O’nun şeriatını ve nizamını hâkim kılmak ve istisnâsız olarak bütün hayatı O’nun emrine râm etmektir. İşte pratik hayatta Allah’a yardım etmek demek, Allah’ın nizamını tahakkuk ettirmek demektir.” 2056
“Allah kendi (dini)ne yardım edene elbette yardım eder. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, gâliptir.”2057. Peki, kimdir bu Allah dininin yardımcıları? Onları, bize Allah şöyle târif etmektedir: “Onlar (o kimselerdir) ki, kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimiz tak2053]
3/Âl-i İmrân, 160)
2054] 2/Bakara, 249
2055] 47/Muhammed, 7
2056] Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l Kur'an, Hikmet Y. c. 13, s. 379
2057] 22/Hacc, 40
- 476 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dirde (zorbaların yoluna sapmazlar; bilâkis) namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a âittir (her şey sonunda O’na varacaktır).”2058 İşte zafere ulaşacakların ve ulaşmışların vasıfları bunlardır. Allah’ın yardım vaadi bu gerçek mü’minler içindir: “... Mü’minlere yardım etmek üzerimize borçtur.” 2059; “... Ve gâlip gelecek olanlar, mutlaka Bizim ordumuzdur.”2060İşte zaferin şartları bunlardır. Zafer, iman edip cihadını yalnız Allah için yapanlarındır!” 2061
Gâlibiyet ve mağlûbiyetleri Allah, insanlar arasında döndürüp değiştirir. (). Oyun ve eğlenceden ibâret bu dünya2062 tahteravallidir; yükselenler, bir gün inerler. Ülkeler de insan gibi doğar, büyür ve ölür. Her ümmet için bir ecel vardır.2063 Allah, kullarını varlıkla da yoklukla da imtihan ettiği gibi; gâlibiyet de mağlûbiyet gibi bir sınavdır. Müslümanların Bedir’leri gibi Uhud’ları da olacaktır. Gâlibiyet sonrası zafer sarhoşluğunun şımarıklığa ve gurura yol açan tehlikeleri yanında, mağlûbiyetin de insanın kendine ve dâvâsına güveni sarsan yıkıcı etkileri söz konusu olabilir. Uhud, ders alındığı müddetçe gâlibiyetin veremediği güzel dersler verir. Gâliptir bu yolda mağlûp. Bâtıl dâvâ için ve nice zulümlerle kazanılan zaferlerin aslında büyük bir mağlûbiyet olduğu gibi...
Şehidlik; sayıyı, maddî imkânların üstünlüğünü gözlerinde büyütenlere; pragmatizm ve determinizmin vazgeçilmez olduğunu zannedenlere en güzel cevaptır. “Boşu boşuna ölmek”, “kendine yazık etmek”, “kendini tehlikeye atmak”, “siyaset bilmemek...” gibi ithamların, şehâdetin zevkini bilmeyenlerin bahâneleri olduğunu haykırmaktır. Bu, tek dünya merkezli iddiâlar, şehâdet vâsıtasının hizmet ettiği gâyeyi bilmeyen veya önemsemeyip saptıranların anlayışlarıdır. Gâye, küfre/fitneye karşı maddeten gâlip gelmek, onu yıkmak, yönetimi değiştirmek, yeryüzüne hâkim olmak olunca, bu amaca götüren araç ve yöntemler de ona göre seçilir. Şehid için bunlar gâye değildir, olamaz. Bunlar, önemli olmasına çok önemlidir, ama amaç değildir. Amaç, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Yeryüzünde egemen olmak ise, bu amacın doğurduğu bir sonuç, bir lütuftur. Bu ince çizgi İslâm inkılâbıyla herhangi bir devrimi, şöhretli herhangi bir kahramanla şehidi birbirinden ayıran çizgidir. İhtilâllerin amacı bir memlekette (veya yeryüzünde) egemen olmaktır. Müslümanlar ise cihadla görevlidir. Egemenlik (ve zafer) cihadın celbettiği, Allah’ın rızâsının sonucu lutfedilecek bir kazanımdır. Ancak müslümanlar bu kazanım için değil; sadece Allah’ın rızâsı için cihad eder. Sonunda bu kazanım (hâkimiyet) olsun veya olmasın, birinci derecede önemli değildir. İşin o cephesi Allah’a bağlıdır. Ve Allah’ın sünneti odur ki, her zaman müslümanlar dünya ölçeğinde başarılı olamazlar. Unutmamak gerekir, Allah mü’minlere yardım için söz vermektedir.2064 “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemeseler de, dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidâyet ve hak ile gönderen O’dur. Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz
2058] 22/Hacc, 41
2059] 30/Rûm, 47
2060] 37/Sâffât, 171-173
2061] Kul Sadi Yüksel, Yeryüzünün Vârisleri, s. 262-264
2062] 6/En’âm, 32; 29/Ankebût, 64
2063] 10/Yunus, 49
2064] 30/Rûm, 47; 2/Bakara, 214
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 477 -
bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!”2065
Birçok peygamber gelmiş, ömürlerini Allah’ın rızâsı doğrultusunda tebliğ ve cihada harcamışlardır. Fakat bazıları küçük bir ümmet/cemaat bile oluşturamadan gitmişlerdir. Bu, mağlûbiyet ve başarısızlık mıdır? Maddî ve zâhirî yönden “evet!” Hz. Nûh da, dünya ölçeğinde mağlup olduğunu belirtiyordu: “(Nûh) Rabbine; ‘Ben mağlûb oldum, yenik düştüm, bana yardım et!’ diye yalvardı.”2066 O Nûh (a.s.) ki, her türlü yöntemi denemiş, gece-gündüz, gizli-açık tebliğ etmiş, tebliğ etmişti: “(Nûh:) ‘Rabbim! dedi, doğrusu ben, kavmimi gece gündüz (imana) dâvet ettim; fakat benim dâvetim, ancak kaçmalarını artırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman dâvet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben kendilerine haykırarak dâvette bulundum. Üstelik, onlarla hem açıktan açığa, hem de gizli gizli konuştum.”2067 Hem de, dile kolay; tam 950 sene... “Andolsun Biz Nûh’u kendi kavmine gönderdik de, o, dokuz yüz elli sene onların arasında kaldı.” 2068
Ama hakikatte ve âhiret ölçeğinde onlar başarılıydı, gâlipti, gâyelerine ulaşmışlardı. Onlar, ne yaptılarsa Allah rızâsı için yapmışlar ve o rızâyı da kazanmışlardı. İnsan, sadece kulluk yapmak için,2069 Allah’ın emir ve yasaklarına uyup O’na teslimiyetle itaat için yaratıldığına göre, bu görevlerini yapandan daha başarılı kimse olur mu?
Başarı ve zafer Allah’ın yanındadır. O dilemeden hiç kimse gâlip gelemez. Mağlûbiyet ihtimali var diye savaştan kaçan insan, gâlibiyeti hak etmeyen bir korkak olduğu için, o, hiçbir zaman gâlip gelemeyecektir. İnsan, dâvâsının savaşçısıdır. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler de tâğut yolunda savaşırlar. Öyle ise o şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır.”2070 Bu hak-bâtıl savaşında savaşçı olarak yer al(a)mayan kimseler, kâfirlerle mü’minlerin arasında tercih yapamayan münâfıklardır ki, onlar da bu tavırlarıyla kâfirlerin cephesinde kabul edilirler.
Uhud Savaşından mağlûp çıkan müslümanlara verilen mesaj, bizim gibi uzun zamandır siyasî ve sosyal alanda zâlim kâfirlerin gâlip ve mazlum müslümanların mağlûp kabul edildiği ortamda imtihan edilen kimseler için de geçerlidir: “(Ey mü’minler!) Gevşemeyin, mahzun olmayın. Siz eğer (gerçekten) mü’min iseniz (düşmanlarınıza gâlip ve onlardan) çok üstünsünüzdür.”2071 İnsan, savaşı önce içinde kazanır ya da kaybeder. Mü’min, Allah’ın, Rasûlünün ve O’nun hizbinin gâlip olduğuna hiç şüphe etmeyen insandır. Ve esas gâlibiyet, iç dünyamızdakine paralel olarak ebedî hayatta felâh olarak ortaya çıkacaktır.
“Üşenme, erteleme, vazgeçme.”
2065] 61/Saff, 8-13
2066] 54/Kamer, 10
2067] 71/Nûh, 5-9
2068] 29/Ankebût, 14
2069] 51/Zâriyât, 56
2070] 4/Nisâ, 76
2071] 3/Âl-i İmrân, 139
- 478 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Gerçek gâlibiyet, mağlûp olma korkusunu yenebilmektir.”
“Hiçbir şey, silâhla kazanılan zafer kadar geçici değildir.”
“Gerçek zaferler, kan dökmeden kazanılandır.”
“Hiçbir zafere çicekli yollardan gidilmez.”
“Gâlip gelmek veya mağlûp olmak, engel ve zorluklara karşı alacağımız duruma bağlıdır.”
“Zafer sabra bağlıdır; kaygının sonu sevinç, zorluğun sonu kolaylıktır.” (Hadis rivâyeti)
“Zaferin büyüklüğü, belânın büyüklüğü nisbetindedir.” (Hadis rivâyeti)
“Arslan bile kendini sineklere karşı korumak zorundadır.”
“Düşmanı küçük saymak doğru değildir. Küçük taş da baş yarar.” (Hz. Ali)
“Zafer irâdeden ibârettir.”
“Doğurmayan zafer, doğduğu yerde söner.”
“Hiç kimse, gâlibiyet ve başarı merdivenine elleri cebinde tırmanmamıştır.”
“Zaferin büyüklüğü, savaşın çetinliği ile ölçülür.”
“İşten önce para, zaferden önce de ödül istemeyelim. Koşu alanlarında başarılı olanlar koşudan sonra armağanlarını alırlar.”
“Düşünmek ve söylemek kolay; fakat yapmak ve yaşamak, hele başarı ile sonuçlandırmak çok zordur.”
“Başarısızlıklarımız ve mağlûbiyetlerimiz için kırk milyon neden vardır da, bir tek özür yoktur.”
“İnsanın kendi kendini fethetmesi, zaferlerin en büyüğüdür.”
“Zafer kazandığı zaman kendini de yenen, iki kere başarı kazanmış demektir.”
“Başarılarını gizlemek, en büyük başarıdır.”
“Bir amacın başarı ve gâlibiyet limitini, kendi inancımız belirler.”
“MÂdemki ben yaşıyorum. O halde zafer bitmemiştir.”
“Zaferlerin babası çoktur, mağlûbiyetlerin ise hemen hiç yoktur.”
“Başarı ve gâlibiyet insana çok şey öğretmez; fakat başarısızlık ve mağlûbiyet çok şey öğretir.”
“Yenilince ümitsizliğe kapılma, her başarısızlıkta bir zafer arzusu yatar.”
“Başarısızlıklar, kuvvetlilere daha da kuvvet verir.”
“Mağlûbiyet, insana cesâretsizlik veren bir şey olacak yerde, insanı daha çok çalışmaya iten bir sebep olmalıdır.”
“Kuvvetli bir adam, yenildimi, bu mağlûbiyeti onun için yeni hamlelere yol açan bir kapıdır.”
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 479 -
“Güçlükler, gâlibiyet ve başarının değerini artıran süslerdir.”
“İnsan, ilk mağlûbiyetinde pes edip çekilmemelidir.”
“Yenile yenile yenmeyi öğrenmeli.”
“İlk iliği kaçıran, düğmeleri sonuna kadar ilikleyemez.”
“Bazı yıkılışlar, daha parlak kalkışların teşvikçisidir.”
“Gâlibiyeti en kötü biçimde kullanmak, onunla övünmektir.”
“En korkulacak an zafer ânıdır.”
“Gâlibiyet ve başarı, en etkili leke sabunudur.”
“Gönüller silâhla değil, sevgi ve yüksek gönüllülükle yenilirler.”
“Zafer, zafer değildir; Yenilen düşman yenilgiyi kabul etmedikçe.”
“Bir şeyi yapabileceğinize kendinizi inandırırsanız, ne kadar güç olursa olsun onu başarırsınız. Fakat dünyada en basit işi yapamayacağınız kuruntusuna kapılırsanız, onu yapmanıza imkân kalmaz. Tepecikleriyle karşınıza aşılmaz dağlar gibi dikilir.
“Başarmak için tehlikeye atılmadıkça yarışı kazanmak, mücâdeleyi göze almadıkça da zaferi elde etmek mümkün değildir.”
“Büyük başarıların ve gâlibiyetlerin sahipleri, küçük işleri titizlikle yapabilme sabrını gösteren kişilerdir.”
“Yenileceğinden korkan daima yenilir.”
“Yenilen efendisine sâdık kalan, efendisini yeneni yendi demektir.”
“Yenilgi, insana cesâretsizlik veren bir şey olacak yerde, insanı daha çok çalışmaya iten bir sebep olmalıdır.”
“Düşmanını küçümseyen, yenilgiyi peşin kabul etmiş demektir.”
“Bir kere, iki kere, birçok kere yenildin, yöne dövüş. Sonunda her an yenmiş gibi bütün hayatında mutlu olursun.”
“Biraz açıklama, biraz bağışlama, biraz da sabır, son bulur kavga.”
- 480 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gâlibiyet (Allah’ın Yardımı ve Zafer) Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
ĞÂLİBİYET VE MAĞLÛBİYETLE İLGİLİ OLARAK “Ğ-L-B” KELİMESİ VE TÜREVLERİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 31 Yerde): 2/Bakara, 249; 3/Âl-i İmrân, 12, 160; 4/Nisâ, 74; 5/Mâide, 23, 56; 7/A’râf, 113, 119; 8/Fenfâl, 36, 48, 65, 65; 66, 66; 12/Yûsuf, 21; 18/Kehf, 21; 21/Enbiyâ, 44; 23/Mü’minûn, 106; 26/Şuarâ, 40, 41, 44; 28/Kasas, 35; 30/Rûm, 2, 3, 3; 37/Sâffât, 116, 173; 41/Fussılet, 26; 54/Kamer, 10; 58/Mücâdele, 21; 80Abese, 30.
YARDIM VE ZAFER ANLAMINDAKİ “NASR” KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYETİ-İ KERİMELER (Toplam 158 Yerde): 2/Bakara, 48, 62, 86, 107, 111, 113, 113, 120, 120, 123, 135, 140, 214, 214, 250, 270, 286; 3/Âl-i İmrân, 13, 22, 52, 52, 56, 67, 81, 91, 111, 123, 126, 147, 150, 160, 160, 192; 4/Nisâ, 45, 52, 75, 89, 123, 145, 173; 5/Mâide, 14, 18, 51, 69, 72, 82; 6/En’âm, 34; 7/A’râf, 157, 192, 197, 197; 8/Enfâl, 10, 26, 40, 62, 72, 72, 72, 74; 9/Tevbe, 14, 25, 30, 40, 40, 74, 100, 116, 117; 11/Hûd, 30, 63, 113; 12/Yusuf, 110; 16/Nahl, 37; 17/İsrâ, 33, 75, 80; 18/Kehf, 43, 43; 21/Enbiyâ, 39, 43, 68, 77; 22/Hacc, 15, 17, 39, 40, 40, 60, 71, 78; 23/Mü’minûn, 26, 39, 65; 25/Furkan, 19, 31; 26/Şuarâ, 93, 93, 227; 28/Kasas, 18, 41, 81, 81; 29/Ankebût, 10, 22, 25, 30; 30/Rûm, 5, 5, 29, 47; 33/Ahzâb, 17, 65; 35/Fâtır, 37; 36/Yâsin, 74, 75; 37/Sâffât, 25, 116, 172; 39/Zümer, 54; 40/Mü’min, 29, 51; 41/Fussılet, 16; 42/Şûrâ, 8, 31, 39, 41, 46; 44/Duhân, 41; 45/Câsiye, 34; 46/Ahkaf, 28; 47/Muhammed, 4, 7, 7, 13; 48/Fetih, 3, 3, 22; 51/Zâriyât, 45; 52/Tûr, 46; 54/Kamer, 10, 44; 55/Rahmân, 35; 57/Hadîd, 25; 59/Haşr, 8, 11, 12, 12, 12; 61/Saff, 13, 14, 14, 14; 67/Mülk, 20; 71/Nûh, 25; 72/Cin, 24; 86/Târık, 10; 110/Nasr, 1.
GÂLİBİYET, MUZAFFER OLMAK ANLAMINDAKİ “ZAFER” KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİME: (1 Yerde): 48/Fetih, 24
YARDIMI KESMEK ANLAMINDA “H-Z-L” KELİMESİ VE TÜREVLERİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 3 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 160; 25/Furkan, 29; 17/İsrâ, 22.
BAŞARI ANLAMINDAKİ “TEVFİK” KELİMESİNİN TÜREDİĞİ “V-F-K” VE TÜREVLERİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 4 Yerde): 4/Nisâ, 35, 62; 11/Hûd, 88; 78/Nebe’, 26.
KURTULMA, KURTULUŞ, SELÂMET VE MUTLULUK ANLAMINDAKİ “FELÂH” KELİMESİ VE TÜREVLERİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 40 Yerde): Bakara, 1, 5; 189; Al-i İmran, 104, 130, 200; Maide, 35, 90, 100; En’am, 21, 135; A’raf, 8, 69, 157; Enfal, 45; Tevbe, 88; Yunus, 17, 69, 77; Yusuf, 23; Nahl, 116; Tâhâ, 64, 69; Hacc, 77; Mü’minun, 1-11, 102, 117; Kasas, 37, 67, 82; Nur, 31, 51; Rum, 38; Lokman, 5; Mücadele, 22; Haşr, 9; Teğabün, 16; Cuma, 10; A’lâ, 14; Şems, 9; Kehf, 20.
ZARAR, ZİYAN, KAYIP ANLAMINDAKİ “HUSRÂN” KELİMESİ VE TÜREVLERİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 65 Yerde): Nisa, 119; En’am, 31; En’am, 140; Yunus, 45; Hac, 11; Ğafir, 78, 85; En’am, 12; En’am, 20; A’raf, 9, 53; Hud, 21; Mü’minun, 103; Zümer, 15; Şura, 45; Casiye, 27; Rahman, 9; Mutaffifin, 3; Asr, 2; Talak, 9; Bakara, 27, 121; A’raf, 90, 99, 178; Enfal, 37; Tevbe, 69; Yusuf, 14; Nahl, 109; Mü’minun, 34; Ankebut, 52; Zümer, 63; Mücadele, 19; Münafikun, 9; Bakara, 64; Al-i İmran,3, 149; Maide, 5, 21, 30, 53; A’raf, 23, 92, 149; Yunus, 95; Hud, 47; Zümer, 15; Zümer, 65; Fussılet, 23; Fussılet, 25; Şura, 45; Ahkaf, 18; Naziat, 12; İsra, 82; Fatır, 39; Nuh, 21; Hac, 11; Zümer, 15; Nisa, 119; Hud, 22; Neml, 5; Kehf, 103; Enbiya, 70; Hud, 63; Şuara, 181
ZAFER KONUSUYLA İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER
Zafer İman Edenlerindir: 3/Âl-i İmrân, 123, 139, 148; 13/Ra’d, 41; 21/Enbiyâ, 105; 24/Nûr, 55; 30/Rûm, 60; 48/Fetih, 23; 63/Münâfıkun, 8.
Zafer Allah’tandır: 3/Âl-i İmrân, 125-126, 160.
Zafer, Allah ‘ın Yardım Ettiği Kimselerindir: 3/Âl-i İmrân, 160; 5/Mâide, 56; 9/Tevbe, 15; 30/Rûm, 2-5.
Kâfirler İstemese de, Allah Nurunu Tamamlar: 9/Tevbe, 32-33; 10/Yûnus, 82; 22/Hacc, 15; 42/Şûrâ, 24; 61/Saff, 8-9.
Zafer İslâm’ındır: 21/Enbiyâ, 44; 24/Nûr, 55; 48/Fetih, 28.
Gâlibiyet, Allah’ın ve Peygamberinindir: 58/Mücâdele, 21; 63/Münâfıkun, 8.
Allah, Mü’minlerin Aleyhinde Kâfirlere Zafer Vermez: 4/Nisâ, 141; 8/Enfâl, 36-38.
Mü’minler, Kâfirlere Üstün Gelmeseydi, Yeryüzünün Düzeni Bozulurdu: 2/Bakara, 251.
Nice Az Topluluklar, Daha Çok Topluluklara Üstün Gelebilir: 2/Bakara, 249-251; 8/Enfâl, 65-66.
Savaşta Gâlibiyet ve Geçici Yenilginin Hikmetleri: 3/Âl-i İmrân, 140-142.
İ ALLAH’IN YARDIMI
a- Mü’minlerin Allah’tan Başka Yardımcıları Yoktur: 2/Bakara, 107, 120, 286; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 5/Mâide, 55; 6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196; 9/Tevbe, 16, 116; 29/Ankebût, 22; 32/Secde, 4;
GÂLİBİYET (ALLAH’IN YARDIMI VE ZAFER)
- 481 -
42/Şûrâ, 31.
b- Allah İman Edenlerin Yardımcısıdır: 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 139, 160; 6/En’âm, 127; 9/Tevbe, 40; 30/Rûm, 47; 45/Câsiye, 19; 47/Muhammed, 11.
c- Savaşta Allah’ın Yardımı ve Dostluğu: 2/Bakara, 214; 3/Âl-i İmrân, 125-127, 139, 148; 8/Enfâl, 9-13, 17-18, 39-40; 9/Tevbe, 25; 22/Hacc, 40, 60; 47/Muhammed, 7.
d- Savaşta Allah’tan Sabır, Sebat ve Yardım İstemek: 2/Bakara, 250; 3/Âl-i İmrân, 146-147; 8/Enfâl, 45.
e- Savaşta Allah’a Güvenmek: 3/Âl-i İmrân, 173-175; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 25-26.
f- Kâfirlere Karşı Allah’ın Yardımını İstemek: 2/Bakara, 286; 8/Enfâl, 45; 10/Yûnus, 85-86; 40/Mü’min, 56; 60/Mümtehıne, 5.
g- Allah En Güzel Dost ve En Güzel Yardımcıdır: 22/Hacc, 78; 42/Şûrâ, 9.
h- Savaşta Allah’ın Yardımını Unutarak Gururlanmak: 9/Tevbe, 25-26.
i- Savaşta Meleklerin Mü’minlere Yardımı: 3/Âl-i İmrân, 123-126; 8/Enfâl, 9-13, 50; 9/Tevbe, 25-26; 33/Ahzâb, 9; 48/Fetih, 4, 7.
j- Allah’ın Yardımı Sabredenlerle Beraberdir: 2/Bakara, 153.
k- Allah’ın Yardımı Yakındır: 2/Bakara, 214.
l- Allah Dilediğine Yardım Eder: 30/Rûm, 5-6.
m- Bedir Savaşında Allah’ın Yardımı: 3/Âl-i İmrân, 113, 123-127, 160; 8/Enfâl, 9-13, 17-18, 42-44, 48, 50.
n- Uhud Savaşında Allah’ın Yardımı: 3/Âl-i İmrân, 121-122
o- Huneyn Savaşında Allah’ın Yardımı: 9/Tevbe, 25-27.
p- Tebük Savaşında Allah’ın Yardımı: 9/Tevbe, 48.
r- Hendek Savaşında Allah’ın Yardımı: 33/Ahzâb, 9-12, 25-27.
J- ALLAH’A (O’NUN DİNİNE) YARDIM: 3/Âl-i İmrân, 52; 22/Hacc, 40; 47/Muhammed, 7; 57/Hadîd, 25; 59/Haşr, 8; 61/Saff, 14.
K- ALLAH’TAN YARDIM İSTEMEK: 1/Fâtiha, 5; 2/Bakara, 45, 153; 7/A’râf, 126, 128; 12/Yûsuf, 18; 21/Enbiyâ, 112.
L- ALLAH’TAN BAŞKASINDAN YARDIM İSTEMEKTEN SAKINMAK: 12/Yusuf, 41-42.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 188-189; c. 2, s. 109-111, 373
2. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 2, s. 304-310, 458-475; c. 23, s. 47-62, 69-70
3. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 12, s. 300-301
4. Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 229
5. Yahûdileşme Temâyülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 367-369
6. Arınma Yolu, Abdülhamid Bilali, Şafak Y. s. 203-300; 71-75
7. Vahiyle Doğrulmak, Ramazan Kayan, Çıra Y. s. 41-48
8. Kur’an’da Sembolik Anlatımlar, Necmettin Şahinler, Beyan Y. s. 339-342
9. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. c. 1, s. 72-78, 147-149, c. 2, 173-177, 3/178-180
10. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 235-242, 262-264
11. Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 3, s. 48-52
12. Nur’dan Cümleler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 2, s. 166-168
13. Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, İzci Y. s. 24-26
14. İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. c. 2, s. 149-150

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:00

FUHUŞ / ZİNÂ

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

FUHUŞ / ZİNÂ


- 297 -
Kavram no 54
Haramlar 7
Bk. Haram; Günah; Fesâd-İfsâd; Ahlâk
FUHUŞ VE ZİNÂ
• Fuhuş; Anlam ve Mâhiyeti
• Zinâ; Anlam ve Mâhiyeti
• Zinânın Cezâsı; Yüz Celde ve Recm
• Kur’ân-ı Kerim’de Fuhuş ve Zinâ Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Fuhuş ve Zinâ Kavramı
• Zinâ Suçunu Önleyici Tedbirler
• Fuhuş ve Zinânın Cezâsı Üzerine; Recm Tartışması
• Nesil Emniyeti
• Kazf: Nâmuslu Bir Kimseye Zinâ İftirası
• Lian: Eşler Arası Güvensizliğin Bedeli ve İftiraya Set Çekme
• Livâta; Zinânın En İğrenç Biçimi
• Flört; Fuhuş ve Zinâya Dâvetiye
• Kadının Örtüsü/Tesettür ve Hicab
• Kadın-Erkek İlişkileri ve Âile Hayâtıyla İlgili Haramlar
• Genelevlerinde Yapılan İşin Haramlığı; Haramın Devlet Eliyle İşlenmesi
• Müslüman Kadının Toplumsal Hayata Katılma Âdâbı
• Gözün Zinâsı Harama Bakmaktır
• Sanat Anlayışı ve Fuhuş Sektörü
“Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şâhit getirin. Eğer şâhitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin. İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa cezâ verin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlara cezâ verip eziyet etmekten vazgeçin. Çünkü Allah tevbeleri çok kabul eden ve merhamet edendir.”1209
“Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, Allah’ın dininde (hükümlerini uygularken) onlara acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir grup da onlara uygulanan cezâya şâhit olsun.”1210
Fuhuş; Anlam ve Mâhiyeti
Fuhuş; Çirkin davranış, gayr-i meşrû’ cinsel ilişki, zinâ demektir. Gerek söz ve gerekse fiillerdeki her türlü çirkinliği, edepsizliği, hayâsızlığı, söz ve davranışlarda sınırı aşmayı kapsayan bir tâbirdir. Her türlü ahlâksızlık, homoseksüellik, kötü huyluluk, çıplaklık, açıklık, terbiyesizce konuşma ve cimrilik, kısacası; Allah’ın yapılmasını veya söylenmesini yasakladığı her şey bu kelimenin şumûlüne girer.
1209] 4/Nisâ, 15-16
1210] 24/Nûr, 2
- 298 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ayrıca, bu ahlâksızlıkları, toplum içinde yaymak veya yaymaya çalışmak; örneğin, müstehcen hikâye ve romanlar, bu türden tiyatro oyunlarıyla sinema filmleri, çıplak resimler, kadınların ortalıkta açık saçık dolaşması, karşı cinslerin birbirleriyle diledikleri şekilde eğlenmeleri aynı şekilde fuhuş teriminin kapsamına girer.
Fâhişlik; sözde, fiilde yahut sıfatta olur. Meselâ çok uzun bir kimseye, bu yüzden “fâhiş derecede uzun” denir. Ancak bu kelime, daha çok konuşma için kullanılır. Ağzı bozuk, kötü huylu insanlara “fâhiş”; başkalarını güldürmek için açık-saçık söz sarfeden kimselere de “mütefahhiş” ya da “mütefâhiş” denilmektedir.1211
Yine Buhârî’de, Abdullah İbn Amr, Muâviye ile Kûfe’ye geldiğinde, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sözederek, “O, asla ne fâhiş (çirkin sözlü, kötü huylu), ne de mütefahhiş (müstehcen konuşan) değildi. O; ‘En hayırlınız, ahlâkı en güzel olanınızdır’ derdi” diye zikreder.1212
Genelde zinâ eden kadınlara fâhişe denildiği halde, Kur’an, yukarıda anılan günâhların tümünü bu isimle adlandırmıştır. ‘’Onlar, fena bir şey (fâhişe) yaptıklarında veya nefislerine zulmettiklerinde, Allah’ı anarlar, günâhlarının bağışlanmasını dilerler...”1213 ve “Babalarınızın evlendikleri kadınlarla evlenmeyin -geçmişte olanlar geçmiştir- çünkü o, çok çirkin (fâhişe) ve iğrenç bir şeydi. Ne fenâ âdetti o.”1214
Yukarıdaki iki âyette de görüldüğü gibi, insanların işledikleri günâhların tümünü “fâhişe” diye isimlendirmek mümkündür. Çevremizde zinâ eden kadınları, bu ad ile adlandırmak yaygın ise de, kelimenin şümûlü bundan çok daha geniştir. Nitekim Peygamber (s.a.s.)’in hanımları, kendisinden dünyalık bazı isteklerde bulunmuşlar ve bunda ısrar etmişlerdi. Bunun üzerine inen âyet-i kerime onları eleştirmiş, hatta onları (akabinde boşanma vukû bulacak) dünya ziynetini yahut Allah’ı ve Rasûlünü (dolayısıyla âhireti) tercih etmelerinde serbest bırakmıştır. Onlar da ikinci şıkkı yani âhireti tercih etmişlerdi. Daha sonra inen âyet, bundan böyle Allah’a ve Rasûlüne karşı işleyecekleri günâhların cezâsının büyüklüğünden sözeder. Şöyle ki: “Ey Peygamber hanımları, sizden kim açıktan bir terbiyesizlik (fâhişe) yaparsa, onun azâbı iki kat olur. Bu, Allah’a göre kolaydır.”1215 Bu âyetteki “fâhişe” sözü, genel anlamda günahı ifâde etmekle birlikte; yukarıda anlatılan olaydan, özel olarak da Hz. Peygamber’e, dolayısıyla Allah’a karşı gelmeyi ifâde etmektedir.
“Fâhişe” sözünün, zinâ anlamında da kullanıldığını Kur’an’da müşâhede etmekteyiz: “Zinâya yaklaşmayınız; çünkü o, açık bir kötülük (fâhişe), çok kötü bir yoldur.”1216 âyetinde zinâ, fâhişe sözüyle ifâde olunmuş iken; ‘’Kadınlarınızdan zinâ edenlere (fâhişe işleyenlere) karşı aranızdan dört şâhit getirin. Onlar şehâdet ederlerse, ölünceye kadar veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun...”1217 âyetinde, “fâhişe” ile zinâ kasdedilmektedir.
1211] İbn Hacer el-Askalânî, 'Fethu'l-Bârî bi-Şerh-i Sahîh-i Buhâri', X, 371
1212] Buhârî, Edeb, 38
1213] 3/Âl-i İmrân, 135
1214] 4/Nisâ, 22
1215] 33/Ahzâb, 30
1216] 17/İsrâ, 32
1217] 4/Nisâ, 15
FUHUŞ / ZİNÂ
- 299 -
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) aşağıdaki hadisinden de, “fâhişe” sözü ile zinânın kasdedildiğini anlayabiliyoruz. “Bir milletin içinde zinâ (fâhişe) ortaya çıkıp nihâyet o millet, bu suçu alenî olarak işlediğinde, mutlaka bulaşıcı (tâun) ve onlardan önce gelip geçmiş milletlerde vuku bulmamış hastalıklar yayılır.”1218
Hz. Lût’un (a.s.) kavmi arasında yaygın olduğundan, “lûtîlik” diye (çok hatalı olarak) bilinen “livâta” yani “homoseksüellik”, fâhiş günâhlardan sayılmış ve bu suçu işleyenlere çok büyük cezâlar verilmiştir. Kur’an bu çirkin hayâsızlığı işleyenleri Lût’un (a.s.) dilinden şöyle kınamaktadır; “Lût da hani kavmine demişti ki; ‘siz, açıkça gördüğünüz halde, yine de o çirkince utanmazlığı (fâhişe) yapacak mısınız?”1219
Cenâb-ı Allah, ister zinâ olsun ister diğer günâhlar olsun fuhşun her türlüsünü; gizlisini de açığını da yasaklamıştır: “Favâhişin (her türlü kötülüğün) açığına da gizli olanına da yaklaşmayın...’’1220 buyurmakla yalnız “fevâhiş”i işlemeyi yasaklamakla kalmıyor, ona yaklaşmayı dahi haram sayıyor. Allah korunmak isteyeni şüphesiz koruyacaktır; korunmak istemeyenin de, hâliyle Allah’a sunacağı bir mâzereti olmayacaktır.
Yukarıdaki âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında, Abdullah İbn Abbâs’tan, Hasan-ı Basri’den ve Süddî’den bize gelen bilgilere göre, alenî zinâ çirkin görülürdü de, gizli zinâ ayıplanmazdı. Bu âyet-i kerîme, zinânın alenî olanını da gizlisini de yasakladı. Hatta iki ‘fuhşun’ ikisi de nehyolunduğu gibi âyet-i kerîmede; “bunlara yaklaşmayınız” buyurulduğuna göre, zinâyı çağrıştıran, zinâya götüren her türlü yollar ve vâsıtalar da haram kılınmıştır.1221
“Onlar, bir kötülük (fâhişe) işlediklerinde ‘biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bunu bize emretti derler’. De ki: ‘Şüphesiz Allah, kötülüğü (fahşâyı) emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?”;1222 Hâlbuki “şeytan, size ancak kötülüğü, hayâsızlığı (fahşâyı) ve Allah’a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”1223
“Allah çirkin şeyi (fahşâyı), asla emretmez” anlamındaki bu kısa cümle, Arapların, inanç ve geleneklerine karşı güçlü bir delildir. Bu delilin gücünü takdir etmek için, şu iki ana konunun bilinmesi gerekir:
a) Araplar, belli dînî âyinleri çıplak olarak icrâ etmelerine rağmen yine de onlar, çıplaklığın bizâtihi ayıp bir şey olduğunu kabul ediyorlardı. Bundan dolayıdır ki, bu geleneklerine rağmen hiçbir saygın Arap, çarşı-pazarda, herhangi bir dostunun yanında veya umumî toplantılarda çıplak olarak bulunmazdı.
b) Hatta onlar, çıplaklığı ayıp bir durum olarak kabul eder ama bunu, Allah’ın emri olduğu için yaptıklarını söylerlerdi. Fakat Kur’an bunu çürüterek, “Çıplaklığın çirkin bir şey (fahşâ) olduğunu siz kendiniz de kabul ediyorsunuz. Bundan dolayı, çıplaklık âdetinizi, Allah’ın emridir diye öne sürmeniz tamamıyla asılsızdır. Bu sonuca göre, eğer dininiz hayâsızlığı tasvip ediyorsa, bu onun Allah’tan
1218] İbn Mâce, Fiten 22
1219] 27/Neml, 54
1220] 6/En'âm, 151
1221] Buhârî, Tecrid-i Sarîh Tercemesi, XI, 104
1222] 7/A'râf, 28
1223] 2/Bakara, 169
- 300 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gelen bir din olmadığı gerçeğinin en açık delilidir.”1224
Allah Teâlâ, kutsal kitabında cimriliği de “fahşâ” sınıfına sokmuş ve fakirlikten korkarak, cimrilik etmeyi şeytanın kandırması olarak vasıflandırmıştır: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve çirkin (fahşâ) şeyleri emreder. Allah ise, size kendi katından bağışlama ve lutuf vaadediyor. Şüphesiz Allah’ın lutfu geniştir; O, bilendir.”1225
Dinimiz, yukarıda sözü edilen her türlü fiili yasakladığı gibi bu fiillere götüren bütün yolları da yasaklamış, insanlara bu yolları açanları çeşitli şekillerde cezâlandırmayı kendi görevleri arasında saymıştır. Nitekim âyette, “İffetsizlik ve utanmazlığın (fâhişenin), iman edenler içinde yayılmasını arzu edenler için dünyada ve âhirette acıklı bir azab vardır.”1226
Doğrudan ve yer aldığı metne göre âyetin tefsiri şöyledir: İftira atanlar, kötülüğü propaganda edenler ve yayanlar, İslâm mâneviyat ve ahlâkına güvensizlik getirenler cezâyı hakederler.” Metinde geçen kelimeler, kötülüğün propagandası için kullanılabilecek tüm biçimleri kapsamaktadır. Bunlar, genelevleri açma olabilir; şehvet kamçılayıcı (erotik) hikâyeler, şarkılar, tablolar, film ve piyesler yazma yayınlama, söyleme ve gösterme olabilir; halkı ahlâksızlığa iten klüp ve otellerde her türden karışık toplantılar olabilir. Kur’an bütün bu yollara başvuranların yalnızca âhirette değil, dünyada da cezâyı hakeden suçlular olduğunu ilân eder. O halde, tüm bu ahlâksızlığı yayma ve propaganda etme araçlarını ortadan kaldırmak İslâmî bir görevdir.1227
Fuhuş: Kelime ve terim olarak İslâm dininde ve müslümanlar arasında daha geniş bir kullanım alanı bulunmakla birlikte fuhuş genellikle, “bir kadının evlilik dışında meslek edinerek veya başta para olmak üzere herhangi bir karşılık gözeterek vücudunu bir erkeğin cinsî tatminine sunması” anlamına gelir. Bunun yanında, kadının kadınla ve erkeğin erkekle veya erkeğin anılan şartlarda başka bir kadınla olan cinsî münâsebeti de fuhşun tanımına girer. Fuhşun tanımı, Talmud’da belirtildiği gibi, hayvanlarla cinsel ilişkiye girmeye kadar genişletilebilir. Bu şekilde gayri meşrû yollara sapan kadınlara (bazı durumlarda erkeklere de) fâhişe denilir.
Dinî literatür göz önüne alındığı takdirde iki tür fuhuştan söz edilebilir. a) Bazı çok tanrılı dinlerde ortaya çıkan kutsal fuhuş, b) Meslek olarak icrâ edilen ücretli fuhuş. Bu iki gruptan hangisine girerse girsin fuhşun tarihi oldukça eski dönemlere ve geniş bir coğrafî alana uzanır. Sık olmasa bile arkaik ve çağdaş dinî topluluklarda fuhşa rastlanmaktadır. Bununla birlikte bu tip dinî gruplarda görülen fuhuş daha ziyâde kutsal fuhuş veya “tanrısal evlilik”tir.
Kutsal fuhuş, anaerkil dönemden kalma bir geleneğin devamı niteliğindedir. Buna göre yer ve göğün birleşimini taklit edecek şekilde özel seçilmiş kadınlar, erkeklerle cinsî münâsebete girerler; böylece göğün yeri “dölleme”sinin benzeri olarak erkekler de bir bakıma tanrıça addedilen özel kadınları döllemiş olurlardı. Çok eski dönemlerden itibaren kutsal sayılan bu evlilik kurumunun zamanla organize hale geldiği anlaşılmaktadır. Genellikle bereket tanrılarına ayrılan
1224] Ebû'l-A'la el-Mevdûdî, "Tefhimu'l-Kur'ân" II/25
1225] 2/Bakara, 268
1226] 24/Nûr, 19
1227] Halit Erboğa, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 198-199
FUHUŞ / ZİNÂ
- 301 -
tapınaklarda görevli kadınlar, istekli erkeklerin dâvetlerini reddedemezlerdi.
Kutsal fuhşa âit en eski yazılı belgeler Mezopotamya’da Ur şehrinden gelmektedir. Milattan önce 2300 yıllarına âit Sümerce bir tablet Tanrıça İnanna’nın hizmetindeki kutsal fâhişelerden bahsetmektedir. Aynı geleneğe Sâmîler arasında da rastlanmaktadır. Suriye ve Filistin’de Adonis tapınaklarında da aynı işlem yapılmaktaydı. Kutsal fâhişelik kurumuna değişik bir şekilde Anadolu’nun Frig ve Lidya devletlerinde de rastlanır. Ana Tanrıça Kibele ve Attis’e adanan tapınaklarda Galli adını alan râhipler kendilerini hadım ederler ve homoseksüel bir anlayışla fuhuş yaparlardı. Kutsal fâhişelik eski Mısır ve Suriye’de de yaygındı. Öte yandan, eski Ön Asya’da kutsal fâhişelik dışında, ücretli fâhişelik de mevcuttu. Sâmîler arasında maddî imkânsızlıklar dolayısıyla genelevlerde fâhişelik yapan çok sayıda kadının olduğu bilinmektedir.
Eski Yunanistan’da gerek “hierodouleia” denilen kutsal fâhişelik gerekse ücretli fuhuş oldukça yaygındı. Aynı gelenek Helenistik ve Roma dünyasına da girmiştir. Atina’da Helenistik dönemin sonuna kadar her mahallede bir genelev bulunuyordu. Sıradan fâhişelerin yanında “heteira” adını alan kültürlü fâhişeler de vardı. Öte yandan gerek eski Yunanistan’da gerekse Roma’da icrâ edilen ve sonraları “lucerna extincta” (mum söndü) adıyla 18. yüzyıl Rusya’sında devam eden Dionizak kökenli toplu seks âyinlerini de zikretmek gerekir. Eski Yunan dünyasında bereket tanrısı Dionizos’a adanan bu törende kandiller söndürülüp taraflar toplu olarak bir nevi kutsal fuhuş ritüeli icrâ ederlerdi.
Kutsal fâhişelik kurumuna Hindistan’da da rastlanmaktadır. Hindistan’ın yerli halklarından Hijralar arasında hadım edilen homoseksüel erkekler, tapınaklarda kutsal fâhişelik yapmaktaydılar. Orissa eyaletindeki Puri’de Jagannatha Tapınağı’nda “devadasi” denilen kutsal fâhişeler bu geleneğin Hindistan’da 3000 yıl önceye kadar uzandığını gösterir. Eski Ön Asya dünyasındakinin benzeri olarak bu kutsal fâhişeler genelevlerde çalışan fâhişelerden farklı mütâlaa ediliyordu.
İlâhî dinlerin ücretli fuhuş veya kutsal fuhşun hükmü hakkında yaklaşık aynı tutumda birleştikleri görülmektedir. Yahûdilik hem erkeğe hem kadına her türlü fuhşu yasaklamıştır. İsrâiloğullarının patriarklar (atalar) çağında kutsal fuhşun olduğu bilinmektedir. I. Samuel’deki1228 ifâdeye bakılırsa bu eylem “çadır”da icrâ edilmekteydi. Öte yandan ücretli fâhişelik de İsrâil tarihinde oldukça yaygın olmakla birlikte,1229 bu tür fâhişelik kutsal fâhişeliğe göre daha az görülmektedir.
Hem On Emir’de, hem de “Kızını fâhişe ederek onu murdar etme, ta zina etmesin ve diyar alçaklıkla dolmasın”1230 şeklindeki açıklamada, ayrıca kâhinlerin ve râhiplerin evlenecekleri kadınların fâhişe veya bozuk kadın olmamaları,1231 bir kâhin kızının fâhişelik etmesi durumunda yakılarak cezâlandırılması,1232 bir kız fâhişelik ederek lekelenmişse taşlanarak öldürülmesi gerektiği,1233 İsrâiloğulları’nda ücretli fuhuş yapanların bu ücreti mâbede adak olarak
1228] 2/12
1229] Tekvîn, 38/14; Yeşu 2/1; I. Krallar, 3/16-27
1230] Levililer, 19/29
1231] Levililer, 21/7
1232] Levililer, 21/9
1233] Tesniye, 22/21
- 302 -
KUR’AN KAVRAMLARI
getirememeleri1234 gibi hususlar yahûdi kutsal kitaplarında fuhşun yasaklandığını göstermektedir.
İsrâil’de kutsal fuhuş sıradan fuhuştan daha ciddi bir tehlike olarak görülmüş, Kutsal Kitapta bu fuhuş bir putperestlik geleneği sayılmıştır. Çünkü bu işin dayandığı inanca göre âlemin düzeni tanrılar ve tanrıçaların arasındaki ilişkilerle yürümektedir. Kutsal yerlerdeki tapınak fâhişeleriyle girilecek cinsî ilişki, taklit büyüsü yoluyla onların da ilişkiye girmesine yol açacak, ancak bu sûretle sürülerdeki, tarla ve bahçe ürünlerindeki bereketle âiledeki zürriyet gerçekleşebilecektir. Yahûdi kutsal kitabında erkek ve kadın kutsal fuhşu, “İsrâil kızlarından ve İsrâil oğullarından kendilerini fuhşa vakfetmiş kimse olmayacaktır. Kadın, fuhşunun kazancını yahut erkek, fuhşunun ücretini herhangi bir adak için Allah’ın rabbin mâbedine getirmeyeceksin; çünkü bunların ikisi de Allah’ın rabbe mekruh şeylerdir”1235 gibi ifâdelerle yasaklanmıştır. Yahuda devletinde zaman zaman, kadınlardan ve erkeklerden kutsal fuhuşta bulunanların ülke dışına sürülmesi kararları alınmıştır.1236 Peygamberlerle ilgili kutsal kitap metinlerinde putperest kökenli olduğu için kutsal fuhşa çok hücum edilmiştir.1237
Yahûdi dininde zinâ, On Emir içerisinde yasaklanmıştır.1238 Baba evinde zinâ yapan kadınla şehirde bu işi yapan erkek ve kadın taşlanarak öldürülür. Kırda zinâ yapılması durumunda ise sadece erkek öldürülür.1239
Yeni Ahid’de (İncil’de) fuhuş için kullanılan genel terim “pornee”dir. Hıristiyanlıkta “fâhişe”,1240 “kötü kadın”,1241 “zinâ”1242 gibi kelimeler kullanılarak fuhuş yasaklanmakla birlikte Eski Ahid ile karşılaştırıldığında Yeni Ahid’de fâhişeleri yermekten çok onları dine çekme gâyesinin ön plana alındığı görülmektedir. “Doğrusu size derim: Vergi mültezimleri ve fâhişeler Allah’ın melekûtuna sizden önce giriyorlar. Çünkü Yahyâ size salâh yolunda geldi, siz ona inanmadınız; fakat vergi mültezimleri ve fâhişeler ona inandılar...”1243 cümlesi bunun delilidir. Bununla beraber, fuhşu yeren ifâdeler de bulunmaktadır.1244 İsa Mesih bir mesel içinde, fuhşa düşüp kötü kadınlara kapılanların mânen öldüğünü, onların bir kayıp olduğunu anlatmaktadır. Pavlus da fuhşu yermektedir.1245
Hıristiyanlıkta zinâ, İsa Mesih’in dağdaki vaazında1246 on emrin, “zinâ etmeyeceksin” şeklindeki 7. maddesini yorumlamasıyla aydınlık kazanmıştır. Hıristiyanlar, on emrin zinâ ile ilgili yasağına uymaları yanında, “Bir kadına şehvetle bakan her adam zâten yüreğinde onunla zinâ etmiştir”1247 şeklindeki İncil
1234] Tesniye, 23/18
1235] Tesniye, 23/17-18
1236] I. Krallar, 14/24, 15/12, 22/46; II. Krallar, 23/7; Hoşea, 4/14
1237] II. Krallar, 23/4-14; Yeremya, 2/20; Hezekiel, 23/37 vd.
1238] Çıkış, 20/14; Levililer18/20; Tesniye, 22/22-29
1239] Tesniye, 22/21-24
1240] Matta, 21/31
1241] Luka, 15/30
1242] Korintoslulara Birinci Mektup, 6/13
1243] Matta, 21/31-32
1244] Meselâ bak. Luka, 15/30-32
1245] Korintoslular'a Birinci Mektup, 6/5-17
1246] Matta, 5
1247] Matta, 5/28
FUHUŞ / ZİNÂ
- 303 -
cümlesini göz önünde tutmak ve eğer bir göz sürçmelere sebep oluyorsa onu çıkarıp atmakla yükümlü idiler.1248 Bu sebeple yahûdiler kadar hıristiyanlar da eski Yunan ve Roma’da cârî olan fuhuşla mücâdele etmek zorunda kaldılar. Bazı hıristiyan azizleri, İmparator Teodosius ve Valentinius’u geneleevlerden vergi almaktan vazgeçirip bu kötülük odaklarını kapatmayı sağladılar. Buna benzer yollarla Ortaçağ başlarında Hıristiyanlığın hâkim olduğu ülkelerde fuhuş oldukça azaldı. Fakat fuhşun kesin olarak önlenmesi için başvurulan tedbirler yetersiz kalınca hıristiyanlık fuhşu “gerekli kötülük” olarak tanımaya mecbur kalmıştır. İki büyük teolog aziz Augustinus ve Aquinolu Thomas bu konu üzerinde durmuşlardır. Kilise yöneticileri, Ortaçağ Avrupa’sında fuhuştan vazgeçmiş kadınları topluma yeniden kazandırmak için onların evlenme masraflarını üstlenme gibi bazı teşebbüslerde bulundular. Ancak Avrupa’nın maddeci geleneği, sosyete hesapları, derebeylerin evlenen her kızdaki öncelik hakkına toplumların alışması gibi olumsuz şartlar fuhşun önlenmesini engelledi.1249 Bunun sonucunda fuhşun kanunlar dâhilinde yapılması sağlanmaya çalışıldı. Ruhsata bağlandı; sonuçta eski Yunan ve Roma’da olduğu gibi vergi gelirlerinin en önemli kaynağı haline geldi. Bütün Avrupa’da büyük şehirlerde genelevler açıldı. Ayrıca Rönesans’tan itibaren önce İtalyan saraylarında, ardından Fransa, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinin aristokrat çevrelerinde eski Yunan ve Mezopotamya’daki gibi kibar fâhişeler sınıfı oluştu. Böylece Avrupa’da fuhuş genelevde, sokakta ve özel yerlerde yaygınlaştı. Toulouse’da genelevlerden alınan vergi, belediye ve üniversite arasında paylaşılıyordu. İngiltere’de ise genelev ruhsatlarını başlangıçta Winchester psikoposları, daha sonra da parlamento verdi.
Câhiliyye Döneminde Fuhuş
Câhiliyye döneminde erkekler çoğunlukla zinâyı ayıp saymazlar, hatta bununla övünürlerdi. Nitekim bu husus İmru’ulkays’ın şiirlerinde açıkça görülmektedir. Câhiliyye devrinde fâhişelik yapan câriyeler öksürerek ilişki teklifinde bulundukları için kendilerine “kahbe” de denirdi. Aralarında sahipleri tarafından para kazanmak amacıyla zorla bu işe itilenler de vardı. Kur’an’da; “...Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye nâmuslu kalmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın.”1250 meâlindeki âyet bunlarla ilgilidir.
Câhiliyye devrinde dost hayatı yaşayan çiftler de vardı. Erkek, kadının dostu ve arkadaşı (haden) olduğu için bu tür kadınlara “zevâtu’l-ahdân” veya “muttehızâtü ahdân” adı verilirdi. Kur’an’ın iffetli yaşamaları, zinâ etmemeleri ve gizli dost tutmamaları şartıyla câriyelerle evlenmeye izin veren,1251 açık ve gizli kötülükleri (fevâhiş) yasaklayan1252 âyetlerinde dolaylı olarak bunlardan söz edilir. Bu dönemde metres hayatı yaşayan evli kadınlar da vardı. “Dımd” denilen bu kadınlar kocalarından başka bir veya birkaç erkekle beraber olurlar, özellikle kıtlık zamanlarında karınlarını doyurmak için bu tür ilişkide bulunurlardı.
1248] Matta, 5/29
1249] Avrupa’nın çoğu yerindeki derebeyler gibi, İngiliz lordlarının evlenen her kızla ilk olarak kendilerinin gerdeğe girmesi tavrına şâhit olup, karısının önce onlarla yatmasına tahammül edemediği için başkaldırıp en sonunda İskoçya halkının İngilizlere karşı bağımsızlık ve özgürlük savaşı vermelerini anlatan Cesur Yürek filmini, seyredenlere hatırlatalım.
1250] 24/Nûr, 33
1251] 4/Nisâ, 25
1252] 6/En'âm, 151; 7/A'râf, 33
- 304 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm öncesinde livâta, sevicilik, hayvanlarla ilişki şeklindeki cinsî sapıklıklara da rastlanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim bunlardan özellikle livâta üzerinde durmakta ve bu çirkin ilişkiyi ilk defa başlatan Lût kavminin1253 bu yüzden helâk olduğunu anlatarak bundan ibret alınmasını istemektedir.1254 Câhiliyye devrinde birçok yerleşim merkezinde ve ticaret kervanlarının uğrak yerlerinde “mâhûr” (muhtemelen Farsça “mey-hor”dan -içki içen-) denilen işret ve zinâ âlemlerinin yapıldığı evler vardı. Buralarda câriyeler içki sunar, raks eder ve gayrı meşrû ilişkide bulunurlardı. Bu tür ilişkilerde pezevenklik (kıyâde) yapan kimseler de vardı. Bunlara “kavvâd” (Türk argosunda “kavat”) veya “kavvâde”; âilesini kıskanmayan ve fuhşa itenlere de “deyyûs” denirdi.
Bazı fâhişeler evlerinin veya panayırlarda kurdukları çadırların kapılarına bayrak asarak ücret karşılığı ilişkide bulunmak isteyenleri dâvet ederlerdi. Hz. Âişe, Câhiliyye dönemindeki nikâh türlerinden söz ederken bunlar hakkında da bilgi vermektedir.1255 Aynı rivâyette, eşlerini kıskanmayan ve asil gördüğü bir kimseden çocuk sahibi olmak için onunla ilişkiye zorlayan ve eşi o kimseden hâmile kalıncaya kadar bunu sürdüren erkeklerle (buna nikâhu’l-istibdâ’ denirdi), on kadar erkekle ilişki kuran kadının doğurduğu çocuğun nesebinin nasıl tâyin edildiği hakkında da bilgi vardır. Kadın çocuğu doğurduktan sonra ilişki kurduğu erkekleri çağırır ve içlerinden birini çocuğun babası olarak belirlerdi. Doğan çocuk erkekse o kişi bunu kabullenmek zorundaydı. Kız çocuğu olması durumunda ise birtakım problemler ortaya çıkardı. Kız çocuğuna sahip olmanın utanç vesilesi sayılması ve doğan kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi âdeti de toplumda fuhşun yaygın olması, kız çocuklarının ileride fuhşa sürüklenmesi ihtimalinin bulunması ile açıklanabilir.
Müslüman Toplumlar ve Fuhuş
İslâmiyet fuhşu en büyük günahlardan saymış ve buna karşı büyük bir mücâdele başlatmıştır. Câhiliyye döneminde evinin damına bayrak asarak fuhuş yapan Ümmü Mehzûl adındaki kadını sahâbeden birinin nikâhlamak istemesi üzerine nâzil olduğu rivâyet edilen; “zinâ eden kadını ancak zinâ eden veya müşrik olan bir erkek nikâhlar”1256 meâlindeki âyette zinânın şirke yakın görülmesi dikkat çekicidir. Kur’ân-ı Kerim, fuhuş yapan erkek ve kadınları “habîs” (murdar) olarak vasıflandırmakta ve bunların ancak kendi aralarında evlilik bağı kurabileceklerini belirtmektedir.1257
İslâm’ın amaçlarından biri de nesillerin korunması, sağlıklı bir toplum yapısının oluşturulmasıdır. Bu bakımdan fuhuş ve fuhşa götüren bütün davranışlar zinâya yaklaştıran tutumlar olarak haram kılınmış,1258 mü’min erkek ve kadınların gözlerini haramdan sakınmaları1259 emredilmiş; mahrem olmayan kadın ve erkeklerin birbirlerine dokunmaktan, şehevî arzuları kabartan söz ve davranışlarda bulunmaktan sakınmaları istenmiştir. Ayrıca kadının, erkeğin
1253] 27/Neml, 54; 7/A'râf, 80-84
1254] 29/Ankebût, 28-35
1255] Buhârî, Nikâh 36
1256] 24/Nûr, 3
1257] 24/Nûr, 26
1258] 17/İsrâ, 32
1259] 24/Nûr, 30-31
FUHUŞ / ZİNÂ
- 305 -
cinsî duygularını uyandıracak şekilde yürümesi de hoş görülmemiştir.1260 İlgili âyetlerin üslûbundan, bu kuralların hürriyetleri kısıtlama amacına değil; toplum ahlâkını koruma gâyesine yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Toplumda fuhşu önleyebilmek için fertlerin eğitimi, ahlâkî yetişkinliği, fuhşu kolaylaştıran ve özendiren yolların kapatılması kadar, bu yönde gerekli sosyal ve hukukî tedbirlerin alınması da önemlidir. İslâm’da ferdin cinsî ihtiyaçlarının tabiî bir ihtiyaç olarak görülüp evliliğin kolaylaştırılması, evlilik yoluyla cinsel tatminin temel bir hak olarak karşılanması böyle bir anlam taşır. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber’in uygulamalarında zinâ eden, livâta ve sevicilik gibi çirkin fiilleri işleyen kimseler hakkında öngörülen tedbirlerin ve cezâî müeyyidelerin de amacı müslüman toplumlarda fuhşu önlemek, kişilerin onur ve iffetlerini korumalarına yardımcı olacak bir toplum ve hukuk düzenini kurmaktır.
İslâm’ın kesin tavrına rağmen Asr-ı saâdet’te, özellikle yeni müslüman olmuş kesimlerde eski alışkanlıkların bir sonucu olarak bazı zinâ olayları görülmüştür. Nitekim Tâif örneğinde olduğu gibi, İslâm’ın gücü karşısında teslim olanlar, kendilerine verilen emanda zinâ ve içkinin yasaklanmaması şartının bulunmasını istiyorlardı. Hz. Peygamber’in vefatından sonra meydana gelen dinden çıkma (irtidad) olaylarının sebeplerinden biri de coğrafî konumları sebebiyle İslâmî terbiyeyi yeterince alamamış Arapların içlerinde gizledikleri bu arzularını gerçekleştirmekti. Hatta Hadramut taraflarında bazı fâhişeler Rasûl-i Ekrem’in vefatını sevinçle karşılamışlardı.
Hulefâ-yı Râşidîn devrinde fuhuşla mücâdele devam etmiştir. Bu dönemde zinâ suçu isnat edilen ve bu yüzden cezâlandırılanların sayısı çok azdır. Daha sonraki dönemlerde İslâm’ın çok geniş bir coğrafyaya yayılması sonucu büyük bir zenginlik elde edilmiş, özellikle saraylarda ve çevresinde görülen eğlence hayatı toplumu sarsabilecek bir nitelik kazanmıştır. Bununla birlikte yaygın ahlâkî terbiye ve hukukî önlemler yanında câriye istifrâşına izin verilmesi fuhşun toplumsal boyutta yaygınlaşmasını önlemiştir.
Emevîler’de açık fuhuş pek görülmezse de, bazı hükümdarlar eğlenceye düşkünlükleri ve ahlâksızlıklarıyla şöhret bulmuştu. Hatta bu durum bazı halifelere karşı isyan edilmesinin ve nihâyet Emevî Devleti’nin yıkılmasının sebeplerinden biri olarak gösterilir.1261 Abbâsîler’in ilk dönemlerinde de açık fuhşa pek fazla rastlanmaz. Hicrî 4., Milâdî 10. yüzyılın başlarında Çin’i ziyâret eden bir İslâm seyyâhı orada fâhişelerin deftere kaydedildiğini ve bunlardan her yıl belli bir miktar vergi alındığını görünce böyle bir fitnenin İslâm ülkesinde bulunmamasından dolayı Allah’a şükreder. Fakat bundan kısa bir zaman sonra Büveyhî Hükümdarı Adudüddevle rakkâse fâhişelere vergi koydu. Daha sonra Fâtımîler de fuhuş yerlerinden (büyûtü’l-fevâhiş, dâru’l-kuhâb) vergi aldılar.1262 Suriye civârında Lazkiye’de fâhişeler muhtesip kontrolünde bulunuyorlardı ve özel bir yüzük takmak zorundaydılar. Sûs’ta da bir zinâ evi olduğu söylenir. Bu dönemin Abbâsî coğrafyasında artan fuhşun müstehcen ifâdeler tarzında edebiyata da yansıdığı görülür.1263
1260] 24/Nûr, 31
1261] Hasan İbrâhim, İslâm Tarihi, I/432
1262] Makrızî, el-Hıtat, I/89
1263] Mez, el-Hadâratu'l-İslâmiyye, II/141, 150
- 306 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Osmanlı ülkesinin bilhassa müslümanların yaşadığı yörelerinde fuhuş diğer ülkelerdeki kadar ciddî boyutlara ulaşmamıştır. Ancak İstanbul’da Bizans döneminden beri fuhuş olaylarına rastlanmaktaydı. Özellikle kozmopolit bir yapıya sahip olan Galata yakası şehrin fuhşa en uygun yeriydi. Evliya Çelebi İstanbul esnafından söz ederken abartılı üslûbuyla “esnâf-ı zen-kahbegân” (muhabbet dellâlları), “esnâf-ı hizân-dilberân” (vücutlarını satan delikanlılar) gibi “nice esnâf-ı mühmelân”ın bulunduğunu, bunların sadece subaşı tarafından bilindiğini söyler. Osmanlılar’da zaman zaman fuhşu önlemek için fermanlar çıkarılmıştır. Mahallelerde gizli fuhuş yapıldığı tespit edilen evler mahalle imamına şikâyet edilir ve onun başkanlığında buralara baskınlar düzenlenirdi.
İstanbul’da I. Dünya Savaşı esnâsında ve daha sonra fuhuş yapılan bazı yerler açılmış, buralarda Ekim İhtilâli’nin ardından Rusya’dan gelenlerle birlikte sayıları bir hayli artan fâhişeler çalıştırılmıştır. Bu dönemde İstanbul’un yozlaşan ahlâkî durumu yakup Kadri’nin, adını helâk olan Lût kavminin yaşadığı şehirlerden alan “Sodom ve Gomore” romanında anlatılır. Türkiye’de zührevî hastalıklarla mücâdele ilk defa I. Dünya Savaşı yıllarında başlamış, 18 Ekim 1915’te Emrâz-ı Zühreviyye’nin Men’-i Sirâyeti Hakkında Nizamnâme ile bu hastalıkların yayılmasını önlemek için özel bir teşkilât kurulmuştur.
Günümüzde fuhşun sebep olduğu AIDS gibi korkunç hastalıklar, İslâm’ın fuhşu önlemek için getirdiği hukukî ve ahlâkî tedbirlerin önemini ortaya koymaktadır. Fuhşun çirkinliği sadece sebep olduğu zührevî hastalıklarla sınırlı değildir. Cinsiyet ahlâkı bakımından fuhuş rûhî sapıklıklara ve kadın kişiliğinin en önemli unsuru olan iffetin kaybolmasına sebep olur. İffetin kaybolması kişinin toplum içinde şeref ve itibarını kaybetmesine, bu yüzden de başka ahlâkî kusurları yapabilecek hale gelmesine yol açar. Vazife ahlâkı bakımından fuhuş, başka bir kişiye bir insan gibi değil; bir eşya gibi bakma anlamı taşıdığı için insanî prensiplere tamamen zıttır. Nihâyet fuhuş, sevgisiz olarak vücudunu satmaktır; kişilik şuurunu yıktığı için kişiliğe en ağır hakarettir.1264
Tarihin hemen her devrinde fuhuş bir yandan varlığını sürdürürken bir yandan da toplumlar din, ahlâk, hukuk gibi kurumlar vâsıtasıyla fuhşu önlemeye çalışmışlardır. Ancak dinin fert ve toplum hayatındaki etkisini büyük ölçüde ortadan kaldıran modernist hayat felsefesiyle birlikte son yüzyılda fuhşun türlü şekilleri giderek meşrûlaşma zemini ve daha çok yayılma imkânı bulmuştur. Modern Batı’da harâretle savunulan bireycilik, saptırılmış özgürlük anlayışı ve bunların sonucu olarak gençlerin âile ilgisinden, terbiye ve himâyesinden yeterince faydalanamaması, aynı dünya görüşünün bir ürünü olan lüks ve pahalı yaşamanın ev ve âile kurmayı zorlaştırması, ekonomik ve siyasî başarının en yüksek ideal kabul edilmesi ve cinselliğin bu amaç için sömürülmesi gibi sebepler yüzünden modernizmin benimsendiği toplumlarda veya kesimlerde fuhşun da yaygınlaştığı, hatta bir fuhuş sektörünün ortaya çıktığı görülmektedir. Aslında bazı çevrelerde din ve ahlâk gibi kurumlara karşı çıkmanın temelinde, modern zihniyet yanında uyuşturucu pazarıyla da yakın ilgisi olan fuhuş sektörünün çıkarları bulunmaktadır. Fuhşa karşı ahlâk terbiyesi, güçlü âile yapısı, toplumsal kontrol gibi mekanizmaları canlı tutması yanında kesin hukukî ve sosyal önlemler de alan İslâmiyet fuhuş sektörünü özellikle rahatsız etmektedir.
1264] Hilmi Ziya Ülken, Aşk Ahlâkı, s. 243
FUHUŞ / ZİNÂ
- 307 -
Fuhşu günah, ayıp ve en sonunda yasak olmaktan çıkarma eğiliminde olan modern zihniyet, sözde özgürlük adına fuhuşta sadece zor kullanma ve zarar vermeyi reddetmekte, fuhşun fert ve toplum üzerindeki yıkıcı etkileri bu düşünce sahiplerini fazla ilgilendirmemektedir. Türkiye’de ve diğer İslâm ülkelerindeki bazı küçük çevrelerde bu anlayış bir ölçüde etkili olmakla birlikte, İslâm dininin dinamik yapısı sâyesinde İslâm toplumları ve bilhassa müslüman âileler fuhşa karşı direncini korumaktadır. Fuhşun câzip kılınarak teşvik edilmesinde son derece etkili olan yazılı ve görüntülü medya alanında da dinî ve öz kimliğini yaşatan büyük çoğunluğun kendi ahlâk değerleri ve kültürüne uygun alternatif neşriyata yönelmesi, fuhşa karşı mücâdele dönemine girildiğini göstermesi bakımından önemlidir. 1265
Fahşâ ve Fuhuş: İslâm şerîatının yasakladığı çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranışlara fahşâ veya fuhuş denir. Fahşâ; “Dünyada had cezâsını, âhirette ise azâbı gerektiren şeydir.”1266 “Kötü ahlâklı; gerçekten cimri; sınırı aşan her şey; söz ve cevapta taşkınlık etme; çok çirkin olan zinâ olayı; Allah’ın yasakladığı her şey, konuşurken ve cevap verirken haddi aşan erkek ve kadın ve alışılagelen ölçüyü aşan şeydir.”1267 Fahşâ, genellikle ‘zinâ’ anlamına gelmektedir. Buna göre zinâya ve zinâ eden kadına fâhişe adı verilmektedir.1268
“Hakîkate ve normal ölçülere uymayan her işe fâhişe denilir. İbnu’l Cinni’ye göre bu kelime, cehâletin bir çesidi olup, hilmin karşıtıdır.”1269 Râgıb el-İsfahânî’ye göre, fuhş, fahşâ ve fâhişe kelimeleri son derece çirkin söz ve fiiller olarak tanımlanmıştır.1270 Fâhişe kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de on üç yerde geçmektedir. Ayrıca dört yerde de çoğulu olan “fevâhiş” zikredilmektedir. Âl-i İmrân suresi 135. âyette fena bir iş olarak nitelenmiştir. İbn Abbâs’tan gelen bilgiye göre, hurma satan birine güzel bir kadın geldi. Kadın, alışverişini yaptıktan sonra, adam onu kucaklayarak öptü. Ancak hemen bu davranışına pişman oldu ve Hz. Peygamber’e gelip durumu anlattı. Bu olay üzerine söz konusu âyet indi.1271
Fahşâ ve fâhişe kelimesi, zinâdan kinâye olarak kullanılmıştır.1272 Ayrıca buradaki fahşâ sözcüğünün ‘’Kadının serkeşlik etmesi, kocasına âsî olması ve geçimsizlik yapması” anlamlarına geldiği; buna göre kocanın onu isterse evinde tutacağı, isterse kendisinden boşanabileceği ve bunun helâl bir davranış olduğu; İbn Abbâs’ın rivâyetine göre de “buğz ve serkeşlik etme” anlamlarına geldiği açıklanmıştır. Diğer bir rivâyete göre de, söz dinlememek ve bununla birlikte isyân etmek anlamındadır. Bu isyânı kadın yapmış ise, Allah, kocasına ondan ayrı kalmasını ve onu hafifçe dövmesini; bundan sonra da kadın durumunu değiştirmezse, kocasının fidye isteyebileceği ifâde edilmiştir.1273
Fahrûddin er-Râzî’nin açıklamasına göre, söz konusu âyette geçen fâhişe
1265] Nebi Bozkurt, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. s. 209-214
1266] Cürcânî, et-Ta'rifât
1267] Şartûnî, Akrabu'l-Mevârid
1268] İbnü'l-Esir, en-Nihâye, 111/415
1269] İbn Manzur, Lisânu'l-Arab
1270] el-Müfredât, Fahşâ mad.
1271] Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 105
1272] 4/Nisâ, 19
1273] İbn Cerir et Taberî, el-Câmiu'l-Usûl, V/310-311
- 308 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kelimesi, kadının kocasına ve onun yakınlarına eziyette bulunması anlamındadır.1274 Fahşâ ve fâhişe kelimeleri, Kur’an-ı Kerîm’de birbirine yakın olmakla birlikte, değişik anlamlarda da kullanıldığı görülmektedir. Şeytanın emrettiği kötü davranış ve hayâsızlık; “Babalarınızın nikâhladığı kadınlarla evlenmeyin; ancak (câhiliye devrinde) geçen geçmiştir. Şüphesiz o bir hayâsızlık (fâhişe)dir. O ne kötü bir sözdü ve ne kötü bir yoldu”;1275 2/Bakara, 169 âyeti de aynı anlamdadır.
Fahşâ, evlilikten sonra fuhuş yapma anlamında kullanılmıştır: “...O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen nâmuslu kadınlardan olmak üzere yakınlarının izniyle nikâhlayın...”1276 Çıplak olarak Kâbe’yi tavâf etme ve şirk koşma anlamında;1277 Hz. Lût Kavmi’nin yaptığı çirkin fiil (homoseksüellik) anlamında: “...Sizden hiç kimsenin yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz? Çünkü siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz.”1278 Fahşâ, zinâ fiili olarak da kullanılmıştır: “Zinâya yaklaşmayın; çünkü o fâhişedir ve ne kötü bir yoldur.”1279
Bunlardan başka “insanlar arasında yayılan kötülük ve fuhşiyât” anlamında da kullanılmıştır: “Şüphesiz mü’minler arasında fuhşiyâtın yayılmasını sevenler için dünyada rezillik ve âhirette çok acıklı bir azâb vardır...”1280 Ayrıca fâhişe kelimesinin çoğul şekli olan “fevâhiş” ile had cezâsını gerektiren şeylerin kasdedildiği rivâyet edilmiştir.1281
Gazâlî ise fâhişe kelimesini çirkin söz anlamına almış ve onu dilin bir âfeti olarak kabul edip, şöyle demiştir: “Hz. Peygamber, Bedir günü müslümanların müşrik ölüleri hakkında kötü sözler söylemesine müsâade etmemiş, böyle bir hareketin çirkin olduğunu anlatmıştır. Bu hususta “mü’minin; kötüleyen, lânetleyen ve ağız bozan fâhiş veya fâhişe biri olamayacağını söylemiştir. Bir hadislerinde de, ağzını bozan -fâhiş söz söyleyen- kişiye cennetin haram olduğunu açıklamıştır. Bir sözün fâhiş olması veya fâhişe olarak nitelendirilmesi, o sözün çok açık kelimelerle çirkin bir şekilde dile getirilmesi ile göze çarpar. Bu tür sözler, genellikle gıybet konusunda kullanılır. Fesat çıkarmak isteyenlerin açık seçik kullandıkları çirkin sözler vardır. Dürüst kimseler, bu çirkin fâhişe sözleri kullanmazlar, onları gizlerler; onların yerine mecazlı ve rumuzlu ifâdeler kullanırlar. İbn Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: “Allah (c.c.) hayâ sahibidir, bağışlayandır ve sözlerinde kinâyeli davranır. Meselâ “cimâ” konusunda lems (dokunma), duhûl (girme) ve muhabbet gibi fâhiş olmayan kinâyeli ibâreler kullanmıştır.”1282
Bazı sözleri, delâlet ettikleri anlamlarının üzerine basarak ve bizzat isimleri ile aktarmak fâhiş harekette bulunmaktır. Edebe uymayan sözler yerine mecaz ve kinâyeli sözler kullanmak İslâm ahlâkına daha uygundur. Ayrıca fâhişe kelimesinin nâmuslarını satan zâniye kadınlar hakkında da kullanıldığı bilinmektedir.
İnsan, âhireti kazanma melekeleriyle donatılmış, ama bu kazanma başarısını
1274] er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, X/II
1275] 4/Nisâ, 22
1276] 4/Nisâ, 25
1277] 7/A'râf, 8
1278] 7A'râf, 80-81; ayrıca bak. 29/Ankebût, 28
1279] 17/İsrâ, 32
1280] 24/Nûr, 19
1281] 6/En'âm, 151; 7/A’râf, 33; 42/Şûrâ, 37; 53/Necm, 32
1282] Gazâlî, el-İhyâ, III/152-153
FUHUŞ / ZİNÂ
- 309 -
dünya hayâtında gösterecek olan, toprağa/yere bağlı bir yaratıktır. O, dünya hayâtını yaşaması için kendisine verilen birtakım sevgi ve tutkuları âhiret yönünde kullanmak zorunda olduğu gibi, fıtratı ve aynı zamanda dünyevî saâdeti de bunu gerektirmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in ifâdesiyle, ‘’Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı kuvvetli bir tutkunun kendisi için bezenip, süslediği insan”,1283 bu tutkusunu dünya hayâtını yegâne amaç haline getirmeden ve başkalarının aleyhine ve zararına doyurmaya çalışmadan, Allah’ın çizdiği yoldan giderme çabasında olduğu sürece, hem madde-mânâ dengesini kendinde kurarak şahsiyetinin oluşmasını sağlayacak, hem ferdî, hem toplumsal hayâtı, hem de yeryüzündeki genel insanî hayat ve insan-tabiat ilişkisi tam bir âhenk ve sulh içinde sürecektir. Ne var ki, insanın ilim, madde ve mânâ açısından tekâmül edip, tüm yaratıkların üzerinde kendisine tanınan şerefli mevkiini alabilmesi için yaratılışına ekilen ve karşısına çıkarılan birtakım kötü güçler, onu sürekli biçimde tutkularının kölesi yapmaya ve onları doyurma yolunda sınır tanımadan kendisi, hemcinsleri ve tüm yeryüzü için hayâtı çekilmez bir hâle getirmeye uğraşır. Bunun sonucunda, insanın arzularını giderme uğraşında normal, insanî ve fıtrî çizginin dışına taşıp, sapık yollarda tatmin araması; sözgelimi nikâhsızlık, zinâ ve benzeri ilişkilere girmek, bu tür ilişkileri normal ve hattâ özendirici hâle getirmek, kadınları birer basit tatmin aracı derecesine düşürmek, kısaca nikâh muâmelesi ve iffet duygusuyla fitrî ve vasat çizgide tutulması gereken şehvet güdüsünü her türlü ahlâksız ilişkiye vâsıta kılmak, Kur’an’ın ‘fahşâ’ kelimesiyle niteleyip, şiddetle yasakladığı bir durumdur. Şeytan, fahşâyı emrederken,1284 Allah, açığı ve gizlisiyle her türlü fahşâyı haram kılmıştır1285 ve namazın insanı fahşâdan uzaklaştırıcı bir amel olduğunu da vurgulamıştır. ‘Fahşâ’, toplumları yıkıma götüren en feci faktörlerden birisi olagelmiştir. 1286
‘Fuhş, fahşâ’ sözlükte, aşırı derecede çirkin söz ve davranış, iğrenç işler, büyük günâh, edep ve ahlâka aykırı her türlü kötülük ve çirkinlik demektir. Fuhş ve fahşâ, ölçüyü aşan her türlü edepsizliktir. Normal ölçülere sığmayan bütün çirkin işlere bu isim verilir. Fâhiş, bu ismin öznesi (fâil ismi) olup çirkin ve ölçüsüz iş yapan demektir. Bunun dişili (müennesi) hem çirkin ve ölçüsüz iş yapan kadın, hem de bizzat kötü fiil veya söz, çirkin davranış anlamlarına gelir. Türkçe’de aşırı olan şeylere fâhiş denir, ‘fâhiş fiyat’ gibi.
Yine bu kökten gelen fuhuş da aynı anlamda olup bir kadının evlilik dışı ve meslek edinerek bir menfeat karşılığı vücudunu bir erkeğe cinsel tatmin için sunması demektir. Bununla beraber, sevicilik, livâta ve erkeklerin evlilik dışı cinsel ilişkileri de fuhşun kapsamına girer. Fahşâ veya fuhuş, temiz yaratılışın tiksindiği ve selim (sağlam) aklın reddettiği, normal ölçünün dışında tiksinti verici bütün davranış ve sözleri ifâde eder.
‘Fahşâ-fâhişe’ kavramı her türlü çirkin tavırları, edep dışı hayâsızlıkları ifâde eder. İslâm’ın getirdiği ölçüler insanın fıtratına uygun olduğu gibi, hayâ ve edep örnekleridir. Hem selim aklın kabul edeceği güzellikte, hem de insana bedenen ve rûhen zarar vermeyen şeylerdir. Aksine insanı ruhen olgunlaştırırlar, ahlâkını güzelleştirirler. Buna göre şeytanın dâvet ettiği bütün işler ve ameller
1283] 3/Âl-i İmrân, 14
1284] 2/Bakara, 169, 268
1285] 7/A'râf, 33
1286] Dursun Ali Türkmen, Ali Ünal, Şamil İslâm Ans. c. 2, s. 138-139
- 310 -
KUR’AN KAVRAMLARI
‘fahşâ-fâhişe’dir, diyebiliriz. İnsanın fıtratına uymayan, normal olmayan, iyi düşünen aklın çirkin saydığı ve hoş görmediği şeylerdir. Müslüman toplum, ahlâklı ve edepli toplumdur. Bu toplumda ‘fahşâ-fâhişe’ sayılan sözler ve davranışlar pek yaygın değildir. Mü’minler bu türlü işlerden hoşlanmazlar, kaçınmaya çalışırlar. Mü’minler, onurlu ve haysiyet sahibi kimselerdir. Onlar, İslâm’ın getirdiği fazilet ölçülerine bürünerek, işte, amelde, sözde ve toplumsal ilişkilerde düşük, bayağı, çirkin ve edep dışı şeylerden uzak dururlar. ‘Fahşâ’nın en büyüğü olan evlilik dışı ilişkilerden kaçınırlar. Âileyi ve nesilleri perişan eden, insan ruhunu olumsuz olarak etkileyen, kadının ve erkeğin değerini düşüren fuhşun her türlüsü ile mücâdele ederler.
Ancak birtakım münâfık tipler ile şeytanın yardakçılığına soyunanlar, çeşitli araçlara başvurarak mü’minler arasında ‘fahşâ-fâhişe’nin yayılmasını isterler, bunun için çaba gösterirler. Müslümanların ve onların toplumunun bozulması için ellerinden geleni yaparlar. Fırsat buldukları zaman kimilerini fuhşa iterler, bu işten zevk ve para kazanmaya çalışırlar. Kimileri de ellerindeki kitap, dergi, gazete, televizyon ve filmlerle bu tür ‘fahşâ’nın propagandasını yaparlar. Kimileri bazı kadınları kötü yola düşürürler, fuhuş yerleri kurarlar, işletirler. Kimileri de buna göz yumarlar ya da teşvik ederler.
İslâm’a göre ‘fahşâ-fâhişe’ olan bütün bu hayâsızlıkları müslümanlar arasında yaymaya çalışanlara dünyada da âhirete de büyük bir azap vardır.1287 Evet, Allah (c.c.) bu ‘fuhuş’ tâcirlerinin iki dünyada da azâbı hak ettiklerini haber veriyor. Onların dünyada nasıl bir azap kazandıklarını belki net olarak göremiyoruz ama mutlaka cezâlandırıldıkları açıktır. Nitekim bu çirkin işlerle uğraşanların hiç birinin iyi bir yüzü, iyi bir hali yoktur.
Dikkat edilirse Kur’an yalnızca evlilik dışı ilişkilere ‘fahşâ’ demiyor. Bunun yanında her türlü edep ve hayâ dışı davranış, söz ve fiiller, insanın temiz yaratılışına uymayan bütün işler ‘fahşâ-fâhişe’ ismiyle anılıyor. Fâhiş(e) kelimesi, bazı âyetlerde çoğul olarak ‘fevâhiş’ şeklinde geçmektedir. Bazı bilginlere göre bu kavram daha çok had cezâsı uygulanan suçlar hakkında kullanılmaktadır.
İnsan şehvete yani birtakım istek ve duygulara sahiptir. Mala, mülke, geçimliklere sahip olmak istediği gibi, nefsinin cinsel istekleri de vardır. Mü’min, nefsinin isteklerini meşrû yoldan karşılar, mala helâl yoldan sahip olur, inancının dışına çıkan isteklerine sınır koymaya çalışır. Ancak imandan mahrum olanlar ile zayıf imanlılar, nefislerinin istekleri önünde sınır tanımazlar. İsteklerini normal olmayan, insanî ve fıtrî çizginin dışındaki yollardan karşılamaya çalışır. Böylece haddi aşar, normal yolun dışına çıkar, Allah’ın koyduğu ölçüleri çiğner geçer; günahkâr, isyankâr ve bağî olur ya da nefsinin kulu kölesi haline gelirler.
Böyle bir duruma düşenler, ‘fahşâ-fâhişe’ diye nitelenen çirkinlikleri yapmaktan çekinmezler. Böyleleri edep dışı sözleri konuştukları, hayâya sığmayan şeylerle uğraştıkları gibi, ihtiyaçlarını gayri meşrû yollardan giderirler
Fahşânın En Çirkini: Tarih boyunca bazı toplumlarda az, bazılarında ise fazla bir şekilde süregelen Türkçe’deki anlamıyla ‘fuhuş’; günümüzde -özellikle dünyanın bazı yörelerinde- oldukça yaygın hale gelmiştir. Bu gibi yerlerde İslâm’ın ‘fahşâ-fuhuş’ dediği çirkinlikler kanıksanıyor, ayıp sayılmıyor; hatta çok normal,
1287] 24/Nûr, 19
FUHUŞ / ZİNÂ
- 311 -
sıradan davranışlar olarak kabul ediliyor. Fuhuş özellikle Batı toplumlarında geniş bir sektör haline gelmiştir. Bu sektörde mekânların yanında, bütün yazılı ve görsel basın ve en son teknoloji bile kullanılıyor. Bu konuda üretilen ürünler çok rahatlıkla kitlelere ulaştırılıyor. Evlilik dışı ilişkiler yaygın olduğu gibi, erkek ve kadının evlenmeksizin beraber yaşaması artık sosyal bir olgu olarak kabul görüyor. Bunun yanında aynı cinsler arasındaki ilişkiler, hatta evlilikler bile normal karşılanıyor. Bu ülkelerde fuhş’un sergilendiği mekânlar ise sayılamayacak kadar çoktur.
Mü’minler izzet ve şereflerini, haysiyet ve insanlıklarını, âile ve nesillerini; çağımızın bu hayâsız hastalığından ancak İslâm’ın getirdiği ölçülere uyarak, onları ahlâk haline getirerek koruyabilirler. Kişiyi hemen bütün toplumlarda küçülten, değerini düşüren, yüksek makamlara çıkmasına engel olan ve kötü tanınmasına sebep olan ‘fuhuş’ olayı, aslında İblis’in bir çağrısı ve tuzağıdır. Aklı başında olan insanlar bu ezelî düşmanlarının böylesine kurnaz ve tehlikeli oyunu karşısında uyanık olmak, onun çirkin davranışları sevimli gösterme tuzağına düşmemek zorundadırlar.
İslâm, evlilik dışı ilişkilere fuhuş dediği gibi, bütün çirkin, bayağı, âdi, iffet ve hayâ dışı çirkinliklere de ‘fahşâ’ demekte ve hepsini müslümanlara uygun görmeyerek yasaklamaktadır. Müslümanlar İslâm’ın getirdiği iffet, ahlâk, evlilik ve âile hayâtı ölçülerine uyarak bu hayâsızlıklardan korunabilirler. Bu çirkin hayâsızlıklardan korunmanın daha pratik bir yolu da namaz kılmaktır. Kur’an şöyle buyuruyor: “Sana Kitaptan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, fahşâ’dan (bütün çirkin işlerden, hayâsızlıktan) korur ve münker’den (sevilmeyen davranışlardan) sakındırır. Allah’ı zikretmek ise en büyüktür (en büyük ibâdettir). Allah yapmakta olduklarınızı bilmektedir.”1288
Mü’minler de beşerdirler. Onlar da hata edebilir, bazen ‘fahşâ’ denilen çirkin davranışlara düşebilirler. Eğer onlar bu şekilde hataya düşer ve nefislerine zulmederlerse hemen Allah’a istiğfar ederek affedilmelerini isterler, işledikleri günâhtan tevbe ederler. Onlar imanlarında sâdık oldukları için bile bile bu gibi hatalarda ısrar etmezler.1289
Allah Teâlâ insanları, fizikî ve ruhî yönden belirli bir fıtrat üzere yaratmıştır. Hayatlarını devam ettirebilmek için yeme, içme, cinsî temas, giyinme ve bunun gibi binlerce ihtiyaçlarını elde etmek mecbûriyetindedirler. Bu durumda, gerek çevreleriyle (tabiat olarak), gerek birbirleriyle münâsebetleri kaçınılmazdır. Birbirlerinin haklarını ve hürriyetlerini tahrip etmeleri, gayrı meşrû yollara sapmaları ve çirkin davranışlar içerisine girmeleri mümkündür. İşte bu noktada karşımıza fahşâ kavramı çıkar.
İnsanlar birbirleriyle konuşurken, ölçüyü aşıp, kötü söz söyleyebilirler. Nitekim Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “Kötü söz (fâhiş kelâm), girdiği meclisi kirletir, çirkin gösterir”1290 meâlindeki hadisi, bu mâhiyeti ifâde eder. İftira, dedikodu ve gıybet, fâhiş kelâm hükmündedir. İnsanlar elleriyle, dilleriyle ve diğer organlarıyla fahşâya yönelebilirler. Fakat unutulmamalıdır ki her insan, kendi ihtiyariyle
1288] 29/Ankebût, 45
1289] 3/Âl-i İmran, 135; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları, s. 174-177
1290] Tirmizî, Birr 47
- 312 -
KUR’AN KAVRAMLARI
işlediği amellerin karşılığını görecektir. Fahşânın her türlüsü ve fuhuş haram kılınmıştır. Allah Teâlâ’nın kitabı ve Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) sünnetiyle yasaklanan her fiile fahşâ, bu fiilleri irtikâp eden kimselere de fâhişe demek mümkündür. Ancak yaygın olarak kullanılan “fuhuş” ve “fâhişe” kavramları; insanlar arasında gayrı meşrû şekilde cereyan eden cinsî ilişkilere tahsis edilmiştir.
Fahşânın ve fuhşun yayılması, değişik sebeplere dayanır. Tek bir sebeple izah etmek mümkün değildir. Çarşı putları ve çevre kültürü, insanları etki altına alır. Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssalar dikkatli bir şekilde incelenirse, mesele kolaylıkla kavranır. Peygamberlerin tebliğine karşı direnen kavimlerin ilk iddiaları: “Biz atalarımızın yolundan ayrılmayız” hükmü ile ifâde edilmiştir. Fahşânın ve fuhşun sebebi, atalar kültürü olabilir. Nitekim bir âyet-i kerimede; “Onlar (müşrikler) bir hayâsızlık yaptıkları zaman (ve izâ fa’alû fâhişeten) derler ki: ‘Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah da bize bunu (fuhuşla ameli) emretti (fahşâ ile amel ederiz). O iman etmeyenlere söyle: Allah hiçbir zaman fahşâyı emretmez. Bilmeyeceğiniz şeyleri, Allah’ın üzerine mi (atıp, iftira ederek) söylüyorsunuz.”1291 hükmü beyan buyurulmuştur. Mekke müşrikleri; “Günah işlediğimiz elbiselerle ibâdet edemeyiz” diyerek, Kâbe-i Muazzama’yı çıplak bir şekilde tavaf ediyorlardı. O dönemde Kâbe’nin içerisi putlarla (heykellerle) doluydu. Çıplak bir vaziyette tavaf etmenin doğru olmadığını söyleyenlere karşı “Biz atalarımızdan bu şekilde gördük. Allah emretmeseydi onlar hiç çıplak bir vaziyette tavaf ederler miydi?” cevabını veriyorlardı.1292
Bu psikoloji sadece Mekke müşriklerine has değildir. Çarşı putları, genel kültür maskesi altında, insanların zihinlerini ve kalplerini etkisi altına alır. Fahşânın ve fuhşun, değişik gerekçelerle yayılmasını sağlar. Malûm olduğu üzere, insanları gayrı meşrû yollara çağıran ve fuhşa sürüklemeye gayret sarfeden şeytandır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Şeytan size kötülüğü, hayâsızlığı (bi’s-sûi ve’l fahşâi) ve Allah’a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”1293 hükmü beyan buyurulmuştur. Şeytanın vesveseleri ile fuhşa meyleden insanların sayısı az değildir. Fâhişelerin ve fuhuşla geçinen insanların velîsi şeytandır.
Câhiliyye döneminde fuhuş bir kazanç yoluydu. Muhammed Ali Sâbûnî, bu hususta şunları zikretmektedir: “Araplardan bazıları genç kız ve câriyeleri bir eve oturtarak zinâ yaptırırlardı. O evde fuhuş yapıldığının herkes tarafından bilinmesi için, kapıların üzerine bir bayrak asarlardı. Bu evlere mevâhir adı verilirdi. Şâyet bu evlerdeki kadınlardan birisi, bu rezâleti işlemeye yanaşmazsa, efendisi onu zorlayarak yaptırırdı.”1294 Câbir bin Abdullah’dan (r.a.) rivâyet edildiğine göre, münâfıkların reislerinden Abdullah İbn-i Selül’ün Museykete ve Umeymete isimli iki câriyesi vardı. Bunları para karşılığında fuhşa zorluyordu. Bunlar durumu gidip Rasûl-i Ekrem’e (s.a.s.) bildirdiler ve şikâyette bulundular. Taberi, Mücahid’den şöyle rivâyet eder: Araplar câhiliyye devrinde, genç câriyelerine zorla fuhuş yaptırırlardı. Kazandıkları parayı kendileri yerlerdi. Abdullah İbn Selül’ün de fuhuş yaptırdığı câriyeleri vardı.1295
Günümüzde beyaz kadın ticareti yapan çeteler ve genelevi patronları vardır.
1291] 7/A’râf, 28
1292] Mecmuatu't-Tefasir, İst. 1979, Çağrı Yay. c. II, sh. 540 -Kadı Beyazavî-
1293] 2/Bakara, 169
1294] Muhammed Ali Sâbunî, Ahkâm Tefsiri, İst. 1984, Şamil Yay., c. II, s. 203
1295] İbn Kesir, Tefsirû'1 Kur'âni’l-Azîm, Beyrut 1969, c. III, s. 289; Ayrıca M. Ali Sâbunî, a.g.e., c. II, s. 188; Mec'muâtu't-Tefâsîr, c. IV, s. 395; Tefsir-i Mücâhid, Katar 1396, s. 442
FUHUŞ / ZİNÂ
- 313 -
Tâğûtî iktidarlar “genelev sistemini” benimsemişlerdir. Fahşânın ve fuhşun yayılması, şeytanın velâyetini kabul eden iktidarlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla kötülüklerin önlenmesinin (nehy-i ani’l-münker) farz olduğuna inanan her insan, tâgûtî iktidarlara karşı mücâdele vermek zorundadır. Fahşânın ve fuhşun başka türlü önlenmesi mümkün değildir. Her tâgûtî güç bir fâhişedir. Bu hakikat asla unutulmamalıdır.1296
Zinâ; Anlam ve Mâhiyeti
Zinâ: Zinâ etmek, bir kadınla nikâhsız veya haksız olarak cinsel temasta bulunmak demektir. Arapça “zenâ” fiilinden masdardır. Zinânın sözlük ve terim anlamı birdir. Bu da; bir erkeğin kadınla bir akde veya haklı bir sebebe dayanmaksızın önden cinsel temasta bulunmasıdır. Zinâ eden erkeğe “zânî” kadına ise “zâniye” denir.
Hanefîler, bir fıkıh terimi olarak zinâyı şöyle tarif etmişlerdir: İslâmî hükümlerle yükümlü bulunan bir erkeğin, kendisine cinsel istek duyulacak yaştaki diri bir kadına, İslâm ülkesinde nikâh akdine veya câriyelik gibi haklı bir nedene dayanmaksızın önden cinsel temasda bulunmasıdır.
Zinâda had cezâsının uygulanması için, erkeğin cinsel organının en az sünnet yerinin (haşefe) kadının cinsel organına girmiş olması gerekir. Bundan daha azına meselâ; öpmek, sarılmak veya uyluk arasına sürtünmek vb. hareketler haram olmakla birlikte had cezâsını gerektirmez. Küçük çocuk ve akıl hastası yükümlü olmadığı için, bunların fiili de kendileri bakımından haddi gerektirmez. Diğer yandan Ebû Hanîfe’ye göre erkek veya kadına arkadan temasta bulunmak (livâta) zinâ hükmünde değildir. Çünkü bu, zinâ olarak nitelendirilmez. Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikîler aksi görüştedir. Ölü kadın, hayvan veya ergenlik çağına gelmemiş olan ve kendisine cinsel istek duyulmayan kız çocuğu ile temas da zinâ hükmünde değildir (Yani, bunlara had cezâsının dışında başka cezâ -tâzîr- verilir). Çünkü bu gibi temasları selîm fıtrat kabul etmez. Ayrıca erkek veya kadının zinâya zorlanmamış olması da şarttır. Çünkü Raslüllah (s.a.s.): “Ümmetimden hata, unutma ve zorlandıkları şeyin hükmü kaldırıldı”1297 buyurmuştur.
Zinâya zorlanan kadına had cezâsı gerekmediği konusunda İslâm bilginlerinin görüş birliği vardır. Zinâya zorlanan erkeğe gelince, Şâfiîlere ve Mâlikîlerde tercih edilen görüşe göre böyle bir erkeğe ne had ve ne de ta’zîr cezâsı gerekir. Delil, yukarıdaki hadis ve zorlanma özrünün bulunmasıdır. Ebû Hanîfe’nin ilk görüşüne göre zinâya zorlama devlet başkanı tarafından olmuşsa had gerekmez. Devlet başkanından başkası zorlamışsa istihsân’a göre had uygulanır. Çünkü, zorlama ancak sultan tarafından gerçekleşir. Ebû Hanîfe’nin istikrar bulan görüşü ise, zorlanana had cezâsını uygulamamasıdır. Çünkü bazen erkeğin istek dışı cinsel temasa gücü yetebilir. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre iki durumda da zorlanana had cezâsı uygulanmaz. İmam Züfer aksi görüştedir.1298
1296] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları, s. 131-135
1297] Buhârî, Hudûd 22, Talâk 2; Ebû Dâvud, Hudûd 17; Tirmizî, Hudûd 1; İbn Mâce, Talâk 15
1298] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 2. baskı, Beyrut 1394/1974, VII, 34,180; eş-Şirâzi, el-Mühezzeb, Mısır t.y., II, 267; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Mûctehid, II, 267; İbn Rüşd, Bidâyetû'l-Müctehid, II, 431; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire,1970, VIII,187, 205; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk 1405/1985, VI, 27 vd.; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve İstilâhat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1968, III/197 vd.
- 314 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Zinâ İslâm’da ve önceki bütün semâvî dinlerde (İslâm’ın, önceki peygamberler döneminde) haram ve çok çirkin bir fiil olarak kabul edilmiştir. O büyük günahlardandır. Irz ve neseplere yönelik bir suç olduğu için cezâsı da hadlerin en şiddetlisidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Zinâya yaklaşmayın. Çünkü o, çok çirkin bir iş ve kötü bir yoldur”1299 “Onlar Allah ile birlikte başka ilâha duâ etmezler. Haksız yere, Allah’ın haram kıldığı kimseyi öldürmezler ve zinâ da etmezler. Kim bunları yaparsa cezâya çarpılır. Ona kıyamet gününde kat kat azap verilir ve o azâbın içinde alçaltılmış şekilde ebedî bırakılırlar.”1300
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkekten her birine yüz değnek vurun. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız bunları Allah’ın dinini uygulama hususunda acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir topluluk da, onların cezâsına şahid olsun.”1301 Celde, ete geçmemek üzere yalnız deriyi etkileyecek şekilde vurmak demektir. Vuruşta yalnız kürk ve palto gibi kalın elbiseler çıkartılır, diğerleri çıkarılmaz.
Zinâ haddi Allah’a ait haklardandır. Bu, âileye, nesle ve toplum düzenine karşı işlenen bir suç olduğu için toplum haklarından sayılır.
Mezhep imamları çocuk ve akıl hastasına zinâ haddinin gerekmediği konusunda görüş birliği içindedir. Hadiste şöyle buyurulmuştur: “Üç kişiden kalem kaldırılmıştır. Çocuktan büyüyünceye kadar, uyuyandan uyanıncaya kadar, akıl hastasından iyileşinceye kadar”1302
Zinâ Haddini Uygulamanın Şartları
Zinâ eden erkek veya kadına cezâ uygulanabilmesi için birtakım şartların bulunması gerekir:
1- Zinâ edenin erginlik çağına ulaşması gerekir. Ergin olmayan çocuğa had uygulanmaz.
2- Akıllı olması gerekir. Akıl hastasına had uygulanmaz. Akıllı bir erkek, akıl hastası bir kadınla veya akıl hastası bir erkek akıllı bir kadınla zinâ etse, bu ikisinden akıllı olana had cezâsı uygulanır.
3- Çoğunluk fakihlere göre, müslümana ve kâfire zinâ haddi uygulanır. Fakat Hanefilere göre muhsan olan kâfire recm uygulanmaz, değnek vurulur. Mâlikîlere göre kâfir bir erkek kâfir bir kadınla zinâ etse had uygulanmaz. Fakat zinâsını açığa vurursa te’dib edilir. Müslüman bir kadını zinâya zorlarsa öldürülür. Şâfiî ve Hanbelîlere göre pasaportlu gayri müslim yabancılara ne zinâ ve ne de içki içme cezâsı verilir. Çünkü bunlar Allah haklarından olup, müste’menler bu hakları üstlenmemiştir.
4- Zinânın istekle yapılmış olması. Çoğunluğa göre zinâya zorlanana had uygulanmaz. Hanbelîler aksi görüştedir.
5- Zinânın insanla yapılmış olması. Üç mezhebe ve Şâfiîlerde sağlam görüşe
1299] 17/İsrâ, 32
1300] 25/Furkan, 68
1301] 24/Nûr, 2
1302] Ebû Dâvud, Hudûd 17
FUHUŞ / ZİNÂ
- 315 -
göre hayvanla temas edene had cezâsı gerekmez, ta’zir uygulanır. Hayvan öldürülmez ve çoğunluğa göre onun yenilmesinde de bir sakınca yoktur. Hanbelîlere göre ise, iki erkeğin şâhitliği ile hayvan öldürülür, eti haram olur ve hayvanın tazmin edilmesi gerekir.
6- Zinâ edilen kadının ergin veya kendisine cinsel istek duyulan bir yaşta olması gerekir. Küçük kız çocuğu ile zinâ edilmesi halinde zinâ eden erkeğe de kıza da had cezâsı gerekmez. Ergin olmayan çocukla cinsel temasta bulunan kadına da had uygulanmaz.
7- Zinânın bir şüpheye dayalı olmaması gerekir. Bir kimse kendi eşi veya câriyesi sanarak yabancı bir kadınla cinsel temasta bulunsa çoğunluğa göre had gerekmez. Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf’a göre ise had gerekir. Çünkü burada fiilde şüphe vardır. Mezhepler arasında ihtilaflı olan fâsit nikâhtan sonraki cinsel temasa had gerekmediği konusunda da görüş birliği vardır. Velîsiz veya şâhitsiz evlenme halinde durum böyledir. Bu da akitte şüphe bulunduğu içindir. Evlilik ittifakla fâsit olursa had uygulanır. İki kız kardeşi bir nikâhta toplamak, beşinci eşle evlenmek, nesep veya süt cihetinden haram olan bir hısımla evlenmek, iddet beklemekte olan kadınla veya üç talâkla boşadığı kadınla hulleden önce evlenmek bu niteliktedir. Ancak bütün bunların haramlığını bilmediğini iddia ederse, bunlarla olan cinsel temas haddi gerektirmez.
8- Zinânın dârul-İslâm’da olması. İslâm Devlet başkanının dârul harp veya dârul-bağî (âsîler ülkesi) üzerinde velâyet yetkisi yoktur. Yani orada hadleri uygulamaya gücü yetmez.
9- Kadının diri olması. Çoğunluğa göre, ölü kadınla cinsel temasta bulunana had gerekmez. Mâlikîlerde meşhur olan görüş bunun aksinedir.
10- Cinsel temasın önden olması ve sünnet yerinin girmiş olması. Arkadan ilişki yani livata Ebû Hanîfe’ye göre yalnız ta’zir cezâsı gerektirir. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve diğer üç mezhebe göre ise livata haddi gerektirir. Yabancı bir kadına cinsel organın dışında, uyluk, karın vb. başka yerine temas ise yalnız ta’ziri gerektirir. Çünkü bu, şer’an kendisine bir şey takdir edilmeyen münker bir fiildir.
Zinânın Cezâsı; Yüz Celde veya Recm
Kur'an'a göre zinânın cezası yüz celdedir.Klasik fıkha göre zinânın cezâsı, zinâ eden erkek veya kadının bekâr ya da evli olmasına göre değişiklik gösterir. Dayak, taşla öldürme, sürgün ve İslâm Devletinin koyacağı bir ta’zir cezâsı bunlar arasındadır.
1- Yüz Celde/Değnek Cezâsı: Bekâr erkek veya kadının zinâ cezâsı yüz değnek olup, Kur’ân-ı Kerîm’le belirlenen bir had cezâsıdır. “Zinâ eden kadın ve erkekten her birine yüz değnek vurun”1303
Fıkıh kitaplarında ifade edildiği şekliyle; dayak cezâsı uygulanan zinâ suçlusunun, suçun işlendiği yöreden bir yıl süreyle sürgün edilmesi, İslâm’ın ilk dönemlerinde uygulanan bir cezâ türü idi. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bekâr’ın bekârla zinâsı için yüz değnek ve bir yıl sürgün. Dulun dulla zinâsı için ise yüz değnek ve taşla recm vardır.”1304 Ancak bu uygulama Nûr sûresi inmezden önceye
1303] 24/Nûr, 2
1304] İbn Mâce, Hudûd 7
- 316 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aittir. Bu sûre inince bekârlar için yalnız değnek (celde), evli (muhsan) olanlar için sünnetle recm cezâsı belirlenmiştir.1305
Hanefîlere göre celde cezâsına sürgün ilâve edilmez. Çünkü âyette celde zinâ cezâsının tümünü ifâde eder. Ancak sürgün bir had cezâsı değil, İslâm Devlet başkanının görüşüne bırakılan ta’zir cezâsı kabilindendir. O sürgünde bir yarar görürse uygular. Nitekim zinâ edenin tevbe edinceye kadar hapsedilebilmesi de bu niteliktedir.
Şâfiî ve Hanbelîlere göre celde ve bir yıl sürgün birlikte uygulanır. Sürgün yeri seferîlik mesafesinden uzakta olmalıdır. Dayandıkları delil, yukarıda zikredilen sürgün bildiren hadistir. Ancak, kadın, kocası veya mahrem bir hısmı ile birlikte sürgüne gönderilir. Çünkü Hz. Peygamber; “Kadın yanında kocası veya mahremi bulunmadıkça yolculuğa çıkamaz.”1306 buyurmuştur.
Mâlikîlere göre ise yalnız erkek sürgün edilir yani bulunduğu beldeden uzakta hapsedilir. Kadın gittiği yerde de zinâ etmemesi için sürgün edilmez. Diğer yandan, sürgün hadisinin sonundaki dul için öngörülen celde ve taşla recmin birlikte uygulanması dört mezhebe göre amel edilmeyen bir esastır. Çünkü muhsan (evli) için yalnız recm uygulaması bildiren hadisler daha sahihtir. Nitekim Ebû Hureyre ve Zeyd bin Hillit’ten bir topluluğun naklettiği işçi kıssası bunu ifâde eder. İşçisi ile zinâ eden evli kadın olayında Hz. Peygamber, bekâr olan işçi için yüz değnek ve bir yıl sürgün cezâsına, kadın için ise recm cezâsına hükmetmiştir.1307 Zâhirîlere göre, celde ve recm birlikte uygulanır. Onlar, sürgün hadisinin sonundaki “...evlinin evli ile zinâsına yüz değnek ve taşla recm vardır” kısmının açık anlamına dayanırlar.
2- Recm Cezâsı: Muhsan (evli) olan erkek veya kadının zinâsı için recm cezâsı konusunda İslâm bilginleri görüş birliği içindedirler. Delil; Sünnet ve İcmâ’ olduğu ifade edilir (hakkında icmâ olmadığı Sünnetteki uygulamaların da Nûr sûresinin inzâlinden önce olduğu değerlendirmeleri de dikkate alınmalıdır). Hz. Peygamber’in evli olarak zinâ edene recm cezâsı uyguladığı hadislerle sâbittir.
Bir hadiste şöyle buyrulur: “Müslüman bir kimsenin kanı şu üç durumda helâl olur. Zinâ eden evli kimse, nefse karşılık nefsi ve İslâm toplumundan ayrılarak dinini terk edeni öldürmek.”1308
Hz. Peygamber’in recm uyguladığı olaylar şunlardır:
a- Evli bir kadınla zinâ eden bekâr için yüz değnek ve bir yıl sürgün cezâsı uygulanmıştır. Allah elçisi bir sahâbîyi kadına göndererek şöyle buyurmuştur: “O kadına git, eğer suçunu itiraf ederse, onu recmet.”1309
b- Çeşitli yönlerden sâbit olan Mâiz olayı. Mâiz, zinâsını itiraf etmiş ve Rasûlüllah (s.a.s.) onun recmedilmesini emir buyurmuştur.1310
1305] es-Serahsî, el-Mebsût, 3. baskı, Beyrût 1398/1978, IX, 36 vd
1306] Buhârî, Taksîr 4, Mescidü Mekke 6, Sayd 26, Savm 67; Ebû Dâvud, Menâsik 3; Müslim, Hacc 413-434; Tirmizî, Radâ' 15
1307] es-Serahsî, a.g.e., IX, 37; ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 39
1308] Buhârî, Diyât 6; Müslim, Kasâme 25, 26; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 15, Diyât 10; Nesâî, Tahrîm 5, Kasâme 6; İbn Mâce, Hudûd; Dârimî, Hudûd 2, Siyer 2
1309] Buhârî, Hudûd 3, 38, 46, Vekâlet 13; Tirmizî, Hudûd 5, 8
1310] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII, 95, 109; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 314 vd
FUHUŞ / ZİNÂ
- 317 -
c- Gâmidiyeli kadın zinâsını ikrar etmiş ve doğum yaptıktan sonra recm uygulannııştır.1311
Hâricîler ekolü recmi kabul etmez. Çünkü onlar tevâtür sınırına ulaşmayan haberleri delil olarak kabul etmezler.1312
İhsan ve Muhsan Terimi
İhsan (sat ile), bir İslâm hukuku terimi olarak; bir erkek veya kadına had cezâsı uygulanabilmesi için bunlarda şer’an bulunması gereken vasıfları ifâde eder. Bu niteliklere sahip erkeğe “muhsan”, kadına “muhsana” denir. Çoğulu “muhsanât”tır.
İhsan, zinâ iftirası (kazf) ve recm ihsanı olmak üzere ikiye ayrılır. Zinâ iftirası atılan kimsenin muhsan sayılması için akıllı, ergin, hür, müslüman ve zinâdan iffetli bulunması gerekir. Bu nitelikler olunca iftiracıya âyette şu cezâ öngörülür: “Nâmuslu ve hür kadınlara zinâ iftirası atan, sonra da bunu dört şâhitle ispat edemeyen kimselere seksen değnek vurun. Onların ebedî olarak şâhitliklerini kabul etmeyin. Onlar fâsıkların ta kendileridir”1313
Ancak, kadın zinâyı ikrar eder veya iftiracı dört şâhitle bunu ispat ederse had cezâsı düşer. Recm için muhsan sayılmada ise erkek veya kadında yedi niteliğin bulunması şarttır. Bu nitelikler şunlardır: Akıllı olmak, ergin bulunmak, hür ve müslüman olmak, sahih nikâhlı bulunmak ve bu nikâhtan sonra eşiyle meni gelmese bile guslü gerektirecek şekilde cinsel temasta bulunmak. Bu şartlardan herhangi birisi bulunmazsa cezâ yüz değneğe dönüşür. Bu duruma göre, küçük çocuk, akıl hastası, köle, kâfir, fâsit nikâhla evli kimse veya cinsel temas olmayan mücerred nikâhla evli kimse için “muhsanlık” söz konusu olmaz. Diğer yandan erkek muhsanlık şartlarını taşır, fakat karısı küçük, akıl hastası veya câriye olmak gibi bir sebeple muhsan bulunmazsa, ondan bu ârızalar kalktıktan sonra kocası onunla eşit şartlarda yeniden cinsel temasta bulunmadıkça koca muhsan sayılmaz. Çünkü bu yedi şartın eşlerde birlikte bulunması gerekir.
Ebû Yusuf’a göre, bir müslüman sahih nikâhlısı olan bir gayri müslim kadınla cinsel temasta bulunmakla muhsan olur. Şâfiîler de bu görüştedir.1314 Buna göre, biri küçük, diğeri ergin; biri uykuda, diğeri uyanık veya biri akıllı, diğeri akıl hastası olan karı-koca cinsel temasta bulununca, ehliyetli olan muhsan sayılır, daha sonra başkası ile zinâ ederse had cezâsı yalnız ona uygulanır.
Muhsanlık sıfatının devamı için evliliğin devam etmekte olması şart değildir. Bu yüzden ömründe bir defa evlenen ve eşiyle cinsel temasta bulunup da, dul kalmış olan kimse de muhsan olabilir.1315
Kur’ân-ı Kerim’de Fuhuş ve Zinâ Kavramı
“Fuhuş” (F-h-ş) kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 24 yerde geçer. “Zinâ” kelimesi ve türevleri ise toplam 9 yerde zikredilir.
1311] İbn Mâce, Diyât 36; Mâlik, Muvattâ, Hudûd 2; eş -Şevkânî, Neylü'I-Evtâr, VII, 109
1312] es-Serahsî, a.g.e., IX, 36
1313] 24/Nûr, 4
1314] eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, II, 268
1315] Bilmen, a.g.e., III, 201; Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 477-480
- 318 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an, fahşâ kelimesini birkaç formda kullanmaktadır. Öncelikle ‘fahşâ-fâhişe’ şeytanın, kendini izleyenlere emrettiği ve güzel gösterdiği ölçüsüzlük ve çirkinliktir. “O (şeytan), size yalnızca kötülüğü (seyyieyi), çirkinliği, hayâsızlığı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyi söylemenizi emreder.”1316
Kötülük etmek, üzecek ve acı verecek şeyleri yapmak anlamına gelen ‘sû’ (seyyie)’, bu şekilde işlenilen bütün günâhların genel adı olmuştur. Fahşâ ise bu şekildeki günâhların en kötüsü, en haddi aşmış olanıdır. 4/Nisâ Sûresi 15. ve 25. âyetlerinde geçen ‘fâhişe’ kelimesi zinâ anlamında kullanılmıştır. Aynı sûrenin 19. âyetinde geçen ‘fâhişe’ sözcüğü ise, çirkinlik ve hayâsızlık, serkeşlik, geçimsizlik yapma, âileyi bozacak denli bir edepsizlik veya zinâ etme şeklinde anlaşılmıştır.
‘Fâhişe’ kelimesi bir âyette ‘zinâ’ kelimesiyle birlikte zikredilip, onun çok kötü bir yol, bir fahşâ olduğu haber veriliyor.1317 Lût kavminin (Sodom’un) işlediği çirkin iş de yani livâta (homoseksüellik) de Kur’an tarafından ‘fâhişe’; çok çirkin ve edepsiz bir fiil olarak nitelendiriliyor. İnsanlık tarihinde Lût kavmine kadar hiçbir toplum bu çirkin işi bu kadar yaygın ve normal hale getirmemişti. Allah (c.c.) onları Lût (a.s.) eliyle uyardı. Ancak onlar yine de bu hayâsızlığa devam ettiler, kadınları bırakıp erkeklere yanaştılar. Allah (c.c.) bu ölçüyü aşan (müsrif) kavmi toptan cezâlandırdı.1318
Kur’an, babaların evlendiği kadınlarla evlenmeyi kesinlikle yasaklamakta, câhiliyye döneminden kalma bu âdeti yine ‘fâhişe’ kelimesiyle nitelemekte ve onun çok çirkin bir iş olduğunu vurgulamaktadır.1319 Kur’an’ın ifâdesine göre ‘fahşâ’nın görüneni de vardır, gizli olanı da vardır. Kimi ‘fahşâ’ olan fiiller açıktan işlenir, kimileri de insanların görmeyeceği şekilde işlenir. Her şeyi bilen ve gören Rabbimiz; ‘Fahşâ’nın gizlisini de açığını da yasaklamaktadır, bunlara yaklaşmayın demektedir.1320
İslâm’dan yüz çeviren şirk dini mensupları ‘fahşâ’ olan fiilleri yapmaya devam ederler. O fiillerin çirkin ve edepsizlik olduğu söylense bile aldırmazlar. Ve derler ki ‘biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah böyle emretti.’ Rabbimiz onların bu iddialarını reddederek; ‘Allah (c.c.) kesinlikle ‘fahşâ’yı, çirkin hayâsızlıkları emretmez’ buyurmaktadır.1321 Buna karşılık; “Şüphe yok ki Allah (c.c.), adâleti, ihsânı yakınlara vermeyi emreder. Fahşâdan (çirkin hayâsızlıktan), münkerden (kötülükten) ve bağy’den (zorbalık ve yoldan çıkmaktan) sakındırır. (O) size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz.”1322
“Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şâhit getirin. Eğer şâhitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin. İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa cezâ verin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlara cezâ verip eziyet etmekten vazgeçin. Çünkü Allah tevbeleri çok kabul eden ve merhamet edendir.”1323
1316] 2/Bakara, 169; ayrıca bak. 24/Nûr, 21
1317] 17/İsrâ, 32
1318] 7/A’râf, 80-84
1319] 4/Nisâ, 22
1320] 6/En’âm, 151; 7/A’râf, 33
1321] 7/A’râf, 28
1322] 16/Nahl, 90
1323] 4/Nisâ, 15-16
FUHUŞ / ZİNÂ
- 319 -
“Sağ ellerinizin mâlik olduğu (câriyeler) dışındaki kadınlardan ‘evli ve özgür’ olanlarla da (evlenmeniz haramdır.) Bunlar, Allah’ın üzerinize yazdığıdır. Bunların dışında kalanı iffetlerini koruyup fuhuşta bulunmamak üzere mallarınızla (mehir vererek) evlenecek kadın aramanız size helâl kılındı. Öyleyse onlardan hangi şeyle (veya ne kadar) yararlandıysanız, onlara ücret (mehir)lerini tespit edildiği miktarıyla ödeyin. Miktarın tespitinden sonra, karşılıklı hoşnut olduğunuz bir şey konusunda üstünüze bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.”1324
“İçinizden özgür mü’min kadınları nikâhlamaya güç yetiremeyenler, o zaman sağ ellerinizin mâlik olduğu iman etmiş câriyelerinizden (alsın.) Allah sizin imanınızı en iyi bilendir. Öyleyse onları, fuhuşta bulunmayan, iffetli ve gizlice dostlar edinmemişler olarak velîlerinin izniyle nikâhlayın. Onlara ücretlerini (mehirlerini) ma’rûf (güzel ve örfe uygun) bir şekilde verin. Evlendikten sonra, fuhuş yapacak olurlarsa, özgür kadınlar üzerindeki cezânın yarısı(nı uygulayın). Bu, sizden günaha sapmaktan endişe edip korkanlar içindir. Sabrederseniz sizin için daha hayırlıdır. Allah, bağışlayandır, merhametlidir.”1325
“Bugün size temiz olan şeyler helâl kılındı. (Kendilerine) Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin de yemeğiniz onlara helâldir. Mü’minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce (kendilerine) kitap verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, nâmuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak -onlara ücretlerini (mehirlerini) ödediğiniz takdirde- size (helâl kılındı). Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O âhirette hüsrâna uğrayanlardandır.”1326
“Lût’u da (peygamber gönderdik). Kavmine dedi ki: ‘Sizden önceki milletlerden hiçbirinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz? Çünkü siz, şehveti tatmin için kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz taşkın bir milletsiniz.’ Kavminin cevabı: ‘Onları (Lût’u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın; çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış!’ demelerinden başka bir şey olmadı. Biz de onu ve karısından başka âile efrâdını kurtardık; çünkü karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi. Ve üzerlerine (taş) yağmuru yağdırdık. Bak ki günahkârların sonu nasıl oldu!”1327
“Andolsun kadın onu arzulamıştı, -eğer Rabbinin (zinâyı yasaklayan) kesin kanıt (burhan)ını görmeseydi- o da (Yusuf da) onu arzulamıştı. Böylelikle Biz ondan kötülüğü ve fuhşu geri çevirmek için (ona delil gönderdik). Çünkü o, muhlis kullarımızdandı.”1328
“Zinâya yaklaşmayın gerçekten o ‘çirkin bir hayâsızlık’ ve kötü bir yoldur.”1329
“Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu (câriyeleri) hâriç. (Bunlarla ilişkilerden dolayı) kınanmış değillerdir. Şu halde, kim bunun ötesine gitmek isterse, işte bunlar, haddi aşan kimselerdir.”1330
“Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, Allah’ın dininde (hükümlerini uygularken) onlara acıyacağınız tutmasın. Mü’miinlerden bir grup da onlara uygulanan cezâya şâhit olsun.”1331
1324] 4/Nisâ, 24
1325] 4/Nisâ, 25
1326] 5/Mâide, 5
1327] 7/A’râf, 80-84
1328] 12/Yusuf, 24
1329] 17/İsrâ, 32
1330] 23/Mü’minûn, 6-7
1331] 24/Nûr, 2
- 320 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Zinâ eden erkek zinâ eden ya da müşrik olan bir kadından başkasını nikâhlayamaz; zinâ eden kadını da zinâ eden ya da müşrik olan bir erkekten başkası nikâhlayamaz. Bu mü’minlere haram kılınmıştır.”1332
“Korunan (iffetli) kadınlara (zinâ suçu) atan sonra dört şâhit getirmeyenlere de seksen değnek vurun ve onların şâhitliklerini ebedî olarak kabul etmeyin. Onlar fâsık olanlardır. Ancak bundan sonra tevbe eden ve sâlihçe davrananlar hâriç. Çünkü gerçekten Allah bağışlayandır, merhamet edendir.
Kendi eşlerine (zinâ suçu) atan ve kendileri dışında şâhitleri bulunmayanlar ise onlardan da her birinin şâhitliği Allah adına dört (kere yemin) ile kendisinin hiç şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna şâhitlik etmektir.
Beşinci (yemini) ise, eğer yalan söyleyenlerdense Allah’ın lânetinin muhakkak kendi üzerinde olması(nı kabul etmesi)dir.
Onun (kadının) da dört kere Allah adına (yeminle) onun (kocasının) hiç şüphesiz yalan söyleyenlerden olduğuna şâhitlik etmesi kendisinden cezâyı uzaklaştırır.
Beşinci (yemini) ise eğer o (kocası) doğru söylüyor ise Allah’ın gazabının muhakkak kendi üzerinde olması(nı kabul etmesi)dır.”1333
“Onların (iftiracıların) da bu konuda dört şâhit getirmeleri gerekmez miydi? Mâdem ki şâhitler getiremediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler.”1334
“Nâmuslu, kötülüklerden habersiz mü’min kadınlara zinâ isnâdında bulunanlar, dünya ve âhirette lânetlenmişlerdir. Onlar için çok büyük bir azap vardır. O gün dilleri, elleri ve ayakları yapmış olduklarından dolayı aleyhlerinde şâhitlik edecektir. O gün Allah onlara gerçek cezâlarını tastamam verecek ve onlar Allah’ın apaçık gerçek olduğunu anlayacaklardır.”1335
“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler ise kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır. Bu sonuncular, (iftiracıların) söylediklerinden çok uzaktırlar. Kendileri için bağışlanma ve güzel bir rızık vardır.”1336
“(Rasûlüm!) Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.”1337
“Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısımları müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mü’min kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden âilenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler yahut henüz kadınların gizli kadınlık husûsiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere
1332] 24/Nûr, 3
1333] 24/Nûr, 4-9
1334] 24/Nûr, 13
1335] 24/Nûr, 23-25
1336] 24/Nûr, 26
1337] 24/Nûr, 30
FUHUŞ / ZİNÂ
- 321 -
vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey mü’minler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.”1338
“Nikâh (imkânı) bulamayanlar, Allah onları kendi fazlından zenginleştirinceye kadar iffetli davransınlar. Sağ ellerinizin mâlik olduğu (köle ve câriyelerden) mükâtebe isteyenlere -eğer onlarda bir hayır görüyorsanız- mükâtebe yapın. Ve Allah’ın size verdiği malından onlara verin. Dünya hayatının geçici metâını elde etmek için -ırzlarını korumak istiyorlarsa- câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları (fuhşa) zorlarsa, şüphesiz, onların (fuhşa) zorlanmalarından sonra Allah (onları) bağışlayandır, merhamet edendir.”1339
“Ve onlar Allah ile beraber başka bir ilâha tapmazlar. Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa ‘ağır bir cezâ ile’ karşılaşır. Kıyâmet günü azâbı kat kat arttırılır ve onda (azapta) alçaltılmış olarak devamlı kalır. Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allah’ı onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”1340
“Lût’u da (peygamber olarak kavmine gönderdik.) Kavmine şöyle demişti: Göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapacak mısınız? (Bu İlâhî ikazdan sonra hâlâ) siz, ille de kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız? Doğrusu siz, beyinsizlikte devam edegelen bir kavimsiniz!”1341
“Lût’u da (gönderdik). O, kavmine demişti ki: Gerçekten siz, daha önce hiçbir milletin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz! (Bu İlâhî ikazdan sonra hâlâ) siz, ille de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlikler yapacak mısınız! Kavminin cevabı ise, şöyle demelerinden ibâret oldu: (Yaptıklarımızın kötülüğü ve azâba uğrayacağımız konusunda) doğru söyleyenlerden isen, Allah’ın azâbını getir bize!”1342
“Ey peygamberin kadınları, sizden kim açık bir çirkinlikte, utanmazlıkta bulunursa onun azâbı iki kat olarak arttırılır. Bu da Allah’a göre pek kolaydır.”1343
“Ey Peygamber! Mü’min kadınlar Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira düzüp uydurmamak (gayrı meşrû olan bir çocuğu kocalarına dayandırmamak) ma’rûf (iyi, güzel ve yararlı bir iş) konusunda isyan etmemek üzere sana biat etmek amacıyla geldikleri zaman onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret iste. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”1344
“Ey Peygamber! Kadınları boşadığınız zaman iddetleri süresinde (temizlendiklerinde) boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz Allah’tan korkun. Onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar; ancak açık ‘çirkin bir hayâsızlık’ göstermeleri durumu başka. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını çiğnerse gerçekte o kendi nefsine zulmetmiş olur. Sen bilmezsin; olabilir ki Allah bunun arkasından bir iş (durum) oluşturur.”1345
“Irzlarını koruyanlar; Ancak eşlerine ve câriyelerine karşı müstesnâ; çünkü onlar
1338] 24/Nûr, 31
1339] 24/Nûr, 33
1340] 25/Furkan, 68-70
1341] 27/Neml, 54-55
1342] 29/Ankebût, 28-29
1343] 33/Ahzâb, 30
1344] 60/Mümtehıne, 12
1345] 65/Talâk, 1
- 322 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kınanmaz; Bundan öteye (geçmek) isteyenler ise, onlar taşkınların ta kendileridir.”1346
Hadis-i Şeriflerde Fuhuş ve Zinâ Kavramı
Hadislerde fuhuş kelimesi ve fâhiş, mütefahhiş, fâhişe, fevâhiş, fahhâş gibi türevleri sıkça kullanılmakta olup bunların bir kısmında “bir söz ve davranışın mâkul ve mûtat ölçülerin dışına taşıp aşırılığa kaçması” anlamı, çoğunda ise “büyük günah, edepsizlik ve iffetsizlik” anlamları kastedilmiştir. Hz. Peygamber, vaktiyle bir fâhişenin (bağî) çölde susuz kalan bir köpeğe su vermesi sâyesinde günahlarının bağışlandığını belirterek1347 hayvanlara merhamet etmenin sevâbı yanında, fuhşun büyük günah olduğunu da vurgulamıştır. Rasûl-i Ekrem ayrıca fâhişenin mehrini (zinâ karşılığında veya haram olan nikâh için verilen para), kazancın en kötüleri arasında sayar.1348
“Üç kişi vardır, kıyâmet günü Allah Teâlâ onlara konuşmaz, nazar etmez, günahlardan da arındırmaz, onlara elîm bir azap vardır: Zinâ eden yaşlı yalan söyleyen devlet reisi, büyüklenen fakir.”1349
“Üç kişi vardır, kıyâmet günü Allah onlara nazar etmez: Anne ve babasının hukukuna riâyet etmeyen kimse, erkekleşen kadın ve deyyus kimse.”1350
“Kim bana çeneleri ile bacakları arasındaki şeyler hususunda garanti verirse, ben de ona cennet husûsunda garanti veririm.” 1351
“Sizin hakkınızda en ziyâde korktuğum şey, zenginlik hırsı ile karınlarınızın ve ferçlerinizin (avret yerlerinizin) şehvetleri bir de fitnelerin şaşırtmalarıdır.”1352
“Zânî (zinâ yapan) bir kimse, zinâ yaptığı sırada mü’min olarak zinâ yapmaz, hırsız da çaldığı sırada mü’min olarak hırsızlık yapmaz, içkici, içki içtiği sırada mü’min olduğu halde içki içmez; insanların, onun yüzünden gözlerini kendine kaldıracakları kadar nazarlarında kıymetli olan bir şeyi mü’min olarak yağmalamaz.”1353
“Kişi zinâ edince iman ondan çıkar ve başının üstünde bir bulut gibi muallak durur. Zinâdan çıkınca iman adama geri döner.”1354
“Şurası muhakkak ki kadın, şeytan sûretinde gelir, şeytan sûretinde gider. Biriniz bir kadında hoşuna giden bir husus görürse, hemen hanımına gelsin; zira bu, nefsinde uyananı giderir.”1355
“...Kadın, şeytanın oltasıdır...”1356
1346] 70/Meâric, 29-31
1347] Ahmed bin Hanbel, II/507; Müslim, Selâm 154, 155
1348] Buhârî, Büyû' 113; Müslim, Müsâkât 40, 41
1349] Müslim, İman 172, h. no: 107; Nesâî, Zekât 77, h. no: 5, 86
1350] Nesâî, Zekât 69, h. no: 5, 80
1351] Buhârî, Rikak 23, Hudûd 19; Tirmizî, Zühd 61, h. no: 2410
1352] Ahmed bin Hanbel, 4/420, 423
1353] Buhârî, Mezâlim 30, Eşribe 1, Hudûd 1, 20; Müslim, İman 100, hadis no: 57; Ebû Dâvud, Sünnet 16, h. no: 4689; Tirmizî, İman 11, h. no: 2627; Nesâî, Sârık 1, 8, 64
1354] Ebû Dâvud, Sünnet 16, h. no: 4690; Tirmizî, İman 11, h. no: 2627
1355] Müslim, Nikâh 9, hadis no: 1403; Ebû Dâvud, Nikâh 44, h. no: 2151; Tirmizî, Nikâh 9, h. no: 1158
1356] Kütüb-i Sitte, c. 15, s. 181-182
FUHUŞ / ZİNÂ
- 323 -
“Erkeklere kendimden sonra kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım.”1357
“Çocuk büluğa erince babası onu evlendirsin; aksi halde çocuk günah işleyebilir, onun bu günahı babaya da ait olur.”1358
“...Elbise giydiği halde çıplak gibi görünen kadınlar, Cehennem ehlindendir.”1359
“Kim (başkalarının kusurlarını teşhir edip herkese) duyurursa, Allah da (onun kusurlarını) duyurur. Kim de riya yaparsa Allah da onun riyasını ortaya çıkarır.”1360
“Bir kavimde gulûl (denen devlet malından hırsızlık) zuhûr ederse, Allah o kavmin kalplerine korku atar. Bir kavim içinde zinâ yayılırsa orada ölümler artar. Bir kavim, ölçü ve tartılarda (hile yaparak) miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır. Bir kavim ahdinden dönüp gadre yer verirse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder.”1361
“Ey Allah’ın Rasûlü! Aramızda sâlihler mevcut iken bizler helâk mi olacağız?” Rasûlullah (s.a.s.): “Evet, buyurmuşlardır, pislik (zinâ) artarsa!”1362
“Hanımını kocasına karşı, köleyi efendisine karşı ayartan bizden değildir!”1363
“Âdemoğluna zinâdan nasibi takdir olunmuştur. O buna mutlaka erişir. Gözlerin zinâsı bakmak, kulakların zinâsı dinlemek, dilin zinâsı konuşmak, elin zinâsı tutmak, ayakların zinâsı yürümektir. Kalbe gelince o, arzu eder, ister. Üreme organı ise, bunu ya gerçekleştirir ya da boşa çıkarır.”1364
“Yollarda oturmaktan kaçının!” Sahâbiler: ‘Biz buna mecbûruz. Meselelerimizi orada konuşuyoruz’ dediler. Bunun üzerine Rasûlullah: “Oturmaktan vazgeçemeyecekseniz o halde yolun hakkını verin!” buyurdu. ‘Yolun hakkı nedir ey Allah’ın Rasûlü?’ dediler. Şöyle cevapladı: “Harama bakmamak, gelip geçenleri incitmemek, selâm almak, mârufu emredip münkerden nehy etmektir.”1365
İbn Abbas (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.), kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara lânet etti. Buhârî’nin bir başka rivâyetinde de1366 “Rasûlullah (s.a.s.), kadınlara benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lânet etti.” denilmektedir.1367
Rasûlullah (s.a.s.) kadın gibi giyinen erkeğe, erkek gibi giyinen kadına lânet etti.”1368
“Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki grup vardır: Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları döven bir topluluk. Diğeri, giyinmiş oldukları
1357] Buhârî, Nikâh 17; Müslim, Zikr 97, h. no: 2740; Tirmizî, Edeb 31, h. no: 2781
1358] İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 159
1359] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128
1360] Buhârî, Rikak 36; Müslim, Zühd 48, h. no. 2987
1361] Muvattâ, Cihâd 26, h. no: 2, 460
1362] Muvattâ, Kelâm 22, h. no: 2, 991
1363] Ebû Dâvud, Talâk 1, h. no: 2175, Edeb 135, h. no: 5170
1364] Buhârî, İsti'zân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20-21; Ebû Dâvud, Nikâh 43
1365] Buhârî, Mezâlim 22, İsti'zân 2; Müslim, Libâs 114; Ebû Dâvud, Edeb 12; Tirmizî, İsti'zân 30
1366] Libâs, 61
1367] Buhârî, Libâs 62; Ebû Dâvud, Libâs 28; Tirmizî, Edeb 24; İbn Mâce, Nikâh 22
1368] Ebû Dâvud, Libâs 28; Ahmed bin Hanbel, II/325
- 324 -
KUR’AN KAVRAMLARI
halde çıplak görünen ve öteki kadınları kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesâfeden hissedilen kokusunu bile alamazlar.”1369
Abdullah bin Ömer (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.), saçlarına saç ekleten ve ekleyen, dövme yapan ve yaptıran kadınlara lânet etmiştir.1370
“Bir erkek hanımını yatağına çağırır, o da gelmez ve kocası kendisine kızgın vaziyette gecelerse, melekler o kadına sabaha kadar lânet eder.”1371
“Gözler de zinâ eder; onların zinâsı bakıştır.”1372
Büreyde (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Ali’ye (r.a.) buyurdular ki: “Ey Ali, bakışına bakış ekleme. Zira ilk bakış sanadır, ama ikinci bakış aleyhinedir.”1373
Cerîr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’a (s.a.s.) âni bakıştan sordum. Bana: “Nazarını/gözünü hemen çevir!” buyurdu.”1374
Açıklama: 1- Burada mevzûbahis olan âni bakış, kasıtsız ve gayr-i irâdî olarak bir kadının görülüvermesidir. Rasûlullah, herhangi bir yerde, ihtiyarsız olarak nazarımıza ânîden çarpan bir kadına irâdî olarak bakmaya devam etmeyi yasaklamakta nazarlarımızı derhal çekmeyi emretmektedir. Müteakip hadiste daha sarih olarak görüleceği üzere, böyle, göze birden ilişen kadına ihtiyarsız ilk bakmanın herhangi bir günahı yoktur. Ancak irâdî olarak bakmaya devam edilirse bu bakış haram Hudûduna girer ve günah işlenmiş olur. Esasen zinâya giden yolun ilk basamağında bakmak yer aldığı için, zinâ fazîhasının önlenmesinde mühim ön tedbirlerden biri, göze hâkim olmak, harama bakmamaktır. İslâm âlimleri nazarın kalbi bozan en mühim âmillerden biri olduğunu kabul eder. Hatta Seleften bazıları “Nazar kalbe düşen zehirli bir oktur” demiştir. Rabbimiz zinâ ile nazar arasındaki bu sıkı irtibat sebebiyle ferclere sahip olmayı emrettiği aynı âyette gözleri kısmayı da emretmiştir: “Mü’ min erkeklere söyle, gözlerini kıssınlar ve ferclerine (cinsiyet organlarına hâkim olup, zinâdan) muhafaza etsinler. Bu, onlar için (kalbin temizliğinde, dinin lekesiz kalmasında) en temiz yoldur.”1375 İbn Kesir: “Fercin muhâfazası bazen onun zinâdan uzak tutulmasıyla, bazen de nazarı haramdan korumakla olur” der. Bir Buhârî hadisinde Rasûlullah, “göz zinâsı”ndan bahseder ve bunun, bakmak olduğu belirtir.
Ulemâdan bir kısmı, bu hadisi esas alarak: “Kadının yolda giderken yüzünü örtmesi farz değildir” hükmünü vermiştir. Ancak erkeklerin irâdî olarak yabancı kadına bir-iki zaruret hali dışında bakması haramdır. Şeriat-ı garrâmızın tecviz ettiği haller şâhidlik, tedavi ve evlenmektir. Bunlar da hacet miktarı olmalıdır. Samimi bir niyetle evlenmeye karar veren erkek, evlenmek istediği kızın yüzüne bakabilir. Rasûlullah (s.a.s.) bunu tavsiye buyurmuştur. Müctehidler, sadece
1369] Müslim, Cennet 52
1370] Buhârî, Tefsîru Sûre (59) 4, Libâs 83, 85, 87; Müslim, Libâs 115, 117, 119; Ebû Dâvud, Teraccül 5; Tirmizî, Libâs 25, Edeb 33; Nesâî, Ziynet 22-24; İbn Mâce, Nikâh 52
1371] Buhârî, Bed'ü'l-Halk 7, Nikâh 85; Müslim, Nikâh 122; Ebû Dâvud, Nikâh 40
1372] Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20
1373] Tirmizî, Edeb 28, h. no: 2778; Müslim, Edeb 45; Ebû Dâvud, Nikâh 44, h. no: 2149
1374] Müslim, Âdâb 45, h. no: 2159; Ebû Dâvud, Nikâh 44, h. no: 2159; Tirmizî, Edeb 29, h. no: 2777; İbn Mâce, Tahâret 137
1375] 24/Nûr, 30
FUHUŞ / ZİNÂ
- 325 -
kadına değil, emred olan yani henüz sakalı çıkmamış (parlak) erkek delikanlılara da bakmayı yasaklamıştır.
Rasûlullah der ki: “Kıyâmet günü bütün gözler ağlayacaktır, ancak şunlar müstesna: Allah’ın haramlarına bakmayan gözler, Allah yolunda seher vakti uyanık olan gözler, Allah korkusuyla sinek başı (gibi yaşlar) döken gözler.”
Az önce kaydedilen âyetin devamında Rabbimiz kadınlara da ayrıca hitab edip, onlara da gözlerini kısmalarını emreder: “Mü’min kadınlara söyle, onlar da gözlerini kıssınlar ve ferclerini(nâmus ve iffetlerini) muhâfaza etsinler...”1376 Bu âyetten, âlimlerden bir kısmı kadınların yabancı erkeklere, şehvetle veya şehvetsiz olarak bakmalarının câiz olmadığı hükmünü çıkarmışlardır. Bu hükmü te’yid eden bir rivâyette, “Ümmü Seleme ile Meymûne vâlidelerimiz Aleyhissalâtu vesselâmla otururken yanlarına İbnu Ümmi Mektum gelir. Aleyhissalâtu vesselâm zevcelerine örtünmelerini emreder. Gelenin âmâ olduğu, kendilerini göremeyeceği hatırlatılınca, Aleyhissalâtu vesselâm: “Sizler de mi körsünüz, onu görmüyor musunuz?” buyurur.
Bazı âlimler, kadınların şehvetle olmadığı takdirde erkeklere bakmasının haram olmadığını söylemiştir. Nitekim Rasûlullah, Hz. Âişe’ye bayram günü oynayan Habeşlileri seyretmesine müsaade etmiştir. Nevevî, bu hadisi: “O sırada Hz. Âişe henüz büluğa ermemişti ve mükellef değildi. Veya örtünme emri henüz gelmemişti” diye te’vil eder. İbnu Hacer bu te’vile katılmaz ve hadisin bazı vecihlerinde, hâdisenin Habeşistan heyetinin gelmesinden sonra olduğunun belirtildiğini, bu heyetin de yedinci hicrî yılında geldiğini, o sene Hz. Âişe’nin onaltı yaşında olması gerektiğini söyler. Kadınların dizkapağı ile göbek arası dışında erkeklere bakabileceğini söyleyenler, bir de Fâtıma Bintu Kays hadisini delil getirirler. Buhârî ve Müslim’de gelen hadise göre, Rasûlullah, kocasından boşanan Fatıma’ya, iddetini İbnu Ümmi Mektum’un evinde geçirmesini söyler ve: “O, âmâ bir kimsedir, onun yanında elbiseni çıkarabilirsin” der. Mukabil görüşte olanlar: “Bu, gözü kısmakla da olabilir, aynı evde olmak mutlaka bakmayı gerektirmez” diye cevap vermişlerdir. Ebû Dâvud, 3440 numaralı hadiste Ümmü Seleme hadisinin Rasûlullah’ın zevcelerine mahsus, Fâtıma Bintu Kays hadisinin ise bütün mü’min kadınlara mahsus olduğunu söyleyerek iki zıd rivâyeti te’lif eder. İbnu Hacer bu telifi takdir eder ve bazı başkalarının da takdir edip beğendiklerini belirttikten sonra kendisi de şöyle bir teklif getirir: “İbn Ümmi Mektum’a karşı örtünme emri, onun âmâ olması sebebiyle, vukuunu farkedemeyeceği herhangi bir yerinin açılma ihtimaline binâendir. Öyleyse, bakma yasağı mutlak şekilde dâimî olmaz.” Ayrıca der ki: “Bu hususu, kadınların mescidlere, çarşılara, seferlere, yüzleri örtülü olarak çıkmalarına verilen cevaz da teyid eder. Onların örtünmeleri erkeklerin onları görmemeleri içindir. Ama kadınların görmemesi için de erkeklere örtünmeleri emredilmez. Bu durum, iki cins arasındaki hükmün farklılığına delildir. Gazâlî de bu şekilde ihticac etmiştir. Suyûtî’nin görüşü de böyledir.”1377
“Erkek, erkeğin avret yerine, kadın da kadının avret yerine bakamaz. Bir erkek başka bir erkekle; bir kadın da başka bir kadınla bir örtü altında yatamaz.”1378
1376] 24/Nûr, 31
1377] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/228-230
1378] Müslim, Hayz 74; Tirmizî, Edeb 38; İbn Mâce, Tahâret 137
- 326 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Hiçbiriniz yanında mahremi bulunmayan bir kadınla başbaşa kalmasın.”1379
“(Yanında mahremi bulunmayan) Kadınların yanına girmekten sakının!” Bunun üzerine ensârdan birisi: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Kocanın erkek akrabası hakkında ne dersiniz?’ diye sordu. Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Onlarla halvet, ölüm demektir.”1380
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, nâmusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsı yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.”1381
“Her müslümanın öteki müslümana kanı, ırzı (nâmusu) ve malı haramdır.”1382
“İlk peygamberlerden itibaren halkın hatırında kalan bir söz vardır: ‘Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” 1383
Ümmü Seleme (r. anhâ) anlatıyor: “Ben Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında idim. Yanında Meymûne Bintu’l-Hâris (r. anhâ) da vardı. (Bu esnada) İbnu Ümmi Mektum bize doğru geliyordu. -Bu vak’a, tesettürle emredilmemizden sonra idi- ve yanımıza girdi. Rasûlullah (s.a.s.) bize: “Ona karşı örtünün!” diye emretti. Biz: “Ey Allah’ın Rasûlü! O, âmâ ve bizi görmeyen (ve varlığımızı tanımayan) bir kimse değil mi?” dedik. Bunun üzerine: “Siz de mi körsünüz, siz onu görmüyor musunuz?” buyurdu.”1384
Ebû Üseyd (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), mescidden çıkıyordu. Yolda kadınlarla erkeklerin karışmış vaziyette olduklarını görünce, kadınlara: “Sizler geride kalın. Yolun ortasından gitmeyin, kenarlarından gidin!” diye ferman buyurdu. Bundan sonra, kadınlar nerdeyse duvara değecek şekilde kenardan yürürdü. Bazen bu değmeler sebebiyle, elbisenin duvara takıldığı olurdu.”
“Yedi helâk ediciden kaçının!” Sahâbîler: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar nelerdir?’ diye sordular. Hz. Peygamber: “Allah’a şirk/ortak koşmak, sihir (büyü) yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmek, fâiz yemek, yetim1385 malı yemek, savaş meydanından kaçmak, evli, nâmuslu ve hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlara zinâ isnad etmektir.”1386
“Mü’min; insanları kötüleyen, lânetleyen, kötü söz ve çirkin davranış sergileyen kimse değildir.”1387
“Bir erkek hanımını yatağına çağırır, o da gelmez ve kocası kendisine kızgın vaziyette
1379] Buhârî, Nikâh 11, Cihâd 140; Müslim, Hac 424; Tirmizî, Radâ’ 1; Fiten 7
1380] Buhârî, Nikâh 111; Müslim, Selâm 20; Tirmizî, Radâ’ 16
1381] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
1382] Müslim, Birr 32; Tirmizî, Birr 18
1383] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6; İbn Mâce, Zühd 17
1384] Ebû Dâvud, Libas 37, h. no: 4112
1385] Ebû Dâvud, Edeb: 180, h. no: 5272
1386] Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 38, Hudûd 44; Müslim, İman 145; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10; Nesâî, Vesâyâ 12
1387] Tirmizî, Birr 48; Ahmed bin Hanbel, I/405, 416
FUHUŞ / ZİNÂ
- 327 -
gecelerse, melekler o kadına sabaha kadar lânet eder.”1388
“Allah bir şeyi haram kılınca, onun bedelini de haram kılar.”1389
“Kim (din) kardeşinin ırz ve nâmusunu onu gıybet edene karşı savunursa, Allah da kıyâmet günü o kimseyi cehennemden korur.”1390
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: “Hilâl İbn Ümeyye (r.a.) Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanında, hanımının Şerik İbnu Sahmâ ile zinâ yaptığını söyledi. Rasûlullah (s.a.s.): “Ya delil getirirsin veya sırtına hadd tatbik edilir” dedi. Hilâl: “Ey Allah’ın Rasûlü! Birimiz, hanımı üzerinde bir adam görse, koşup delil mi arayacak?” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) önceki sözünü tekrar ediyordu: “Ya delil getirirsin ya da sırtına had uygulanır.” Bunun üzerine Hilâl: “Seni hak üzerine gönderen Zât’a kasem olsun doğruyu söylüyorum. Mutlaka Allah sırtımı hadden kurtaracak bir vahiy gönderecektir” dedi. Cibrîl (a.s.) indi ve şu vahyi indirdi: “Karılarına zinâ isnad edip de kendilerinden başka şâhitleri olmayanların şâhitliği, kendisinin doğru sözlülerden olduğuna Allah’ı dört defa şâhit tutmasıyla olur. Beşincisinde eğer yalancılardan ise Allah’ın lânetinin kendisine olmasını diler”1391Rasûlullah (s.a.s.) oradan ayrıldı. Onlara adam gönderdi. Hilâl geldi (lânet okuyarak) şehâdette bulundu. Rasûlullah: “Allah biliyor ki, ikinizden biriniz yalancısınız, tevbekâr olanınız var mı?” dedi. Sonra kadın kalktı, o da şehâdetde bulundu. Kadın beşinci şehâdette iken kadını durdurdular ve: “Beşinci şehâdet, (yalancı olduğun takdirde) şiddetli azab gerektirir” dediler. İbn Abbâs der ki: Bunun üzerine kadın durakladı ve sükût etti. Öyle ki, yeminden rücû edeceğini sandık. Sonra: “Hayır, vallahi kavmimi bundan böyle mahçup hâle düşürmeyeceğim” dedi ve yeminini tamamladı. Rasûlullah (s.a.s.): “İyi bakın, eğer bu kadın gözleri sürmeli, kabaları iri, bacakları kalın bir çocuk doğurursa bilin ki bu çocuk Şerik İbn Sahmâ’dandır” buyurdu. Gerçekten de bu evsafta bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle söylediler: “Eğer, Allah’ın Kitabı’nda kadının yemini ile haddin düşeceği husûsunda hüküm gelmemiş olsaydı, (çocuktaki bu benzerlikten hareketle kadının zânîliğine hükmederdim ve) onun benden göreceği vardı.”1392
İbn Abbâs (r. anhümâ) anlatıyor: “Hz. Ömer’i (r.a.) hutbe verirken dinledim. Şöyle demişti: “Allah Teâlâ hazretleri Muhammed’i (s.a.s.) hak (din ile) gönderdi ve O’na Kitab’ı indirdi. Bu indirilenler arasında recm âyeti de vardı! Biz bu âyeti okuduk ve ezberledik. Ayrıca, Rasûlullah (s.a.s.) zinâ yapana recm cezâsını tatbik etti, ondan sonra da biz tatbik ettik. Ben şu endişeyi taşıyorum: Aradan uzun zaman geçince, bazıları çıkıp: ‘Biz Kitabullah’ta recm cezâsını görmüyoruz’ (deyip inkâra sapabilecek ve) Allah’ın kitabında indirdiği bir farzı terkederek dalâlete düşebilecektir. Bilesiniz, recm, kadın ve erkekten muhsan olanların zinâları, -delil veya hâmilelik ya da itiraf yoluyla- sübût bulduğu takdirde, onlara tatbik edilmesi gereken Kitabullah’da mevcut bir haktır. Allah’a kasemle söylüyorum, eğer insanlar: ‘Ömer Allah Teâlâ’ nın kitabına ilâvede bulundu’ demeyecek olsalar, recm âyetini (Kitabullah’a) yazardım.”1393
1388] Buhârî, Bed'ü'l-Halk 7, Nikâh 85; Müslim, Nikâh 122; Ebû Dâvud Nikâh 40
1389] Ebû Dâvud, Büyû' 38, 63, 64
1390] Tirmizî, Birr 20
1391] 24/Nûr, 6-7
1392] Buhârî, Tefsir, Nur 3, Şehâdât 21, Talâk 28; Ebû Dâvud, Talâk 27, h. no: 2254; Tirmizî, Tefsir, Nur, h. no: 3178
1393] Buhârî, Hudûd 30, 31, Mezâlim 19, Menâkibu'l-Ensâr 46, Meğâzî 21, İ'tisâm 16; Müslim, Hudûd 15, h. no: 1691; Muvattâ, Hudûd 8, 10, h. no: 823, 824; Tirmizî, Hudûd 7, h. no:
- 328 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’inde: “Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı içinizden dört şâhit getirin. Eğer şehâdet ederlerse -onları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar- kendilerini evlerde alıkoyun (insanlarla ihtilâttan menedin)” buyurdu.1394 Cenâb-ı Hak, bu âyette (zinâ meselesinde) önce kadını zikrettikten sonra, erkeği kadınla birlikte ele alarak şöyle demiştir: “Sizlerden fuhşu irtikâp edenlerin her ikisini de (kınayarak) eziyete koşun. Eğer tevbe edip (nefislerini) ıslah ederlerse artık onlara (eziyetten) vazgeçin. Çünkü Allah tevbeleri çok kabul eden, en çok merhamet edendir.”1395 Cenâb-ı Hak bu âyeti, celde âyetiyle neshederek şöyle buyurdu: “Zinâ eden kadınla zinâ eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız bunlara, Allah’ın dinini tatbik husûsunda acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir zümre de bunların azâbına (bu cezâlarına) şâhit olsun.”1396 Sonra Nur sûresinde recm âyeti nâzil oldu. Önceki (celdeyi emreden) vahiy bekâr (zâni) içindi. Sonra recm âyeti tilâvetten kaldırıldı, ancak hükmü bâki kaldı.”1397 Bu rivâyetin “...yüzer değnek vurun” ibâresine kadar olan kısım Ebû Dâvud’a aittir, mütebakisini Rezîn ilâve etmiştir.
Ebû Hüreyre ve Zeyd İbnu Hâlid (r.a.) şunu anlattılar: “Rasûlullah’a (s.a.s.) muhsan olmayan câriye zinâ yaparsa ne gerekir? diye sorulmuştu, şöyle cevap verdi: “Câriye zinâ yaparsa ona celde uygulayın, yine zinâ yaparsa yine celde uygulayın, yine zinâ yaparsa yine celde uygulayın ve sonra onu (kıldan mamul âdi) bir ipe mukabil de olsa satın gitsin.”1398 Bir rivâyette: “(Efendisi) ona celde tatbik etsin, bir de ayıplamasın” denmiştir.
Ebû Abdirrahmân es-Sülemî (r.a.) anlatıyor: “Hz. Ali (r.a.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, kölelerinize -ister muhsan olsunlar, ister olmasınlar- haddleri tatbik edin. Zîra, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bir câriyesi zinâ yapmıştı, ona celde tatbik etmemi emretti. (Dövmek üzere) yanına geldim. Yeni nifas olmuştu. Döversem öldürürüm diye korktum. Durumu Rasûlullah’a arzettim. Bana: “İyi yapmışsın, iyileşinceye kadar ona dokunma” dedi.”1399
Vâil İbn Hucr İbni Rebîa (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’ın (s.a.s.) sağlığında, namaz kılmak maksadıyla bir kadın evinden çıkmıştı. Yolda ona bir erkek rastladı. Kadına çullanıp ihtiyacını giderdi. Kadın bağırdı, adam ise sıvıştı gitti. (Çığlığı üzerine) kadına bir erkek uğramıştı. Ona başından geçeni anlatıp, bir adam bana böyle böyle yaptı dedi. Sonra, bir grup muhâcire rastladı, başından geçeni onlara da anlatıp: “Bir adam bana böyle yaptı!” dedi. Hep beraber yürüyüp, kadının kendisine tevcâvüz ettiği kimseyi yakalayıp kadına getirdiler. Kadın: “Evet bu odur?” dedi. Sonra adamı (zânî o zannedip) Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yanına götürdüler. Rasûlullah adamın recmedilmesini emrettiği sırada, kadına (esas) tevcâvüz etmiş olan kimse kalkıp: “Ey Allah’ın Rasûlü, suçlu benim!” diye itirafta 1431; Ebû Dâvud, Hudûd 23, h. no: 4418; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 6/211
1394] 4/Nisâ, 15
1395] 4/Nisâ, 16
1396] 24/Nûr, 2
1397] Ebû Dâvud, Hudûd 23, h. no: 4413
1398] Buhârî, Büyû’ 66, 110; Müslim, Hudûd 30, h. no: 1703; Muvattâ, Hudûd 14, h. no: 826; Tirmizî, Hudûd 13, h. no: 1440; Ebû Dâvud, Hudûd 33, h. no: 4469, 4470, 4471
1399] Müslim, Hudûd 34, h. no: 1075; Tirmizî, Hudûd 13, h. no: 1441; Ebû Dâvud, Hudûd 34, h. no: 4473
FUHUŞ / ZİNÂ
- 329 -
bulundu. Rasûlullah (s.a.s.) kadına: “Git. Allah günahlarını affetti” dedi. Zan altında kalmış olan kimseye de güzel sözler söyleyip (gönlünü aldı). Mütecâavizin recmedilmesini emretti ve recmedildi. Sonra Rasûlullah şunu söyledi: “Bu adam öyle bir tevbe ile tevbe etti ki, böyle bir tevbeyi Medine ahalisi yapsaydı kabul edilirdi.” Tirmizî, şu ziyâdede bulunmuştur: “Vâil (r.a.) Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kadına mehir takdir edip etmediğini zikretmedi.”1400
İbn Abbâs (r. anhümâ) anlatıyor: “Hz. Ömer’e, zinâ yapmış olan deli bir kadın getirildi. (Recm edilip edilemeyeceği hususunda) halkla istişâre ederek recmedilmesine hükmetti. Kadına Hz. Ali (r.a.) uğradı. (Hazırlığı görünce): ‘Bunun hâli nedir?’ diye sordu. Kendisine: ‘Falanca kabileden deli bir kadındır, zinâ yapmıştır. Hz. Ömer (r.a.), recmedilmesine hükmetmiştir’ dediler. Hz. Ali (r.a.): ‘Kadını geri götürün!’ dedi, sonra Hz. Ömer’e uğrayıp: ‘Ey mü’minlerin emîri! Bilirsin ki, Rasûlullah (s.a.s.): “Kalem üç kişiden kaldırılmıştır (artık onlar yaptıklarından sorumlu değildirler): Bülûğa erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan, şifa buluncaya kadar bunamıştan.” Bu bîçâre kadın falanca kabilenin bunağıdır. Ona tevcâvüz eden, muhakkak ki aklî noksanlığı sırasında tecâvüz etmiştir’ dedi.”1401
Habib İbn Sâlim anlatıyor: “Abdurrahman İbn Huneyn denen bir adam karısının câriyesine temasta bulundu. Hâdise, Kûfe emîri Nu’man İbn Beşir’e (r.a.) götürüldü. “Ben, dedi, hakkınızda, Rasûlullah (s.a.s.)’ın hükmüyle hükmedeceğim: Eğer zevcen, câriyeyi sana helâl ederse, yüz değnek yiyeceksin, helâl etmezse recmedileceksin...” Sonra (tahkik etti) karısının câriyeyi adama helâl ettiğini görünce, emîr yüz değnek vurdu.”1402
Seleme İbn Muhabbak (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), hanımının câriyesine temas eden bir adam hakkında şöyle hükmetti: “Eğer, adam câriyeyi zorladı ise, câriye hürdür, adam, câriyenin efendisine (yani karısına) mislini borçlanmıştır, câriye rıza göstermişse, câriye adamın olur, câriyenin efendisine, onun bir mislini borçlanır.”1403
Berâ İbnu’l-Âzib (r.a.) anlatıyor: “Dayım Ebû Bürde İbn Niyâr -beraberinde bir bayrak olduğu halde- bana uğradı. Kendisine nereye gideceğini sordum. ‘Rasûlullah (s.a.s.), bana babasının hanımıyla evlenen bir adamın kellesini getirmemi (ve malına da el koymamı) emretti, ona gidiyorum’ diye cevap verdi.”1404
İbn Abbâs (r. anhümâ) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) şöyle emretti: “Kim, nikâhı haram olan bir akrabasına cinsî temasta bulunursa -veya şöyle demişti; kim haram yakını ile evlenirse- onu öldürün.”
Enes (r.a.) anlatıyor: Bir adam, Rasûlullah (s.a.s.)’ın ümmü veledine temas etmekle itham edilmişti. Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali’ye (r.a.): “Git boynunu vur!” diye emretti. Hz. Ali, adama geldiği vakit, onu bir kuyunun içinde (yıkanıp) serinliyor buldu. “Çık dışarı!” diyerek elinden tutup kuyunun dışına çıkardı. Hz. Ali, adamın
1400] Tirmizî, Hudûd 22, h. no: 1452; Ebû Dâvud, Hudûd 7, h. no: 4379
1401] Ebû Dâvud, Hudûd 16, h. no: 4399, 4400, 4401, 4402
1402] Tirmizî, Hudûd 21, h. no: 1451; Ebû Dâvud, Hudûd 28, h. no: 4458, 4459; Nesâî, Nikâh 70, h. no: 6, 124; İbn Mâce, Hudûd 8, h. no: 2551
1403] Ebû Dâvud, Hudûd 28, h. no: 4460, 4461; Nesâî, Nikâh 70, h. no: 7, 124; İbn Mâce, Hudûd 8, h. no: 2553
1404] Tirmizî, Ahkâm 25, h. no: 1362; Ebû Dâvud, Hudûd 27, h. no: 4456, 4457; Nesâî, Nikâh 58, h. no: 6, 109-110; İbn Mâce, Hudûd 35, h. no: 2607
- 330 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mecbub (burulmuş) ve tenâsül organından mahrum olduğunu gördü. Artık ona dokunmayıp, durumu Hz. Peygamber (s.a.s.)’e haber verdi. Rasûlullah, onu, davranışı sebebiyle takdir etti.” Bir rivâyette şu ziyade gelmiştir: “Rasûlullah (s.a.s.): “Şâhit, gâibin görmediğini görür” buyurdu.”1405
Sehl İbn Sa’d (r.a.) anlatıyor: “Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)’a gelerek ismini de verdiği bir kadınla zinâ yaptığını itiraf etti. Rasûlullah (s.a.s.) kadına adam göndererek meseleyi sordurdu. Kadın, zinâ ettiğini inkâr etti. Bunun üzerine, adama hadd celdesi tatbik etti, kadına dokunmadı.”1406
İbn Abbâs (r. a.) anlatıyor: “Bekr İbnu Leys kabilesinden bir adam, Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek, bir kadınla (itiraf ederek) dört kere zinâ yaptığını söyledi. Rasûlullah (s.a.s.) ona yüz sopa vurulmasına hükmetti. Zîra adam bekârdı. Sonra, kadın aleyhine beyyine sordu. Kadın: “Ey Allah’ın Rasûlü! Vallahi yalan söylüyor” dedi. Bunun üzerine, Rasûlullah, adamı iftira (kazf) haddine yani seksen sopaya mahkûm etti.”1407
Büreyde (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’a (s.a.s.), Mâiz İbn Mâlik el-Eslemî (r.a.) gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, ben nefsime zulmettim, zinâ fazîhasını işledim, beni temizlemeni istiyorum’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) onu reddetti (geri çevirip meselenin üzerine gitmedi). Ancak Mâiz ertesi gün tekrar geldi. Yine: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, ben zinâ fazîhasını irtikâp ettim!’ diye ikinci sefer itirafta bulundu. Adamı ikinci sefer geri çeviren Rasûlullah (s.a.s.) adamın kavmine birisini yollayarak: “Onun aklında bir noksanlık biliyor musunuz, normal bulmadığınız bir davranışına rastladınız mı?” diye tahkik ettirdi. Ancak hep beraber: ‘Biz onu gördüğümüz kadarıyla, aramızdaki sâlih kişilere denk akıl (ve ferâset) sahibi biliyoruz’ dediler. Mâiz üçüncü sefer mürâcaatta bulundu. Hz. Peygamber (s.a.s.) onlara yine birini göndererek adam hakkında sordurdu. Yine ne kendinde, ne aklında bir kusur olmadığını söylediler. Adam dördüncü sefer mürâcaat edince, ona bir çukur kazdırdı. Taşlanmasını emretti ve taşlandı. Râvi der ki: Gâmidiye adında bir kadın da gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, ben zinâ fazîhasını işledim. Beni temizle!’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.), onu da geri çevirdi. Ertesi gün gelen kadın: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, beni niye reddediyorsun. Görüyorum ki, beni de Mâiz gibi geri çevirmek istiyorsun. Allah’a kasem olsun ben hâmileyim de!’ dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Öyle ise hayır. Sen git ve çocuğu doğurunca gel” dedi. Kadın gitti, çocuğu doğurunca, bir beze sarılmış olarak çocukla geldi. ‘İşte çocuk, doğurdum!’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Git, sütten kesinceye kadar emdir, sonra gel!” buyurdu. Kadın gitti, o çocuğu sütten kesince çocukla birlikte geldi. Çocuğun elinde bir ekmek parçası vardı. ‘Ey Allah’ın Rasûlü, işte çocuk, sütten kestim, yemek de yedi’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) çocuğu alıp müslümanlardan birine teslim etti. Sonra bir çukur kazılmasını emir buyurdu. Göğsüne kadar derinlikte bir çukur kazıldı. Bundan sonra halka taşlamalarını emretti. Herkes taşladı. Hâlid İbnu Velîd (r.a.) elinde bir taş ilerledi, başına attı. Kan yüzüne fışkırmıştı, kadına küfretti. Rasûlullah (s.a.s.) Hâlid’in kadına küfrettiğini işitince: “Ey Hâlid ağır ol!” dedi ve ilâve etti: “Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e kasem olsun, bu kadın öyle bir tevbe yaptı ki, şâyet alışverişte sahtekârlık yapanlar aynı tevbe ile tevbe yapsalardı, onların bile mağfiretine
1405] Müslim, Tevbe 59, h. no: 2771
1406] Ebû Dâvud, Hudûd 31, h. no: 4466
1407] Ebû Dâvud, Hudûd 31, h. no: 4467
FUHUŞ / ZİNÂ
- 331 -
yeterdi!” Sonra Rasûlullah (tekfin) emretti. Kadının üzerine namaz kıldırdı ve defnedildi.”1408
Câbir (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) zinâ yapmış olan bir kimse için celde ile had tatbik edilmesini emretti. Sonra, onun muhsan olduğu bildirildi. Bu sefer recmedilmesini emretti ve recmedildi.”1409
İmrân İbnu’l-Husayn (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’a (s.a.s.) Cüheyneli, zinâdan hâmile kalmış bir kadın geldi ve: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben bir hadd cürmü işledim, cezâsını bana tatbik et” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) da kadının velîsini çağırıp: “Buna iyi muâmelede bulunun. Çocuğu doğurunca kadını bana getirin!” buyurdu. Velîsi öyle yaptı. (Doğumdan sonra gelince) Rasûlullah kadının elbisesini üzerine bağlamalarını emretti. Sonra taşlamalarını söyledi ve taşlandı. Üzerine cenâze namazı kıldırdı. (Bunu gören) Hz. Ömer: “Bu zâniye kadına namaz mı kıldırıyorsun?” dedi. Aleyhissalatu vesselam Efendimiz: “Bu öyle bir tevbe yaptı ki, onun tevbesi Medine ahalisinden yetmiş kişiye taksim edilseydi onların hepsini rahmete bandırırdı. Sen Allah için canını vermekten daha efdâl bir amel biliyor musun?” diye cevap verdi.”1410
Ebû Hüreyre ve Zeyd İbn Hâlid el-Cühenî (r. anhumâ) anlatıyor: “Bir bedevî, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, Allah aşkına, hakkımda Allah’ın kitabıyla hükmet!’ diye yemin verdi. Bundan daha fakih olan bir diğeri de: ‘Evet aramızda Kitabullah’la hükmet, bana da izin ver!’ talebinde bulundu. Rasûlullah (s.a.s.): “Merâmını söyle! (seni dinliyorum)” dedi. Adam: ‘Oğlum bunun yanında işçi idi. Karısıyla zinâ yaptı. Bana, ‘Oğlun için recm gerekir’ dediler. Ben de hemen oğlum nâmına yüz koyunla bir câriyeyi fidye verdim. Sonra bir de ilim adamlarına sordum. Bana: ‘Oğluna yüz değnek ve bir yıl sürgün cezâsı gerekir; bu adamın karısına da recm cezâsı icap eder’ dediler’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Nefsimi kudret elinde tutan Zât’a yemin olsun, ikinizin arasını Kitabullah’a uygun şekilde hükme bağlayacağım: Câriye ve koyunlar sana geri verilecek. Oğluna yüz sopa ve bir yıl sürgün tatbik edilecek” buyurdu. Sonra, Eslemli bir adama seslendi: “Ey Üneys! Bu zâtın hanımına git, eğer zinâyı itiraf ederse onu recmet gel!” Üneys, kadına vardı. O suçunu itiraf etti. Rasûlulluh (s.a.s.) emretti, kadın recmedildi.”1411
İmam Mâlik diyor ki: “Bana ulaştığına göre, Hz. Osman (r.a.)’a evliliğinin altıncı ayında doğum yapan bir kadın getirildi. Derhal recmedilmesini emretti. Ancak Hz. Ali (r.a.): “Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de: “(İnsanın anne karnında) taşınma ve sütten kesilmesi (müddeti) otuz aydır...”1412 buyuruyor. Yine, bir başka âyette de: “Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. (Bu hüküm) emmeyi tamam yaptırmak isteyenler içindir...”1413 buyurmaktadır. Bu durumda hâmilelik müddeti altı aydır.” Bu açıklama üzerine Hz.Osman (r.a.) kadının geri gönderilmesini emretmişti, ancak kadın
1408] Müslim, Hudûd 22, h. no: 1695; Ebû Dâvud, Hudûd 24, 25, h. no: 4434, 4441
1409] Ebû Dâvud, Hudûd 24, h. no: 4438, 4439
1410] Müslim, Hudûd 24, h. no: 1696; Tirmizî, Hudûd 9, h. no: 1435; Ebû Dâvud, Hudûd 25, h. no: 4440, 4441; Nesâî, Cenâiz 64, h. no: 4, 63
1411] Buhârî, Muhâribîn 30, 32, 34, 38, 46, Vekâlet 13, Şehâdât 8, Sulh 5, Şurût 9, Eymân 3, Ahkâm 39, Haberu'l-Vâhid 1, İ'tisâm 2; Müslim, Hudûd, 25, h. no: 1697, 1698; Muvattâ, Hudûd 6, h. no: 2, 822; Tirmizî, Hudûd 8, h. no: 1433; Ebû Dâvud, Hudûd 25, h. no: 445; Nesâî, Kudât 21, h. no: 8, 240, 241; İbn Mâce, Hudûd 7, h. no: 2549
1412] Ahkâf 15
1413] 2/Bakara, 233
- 332 -
KUR’AN KAVRAMLARI
recmedilmiş bulundu.”1414
Ebû İshâk eş-Şeybânî (rahimehullah) anlatıyor: “İbn Ebî Evfâ’ya (r.a.): “Rasûlullah (s.a.s.) hiç recm tatbik etti mi?” diye sordum. Bana: “Evet!” cevabını verdi. Ben tekrar: “Nûr sûresinin nüzûlünden önce mi, sonra mı?” diye sordum. “Bilmiyorum!” dedi.”1415
Şa’bî anlatıyor: “Hz. Ali (r.a.), kadını recmettiği zaman onu perşembe günü dövdü, cuma günü de recmetti. Ve şunu söyledi: “Ona Kitabullah (ın hükmü) ile celde, Rasûlullah’ın (s.a.s.) sünneti ile de recm tatbik ettim.”1416
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Yahûdilerden bir kadınla bir erkek zinâ yaptılar. Birbirlerine: ‘Bizi şu peygambere götürün. Çünkü bir kısım hafifletmeler getiren bir peygamberdir. Bize recm dışında fetvâlar verirse kabul eder, Allah indinde O’nun hükmünü kendimize delil kılarız ve: ‘Peygamberlerinden bir peygamberin bize verdiği fetvâlar(la amel ettik, hevâmıza uymadık) deriz’ dediler. Mescidde ashâbıyla birlikte oturmakta olan Hz. Peygamber (s.a.s.)’e gelerek: ‘Ey Ebû’l-Kasım, zinâ yapan kadın ve erkek hakkında kanaatin nedir?’ dediler. O, onlara tek kelime söylemeden Beyt-i Midrâslarına geldi. Kapıda durarak: “Hz. Mûsâ (a.s.)’ya Kitabı indiren Allah aşkına söyleyin, muhsan olan birisi zinâ yapacak olursa bunun Tevrat’taki hükmü nedir?” diye sordu. “Yüzü siyaha boyanır, eşek üzerine ters bindirilir ve dayak atılır.” -Hadiste geçen tecbiye: Zânileri, enseleri birbirine bakacak şekilde bir eşeğe bindirilip, bu halde sokaklarda dolaştırılmasıdır- Râvi devamla der ki: “Yahudilerden bir genç (bu cevaba katılmayıp) susmuştu. Rasûlullah (s.a.s.) onun suskunluğunu görünce sualinde ısrar etti. Bunun üzerine genç: “MÂdemki sen bize Allah’ın adına yemin veriyorsun (gerçeği söyleyeceğim): “Biz Tevrat’ta recm emrini görüyoruz” dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Allah’ın emrini hafifletmenizin başlangıcı nasıl oldu?” diye sordu. (Genç) şu cevabı verdi: ‘Krallarımızdan birinin bir yakın akrabası zinâ yaptı. Kralımız, recmi ona tatbik etmedi. Sonra halka mensup bir âileden bir erkek zinâ yaptı. Bunu recmetmek istedi. Ancak adamın kavmi buna mâni olup: ‘Sen yakınını getirip recmetmedikçe biz de adamımızın recmedilmesine müsâade etmeyeceğiz!’ dediler. Bunun üzerine, aralarında şimdiki cezâyı vermek üzere anlaşıp sulh yaptılar.’ (Bu açıklama üzerine) Rasûlullah (s.a.s.): “Ben Tevrat’taki âyetle hükmediyorum!” dedi ve onların recmedilmelerini emretti ve recmedildiler. Zührî (rahimehullah) der ki: “Bana ulaştığına göre şu âyet bunlar hakkında nâzil olmuştur: “Şüphesiz ki Tevrat’ı Biz indirdik. Ki onda bir hidâyet, bir nur vardır. Kendisini (Allah’a) teslim etmiş olan (İsrail) peygamberleri yahudilere ait (dâvâlarda) onunla hükmederlerdi...”1417 Rasûlullah (s.a.s.) onlardan biri idi.”1418
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Yahûdiler, Rasûlullah (s.a.s.)’a gelip, kendilerinden bir erkekle kadının zinâ yaptığını söylediler. Rasûlullah (s.a.s.) onlara: “Recm hakkında Tevrat’ta ne buluyorsunuz?” diye sordu. Onlar: ‘Teşhir edip rezil ederiz ve dayak atarız’ dediler. Abdullah İbn Selâm (r.a.): ‘Yalan söylüyorsunuz. Zinânın Tevrat’taki cezâsı recmdir’ dedi. Hemen Tevrat’ı getirip açtılar. İçlerinden (Abdullah
1414] Muvattâ, Hudûd 11, h. no: 2, 825
1415] Buhârî, Hudûd, 21, 37; Müslim, Hudûd 29, h. no: 1702
1416] Buhârî, Hudûd 21
1417] 5/Mâide, 44
1418] Ebû Dâvud, Hudûd 26, h. no: 4450, 4451
FUHUŞ / ZİNÂ
- 333 -
İbnu Surya adında) biri elini recm âyetinin üzerine koydu. Sonra, âyetten önceki kısımlardan okumaya başlayıp (kapadığı kısmı atlayarak arka kısmını okumaya devam etti. Abdullah İbn Selâm (r.a.) müdâhale edip: ‘Kaldır elini!’ dedi. Adam elini çekti, tam orada recm âyeti mevcut idi. Bunun üzerine: ‘Ey Muhammed, Abdullah doğru söyledi. Tevrat’ta recm âyeti mevcuttur!’ dediler. Rasûlullah (s.a.s.) derhal o iki zâninin recmedilmesini emretti ve recmedildiler.” İbn Ömer (r.a.) der ki: “Erkeğin, atılan taşlara karşı korumak için, kadının üzerine eğildiğini gördüm.”1419
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Kimin Lût kavminin sapık işini yaptığını görürseniz, fâili de mef’ûlü de öldürün.”1420 Tirmizî, Ebû Hüreyre’nin de böyle bir rivâyette bulunduğunu belirtir. Ebû Dâvud’da İbn Abbâs’tan (r.a.) yapılan bir rivâyette: “Livâta yaparken yakalanan bekâr (yani muhsan olmayan kişi) de recmedilir” denmiştir.
Livâta, Lût kavminin içine düştüğü cinsî sapıklıktır; homoseksüalite de denir. Bu, erkeğin erkekle, kadının kadınla cinsî temasta bulunmasıdır. Dinimiz bu işi zinâdan da çirkin bir ahlâksızlık kabul etmiş, şiddetle yasaklamıştır. Hadis, sadece fâili yani, erkeğe temas eden erkeği değil, mef’ûlü de yani kendisine cinsî temas yaptırtan erkeği de mahkûm etmekte, ikisinin de öldürülmesini emretmektedir.
Kur’ân-ı Kerim Lût kavminin helâk oluşunun sebebini bu ahlâksızlığa bağlar. Şu halde, bu küçümsenecek bir sosyal bozukluk değil, insanlığın ciddi bir meselesidir. Kur’ân her asra hitab ettiğine göre, onda yer eden meseleler asıl itibarıyla geçmişi anlatsa bile, hal ve istikbâle de parmak basmaktan uzak değildir. Öyle ise livata her zaman için insanlığın karşılaşabileceği bir ahlâkî çöküş, içtimâî bir musîbet kaynağıdır. Günümüzde ortaya çıkan ve tıbbî yollarla tedavisi ve önlenmesi henüz imkân dâhiline girmemiş bulunan AİDS âfetinin de livatanın yaygın olduğu çevrelerde çıkmış olması ve yayılma sebebinin de esas itibarıyla livata ve zinâ olması, üzerinde durulması gereken bir husustur. Dinimizin cinsî hayâtın disipline edilmesi hususunda gösterdiği hassâsiyetin hikmeti şimdi daha iyi anlaşılmış olmalıdır. Haram yollardan cinsî tatmin arayanlara karşı İslâm’ın koyduğu müeyyideleri fazla sert ve hatta gayr-i medenî bulanlar, AIDS vak’asının, cinsî sapıklar yüzünden bütün insanlığı ve medeniyeti tehdit eder bir hal alışı karşısında insafa gelmeli, hakkı teslim etmeli değil midir!?
Livâta yapanlara tatbik edilecek hadd hususunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüştür: Şâfiî’nin iki görüşünden daha zâhir olanına göre -ki Ebû Yusuf ve İmam Muhammed de bu görüştedir- fâilin haddi, zinâ haddidir. Yani muhsan ise recmedilir, muhsan değilse yüz sopa vurulur. Mef’ûle ise Şâfiî’ye göre, muhsan da olsa gayr-ı muhsan da olsa, kadın da olsa, erkek de olsa yüz sopa ve bir yıl sürgün cezâsı verilir. İmam Mâlik ve Ahmed İbnu Hanbel başta, diğer bir kısım âlimlere göre, livata yapanın cezâsı recmedilmektir, muhsan da olsa gayr-ı muhsan da olsa fark etmez.
İmam Şâfiî’nin ikinci bir görüşü, sadedinde olduğumuz hadisin zâhirine uygun olarak fâilin de mef’ûlün de öldürülmesidir. Öldürülüş tarzı hususunda: “O
1419] Buhârî, Hudûd 37, 24, Cenâiz 61, Menâkıb 26, Tefsir, Âl-i İmran 6, İ'tisâm 16, Tevhid 51; Müslim, Hudûd 26, h. no: 1699; Muvattâ, Hudûd 1, h. no: 2, 819; Tirmizî, Hudûd 10; Ebû Dâvud, Hudûd 26, h. no: 4446, 4449
1420] Tirmizî, Hudûd 24, h. no: 1456; Ebû Dâvud, Hudûd 29, h. no: 4462, 4463
- 334 -
KUR’AN KAVRAMLARI
pis işi yaptıkları ev tepelerine yıkılır” diyenler olmuştur. “Uçurumdan atılarak öldürülür” diyenler de olmuştur. Ebû Hanife: “Bunlar azarlanır, levm edilir fakat hadd uygulanmaz” demiştir. Münzirî’nin et-Terğîb ve’t-Terhîb’de yazdığına göre, halifelerden dört tanesi livata yapanı yakmıştır: Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, Abdullah İbnu’z-Zübeyr ve Hişâm İbn Abdilmelik.
İbn Ebî’d-Dünya ve Beyhakî’nin rivâyetlerine göre, Hâlid İbnu’l-Velîd, Hz. Ebû Bekir’e yazar ki, bir Arap karyesinde kadın gibi nikâhlanan bir erkeğe rastlamıştır. Hz. Ebû Bekir, bu haber üzerine Rasûlullah (s.a.s.)’ın ashâbını toplayıp ne yapmak gerektiği hususunda fikirlerini alır. Hz. Ali (r.a.): “Bu günahı tarihte tek bir ümmet işlemiştir. Bildiğiniz gibi Allah da o kavmi helâk etmiştir, ben bu adamın yakılmasını uygun görüyorum” der. Bunun üzerine bütün ashâbın re’yi onun yakılması hususunda icmâ etti. Hz. Ebû Bekir de (Halid İbn Velîd’e yazarak) adamın yakılmasını emretti.” Yine, İbn Abbâs (r.a.)’ın rivâyetine göre, Hz. Ali, livâta yapan çifti yaktırmıştır. Hz. Ebû Bekir (r.a.), üzerlerine bir duvarı yıktırmıştır.”1421
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Lût kavminin iğrenç fiilini işleyen kimse mel’ûndur.”1422
Câbir (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.): “Ümmetim için en ziyâde korktuğum şey Lût kavminin amelidir” buyurdular.”1423
“Kadına dübüründen temas eden mel’undur.”1424
Bu hadis, kadınlara arka uzvundan temas etmenin haram olduğuna delâlet eder. Esâsen Kur’ân-ı Kerim, “Kadınlarınız tarlalarınızdır, tarlalarınıza (ön tarafa) nasıl isterseniz öyle varın!”1425 meâlindeki âyeti ile ekine elverişli cinsî uzva teması irşad etmiştir. Birçok hadiste Rasûlullah açık bir ifâde ile arka uzuvdan teması şiddetle yasaklamıştır. Tirmizî hadisi de şöyledir: “Hayızlı kadına arka uzvundan temas eden, kâhine giden, Muhammed’e ineni inkâr etmiştir.”
“Allah Teâlâ, erkeğe temas eden veya kadınlara arka uzvundan temas eden erkeğe (kıyâmet günü rahmet nazarıyla) bakmaz.”1426
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.): “Kim bir hayvana temas ederse onu öldürün, hayvanı da beraber öldürün” buyurdu.” İbn Abbâs’a: “Hayvanın günahı ne (o niçin öldürülsün?)” diye soruldu. Şu cevabı verdi: “(Bu hususta Rasûlullah’tan bir şey işitmedim). Tahminimce eti yenmesin veya ondan istifâde edilmesin diyedir. Zîra ona, bu muâmele yapılmıştır.”1427 Ebû Dâvud ve Tirmizî’de şu rivâyet de gelmiştir: “Hayvana temas edene bir hadd takdir edilmemiştir.”
Şârihler, dört mezhep imamlarının, hayvana temas eden kimsenin öldürülmeyip ta’zir cezâsına maruz bırakılacağında müttefik olduklarını belirtirler. Hadis bu büyük amelden zecre (yasaklamaya) hamledilmiştir. Ulemâ, bu mevzûda İbn Abbâs (r.a.)’ın şu sözünü esas almıştır: “Hayvana temas edene hadd yoktur.”
1421] Rezîn ilâvesidir
1422] Rezin ilâvesidir -Münzir'de kaydedilen uzunca bir hadisin parçasıdır-
1423] Tirmizî, Hudûd 24, h. no: 1457; İbn Mâce, Hudûd 12, h. no: 2563
1424] Ebû Dâvud, Nikâh 46, h. no: 2162
1425] 2/Bakara, 223
1426] Tirmizî, Radâ 12, h. no: 1165
1427] Ebû Dâvud, Hudûd 30, h. no: 4464; Tirmizî, Hudûd 23, h. no: 1454
FUHUŞ / ZİNÂ
- 335 -
Atâ da bir soru üzerine, hayvana temas mevzuunda hadd olmadığını söyledikten sonra, “Bu kabih/çirkin bir ameldir, kabihi takbih edin” diye cevap vermiştir.
“Bir insan diğer bir insana: ‘Ey Yahudi!’ diye hitab edecek olursa ona yirmi sopa vurun. ‘Ey muhannes (kadınlaşmış, homoseksüel)!’ diyecek olursa yine o kadar cezâ verin. Nikâhı haram olan birine, bunu bilerek muvakaa (aşk-ı memnû) yaparsa öldürün.” 1428
Ümmü Seleme (r. anhâ) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) yanımda idi. Evde bir muhannes vardı. Bu muhannes, Ümmü Seleme’nin kardeşi Abdullah İbn Ebî Ümeyye’ye: “Ey Abdullah, şâyet yarın Allah Tâif’in fethini müyesser kılarsa, ben sana Gaylân’ın kızını göstereceğim. Çünkü o, gelirken dört, giderken sekizdir” der. Bu söz üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Böyleleri bir daha yanınıza girmesin!” buyurdu. Bu sözüyle muhannesleri kasdetmişti. Bundan sonra onu, (evlerine girmekten) men ettiler.”1429
Açıklama: Muhannes kadınlaşmış erkek demektir. Ahlâkında, davranışlarında, konuşma tarzında ve bütün davranışlarında kadına benzeyen kimsedir. Bu hal, bazen yaratılıştandır. Böyleleri levm edilmezler; ancak kendilerini buna zorlayan (isteğiyle kadın gibi tavırlar takınan) kişilere de rastlanır. İşte bu mezmumdur ve müdâhale edilmesi gerekir. Sesi ve bazı halleriyle yaratılıştan kadına benzeyenlere hünsâ denir. Zikri geçen zâtı Rasûlullah’ın hünsâ bilmesi, ilk gördüğünde yasaklamayışının sebebini izah eder. Bâzı rivâyetler, herkesçe onun cimâya ihtiyaç duymayan biri olduğunun bilindiğini belirtir.
Peygamberimiz Medine’den bazı muhannesleri sürmüştür. Ebû Dâvud’da, ellerini ve ayaklarını kınalayan bir muhannesin Medine’den iki gece uzaklıktaki Nakî adlı mevkiye sürüldüğü belirtilir. Öldürülmesini teklif edenlere Rasûlullah, “Ben musallî olanları öldürmekten nehyolundum” cevabını verir. Bu sürülen kimsenin Hit adını taşıdığı belirtilir. Hind diyen de olmuştur, başka isimler de var. Sürüldüğü yerin adı da farklıdır. Bundan, birden fazla kimsenin sürüldüğü hükmüne varılabilir. Nitekim Âmirî, bunların dört kişi olduğunu kaydeder.
Rasûlullah birçok hadislerinde erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesini yasaklamıştır. Bir hadisleri şöyledir: “Allah’ın yaratışından nefret ederek kadınlara benzeyenlere Allah’ın öfkesi şiddetlidir.” Bir başka hadis de şöyledir: “Kadınlardan kendisini erkeklere benzetenlerle, erkeklerden kendilerini kadınları benzetenlere Allah lânet etsin!”
Rasûlullah’ın Hît’i sürgün edişinde başlıca üç sebep gösterilmiştir. Kadınlara ihtiyaç duyan biri olduğu halde bunu gizleyerek, kendinin herkesçe kadınlara ihtiyacı olmayan biri bilinmesine sebep olması. Kadınların güzelliklerini ve avret yerlerini erkeklere alenî şekilde anlatmasıdır. Bu, dinimizin yasakladığı bir edebsizliktir. Kadının erkeğini, erkeğin hanımını tasvir etmesi memnûdur. Bir rivâyette Hît, vasfettiği kız hakkında daha müstehcen tâbirler kullanmıştır: “Ağzı papatya çiçeği gibi, oturduğu zaman iki olur, konuşursa renk saçar gibi...” Kadınların en mahrem yerlerine muttalî olmuştur, bunları başka kadınlar bile kolay kolay öğrenmez. İşte bu sebeplerle Rasûlullah (s.a.s.) bunu sürmüştür.
1428] Tirmizî, Hudûd 28, h. no: 1462
1429] Buhârî, Meğâzî 56, Nikâh 113, Libâs 62; Müslim, Selâm 32, h. no: 2180; Muvattâ, Vasiyyet 5, h. no: 2, 767; Ebû Dâvud, Edeb 61, h. no: 4929
- 336 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Aişe (r. anhâ) anlatıyor: “Mâruz kaldığım iftirâdan beni temize çıkaran vahiy indiği zaman, Rasûlullah (s.a.s.) minbere çıkıp, durumu hatırlattı ve ilgili âyeti1430 tilâvet buyurdu. Minberden inince iki erkek ve bir kadına kazf haddi vurulmasını emretti. Ve derhal icrâ edildi. Burada hadd icrâ edilen şahıslar Hassân İbn Sâbit, Mistah İbnu Üsâse ve Hamnâ Bintu Cahş idi.”1431
Ebû’z-Zinâd (r.a.) anlatıyor: “Ömer İbn Abdilaziz (r.a.) iftira sebebiyle bir köleye seksen sopa vurdu. Ebû’z-Zinâd der ki: “Bu hüküm hakkında, Abdullah İbn Âmir İbni Rebîa’ya sordum. Bana şu cevabı verdi: “Ben, Osman İbn Affân ve arkadan gelen diğer halifelerin zamanlarına yetiştim, hiç birisinin iftira sebebiyle köleye kırktan fazla vurduğunu görmedim!”1432
Hz. Berâ (r.a.) anlatıyor: “Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yanına yüzü kömürle karartılmış ve dayak atılmış bir Yahudi getirdiler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) Yahûdileri çağırarak: “Kitabınızda zinâ haddini (cezâsını) böyle mi buluyorsunuz?” diye sordu. “Evet” dediler. Sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) onların âlimlerinden birini çağırdı ve “Mûsâ’ya, Tevrat’ı indiren Allah aşkına soruyorum, zinâ edenin haddini kitabınızda böyle mi buluyorsunuz?” dedi. Âlim: “Hayır! Eğer bana böyle yemin vererek sormasa idin sana haber vermezdim. Kitapta recm buluyoruz. Fakat zinâ vak’aları eşrafımız arasında çoğaldı. Artık şerefli birini bu suçla yakalarsak onu bırakır olduk. Ancak bîçare birisini yakalarsak ona haddi tatbik ediyoruz. Kendi aramızda şöyle dedik: ‘Gelin aramızda öyle bir cezâ şeklinde anlaşalım ki o, eşraftan olsun, halktan olsun herkese tatbik edilsin.’ Sonunda recm yerine suratın kömürle boyanıp dayak atılmasında ittifak ettik.” Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Allahım, onların öldürdüğü emr-i şerifini ilk ihya edip dirilten ben olayım” dedi ve had cezâsının tatbikini emretti, zâni hemen recmedildi. Bunun üzerine şu âyet indi: “Ey Peygamber! Kalbleri inanmışken ağızlarıyla “inandık” diyenler yahudilerden yalana kulak verenler ve başka bir topluluk hesabına casusluk edenlerden inkâra koşanlar seni üzmesin. Sözleri asıl yerlerinden değiştirirler de “Böyle bir (fetva) size verilirse alını verilmezse kaçının” derler...”1433 Az sonra Allah Teâlâ şu âyeti indirdi: “Allah’ın idirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir...”; “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar zâlimlerdir...”; “...Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fâsıklardır!”1434
Bu âyetlerin hepsi kâfirler hakkında nâzil olmuştur.”1435
Ebû Dâvud’un İbnu Abbas’tan (r.a.) kaydettiği bir başka rivâyette şöyle demiştir: “Bu üç âyet hâssaten Kureyza ve en-Nâdir Yahûdileri hakkında nâzil oldu.”1436
“Allah kıskançtır, mü’min de kıskançtır. Allah’ın kıskanması, mü’minin Allah’ın haram ettiği şeyi yapmasıdır.”1437
Kıskançlık diye tercüme edilen kelime gayret’tir. Dilimizde gayret kelimesi
1430] 24/Nûr, 11-23
1431] Ebû Dâvud, Hudûd 35, h. no: 4474, 4475
1432] Muvattâ, Hudûd 17, h. no: 2, 828
1433] 5/Mâde, 41
1434] 5/Mâide, 44, 45, 47
1435] Müslim, Hudûd: 28, h. no: 1700; Ebû Dâvud, Hudûd: 26, h. no: 4448; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/444-445
1436] Ebû Dâvud, Diyât 2, h. no: 356
1437] Buhârî, Nikâh 107; Müslim, Tevbe 36, h. no: 2761; Tirmizî, Radâ 14, h. no: 1168
FUHUŞ / ZİNÂ
- 337 -
kıskançlık mânâsına kullanılmaz. Çaba veya cehd mânâsındadır. Kadı İyaz, kıskançlık mânâsına olan gayret’in, kelime olarak teğayyürü’lkalb’den inşikak ettiğini söyler. Şöyle der: “Bu kendine mahsus olan şeyde müşâreke (ortaklık) sebebiyle öfkenin kabarması, kalbin teğayyürüdür.” Bu hal, en ziyade karıkoca arasında olur. Söylediğimiz bu husus insanlar hakkındaki kıskançlığı açıklar.
Allah’a nisbet edilen kıskançlığa gelince: Bu hususta Hattâbî derki: “Allah hakkında kıskançlığın ne olduğunu en iyi açıklayan şey Ebû Hureyre hadisidir.” Hattabî burada, sadedinde olduğumuz hadisi kasteder. Çünkü orada; “Allah’ın kıskanması, mü’minin Allah’ın haram ettiği şeyi yapmasıdır” denir. İyaz der ki: “Allah hakkında gayret’in, onu yapanın hâlini değiştirdiğine işaret olması da muhtemeldir. Dendi ki, asıl itibarıyla gayret, hamiyet ve izzeti nefisdir. Bu tarif, “gayret”i tegayyürün gerektirdiği şeyle tefsir etmektir, böylece gadaba râci olur. Cenâb-ı Hak, Kitabında gadab ve rıza’yı kendi nefsine nisbet etmiştir.” İbnu Arabî der ki: “Tegayyürün Allah hakkında muhal olduğu kat’î delille sâbittir. Öyleyse lâzımı ile tevili gerekir. Onun lâzımı ise vâid’dir ve fâile cezâ verilmesidir.” Aynî, “Allah’ın gayretini (kıskanmasını), fevâhişten (çirkin fiillerden) yasaklaması ve onları haram kılması ve onlardan menetmesi” diye tarif eder ve şöyle açıklar: “Çünkü gayyur (kıskanç), kıskandığı şeyden başkasını zecr eden (yasaklayan kimsedir). Bu hususu, Rasûlulah’ın (s.a.s.) Allah kıskanç olduğu için fevâhişi haram etti “hadisi açıklamıştır. Yani haram etti demek, işlenmesini yasak etti demektir. Yine Aleyhissalâtu vesselâm buyurmuştur ki: “Allah’ın kıskanması, mü’minin Allah’ın haram kıldığı şeyi yapmamasıdır.”
İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’ı (s.a.s.) işittim, şöyle diyordu: “Allah’tan daha kıskanç kimse yoktur. Bu sebeptendir ki fevâhişin açığını da kapalısını da haram kıldı. Medihten Allah kadar hoşlanan bir kimse de yoktur. Bu sebeptendir ki nefsini medhetmiştir.”1438
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Sa’d İbnu Ubâde (r.a.) dedi ki: “Ey Allah’ın Rasûlü, ben zevcemle birlikte bir adam yakalasam, dört şâhit getirinceye kadar ona mühlet mi tanıyacağım?” Peygamberimiz “Evet!” buyurdu. Sa’d: “Asla dedi, seni hakla gönderen Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun, şâhit aramazdan önce kılıcımı indiririm.” Rasûlullah (s.a.s.): “Şu efendinizin söylediğine bakın! Evet, (biliyoruz ki) o kıskanç bir adamdır. Ama ben ondan da kıskancım, Allah da benden kıskanç.”1439
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) bir gece yanımdan çıkıp gitmişti. (Benim nöbetimde) hanımlarından birinin yanına gitmiş olabilir diye içime kıskançlık düştü. Geri gelince halimi anladı ve: “Kıskandın mı yoksa?” dedi. Ben de: “Evet! Benim gibi biri Senin gibi birini kıskanmaz da ne yapar?” dedim. Aleyhissalâtu vesselâm: “Sana yine şeytanın gelmiş olmalı” dedi. Ben: “Benimle şeytan mı var?” dedim. “Şeytanı olmayan kimse yoktur” dedi. “Seninle de var mı?” dedim. “Evet, ancak ona karşı Allah bana yardımcı oldu da (o bana) teslim oldu!” buyurdu.”1440
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) erkeklerden kadınlaşanlara,
1438] Buhârî, Nikâh 107, Tefsir, En'âm 7, Tefsir A'râf 1, Tevhid 15; Müslim, Tevbe 33, h. no: 2760; Tirmizî, Deavât 97, h. no: 3520
1439] Müslim, Li'an 16, h. no: 1498; Muvattâ, Akdiye 17, h. no: 2, 737, Hudûd 7, h. no: 2, 823; Ebû Dâvud, Diyât 12, h. no: 4532
1440] Müslim, Münafikun 70, h. no: 2815; Nesâî, İşretü'n-Nisâ 4, 7, 72
- 338 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kadınlardan da erkekleşenlere lânet etti ve: “Onları evlerinizden çıkarın!” şeklinde ferman buyurdu.”1441
Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) kadınlarından biriyle beraber idi. Yanından bir adam geçti. Rasûlullah adamı çağırarak: “Bu benim zevcemdir!” dedi. Adam: “Ey Alah’ın Rasûlü! Ben herkesten şüphe etsem de sizden şüphe etmem!” deyince, Allah’ın Elçisi: “Şeytan insana kanın nüfuz ettiği gibi nüfuz eder!” buyurdular.”1442
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Hz. Ömer (r.a.), el-Câbiye’de bize hitaben: “Ey insanlar, dedi. Ben, (şu hutbeyi okumak üzere) aranızda kalkıyorum, tıpkı, Rasûlullah (s.a.s.)’ın da bizim aramızda kalktığı gibi. (O kalkıp) şöyle demişti: “Size Ashâbımı, sonra da onların peşinden gelecekleri (sonra da bunların peşinden gelecekleri) tavsiye ediyorum. Daha sonra (gelenler arasında) yalan, öylesine yayılacak ki, kişi, kendisinden yemin talep edilmediği halde yemin edecek, şâhitliği istenmediği halde şehâdette bulunacak. Haberiniz olsun, bir erkek bir kadınla baş başa kaldı mı onların üçüncüsü mutlaka şeytandır. Size cemaati tavsiye ederim. Ayrılıktan sakının. Zira şeytan, tek kalanla birlikte olur. İki kişiden uzak durur. Kim cennetin ortasını dilerse, cemaatten ayrılmasın. Kimi yaptığı hayır sevindirir ve kötülüğü de üzerse, işte o, mü’mindir.”1443
Ebû Mes’ud (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) köpeğin semenini, fâhişenin mehrini (zinâ karşılığında alınan ücreti) ve kâhinin ücretini yasakladı.”1444
Ebû Cuheyfe (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) kan mukabilinde alınan semenden, köpek semeninden, fuhuş kazancından men etti. Dövme yapanı, dövme yaptıranı, fâiz yiyeni, fâiz yedireni ve musavvirleri lânetledi.”1445
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Allah’ın had cezâlarından birinin yerine getirilmesi Allah’ın beldelerinde kırk gece yağan yağmurdan daha hayırlıdır.”
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Kur’an’dan tek bir âyeti inkâr edenin boynunu vurmak helâl olur. Kim lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh ve enne Muhammeden abduhu ve Rasûluhu (Allah birdir, ortağı yoktur, Muhammed onun kulu ve elçisidir)” derse hiç kimsenin ona dokunma yetkisi yoktur. Ancak, bir hadd suçu işlerse, ona cezâsı verilir.”
Ubâde İbnu’s-Sâmit (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Siz Allah’ın had cezâlarını (akrabalık ve diğer hususlarda size) yakın olan hakkında da uzak olan hakkında da tatbik edin. Allah’ın hükmünü uygulamaktan sizi hiçbir ayıplayıcının ayıplaması alıkoymasın.”
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Hadd cezâsını defedebildiğiniz müddetçe defedin (suçun sübutunu zedeleyen delilleri esas alarak uygulamaktan kaçının).”
1441] Buhârî, Libas 62, Hudûd 33; Ebû Dâvud, Edeb 61, h. no: 4930; Tirmizî, Edeb 34, h. no: 2785, 2786
1442] Müslim, Selâm: 23, h. no: 2174
1443] İbn Mâce, Ahkâm 27, h. no: 2363; Tirmizî, Fiten 7, h. no: 2166
1444] Buharî, Büyû' 113, İcâre 20, Talâk 51, Tıb 46; Müslim, Müsâkât 39, h. no: 1567; Muvattâ, Büyû' 68, h. no: 2, 656; Tirmizî, Büyû' 46, h. no: 1276; Nesâî, Büyû 91, h. no: 7, 309; Ebû Dâvud, Büyû' 68, h. no: 4381
1445] Buhârî, Büyû' 113, 25, Talâk, Libas 86, 96; Ebû Dâvud, Büyû' 65, h. no: 3483
FUHUŞ / ZİNÂ
- 339 -
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Kim müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Kıyâmet günü Allah da onun ayıbını örter. Kim de müslüman kardeşinin ayıbını açarsa Allah da onun ayıbını açıp evinin içinde bile rezil eder.”
Mes’ud İbnu’l-Esved (r.a.) anlatıyor: “(Fâtıma isimli) kadın, Rasûlullah’ın (s.a.s.) evinden kadifeyi çalınca biz bunu büyük bir hâdise olarak değerlendirdik. Kadın Kureyş’ten (tanınmış) birisiydi. Lehinde konuşmak üzere Rasûlullah’a geldik: “Biz onun cezâsına mukabil kırk okiyyelik fidye verelim” dedik. Rasûlullah: “Cezâsını çekerek temizlenmesi onun için daha hayırlıdır” buyurdular. Biz Rasûlullah’ın (s.a.s.) sözündeki yumuşaklığı görünce, Üsâme’ye geldik ve: “Git, kadın lehine Rasûlullah’a konuş (da eli kesilmesin)” dedik. Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm bu hali görünce (sertleşti ve) hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı, şöyle söyledi: “Aziz ve celil olan Allah’ın cariyelerinden bir cariyeye terettüp eden Allah’ın haddlerinden birini (tatbik etmemem için) üzerimde niye bu kadar ısrar ediyorsunuz? Muhammed’in nefsini kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun! Eğer o kadının tenezzül ettiği şeye (hırsızlığa) Muhammed’in kızı Fâtıma tenezzül etseydi Muhammed (hiç çekinmeden) onun elini mutlaka keserdi.”
İbn Abbâs (r.a.): “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “(Zinâ suçu sebebiyle) herhangi birini şâhitsiz olarak recmetseydim, falan kadını recmederdim. Çünkü onun konuşmasından, vaziyetinden ve yanına girip çıkanlardan dolayı ciddi bir şüphe hâsıl olmuştur.”
Said İbn Sa’d İbn Ubâde (r.a.) anlatıyor: “Evlerimiz arasında vücut yapısı noksan ve zayıf bir adam vardı. (Bir gün) mahallenin cariyelerinden biriyle kötü vaziyette aniden yakalandı. Bunun üzerine (babam) Sa’d İbnu Ubâde durumunu Rasûlullah’a duyurdu. “Yüz sopa vurun!” diye emrettiler. Halk: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! O buna zayıftır, buna dayanamaz, yüz sopa vurursak ölür!’ dediler. Efendimiz: “Öyleyse, onun için yüz saçaklı bir hurma dalı alın ve ona o dal ile bir kere vurun!” buyurdular.”
Seleme İbnu’l-Muhabbık (r.a.) anlatıyor: “Haddlerle ilgili âyet nâzil olunca, kıskanç bir adam olan Ebû Sâbit, Sa’d İbnu Ubâde’ye: “Sen hanımınla bir adamı yakalasan ne yapacağını zannedersin?” denildi. “Kılıcımı her ikisine de vurur (gebertirim)! Dört tane şâhit getirmemi mi bekleyeceğim? O vakte kadar herif işini tamamlar ve gider bile veya “şöyle bir vak’â gördüm deyip de bana hadd vurmalarını ve ebediyen şâhitlikten de düşmemi mi göze alacağım?” diye cevap verdi. Ravi der ki: “Onun bu sözleri Rasûlullah’â haber verildi. Aleyhissalâtu vesselâm (önce): “Kılıç şâhid olarak yeterlidir” dedi ise de, sonra: “Hayır! Sarhoşun ve kıskancın bu işte birbirini takip etmelerinden korkarım!” buyurdular.”
“Kim, kendisini babasından başkasına nisbet ederse (yani onun oğlu olduğunu söylerse) veya Mevlasından başka birini Mevlâ (efendi) edinirse, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti üzerine olsun.”
“Kim (kendisine) babasından başkasını (baba diye) iddia ederse cennetin kokusunu hiç duymayacaktır. Hâlbuki onun kokusu beşyüz yıl uzaklıkta bulunup (hissedilir).
Eş’as İbnu Kays anlatıyor: “Kinde heyeti içerisinde Rasûlullah’a (s.a.s.) geldim. Heyet mensupları beni kendilerinden üstün görürlerdi. Bu sebeple: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bizden değil misiniz?’ dedim. “Biz, Benî Nadr İbni Kinânedeniz, anamızı iffetsizlikle itham etmeyiz ve babalarımıza olan nisbetimizi reddetmeyiz!” buyurdular. Râvi devamla der ki: “Eş’as İbnu Kays derdi ki: “Kureyşli birinin, Nadr İbn Kinâne’den
- 340 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğunu reddeden biri bana getirilse, ona mutlaka (iftira etti diye) hadd celdesi tatbik ederim.”
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Dini ve ahlâkı sizi memnun eden birisi kız talep ederse onu evlendirin. Böyle yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve geniş bir fesâd çıkar.”1446
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Celde ile cezâlandırılmış zânî kimse ancak kendisi gibi biriyle evlenebilir.”1447
“Çocuk yatağa aittir. Zânî’ye de mahrûmiyet vardır.”1448
Aişe (r. anhâ) anlatıyor: “Utbe İbn Ebi Vakkas, kardeşi Sa’d’a: “Zem’a’nın câriyesinden doğan oğlan bendendir, onu sahiplen” diye vasiyet etmişti. Fetih yılında onu Sa’d yakalayıp: “Bu kardeşimin oğludur, kardeşim onu bana vasiyet etmişti!” dedi. Abd İbn Zem’a da: “O, benim kardeşimdir ve babamın cariyesinin oğludur, onun yatağında doğmuştur!” dedi. Problemin halli için Rasûlullah (s.a.s.)’a koştular. Sa’d (r.a.): “Ey Allah’ın Rasûlü! Bu kardeşimin oğludur. Kardeşim onun hakkında bana vasiyette bulundu. Hele onun benzerliğine de bakın!” dedi. Abd: “O benim kardeşimdir ve babamın cariyesinin oğludur. Babamın yatağında doğdu!” dedi. Rasûlullah (s.a.s.), ondaki benzerliğe baktı Utbe’ye açık bir benzerlik gördü. Sonra: “Bu sana aitir ey Abd İbnu Zem’a. Çocuk yatağa aittir, zânî için de mahrûmiyet vardır” buyurdu. Sonra da Sevde Bintu Zem’a’ya: “Bun(u kardeşin bilme, ihtiyat et, ona karşı) tesettür et!” emretti. Bu emri, onun Utbe’ye olan benzerliği sebebiyle vermişti. O, kadını Allah’a kavuşuncaya kadar göremedi. Sevde, Rasûlullah’ın (s.a.s.) zevcesi idi.”1449
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)’a gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Benim siyah bir çocuğum dünyaya geldi” dedi. Adam, ta’riz yoluyla çocuğu nefyetmeyi teklif ediyordu. Aleyhissalâtu vesselâm, onun nefyedilmesine ruhsat vermedi. “Senin bir deven var mı?” dedi. Adam: “Evet” deyince: “Bunların renkleri nasıldır?” diye sordu. Adam: “Kırmızı!” dedi. Rasûlullah tekrar sordu: “Bunlar arasında boz renkli var mı?” “Evet!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: “Peki bu nereden (geldi)?” dedi. Adam: “Belki bir damar çekmiştir” deyince, Aleyhissalâtu vesselâm da: “Senin oğlun da bir damara çekmiştir!” buyurdular.”1450
Amr İbnu Şuayb, dedesinden rivâyet ederek anlatıyor: “Bir adam kalkarak: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Falan benim çocuğumdur. Câhiliyye devrinde ben annesiyle zinâ yapmıştım!’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) şu cevapta bulundu: “İslâm’da (neseb) iddiası yok. Câhiliyye işi bitti artık. Çocuk yatağa aittir, zânî’ye de mahrûmiyet vardır!”1451
“İslâm’da bir kimse asıl baba varken bir başkasının babası olduğunu söylerse ve bu
1446] Tirmizî, Nikâh 3, h. no: 1084
1447] Ebû Dâvud, Nikâh 5, h. no: 2052
1448] Buhârî, Hudûd 23, Ferâiz 18; Müslim, Radâ' 37, h. no: 1458; Tirmizî, Radâ' 8, h. no: 1157; Nesâî, Talâk 48, h. no: 6, 180
1449] Buhârî, Vesâyâ 4, Büyû' 3, 100, Husumât 6, Itk 8, Ferâiz 18, 28, Hudûd 23, Ahkâm 29; Müslim, Radâ' 36, h. no: 1457; Muvattâ, Akdiye 20, h. no: 2, 739; Ebû Dâvud, Talâk 34, h. no: 2273; Nesâî, Talâk 48, 49, h. no. 6, 180, 181
1450] Buhârî, Talâk 26, Hudûd 41; Müslim, Lian 20, h. no: 1500; Ebû Dâvud, Talâk 28, h. no: 2260, 2261, 2262; Tirmizî, Velâ ve Hîbe 4, h. no: 2129; Nesâî, Talâk 46, h. no: 6, 178, 179
1451] Ebû Dâvud, Talâk 34, h. no: 2274
FUHUŞ / ZİNÂ
- 341 -
iddiasını da o kimsenin babası olmadığını bilerek yaparsa, cennet ona haramdır.”1452
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) mülâane (lanetleşerek boşanma) âyeti indiği zaman şöyle buyurdular: “Hangi kadın, bir kavme, onlardan olmayanı dâhil edecek olursa, hiç bir hususta Allah’la irtibatı kalmamıştır. Artık Allah onu asla cennete koymayacaktır. Hangi erkek de göre göre evladını inkâr ederse, Allah kıyamet günü onunla kendi arasına perde koyar ve herifi öncekilerin ve sonrakilerin önünde rezil rüsvay eder.”1453
Zinâ Suçunu Önleyici Tedbirler
İslâm, insanları, zinâ suçuna düşmekten kurtarmak için yalnızca cezâya başvurmamıştır. Geniş ölçüde yapıcı, düzeltici ve önleyici tedbirler de almıştır. Cezâyı ancak son çare olarak görmüştür. Gâye, insanlara cezâ vermek değil; onları bu cezâya düşmekten kurtarmaktır. Bu amaçla her şeyden haberdar olan Allah’ın korkusunu yerleştirmekte,1454 yaptıklarından ölümle bile kurtulamayıp âhirette hesap vereceği1455 duygusuyla insanları donatmaktadır. Önce gerçek bir iman, sonra da İlâhî emirlere itaat mecbûriyetini iliklerine varıncaya kadar yerleştirmektedir. Fuhşun, iffetsizliğin Allah’ın sert bir biçimde cezâlandıracağı çirkin ve ağır suçlardan olduğunu tekrar tekrar dile getirmekte ve hatırlatmaktadır.1456 İslâm, bununla da yetinmeyerek evlilik için her türlü kolaylığı getirmiştir.1457
Tek kadınla yetinemeyenler için dört kadına kadar evlenme ruhsatı vermiştir.1458 Eğer karı-koca güler yüzle, tatlı dille geçinemiyorlarsa, boşanma için (talâk ve hul’ gibi) gerekli kolaylık ve imkânlar tanımıştır.1459 Eşler arasındaki anlaşmazlık durumunda, her iki taraftan âile mensuplarının araya girmesiyle uzlaşma imkânı,1460 o da olmazsa boşanıp yeniden evlenme imkânları her zaman için tanınmıştır. Bekâr kalmak hoş karşılanmamış ve bekârların evlendirilmesi, hatta köle ve câriyelerin bile bekâr bırakılmaması için açık hükümler konmuştur.1461
Ayrıca, İslâm hukukunda, insanı zinâya götürecek tüm yollar kapatılmıştır. Zinâ cezâsının konmasından bir yıl kadar önce kadınlara örtünmeleri (tesettür) ve evlerinden dışarı çıktıklarında başörtülerini yakalarının üzerine indirmeleri emredilmiştir.1462 Hz. Peygamber’in her müslüman âile için örnek olan hanımlarına edep ve vakarlarıyla evlerinde kalmaları, güzelliklerini ve süslerini sergilememeleri istenmiştir.1463 Kadınların, konuşurken seslerini yumuşatarak değiştirmelerinin ve açılıp saçılarak dolaşmalarının yasaklanması; kadınlarla tesettüre
1452] Buhârî, Ferâiz 29, Meğâzî 56; Müslim, İman 114, h. no: 63; Ebû Dâvud, Edeb 119, h. no: 5113
1453] Ebû Dâvud, Talâk 29, h. no: 2263; Nesâî, Talâk 47, h. no: 6, 179
1454] bk. 11/Hûd, 103; 14/İbrâhim, 14; 55/Rahmân, 46; 79/Nâziât, 40
1455] bk. 2/Bakara, 284; 17/İsrâ, 32; 24/Nûr, 2-10; 25/Furkan, 68, 69; 33/Ahzâb, 30; 65/Talâk, 1
1456] bk. 4/Nisâ, 15-25
1457] bk. 2/Bakara, 221, 230, 235; 4/Nisâ, 1-5; 7/A'râf, 189, 190; 24/Nûr, 3, 32, 33; 30/Rûm, 21; 33/Ahzâb, 37; 60/Mümtehıne, 10-12
1458] 4/Nisâ, 4
1459] 2/Bakara, 225-228, 241, 242; 4/Nisâ, 19-21; 33/Ahzâb, 39; 65/Talâk, 1, 2, 4-7; 58/Mücâdele, 3, 4
1460] 4/Nisâ, 35
1461] 24/Nûr, 32
1462] 33/Ahzâb, 32-33, 59; 24/Nûr, 31
1463] 33/Ahzâb, 32, 33
- 342 -
KUR’AN KAVRAMLARI
riâyet edilerek konuşulmasının emredilmesi,1464 ayrıca, evlere izinsiz girilmesinin yasaklanması, hem erkeklerin hem de kadınların bakışlarına dikkat etmelerinin emredilmesi, kadınların, güzellik ve süsleri bilinsin diye kırıtarak yürümelerinin bile yasaklanması, zinâ ortamının oluşmasını engellemeye yönelik tedbirler olarak algılanmalıdır.
Bütün bu tedbirlerden sonra zinânın cezâ gerektirici bir suç olduğu ilân edilmiş ve iffetsizliği her ne şekilde olursa olsun yaymak da yasaklanmıştır.1465 Yine, delilsiz olarak başkasını suçlama karşılığında cezâlar konmuştur.1466 Gözlerin haram bakışlar yoluyla zinâya yaklaşmaması, şehevî duygulara ve yasak aşklara kapı açmaması için erkeklere, bakışlarına hâkim olmaları emredilmiş,1467 aynı şekilde kadınlara da mahrem (kendileriyle evlenmenin yasak olduğu kimseler) olan ve olmayanlar arasında ayrım yapmaları emredilmiştir.1468
Bütün bunlar, İslâm hukukunda zinâ için öngörülen cezânın yalnızca bir bütünün küçükcük bir parçası olduğunu göstermektedir. Bu cezâ da kişiyi ve toplumu ıslah için getirilen bütün bu hükümlerden ve önlemlerden sonra, cinsel arzularını doyurmak için gayrı meşrû yollara başvurmakta ısrar eden ve düzelmesi zor kişiler içindir.1469
Zinâ cezâsı olarak yüz; zinâ iftirâsının cezâsı olarak da seksen değnek vurulmasını emreden Kur’an,1470 zinâ belâsından insanlığı kurtarmak için yalnızca cezâ kanunlarına güvenmez. Geniş düzeyde yapıcı, düzeltici ve önleyici tedbirler alarak zinâya yaklaşılmasını önler. Cezâya ancak son çare olarak bakar. İslâm, “kişiler zinâ etsin, ben de durmadan cezâ vereyim” heveslisi değildir. İslâm’ın gerçek amacı, bu suçun hiç işlenmemesini ve karşılığındaki ağır cezâya kimsenin mâruz kalmamasını sağlamaktır.
Zinâ cezâsının uygulanabilmesi için fiilin ya bizzat fâiller tarafından itiraf edilmesi ya da bu gerçekleşmediği takdirde de dört şâhitle ispat edilmesinin şart koşulması;1471 dörtten az kimse tarafından görülmesi durumunda ise olayın gizlenmesi gerekirken toplumda yaymanın seksen değnek cezâyı gerektirdiğinin bir hüküm olarak belirtilmesi,1472 toplumda zinâ iddiâlarının yaygınlaşmasını engelleyen bir kural olduğu gibi, aynı zamanda özel hayatın mahremiyetini sağlamaya yönelik bir tedbirdir.
İşte kötülüğü düzeltme ve yok etme konusundaki tüm bu önlemlere rağmen, hâlâ İslâm toplumu içinde dört kişi tarafından görülecek şekilde zinâ edebilecek utanmaz bir çif bulunursa, o zaman onlar da bu ağır cezâyı hak etmişler demektir.1473
1464] 33/Ahzâb, 32-33, 53, 59
1465] 4/Nisâ, 15, 25; 17/İsrâ, 32; 24/Nûr, 2-10; 25/Furkan, 68, 69; 33/Ahzâb, 30; 65/Talâk, 1
1466] 24/Nûr, 4
1467] 24/Nûr, 30
1468] 24/Nûr, 31
1469] Ahmet Yaşar, İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, s. 64-67; Mevdûdi, Tefhîm, III/414
1470] 24/Nûr, 2, 4
1471] bk. 24/Nûr, 4, 13
1472] bk. 24/Nûr, 4
1473] Mevdûdi, Tefhim, III/422
FUHUŞ / ZİNÂ
- 343 -
Fuhuş ve Zinânın Cezâsı Üzerine; Recm Tartışması
Zinânın cezâsının recm olduğu, tüm klasik fıkıh kitaplarında belirtilmiştir. Kur’an’da zinânın cezâsının celde olarak belirtildiğini ifade edenlerle klasik görüşü savunanlar arasında ciddî bir tartışma söz konusudur. Önce, ehl-i sünnet müctehidlerinin ittifak ettiği recm cezâsı ile ilgili hükümleri ve bunun delillerini görelim:
Recm: Taşla öldürme, taşa tutma, birine taş atma, sövme, lânet etme, kovma, birinin nâmusuna iftira etme, kötü zanda bulunma; evli veya dul bulunan erkek veya kadının zinâ etmesi halinde İslâm mahkemesi kararıyla taşlanarak öldürülmesi anlamında bir fıkıh terimidir. R-c-m kökünden masdardır, çoğulu “rucûm”dur. Aynı kökten “racîm”; recm olunan, taşlanan, kovulan ve lânetlenen anlamındadır.
Kur’an-ı Kerim’de bu anlamda “recm” ifâdesi bulunmamaktadır. Bir âyette “gaybı taşlamak”,1474 başka bir yerde, “yıldızları şeytanlar için atış taneleri (rücûm) yaptık”1475 âyetinde “atış taneleri” anlamında “rucûm” şeklinde çoğul olarak gelmiştir. Zinâ edenin taşlanması Sünnet ve icma delillerine dayanır.
Zinâ bütün semavî dinlerde (İslâm’ın, tüm peygamberleri kuşatan dönemlerinde) haram kılınmış ve çok kötü bir fiil olarak kabul edilmiştir. İslâm’da zinâ büyük günahlardan olup, ırz, nâmus ve neseplere yönelik olduğu için, cezâsı da hadlerin en şiddetlisidir.
Zinânın cezâsı, fiili işleyenin evli veya bekâr oluşuna, İslâmî emir ve yasaklarla yükümlü bulunup bulunmamasına göre kısımlara ayrılır. Dayak, taşla öldürme, sürgün ve İslâm devleti’nin koyacağı ta’zir cezâsı bunlar arasındadır.
Yüz Değnek Cezâsı: Bekâr erkekle bekâr kadının zinâ etmesi halinde, cezâ her birine yüz değnek vurulmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Zinâ eden kadın ve erkekten her birine yüz değnek vurun.”1476
Zinâ cezâsı uygulanan kimsenin, toplum nezdindeki itibar kaybını önlemek, belki olayın unutulmasını sağlamak amacıyla bir yıl süreyle sürgüne gönderilmesi İslâm’ın ilk yıllarında ek bir cezâ olarak veriliyordu. Ubâde b. Sâmit’ten (r.a.) rivâyete göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Zinânın hükmünü benden öğrenin. Allah o kadınlara bir çıkar yol gösterdi. Bekârla bekâr zinâ ederse yüz değnek ve bir yıl sürgün; evli ile evliye yüz değnek ve recm vardır.”1477 Ancak bu uygulama Nûr Suresi’nin inmesinden önceye aittir. Bu sûre inince bekârlar için yalnız değnek, evli olanlar için sünnetle recm cezâsı belirlenmiştir.1478
Hanefilere göre, bekârların zinâ cezâsı olan yüz değneğe ayrıca sürgün eklenmez. Çünkü âyette sürgünden söz edilmemiştir. Ancak sürgün bir had cezâsı değil; İslâm devlet başkanının takdirine bırakılmış bir ta’zir cezâsı niteliğindedir. Nitekim zinâ edenin tevbe edinceye kadar hapsedilebilmesi de, fuhşa düşenleri bir süre toplumdan tecrid etmek amacıyla alınan bir önlemdir.
1474] 18/Kehf, 22
1475] 67/Mülk, 5
1476] 24/Nûr, 2
1477] İbn Mâce, Hudûd 7; Müslim, Hudûd 12
1478] es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1398/ 1978, IX, 36 vd.
- 344 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise bekârların zinâsında yüz değnek ve bir yıl sürgün birlikte uygulanır. Delil, sürgün bildiren hadistir. Ancak kadın, kocası veya bir mahremi ile birlikte sürgüne gönderilir. Ayrıca sürgün yerinin sefer mesâfesinden yakın olmaması da gerekir. Hz. Peygamber “Kadın yanında kocası veya bir mahremi bulunmadıkça yolculuğa çıkamaz”1479 buyurmuştur.
Recm Cezâsı: Hz. Peygamber’in evli olarak zinâ edene recm cezâsı uyguladığı, hadislerle sâbittir. Temelde kıyasa göre evlilere de yüz değnek (celde) cezâsı uygulanması gerekirken, bu konudaki hadislerle amel edilerek recm cezâsı öngörülmüştür.
Recm konusunda hükmü devam eden, fakat Kur’an âyeti olarak okunması neshedilen bir âyet(!) de nakledilir. Abdullah b. Abbas (r. anhümâ), Hz. Ömer’in minberde şöyle dediğini rivâyet etmiştir. “Cenâb-ı Allah Muhammed’i (s.a.s.) hak ile göndermiş ve O’na Kitab’ı indirmiştir. Recm âyeti de O’na indirilen âyetlerden idi. Biz bu âyeti okuduk, ezberledik ve anladık. Rasûlullah (s.a.s.) recmi uyguladı, ondan sonra biz de uyguladık”. Korkarım, zaman geçince birileri çıkıp “Biz Allah’ın kitabında recmi bulamıyoruz” der ve Allah’ın indirdiği bir farzı terk ederek sapıklığa düşerler. Şüphesiz recm, Allah’ın kitabında, evli olmak, şâhit, gebelik veya ikrarda/itirafta bulunmak şartıyla, zinâ eden kimse aleyhine bir haktır.”1480
Hz. Ömer’in sözünü ettiği okunuşu mensuh âyet şudur: “Eş-şeyhu ve’ş-şeyhatu izâ zeneyâ fe’rcumûhumâ elbetteten nekâlen mina’llah, vallahu azîzun hakîm (İhtiyar erkekle ihtiyar kadın zinâ ederlerse, onları recmedin, Allah azizdir, hakîmdir).”1481 Hz. Ömer’in recmi, Medine minberinden ilân etmesi, içlerinde birçok sahâbî bulunan cematten hiç birinin buna karşı çıkmaması, recmin sâbit olduğunu gösterir.1482 Es-Serahsî (ö. 490/1097), Ömer’in (r.a.) şöyle dediğini nakleder: “Eğer insanlar, Ömer Allah’ın Kitabına ilâve yaptı demeyecek olsalar, “ihtiyar erkekle ihtiyar kadın zinâ ettikleri...” ifâdesini Kur’an’a (Mushaf’ın hâşiyesine) yazardım.”1483
Hz. Peygamber’in Recm Cezâsını Uygulama Örnekleri
1. İşvereninin eşiyle zinâ eden bekâr işçiye yüz değnek ve bir yıl sürgün cezâsı, kadına ise recm uygulanmıştır. Ebû Hureyre ile Zeyd b. Halid el-Cühenî (r.anhumâ)’dan nakledildiğine göre, zinâ eden kadının kocası ile, zinâ eden işçinin babası Rasûlullah (s.a.s.)’e başvurarak bu konuda “Allah’ın kitabı” ile hüküm vermesini istemişlerdir. İşçinin babası şöyle dedi:
“Benim oğlum bu adamın yanında işçi idi. Onun hanımı ile zinâ etti. Bana, oğlum için recm gerektiği haber verildi. Ancak ben onun adına yüz koyunla bir cariye fidye verdim. Bu arada bilenlere danıştım, (oğlum bekâr olduğu için) ona yüz değnekle bir yıl sürgün cezâsı, bunun karısına ise recm cezâsı gerektiğini haber verdiler”. Bunun üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, aranızda Allah’ın kitabı ile hükmedeceğim. Câriye ve
1479] Buhârî, Taksîr 4, Sayd 26, Savm 67; Ebû Dâvud, Menâsik 3
1480] Müslim, Hudûd 15
1481] Mâlik, Muvatta', Hudûd 10; İbn Mâce, Hudûd 9; Ahmed bin Hanbel, V, 132, 183
1482] Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Ahmed Dâvudoğlu, İstanbul 1978, VIII, 350
1483] es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1398/1978, IX, 37
FUHUŞ / ZİNÂ
- 345 -
koyunlar geri verilecek. Oğluna yüz değnekle bir yıl sürgün gerek. Ey Üneys, sen de bu adamın karısına git. Eğer zinâsını itiraf ederse, onu recmet.” Üneys kadına gitmiş ve kadın suçunu itiraf etmiş, Hz. Peygamber’in emri üzerine de recmedilmiştir.1484 Ebû Hanife’ye göre, yüz değnek yanında bir yıl sürgün, âyete ilâve niteliğinde olup, âyet inince bu ilâve kısım neshedilmiştir. Ancak İslâm devlet başkanı böyle bir cezâyı ta’zir cezâsı olarak verebilir.
2. Zinâsını dört defa ikrar eden Mâiz b. Mâlik’in (r.a.) recmedilmesi. Mâiz b. Mâlik, Hz. Peygamber’e gelerek “Beni temizle” dedi. Hz. peygamber “Yazık sana, çık git, Allah’a tevbe ve istiğfar et” buyurdu. Mâiz, pek uzaklaşmadan geri döndü ve “Ey Allah’ın Rasûlü! Beni temizle” dedi. Hz. Peygamber aynı sözlerle üç defa daha geri gönderdi. Dördüncü ikrarında “Seni hangi konuda temizleyeyim?” diye sordu. Mâiz; “Zinâdan” dedi. Hz. Peygamber “Bunda akıl hastalığı var mıdır?” diye sordu. Böyle bir rahatsızlığı olmadığını söylediler. “Şarap içmiş olabilir mi?” diye sordu. Bir adam kalkıp içki kontrolü yaptı. Onda şarap kokusu tespit edemedi. Hz. Peygamber tekrar “sen zinâ ettin mi?” diye sordu. Mâiz “Evet” cevabını verdi. Artık emir buyurdular ve Mâiz recmedildi. Recimden sonra onun hakkında sahâbîler iki kısma ayrıldılar. Bir bölümü Mâiz’in helâk olduğunu, başka bir grup ise onun en faziletli tevbeyi yaptığını söylediler. Bu farklı yaklaşım üç gün sürdü. Daha sonra yanlarına gelen Rasûlullah (s.a.s.) “Mâiz b. Mâlik için duâ edin” buyurdu. “Allah Mâiz’e mağfiret eylesin” dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Mâiz öyle bir tevbe etti ki, bu tevbe bir ümmet arasında paylaştırılırsa onlara yeterdi”1485
3. Gâmidiyeli evli kadının zinâdan dolayı recmedilmesi. Mâiz’in recmedilmesinden kısa bir süre sonra Ezd kabilesinin Gâmid kolundan bir kadın geldi ve “Ey Allah’ın elçisi! Beni temizle” dedi. Hz. Peygamber “Yazıklar olsun sana. Çık git, Allah’a tevbe ve istiğfar et” buyurdu. Kadın: “Beni, Mâiz’i çevirdiğin gibi geri çevirmek istiyorsun” dedi. Hz. Peygamber, “Sana ne oldu?” diye sordu. Kadın kendisinin zinâdan gebe olduğunu söyledi. Bunun üzerine “Sen mi?” buyurdu. Kadın “Evet” dedi. Hz. Peygamber “Doğuruncaya kadar git” buyurdu. Kadının bu arada geçimini Ensar’dan bir adam üstlendi. Daha sonra Hz. Peygamber’e gelerek; “Gâmidli kadın doğurdu” dedi. Çocuğun bakımını da Ensar’dan birisi üzerine aldı ve kadın recmedildi”.1486 Başka bir rivâyette, çocuk sütten kesilinceye kadar emzirmesine izin verildiği, recm sırasında Hâlid b. Velîd’in (r.a.) üzerine kan sıçraması üzerine kadın hakkında kötü sözler söylediğini işiten Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu nakledilir: “Ey Halid! Yavaş ol. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim. Bu kadın öyle bir tevbe etti ki, onu bir baççı (vergi memuru) yapsaydı, şüphesiz mağfiret olunurdu.” Sonra kadının hazırlanmasını emrederek cenâzesini kılmış ve kadın defnedilmiştir.1487
4. Evli bulunan yahûdi erkeği ile yahûdi kadınının zinâ sebebiyle recmedilmesi. Abdullah b. Ömer’den (r.a.) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber’e, zinâ etmiş bir yahudi erkeği ile bir yahudi kadını getirmişler. Allah elçisi yahudilere, Tevrat’taki zinâ hükmünü sormuştur. Yahudiler; “yüzleri karaya boyanır, sırt sırta hayvan üzerine bindirilip sokaklarda dolaştırılır” demişler. Tevrat getirilmiş, ancak okuyan yahudi genci recm âyetine gelince cezâ kısmını parmağı ile kapatıp
1484] Müslim, Hudûd 25; Buhârî, Hudûd 3, 38, 46, Vekâlet 13
1485] Müslim, Hudûd 22; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VII, 95,109; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 314 vd
1486] Müslim, Hudûd 22, 23, 24; İbn Mâc'e, Diyât 36; Mâlik, Muvattâ', Hudûd 2
1487] Müslim, Hudûd 23
- 346 -
KUR’AN KAVRAMLARI
atlayınca durumu farkeden ve yahudi iken İslâm’a giren Abdullah b. Selâm, Hz. Peygamber’e yahudinin Tevrat’ın üzerinden elini kaldırmasını emir buyurmasını istemiştir. Yahudi elini kaldırınca recm âyeti görülmüş ve her iki yahudi hakkında da evli olarak zinâ ettikleri için recm uygulanmıştır.1488
Berâ b. Âzib’den (r.a.) nakledilen, iki yahudinin recmedilmesi olayı ise şöyledir: Hz. Peygamber’e, yüzü kömürle karartılmış ve dayak vurulmuş bir yahudi getirildi. Allah elçisi yahudilere evlilerin zinâsının Tevrat’taki hükmünü sordu. Onlar, bu şekilde olduğunu söyleyince, bir yahudi bilginine “Sana, Tevrat’ı Mûsâ’ya indiren Allah aşkına soruyorum. Zinâ edenin Tevrat’taki hükmü nedir?” diye sordu. Yahûdi bilgini; Tevrat’ta recim var. Fakat zinâ eşraf arasında artınca, şerefli birini getirirlerse serbest bırakır, yoksul biri yakalanırsa onu recmeder olduk. Bu iki sınıfa eşit cezâ için recmi terk ettik, kömürle boyayıp, dayak vurmayı recmin yerine koyduk”. Bunun üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Allahım! Senin emrini onlar değiştirdikten sonra ilk uygulayan benim.” Bunun üzerine emir verdi ve yahudi recmedildi.1489
Bazı İslâm müctehidlerine göre ehl-i küfür, müslüman mahkemesine başvurursa, hâkimin mutlaka Allah’ın hükmü ile amel etmesi gerekir. Onlar bu konudaki muhayyerliğin neshedildiğini söylerler, Hanefiler ve İmam Şâfiî’den bir görüşe göre bu esas geçerlidir. Ancak Ebû Hanife şöyle demiştir: “İslâm mahkemesine inkârcı karı-koca birlikte gelirlerse aralarında adâletle hükmetmek gerekir. Yalnız kadın gelir, kocası râzı olmazsa hâkim hüküm veremez.” Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise hüküm verebilir.1490
Recm Cezâsı Uygulanması İçin Gerekli Şartlar:
1. Zinâ eden kadın veya erkeğin ergin olması.
2. Akıllı olması. Akıl hastasına had uygulanmaz. Akıllı ve ergin bir kimse akıl hastası ile zinâ etse yalnız kendisine had uygulanır.
3. Evli olan gayri müslime recm yerine değnek cezâsı uygulanır. Şâfiî ve Hanbelîlere göre pasaportla İslâm devletine gelen gayrî müslim yabancılara zinâ da içki içme cezâsı da uygulanmaz.
4. Zinânın zor kullanarak olmaması gerekir.
5. Zinânın diri bir insanla olması gerekir.
6. Zinâ edilen kadının da ergin veya kendisine cinsel istek duyulan bir yaşta olması gerekir.
7. Zinânın bir şüpheye dayalı olmaması gerekir. Fasit nikâhtan sonraki cinsel temasa had gerekmediği konusunda görüş birliği vardır. Velîsiz veya şâhitsiz evlenme gibi.
Zinânın bir para karşılığında olması halinde Ebû Hanife’ye göre her ikisine de had cezâsı uygulanmaz. Çünkü bu durum bir mehir karşılığında nikâh akdine benzemektedir. Burada şüpheden dolayı had düşer. Ancak fiil haram olduğu
1488] Müslim, Hudûd 26
1489] Müslim, Hudûd 28
1490] Ahmed Dâvudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, İstanbul 1978, VIII, 376
FUHUŞ / ZİNÂ
- 347 -
için ta’zir uygulanır. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre bu durumda da had cezâsı verilir.1491
8. Cinsel temasın önden olması. Arkadan ilişki yani livata için Ebû Hanîfe’ye göre yalnız ta’zir cezâsı uygulanır. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve Hanefiler dışındaki üç mezhebe göre ise livata haddi gerektirir. Yabancı bir kadına ön veya arka dışında karın, uyluk gibi başka bir yere temas ise yalnız ta’zîri gerektirir. Çünkü bu, şer’an kendisine bir şey takdir edilmeyen münker bir fiildir.
9. Had cezâlarının uygulanabilmesi için İslâm devletinin varlığı şarttır. Çünkü dârul-harp veya dârul-bağy (âsiler ülkesi) de had cezâlarını uygulamaya İslâm devletinin velâyet yetkisi olmaz ve bu hükümleri uygulamaya gücü yetmez.
10. Zinâ eden erkek veya kadının halen veya daha önce sahih nikâhla evlenmiş olması ve bu nikâh devam ederken eşiyle bir defa da olsa cinsel temasta bulunması şarttır. Böyle bir erkeğe “muhsan”, kadına ise “muhsane” denir. Recm cezâsı için bu son niteliğin bulunması da gerekir.
Recm için muhsan sayılmada erkek veya kadında şu yedi niteliğin bulunması gerekir: Akıllı olmak, ergin bulunmak, hür ve müslüman olmak, sahih nikâhla evlenmiş bulunmak ve bu nikâhtan sonra eşiyle guslü gerektirecek şekilde cinsel temasta bulunmak. Bu şartlardan herhangi birisi bulunmazsa cezâ yüz değneğe dönüşür. Zinâ edenlerden birisi muhsan olur, diğeri bekâr bulunursa; bekâra yüz değnek, muhsan olana ise recm cezâsı uygulanır.
Ebû Hanife ve Mâlik’e göre, bir erkek veya kadının muhsan sayılması için müslüman olması şarttır. Bu yüzden evli olan gayri müslimlerin zinâsına recm cezâsı uygulanmaz, çünkü recm, günahtan temizlenme yoludur. Zimmî ise günahtan temizlenmeye ehil değildir. Onun temizlenmesi ancak âhirette azapla gerçekleşir. Hz. Peygamber; “Allah’a şirk koşan kimse muhsan değildir”1492 buyurmuştur. Bu görüşte olanlar için iki yahudinin Hz. Peygamber tarafından recmedilmesi olayı, Tevrat hükmüne göre olmuştur. Daha sonra bu neshedilmiştir.1493
Şâfiî, İbn Hanbel ve Ebû Yusuf’a göre, recmin uygulanması için zinâ edenin müslüman olması şart değildir. Bir zimmî zinâ suçuyla İslâm mahkemesine gelse had uygulanır. Müslüman bir erkek zimmî bir kadınla evlenip cinsel temasta bulunsa, her ikisi de “muhsan” olur. Delil, Hz. Peygamber’in iki yahudiye recmi uygulamasıdır. “Dulun dul ile zinâsında recm/taşlama vardır”1494 hadisinin genel anlamı da başka bir delildir. Diğer yandan zinâ bütün semavi dinlerde haram kılınmıştır.1495
Zinâ Suçunun Sâbit Olması:
Zinâ ya ikrarla ya da dört şâhitle sâbit olur.
1. İkrarla Tespit: Zinâ ikrarında bulunanın akıllı, ergin olması ve zorlama altında bulunmaması gerekir. Ayrıca ikrarın dört defa yapılması gereklidir.
1491] Ömer Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1968, III,197 vd.
1492] Zeylaî, Nasbü'r-Râye, III, 327
1493] Zeylaî, a.g.e, III, 326; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VII, 92
1494] Müslim, Hudûd 12-14; Ebû Dâvud, Hudûd 23; Tirmizî, Hudûd 8
1495] bk. eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 267; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire 1970, VIII, 163; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, VI, 43
- 348 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Çünkü Mâiz b. Mâlik’e Allah elçisi dört defa ikrar esasını uygulamıştır. Hanefi ve Hanbelîlerin görüşü budur. Şâfiî ve Mâlikilere göre ise tek ikrar yeterlidir. Bunlar da işçinin kendi patronunun eşiyle zinâ etmesi olayına dayanırlar. Çünkü orada dört ikrardan söz edilmemiştir.1496 Diğer yandan, dört ikrarın ayrı meclislerde yapılması gerekir.
2. Zinâyı dört şâhitle ispat: Zinânın müslüman, erkek, adâletli ve hür dört erkek şâhitle ispat edilmesi gerekir.1497 Şâhit sayısı dörtten az olur veya dördüncü şâhit “sadece bunları bir yorgan altında gördüm” gibi kesin zinâya delâlet eden beyanda bulunmasa, ilk üç şahide “zinâ iftirası (kazf)” cezâsı uygulanır. Zinâ isnat edilenden had düşer. Çünkü Hz. Ömer, Muğîre (r.a.)’in zinâsına şâhitlik eden üç kişiye zinâ iftirası cezâsı uygulamıştır.1498
Recm Cezâsının İnfâzı:
Zinâ ikrarla sâbit olmuşsa recm uygulamasına devlet başkanı veya infaz görevlisinin başlaması gerekir. Şâhitle sâbit olması halinde ise infâza şâhitlerin tamamının hazır bulunması ve ilk taşı onların atması şekliyle başlanır. Böylece herhangi bir şüphe, vazgeçme yanlışlık vb. tüm ihtimallerin ortadan kalkması ve adlî hataya düşülmemesi için gerekli önlemler alınmıştır. Hz. Ali’nin şöyle dediği nakledilmiştir: “Önce şâhitler taş atmaya başlar, sonra devlet başkanı, sonra diğer insanlar.”1499 Bekârların zinâsında ise değnek cezâsına şâhitlerin başlaması gerekmez. Çünkü onlar bunun usûl ve şeklini bilmeyebilirler ve bu durum zulme yol açabilir.
Recm cezâsı, ibretli olması için bir meydanda erkek ayakta, kadın ise tercih edilen görüşe göre göğsüne kadar bir çukura sokularak kendisine ölünceye kadar küçük taşlar atılmak suretiyle infaz edilir. Hz. Peygamber’in Gâmidiyeli kadın için, göğsüne kadar bir çukur açtırdığı nakledilir.1500
Recmle öldürülen kimse yıkanır. Kefenlenir, cenâze namazı kılınır ve defnedilir. Çünkü Hz. Peygamber, recmedilen Mâiz için “Kendi ölülerinize yaptığınız şeyleri ona da yapınız.”1501 buyurmuştur.1502
Ehl-i sünnet bilginleri mut’ayı haram saymakla beraber, mut’a yapana zinâ cezâsı uygulamazlar. Zira bunun gerçekten zinâ olup olmadığında onlara göre de şüphe vardır. Şüphe ise cezâyı kaldırır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.): “Gücünüz yettiği kadar müslümanlardan cezâları kaldırınız. Eğer bir müslümana bir çıkar yol bulursanız onu serbest bırakınız. Çünkü imamın (devlet başkanının, yöneticinin) affetmede yanılması, cezâ vermede yanılmasından daha iyidir.”1503 buyurmuştur. Bu hadis, mümkün olduğu kadar cezâdan kaçınmayı emrettiği gibi: “Şüpheler karşısında cezâları kaldırınız!”1504 mealindeki hadis de İslâm hukukunun temel kurallarındandır.
1496] Buhârî, Âhad 1, Şurût 9; Müslim, Hudûd 25; el-Bâcî, el-Müntekâ, VII, 135; İbn Kudâme, el-Muğni, VIII, 191 vd.
1497] 4/Nisâ, 15; 24/Nûr, 4, 13
1498] bk. ez-Zühayli, a.g.e., VI, 48
1499] Zeylai, a.g.e., III, 319 vd.; es-Şevkânî, a.g.e., VII/108
1500] Zeylaî, a.g.e., III, 325; eş-Şevkânî, a.g.e., VII, 109
1501] Zeylai, a.g.e, III, 320
1502] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ans. c. 5, s. 235-238
1503] Tirmizî, Hudûd 2; Ebû Dâvud, Salât 114
1504] Tirmizî, Hudûd 2; Ebû Dâvud, Salât 114
FUHUŞ / ZİNÂ
- 349 -
Recmi Kabul Etmeyenler ve Delilleri
Özellikle son devirde yaşayan bazı müfessir ve bilginler, hâricîler dışındaki bütün İslâm mezheplerinin ittifak ettiği evlilere zinâ cezâsı olarak “recm”in Kur’an’da olmadığını, Kur’an’da evli kadınların cezâsının da hadislere bırakılmayıp yüz sopa olarak değerlendirildiğini gündeme getirirler ve recm cezâsının Kur’an’ın getirdiği bir hüküm değil; bazı âhad haberlere dayanan fakîhlerin ictihâdı olduğunu belirtirler. Klasik fıkhı değil, Kur'an'ı merkeze alanların delillerini bilmek açısından, Süleyman Ateş’in bu konudaki ifâdelerini iktibas etmenin faydalı olduğunu düşünüyorum:
Fuhşun (Livâta ve Seviciliğin) Cezâsı: Nisâ, 15. âyette fuhşa varan ve bu eylemleri dört tanık tarafından saptanan kadınların, ölünceye ya da Allah kendileri yararına bir yol gösterinceye dek evlerinde tutulup serbest bırakılmamaları emredilmektedir. Âyetin “fuhşa varan kadınları evlerde tutunuz” cümlesinden, onların fuhuş yapmalarına engel olmak için evlerde tutulup dışarı çıkarılmamalarının istendiği anlaşıldığı gibi, nâmuslu kadınların, serbestçe dışarı çıkıp işlerini görebilecekleri de anlaşılmaktadır.
Nisâ 16. âyette de fuhşa varan iki erkeğe eziyet edilmesi, tevbe edip uslandıkları takdirde onların bağışlanması emredilmekte ve Allah’ın tevbeyi çok kabul eden, kullarına çok merhamet eden olduğu vurgulanarak insanlara acıma ve şefkat ile işlem yapılması öğütlenmektedir.
Müfessirlerin genel kanısına göre hem birinci, hem de ikinci âyette kast edilen fuhuş, zinâdır. Birinci âyette zinâ eden kadınların ölünceye dek ya da Allah onların lehine bir yol gösterinceye kadar hapsedilmeleri, ikinci âyette de zinâ eden iki kişi tövbe den erkeklere eziyet edilmesi emredilmiştir. Bu âyetlerin bulunduğu Nisâ sûresi 98. sûredir. Daha sonra, iniş sırasına göre 102. sûre olan Nûr sûresinin; “Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüz celde vurunuz, eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, Allah’ın bu cezâsını uygulama konusunda acıma duygusuna kapılmayınız. Onların cezâlandırılmasına, bir grup mü’min de tanık olsun.”1505 âyeti inerek Nisâ sûresinin belirlediği kadınlara hapis, erkeklere eziyet cezâlarını kaldırarak hapse çevirmiştir. Evlilerin recmedileceği hakkındaki hadis ile de bu son âyetin hükmü sadece zinâ eden bekârlara özgü kılınmıştır. Yani bu âyet de vâhid haber denilen tek veya bir-iki kişinin aktardığı sözle neshedilmiştir.
Bu akıl yürütmeler, nesihler, tahsisler ve tebdiller, hep geleneğin Kur’an’a egemen kılınmasından başka bir şey değildir. Gerçekte her âyetin hükmü yerli yerince durmaktadır. Ne nesih vardır, ne de tebdil ve tahsis. Ebû Müslim İsfahânî’nin de dediği gibi 15. âyette, “fuhşa varan kadınlar” çoğul getirilmiştir. Bu, birkaç kadın arasında yapılan bir eylemi belirlemektedir ki, özneleri: “Vellâtî: Kadınlar” şeklinde çoğul yapılmıştır. Bu, Arapların “sihâk” dedikleri, bugün sevicilik denilen kadınlar arası sapık ilişki yani lezbiyenliktir. Bunu yapan (sahhâka)ların cezâsı, bu işe engel olmak, nâmuslarını korumak için o kadınların evlerde gözetim altında tutulmasıdır. Çünkü kadın serbest bırakılırsa yine gidip kendisi gibilerini bulacak ve onlarla sapık ilişkiye girecektir. Allah’ın, onlar lehine göstereceği yol da recm olamaz. Çünkü recm, kadının lehine değil; son derece aleyhine bir cezâdır. Allah’ın onlar lehine göstereceği yol, evlenme yolu, nikâh bağıdır. Kadın
1505] 24/Nûr, 2
- 350 -
KUR’AN KAVRAMLARI
evlenince korunmuş olur, artık böyle sapık ilişkilerden kurtulur.
İkinci âyette işlenen fuhuş, iki erkek arasında yapılan fuhuştur ki, özneler tesniye müzekker (erkek ikil) kipiyle getirilmiştir. Öyle ise bu iş de erkek ve kadın arasında geçen zinâ değil; iki erkek arasında geçen eşcinsel ilişkidir. Bunların da halk içinde eziyet ile cezâlandırılmaları, böylece uslandırılıp bu işten vazgeçirilmeleri buyrulurmaktadır.
Nûr sûresinde ise “Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkek” diye iki cins ayrı ayrı belirtilmektedir. İşte karşıt cinsler arasındaki gayri meşrû ilişkinin adı zinâdır. Bunun cezâsı da yüz sopadır. Caydırıcı olması için bu cezânın, halk arasında uygulanması emredilmiştir.
Bu âyetin hükmü geneldir; zâten başındaki istiğrak ifâde eden elif-lâm (el) ta’rif harfi, zinâ eden tüm kadınları ve zinâ eden tüm erkekleri kelimenin kapsamı içine alır. Evli veya bekâr fark etmez. Âyetin hükmü, evli-bekâr bütün zinâ edenleri kapsar. Zâten evliye de, bekâra da zinâ cezâsının sadece sopa ile işkence olduğu, zinâ suçuyla suçlanan evli kadına yapılacak “lian” durumunu açıklayan âyetlerin sonunda açığa çıkmaktadır. Çünkü kocası tarafından zinâ ile suçlanan kadın, dört defa yemin edip kocasının yalan söylediğini; beşinci kez de eğer kocası doğru söylüyorsa Allah’ın gazabının kendi üzerine olacağını söylemesinin, kendisinden azâb cezâsını savacağı belirtilmektedir.1506 Eğer evli kadının zinâ suçu recm (yani taşlayarak öldürme) ise, artık buna azâb (işkence) denmez. Oysa âyette “Böyle şâhitlik etmesi, kendisinden azâbı savar” denmektedir. Demek ki zinâ ile suçlanan o evli kadının cezâsı recm değil; sûrenin ikinci âyetinde belirtilen yüz sopa ile işkence etmektir. Ama dört tanıkla tespit edilemeyen zinâ suçunu kadının yemin ederek inkâr etmesi, kendisinden bu işkence cezâsını kaldırmaktadır.
Bu cezânın, evli-bekâr herkese sadece dövme cezâsı olduğu hakkında, bundan ayrı olarak iki kesin kanıt daha vardır. Biri, Ahzâb sûresinin 30. âyeti, diğeri de, evlendiği halde zinâ eden câriyenin cezâsını belirleyen Nisâ 25. âyetinin son kısmıdır. Ahzâb 30’da şâyet Peygamber hanımlarından biri fuhuş yaparsa ona, diğer kadınlara yapılan işkencenin iki katı işkence yapılacağı belirtilmektedir. Demek ki evli kadına verilecek fuhuş cezâsı azâb yani işkencedir, aksi takdirde recmin iki katı olmaz. Nisâ 25’de de evlendiği halde zinâ eden câriyeye, diğer evli kadınların cezâsının yarısının uygulanması emredilmektedir. Eğer evli kadının zinâ cezâsı yüz sopa ise yarısı elli sopa eder. Ama evli kadının cezâsı recm ise recmin yarısı yoktur. Bütün bu kanıtlar, Kur’an’ın recmi kaldırdığını ve evli-bekâr, zinâ eden herkese sadece yüz sopa cezâsını getirdiğini ortaya koymaktadır.
“İman edenler içinde fuhşun/edepsizliğin yayılmasını isteyenler için dünyada da, âhirette de acı bir azâb vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”1507 âyetinde de fuhuş haberlerini, edepsizliği yayanların acı azâba uğrayacakları vurgulanmakta, böylece nâmuslu insanlar hakkında kötü haberler yaymak yasaklandığı gibi, müstehcen söz ve yayınlarla edepsizliğin, fuhşun toplumda yaygınlaşmasına çalışanlar şiddetle uyarılmaktadır.”1508
1506] 24/Nûr, 8-9
1507] 24/Nûr, 19
1508] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 6, s. 304-315
FUHUŞ / ZİNÂ
- 351 -
Recm Cezâsı:
Yine Süleyman Ateş’in zinâ cezâsı hakkındaki yorumunu teferruatlıca iktibas edelim: Terim olarak “recm” zinâ eden kimseleri yarı beline kadar soyup toprağa gömdükten sonra cemâatin taş atarak onu öldürmesi demektir.
Âlûsî, Nûr sûresi 2. âyetin, kendisinin mütevâtir sünnet -dediği, aslında kişi haberi- ile neshedildiğinin kesin olduğunu söylüyor ve bunu kabul etmeyenleri cehâletle suçluyor. Aslında bu cehâlet değil; gerçeğin tespitidir. Mesele, şimdinin sorunu da değildir. Daha ilk asırda bunu kabul etmeyenler vardır. Recmi kabul etmeyen Hâricîler bunu uygulayan Ömer ibn Abdulaziz’i ayıplamışlardır. Dahası da var: Belki de recmi, birçok meselede olduğu gibi, Peygamber’in uyguladığı cezâları ağırlaştıran Hz. Ömer uygulamıştır. Ondan dolayı recmin, neshedilen bir âyetin yürürlükte kalan hükmü olduğu rivâyeti ona bağlanmıştır. Fakat öyle anlaşılıyor ki Kur’an’da olmadığı halde recmi uygulamasına itiraz edenler olmuştur ki onun şöyle dediği rivâyet edilir: “Korkarım ki, bir zaman gelir de ‘Biz Allah’ın Kitabında recm diye bir şey bulmuyoruz’ derler de, Allah’ın indirdiği bir farzı terk etmekle saparlar. Biliniz ki recm, evli olduğu halde zinâ eden ve suçu da delil, gebelik veya itiraf ile sâbit olan kimseye uygulanması gereken bir cezâdır.”1509
Ebû Dâvud’un rivâyetine göre Ömer (r.a.) hutbedeki konuşmasında şöyle demiş: “Yüce Allah Muhammed’i (s.a.s.) hak ile gönderdi ve ona Kitabı indirdi. Ona indirilen arasında şu recm âyeti de vardı: ‘Eş-şeyhu ve’ş-şeyhatu izâ zeneyâ fe’rcumûhumâ elbettete nekâlen minallah, v’allahu azîzun hakîm: İhtiyar erkek ve kadın zinâ ettiklerinde Allah’tan bir cezâ olarak ikisini de recmediniz. Allah azizdir, hakîmdir.’ Biz bunu okuduk, belledik... Şimdi zamanla ‘Ömer Kitaba ilâve yaptı’ denecek olmasaydı bu âyeti Mushaf-ı Şerîfin kenarına yazardım.”1510 demiş.
Rivâyetlerden birine göre de Zeyd ibn Sâbit: “Biz Kur’an’da ‘Eş-şeyhu ve’ş-şeyhatu izâ zeneyâ fe’rcumûhumâ elbettete: İhtiyar erkek ve kadın zinâ ettiklerinde ikisini de recmediniz’ âyetini okurdu” demiş. Orada bulunan Mervân: “Öyle ise o âyeti Mushaf’a yazsana!” demiş. Diğer bir rivâyete göre Ahzâb Sûresi 73 âyet değil; Bakara Sûresi kadar uzun imiş ve içinde ‘Eş-şeyhu ve’ş-şeyhatu izâ zeneyâ fe’rcumûhumâ elbettete nekâlen minallah, v’allahu azîzun hakîm: İhtiyar erkek ve kadın zinâ ettiklerinde Allah’tan bir cezâ olarak ikisini de recmediniz. Allah azizdir, hakîmdir.’ âyeti varmış.1511
Ebûbekir (r.a.) zamanında Kur’an yazılırken derleme komisyonu başkanı olan Zeyd ibn Sâbit, Ömer’in getirdiği recm âyetini, Ömer başka bir şâhid bulamadığı için kabul etmemiş, fakat Ebû Huzeyfe’nin getirdiği Berâe Sûresinin son iki âyetini, tanıklığını yeterli görerek kabul edip Mushaf’a yazmış; ‘Allah’ın Elçisi, senin tanıklığını, iki kişinin tanıklığına denk tuttu’ demiştir.1512
Recm gibi çok önemli bir konuda âhad haberlerinden ibâret olan delillerden daha sağlam delil bulma çabasından kaynaklanan bu rivâyetlerin mantıklı bir tutarlılığı yoktur. Evvelâ âyetin hükmü dururken kendisinin Kur’an’dan çıkartılmış
1509] Buhârî, Fedâilu’l-Kur’an 3, 4; Kitâbu’l-Mesâhif 6-7
1510] Ebû Dâvud, Hudûd 16
1511] İbn Mâce, Hudûd 9; Dârimî, Hudûd 16; Muvattâ’, Hudûd 10; Ahmed bin Hanbel, V/132, 183
1512] Buhârî, el-Hûru’l-Iyn; Süyûtî, el-İtkan I/63; Kitabu’l-Mesâhif 8
- 352 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmasının hikmet ve anlamı nedir? Sonra, üçüncü rivâyet doğru kabul edilse, Kur’an’ın çoğunun kaybolduğu anlamı çıkar. Çünkü bu rivâyet, Bakara Sûresi kadar uzun olan Ahzâb Sûresinden, sadece 73 âyetin kaldığını, diğer âyetlerin kaybolduğunu gösterir.
Zeyd bin Sâbit nasıl olur da bir âyetin Mushaf’a yazılması için yalnız Ebû Huzeyfe’nin tanıklığını yeterli görür de, Ömer’in tanıklığını yeterli görmez? Ömer, tanıklığı reddedilecek türden bir insan değildir. Hele Ömer’e göre çocuk yaşta olan Zeyd, bunu yapmaya hiç cür’et edemez.
Bizim kesin kanaatimiz odur ki, Araplarda kısas, el kesme cezâları gibi, recm cezâsı da vardı. Nitekim İslâm Ansiklopedisinde Lokman maddesini yazan Bernhard Heller’in, Ebû Hâtim es-Sicistânî’nin Kitâbu’l-Muammerîn’inden aktarımına göre Lokman, câhiliyye döneminde zinâ eden kadının recm, hırsızlık edene de el kesme cezâsını ilk uygulayan bir yönetici olarak takdim edilir.1513
Belki de Araplar bu cezâyı yahûdilerden almışlardı. Çünkü recm Tevrat’ın bir emridir.1514 Kur’an, Tevrat’ta bulunan ve Araplarca da uygulanagelen bu çok ağır cezâyı hafifletip celdeye (yüz sopaya) çevirince, nâmus ve geleneklerine son derece bağlı olan Araplar arasında, sonradan Peygamber’in, recmi uyguladığına ve bunu uygulamayı emrettiğine dâir rivâyetler üretilmiş, bu rivâyetlerin uydurmalığını bilenlerce yapılan itirazları önlemek için de bu hükmün vaktiyle âyet iken, tanık yetersizliği nedeniyle Kur’an’a yazılmadığı rivâyeti de üretilip hadisler arasına katılmıştır. Böylece Tevrat’ın recm cezâsı, İslâm hukukuna da girmiştir.
Yahut Hz. Ömer, toplumun sınırlarının genişlemesi, devletin bir site devletinden, geniş toprakları kuşatan, çeşitli ulusları yöneten, milyonlarca insanın yaşadığı bir imparatorluk haline gelmesi sonucunda toplumda zinâ suçunun arttığını görmüş; bu suçun yayılmasını önlemek için Kur’an’ın getirdiği yüz sopa cezâsından daha ağır bir cezâ getirmeyi, kendi ictihâdıyla gerekli görmüştür. Nitekim Hz. Ömer’e nisbet edilen “Şimdi, zamanla ‘Ömer Kitaba ilâve yaptı’ denecek olmasaydı bu âyeti Mushaf-ı Şerifin kenarına yazardım.”1515 sözünden bu anlaşılmaktadır. Bu sözden açıkça anlaşılıyor ki, onun recm cezâsını uygulamasını Kur’an’a aykırı görenler olmuş, o da bunun Peygamber’in sünnetine aykırı olmadığını söylemiştir. Bu görüş, onun kendi ictihâdı olabilir. Onun uygulaması sonucunda da bu cezâ, daha sonra doğan fıkıh ekollerince benimsenerek İslâm hukukuna mâl edilmiştir. Hz. Ömer’in kendi ictihadına dayanarak Kur’an ve Sünnette olmayan bazı cezâlar koyduğu veya bazı cezâları ağırlaştırdığı bilinmektedir. Meselâ Hz. Peygamber ve Ebûbekir, şarap içene iki yahut bir rivâyete göre kırk değnek vurmuş iken Hz. Ömer bunu seksen değneğe çıkarmıştır.1516
Aşağıdaki olay, İslâm’dan önce Arapların bazı kesimlerinde celde ve recm cezâlarının varlığını kanıtlar: İki bedevî Arap, Hz. Peygamber’e geldi. Birisi: “Ey Allah’ın elçisi, dedi, bu oğlum falanın yanında ücretle çalışıyordu. Onun karısıyla zinâ etti. Oğlum için yüz koyun ve bir velîde (câriye) fidye verdim. İlim adamlarına sordum, oğluma yüz değnek vurulduktan sonra bir yıl sürgün edilmesi, kadının da recmedilmesi gerektiğini söylediler”. Allah’ın Elçisi şöyle buyurdu:
1513] İslâm Ansiklopedisi, M.E.B. Y., Lokman maddesi, 7/64
1514] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 22. bab
1515] Müslim, Hudûd 15; Buhârî, Hudûd 30-31; İbn Mâce, Hudûd 9; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî 18/79
1516] Dârimî, Hudûd 9
FUHUŞ / ZİNÂ
- 353 -
“Nefsimi elinde bulunduran Allah hakkı için sizin aranızda Allah’ın Kitabıyla hükmedeceğim. Velîde (câriye) sana geri verilir, oğluna yüz değnek vurulur ve kendisi bir yıl sürgün edilir.” Böyle dedikten sonra, Eslem kabilesinden bir adama: “Kalk ey Uneys, şunun karısına git, eğer suçunu itiraf ederse onu recmet” dedi. Uneys gitti, suçunu itiraf eden kadını recmetti.1517
Şimdi nâmus kavramının çok önemli olduğu Arap toplumunda bir adamın, karısıyla zinâ etmiş olan bir gencin babasıyla birlikte uslu uslu Peygamber’in huzuruna gelmiş olması gariptir. Sonra bu adama, oğluna yüz değnek vurulup bir yıl da sürgün edilmesi gerektiğini hangi ilim adamı söylemiştir? Peygamber’in sahâbîleri mi? O halde henüz Peygamber’den böyle bir şey duymadan onlar nasıl böyle bir yargıya varmışlardır? Kaldı ki sürgün de Peygamber zamanında pek uygulanacak bir hüküm değildi. Peygamber, kendi sahâbîlerini, henüz bir şehir devletinden ibâret olan ülkesinde nereye sürgün edecekti? Küfür diyarına mı?
Bu rivâyetin doğruluğu çok kuşkuludur. Bu rivâyet Peygamber sözü olmasa da Arap toplumunun bu sorun karşısındaki tutumunu yansıtmaktadır. Demek ki Medine’den uzak yerlerde bulunan müslümanlar, Peygamber’den duymadıkları meselelerde Arap toplumunun alışageldikleri kurallarını uyguluyorlardı. Zinâ eden bekârları dövüyor, evlileri recmediyorlardı.
Kur’ân-ı Kerim, dövme cezâsını kabul etmiş, fakat recm cezâsını kabul etmemiş, bu konuda evli ile bekâr arasında da bir ayrım yapmamıştır. Çünkü suç aynı suçtur. Aynı suçun cezâsı da herkese aynı olur. Diğer konuların hepsinde de aynı suçu işleyene aynı cezâ verilir.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.), zinâ ettiklerini itiraf eden bazı kişilere acıyarak “Belki yanılıyorsunuz, belki ne söylediğinizin farkında değilsiniz...” deyip recm cezâsını uygulamak istemediği, fakat o kişilerin kendi ısrârı üzerine onları recmettiği rivâyet edilir. Bunda İslâm’ın toplumu kurtarmak için verdiği cezâ yanında af ve hoşgörüsünü de anlamak mümkündür. Burada bir olayı anımsatmakta yarar vardır:
Rivâyete göre, Eslem kabilesinden Mâiz isimli bir adam zinâ eder ve Allah’ın Rasûlüne gelip suçunu itiraf ile: “Yâ Rasûlallah, zinâ ettim, beni temizle!” der. Allah’ın Elçisi yüzünü öte yana çevirir. Fakat Mâiz, yine karşısına geçip zinâ ettiğini, kendisini temizlemesini ister. Allah’ın Elçisi, tam dört kez yüzünü öte yana çevirir ve Mâiz her defasında onun karşısına geçip bu suçtan kurtarılmasını diler. Allah’ın Elçisi bakar ki Mâiz gitmiyor, cezâlandırılılmakta ısrar ediyor; bu kez: “Sen deli misin?” der. Mâiz deli olmadığını söyleyince, Allah’ın elçisi: “Sarhoş falan olmasın” der. Sarhoş olmadığı da anlaşılınca Allah’ın Elçisi bu zâtı gönderip recmettirir. Mâiz, kendisine taş deyince dayanamayarak kaçtı. Ardından, elinde ölmüş deve çenesi bulunan bir adam yetişip vurdu, başkaları da vurdular, sonunda öldü. Peygamber (s.a.s.): “Keşke bıraksaydınız!” dedi.1518
Şimdi Peygamber’e gelip suçunu itiraf edene, Peygamber’in hemen bunu kabul etmeyip dört kere söyletmesi, sonra “Sen deli misin?” demesi, sarhoş olup
1517] Buhârî, Ahkâm 39, Sulh 5, Âhad 1, Şurût 9, Eymân 3, Hudûd 30, 34, 38, 46; Müslim, Hudûd 25; Ebû Dâvud, Hudûd 25; Tirmizî, Hudûd 8; Nesâî, Kudât 22; İbn Mâce, Hudûd 7; Darîmî, Hudûd 12; Muvattâ’, Hudûd 6; Ahmed bin Hanbel, III/115, 116
1518] Müslim, Hudûd, bâb 5, hadis 16-22
- 354 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmadığını anlamak için ağzını koklatması ve sonunda da onu recmedenlere “Keşke bıraksaydınız!” demesi, onun, ağır bulduğu bu cezâyı uygulamak istemediğini kanıtlar. Kendisi istemediği, Kur’an’da da böyle bir hüküm bulunmadığı halde ne diye recmetsin?
Bu olaya benzer başka bir olay da şöyledir: Bir kadın, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e gelip zinâ ettiğini itiraf eder, “Beni temizle!” der. Allah’ın Elçisi ona da: “Dön, tevbe ve istiğfâr et!” der. Fakat kadın dönmez, zinâdan gebe kaldığını söyler. Allah’ın Elçisi: “Öyle ise karnındaki çocuğu doğurmalısın!” der. Kadın doğumunu yaptıktan sonra çocuğu bir beze sarıp getirir. “İşte doğurdum” der ve recmedilerek günahtan temizlenmesini ister. Fakat Allah’ın Elçisi (s.a.s.): “Seni recmedip yavruyu sütannesiz bırakamayız!” der. Kadın, emzirip sütten kestiği yavrusunu, çocuğun elinde bir ekmek parçası olduğu halde getirir. “Ey Allah’ın Peygamberi, çocuğu sütten kestim, artık yemek yiyor” der; recmedilmesini ister. Bunun üzerine Allah’ın Elçisi (s.a.s.), çocuğu bir müslümana verir. Bir çukur eştirerek kadını göğsüne kadar gömdürür ve taşlanmasını emreder. Herkes taş atarken Hâlid bin Velîd’in attığı taş ile kadından sıçrayan kan, Hâlid’in yüzüne gelir. Hâlid kadına söver. Hâlid’in sövdüğünü duyan Allah’ın Elçisi: “Dur Hâlid, nefsimi elinde bulunduran Allah hakkı için bu kadın öyle bir tevbe etti ki, bunun tevbesi, Medine gibi yetmiş şehir halkına taksim edilse, hepsine yeter! (Veya Mekes sahibi -haksız haraç alan gümrükçüler yahut rüşvet alan çarşı memurları- dahi öyle tevbe etse bağışlanırdı.)” der.1519
Şimdi gerek Mâiz’in, gerek bu kadının, gelip recmedilmelerini, böylece günahlarından temizlenmelerini istemeleri, Arap toplumunda recmin bilindiğini ve uygulandığını gösterir. Aksi takdirde Kur’an’ın söylemediği recm cezâsını nereden bilecek ve gelip Peygamber’den, bu cezânın kendilerine uygulanmasını isteyecekler?
Tirmizî’nin çıkardığı aşağıdaki olay da Peygamber’in (s.a.s.) şefkat ve hoşgörüsünü belirten olaylardan biridir: Ebu’l-Yesâr diye bilinen Abbâd isimli Ensârlı bir adam, başından geçen olayı Allah’ın Elçisine anlatmış: “Ey Allah’ın Elçisi, ben kentin kenar semtinde bir kadınla yalnız kalıp onunla seviştim. Cinsel ilişki dışında ondan yararlandım. İşte şimdi huzûrundayım. Hakkımda istediğin cezâyı uygula!” Ömer ibn Hattâb: “Allah seni gizlemiş, sen de kendi hatânı gizleseydin!” demiş; fakat Peygamber (s.a.s.), cevap vermemiş. Adam yürüyünce Peygamber (s.a.s.), ardından adam gönderip onu çağırtmış ve ona: “Gündüzün iki ucunda ve geceye yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü haseneler/iyilikler, seyyieleri/kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür” 1520 âyetini okumuş. Bir adam kalkıp: “Bu yalnız ona mı mahsustur?” diye sormuş. Peygamber (s.a.s.): “Hayır, bütün insanlara mahsustur” demiş.1521
Şâyet Peygamber’in (s.a.s.), evli zânî ve zâniyeyi recmettiği hakkındaki rivâyet doğru ise bu, ancak Peygamber’in, Kur’an’ın emrinden önce Araplarca uygulanan ve Tevrat’ta da bulunan cezâyı uyguladığını gösterir. Yani Peygamber’in uygulaması, zinâ cezâsını belirleyen 24/Nûr, 2. âyetin inmesinden önce vuku bulmuş olmalıdır. Bu âyet, artık recmi, celdeye değiştirmiştir. [Şu rivâyet de, Peygamberimiz’in recmi Nûr sûresinin nüzûlünden önce tatbik etmiş
1519] Müslim, Hudûd bab 5, hadis 22-24
1520] 11/Hûd, 114
1521] Tirmizî, Tefsîr 12, Hûd Sûresi
FUHUŞ / ZİNÂ
- 355 -
olabileceğini, en azından böyle düşünen zâtların olduğunu açıklar mâhiyettedir: Ebû İshâk eş-Şeybânî anlatıyor: “İbn Ebî Evfâ’ya (r.a.): ‘Rasûlullah (s.a.s.) hiç recm tatbik etti mi?’ diye sordum. Bana: ‘Evet!’ cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Nûr sûresinin nüzûlünden önce mi, sonra mı?’ diye sordum. ‘Bilmiyorum!’ dedi.]”1522
Ancak biz recmle ilgili rivâyetlerin doğruluğuna kani değiliz. Çünkü hadiste anlatılan Gâmidiyeli kadın, Mâiz olayı ile ilişkili olarak anlatılır. Ama olay ne zaman olmuştur? Hâlid’in bu kadına taş attığı ve kadından sıçrayan kanın Hâlid’e bulaştığı söyleniyor. Hâlid ancak Hudeybiye Barışından sonra müslüman olmuştur. Bir cezânın uygulanmasında böyle üç-dört yıl gidip gelmeleri makul görünmüyor. Bunlar, hikâyecilerin ürettiği senaryodan başka bir şey değildir.
Muhammed İzzet Derveze’nin, recmi, Nûr sûresindeki âyetten önce Peygamber’in kendi ictihâdına dayalı uygulaması olarak görmesi de bizim, İslâm’dan önce Araplarda recm cezâsının uygulandığı görüşümüzü güçlendirir. Recmin, Araplara da yahûdilerden geçtiği anlaşılıyor. Yahûdi şeriati, zinâ eden evli erkek ve kadını, livâta yapan ve yapılanı, hayvanlarla cinsel ilişkide bulunanı, nişanlı kızla zinâ edeni, kendi rızâsıyla erkeğe boyun eğmiş ise zinâ eden nişanlı kızı öldürmeyi emreder. Ancak bekâr kızla zinâ eden erkeği, o kızla evlenmek zorunda bırakır. Eğer kızın babası buna râzı olmazsa erkek kızın mehrini verir: “Ve eğer bir adam nişanlı olmayan bir kızı aldatır ve onunla yatarsa, kendi karısı olmak üzere mutlaka onun için ağırlık verecektir.”1523
Muhammed İzzet Derveze’ye göre de Hz. Peygamber’in recmettiğine dâir hadisler, Nûr sûresi 2. âyetinin inişinden önceki duruma âittir.1524 Eğer bu görüş doğru ise, Hz. Peygamber, aslında kendi ictihâdına göre değil; Kitap ehli ve Arap toplumu arasında uygulanagelen bir yasaya göre recmi uygulamıştır.
Fakat biz, Peygamber’in (s.a.s.) ağır bulduğu bu cezâyı uyguladığına pek ihtimal vermiyoruz. Çünkü bir insanı soyarak yarı beline kadar toprağa gömüş taşla vura vura öldürmek, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber’in (s.a.s.) herkesçe bilinen şefkat ve merhamet duygularına aykırıdır. Eğer insanın işlediği suç öldürülmesini gerektiriyorsa o insan öldürülür, ama böyle yürekler acısı işkence ile değil. Kur’ân-ı Kerim’de işkence ile insanları öldürenler, şiddetle uyarılmışlardır.1525
Cezâ, acı çektirmek için değil; uslandırmak ve caydırmak içindir. Ölmüş kişinin uslanması veya cayması söz konusu olamaz. Kısasta cezâ, suça denktir. Haksız yere adam öldüren kimse öldürülür. Ama zinâ suçu iki kişinin rızâsıyla olmuşsa onların kendi nefislerine âit bir suçtur. Onlar, Allah’a karşı sorumludurlar. Fakat ayrıca bu, toplum ahlâkını bozacağından, toplum hukukuna, âilelerin şerefine
1522] Buhârî, Hudûd, 21, 37; Müslim, Hudûd 29, h. no: 1702
1523] Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 23/16. Bu konuda Levililer 20/10-12, Tesniye 22/13-39 âyetlere bakınız. Tesniye 22/19-22. âyetlerde: Karısının kız çıkmadığını iddia eden adamın sözü doğru çıkarsa o genç kadının, babasının evinin kapısı önünde taşla vurulup öldürüleceği, başka bir adamın karısı ile yatan adamın da o kadınla birlikte öldürülecekleri; nişanlı bir kızla yatan erkeğin ve ona karşı koyup bağırmayan kadının taşla vurularak öldürülecekleri; fakat bu iş şehir içinde değil de; kır kesiminde olmuş ise, sadece erkeğin öldürüleceği, kadının suçsuz sayılacağı; nişanlı olmayan kızla yatan erkeğin ise kızın mehrini verip onnula evlenmek ve onu hiç boşamamak zorunda olduğu belirtilmektedir.
1524] et-Tefsîru’l-Hadîs, 10/10
1525] 85/Bürûc, 10
- 356 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tecâvüzdür. Bunun cezâsı ölüm olsa da böyle dayanılmaz biçimde bir öldürme olmamalıdır. Bu, Allah’ın rahmetine de Peygamber’in merhamet ve şefkatine de aykırıdır. Allah, ğafûrdur, rahîmdir.
Hz. Peygamber’in, işlediği zinâ suçunu itiraf edip kendisine had uygulamasını isteyen Mâiz’e, recmi uygulamak istememesi, Mâiz’in dört kez ısrârından sonra uygulatması; kezâ işlediği zinâ suçu yüzünden recmedilmesini isteyen kadını üç kez geri göndermesi, en nihâyet iki-üç yıl sonra kadının ısrârı üzerine uygulaması -eğer doğru ise- memnun olmadığı bu Arap cezâsını uygulamak istemediğini gösterir. Bundan dolayıdır ki Kur’an zinânın cezâsını açıkça belirleyerek eski recm uygulamasını kaldırmıştır.
Özetle: Recm Kur’an hükmü değildir, eski Arap toplumunun yahûdilikten sızma bir geleneğidir. Kur’an’da üç türlü cinsel ilişkiden söz edilmiştir: Kadınlar arası cinsel ilişki (eşcinsellik: sihâka), erkekler arası cinsel ilişki (eşcinsellik: livâta) ve erkek-kadın arası cinsel ilişki (zinâ). Kur’an, bunlara ayrı ayrı cezâ belirlemiştir. Bu cezâların hepsi de caydırıcılık ve ıslah amacına yöneliktir:
1) Nisâ, 15. âyette eşcinsellik yapan kadınlara, caydırıcı olmak üzere, ölünceye ya da Allah onlar yararına bir yol gösterinceye (yani bu gereksinimlerini doyurmak için önlerine evlenme yolunu çıkarıncaya) dek evlerde hapis cezâsı getirilmiştir. Kadınlar arası eşcinselliğin cezâsı, evlerde göz hapsidir. Böylece onların bu işi yapmaları ve bunun toplum içinde yayılması önlenmiş olur. Şâyet kadın evlenirse bu ihtiyacı karşılanacağı için artık böyle bir şey yapmaz.
2) Nisâ, 16. âyette eşcinsellik (livâta) yapan erkeklere eziyet cezâsı getirilmiştir ki, bunu izah ettik. Bu âyette belirtilen iki kişi, birbiriyle ilişkiye giren iki erkektir, cezâsı da eziyettir.
3) Nûr, 2. âyette de cinsel ilişkiye giren kadın ve erkeğin cezâsı belirlenmiştir. İşte kadın ve erkek arası cinsel ilişkinin adı zinâdır. Ve zinâ eden erkek ve kadından her birine yüz sopa vurulur. Zinânın cezâsı, Nûr, 2. âyette belirlenmiştir. Nisâ, 15-16. âyetler zinâ ile ilgili değil; cinsel içinde uygulanan eşcinsellikle ilgilidir. Âyetler arasında hiçbir çelişki ve aykırılık yoktur. Hepsi birbirini tamamlar nitelikte bulunan bu âyetler arasında nesih de söz konusu değildir.
Tâ ilk zamanlardan beri recmi kabul etmeyenler mevcuttur. Onlar görüşlerini şöyle kanıtlamaktadırlar:
1) Nisâ, 25. âyetin hükmüne göre, evli câriyenin zinâ cezâsı, hür kadınlarının cezâsının yarısıdır. Dört mezhebin ittifakına göre evli câriyenin zinâ cezâsı hür kadınların zinâ cezâsının yarısı olan 50 sopadır. Câriyenin cezâsı, Nûr Sûresinin 2. âyetine göre takdir edilmiştir. Eğer bu âyetin hükmü, recm ile neshedilmiş olsaydı, o zaman câriyenin cezâsının miktarı belli olmazdı. Çünkü yüz değneğin yarısı vardır, ama recmin yarısı yoktur.
2) Allah Kur’an’da çeşitli günahlar bildirmiş, fakat hiçbirinin hükmünü, zinânın hükmü kadar geniş açıklamamıştır. “zinâya yaklaşmayınız!”1526 demiş, zinâ edeni Cehennemle uyarmış;1527 başkasını zinâ ile suçlayıp sözlerini dört tanıkla
1526] 17/İsrâ, 32
1527] 25/Furkan, 68
FUHUŞ / ZİNÂ
- 357 -
ispat edemeyenlerin dövülmesini ve şâhitliklerinin kabul edilmemesini;1528 zinâ eden erkeğin, ancak zinâ eden veya puta tapan bir kadınla evleneceğini, öyle kadınlarla evlenmenin mü’minlere yasaklandığını;1529 zinâ suçunun ancak dört şâhitle saptanabileceğini1530 buyurmuştur. Şimdi Allah’ın, bu kadar önemle hükümlerini açıkladığı zinânın, en önemli hükmünü bildirmemesi, kuşkulu bırakması olanaksızdır. Çünkü bu, ihmal edilecek bir husus değildir.
3) “Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüz değnek vurun!”1531 âyetinin hükmü geneldir. Bekâr-evli, herkesi kapsar. Bu genel hükmün haber-i vâhid (kişi haberi) ile özelleştirilmesi, bunun yalnız bekârlara özgü kılınması câiz değildir.1532
4) Hâricîlere göre de recm asla yoktur. Çünkü Allah’ın Kitabında mevcut değildir.1533
Esâsen ikinci âyette “Mü’minlerden bir grup da onlara yapılan azâba şâhit olsun!”1534 ifâdesi de zinâ cezâsının recm ile öldürme değil; döverek işkence olduğunu gösterir. Ayrıca 8. âyette lian durumunda kocası tarafından zinâ ile suçlanan kadının dört kez yemin ile inkâr edip beşince kez de kocasının yalan söylediğini vurgulamasının, kendisinden azâbı savacağı bildirilmektedir. Bu âyetten, evli kadının zinâ cezâsının, ikinci âyette anılan azâb olduğu anlaşılır. Eğer evli kadının zinâ cezâsı recm olsaydı, kadının inkârının kendisinden azâbı değil, taşlayıp öldürmeyi savacağı ifâde edilirdi.
“Ey Peygamber kadınları! Sizden kim fâhişe (açık bir edepsizlik) yaparsa onun için azâb iki kat yapılır. Bu Allah’a göre kolaydır.”1535 âyeti de evli kadının zinâ cezâsının sadece azâb (işkence) olduğunu kanıtlar.
Zira bu âyette Peygamber’in hanımlarına hitâben, onlardan herhangi biri, bir fâhişe yaptığı takdirde ona iki kat azâb edileceği vurgulanmaktadır. Yukarıdan beri iniş sırasına koyduğumuz âyetlerde, buraya kadar fuhşa (zinâya) bir cezâ belirlenmemişti. Burada artık zinâya bir cezâ belirleneceğine işaret edilmektedir. Çünkü şâyet Peygamber hanımlarından biri fuhuş yaparsa, ona öteki kadınlara yapılacak azâbın (işkencenin) iki katı azâb edileceği belirtilmektedir. Demek ki fuhuş yapana azâb edilecektir. Bu âyet, Peygamber hanımlarının şahsında yönetici durumunda bulunan, topluma örnek oluşturan insanların âilelerinin davranışlarına dikkat etmeleri gerektiği konusunda insanları uyarmaktadır. Çünkü onlardan çıkacak yanlış bir davranış, ahlâksızlığın yayılmasına, toplumun bozulmasına neden olur. Onun için Peygamber hanımları, davranışlarına son derece dikkat etmeleri husûsunda uyarılmaktadırlar. Bu, hâşâ onlardan herhangi birinin fuhşa eğilim duyduğu anlamına gelmez. Sadece onların, saygınlığını korumalarına dikkat etmelerinin önemini belirtir.
1528] 24/Nûr, 4
1529] 24/Nûr, 3
1530] 24/Nûr, 4, 6; 4/Nisâ, 15; son âyete göre tüm fuhuş eylemleri ancak dört şâhitle tespit edilir. Aksi takdirde kimse fuhuşla suçlanamaz ve suçlamalarını dört tanıkla ispat edemeyenler cezâlandırılırlar.
1531] 24/Nûr, 2
1532] Mefâtihu’l-Gayb, 23/134
1533] et-Teshîl li Ulûmi’t-Tenzîl, 3/58
1534] 24/Nûr, 2
1535] 33/Ahzâb, 30
- 358 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ayrıca bu âyet, daha sonra inecek olan Nûr sûresinde anlatılacağı üzere, zinânın cezâsının sadece celde olduğunu kesin biçimde kanıtlar. Çünkü burada Peygamber hanımlarından biri, zinâ ettiği takdirde ona, iki kat azâb edileceği belirtilmektedir. Demek ki evli kadının zinâ cezâsı recm değil; azâbdır (işkencedir). Çünkü recm, sadece işkence değil; fecî biçimde öldürmedir. Eğer evli kadının zinâ cezâsı recm olsaydı, âyette uyarılan kadınlara, azâb edileceği değil; recmen öldürülecekleri ihtar edilirdi. Ve eğer evli kadının zinâ cezâsı söylendiği gibi recm olsa idi, öldürme olan recmin iki katı olmazdı. Demek ki evli-bekâr, zinâ suçunu işleyen herkese işkence cezâsı uygulanır. Burada sadece işaret edilen bu azâb cezâsı, daha sonra inecek olan Nûr sûresinde belirtilecektir.
“İçinizden iman etmiş hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, elleriniz altında bulunan iman etmiş genç kızlarınız (olan câriyeleriniz)den alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Hepiniz birbirinizdensiniz (hepiniz Âdem soyundansınız, insanlık bakımından aranızda bir fark yoktur). Öyle ise iffetli yaşamaları, zinâ etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları şartıyla, sahiplerinin izniyle onlarla evlenin, ücretlerini (mehirlerini) de güzelce verin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınlara yapılan işkencenin yarısı uygulanır. Bu (câriye ile evlenme), içinizden sıkıntıya düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha iyidir. Allah bağışlayan, merhamet edendir.”1536
Bu âyette de evlendiği halde zinâ eden câriyeye, diğer evli kadınların cezâsının yarısının uygulanması emredilmektedir. Eğer evli kadının zinâ cezâsı yüz sopa ise yarısı elli sopa eder. Ama evli kadının cezâsı recm ise recmin yarısı yoktur. Bütün bu kanıtlar, Kur’an’ın recmi kaldırdığını ve evli-bekâr, zinâ eden herkese sadece yüz sopa cezâsını getirdiğini ortaya koymaktadır.
Demek ki zinânın cezâsı, bekâr-evli herkes için yüz sopadır. Yüce Allah mü’minlere, suçlulara acımadan bu cezâyı uygulamalarını emretmiştir: “Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, Allah’ın bu cezâsını uygulama konusunda acıma duygusuna kapılmayınız.”1537 buyruğu, haddi uygulama husûsundadır. Yani acımadan bu haddin uygulanmasını emretmektedir. Fakat bu emir, suçluları merhametsizce dövme anlamına gelmez. Vurmanın gayr-ı müberrih olması (yani şiddetli, sakatlayıcı olmaması) gerekir. Hz. Ömer’in oğlu, zinâ eden câriyesinin ayaklarına vurmuş, oğlu Abdullah kendisine: “Allah ‘Allah’ın cezâsını uygulamada onlara acıma duygusu sizi yakalamasın’1538 dediği halde nasıl böyle yapıyorsun?” deyince: “Oğlum, Allah bana onu öldürmemi veya değneği başına vurmamı emretmedi” diye cevap vermiştir.1539
Zânîlerin halk huzurunda dövülmelerinin hikmeti de insanlara ibret olmak ve bu işe eğilim duyanları korkutup caydırmak içindir. Çünkü dövülmek nefse ağır gelir. Halkın huzurunda dövülmek ise insanı son derece mahcup duruma düşüreceği için çok daha ağırdır.
Zinâya ve genel olarak fuhşa had uygulanabilmesi için eylemin dört tanıkla görülerek tespit edilmesi gerekir. Bu husus da Nisâ Sûresinin 15. âyeti ile Nûr Sûresinin dört ve altıncı âyetlerinde belirtilmiştir.
1536] 4/Nisâ, 25
1537] 24/Nûr, 2
1538] 24/Nûr, 2
1539] İbn Kesir, Tefsir III/263
FUHUŞ / ZİNÂ
- 359 -
Hiç kuşkusuz bu had cezâları kendi isteğiyle fuhuş yapanlar hakkındadır. Fakat istemeden, zorla zinâ etmek durumunda kalanlara bir günah ve cezâ yoktur. Çünkü Yüce Allah, zor karşısında inkâr edenin gazaba uğramayacağını yani günahkâr olmayacağını bildirmiştir.1540 Hz. Peygamber de Allah’ın, hatâ, unutma ve zor karşısında yapılan işleri affettiğini belirtmiştir.1541
Nisâ Sûresinin 2. âyeti zinâ hakkındadır. Dediğimiz gibi Nisâ 15-16. âyetlerde de cinslerin kendi aralarında yapılan eşcinselliğin cezâsı belirtilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de herhangi bir hayvanla cinsel ilişkide bulunanlar hakkında bir hüküm belirtilmemekle beraber, bunun, Allah’ın doğal yasasına aykırı olduğu ve doğaya aykırı işler yapanların da kınandığı1542 kesindir. Ancak bunlara uygulanacak cezâ hakkında çeşitli görüşler vardır: Ebû Hanife, Mâlik, Süfyân-ı Sevrî ve İmam Ahmed’e göre bu kimseye had vurulmaz, bunun ta’zîrî (hakaret ile veya bir-iki tokat vurularak caydırılması) gerekir. Şâfiî’nin bir kavline göre bu adama zinâ cezâsı uygulanır.1543
Zinâ cezâsının, evli-bekâr herkese sadece dövme cezâsı olduğuna dâir bundan ayrı olarak iki kesin kanıt daha vardır. Biri, Ahzâb Sûresinin 30’uncu âyeti, diğeri de evlendiği halde zinâ eden câriyenin cezâsını belirleyen Nisâ 25’inci âyetin son kısmıdır.
Bütün bunlar, âyetlerin hepsinin hükmünün geçerli olduğunu kanıtlar. Recm, Tevrât’ın bir hükmüdür.1544 Kanımıza göre Tevrât’ın hükmü, Arabistan’ın güneyinde ve Medine’de Araplarla iç içe yaşayan yahûdilerden Araplara geçip, bir gelenek halini almış ve Kur’an’ın bu hükümleri ininceye kadar bazı yerlerde uygulanmıştır. Herhalde Peygmaberimiz’in recmi uyguladığı hakkındaki rivâyetler -şâyet doğru/sahih ise-, işte Kur’ân’ın bu konudaki hükmünü bildiren âyetlerden önce olmuştur. Fakat A’râf sûresinin 157. âyetinde belirtildiği üzere eski yasalarda insanların üstüne binen, onların ellerini kollarını bağlayan birçok zincirleri, ağır hükümleri kaldıran bir elçi olarak nitelendirilen Hz. Muhammed’e (s.a.s.) indirilen Kur’an vâsıtasıyla Tevrat’taki ağır recm cezâsı yüz sopaya çevrilmiştir. Nitekim Tevrat’ta insanların dinde aşırı davranışları yüzünden yasaklanan birçok hayvan eti üzerindeki yasakları da Kur’an hafifleterek dört çeşide indirmiş, yemek isteyen kimse için bunların dışında bir yasak olmadığını, ikisi Mekke’de ve ikisi de Medine’de, hele sonuncusu Peygmaber’in son dönemlerinde inmiş olan dört âyette vurgulanmıştır.1545
Nisâ 16. âyette eziyet edilmesi gereken iki kişinin, birbiriyle cinsel ilişkiye giren iki erkek yahut zinâ eden erkek ve kadın olduğu hakkında görüşler vardır. İkrime, Atâ, Hasan-ı Basrî ve Abdullah İbn Kesîr’e göre bu âyet, zinâ eden erkek ve kadını; Mücâhid’e göre de livâta eden iki erkeği kasdetmektedir.1546
Kur’ân-ı Kerim’de neshi kabul etmeyen Ebû Müslim İsfahânî’ye göre
1540] 16/Nahl, 106
1541] İbn Mâce, Talâk 16
1542] 30/Rûm, 30; 4/Nisâ, 118-119
1543] Mefâtihu’l-Gayb, 23/132-133
1544] Tesniye, 22. bab
1545] Bak: 6/En'âm, 145; 16/Nahl, 115; 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3
1546] M. Ali Sâbunî, Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm, II/56
- 360 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kadınlarınızdan fuhşa varanlar” âyeti ile sahhâka (sevici kadın)lar, “İçinizden fuhşa varan iki (er) kişi” âyeti ile de livâta eden erkekler kasdedilmiştir. Zira “ellâtî”, kadını gösteren “elletî”nin çoğuludur. “Ellezâni” ise, erkeği gösteren “ellezî”nin tesniyesi (ikili)dir. Bu yorum, en doğru yorumdur. Zira:
1. Bu sûretle hiçbir âyet neshedilmez, her âyetin hükmü geçerli olur.
2. Eğer her iki âyette de zinâ kasdedilmiş olsaydı, zinâ eden erkek ve kadının hükmü, bir âyet içinde zikredilirdi. Nitekim “Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüz celde vurunuz” âyetinde aynı suçu işleyen erkek ve kadının hükmü birlikte belirtilmiştir. İki âyette de amaç zinâ olsaydı, burada da bunlar aynı âyet içinde anılır ve aynı şeyden söz eden âyetler tekrarlanmazdı.
3. “Fuhşa varan kadınlar” âyetinin zinâ hakkında olduğunu söyleyenler “yahut Allah onların yararına bir yol gösterinceye kadar” cümlesinde belirtilen, Allah’ın göstereceği yolu, recm (taşlayarak öldürme ve yüz değnek vurma) şeklinde açıklıyorlar. Bu, âyetin rûhuna terstir. Çünkü âyette Allah’ın, kadınların yararına bir yol göstereceği belirtiliyor. Oysa recm, sopalama ve sürgün onların yararına değil; zararınadır. Bunlar kadınlar için çok ağır cezâlardır. Bundan dolayı biz buradaki fuhşu, kadınlar arasında uygulanan seviciliğe yorarak âyeti, “Allah onların şehvetlerini nikâh ile doyurma yolunu gösterecektir” şeklinde tefsir ediyoruz. Allah’ın onlara evlenme nasip etmesi, onların lehine olan bir yoldur.1547
Buraya kadar inen âyetlerde henüz belirtilmeyen zinânın cezâsı, daha sonra inecek olan Nûr sûresinde belirtilecektir. Böylece âyetler arasında nesh diye bir şey kalmaz, hepsinin hükmü yerinde durur, uygulama alanı bulur:
1. Eşcinsellik yapan kadınlar, evde gözetim altında tutulurlar, evleninceye dek kendi başlarına serbest dolaşmalarına imkân verilmez. Evlendikleri veya uslanıp bu işten vazgeçtikleri takdirde evde sürekli gözetim altında tutulma cezâsından kurtulurlar.
2. Eşcinsellik yapan erkeklere, dil ve el ile eziyet ve hakaret edilir; bir-iki tokat vurmak sûretiyle dövülürler. Bunlara uygulanacak eziyet cezâsı konusunda âyette ve sağlam hadiste açık bir hüküm bulunmadığından, fakîhler hayli görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazılarına göre bu eziyet sadece dil ile azarlama ve kınamadır. Bir kısmına göre de hem dil, hem de el ile eziyet edilir. İbn Abbas’a göre: “Erkek fuhuş yapınca kınanır, ayakkabı ile dövülür.” Mücâhid’e göre dil ile, söverek eziyet edilir.1548 Taberî’ye göre Yüce Allah, bu âyette eziyetin türünü belirtmemiştir. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) de şöyle veya böyle yapıldığına dair bir şey nakledilmemiştir. Bunun için bu eziyet ya dil yahut el ile ya da her ikisiyle olabilir. Bunlardan hangi çeşidinin toplum için daha yararlı olduğunu bilmek de önemli değildir. Taberî’ye göre artık bu hüküm neshedilmiştir. Taberî genel kanıya uyarak âyetin hükmünün neshedildiğini söylüyor, ama bu, delilsiz bir savdan ibârettir.
Livâta edenlerin mel’un olduklarına dâir hadisler vardır: “Lût kavminin yaptığını yapan kimseleri görürseniz, fâili de mef’ûlü de öldürünüz”1549 anlamındaki hadisler
1547] Mefâtihu'l-Gayb, 3/245-246
1548] Mücâhid, tefsir, 149, tahkik: Abdurrahmân et-Tâhir, Davha, Katar
1549] Tirmizî, Hudûd 24
FUHUŞ / ZİNÂ
- 361 -
ise sağlam değildir. Tirmizî, bu hadisin senedine güvenilemeyeceğini belirtmiş, Nesâî de bu hadisi münker görmüştür. İbn Mâce de bu hadisi Ebû Hüreyre’den rivâyet etmiş ise de senedi birinciden de zayıftır. İbn Hacer, Ebû Hüreyre hadisinin sahih olmadığını söylemiştir. Hadisin başka bir varyantında: “Üsttekini de, alttakini de recmedin” denmektedir ki bu da sahih değildir. Beyhakî’nin: “Erkek, erkeğe varırsa ikisi de zinâ edendir. Kadın, kadına varırsa ikisi de zinâ edendir” rivâyetinin senedinde, Ebû Hâtim’in yalancılıkla suçladığı Muhammed İbn Abdirrahmân vardır. İbnu’t-Tullâ’, Ahkâm’ında: “Peygamber’in (s.a.s.) livâta yapanı recmettiği veya onun hakkında bir hüküm verdiği sübût bulmamıştır” demiştir. Tirmizî şöyle diyor: “İlim adamları, livâta yapanın cezâsı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre evli olsun, bekâr olsun livâta yapan kimse recmedilir. Mâlik, Şâfiî, Ahmed ibn Hanbel ve İshak ibn Râhveyh bu görüştedirler. Tâbiîlerden bazı fakîhlere göre de livâtanın cezâsı, zinâ cezâsının aynıdır. Hasan-ı Basrî, İbrâhim Nehâî, Atâ ibn Ebî Rabâh da bu görüştedirler.1550
Ebû Hanîfe’ye göre, hakkında bir hüküm bulunmadığı için livâtaya cezâ gerekmez. Şâfiî’ye göre Lût şerîatında haram olan bu işi yapanlar recmedilirdi. “Onlar, Allah’ın, doğru yola ilettiği kimselerdir, onların yoluna uy”1551âyeti uyarınca bizden öncekilerin şeraitindeki hükümler bizim şeriatimizde neshedilmedikçe bizim için de geçerlidir. Livâta yapanları Cenâb-ı Hak kınadığına göre demek ki buna uygulanan cezâ, şeriatimizce neshedilmemiştir. Şâfiî’nin bu görüşü açık bir delilden yoksundur. Önce recm, Kur’an’ın hükmü değil; Tevrat’ın hükmüdür. Kur’an zinâ konusunda açık hüküm getirdiğine göre demek demek ki Tevrat’ın recm hükmünü neshetmiştir. Öyle ise livâtanın cezâsı, zinânın cezâsı olan recmdir demek doğru değildir. Çünkü zinânın cezâsı recm değil; yüz sopadır.
Ayrıca Lût şeriatinde livâta yapanların recmedildiğine dair bir delil de yoktur. Olsa bile Cenâb-ı Hak Kur’an’da ne zinâ, ne de livâta hakkında recm cezâsı emretmemiştir. Ebû Hanife’nin görüşü daha isâbetlidir. Şeriat livâtaya bir cezâ koymamıştır. Fâili tevbe etmezse Allah’ın cezâsına mâruz kalacaktır. Kur’ân-ı Kerim’de bütün günahlara cezâ konmuş değildir. Şarap içmek, gıybet etmek, oruç tutmamak, da haramdır, ama Kur’an’da şarap içene, dedikodu yapana, oruç bozana bir cezâ bir cezâ konmamıştır. Bunların cezâsını bizzat Yüce Allah, âhirette verecektir.
Bu konudaki görüşleri toplayan Şevkânî şöyle diyor: “İlim sahipleri, mütevâtir hadislere dayanarak livâtanın haram ve büyük günahlardan; yapanların da mel’un olduğu kanısına vardıktan sonra cezâsı konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir grup sahîbî, evli olsun, bekâr olsun livâta yapanın da yapılanın da öldürüleceği kanısındadır. Şâfiî, Nâsır, Kasım ibn İbrâhim de bu görüşü benimsemişlerdir, görüşlerine de livâtacının recmedileceği hakkındaki münker hadisi delil getirmişlerdir. Bu görüş sahipleri, öldürmenin nasıllığı hakkında da görüş ayrılığı içindedirler. Hz. Ali’den, livâtacının kılıçla öldürülüp sonra yakılacağı rivâyet edilmiştir. Hz. Ömer ve Osman’a göre livâtacı, duvarın altına konulup üstüne duvar yıkılarak öldürülür. İbn Abbas’a göre kentin en yüksek binasından baş aşağı atılarak öldürülür. Kimine göre de recmedilir.”
Daha sonra Şevkânî şöyle diyor: “Muhakkak ki bu rezâleti işleyen kimse,
1550] Tirmizî, Sünen, 4/58, Mısır baskısı
1551] 6/En'âm, 90
- 362 -
KUR’AN KAVRAMLARI
âleme ibret bir cezâ verilir. Azgınların şehvetini kıracak biçimde işkence edilir. Ebû Hanîfe’ye ve Şâfiî’den gelen başka bir kavle, Murtaza ve Müeyyidbillâh’a göre livâtacı yalnız ta’zir edilir. Livâtacı hakkındaki deliller özellik, zinâ hakkındaki deliller ise genellik arz ettiği için bu konuda büyük görüş ayrılıkları vardır...”1552
İbnu’t-Tullâ’ın da belirttiği gibi, livâta yapanın öldürüleceği veya recmedileceği hakkındaki hadislerin hiçbirisi sahih değildir. Zâten sahih olsaydı, sahâbîlerden cezâ konusunda bu kadar görüş ayrılığı nakledilmezdi. Bu görüş ayrılıkları, Hz. Peygamber’den sonra sahâbîlerin, onlardan sonra da tâbiîlerin, konu hakkında kendi düşüncelerini belirttiklerinden, kimi livâtacının öldürüleceğini, kimi yüksek binâdan aşağı atılarak, kimi üstüne duvar yıkılarak öldürüleceğini, kimi öldürülmeyip sadece ta’zir edileceğini söylemiştir ki, zâten Kur’an’ın bu konuda belirlediği cezâ da tâzir cezâsıdır. Onun için Ebû Hanife, bir kavle göre Şâfiî de livâtacının sadece ta’zir edileceğini söylemiştir. Muhammed Reşid Rızâ da bu görüştedir.
Hanefîlere göre ta’zir, dövmek, böylelerini en kötü, pis bir yerde ölünceye ya da tevbe edinceye dek hapsetmek sûretiyle olur. Ebû Müslim el-Horasânî; “İçinizden iki erkek fuhşa varırsa...” âyetinde, livâtacı fâil ve mef’ûlün kasdedildiğini söyler. Biz o âyetin tefsirinde, üstad İmam (Muhammed Abduh’un da Ebû Müslim’in görüşünde olduğunu söylemiştir. Bu görüş, şöyle diyenlerin sözüne uygundur: Livâtanın cezâsı da ta’zirdir, ama bu, eziyet olan herhangi bir tarzda yapılabilir. Sadece bu sözle (hakaret ederek), fiilen (döverek) yapılabileceği gibi, işkencesiz de yapılabilir.1553
Bu görüş ayrılıkları, livâta cezâsı hakkında âyette belirtilen eziyet cezâsından ayrı bir cezânın olmadığını kanıtlar. Zira recm Kur’an hükmü değildir. Dediğimiz gibi, eğer bazı hadislerde belirtildiği üzere Peygamber (s.a.s.) gerçekten recmi uygulamışsa, bu, mutlaka zinâ cezâsını belirleyen âyetin inmesinden önce olmuş ve zinâ cezâsını belirleyen âyet, aslında Tevrat’ın hükmü olan recmi hafifleterek yüz sopaya çevirmiştir.
“Câriyeler evlendikleri halde zinâ ederlerse onlara, hür kadınlara yapılanın yarısı kadar işkence ediniz!”1554 âyeti, zinâ eden evli câriyelere, hür kadınlara yapılan işkencenin yarısı kadar işkence edilmesini bildirmektedir. Bunun da zinâ cezâsının sadece işkence olduğu anlaşılır. Çünkü bu cezâ, burada olduğu gibi 33/Ahzâb 30 ve 24/Nûr 8. âyetlerde hep azâb olarak anılmaktadır. Azâb ise işkencedir, recm değildir. Çünkü recm, azâptan öte bir şeydir. Fecî bir şekilde öldürmedir. Zâten Kur’an, böyle taşlayarak öldürme anlamında recmi birkaç yerde anmaktadır.1555
Câriyenin Zinâ Cezâsı
Câriyeye evli kadının yarısı kadar zinâ cezâsı verilmesi, onun nâmusunu koruma konusunda hür kadına göre güçsüzlüğünden ötürüdür. Hür kadın, toplumdaki mevkii gereği kendisini daha kolay koruyabilir. Ama özgürlüğü elinde olmayan câriye, her zaman kendisini koruyamaz. Yüce Allah, zayıflara acıdığından onun cezâsını yarıya indirmiştir. Bu âyete göre evlenen câriye zinâ ederse ona,
1552] Neylü'l-Evtâr, 17/116-118
1553] Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm, 8/518-519
1554] 4/Nisâ, 25
1555] Bak. 19/Meryem, 46; 36/Yâsin, 18; 26/Şuarâ, 116; 11/Hûd, 91; 44/Duhân, 20; 18/Kehf, 20
FUHUŞ / ZİNÂ
- 363 -
hür kadının cezâsının yarısı olan elli sopa vurulur. Fakat evli olmayan câriye zinâ ettiği zaman onun hakkında bir cezâ belirtilmemiştir. Bu hususta da müfessirler görüş ayrılığına düşmüşlerdir:
1. Bazılarına göre evli olmayan câriye zinâ ederse onun belli bir cezâsı yoktur. Yalnız eğitip uslandırmak için dövülür.
2. Bazılarına göre evli-bekâr zinâ eden her câriyenin cezâsı elli sopadır.
3. Bazılarına göre de Kitap ve Sünnetin genel hükmü göz önünde bulundurularak bekâr câriyeye yüz sopa, evli câriyeye ise açık hüküm belirtildiğinden elli sopa vurulur.
En isâbetli görüş İbn Abbas’a dayanan ikinci görüştür. Üçüncüsü ise Kur’an’a ters, hatta saçma bir düşüncedir. Doğrusu odur ki bekâr câriye için belli bir zinâ cezâsı konulmamıştır. Ancak o, eğitilmek amacı ile dövülebilir. Tabii öldürecek biçimde değil; eğitecek biçimde dövülür. Tabii şimdi ne câriye vardır, ne de dövme bir eğitim yöntemidir. Bugün eğer câriye olsaydı, onu eğitmek için dövme yerine, güzel öğüt verme, bilinçlendirme yöntemiyle eğitme yoluna gidilirdi. Çünkü ne Kur’an, ne de Peygamberimiz bu konuda bir cezâ belirtmiştir. Hz. Ali şöyle diyor: “Hz. Peygamber bana, zinâ eden bir câriyeyi dövmemi emretti. Baktım ki câriye henüz yeni ergenliğe ermiş, dövsem ölecek. Dövmedim, durumu Allah’ın Elçisine arzettim: “İyi etmişsin, bırak büyüsün” dedi.1556
Nisâ 15 ve Nûr 4. âyetlerin açık ifâdesine göre fuhuş ve zinâ yapanların cezâlandırılabilmesi için dört tanık tarafından suçu işlerken açıkça görülmeleri gerekir. Fuhuş ve zinâ suçunun tahmin veya akıl yürütme ile değil; bizzat görülerek saptanması gerekir. Çünkü bu suç, bir âilenin şerefinin mahvolmasına yapanlardan özellikle kadının toplumda töhmet altında kalmasına, hor görülmesine hatta âilenin yıkılmasına neden olabilecek ağır bir suçtur. Böyle insanların istikballerini söndürecek, âileleri yıkacak bir iddiânın yalnız tahmine veya bir kişinin tanıklığına dayanması doğru değildir. Çünkü tek insan, görüşünde yanılabilir, hislerine kapılıp gerçeği yanlış anlatabilir. Ancak dört şâhid tarafından görüldüğü zaman fuhuş ve zinâ yapanlara, belirlenen cezâ uygulanır ki, bu eylemin dört şâhid tarafından görülmesi çok güçtür. Meğerki şahsın kendisi itiraf etsin yahut suçlayan kimse, önceden tedbir alıp olayı şâhidlerle tespit eylesin.
Ancak, Nûr sûresinde açıklandığı üzere, karısını zinâ ile suçlayıp dört şâhid bulamayan kimse, hâkimin kararıyla karısından boşanır. Fakat kadın, suçunu itiraf etmedikçe kendisine zinâ cezâsı uygulanmaz. 65/Talâk sûresi, 1. âyette, boşanan kadınlar, fuhuş yapmaları dışında, bekleme süreleri içinde kocalarının evlerinden çıkarılmamaları; iddetlerini kendi evleri sayılan koca evinde doldurmaları emredilmekte, böylece boşanan kadınların birden sokağa atılıp perişan duruma düşürülmeleri önlenmektedir. Tabii kadın isterse kendisi çıkıp gidebilir.
Bizim nesh hakkındaki izahlarımızı anlamak istemeyen bir adam, “Had âyeti, Nûr Sûresinin ikinci âyetidir; Recm âyeti ise tilâveti mensuh ve hükmü kıyâmete kadar mer’iyyette (yürürlükte) kalan bir âyettir” diyor.
Tutarsız, delilsiz bir iddiâ. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, tek kişi haberiyle ne sâbit olur, ne de nesh edilir. Reşid Rızâ’ının da dediği gibi, Kur’ân-ı Kerim’i ancak
1556] Müslim, Hudûd 34; İbn Kesîr, Tefsî I/475-478
- 364 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ondan daha iyisi veya dengi neshedebilir. Kur’an’ın dengi sadece Kur’an’dır. Hadislere gelince; bunlar mütevâtir olsa bile Kur’an’ın dengi olamaz. Çünkü Kur’an’ın lafzı da, mânâsı da Allah’ın emriyle meleğin vahyidir. Oysa hadisler Peygamber’in sözüdür. Lafzî tevâtüre sahip hadisler çok azdır. Mânevî tevâtür bulunan hadisler de çok değildir. Ötekiler, şahısların duydukları sözleri, kendi anlayış ve ifâdeleriyle aktarımıdır. Süyfyân-ı Sevrî, duyduğu sözleri ancak anlam olarak aktardığını söylemiştir. Şimdi bu tür rivâyetler nasıl âyetlerin dengi olur ve âyetleri nesheder?
Kaldı ki recm âyeti diye rivâyet edilen sözler, kişi haberinden ibârettir. Muhammed İzzet Derveze, bu konuda şöyle diyor: “Önce bu sözün, âyet olup sonra lafzının kaldırıldığı, hükmünün bâkî kaldığı şeklinde rivâyetin hiçbir hikmeti anlaşılamaz. Özellikle recm gibi çok ağır bir cezâda lafzın kaldırılmış olmasının anlamı yoktur.
İkinci olarak; Recm âyeti olarak rivâyet edilen sözün metni değişik biçimlerde aktarılmaktadır. Sonra cezânın sadece yaşlı kadın ve erkeğe (çünkü rivâyette “şeyh” ve “şeyha” kelimeleri geçiyor ki, bunlar yaşlı erkek ve yaşlı kadın demektir) tahsis edilmesi tuhaftır.1557
Üçüncü olarak; Önerisiyle Kur’an’ı toplatıp yazdırmış olan Ömer (r.a.), eğer rivâyette söylendiği biçimde sözün âyet olduğu kanısında olsaydı, kimseyi dinlemez, onu Mushaf’a yazdırırdı. Özellikle on yıllık halifeliği sırasında onu kim bundan engelleyebilirdi? Ebû Ya’lâ’nın rivâyetine göre “Bir adam, Peygamber’e (s.a.s.) gelip: ‘Yâ Rasûlallah, bana recm âyetini yaz!’ demiş. Peygamber (s.a.s.): “Şimdi bunu yapamam’ demiş veya benzeri bir söz söylemiş.” Rivâyette, Peygamber bu sözü söylerken Ömer de orada imiş. Şimdi Ömer, Peygamber’in yazdırmadığı bir söze, nasıl âyet der ve onu yazdırmayı düşünür? Bu konuda Ömer’den rivâyet edilen sözler gerçekten kuşkuludur.
Bu recm âyetini(!) nesheden, rivâyete göre bir keçidir. “Keçi, Hz. Âişe’nin evinde bulunan ‘recm âyeti’ni yedi, böylece nesh oldu.”1558
Dördüncü olarak; Nisâ Sûresinin 25. âyeti, zinâ eden evli câriyenin haddini, hür kadının haddinin yarısı olarak belirlemektedir. Kur’an’da hür kadın için Nûr Sûresinde belirtilen yüz değnekten başka had olmadığından cumhur, câriyenin cezâsının elli değnek olduğuna hükmetmiştir. Eğer evli kadının zinâ cezâsı recm olsaydı, bunun yarıya bölünmesi mümkün değildi. Öyle ise Kur’an’ın zinâya koyduğu cezâ, hürler için yüz, câriyeler için elli sopadır.”1559
Peygamber’in recmettiğine dâir rivâyetler ise, Kur’an’ın bu kesin emirlerinden önce, Peygamber tarafından uygulanan cezâyı gösterebilir. Esâsen recm, Tevrat’ın emridir. Hz. Peygamber, kendisine vahiy gelmeyen konularda Kitap ehlinin uygulamalarına uyardı. Kur’an’ın bu konuda özel emirleri gelmezden önce Peygamber de Kitap ehlinin uyguladığı recm cezâsını uygulamış olabilir. Ama yaratıklarına çok merhamet eden Yüce Allah, Kur’an’da o ağır cezâyı hafifleterek
1557] Oysa, gence göre daha âciz durumdaki yaşlıların cezâlarının daha hafif olması gerekir. Bunlar için daha hafif bir cezâ caydırıcı olur. Daha az dayanıklı olan yaşlılara daha ağır cezâ vermek, genel şeriat kuralına aykırıdır. Oysa şeriat, oruç tutamayacak durumdaki yaşlıları, fidye karşılığında oruçtan muâf tutmaktadır.
1558] İbn Mâce, Nikâh 36, hadis no: 1944; Ahmed bin Hanbel, 5/131, 132, 183; 6/269
1559] İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, 10/8-10
FUHUŞ / ZİNÂ
- 365 -
yüz sopaya çevirmiştir.1560
Recm Meselesi
“…Allah, pisliği/azabı, aklını kullanmayanlar üzerine bırakır.”1561
“Kim söylemediğim bir sözü bana atfederse, cehennemdeki yerine hazırlansın”1562
Hadislerde geçen evli zânîler için recm cezası, İslâm tarihinin ilk dönemlerinde bilhassa Hâriciler, daha sonra da bir kısım Mu’tezile ile bazı Şi’iler tarafından kabul edilmemiş; çağdaş Müslüman yazarlardan bazıları da recmin meşru bir ceza olmadığını ileri sürerek evli-bekâr ayrımı yapılmaksızın zânîlere ceza olarak sadece yüz sopa vurulacağı görüşünü benimsemişlerdir…1563
Ehl-i Sünnet içerisinde mütalaa edilen bütün mezhepler ise, evli zaniler için recm cezasının mevcudiyetini kabul etmiş, bu cezayı inkâr edenleri şiddetle tenkit etmişlerdir…1564
Arapça “zenâ” fiilinden mastar olan zinanın sözlük ve terim anlamı birdir. Bu da; bir erkeğin kadınla bir akde veya haklı bir sebebe dayanmaksızın cinsel temasta bulunmasıdır. Zina eden erkeğe “zânî” kadına ise “zâniye” denir.1565 Zina kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de dokuz yerde geçmektedir.
Hadis kaynaklarını taradığımızda, recmi kabul etmeyen hâricîleri susturmak için olsa gerek, tuhaf rivâyetler uydurulduğunu görüyoruz. Zira recm âyetinin bir keçi tarafından yendiği,1566 maymunların bile zina edeni taşladıkları1567 gibi rivâyetlerin başka izahı mümkün görünmüyor. Hiçbir şeyden habersiz bu hayvancağızları bir tarafa bırakarak konunun ayrıntılarına geçmek istiyoruz.
Birinci Bölüm: Recm İle İlgili Rivâyetler
Kur’an’da Recm Âyeti Olduğuna Dair Rivâyetler
Yaptığımız incelemeye göre, Kur’an’da recm âyeti olduğuna dair rivâyetler Hz. Ömer, Ubey b. Ka’b, Zeyd b. Sabit, Hz. Ali, Hz. Aişe, İbn Abbas ve Ebu Umame b. Sehl b. Huneyf’in teyzesi el-Acma’dan gelmiştir.1568
Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit, İbn Abbas ve el-Acma’dan gelen rivâyetler hadis usulü kaidelerine göre sahih; Ubey b. Ka’b’dan gelen rivâyet hasen, diğer sahabe1560]
S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 17, s. 486-508
1561] 10/Yunus 100
1562] Buhârî, İlim 38; Müslim, Mukaddime 1; Tirmizî, İlim 8 hadis no: 2797; İbn Mâce, Mukaddime 4 (31), 5 (38)
1563] Keskin, Yusuf Ziya, Recm Cezası Ayet ve Hadis Tahlilleri, s. 13, Beyan Yayınları, 2001 İstanbul. Recm hususunda yapılmış en kapsamlı çalışma olması hasebiyle, Yusuf Ziya Keskin’in adı geçen eserine sık sık atıfta bulunulacak, ilme ve ilim adamına bir saygının gereği olarak eserde işaret edilen kaynaklara gerekmedikçe işaret edilmeyecektir.
1564] Y. Ziya Keskin, a.g.e., s. 22.
1565] Şamil İslam Ansiklopedisi, Zina maddesi.
1566] İbn Mace, Nikâh 36/1944; Ahmed bin Hanbel, 5/131, 132, 183; 6/269
1567] Buhari, 63/27
1568] Keskin, Yusuf Ziya, Recm Cezası Ayet ve Hadis Tahlilleri, s. 93, Beyan Yayınları, 2001 İstanbul.
- 366 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lerden gelen rivâyetler ise senetlerindeki cerh edilmiş raviler sebebiyle zaiftir.1569
Biz burada mevcut bütün rivâyetleri nakletmeyeceğiz. Yalnızca rivâyetlerin problemli kısımlarına ve kendilerinde barındırdıkları kuşkulara işaret ederek bir fikir vermeye çalışacağız. Zira çalışmamızın ana eksenini Kur’an oluşturmaktadır. Bu rivâyetlerle ilgili genişçe malumat almak isteyenler, Yusuf Ziya Keskin’in Recm Cezası Âyet ve Hadis Tahlilleri adlı eserine başvurabilirler. Bu eserde mevcut bütün rivâyetler ele alınmış, senet ve metin tenkidine tabi tutulmuş ve recmin Hz. Peygamberin siyaseten uyguladığı bir had olduğu kanısına varılmıştır. Şüphesiz bu bizim kabul edebileceğimiz bir görüş değildir.
Hz. Ömer’den gelen rivâyete göre o, Medine’de irad ettiği uzunca bir hutbede, Hz. Muhammed’e indirilenler arasında recm âyetinin de olduğunu, kendilerinin bu âyeti okuyup ezberlediklerini söylemekte; bazı kimselerin, Kur’an’da bulamıyoruz diyerek recmi inkâr edeceklerini ifade etmekte, recmin Kur’an âyeti ile sabit olduğunu bildirmektedir. Ardından da “Ömer, Allah’ın kitabında olmayan bir şeyi kitaba yazdı demeleri olmasa, muhakkak ki indirildiği gibi recm âyetini kitaba yazardım” diyerek recm âyetinin şöyle olduğunu söylemektedir; “eş-Şeyhu ve’ş-şeyhetu izâ zeneyâ f’ercumûhumâ elbettete.” Yani; Yaşlı erkek ile yaşlı kadın zina ederlerse, mutlaka ikisini de recmedin… Ubey b. Ka’b’dan gelen rivâyette, Ahzab suresinin sayı itibarıyla Bakara suresine denk olduğu(?) ve içerisinde recm âyetinin bulunduğu ifade edilmektedir… Zeyd b. Sabit’ten gelen rivâyete göre, onun recm âyetini bizzat Hz. Peygamber’den işittiği ifade edilmektedir… el-Acma’dan gelen rivâyette Hz. Peygamberin recm âyetini okuttuğu bildirilmektedir… Hz. Ali’den gelen rivâyete göre Ali; “Recm Rasulullah’tan gelen bir sünnettir. Daha önce recm âyeti inmişti. Yemame savaşında recm âyetini ve başka âyetleri okuyan kimseler şehid oldu (da bu âyetler kayboldu)… Hz. Aişe’den gelen rivâyette ise recm âyetinin indiği, bir kâğıtta yazılı olduğu; ancak ev haşeresi ya da keçi(?) tarafından yendiği ifade edilmektedir…1570
Şimdi bu rivâyetler karşısında durup akl-ı selîmle derin derin düşünmek gerekiyor. Hz. Ömer’in irad ettiği iddia edilen hutbenin içeriğine baktığımızda onun yanındakilerle beraber, recm âyetini(?) okuyup ezberlediklerini görüyoruz. Demek ki Hz. Ömer’in yanında, bu âyetin gerçekten indiğine dair şahitler de bulunmaktadır. Lâkin başka bir rivâyette; Hz. Ebu Bekir zamanında Kur’ân yazılırken derleme komisyonu başkanı olan Zeyd b. Sabit’in, Hz. Ömer’in getirdiği recm âyetini, Hz. Ömer başka bir şahit bulamadığı için kabul etmediği, fakat Ebû Huzeyme’nin getirdiği Berâ’e Suresinin son iki âyetini yalnız Ebû Huzeyme’nin tanıklığını yeterli görerek kabul edip Mushafa yazdığı: “Allah’ın Elçisi, senin tanıklığını, iki kişinin tanıklığına denk tuttu”1571 dediği kaydedilmektedir. Şüphesiz bu giderilmesi mümkün görünmeyen bir çelişkidir. Ayrıca yukarıda da ifade edildiği gibi Zeyd b. Sabit bu âyeti bizzat Rasulullah’tan işittiğini ifade etmektedir. Kendisinin de işittiği bir âyeti nasıl olurda şahit yetersizliğinden Mushafa almaz? Sonra Hz. Ömer gibi bir örnek Müslümanın doğru bildiğini yapmaktan çekindiğini kaynaklar rivâyet etmemiştir. Muhakkak böyle bir âyet olsaydı bu, Kur’an’a yazılırdı. Ubey b. Ka’b’dan gelen rivâyette ise problem daha da büyük
1569] Keskin, a.g.e., s. 108.
1570] Bütün bu rivayetlerin kaynakları ve geniş değerlendirmesi için bk. Keskin, Yusuf Ziya, Recm Cezası Ayet ve Hadis Tahlilleri, s. 93–117, Beyan Yayınları, 2001 İstanbul.
1571] Buhârî, el-Hûru'l-'în; Süyûtî, el-İtkan: 1/63; Kitâbu'l-Mesâhif: 8
FUHUŞ / ZİNÂ
- 367 -
gözükmektedir. Zira bu rivâyeti kabul ettiğimiz zaman, Kur’an’ın bir kısmının kaybolduğunu kabul etmiş oluruz. Şüphesiz bu olacak iş değildir. Zira Allah Kur’an’ı koruması altına aldığını beyan etmiştir.1572 Hz. Ali ve Hz. Aişe’den gelen rivâyetleri konuşmaya bile lüzum görmüyoruz… Görüldüğü üzere bu rivâyetler, çelişkilerle dolu ve reddedilmesi gereken rivâyetlerdir. Kur’an’ın korunmuşluğuna gölge düşüren böylesi haberleri kabul etmek mi yoksa reddetmek mi İslâm’ın ruhuna daha uygundur? Bu soruyu da aziz okuyucunun takdirine havale ediyoruz.
Yukarıda kaydettiğimiz recm âyeti(?) ile ilgili rivâyetler, âlimler arasında pek çok görüşün oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu görüşler de daha çok “Nesh” kavramı etrafında şekillenmiştir. Âlimlerin çoğu recm âyetinin(?) “Lafzı Mensuh, Hükmü Bâki” olduğu görüşünü savunmuşlardır.
Çağdaş yazarlardan Derveze ise; Hz. Ömer’e isnad edilen recm âyeti hakkındaki rivâyetleri değerlendirerek şöyle der; “Recmin Kur’an’da tilâveten neshsedildiği fakat hükmen baki kaldığı hususuna gelince bu konuda birkaç noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Birincisi; hüküm olarak baki kalıp da tilâveten bir Kur’ani esasın neshedilmesinin hikmetini anlamak imkânsızdır. Üstüne üstlük recm gibi hassas ve ölümle sonuçlanan bir hukuki durum olursa. İkincisi; âyetin nassı hakkında gelen rivâyet ihtilaflıdır. Ayrıca, cezaya konu olarak sadece yaşlı erkek ve yaşlı kadının zikredilmesi şaşırtıcı bir durumdur. Üçüncüsü; Hz. Ömer bir âyetin yazılması hususunda şahitliği kabul edilmeyecek kadar adil değil miydi? Eğer, Nebi (s) vefat edinceye kadar, recm âyeti lafız ve hüküm yönünden neshedilmediyse ve Hz. Ömer bundan emin idiyse bu durum karşısında sessiz kalmayacak kadar da güçlü değil miydi? Kaldı ki, Hz. Ebu Bekir’e Kur’an’ın yeniden yazılması ve düzenlenmesi teklifini veren de Hz. Ömer’dir. Kendisi bizzat bu işe önayak olmuştur…”1573
Yine tefsirinde, recmin İslâm’ın bir hükmü olduğunu savunan Mevdudi bile bu konuyla alakalı olarak; “Lafzı mensuh, ancak hükmü baki âyetler” meselesi üzerine çok düşündüğünü, fakat bunu anlayamadığını itiraf eder.1574 Ali Mansur ise söz konusu âyetin(?) Kur’an’ın belağatına uymadığını belirtir ve daha başka gerekçelere dayanarak bu âyetin mevcudiyetini reddeder.1575
Hz. Ömer’in ifadesiyle; “inen, okunan, ezberlenen ve tatbik edilen” bir âyetin lafzının neshedilip hükmünün baki kalması anlaşılır gibi değildir. Çünkü lafzı mensuh olan bir âyetin hükmü de mensuh olmalı, hükmü yürürlükte olan bir âyetin lafzı da mevcut olmalıdır. Nitekim bazı Mu’tezililer, bir âyetin hükmü ile tilâvetinin ayrılmaz bir bütün olduğunu; tilâveti neshedilmiş ise, hükmünün de neshedilmiş olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.1576 Ayrıca Âlimler, Kur’an da olduğu söylenen bir şeyin sübutu için mütevatir olarak aktarılması gerektiğini söylemişlerdir.1577 Bu rivâyetlerin ahad oldukları da ortadadır…
1572] Hicr 9
1573] İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, Ekin Yayınları, 6/309.
1574] Mevdudî, Meseleler, III, 30.
1575] Ali Mansur, Nizamu’t-tecrim, s. 179
1576] İbn. Hacer, Feth, XII, 571
1577] Bk., Taftazani, Sadeddin Mes’ud b. Ömer, Kitabü't-telvih ve't-tavdih, I-II, İstanbul, 1310; I, 49; Amidi, Ali b. Ebu Ali, el-İhkam fi usuli'l-ahkam, I-II, Kahire, 1967; I, 147, 148; Suyuti, Celaluddin Abdurrahman, el-İtkan fi ulumi'l- Kur'an, I-II, thk. Mustafa Dib el-Buğa, Bey-
368 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nisâ Sûresi 15-16. Âyetler ve “Sebîl” Hadisi
Sebil hadisi diye isimlendirilen bir rivâyette Rasulullah’ın, Allah’ın zina eden kadınlar için bir yol gösterdiğini; bunun da evliler için yüz celde ile birlikte recm, bekârlar için ise yüz celde ile birlikte bir yıl sürgün olduğunu ifade ettiği bildirilmektedir. “Sebil-Yol” hadisi, Nisa suresi 15. âyetle alakalı olarak rivâyet edilmektedir. Öncelikle Nisa suresinin ilgili âyetlerinin mealleri verilecek, ardından rivâyetlerle birlikte derinlemesine incelenmeye çalışılacaktır.
Kadınlarınızdan fuhuş yapanların aleyhinde olmak üzere içinizden dört şahid tutun. Eğer şehadet ederlerse, onları, ölüm alıp götürünceye veya Allah onlara bir yol kılıncaya kadar evlerde alıkoyun.1578
Sizlerden fuhuş yapanların, her ikisine eziyet edin. Eğer tevbe ederler de ıslah olurlarsa artık onlardan vazgeçin. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, bağışlayandır.1579
Nisa suresinin ilgili âyetlerinin meali böyle… Âyetlerle ilgili yorumları sonraya bırakarak “Sebil” hadisi denen rivâyeti vermek istiyoruz.
Yaptığımız incelemeye göre sebil hadisi, sadece Ubade b. Es-Samit vasıtasıyla nakledilmiştir. Bir tarikte ise bu hadis, Seleme b. El-Muhabbik’a nispet edilmiştir; ancak bu rivâyet, aralarında Buhari’nin de bulunduğu bazı âlimler tarafından münker kabul edilerek Seleme’ye nispeti doğru bulunmamıştır.1580 Bazı tarikleri zaif olmakla birlikte, sebil hadisinin çoğu tarikleri hadis usulü kaidelerine göre sahihtir.1581
Ubade b. Es-Samit dedi ki: “Rasulullah’a vahiy geldiği zaman sıkıntıya maruz kalır ve yüz hatları değişirdi. Vahiy hali kendisinden gidince şöyle buyurdu: ‘Benden alınız, benden alınız, benden alınız! Muhakkak ki Allah onlara (zina eden kadınlara) bir yol tayin etti. Evliyle evli, bekârla bekâr (zina ederse) evliye yüz sopa ve recm, bekâra yüz sopa ve bir yıl sürgün (cezası vardır).”1582
Peygamberimizden rivâyet olunan yukarıdaki haberde; Nisa suresi 15. âyette belirtilen ‘Allah onlara bir yol kılıncaya kadar’ ibaresinin bir sonucu olarak ‘Allah onlara (zina eden kadınlara) bir yol tayin etti.’ ifadesi yer almaktadır. Yani Allah zina eden kadınlar için recm ya da sopa olarak verilen bir cezayı öngörmüş, onlara yol açmıştır. Yalnız aklımıza bazı sorular takılmaktadır. Allah Rasulü bu hadisini ne zaman söylemiştir? Nur suresinden önce mi sonra mı? Eğer önce ise, Nur suresindeki zinanın cezasını belirleyen 2. âyet bu hadisi –neshi kabul eden cumhur-ı ulemâya göre- nesh(?) etmelidir. Sonra söylenmiş olması da tuhaftır; çünkü rivâyetlere göre Nisa suresi 15. âyeti Nur suresi 2. âyet neshetmiştir. O zaman Allah Rasulü’nün nesh edilmiş bir âyete işaretle; “Allah onlara (zina eden kadınlara) bir yol tayin etti.” demiş olması muhaldir. Ayrıca Allah Rasulü’nden rivâyet olunan bu habere göre ‘bekârlara sürgün ve sopa, evlilere sopa ve recm’ rut, 1987, I, 239-240.
1578] Nisa 15
1579] Nisa 16
1580] Keskin, Yusuf Ziya, Recm Cezası Ayet ve Hadis Tahlilleri, s. 118, Beyan Yayınları, 2001 İstanbul.
1581] A.g.e s. 121.
1582] Müslim, Hudud 13, 1690.H. Ebu Davud, Hudud 23, 4415;Tirmizi, Hudud 8, 1434. bu hadis çerçevesinde oluşan farklı görüşler için Bk. Keskin, Yusuf Ziya, Recm Cezası Ayet ve Hadis Tahlilleri, s. 123–131, Beyan Yay., 2001 İstanbul.
FUHUŞ / ZİNÂ
- 369 -
öngörülüyor; fakat rivâyetlere göre fiilî uygulama bu şekilde cereyan etmemiş- ki ileride Allah Rasulü’nün recmi tatbik ettiği iddia edilen bu rivâyetleri vereceğiz- ‘sürgün’ ve ‘recm ile sopanın’ aynı anda uygulanması gibi hususlarda mezhepler arasında ihtilaf doğmuştur. Hadis sahih ise ihtilaf neden? Açıkçası bu neshetme(?) silsilesi kuşkularla doludur.
Bütün bunlarla birlikte bir problem daha var gibi görünmektedir. Rivâyete baktığımızda “Rasulullah’a vahiy geldiği zaman sıkıntıya maruz kalır ve yüz hatları değişirdi. Vahiy hali kendisinden gidince şöyle buyurdu… ” şeklinde bir cümleden sonra hüküm bildirilmektedir. Sanki Allah Rasulü’ne muhkem bir Kur’an âyeti vahyedilmiş ve O, bu haberi Ashabına tebliğ etmektedir. Rivâyete bakınca böyle düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Peki, bu âyet değilse nedir? Eğer âyet ise neden Kur’an’da değildir? Eğer bizim düşündüğümüz gibi bir âyet idi ve nesh(?) edildiyse bu nesh işlemini gerçekleştiren âyet muhtemelen Nur suresi 2. âyet olmalıdır… Bütün bu soru işaretleri karşısında biz bu rivâyete kuşkuyla yaklaşmaktan başka bir yol bulamadık.
Şimdi Nisa suresinin ilgili âyetlerini incelemeye çalışalım. Görülecek ki sebil hadisinin bu âyetlere nispeti- bizim tercih ettiğimiz yoruma göre- pek mümkün görünmemektedir. Yukarıda meallerini verdiğimiz âyetlerle alakalı olarak müfessirlerin çoğunluğu; “ilk yıllarda bu âyetlerin hükmü gereği zina eden kadınlar hapsediliyor, erkeklere ise eziyet ediliyordu. Daha sonra Nur suresi 2. âyet indi ve bu âyetleri neshetti. Ve en sonunda da Hz. Peygamber’in fiilî uygulamaları ile son şeklini aldı…” şeklinde yorumlar yapmaktadırlar. İsteyen herkes bu yorumlar için bildiği bir tefsire başvurabilir. Biz ise daha doğru bulduğumuz şu yorumu tercih ediyoruz;
Tâbiinden Mücahid, bu âyetlerdeki fuhşun eşcinsellik olduğunu belirtmiştir.1583 Yine, Ebû Müslim el-Isfahânî de aynı görüştedir.1584 Şehid Seyyid Kutub ise; 15. âyetle ilgili olarak hemen hemen cumhurun yorumuna benzer yorumlar yaptıktan sonra 16. âyetle ilgili olarak şunları söylemektedir: “…Tefsir bilginleri arasında en çok taraftar bulan yoruma göre bu âyetteki “zina suçu işleyen çift” deyiminden maksat birbirleri ile sapık cinsel ilişki kuran iki eşcinsel (homoseksüel) erkektir…”1585
Nisa suresi 15. âyette fuhşa varan kadınlar çoğul getirilmiştir. Bu, birkaç kadın arasında yapılan bir eylemi belirlemektedir ki özneleri “Kadınlar” şeklinde çoğul yapılmıştır. Bu, Arapların sihâk dedikleri, bugün sevicilik denilen kadınlar arası sapık ilişki yani lezbiyenliktir. Bunu yapanların cezası, bu işe engel olmak, namuslarını korumak için o kadınların evlerde gözetim altında tutulmasıdır. Çünkü kadın serbest bırakılırsa yine gidip kendisi gibilerini bulacak ve onlarla sapık ilişkiye girecektir. Allah’ın, onlar lehine göstereceği yol eğer bekâr iseler evlenme yolu, nikâh bağıdır. Kadın evlenince korunmuş olur, artık böyle sapık ilişkilerden kurtulması umulur. Şâyet evli iseler, nasihat ve psikolojik tedaviye tabi tutulurlar. İkinci âyette işlenen fuhuş, iki erkek arasında yapılan fuhuştur ki özneler tesniye müzekker (erkek ikil) kipiyle getirilmiştir. Öyle ise bu iş de erkek ve kadın arasında geçen zina değil, iki erkek arasında geçen eşcinsel ilişkidir.
1583] Tefsîru âyâti'l-ahkâm: 2/56
1584] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb: 3/245–246
1585] Seyyid Kutub, Fizilal, Nisa 15–16. ayetlerin tefsiri
- 370 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bunların da halk içinde eziyet ile cezalandırılmaları, böylece utandırılıp bu işten vazgeçirilmeleri buyrulmaktadır.
Ebu Müslim’e göre eğer her iki âyette de zina kastedilmiş olsaydı, zina eden erkek ile kadının hükmü bir âyet içinde zikredilirdi. Nitekim celde âyetinde aynı suçu işleyen erkek ve kadının hükmü bildirilmiştir. Dolayısıyla Ebu Müslim’e göre hapis âyeti sevici kadınlar, eza âyeti livata yapan iki erkek, celde âyeti de zina yapan kadın ve erkeğin hükmünü bildirmiştir.1586
Böyle bir yorum tercih edildiğinde, görüldüğü gibi bir Kur’an âyetini iptal (nesh) etme söz konusu olmamaktadır. Ayrıca eşcinsellik gibi iğrenç bir fiilin cezasının Kur’an’da yer almamış olması düşünülemez. Livata yapanların öldürülmesi ya da recmedilmesi şeklinde rivâyet edilen hadislerin sahih olmadığı ehline malumdur. Bu hususa dair rivâyetler yalnızca İbn Abbas ve Ebu Hureyre’den gelmektedir. Bu rivâyetlere göre Lut kavminin işlediği o iğrenç fiil için “Alttakini de üsttekini de öldürün” “Yapanı da yapılanı da recmedin” şeklinde ifadeler mevcuttur.1587 İbn Abbas’tan gelen rivâyet garibtir. Ayrıca İbn Abbas’tan rivâyet eden İkrime’nin adâleti ihtilaflıdır.1588 İkrime’den rivâyet eden Amr b. Ebi Amr hakkında İbn Ma’in, Onun livata yapan hakkındaki rivâyeti için münkerdir demiştir. Ebu Hureyre’den gelen rivâyet de garibtir. Ravilerden Suheyl b. Ebi Salih âlimler tarafından cerhedilmiştir. İbn Ma’in ve Ebu Hatim, onun hadisleriyle ihticac edilemeyeceğini söylemiştir. İbn Abbas rivâyeti için zaif diyenler olduğu gibi hasendir diyenler de olmuştur. Ebu Hureyre hadisi ise çok zayıftır. Zaten bu sebepledir ki mezhepler arasında çok farklı görüşler serdedilmiştir. Ebu Hanife, livatanın zina olmadığını, dolayısıyla bu fiili işleyene sadece ta’zir cezası verileceğini söylemiştir.1589 Şevkânî şöyle diyor: “Muhakkak ki bu rezaleti işleyen kimseye, âleme ibret bir ceza verilir. Azgınların şehvetini kıracak biçimde işkence edilir. Ebû Hanife’ye ve Şâfi’î’den gelen başka bir kavle, Murtaza ve Müeyyedbillâh’a göre livâta yapan yalnız ta’zîr edilir. Livata yapan hakkındaki deliller özellik, zina hakkındaki deliller ise genellik arz ettiği için bu konuda büyük görüş ayrılıkları vardır...”1590
Toparlayacak olursak; Nisa suresi 15–16. âyetler eşcinsellikle alâkalıdır. Bu ve yukarıda saydığımız başka sebeplerden dolayı sebil hadisi kuşku altında kalmaktadır. O yüzden biz sebil hadisinin recmi savunanlarca delil olarak kullanılmasını doğru bulmuyoruz.
Hz. Peygamber’in Recmettiği İddia Edilen Kimselere Dair Rivâyetler
Bu rivâyetlere geçmeden önce, daha sahabe hayatta iken recmin tartışma konusu yapıldığına dair işaretler bulunan bir rivâyet vermek istiyoruz. Hadis usulü kaidelerine göre sahih kabul edilen bu rivâyet İbn Hanbel’de şu şekilde geçmektedir:
Ebû İshak eş-Şeybânî anlatıyor: “İbn Ebî Evfâ’ya: “Rasûlullah hiç recm tatbik
1586] Yusuf Ziya Keskin, Recm Cezası Ayet ve Hadis Tahlilleri, s. 59, Beyan Yayınları, 2001 İstanbul.
1587] İbn Mace, Hudud 12;
1588] ibn Ebi Hatim, Kitabu’l Cerh, VII, 7; Beyhaki, Sünen, VIII, 234; Zehebi, Mizan, III, 93; İbn Hacer, Tehzib, VII, 263-73.
1589] Cassas, Ahkâmu’l Kur’an, III; 262; Serahsi, Mebsut, IX, 77,78.
1590] Neylu'l-Evlâr: 17/116–118
FUHUŞ / ZİNÂ
- 371 -
etti mi?” diye sordum. Bana: “Evet! Yahudi bir erkek ile Yahudi bir kadını recmetti.” cevabını verdi. Ben tekrar: “Nur süresinin nüzulünden önce mi, sonra mı?” diye sordum. “Bilmiyorum!” dedi.”1591 Bu rivâyetin, “Yahudi bir erkek ile Yahudi bir kadını recmetti.” şeklindeki bölümü İbn Hanbel’de geçmektedir. Şâyet söylendiği üzere bu rivâyet gerçekten sahihse, aşağıda verdiğimiz hâdiselerinin Nur suresinden önce vuku bulduğu iddia edilebilir. Edilmiştir de… Lakin bu yaklaşıma şu şekilde karşı çıkılmıştır: Nur suresinin Hicrî 4, 5 veya 6. yılda indiği rivâyet edilmektedir. Elimizde bulunan rivâyetlere göre ise, recm uygulamalarıyla ilgili rivâyetler, Ebu Hureyre, İbn Abbas gibi sahabelerden de gelmiştir. Bilindiği üzere Ebu Hureyre hicrî yedinci yılda Müslüman olmuş, İbn Abbas da annesiyle birlikte hicri dokuzuncu yılda Medine’ye gelmiştir. Dolayısıyla recme şahit olan bu sahabeler gösteriyor ki; recm olayı, nur suresinden sonra da vuku bulmuştur… Bu istidlal ilk bakışta mantıklı gibi görünmektedir. Ama ne hikmetse bu istidlali getirenler çok iyi bildikleri halde bazı gerçeklere değinmemektedirler. Hadis kitaplarını biraz olsun karıştırmış olan biri görecektir ki, bu adı geçen sahabeler şahit olmadıkları olayları sanki kendileri görmüşçesine anlatmaktadırlar. Çünkü bu rivâyetleri de kendileri gibi sahabe olan insanlardan almaktadırlar ve bazen aradaki diğer sahabenin ismini zikretmemektedirler. Bu aradaki bir ismi zikretmeme hâdisesi, tabiundan gelen rivâyetlerde rivâyeti zayıflatırsa da sahabeden bu şekilde gelen rivâyetler kabul görmüştür.1592 Böylece denebilir ki olayı başka sahabelerden dinleyen bu sahabeler, kendileri şahit olmuşçasına rivâyet etmişlerdir. Üzerinde durmaya çalıştığımız rivâyete dayanarak recmin, Nur suresi ikinci âyet ile neshedildiğini söyleyen şahısların bir haklılık paylarının olabileceğini düşünmekle birlikte biz konuya başka şekilde bakmaktayız. Bunu da ilerleyen satırlarda ortaya koyacağız inşallah.
1. İki Yahudi’nin Recmedilmesi; Yaptığımız incelemeye göre iki Yahudi’nin recmedilmesiyle ilgili rivâyetler İbn Ömer, Cabir b. Abdillah, Bera’ b. Azib, İbn Abbas, Ebu Hureyre, Cabir b. Semure ve Abdullah b. El-Haris b. Cez’den gelmiştir.1593 Hadis Usulü kaidelerine göre; İbn Ömer ve Bera’ b. Azib’den gelen rivâyetler sahih, İbn Abbas ve Cabir b. Semure’den gelen rivâyetler hasen, diğer rivâyetler ise zaiftir.1594
Genel olarak iki Yahudi’nin recmedilmesiyle alakalı rivâyetleri şöyle özetleyebiliriz; Hz. Peygamber’e, zina etmiş bir Yahudi erkeği ile bir Yahudi kadını getirmişler. Allah elçisi yahudilere, Tevrat’taki zina hükmünü sormuştur. Yahudiler; “yüzleri karaya boyanır, sırt sırta hayvan üzerine bindirilip sokaklarda dolaştırılır” demişler. Tevrat getirilmiş, ancak okuyan Yahudi genci recm âyetine gelince ceza kısmını parmağı ile kapatıp atlayınca durumu fark eden ve Yahudi iken İslâm’a giren Abdullah b. Selâm, Hz. Peygamber’e Yahudi’nin Tevrat’ın üzerinden elini kaldırmasını emir buyurmasını istemiştir. Yahudi elini kaldırınca recm âyeti görülmüş ve her iki Yahudi hakkında da evli olarak zina ettikleri için recm uygulanmıştır.1595
1591] İbn Hanbel, IV, 355; Buhârî, Hudud, 21, 37; Müslim, Hudud 29, (1702).
1592] Bu mevzu ile ilgili ayrıntılı bilgi için Bk. M. Ebu Reyye, Muhammedi Sünnetin Aydınlatılması.
1593] Yusuf Ziya Keskin, Recm Cezası Ayet ve Hadis Tahlilleri, s. 149, Beyan Yayınları, 2001 İstanbul.
1594] A.g.e. s. 170.
1595] Müslim, Hudûd, 26
- 372 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu rivâyetin farklı varyantları bir hayli çelişki içermektedir. Hatta bu rivâyetleri kuşkuyla karşılamaktayız. Lakin biz bunların üzerinde durmayacağız ve kendi mantığı içerisinde değerlendirmeye çalışacağız. Çünkü bu rivâyetlerin tamamına bakıldığında, olayın Yahudileri ilgilendiren bir Tevrat hükmü ile alakalı olduğu görülür. Şâyet rivâyetler doğru ise, burada gerçekleşen şey; Allah Rasulü’nün yahudilerin kendi dinlerini uygulamalarını sağlamasından başka bir şey değildir. Zira Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiğinde, şehir halkıyla “Medine Vesikası” denen bir sözleşme yaptı. 47 maddelik bu sözleşmenin ilk 24 maddesi Müslüman Arap kabilelere, geri kalanı Yahudilere ilişkindi.1596 Bu sözleşmeye göre Yahudiler şehirde kendi hukuklarını uygulayabileceklerdi. Hatta Allah Rasulü kendisine gelen davalarda eğer davacılar Yahudi iseler onlara kendi hukuklarına göre hükmediyordu. Böyle olunca, recmin İslâm’ın bir hükmü olduğunu ispat sadedinde bu rivâyetlere dayanılamaz. Zira bütün bu rivâyetlere göre Allah Rasul’ü Tevrat’la hükmetmiştir.
2. Ma’iz b. Malik’in Recmedilmesi: Ma’iz b. Malik’in recmedilmesine dair rivâyetlerin bazısı sahih, bazısı hasen, bazısı da zaiftir. Nu’aym b. Hezzal, Ebu Malik el-Eslemi, Büreyde b. El-Husayb, Cabir b. Abdillah, Ebu Said el-Hudri, Ebu Hureyre ve İbn Ömer’den gelen rivâyetler hadis usulü kaidelerine göre sahih; Cabir b. Samure ve İbn Abbas’tan gelen rivâyetler hasen; Nasr b. Dehr, Ebu Berze el-Eslemi, Hz. Ebu Bekr, Sehl b. Sa’d ve meçhul iki sahabiden gelen rivâyetler ise zaiftir.1597
Rivâyetlere göre Ma’iz b. Malik zina eder ve bu durumu kabilesinin ileri gelenlerinden birine haber verir. O da Ma’iz’i Rasulullah’a gönderir. Rasulullah’a gelen Ma’iz, dört defa suçunu ikrar eder ve recmedilir. Genel hatlarıyla verdiğimiz bu rivâyetin diğer varyantlarına baktığımızda, giderilmesi bir hayli zor olan tenakuzlarla karşılaşmaktayız. Şöyle ki;
Nu’aym b. Hezzal’ın rivâyetine göre; Ma’iz, bir cariye ile zina etmiş, durumu Nu’aym’ın babası Hezzal’a haber vermiş, o da; “Haydi Rasulullah’a git anlat, belki senin için mağfiret diler” demiştir. Ma’iz suçunu itiraf edip dört defa ikrar ettikten sonra Harre denen yere götürülmüş, taşlar atılınca kaçmaya başlamıştır. Abdullah b. Uneys onu karşılamış, Ma’iz’e yük devesinin incik kemiğini atmış ve onu öldürmüştür. Durum Rasulullah’a haber verilince, Rasulullah: “Onu bıraksaydınız ya! Belki tevbe eder de Allah tevbesini kabul ederdi” diye buyurmuştur… Ebu Berze el-Eslemi’den gelen rivâyete göre Rasulullah, Ma’iz’in cenaze namazını kılmadı ve onun üzerine cenaze namazı kılınmasını da yasaklamadı… Büreyde b. El-Husayb’tan gelen rivâyete göre Rasulullah, Ma’iz için bir çukur kazdırdı, Ma’iz göğsüne kadar çukurun içine konuldu ve recmedildi… Cabir b. Abdillah’tan gelen rivâyete göre recmedilme esnasında Ma’iz: “Ey cemaat beni Rasulullah’a götürün. Beni kavmim öldürüyor. Beni kandırdılar. Bana ‘Rasulullah seni öldürmez’ demişlerdi” dedi. Recmedildikten sonra Rasulullah onu hayırla yâd etti. Fakat üzerine cenaze namazı kılmadı… Ebu Said el-Hudri’den gelen rivâyet ise şöyledir: “Ma’iz’i ne bağladık ne de onun için çukur kazdık. Rasulullah onun için ne istiğfarda bulundu ne de ona sövdü.”… Ebu Hureyre’den,
1596] Muhammed Hamidullah, el-Vesâiku's-Siyâsiyye, s. 63–71.
1597] Keskin, Yusuf Ziya, Recm Cezası Ayet ve Hadis Tahlilleri, s. 221, Beyan Yayınları, 2001 İstanbul.
FUHUŞ / ZİNÂ
- 373 -
Abdurrahman b. Es-Samit tarikiyle gelen rivâyette Ma’iz hür bir kadınla zina etmiştir. Rasulullah Ma’iz için şöyle demiştir: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, şimdi o cennet nehirleri içine dalıp dalıp çıkmaktadır.”… Sehl b. Sa’d es-Sa’idi’den gelen rivâyete göre recmedilirken kaçan Ma’iz’i devenin çene kemiği ile öldüren Ömer olarak geçmektedir…
Yukarıda verdiğimiz rivâyetlere, aynı sahabelerden farklı tariklerle gelen haberleri de ekleyerek birbirini nakzeden ayrıntılara işaret etmek istiyoruz.1598
1. Bir rivâyette zina edilen kadının cariye olduğu söylenirken diğer rivâyette hür olduğu belirtilmektedir.
2. Ma’iz kaçarken onu kimin öldürdüğü ve neyle öldürdüğü de farklı farklı gelmektedir. Bir rivâyette Ömer1599 denirken diğerinde Abdullah b. Uneys olduğu söylenmektedir. Ayrıca Abdullah b. Uneys’in hangi kemikle vurduğu da belli değildir. Bir rivâyette devenin çene kemiği,1600 diğer bir rivâyette ise eşeğin incik kemiği1601 olduğu söylenmektedir.
3. Yine bir rivâyette Ma’iz için çukur kazıldığı söylenirken diğer bir rivâyette çukur kazılmadığı ve bağlanmadığı vurgulanmaktadır.
4. Bir rivâyette Rasulullah’ın Ma’iz için istiğfarda bulunulmasını istediği söylenirken1602 diğer bir rivâyette istiğfarda bulunmadığı belirtilmektedir.
5. Abdullah tarikiyle gelen rivâyetlerde Ma’iz’in zina ile ilgili ikinci itirafını, ilk itirafından bir gün sonra yaptığı bildirilirken, Süleyman tarikiyle gelen rivâyetlerde Ma’iz’in itiraflarını aradan kısa bir zaman geçtikten ve çok uzak olmayan bir mesafeye gittikten sonra yaptığı ifade edilmektedir.
6. Buhari’nin Mahmud b. Ğaylan tarikiyle kaydettiği rivâyette Hz. Peygamber’in Ma’iz üzerine cenaze namazı kıldığı ifade edilir.1603 Hâlbuki yukarıda verdiğimiz rivâyetlerde Rasulullah’ın cenaze namazı kılmadığı belirtilmektedir.
7. Ma’iz’in kaç itirafta bulunduğu da ihtilaflıdır. İsrail tariki ile Şu’be’den gelen bazı tariklere göre iki defa, el-Mes’udi tarikine göre sayı belirtilmeksizin birkaç defa, Şerik ve Ebu Avane tariki ile Şu’be’den gelen bazı tariklere göre ise dört itiraftan sonra recmedildiği bildirilmektedir.
8. Ebu Avane tarikiyle gelen rivâyet şöyledir: “Hz. Peygamber Ma’iz’le karşılaşınca ona; ‘Senin hakkında bana ulaşan haber doğru mu?’ diye sordu. Ma’iz; ‘Benden sana ne ulaştı ki?’ dedi. Rasulullah; ‘Falanların cariyesi ile zina ettiğine dair haber bana ulaştı’ dedi. Ma’iz; ‘Evet’ dedi.”… Sonra recmedildi1604… Hâlbuki yukarıda verdiğimiz rivâyetlere göre böyle bir karşılaşma ve soru olmamış, bilakis
1598] Bu rivayetler hakkında geniş bir değerlendirme için Bk. Keskin, Yusuf Ziya, Recm Cezası Ayet ve Hadis Tahlilleri, s. 178–238, Beyan Yayınları, 2001 İstanbul.
1599] Ma’iz’in Hz. Ömer’in darbesiyle öldüğüne dair ifade, Ebu Umame’den gelen mürsel bir rivayette de geçmektedir. Bk. Abdurrezzak, VII, 321.
1600] İbn Hanbel, V, 217.
1601] Hâkim, Müstedrek, IV, 363; Beyhaki, Sünen, VIII, 219.
1602] Müslim, Hudud 22 (II, )1321–22)
1603] Buhari, Hudud 25 (VIII, 22–23)
1604] İbn. Hanbel, I, 245, 328; Müslim, Hudud, 19 (II, 1320)
- 374 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ma’iz, Hz. Peygamber’in yanına gitmiştir… Yine bir başka rivâyette; Ma’iz önce Müslümanlardan bir adamın yanına gelir, çirkin bir iş işlediğini söyler, adam ona Rasulullah’a gitmesini tavsiye eder, neticede Ma’iz recmedilirken, kendisine tavsiyede bulunan adam da ona bir kemik parçası atar ve bunun üzerine Ma’iz ona: “Allah canını alsın, bana sen akıl verdin, şimdi beni recmediyorsun” demiştir.1605
Recm cezası, bir topluluğun önünde cereyan eden bir olaydır. Böylesine bir topluluğun iştirak ettiği bir tek olay hakkında, bu kadar farklı rivâyetler pek makul görünmemektedir.
Rivâyetlere göre Ma’iz, ısrarla kendisinin temizlenmesini istiyor, ama taşlanmaya başlanınca kaçıyor. Acaba temizlenmek isterken âkıbetini bilmiyor muydu? Tekrar yakalanıp öldürüldükten sonra, Allah Rasulü’nün; “keşke bıraksaydınız” demesi de gariptir. Zira Nur suresi 2. âyette “Allah’a ve Ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini konusunda bunlara acıma duygusu sizi yakalamasın.” buyrulmaktadır. Allah Rasulü bu âyeti bilmiyor muydu? Şüphesiz biliyordu ve O (s.a.s.) âyete muhalefet etmekten münezzehtir.
Bütün bunların yanında; rivâyetlere bakıldığında, Ma’iz’i recmedenler arasında Abdullah b. Uneys bulunmaktadır. Abdullah hicri 54 yılında vefat etmiş olmasına rağmen, rivâyetin ondan gelmemesi bir hayli düşündürücüdür. Ayrıca; Ma’iz ile ilgili rivâyetin, Hz. Peygamber’e on yıl hizmet etmiş ve Rasulullah’tan sonra uzun yıllar yaşamış olan Enes b. Malik’ten ve diğer ileri gelen bazı sahabelerden gelmemesi ve Ma’iz ile ilgili muttasıl bir rivâyetin, ilk devir hadis kaynaklarından olan İmam Malik’in Muvatta’ında geçmemesi dikkat çekicidir. Dikkat çekici bir durum daha söz konusudur ki biz bu noktayı anlayabilmiş değiliz. Rivâyetlerin hiç birisinde Ma’iz’in zina yaptığı kadının âkıbetinden bahsedilmemektedir. Zina iki taraflı bir fiildir. Ma’iz’in suçunun sübut bulması için kadının da araştırılması ve ikrarının alınması gerekirdi. Zira Ebu Hanife’ye göre iki taraftan birinin inkârı, ikisinden de cezayı düşürür. Hâlbuki böyle bir şeyden rivâyetler söz etmemektedir. Ezcümle; biz bütün bu rivâyetleri kuşkuyla karşılamaktayız. İçerisinde bu kadar çok çelişki ve soru işareti barındıran rivâyetlere dayanılarak, recm gibi kendisinden daha ağırı olmayan bir cezanın tatbik edilmesi büyük bir sorumluluktur…
3. Cüheyneli (Gamidiyeli) Kadının Recmedilmesi: Yaptığımız tespitlere göre Cüheyneli kadının recmedilmesine dair rivâyetler; Büreyde b. El-Husayb, İmran b. Husayn, Ebu Bekre Nüfey b. el-Haris, Cabir b. Abdillah, Enes b. Malik ve Ebu Zer’den gelmiştir. Büreyde b. El-Husayb, Enes b. Malik ve İmran b. Husayn’dan gelen rivâyetler hadis usulü kaidelerine göre sahih, Cabir b. Abdillah’tan gelen rivâyet hasen, Ebu Bekre Nüfey b. el-Haris ve Ebu Zer’den gelen rivâyetler ise zaiftir.1606
Büreyde’den gelen rivâyet şöyledir; Büreyde dedi ki: “Ben Nebi’nin yanında oturuyordum. Gamidli kadın gelip: “Ya Rasulallah, gerçekten ben zina ettim. Beni (bu günahtan) temizlemeni istiyorum.” dedi. Peygamber onu reddetti ve: “Vah yazık (evine) dön de Allah’a tevbe ve istiğfar et.” dedi. Ertesi gün olunca
1605] Hâkim, Müstedrek, IV, 361–62.
1606] Bu rivayetler hakkında geniş bir değerlendirme için Bk. Keskin, Yusuf Ziya, Recm Cezası Ayet ve Hadis Tahlilleri, s. 238–264, Beyan Yayınları, 2001 İstanbul.90
FUHUŞ / ZİNÂ
- 375 -
(tekrar gelip): “Ya Nebiyyallah, beni niçin geri çeviriyorsun? Sanırım Ma’iz b. Malik’i geri çevirdiğin gibi beni de geri çevirmek istiyorsun. Allah’a yemin olsun ki ben hamileyim.” dedi. Peygamber: “Öyleyse olmaz. Git, doğuruncaya kadar (bekle).” buyurdu. Kadın doğurunca, çocuğu bir bez parçası içerisinde Rasulullah’a getirdi ve: “İşte onu doğurdum.” dedi. Peygamber: “Git onu emzir, sonra sütten kes.” dedi. Kadın çocuğu sütten kesince onu Rasulullah’a getirdi. Çocuğun elinde bir parça ekmek vardı. Kadın: “Ya Nebiyyallah, işte çocuğu sütten kestim. Yemek de yemeye başladı.” dedi. Bunun üzerine Rasulullah çocuğu Müslümanlardan bir adama verdi. Sonra emretti, kadın için göğsüne kadar bir çukur kazıldı. İnsanlara (onu recmetmelerini) emretti, onlar da kadını recmettiler. Derken Halid b. el-Velîd bir taş getirip kadının başına attı. (Fışkıran) kan, Halid b. el-Velîd’in yüzüne sıçradı (ve Halid kadına sövdü). Allah’ın Nebisi, Halid’in kadına sövmesini işitince: “Yavaş ol ey Halid b. el-Velîd! Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, o kadın öyle bir tevbe etti ki, eğer o tevbeyi sahib-i meks (haksız yere fazladan vergi alan kimse) yapsa, o bile bağışlanırdı.” dedi. Rasulullah sonra (cenaze namazı için kadının hazırlanmasını) emredip üzerine (cenaze) namazı kıldı ve (ardından) kadın defnedildi.1607
İmran b. Husayn’dan gelen rivâyete göre ise: Cüheyneli kadın Rasulullah’a gelir, Rasulullah kadının velîsini çağırır, karnındaki çocuk doğuncaya kadar ona iyi davranmasını ve çocuk doğunca da kadını getirmesini söyler. Kadın getirilince de emreder ve kadın recmedilir.1608 Ebu Bekre’den gelen rivâyete göre: Allah Rasulü katırının üzerindedir ve kendisine hamile bir kadın getirilir. Kadın dört defa gelip giderek suçunu ikrar eder. Allah Rasulü kadına, doğuruncaya kadar beklemesini söyler. Doğurduktan sonra lohusalık kanından temizlenmesini ister ve temizlenince kadın recmedilir.1609 Cabir b. Abdillah’tan gelen rivâyette de çocuğun Ensarlı bir sahabe tarafından; “Ben ona bakarım” diyerek alındığı kaydedilmektedir.1610 Ebu Zer’den gelen rivâyette ise kadının Gamidiyeli olup olmadığı söylenmez. Ebu Zer bu kadın için çukur kazdığını ifade eder.1611
Rivâyetlerin ayrıntılarına inersek bu haberlerin de çelişkiden ârî olmadıkları görülür. Büreyde’den gelen rivâyete göre kadın çocuğunu emzirerek sütten kesmiştir. Ancak Büreyde’den gelen rivâyetin bir başka tarikine göre kadın çocuğu doğurduktan sonra, çocuğun emzirilme işi Ensardan bir kişiye verilmiş ve kadın recmedilmiştir.1612 Aynı şekilde İmran b. Husayn’dan gelen rivâyette de kadının çocuğu emzirmeden recmedildiği belirtilmektedir. Şüphesiz bu, yıllarla ifade edilen emzirme işinin kadın tarafından yapılıp yapılmadığı hususunda giderilmesi zor görünen bir çelişkidir. Bir başka çelişki de çocuğun kim tarafından sahiplenildiği hususudur. Yukarıda kaydettiğimiz rivâyetlere göre çocuk Ensardan biri tarafından sahiplenilmiştir. Ancak Ahmed b. Hanbel’in Abdullah b. el-Mübarek tarikiyle kaydettiği bir rivâyete göre çocuğun bakımını Rasulullah üstlenmiştir.1613 Bu çelişkinin nasıl giderileceği bizce merak konusudur. Yine Ebu
1607] Müslim, Hudud 22, (1695); Ebü Dâvud, Hudud 24, 25, (4434, 4441).
1608] Evza’i, Sünen, s. 422–23; İbn Hanbel, IV, 429–30; Darimi, Hudud 17; Müslim, Hudud 24.
1609] İbn Hanbel, V, 42–43.
1610] Hâkim, Müstedrek, IV, 364
1611] İbn Hanbel, V, 178
1612] Müslim, Hudud 22.
1613] İbn Hanbel, V, 43.
- 376 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bekre rivâyetinde kadının Hz. Peygambere getirildiği ifade edilirken, diğer sahabelerin rivâyetlerinde kadının kendisinin Rasulullah’a geldiği bildirilmektedir. Öte yandan, Gamidiyeli kadın, Ma’iz olayı ile ilişkili olarak anlatılıyor. Ama olay ne zaman olmuştur? Olayın vuku zamanıyla ilgili ilk devir kaynaklarında herhangi bir bilgi mevcut değildir. Hâlid’in bu kadına taş attığı ve kadından sıçrayan kanın Hâlid’e bulaştığı söylenmektedir. Hâlid ancak Hudeybiye Barışından sonra Müslüman olmuştur. Bir cezanın uygulanmasında böyle üç dört yıl gidip gelmeler makul görünmüyor.
Rivâyetlerdeki ihtilaflar bu kadarla kalmamaktadır.
Büreyde rivâyetine göre kadın Rasulullah’a geldiğinde “Ya Rasulallah, gerçekten ben zina ettim. Beni (bu günahtan) temizlemeni istiyorum.” demiş; İmran rivâyetinde “Ya Rasulallah, ben haddi gerektiren bir suç işledim. Haddi bana uygula.”; Ebu Bekre rivâyetinde “Muhakkak ki o zina etmiştir. Onu recmet.”; Cabir b. Abdillah rivâyetinde ise “Muhakkak ki ben zina ettim. Bana haddi uygula.” demiştir. Yine Büreyde rivâyetine göre Hz. Peygamber, kadın zina itirafında bulununca ona “Vah yazık (evine) dön de Allah’a tevbe ve istiğfar et.”, Ebu Bekre rivâyetine göre “Allah’ın örtüsüyle örtün.”, Cabir b. Abdillah rivâyetine göre ise “Git karnındakini doğur sonra gel.” demiştir. Bu farklılıkların; ‘Manen rivâyetten kaynaklanmıştır’ şeklinde savunulması ise bizce tutarlı değildir. Ayrıca Büreyde rivâyetine göre kadın ikinci itirafını ertesi gün, Cabir b. Abdillah rivâyetine göre de doğumdan sonra yapmıştır. Ebu Bekre rivâyetinde ise ilk itiraftan sonra kadının gittiği, daha sonra gelip itirafta bulunduğu bildirilmektedir. Kadının zina ile ilgili kaç itirafta bulunduğu hususu da ihtilaflıdır. Büreyde ve Ebu Bekre rivâyetlerinde dört, Cabir b. Abdillah rivâyetinde üç, İmran ve Enes b. Malik rivâyetlerinde ise kadının bir itirafta bulunduğu kaydedilmektedir. Öte yandan Cüheyneli kadının, aynı Ma’iz hadisesindeki gibi kiminle zina ettiği belli değildir. Oysa zina iki taraflı bir fiil olduğuna göre, Hz. Peygamber’in kadına, kiminle zina ettiğini sormuş olması gerekirdi. Rasulullah’ın olayı iyice tahkik etmeden cezayı uygulamış olması düşünülemez. Ayrıca recmedilen kadının çocuğunun ismi, ne zamana kadar yaşadığı, toplumdaki yeri hakkında bilgiye rastlamıyoruz. Bu arada Cüheyneli kadının recmedildiğine dair rivâyet, olayda isimleri geçmesine rağmen Hz. Ömer ve Halid b. el-Velîd’den gelmemiştir ki Velîd’in kadına attığı taştan dolayı yüzüne kan sıçradığı kaydedilmektedir.1614
Ma’iz ile ilgili rivâyetler için yapmış olduğumuz değerlendirme bu rivâyetler için de geçerlidir. Böylesine kuşkulu haberlere dayanılarak insanların taşlanması bizce kabul edilebilir bir hâdise değildir.
4. Âsif Hadisindeki Kadının Recmedilmesi: Âsif işçi demektir. Bu rivâyete göre bir kadın, kocasının tuttuğu işçi ile zina etmiş; işçinin babası ile kadının kocası, aralarında anlaşmak suretiyle sulh olmuşlar, sonra Rasulullah’a gelip meseleyi anlatınca, Hz. Peygamber işçiye yüz sopa ve bir yıl sürgün, kadına da recm cezası vermiştir.1615 Senet itibarıyla ‘garib’ olan bu hadis, hadis usulü kaidelerine göre sahih kabul edilmektedir.
1614] Bütün bu ihtilaflar ve ihtilafların giderilebilmesi adına girişilen teviller için Bk. Keskin, Yusuf Ziya, Recm Cezası Ayet ve Hadis Tahlilleri, s. 238–264, Beyan Yayınları, 2001 İstanbul.90
1615] A.g.e. s. 264.
FUHUŞ / ZİNÂ
- 377 -
Ebû Hureyre ile Zeyd b. Halid el-Cühenî’den nakledildiğine göre, zina eden kadının kocası ile zina eden işçinin babası Rasulullah’a başvurarak bu konuda “Allah’ın kitabı” ile hüküm vermesini istemişlerdir. İşçinin babası şöyle dedi: “Benim oğlum bu adamın yanında işçi idi. Onun hanımı ile zina etti. Bana, oğlum için recm gerektiği haber verildi. Ancak ben onun adına yüz koyunla bir cariye fidye verdim. Bu arada bilenlere danıştım, ona yüz değnekle bir yıl sürgün cezası, bunun karısına ise recm cezası gerektiğini haber verdiler”. Bunun üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, aranızda Allah’ın kitabı ile hükmedeceğim. Cariye ve koyunlar geri verilecek. Oğluna yüz değnekle bir yıl sürgün gerek. Ey Uneys, sen de bu adamın karısına git. Eğer zinasını itiraf ederse, onu recmet.” Uneys kadına gitmiş ve kadın suçunu itiraf etmiş, Hz. Peygamber’in emri üzerine de recmedilmiştir.1616
Şimdi namus kavramının çok önemli olduğu Arap toplumunda, bir adamın; karısıyla zina etmiş olan bir gencin babasıyla birlikte, uslu uslu Peygamber’in huzuruna gelmiş olması gariptir. Sonra bu adama, oğluna yüz değnek vurulup bir yıl da sürgün edilmesi gerektiğini hangi ilim adamı söylemiştir? Kaldı ki sürgün, Peygamber zamanında pek uygulanacak bir hüküm değildi. Peygamber, kendi sahabelerini, henüz bir şehir devletinden ibaret olan ülkesinden nereye sürgün edecekti? Küfür diyarına mı? Bunun yanında İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed, bekâra sürgün cezası verilmeyeceği görüşündedirler. Bu âlimler, kendi görüşlerini celde âyetinin zahirine dayandırmışlardır.1617 Ebu Hanife sürgünün, devlet başkanının yetkisinde olduğunu; Kur’an’da sadece sopa cezası geçtiğini, sürgünün kabul edilmesi halinde nasda bir ziyade oluşacağını, bu ziyadenin âyetin haber-i vahidle neshini gerekli kılacağını, bunun da caiz olmadığını belirtir.1618
Sonra, Allah’ın kitabıyla hükmedilmesi istenmekte ve Allah Rasulü de Allah’ın Kitabıyla hükmedeceğini söylemektedir. Fakat bize verilen hükmü Allah’ın kitabında bulamıyoruz. Sürgün ve recm diye bir hüküm Kur’an’da yokken, nasıl olur da böyle bir hüküm ‘Allah’ın Kitabıyla Hükmetme’ şeklinde nitelendirilebilir?
Sonuç
Buraya kadar ortaya koyduğumuz rivâyetler ve bu rivâyetlerle ilgili tahliller; bizce şu önemli sonuçları ortaya koymaktadır;
1. Recm ile ilgili rivâyetler tevatür derecesine ulaşmamıştır. Ayrıca Ümmetin İcma’ı da söz konusu değildir. Dolayısıyla; itikada müteallik olmadığından, kabulüne ya da reddine yönelik herhangi bir yaklaşım, iman-küfür bağlamında değerlendirilemez.
2. Özellikle nesholunduğu iddia edilen recm âyetinin varlığı ile ilgili hadisler ve sebil hadisi kabul edilemez. Zira bunların kabulü mantıken zor olduğu gibi, Kur’an’a bir noksanlık atfetmektir ki biz bundan Allaha sığınırız.
3. Allah Rasulü’nün recmi uyguladığı iddia edilen rivâyetler ise bir hayli şüphe, eksiklik ve tenakuz içermektedir. Ayrıca recmin vukuu zamanıyla ilgili
1616] Müslim, Hudûd, 25; Buhârî, Hudûd III, 38, 46, Vekâlet,13
1617] İbn Kudame, Muğni, XII, 323; Ayni, Umde, XXIV, 13.
1618] Cassas, Ahkamu’l Kur’an, III, 255; İbn. Kudame, Muğni, XII, 323; Serahsi, Mebsut, IX, 44; Razi, Tefsir, XXIII, 135–36.
- 378 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rivâyetler de göz önünde bulundurulursa, rivâyetlerin içerisinde bulunduğu çetrefilli hal bir hayli büyümektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi; recm gibi gâyet şiddetli bir cezanın, kendisini tenkitten kurtaramamış bu rivâyetlere dayanılarak uygulanması, muhakkak ki kişiyi Huzur-ı İlâhîde sorumlu kılacaktır.
Bu sonuçlara ulaştıktan sonra çalışmamızın ikinci bölümünde ‘Recm’ olgusunu Kur’an’a arz edeceğiz ve Kur’anî delillere dayanarak, recmin İslâm’ın bir hükmü olmadığını ispata çalışacağız. Muhakkak ki yanılmaz olan bir tek Allah’tır. O yüzden, mevcut bütün yanılgılarımızdan dolayı Allah’tan affımızı diliyoruz.
“Recm” Olgusunun Kur’an’a Arzı
“Recm” Kelimesinin Kur’an’daki Kullanımı: “Recm” kelimesi Kur’an’da, bilinen fıkhî anlamıyla geçmemektedir. Şeytanın kovulmasında, kimi peygamberlerin kıssalarında geçtiği üzere Kur’an’da, kovulmak/taşlayarak kovmak şeklinde yer almaktadır.1619
Nur Suresi 1. Âyetin Düşündürdükleri: Zinanın iğrenç bir yol ve çirkin bir iş olduğunu1620 söyleyen Yüce Allah, bu fiilin ne kadar büyük bir günah olduğuna dikkat çekmek için başka bir âyetinde1621 şirk koşmak ve haksız yere cana kıymakla birlikte anmaktadır. Yine muhtelif âyetlerde1622 zinadan uzak durulmasını emreden Allah, Nur suresi ikinci âyetle hükmünü koymuş ve zinanın cezasını belirlemiştir. Şimdi bu surenin ilk âyetini inceleyelim.
Bir suredir, indirdik onu; farz kıldık onu... Ve içinde açık-seçik âyetler indirdik ki, düşünüp ders alabilesiniz.1623
Bu âyette sureye ve surenin içerdiği diğer yönlere işaretler vardır. Çünkü Kur’an’da hiçbir sure, böyle başlamamış ve bu surede, surenin getirdiği hükümlere tam iki kez1624 dikkat çekilmiştir.1625
Bu âyet, kendisini belirli hükümlerin izleyeceği kutsal mesaja bir giriş niteliğindedir. Girişin tonu, Allah’ın Nur Suresi’nde indirdiği hükümlere verdiği önemin büyüklüğünü göstermektedir. Hükümler içeren başka hiçbir surenin girişi böylesine vurgulanmış ve yaptırımcı değildir.1626
Bütün Kur’an’da benzeri bulunmayan bir giriş... Bu başlangıç ifadesinde yeni olan (farz kıldığımız) kelimesidir. Bundan amaç -bildiğimiz kadarıyla- sûrede yer alan tüm kuralların aynı düzeyde ele alınmalarını vurgulamaktır. Buna göre sûrede yer alan davranış ve ahlâk kurallarının farzlığının derecesi yaptırım ve cezaların farzlığının derecesi ile aynıdır. Bu davranış ve ahlâk kuralları fıtratın özünde mevcutturlar. Ama insanlar aldatıcı ve saptırıcı duyguların etkisi ile bunları unutmuşlardır. İşte bu apaçık âyetler onlara bu kuralları hatırlatmakta,
1619] R-c-m kökünden gelen bu ifadeler için Bk. 38/Sâd 77; 15/Hicr 34; 11/Hûd 91; 19/Meryem 46; 44/Duhan 20. vd.
1620] 17/İsra, 32
1621] 25/Furkan, 68
1622] 4/Nisâ, 24-25; 5/Mâide 5; 60/Mümtehine 12
1623] 24/Nur, 1
1624] 24/Nur, 34 ve 46. âyetler.
1625] Muhammed Gazali, Konulu Tefsir, Nur suresi tefsiri.
1626] Mevdudi, Tefhimul Kur’an, Nur suresi tefsiri
FUHUŞ / ZİNÂ
- 379 -
onları fıtratın açık ve yalın mantığına döndürmektedir… Bu kuvvetli, açık ve kesin girişi, zina suçunun cezasının açıklanması, bu eylemi yapanla Müslüman ümmet arasındaki tüm bağları ve ilişkileri koparan bu eylemin iğrençliğinin vurgulanması izliyor.1627
Şehit Seyyid Kutub’un da dediği gibi; kuvvetli, açık ve kesin bir girişle başlayan bir sure ki içerisinde zinayla ilgili teferruatlı bilgiler yer almaktadır, böylesine dikkat çekici bir girişle başlayan ve zinayı ele alan bir surenin, zani ve zaniyelere uygulanabilecek en ileri derecedeki bir ceza olan recmden bahsetmemesi; işaret dahi etmemesi dikkat çekicidir. Kendilerini Kur’an’a açan şahıslar için bu âyet çok ama çok şey söylemektedir!
Daha önce de belirttiğimiz gibi, zina kelimesi, Kur’an’ın dokuz yerinde geçmektedir. Nur suresinin ikinci âyeti de zani ve zaniyelere verilecek cezanın bildirildiği, içinde zina geçen âyetlerden biridir ve mealen şu anlamdadır;
Zina eden kadınla zina eden erkek... Yüz celde vurun her birine... Allah’a ve Ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini konusunda bunlara acıma duygusu sizi yakalamasın. Mü’minlerden bir grup da bunların cezalarına tanık olsun.1628
Bu âyetin hükmü geneldir, zaten başındaki istiğrak ifade eden (el) ta’rîf harfi, zina eden tüm kadınları ve zina eden tüm erkekleri kelimenin kapsamı içine alır. Evli veya bekâr fark etmez. Âyetin hükmü, evli bekâr bütün zina edenleri kapsar. Bu cezanın yalnızca bekârlara olduğunu belirten hiçbir Kur’anî delil yoktur. O zinâkârların bazısına, haber-i vahide dayanarak, recmin gerekli olduğunu söylemek ise, Kur’an’ın bu umumî nassının, haber-i vâhid ile tahsisini gerektirir ki, bu caiz değildir. Çünkü Kur’an’ın metni kesindir, haber-i vahidin metni ise kesin değildir. Kesin olan ise, zanni olandan üstündür. Ayrıca Allah Kur’an’da küfür, adam öldürme ve hırsızlık yapma gibi çeşitli günah ve isyanlardan bahsetmiş, fakat bunların hükümlerini, zinanınki kadar tafsilatlı bildirmemiştir. Cenâb-ı Hak, “Zinaya yaklaşmayın” buyurarak zinayı yasaklamış, sonra da bütün günahlarda olduğu gibi, peşi sıra bunun cezasının cehennem olduğunu bildirmiş; üçüncü olarak sopalamaktan bahsetmiş; dördüncü olarak da bir grup mü’minin ceza verilirken orada hazır olmasını emretmiş; beşinci olarak “Allah’ın dini hususunda merhametiniz tutmasın” ifadesi ile de, o zâni ve zâniyelere acımayı nehyetmiştir. Sonra altıncı olarak, Müslüman bir kimseye zina iftirasında bulunana seksen değnek vurulmasını farz kılmış ve böyle bir cezayı, zinadan daha büyük oldukları halde, katillik ve kâfirlik iftirasında bulunanlar için vermemiştir. Yedinci olarak, “Onların şahitliklerini ebediyen kabul etmeyiniz”1629 buyurmuş; sekizinci olarak da, kendi hanımına zina isnadında bulunan kimseler için mulâaneyi (lanetleşmeyi) gerektiren ve (yalancı olanın) Allah’ın gazabına müstahak olması gibi cezalardan bahsetmiş; dokuzuncu olarak da zinanın tespiti için, dört şahit bulunması gerektiğini bildirmiştir. Binaenaleyh ister az ister çok olsun zinanın hükümleri hususunda böylesine detaya inildiğine göre, bunun hükümlerinin en ileri derecesi olan recmin ihmal edilmesi, zikredilmemesi mümkün olmaz. Eğer recm meşru kılınmış olsaydı Allah, Kur’an’da bunu açıkça zikrederdi. Böyle olmadığına göre, bu recmin İslâmî bir hüküm olmadığını gösterir.
1627] Fizilal’il Kur’an, Seyyid Kutub, Nur suresi tefsiri.
1628] 24/Nur, 2
1629] 24/Nur, 4
- 380 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah, Furkan suresi 68–69. âyetlerde mealen şöyle buyurmaktadır:
“Onlar Allah’ın yanında bir başka ilaha yakarmazlar/davet etmezler. Allah’ın saygıya layık kaldığı canı haksız yere almazlar. Zina etmezler. Bunları yapan cezaya çarpılır. Kıyamet günü azap kendisi için kat kat artırılır da hor ve ezik halde onun içinde sürekli kalır.”
Hemen ardındaki 70. âyette ise; “Tevbe ederek iman eden ve sâlih amel işleyen müstesna. Allah, böylelerinin kötülüklerini güzelliğe dönüştürür...” buyurmaktadır. Bu âyetlerde görüldüğü üzere şirk koşan, haksız yere can alan ve zina edenlerin kıyamet günü kat kat azaba müstahak olacakları belirtilmektedir. Ama hemen sonraki âyette ise tevbe edip sâlih amel işleyenlerin affedileceği vurgulanmaktadır. Şimdi recmedilen birinin tevbe edip sâlih amel işlemesi ve günahlarının affı için sırat-ı müstakim üzere bir hayat sürmesi düşünülemez. Zira o ölmüştür. Hem de feci bir şekilde. Olaya böyle bir bakış açısıyla yaklaştığımızda, zina edenlerin yaşamlarına son vermek gibi bir tutum Kur’an’ı doğru anlamamaktır.
Bakara Suresi 178. Âyetin Düşündürdükleri: Şirkten sonra en büyük günah masum bir cana kıymak olsa gerek. Zira Allah masum bir cana kıymanın bütün insanlığı öldürmek gibi olduğunu söylemektedir.1630 Allah Bakara suresi 178. âyette şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın... Ama her kim, ölenin kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o zaman örfe uyması, ona diyeti güzellikle ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Her kim bunun arkasından yine saldırırsa, artık ona acı veren bir azap vardır.”
Kısası Farz kılan Yüce Rahman, ardından bir hafifletme ve rahmet olmak üzere katilin bağışlanması için bir yol açmıştır. Masum bir cana kıyan katiller diyetle hayatta kalabiliyorlar, ama zina edenler yarı bellerine kadar toprağa gömülerek işkencevari bir görüntüyle; acı çeke çeke can veriyorlar. Bu olacak iş midir? Bu argüman üzerinde bir hayli söz söylenebilir, lâkin yeterli olmuştur kanaatindeyiz…
Lian Âyetlerinde geçen “el-Azab” Kelimesi üzerine Bir Mülahaza: Allahu Teâlâ, Nur suresi birinci âyette suredeki hükümlere dikkat çektikten sonra, ikinci âyetle birlikte zina hakkındaki hükümleri bildirmektedir. Bu surenin dördüncü âyetinde iffetli kadınlara zina iftirasında bulunanların cezası bildirilmekte ve 6–9. âyetlerde ise karısına zina isnad eden bir adam ile karısı arasında lanetleşme hükmünü getirmektedir. Şimdi bu “Lian” âyetlerine bakmak istiyoruz:
Karılarına zina isnat edip de kendilerinden başka şahidleri olmayanların şahidliği, kendisinin doğru sözlülerden olduğuna Allah’ı dört defa şahit ttumasıyla olur. Beşincisinde, eğer yalancılardan ise Allah’ın lanetinin kendisine olmasını diler. Kocasının yalancılardan olduğuna Allah’ı dört defa şahit tutması, cezayı (el-Azab) kadından savar. Beşincisinde, kocası doğrulardan ise kendisinin Allah’ın gazabına uğramasını diler.1631
Imam Razi, tefsirinde bu âyetlerle alakalı şunları söylemektedir : “Lian
1630] 5/Mâide, 32
1631] 24/Nur, 6-9
FUHUŞ / ZİNÂ
- 381 -
âyetinde geçen el-azab kelimesindeki elif lam, umum ifade etmez. Çünkü o kadına bütün azab çeşitleri gerekli değildir. Bu sebeple lian âyetinde geçen el-Azab kelimesindeki elif lam’ın, önce geçen bilinen kelimeye (celde âyetindeki el azab kelimesine) döndürülmesi daha uygundur. Önce geçen bilinen kelimedeki anlam ise haddir. Çünkü Allah Nur suresinin başında “ve’l-yeşhed azâbehumâ tâifetun mine’l-mu’minîn…”1632 buyurmuştur. Buradaki el-azab had anlamındadır. Lian âyetindeki el-azab da had anlamındadır. Dolayısıyla, “Kendisinden azabı kaldırır” âyetindeki el-azab’ın had olduğu sabit olduğuna göre kadın lian yapmazsa, kendisine had uygulanır. Hadden ancak lianla kurtulur…”1633
Peki, buradaki had nedir? Nur suresinin ilgili âyetlerini birinci âyetten itibaren bir bütün olarak düşündüğümüzde, buradaki haddin yüz sopa olduğu rahatlıkla görülecektir. Zira kelimedeki “el” takısı ahd içindir; başında bulunduğu kelimeye, önceden belirlenmiş bir anlam yükler. Zina konusunda Kur’an’da belirlenmiş azab 100 değnektir. Arapça bakımından o kelimenin başka bir şeyi göstermesi mümkün değildir. Yukarıdaki kadının evli olduğu da kesindir. Böylelikle anlaşılmıştır ki evli veya bekâr olsun, zina edenin cezası 100 sopadır…
Ahzab Suresi 30. Âyetin Düşündürdükleri:
“Ey Peygamber’in hanımları! Sizlerden biri açık bir hayâsızlık (fahişe) yapacak olursa, onun azâbı (el-azâb) iki kat olur. Bu Allah’a kolaydır.”1634
Âyette geçen “fahişe” kelimesinin hangi anlama geldiği tartışma konusudur. Bazı âlimlere göre kelime burada zina anlamında değildir. İbn Kesir,1635 İbn Abbas’ın, “fahişe” kelimesini, ‘geçimsizlik ve kötü ahlâk’ olarak tefsir ettiğini belirtir. Taberi1636 ise “fahişe” kelimesini zina olarak açıklar. Kurtubi1637 âyetteki “el-azâb” kelimesinin had anlamına geldiğini belirtmiş ve delil olarak Nur suresi 2. âyeti işaret etmiştir. Fahruddin Er-Râzi de tefsirinde bu kelimeyi zina olarak almış ve şu açıklamalarda bulunmuştur; “Başkalarının hanımları, zinanın zarar ve kötülüğünden dolayı, zina ettikleri zaman cezalandırılırlar. Peygamber’in (s.a.s) hanımları, faraza böyle bir şey yaparlarsa, hem bundan dolayı, hem peygamberin kalbini kırmaları, hem de onun makamına önem vermemeleri sebebiyle cezalandırılırlar. Peygamberin kızları da böyledir. Bir de bir kadın, Hz. Peygamber’in (s.a.s) nikâhı altında olup, zina ederse, Peygamber’den (s.a.s) başkasını tercih etmiş olur ve o başkası, bu kadına göre, peygamberden daha iyi ve daha hayırlı olmuş olur. Hâlbuki peygamber ona göre, başkasından da evlâ olan kendi nefsinden bile ona daha yakındır. Böylece o kadın, peygamberin makamını iki kat aşağı indirmiş olur. Dolayısıyla da iki misli azapla cezalandırılır.”1638
Bizce de buradaki “Fahişe” kelimesi zinayı işaret etmektedir. Zira Kur’an’ın başka âyetlerinde de bu kelime zina anlamına kullanılmıştır. Bu kelimeyi zina olarak algılamayanlar, ümmetin anneleri mesabesinde olan o temiz Peygamber hanımlarına bu iğrenç fiili yakıştıramadıklarından böyle tefsir etmişlerdir. Lakin
1632] 24/Nur, 2
1633] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 16/546–547
1634] 33/Ahzâb, 30
1635] İbn Kesir, Tefsir, III, 490.
1636] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 6/492.
1637] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 14/91–92
1638] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları:18/256–257
- 382 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zinadır diyenler de bu iğrenç fiili Allah Rasulü’nün hanımlarına yakıştırdıkları için dememişlerdir. Zaten bunu aklı başında hiçbir Müslüman söyleyemez. Onlar tertemiz yaşamış ve tertemiz vefat etmişlerdir. Peygamber hanımları bu tür fiillerden beri ve masumdurlar gibi bir anlayış kanaatimizce doğru değildir. Zira peygamberler harici hiç kimse küçük veya büyük bir günahtan masum değildir. Bu konuda delil de yoktur. Bilakis hilafına delil bulmak kolaydır. Hz. Lut’un karısı bir delil olabileceği gibi; “ifk hâdisesi” de etraflıca incelendiğinde, bizim için delil olabileceği görülür. Zira Nur suresinin ilgili âyetleri ve Hz. Aişe Annemizden gelen sağlam rivâyetlere bakıldığında, bu iftiraya karşı sahabenin takındığı tavır şiddetle kınanmaktadır. Yine Allah Rasulü’nün, âyetler inene kadar yaklaşık bir aylık bir süreçte Hz. Aişe ile konuşmadığı bilinmektedir. Bütün bunlar göstermektedir ki; Hz. Aişe Peygamber hanımı olması hasebiyle bu fiilden masum görülmemiş yani sahabe böyle bir tavır içine girmemiştir. Bu da göstermektedir ki Peygamber hanımlarının da zina edebilecekleri küçük de olsa ihtimal dâhilindedir.1639
Bütün bu açıklamalardan sonra şunları söyleyebiliriz: Peygamber hanımlarının evli olduğu açıktır. Onlara verilebilecek bir cezanın katlanabilir cinsten olması gerekir. Recm cezasının iki katı olmaz, ama 100 değnek ikiye katlanabilir. Bu âyetlerde geçen el-azâb kelimesi de, sadece Nur suresindeki 100 değneği gösterir. Çünkü onlardaki “el” takısı da ahd içindir. Binaenaleyh, Allah, zâni ve zâniyeler için yalnızca 100 sopa cezası öngörmüştür…
Nisa Suresi 25. Âyet ve Recm Cezası:
“İnanmış hür kadınları nikâhlama genişliğine gücü yetmeyeniniz, ellerinizin altındaki genç, mü’min köle kızlardan biriyle evlensin. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Hep birbirinizdensiniz. O halde onları, sahiplerinin izniyle nikâhlayın. Gizli dost edinmeyerek, zinadan uzak kalarak, iffetli hanımlar olmaları şartıyla onların mehirlerini örfe uygun bir biçimde verin. Evliliğe geçtikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınlara uygulanan cezanın yarısı uygulanacaktır. Bu, köle ile evlenme yolu, günaha ve sıkıntıya girmekten korkanınız içindir. Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır. Allah çok affedici, çok merhametlidir.”1640
Bu âyet dikkatli incelendiğinde, yukarıda mütalaasını yaptığımız Ahzab suresi 30. âyetle bir açıdan benzerlik arz etmektedir. Ahzab suresi 30. âyette azabın iki kat olacağı bildirilirken burada; “Evliliğe geçtikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınlara uygulanan cezasının yarısı uygulanacaktır.” buyrulmaktadır. Bu âyetle ilgili olarak müfessirlerin büyük çoğunluğu; “Recm bölünemediğinden buradaki ceza Nur suresi 2. âyette bildirilen 100 sopa cezasının yarısıdır.” şeklinde bir istidlalde bulunmuşlardır. Evet, recm cezasının yarısı olmaz ve burada kasıt 50 sopadır… Ama bahsi geçen kadınlar evlidir ve iddia edildiği gibi recm cezası da evlilere uygulanmaktadır. Peki, evli bir kadın nasıl oluyor da bekâr kadınlarla kıyas ediliyor? Hâlbuki recm cezasını savunanlar; “evlinin zinasıyla
1639] İfk hadisesi süresince recm cezasının gündeme gelmemiş olması da bir hayli düşündürücüdür… Nitekim Allah Rasulü, Aişe annemizi recm ile korkutmamış ve şunları söylemiştir; “Ey Âişe, senin şöyle şöyle yaptığın bana söylendi. Eğer sen suçsuz isen, Allah senin suçsuzluğunu ortaya koyacaktır. Ama eğer bir günah işlediysen, Allah'tan mağfiret dile, O'na tevbe et, çünkü kul günâhını itiraf edip Allah'a tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul buyurur” dedi. (Bk. Buhârî, Şehâdât 15; Müslim, Tevbe 10.)
1640] 4/Nisâ, 25
FUHUŞ / ZİNÂ
- 383 -
bekârın zinası bir olmaz, dolayısıyla evliye daha ağır bir ceza gereklidir ve bu da recmdir.” diyorlar. Görüldüğü üzere kendi hükümleriyle çelişki içerisindedirler. Evlinin bekâra kıyası caiz değildir. Bu âyet çok açık bir şekilde göstermektedir ki Kur’an evli-bekâr ayırımı yapmaksızın zinanın cezasını 100 sopa olarak belirlemiş, cariyelerin cezasını ise 50 sopayla hükme bağlamıştır…
Sonuç:
Sonuç olarak zina suçunun cezası hürler için 100, cariye iken evlenmiş olanlar için ise 50 sopadır. Kur’an’da bu kadar açık deliller varken şüpheli delillere dayanarak recm cezası savunulamaz ve uygulanamaz. “İmkân buldukça şüphelerle had cezalarını düşürün.” 1641 hadisi de bizim için dikkate alınması gereken bir Peygamber (s.a.s.) sözüdür.1642
Hayreddin Karaman diyor ki:
Sabit Ceza (Had) Olarak Recim Yoktur
Ben recim konusunda ileri sürdüğüm görüşü “usûl dairesinde” delillendiriyorum; yani modernistlerin tesiri altında kalarak usûl dışına çıkmıyorum, usûl içinde kalarak “İslâm’da var mı, yok mu” sorusuna cevap arıyorum. Benim yok dediğime bir başkası yine usûl içinde kalarak ve kendince sahih gördüğü delillere dayanarak “var” derse o da onun görüşü, tercihi veya taklidi olur. Tartışmayı bu çerçeveden çıkarıp muhataplarını şuraya veya buraya katmaya çalışmak ilim ve ahlâk ölçülerine sığmaz, ayrıca mezmum duygulardan da kaynaklanabilir.
Recim konusunda, şu anda önümüzde üç görüş (açıklama, tercih, yorum) var:
1. Kadim ve ekseriyetin kabul ettiği “İslâm’da recim had (değişmez ceza) olarak vardır.”
2. Recim Yahudi şeriatında var idi, Peygamberimiz bunu birkaç defa uygulattı, sonra Kur’an bu cezayı kaldırdı, yerine evli olsun bekâr olsun zina edenlere yüz sopa cezasını getirdi. 1643
3. Evli veya dul olarak zina yapanlara uygulanan recim cezası had (değişmez, sabit) ceza değildir, tazir (yönetimin takdirine bırakılmış, gerekli görülürse kaldırılabilir) bir cezadır (Karadavi, ben -H.Karaman-...)
Birinci şıkkı savunan tenkitçi temelde bir delile dayanıyor: Recim konusunda nas (hadis veya tilâveti neshedilmiş âyet) vardır ve bu nas üzerinde (bu nassın had olarak recim cezasını getirdiği hükmünde) de icma hâsıl olmuştur.
Eğer bu istidlal bize göre de doğru olsaydı başka diyecek sözümüz olamazdı. Hâlbuki bize göre recim hakkındaki hadislerin tartışılmaz olanları “recimin had olduğu sonucuna götürmüyor, tazir olabileceği sonucuna kapıyı açık bırakıyor. M. Ebu Zehra’ya göre ise bu hadisler, celde (yüz sopa) âyeti ile neshedilmiş bulunuyor. 1644
1641] Tirmizi, Hudud, 2.
1642] Mustafa Ural
1643] M. Ebu Zehra
1644] Hayrettin Karaman, Yeni Şafak Gazetesi, Ekim 2010
- 384 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nesil Emniyeti
Nesil emniyetini kavrayabilmek için “âile nedir?” sualine cevap bulmak zorundayız. Önce “âile” kelimesi üzerinde duralım. Bakıma muhtaç olmak ve fakir düşmek gibi mânâlara gelen “ayle”den türemiş, Arapça bir kelime ile karşı karşıyayız. Istılâhta; temelini ana babanın teşkil ettiği, kan ve süt bağıyla birbirine bağlı ferdlerden oluşan küçük topluluğa âile denir. şeklinde tarif edilmektedir. Ayrıca, nikâhları birbirine müebbeden (edebiyyen) haram olan fertler de, âileden sayılır. Birçok ansiklopedide âilenin “anne-baba ve çocuklardan meydana gelen topluluktur” şeklindeki tarifine rastlarsak da, buna katılmak mümkün değildir. Çünkü tarif “efradına câmi, ağyarına mani” olmak zorundadır. Âile sisteminin, Hz. Âdem’e (a.s.) indirilen on suhufla teşkil olunduğu, ilk âilenin Hz. Âdem (a.s.) ve Hz. Havvâ’dan (r.anhâ) meydana geldiği gerçeği inkâr olunamaz. Hz. Âdem’in (a.s.) kıssası Kur’ân-ı Kerîm’de yer aldığı gibi, İncil ve Tevrat’ta da yer almıştır. Bu durumda müslümanların, nasranilerin ve yahudilerin; ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’e (a.s.) inanmaları zarûridir. İnsanı, maymunun evrim geçirmiş şekli kabul eden darwinizmi esas alanlar, müslüman olamayacakları gibi, nasrâni ve yahudi de (yani ehl-i kitap) olamazlar. Hz. Âdem’in (a.s.) iki oğlu arasında (Habil ile Kabil) cereyan eden kanlı mücâdelenin, temelde âile sistemine dayandığı dikkate alınırsa, “nesil emniyeti”nin önemi kavranır. Habil’e nikâhlaması suhuflarla sâbit olan İklima’ya gönlünü kaptıran Kabil; âile sistemini heva ve heveslerine kapılarak değiştirmek istemiştir. Kardeşi Habil’i öldürerek hedefine varmaya kalkan Kabil, ideolojik sistemlerin kurucusu olarak kalmamış, ilk katliamı da gerçekleştirmiştir. Günümüzdeki bütün ideolojilerin temelde “katliam”a dayanması, Kâbil kompleksinin tabii bir sonucudur. Bu noktada Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) “Hiçbir Âdemoğlu zulm ile öldürülemez. Ancak onun kanının günahından Âdem’in (a.s.) oğlu Kabil’e bir pay ayrılır. Çünkü bu cinâyeti âdet edenlerin önderi (lideri) odur”1645 meâlindeki hadis-i şerifini iyi düşünmek durumundayız.
İmam Gazzâlî: “Zinâ eden erkek ve kadınların cezâlandırılması, nesil emniyetinin tahakkuku içindir” hükmünü zikrediyor.1646 Bilindiği gibi dâru’l-İslâm’da, zinâ eden erkek ve kadın, bekâr ise yüz değnek cezâsına, evli iseler recm’e tâbi tutulurlar. Ancak, dâru’l-harpte bu cezâlar uygulanamaz. Zira nesil emniyeti yoktur. Dolayısıyla hadd-i zinânın uygulanmadığı toplumlar, “dâru’l-harp” özelliğini taşırlar. Türkiye’de, genelevlerin bile devletin resmî izniyle işletildiği, zinânın kitle yayın organları (TV, radyo, gazeteler vs.) ile övüldüğü ve şer’î muâmelelerin yasaklandığı gerçeği gizlenemez. İslâm dini; erkek ve kadınların, birbirleri üzerine hüküm koyma, hak ve yetkilerini tayin etme fiillerini kabul etmemiştir. Her iki cins de, “Allah’ın (c.c.) indirdiği hükümlere” boyun eğmek ve İslâmî bir hayât yaşamak zorundadırlar. Bu sebeple İslâın toplumlarında “feminizm” diye isimlendirilen felsefî cerayanların etkisi görülemez.”Nesil emniyeti” ile yakından alâkalı bir ıstılah da fuhuştur. Fuhuş, lûgatta söz ve işin çok çirkin olması, Hudûdu ve ölçüyü aşmak, kötü olarak bilinen her türlü söz ve iş mânâlarına gelir. Câhiliyye döneminde açık ve gizli olarak yapılan zinâ, İslâm dini tarafından kesinlikle haram kılınmıştır. Ayrıca zinâyı teşvik eden müzik ve bunun gibi bütün yollar haram kılınmıştır. Türkiye’de olduğu gibi, câhiliyye döneminde de, açık yerlerde yapılan zinâ kötü görülürdü. Ama gizli ve kimsenin göremeyeceği
1645] Buhârî Muht. Tecrid-i Sarih Terc., c. IX, s. 83, hadis no: 371
1646] İmam-ı Gazzalî, el-Mustasfa Min ilmû'l Usûl, Beyrut, l937, c. I, sh. 87 vd.
FUHUŞ / ZİNÂ
- 385 -
yerde yapılanı katiyyetle ayıplamazlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Açık olsun, gizli olsun fuhşiyata yaklaşmayınız”1647 emri, “gizli olan” fuhşu da kesinlikle haram kılmıştır. Muhkem ve müfesser âyetlerle ve hükmü kat’iyyet ifâde eden mütevatir sünnetle, “âile”nin nasıl teşekkül edeceği izah buyurulmuştur. Bu Hudûdların dışındaki her türlü ilişki (siyasî yönetimler, kanunlarla tâyin etse de, etmese de) fuhuştur. Çünkü insanların kendi hevâ ve hevesleriyle, âile sistemi kurmaları kat’iyyen haramdır. Âile, İslâm’ın belirttiği hudûdlarla teşekkül eder.1648
Kazf: Nâmuslu Bir Kimseye Zinâ İftirası
Kuvvetle atmak, sözü ağzından atıvermek, dokundurmak, iffetine iftira etmek anlamına gelen “kazf”, terim olarak; Nâmuslu bir erkek veya kadına “sen zinâ ettin...” ey zâniye...” gibi sözlerle zinâ suçlaması yapmak anlamında bir İslâm hukuku terimidir. Kazf büyük günahlardandır. Bu konuda Cenab-ı Hakk “Şüphesiz nâmuslu, kendi halinde olan mü’min kadınlara (zinâ iftirâsı) atanlar, dünyada ve âhirette lânet olunurlar. Onlar için büyük bir azap vardır”1649 buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadis-i şeriflerinde, kazfi, insanı helâke götüren yedi unsurdan biri olarak zikretmiştir.1650
Kazf cezâsı, eğer iftirayı yapan kimse hür ise cezâsı seksen değnektir: “Nâmuslu kadınlara zinâ isnadında bulunup da, sonra dört şâhit getiremeyenlere seksen değnek (hadd) vurur, onların şâhitliklerini de ebediyyen kabul etmeyin”1651 Değnekler vücudunun belirli bir yerine değil, çeşitli yerlerine vurulur. Yalnız manto, palto gibi dış elbiseleri çıkarılır. Eğer iftira eden köle ise cezâsı kırk değnektir: “Câriyelere, hür kadınlara olan azabın yarısı vardır.”1652
İftira edilen kimsenin muhsan olması; hür, akıllı, bâliğ, müslüman ve nâmuslu olması demektir. Kişi iftira ettiğini söyleyip sonra bundan caymaya kalkarsa, bu kabul edilmez yani kendisine cezâ uygulanır. Bir kâfire zinâ isnad eden veya bir müslümana zinâdan başka bir şey atfeden meselâ, ey fâsık, ey kâfir veya ey habis diyen kimse İslâm Devletinin koyduğu bir cezâ (ta’zir) varsa onunla cezâlandırılır.
Ta’zirin en çoğu otuz dokuz en azı üç sopadır. Hâkim birisine had uygulayıp veya ta’zir ettiğinden dolayı o kimse ölürse, hâkim sorumlu değildir. İftiradan dolayı had cezâsı uygulanan müslüman tevbe etse bile, şâhitliği kabul olunmaz.1653 Ancak tevbesi sebebiyle fâsıklıktan kurtulmuş olur. Şâfiîlere göre ise tevbe edince, hem fâsıklıktan kurtulur, hem de bundan sonra şâhitliği kabul edilir.
Kâfir iken, iftiradan dolayı kendisine had cezâsı uygulanan müslüman olursa, şâhitliği kabul olunur. Çünkü müslüman olmakla kendisine şâhitlik hakkı yeniden doğar.1654
1647] 6/En'âm,151
1648] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılâb Y. s. 268-27
1649] 24/Nûr, 23
1650] Buhârî, Vesâyâ 23
1651] 24/Nûr, 4
1652] 24/Nûr, 4
1653] bk. en-Nur, 24/4
1654] el-Kurtubî, el-Cami' fi Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut 1965-1966, XII, 190-195; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, IV, 3478-3483; Mevdûdî, Tefhimul Kur'ân, İstanbul 1986, III, 431 vd. Seyyid Kutup, Fî Zilâli'l Kur'ân, İstanbul t.y., X, 381 vd.; Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 327
- 386 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Lian: Eşler Arası Güvensizliğin Bedeli ve İftiraya Set Çekme
Lian; Zinâ sebebiyle evliliği sona erdirme yöntemine denir. Liân ve eş anlamlısı mulâane, La’n kökünden “Leane”nin mastarıdır; Allah’ın rahmetinden kovulma ve uzaklaştırılma; kocanın karısını zinâ ile suçlaması ve bunu dört şâhitle ispat edememesi halinde, hâkim önünde özel şekilde ve karşılıklı olarak yeminleşme anlamında bir İslâm hukuku terimidir. Hanefî ve Hanbelilerin ortak tarifine göre, liân; koca tarafından yalan söylüyorsa Allah’ın lâneti kendi üzerine çekilerek, yeminlerle güçlendirilmiş şehâdetlerdir. Kadın da, eğer yalan söylüyorsa, Allah’ın gazabını üzerine çeker. Bu yeminleşme koca için “kazf” cezâsı ve kadın için zinâ cezâsı yerine geçer, Liân, evliliği sona erdiren bir boşanma yoludur.
Liânı doğuran sebep şudur. Bir erkek yabancı bir kadına zinâ ithâmında bulunursa, bunu dört şâhitle ispat etmesi gerekir. Aksi halde zinâ iftirası yapmış sayılır ve kendisine seksen değnek dayak vurulur.1655 Kazf cezâsı, önceleri, eşine zinâ isnâdında bulunan ve bunu dört şâhitle ispat edemeyen koca için de uygulanıyordu. Nitekim Ashâb-ı kiramdan Hilâl b. Ümeyye (r.a.), hanımına zinâ isnâdında bulununca Rasûlüllah (s.a.s.); dört şâhitle bunu ispat etmesini, aksi halde zinâ iftirası cezâsı (kazif) uygulanacağını bildirdi. Bunu birkaç defa daha tekrar etti. Hilâl b. Ümeyye şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü; bizden birimiz karısını bir erkekle zinâ halinde görüyor; delil istiyorsunuz. Seni hak olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben doğru söylüyorum. Şuna inanıyorum ki, Allah, benim sırtımı bu dayaktan kurtaracak şeyi sana indirecektir.”1656 Bu olay üzerine aşağıdaki “mulâane âyeti” indi.
“Hanımlarına zinâ isnat edip de, kendilerinden başka şâhitleri olmayanların şâhitliği, doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah’ı şâhit tutup yemin etmesiyle olur. Beşinci defasında, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah’ın lânetinin kendi üzerine olmasını diler. Kadının da kocasının yalancılardan olduğuna dair, Allah’ı dört defa şâhit tutup yemin etmesi, cezâyı kendisinden kaldırır. Beşinci defasında; kocası doğru söyleyenlerden ise, Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını diler.” 1657
Âyetin ilk uygulaması Hilâl âilesi üzerinde oldu. Hz. Peygamber, Hilâl’i çağırdı. Hilâl, doğru söylediğine dair, dört defa Allah’ı şâhit tutup, beşincide, eğer yalan söylüyorsa, Allah’ın lânetinin kendi üzerine olmasını istedi. Sonra karısı getirtilerek, o da aynı şekilde yemin etti. Beşincide, eğer kocası doğru söylüyorsa, Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını diledi. Allah’ın elçisi sonra onların arasını ayırdı.1658 Liân âyetinin Uveymir el-Aclânî ve zinâ isnadında bulunduğu hanımı hakkında indiği de rivâyet edilmiştir. Âyetin hükmünün, önce Hilâl âilesine ikinci olarak da Uveymir âilesine uygulandığı görüşü daha sağlam görünmektedir.1659
Liânın sebebi ikidir. Birincisi; bir erkeğin karısına yabancı bir kadına isnat edildiği zaman zinâ cezâsı uygulamasını gerektiren zinâ isnadında bulunması. İkincisi; babanın henüz doğmamış olan veya doğmuş bulunan çocuğun nesebini
1655] 24/Nûr, 4
1656] Buhârî, Şehâdât 21, Tefsîru Sûre 24/3, Talâk 28; Müslim, Liân 2; Ebû Dâvud, Talâk 27; Ahmed bin Hanbel, I/273, III/142
1657] 24/Nûr, 6-9
1658] eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, 1250 H, y.y., VI, 268
1659] eş-Şevkânî, a.g.e., VI, 268
FUHUŞ / ZİNÂ
- 387 -
reddetmesi.
Ebû Hanîfe’ye göre, çocuğun nesebini reddetmek, hemen doğumun arkasından veya normal olarak en geç bir hafta içinde olmalıdır. Koca, karısının doğurduğu çocuğun nesebini kabul etmemekle, ona zinâ isnadında bulunmuş olur ve mulâane yoluna gidilir. Bu süre geçtikten sonra, çocuğun nesebi, susma sebebiyle sâbit olur. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise, nifas sonuna kadar, çocuğun nesebini reddetmek mümkündür.1660 Nifas müddeti doğumdan itibaren kırk gündür.
Liânın rüknü; yeminle birlikte Allah’ı şâhit gösterme ve her iki eşin lâneti üzerine çekmesidir.
Liânın Şartları Üçtür:
1. Eşler arasında evliliğin devam etmekte olması gerekir. Eşlerin daha önce cinsel temasta bulunmamış olması hükmü değiştirmez. Evli olmayanlar arasında veya yabancı bir kadına zinâ isnadında bulunulması halinde mulâane yoluna gidilemez. Bir erkek yabancı bir kadına zinâ isnadında bulunduktan sonra onunla evlense, kendisine yalnız kazif cezâsı gerekir, Liân uygulanmaz.
2. Nikâh akdinin sahih olması gerekir. Meselâ, şâhitsiz evlenen ve bu sebeple nikâhı fasit olan eşe mulâane uygulanmaz.
3. Kocanın şâhitlik yapma ehliyetine sahip olması. Bu durum; eşlerin akıl, bâliğ ve müslüman olmasını ve kazif suçundan dolayı had cezâsına çarptırılmamış bulunmasını gerektirir. Eşlerin âmâ veya fâsık olması sonucu etkilemez.1661
Çocuğun nesebini reddedebilmek için bazı şartların bulunması gerekir:
1. Hâkimin eşler arasında tefrika (ayrılık) kararı vermesi. Çünkü ayrılığa hüküm verilmeden önce, nesebi red gerekmez.
2. Nesebin, Ebû Hanîfe’ye göre, en geç bir hafta içinde, Ebû Yusuf ve Muhammed’e göre nifas müddeti içinde reddedilmesi gerekir. Çoğunluğa göre, neseb reddinin en kısa sürede (fevrî) yapılması gereklidir.
3. Nesebin kabulü anlamına gelen bir işlemin yapılmaması gerekir.
4. Tefrik sırasında çocuğun hayâtta olması şarttır.1662
Mulâane sırasında yeminden kaçınma veya liândan dönme halinde; Hanefîlere göre liândan kaçınan koca ise, yemin edinceye veya yalan söylediğini itiraf edinceye kadar hapsedilir. Hapis cezâsının bir yarar sağlamayacağı belli olursa, kazif cezâsı uygulanır. Yeminden kaçınan kadınsa, mulâane yapması ve kocasını tasdik etmesi için hapsedilir. Kocasını doğrularsa serbest bırakılır. “Yemin etmesi, kadından azâbı kaldırır”1663 âyetinde belirtildiği gibi Hanefiler dışındaki çoğunluk İslâm hukukçularına göre, liândan kaçınanlara zinâ cezâsı uygulanır.
1660] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, Beyrut 1328/1910, III, ?39; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Kahire, t.y., III, 260 vd.; el- Meydânî, el-Lübâb, III, 79
1661] el-Kâsânî, a.g.e., III, 24; İbnü'l-Hümâm, a.g.e, III, 259; el-Meydânî, a.g.e., III, 75,78; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, Mısır, t.y., II, 805 vd.
1662] el-Kâsânî, a.g.e, III, 246-248; el-Meydânî, a.g.e; III, 79; İbn Âbidîn, a.g.e, II, 811
1663] 24/Nûr, 8
- 388 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Çünkü liân, zinâ cezâsının yerine geçmiştir.
Koca, hâkim önünde yapılan liân işleminden sonra, yemininden dönerse kendisine kazif cezâsı verilir.1664
Liânın hükümleri: Eşin zinâsı sebebiyle hâkim önünde vuku bulan mulâane sonunda aşağıdaki sonuçlar ortaya çıkar.
1. Kocadan kazif veya tâzir cezâsı düşer. Kadın da zinâ cezâsından kurtulur.
2. Mulâaneden sonra, eşlerin cinsel temasta bulunması haram olur. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Mulâane yapanlar artık sonsuza kadar bir araya gelemez.”1665
3. Eşler, mulâane sonunda hâkim kararı ile birbirinden ayrılmış olurlar. Delil; Hz. Peygamber’in Hilâl b. Ümeyye ile eşini ayırmasıdır.1666 Burada, hâkimin ayırma hükmü, Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre “bâin talâk” niteliğindedir. Çünkü prensip olarak hâkim kararı ile gerçekleşen boşama bâin talâk sayılır. Koca, daha sonra yalan söylediğini ikrar eder veya şâhitlik yapma ehliyetini kaybederse karısı kendisine helâl, çoğunluk İslâm hukukçularına göre ise, Liân sonucu gerçekleşen ayrılık, süt hısımlığı yüzünden ayrılıkta olduğu gibi “nikâh akdini fesih” niteliğindedir; ebedî haramlığı gerektirir ve artık bu iki eşin yeniden evlenmesi mümkün olmaz.
4. Zinâ fiiline bağlı olarak doğan veya doğacak olan çocuğun nesebi baba yönünden reddedilmiş sayılır. Artık bu koca ile çocuk arasında miras ve nafaka hukuku cereyan etmez.1667
Livâta; Zinânın En İğrenç Biçimi
Livâta: Erkek erkeğe cinsel ilişkide bulunma demektir. İslâm dininde zinâ, fâhişelik gibi bir hayâsızlık örneğini teşkil eden livâta da, kesinlikle yasaklanmıştır. Livâtaya, oğlancılık veya homoseksüellik de denir. Livâta, insan şahsiyetine ve haysiyetine hiç bir şekilde yaraşmayan ahlâkî suçlardan biridir.
Hz. Lût (a.s.), sapık, ahlâksızlığın, edepsizliğin en âdîsi olan livâtanın yaygın olduğu Sedum (Sodom) halkına peygamber olarak gönderilmiştir. Sedum halkı, daha önceki toplumlarda görülmeyen bu ahlâksızlık suçunda çok ileri gitmişti. İffet, nâmus ve hayânın unutulduğu bu toplumda Lût (a.s) gibiler, onların bu tür ahlâksızlıklarına engel olmak istemişler, ancak susturulmuş ve etkisiz hale getirilmişlerdi.
Sedum halkının ahlâksızlık ve edepsizliğini ifâde eden âyette şöyle buyrulur: “Lût’u da hatırla. Hani o, kavmine şöyle demişti: Âlemlerde hiç kimsenin sizden önce yapmadığı bir hayâsızlığı mı yapıyorsunuz?”1668 Ancak diğer âyetlerde, bunların yaptığı kötülüklerin cezâsız kalmadığı vurgulanarak, gökten gelen acı bir azab ile yerle
1664] el-Kâsânî, a.g.e., III, 238; el-Meydânî, a.g.e., II, 808; İbn Âbidin a.g.e., II, 808
1665] eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VI, 271
1666] eş-Şevkânî, a.g.e., VI, 274
1667] bk. el-Kâsânî, a.g.e., III, 244-248; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., III, 253 vd.; el-Meydânî, a.g.e., III, 77-78; İbnRuşd, Bidâyetü' l- Müctehid, Mısır, t.y., II, 120 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, t.y., VII, 410-416; Abdurrahman es-Sabünî, Medâ Hürriyeti'z-Zevceyn fi't-Talâk, Beyrut 1968, II, 896 vd.; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 22-23
1668] 29/Ankebût, 28
FUHUŞ / ZİNÂ
- 389 -
bir edildikleri belirtilmiştir.
Livâtanın veya başka bir deyişle homoseksüelliğin İslâm hukukundaki cezâsı, bazı fakihlere göre zinâ cezâsıdır. Öte yandan, hâkimin, bu kötü durumdan insanları alıkoymak için toplumun yararına göre cezâ verebileceği görüşünü savunanların yanında, livâta işini yapan ve yapılanın öldürülmesi gerektiği görüşünde olan İslâm fıkıhçıları da vardır.1669
Flört; Fuhuş ve Zinâya Dâvetiye
Flört: Kadın-erkek arasındaki duygusal ilişkiye denilmektedir. Flört etmek, kadın ve erkeğin duygusal ilişki kurması demektir. Batı toplumlarında flört, gençlerin duygusal açıdan olgunlaşmalarını, çeşitli komplekslerinden kurtulmalarını, cinsellik konusunda bilgilenmelerini, eşlerin evlilik öncesinde birbirlerini tanıyarak bilinçli bir beraberlik oluşturmalarını sağlayacak bir tecrübe ve eğitim biçimi olarak kabul edilmiş ve hoş görülmüştü. Fakat duygusal ilişkiler, kendisine ilişkin bütün düşünce ve varsayımların iflâsını ilân edercesine büyük bir hızla fiziksel ilişkiye dönüşerek gündemden düştü. Batılı toplumlar günümüzde bir yandan, bir süre önce son derece mâsumâne ilişkiler olarak baktığı flört olayının önüne yığdığı toplumsal sorunlarla boğuşurken, bir yandan da artık duygusal ilişkinin yerini alan cinsel özgürlük gibi kavram ve olguları tartışmaya başladı.
Kadın-erkek arasında serbestçe kurulan ilişkilerin farklı bir sonuca varması mümkün değildir. Çağımızın önde gelen ruhbilimcilerinden Erich Fromm izlenerek söylenirse, karşıt cinsler arasındaki duvarın yıkılması durumunda duygusal ilişkilerin karşı konulmaz bir cinsel isteğe dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu cinsel isteğin tek amacı da birleşmektir. Bu nedenle bu tür ilişkiler düşünüldüğünün tersine sürekli değildir ve utanç, umut kırıklığı, nefret ve düşmanlıkla noktalanır. Böylesine olumsuz bir biçimde sonuçlanan ilişkiler doğal olarak birçok bireysel ve toplumsal soruna neden olur. Ruhsal bunalımlar, âileden kopmalar, kötü yollara düşmeler, çocuk denilecek yaşta ortaya çıkan gebelikler, terk edilmiş gayr-i meşrû çocuklar, intiharlar bu tür ilişkilerin Batı toplumlarının önüne yığdığı sayısız sorundan yalnızca birkaçıdır.
İslâm yalnızca ortaya çıkan sorunlara çözümler getiren bir inanç ve hukuk sistemi değil; aksine, getirdiği kurallarla öncelikle sorunların ortaya çıkmasını önleyen bir dindir. İslâm’ın bu özelliği kadın-erkek ilişkileri alanında da kendini göstermekte, İslâm toplumlarında, Batı örneği câhilî toplumların karşı karşıya geldiği sorunların ortaya çıkmasına imkân tanımamaktadır.
İslâm, toplumun çürümesine neden olan başlıca âmillerden birisi kadın-erkek arasındaki gayr-i meşrû cinsel ilişkiyi (zinâ, fuhuş) yasaklamış, caydırıcı bir etken olarak cezâî müeyyideler getirmiştir. Fakat asıl önemlisi bireyleri bu tür fiillere götürecek bütün yolları kapatması, oluşmasını önleyici tedbirler almasıdır. Bu tedbirlerin başında karşıt cinsteki yabancı kişilerin yalnız başlarına bir arada bulunmaması kuralı gelir. Hz. Peygamber, böyle bir durumun doğuracağı tehlikeli sonuçlara dikkat çekmek üzere, “Çünkü -bu takdirde- üçüncüleri şeytandır”1670 buyurur. Diğer bir önleyici kural da tesettür ve sürekli bakış gibi uyarıcı davranışlardan
1669] Mefâil Hızlı, Şamil İslâm Ans. c. 4, s. 24
1670] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/227, III/339
- 390 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaçınma1671 kuralıdır. Dokunma, el sıkışma ve benzeri fizikî temas yasağı da başka bir önlemdir.1672 İslâm’ın kadın-erkek ilişkileri hakkında getirdiği hüküm ve kurallar açısından bakıldığında flörtün bütünüyle İslâm sınırlan dışında kaldığı görülür: Çünkü, biçimi, şartları ve sonuçları bakımından İslâm’ın hüküm ve kurallarına ters düşen bir ilişki biçimi olarak ortaya çıkmaktadır.
İslâm insanın cinsel yönünü görmezden gelip bu alandaki ihtiyaçlarını yok saymaz. Tersine, bu yönünün meşrû’ ve hem birey, hem de toplum için yararlı olabilecek biçimde tatminini öngörür. Evlilik kurumunun önemli varlık nedenlerinden birisi de insanın cinsel ihtiyaçlarının böyle bir yönde karşılanmasıdır. Bu nedenle İslâm’da evlilik teşvik edilmiş, olabildiğince kolaylaştırılmaya çalışılmıştır.1673
Kadının Örtüsü/Tesettür ve Hicab
Tesettür Nedir? “Tesettür”; örtmek, gizlemek, saklamak anlamlarına gelen ‘setr’ kökünden gelmektedir. “Tesettür” sözlükte; örtünmek gizlenmek, bir şeyle kapanmak demektir. Bir şeyi saklayan ve gizleyen nesnelere ‘setr’ denildiği gibi, kapatılması gereken bir şeyi gizlemeye de ‘setr’ denilir. Nitekim namazda ‘avret’ denilen, bedenin gizlenmesi gereken kısımlarını örtmeye de ‘setr-i avret -avret yerlerini örtmek-’ denilmektedir. ‘Mestûr’ veya ‘mestûre’; kapalı, gizlenmiş anlamına gelmektedir. Aynı kökten gelen ‘settâr’, gizleyen, örten, saklayan demektir ki, Kur’an’da geçmemekle beraber Allah için ‘Setttâru’l-uyûb -ayıpları gizleyip örten, ayıpları ortaya dökmeyen’ denilmektedir.
‘Tesettür’ kavram olarak, kadın ve erkek müslümanların ‘avret’ yerlerini örtmelerini ifâde eder. Kur’an’da örtünmeyi emreden âyetlere ‘hicab’ âyetleri denir. Birçok İslâmî kaynakta kadınların örtünmesi anlamında ‘hicab’ kavramı geçmektedir. Ancak Türkçe’de ‘tesettür’ kelimesi daha yaygındır. ‘Hicab’ sözlükte, bir şeyi örtmek veya bir şeye engel olmak demektir ki, tesettüre yakın bir anlamı vardır. ‘Hicab’ isim olarak, örten, gizleyen, saklayan, görülmeye engel olan şey demektir.
Avret Ne Demektir? “Avret”, Ìslâm’a göre insanların örtmeleri ve dinen yabancı sayılan kimselere göstermemeleri gereken organlarına verilen addır. “Tesettür” ise, avret yerlerini örtme, gizleme, saklama ve koruma konusundaki İslâmî prensiptir. İslâm’a göre müslümanlar, yıkanma, tabiî ihtiyaç ve temizlenme (tahâret) gibi durumlar dışında avret yerlerini başkalarına -bir zarûret olmaksızın- gösteremezler. Bu, Kur’an’ın müslümanlara getirdiği bir ölçü, bir hüküm ve aynı zamanda bir fazilettir.
Avret yerleri neresidir? Kadın veya erkek, avret yerlerini kimlere gösterebilir, kimlere gösteremezler? Tesettür emrinin sebeb-i hikmeti ne olabilir? Şimdi bu sorulara kısa cevaplar bulmaya çalışalım:
Esasen insan için örtünme fıtrî (yaratılıştan gelen) bir özelliktir. Sebebi ne olursa olsun, insan örtünürse yaratılışına daha uygun hareket eder. Birçok hayvanın örtüleri tüyleridir, kılları veya telekleridir. Onlar, bu dış örtüleri ile güzel,
1671] 24/Nûr, 30-31
1672] el-Mavsılî, el-İhtiyarî Ta'lili'l-Muhtar, IV, 156
1673] Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ans. c. 2, s. 197-198
FUHUŞ / ZİNÂ
- 391 -
bu dış örtüleri ile doğal olmaktadırlar. İnsan da böyledir. O da örtünmeye yarayan araçlar (elbiseler) giyerek kendisini değerli kılar yaratılışına uygun davranmış olur.
Kur’an, örtünmesi gereken yerlere çirkin yerler deyip, bunları örtecek elbisenin Allah (c.c.) tarafından verildiğini açıklamaktadır: “Ey Âdemoğulları Biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size ‘süs kazandıracak bir giyim’ indirdik (var ettik). Takvâ ile kuşanıp donanmak ise daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp düşünürler.”1674 Rabbimiz, kendi yarattığı insanın bazı organlarına çirkin demekle onların saklanması, gizlenmesi gerektiğini haber veriyor. Bu, insanı aşağılamak değildir. İnsanın böyle oluşu normal bir durumdur. Çevremizde, insanların çirkin veya güzel dediği binlerce bitki ve hayvan bulunmaktadır. Çirkin diye nitelenenler asıl itibarıyla çirkin değildir. İnsan duygusu onları öyle gördüğü için çirkin denilmektedir.
Başkalarının görmekle rahatsız olacağı, insan cinsini belli eden, bir kusur değil ama insana ait bir sır olan ‘avret’ yerlerinin gösterilmesi hoş karşılanmamış, bunu örtecek elbise var edilmiş, sonra da böyle bir giyimin insan için yüceltici, değer kazandırıcı bir süs olduğu vurgulanmıştır. Bütün bunların olabilmesi için de insanın teslim olduğu Rabbinden hakkıyla çekinmesi anlamında ‘takvâ elbisesi’ni kuşanması gerekir. İlk insanlar; Hz. Âdem ile O’nun eşi, cennette giyinmiş olarak yaşıyorlardı. Ancak şeytan onları aldattı ve onların yasak ağacın meyvesinden yemelerini sağladı. Böylece onlar cennetten çıkmak zorunda kaldılar ve ‘ayıp yerleri’ kendilerine göründü. “Ey Âdemoğulları, şeytan, anne ve babanızın ayıp/çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de fitneye/belâya uğratmasın...” 1675
Tesettür İbâdeti: Mü’min erkek ve mü’min kadın, Kur’an’ın örtünme (tesettür) emrinden sorumludurlar. Tesettür emri Kur’an’da çok açıktır ve başka bir yoruma ihtiyaç yoktur. Şüphesiz Kur’an, Allah’ın sözü ve hükmüdür ve Rabbimiz insanlara ne vahyettiğini bilmektedir.
İnsanların tesettür (örtünme) ile ilgili yorumları, ileri-geri söz söylemeleri tamamen kendi nefislerinin dürtüleri, imanlarının yokluğu veya zayıflığının bir sonucudur. Allah’a hakkıyla teslim olmuş, O’nun azâbından korkan ve O’nun va’dine güvenen bir takvâ sahibi mü’min, nasıl olur da Rabbinin emrini tartışır? Nasıl olur da kendi arzusuna göre Allah’ın âyetlerini sağa sola büker? Kendini Kitab’a uyduracağı halde Kitabı kendine uydurmaya kalkar. Bir insan, nasıl olur da Allah’ın hükmünü kendi aklına, kendi pozisyonuna, kendi zevkine, kendi hükmüne, kendi sistemine, kendi prensibine uydurmaya çalışır? Böyle bir tavır mü’min kimselerin tavrı olamaz!
Kur’an şöyle buyuruyor: “Müm’in erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Böyle (yapmak) kendileri için daha temizdir.”1676 Kadınların örtünmesi ile ilgili olarak da şöyle buyruluyor: “Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve mü’min kadınlara dış elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; bu, onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olanıdır. Allah
1674] 7/A’râf, 26
1675] 7/A’râf 27
1676] 24/Nûr, 30
- 392 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ğafûr’dur, Rahîm’dir.”1677 Bu ifâdeyi tamamlayan bir başka âyette de şöyle buyruluyor: “Mü’min kadınlara da söyle; gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Ziynet yerlerini açmasınlar. Bunlardan kendiliğinden görünen kısımlar hâriç. Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar (örtsünler)...”1678 Âyetin devamında ziynet yerlerini kimlere gösterebileceği sayılıyor.
Peygamberimiz (s.a.s.) bu âyetleri hem açıklayıp tefsir etti, hem de bizzat uygulayıp uygulatarak maksadın ne olduğunu gösterdi. Bu konudaki haberler hem sağlamdır, hem de açıktır. Bu güne kadar gelen iyi niyetli bütün âlimler de meseleyi Kur’an doğrultusunda böyle anladılar ve bu şekilde açıkladılar. Peygamberimiz’den bu yana hiçbir İslâm âlimi tesettür ve başörtüsünün dinin gereklerinden olduğunu reddetmediği gibi, bütün dünya müslümanları da tarihten günümüze buna uymaya çalışmışlardır.
Kadınların ve Erkeklerin Avreti: Buna göre erkeğin avret yeri diz kapağı ile göbek arasıdır. Bazı âlimlere göre uyluklar avret yeri sayılmaz. Peygamberimiz diyor ki: “Erkeğin avret yeri göbeği ile diz kapağı arasıdır.”1679 Müslüman erkek, bir zarûret olmadıkça avret yerlerini hanımından başka hiç kimseye gösteremez, bu helâl değildir.
Kadının avret yeri ise ittifakla el, yüz ve ayaklar dışında bütün bedenidir. Kimileri ayakları da avret sayarlar. Kimileri de “gözün dışında yüzün de kapanması gerekir” derler. Ancak peygamberimizden gelen haberler net ölçüyü ortaya koyuyor: “Peygamberimiz yanına ince/şeffaf bir elbiseyle gelen Esmâ binti Ebû Bekir’e; “Ey Esmâ! Kadın bülûğa erecek yaşa girdiği zaman ondan sadece şunun ve şunun dışında hiçbir yerinin görünmesi câiz değildir” dedi ve yüzü ile ellerine işâret etti.”1680
Tesettür Kimlere Karşı Gerekir? Müslüman bir kadın kocasına bütün bedenini gösterebilir. Evlenmesi yasak olan yakın akrabâlarına saçını, boynunu, diz kapağına kadar ayaklarını, kolunu gösterebilir. Bütün yabancı erkeklere karşı eli, yüzü ve ayağı dışındaki bütün vücudunu örtmesi farzdır, Allah’ın emridir. Tıpkı Dinin diğer farzları gibi.
Müslüman kadın ziynet yerleri denilen kol, saç, boyun, dize kadar ayaklarını mahrem olanlara (evlenmesi yasak olanlara) gösterebilir. Bu kimseleri âyet şöyle sıralıyor: Babası, kocası, kocasının babası, oğlu, kocasının oğlu, erkek kardeşi, erkek kardeşinin oğlu, kız kardeşinin oğlu, müslüman kadın, câriyesi ve kölesi, erkeklik duygusu kalmayan kimse, küçük erkek çocuk.1681 Bunlara dede, amca, dayı, süt kardeşler de eklenir. Âyetin devamında “ziynetleri bilinsin diye ayaklarını birbirine vurmasınlar” uyarısı geçmektedir. Bu, kadınların süslenmek için taktıktıkları takıların başkalarına gösterilmesinin, sergilenmesinin de helâl olmadığını gösterir.
İslâm, Allah’ın insanlar için seçtiği bir yaşama biçimi ve saâdet yolu, kurtuluş aracıdır. İslâm’ın bütün ilkeleri, emir ve yasakları kendine aittir. Her bir emrin ve
1677] 33/Ahzâb, 59
1678] 24/Nûr, 31
1679] Ahmed bin Hanbel, II/187
1680] Ebû Dâvud, Libâs, hadis no: 4104, 4/62
1681] 24/Nûr, 31
FUHUŞ / ZİNÂ
- 393 -
yasağın bir hikmeti, bir sebebi; yasakların insana ve topluma zararı, emirlerin ise kişiye ve topluma faydası vardır. Ama müslüman, bu hikmetlerinden önce, sadece Allah rızâsını kazanmak için, O’nun emri ve yasağı olduğu için o hükümlere uyar. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve mü’min bir kadına o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”1682
İman eden kişiler Rablerinin emrine teslim olurlar ve ellerinden geldiği kadar emirlere uymaya yasaklardan kaçmaya çalışırlar. Ama asla Allah’ın emirlerini ve yasaklarını münâkaşa konusu yapmazlar. Onlar bu tehlikeli yola girmekten şidetle korkarlar. İslâm sağlam bir kişilik, sağlam bir toplum ve sağlıklı nesiller yetiştirme amacındadır. O, müfsit insanların bozduğu toplumu, kişilikleri ve nesilleri ıslah edip düzetmek istiyor. Bunun tedbirini almalarını müslümanlara emrediyor.
Birçok kötülüğün aşırı isteklerden, dizginlenmeyen şehvetlerden kaynaklandığı bilinen bir gerçektir. Şehvetlerin alabildiğine serbest olduğu yerlerde huzur kalmaz, âile bağları gevşer, nesiller bozulur, kadının ve erkeğin şerefi zarar görür. İnsanın fıtratı, temiz âile ve temiz nesilden yanadır. Eşlerin birbirlerine bağlılığı, insanların birbirine saygısı, kişinin değerinin yüce olması faziletli davranışlardan geçer. İslâm bunun için işe hâin bakışların önüne geçerek başlıyor. Sonra hem kadını, hem erkeği, hem nesli, hem de fazileti korumak için erkeğe ve kadına tesettürü emrediyor.
Tesettür ibâdeti mü’minler için bir güzelik ve erdemdir. Örtünme, aynı zamanda bir ibâdet hürriyeti ve insan hakkıdır. Faydaları ise sayılamayacak kadar çoktur. Buna rağmen bazı ülkelerde tesettür, başörtüsü münâkaşalarının yasaklarının olması çok hazin, üzüntü verici bir şeydir. Tesettür, İslâm’ın emridir, bir ülkenin veya bir halkın geleneği değildir.
Şu noktayı da eklemekte fayda vardır: Nur suresi 31. âyette ‘humur-hımâr’ kelimesi geçmektedir ki, bu, başörtüsü anlamındadır. Yani başı, saçları da kapatacak bir biçimde örten örtü demektir. Âyette kastedilen, müslüman kadınların başörtü örtmeleridir. Bunun uygulaması da böyledir, bütün âlimlerin âyetten anladıkları da bu şekildedir. Tesettür emri geldiğinde ensâr kadınlarının uygulamalarıyla ilgili olarak şu olayı nakledelim:
Safiyye binti Şeybe diyor ki, bir seferinde Hz. Âişe’nin yanında bulunuyorduk. Biz Kureyş kadınlarının faziletlerini anınca dedi ki: “Şüphesiz Kureyş kadınları faziletlidir. Ancak Allah’ın emrini yerine getirme konusunda Ensar kadınlarından daha gayretlisini görmedim. ‘Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar’ emri gelince, onların erkekleri onlara yöneldiler ve Allah’ın ne indirdiğini okudular. Onlar hanımına, kızına, kız kardeşine veya bütün yakın akrabalarına gelen âyeti okuyunca, onlardan her biri, Allah’ın Kitabını tasdik (doğrulamak) için ve iman ettiklerinden, eteklerinin kumaşlarından başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah Peygamberin arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Onların başları üstünde sanki kargalar vardı.”1683
Bütün bu açık hüküm ve ölçülerden sonra, mü’min kadınların ve mü’min
1682] 33/Ahzâb, 36
1683] Buhârî, Nûr Sûresi Tefsiri, 6/136
- 394 -
KUR’AN KAVRAMLARI
erkeklerin Allah’ın emrine bir itirazları olamaz. İnandığını iddiâ ettiği halde tesettüre ve başörtüsüne tavır alanların, kendi durumlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekir.1684
İzzetine, iffetine, şeref ve nâmusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle İmam-Hatip’te, Üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya-âhiret tercihi ve cihadı da başörtüsü bayrağında düğümleniyor. İslâmî örtünme iman alâmetidir. Ruhumuz gibi vücudumuz üzerinde de Allah’ın hâkimiyetini kabul edişin belgesi olan bir ibâdettir. Örtünme, çağımızın zulüm egemenliğine karşı kadınımızın cihadı, örtü de özgürlük bayrağıdır.
Dinimizin örtünme emrini uygulamış olmaları için müslüman kadın ve kızların şu şekilde giyinmeleri gerekir: Eller ve yüzün dışındaki vücudun bütün organlarını örten, vücudun doğal rengini ve çizgilerini (vücut hatlarını) göstermeyecek şekilde kalın ve bol olan, gayri müslim kadınların kendilerine has olan (râhibe kıyafeti gibi) giysilerini andırmayan, toplum örfüne göre erkek elbisesine benzemeyen, dikkatleri çekecek şekilde de süslü olmayan bir giysi. Bu dış giysi, çarşaf, bol ve uzun pardösü ve benzeri olabilir. Mutlaka çarşaf veya şu şekilde bir pardösü denilemez; İslâm tek tip bir kıyâfet emretmemiş, sadece genel ölçüyü kurallaştırmıştır. Ev dışında kadının “cilbâb”ını üstüne alması1685 gerekmektedir. Cilbâb da dış giysi demektir. Bu, dünkü Osmanlı toplumunun örfünde çarşaf olduğu gibi, bugün ve yarın herhangi bir coğrafyada çok farklı bir dış giysi olabilir. Önemli olan, kadının ev dışında, ev elbisesinin üzerine giyeceği bir dış giysi ile örtünmesidir; yeter ki istenen tesettür şartlarına uygun olsun.
Günümüzde cilbâb yani pardösü benzeri dış elbise önemsenmez hale geldiği gibi, “başörtüsü zulmü” farklı bir tepkiyi aşırılaştırdı; tesettür denince sadece başörtüsü akla gelmeye başladı. Bazı genç bayanlar da sadece başörtüsüyle yetinmeye başladı. Giderek artan bir ucûbe olarak boneli, başörtülü, fakat makyajlı; başörtülü, ama eteği dizlerine kadar yırtmaçlı; başörtülü fakat üstünde sadece tişört etekli kıyafetler boy göstermeye başladı. İslâm kadınının sadece tesettürü yeterli görmesi mümkün değilken yani aynı zamanda takvâ elbisesi olan iffet, hayâ, saygın kişilik, tavır-yürüyüş-konuşma-gülme-aşırı serbest hareket vb. davranışlarda fitne unsuru olabilecek tüm hususlardan sakınmak mecbûriyetinde olduğu halde, sadece giysi olarak tesettür konusu bile uygulamada büyük çapta dejenereye uğramaya başladı. Kala kala sadece bir başörtüsü kaldı, o da zora gelinince, sözgelimi üniversite uğruna, öğretmenlik vb. amaçlar için çıkarılabilecek, pazarlık ve tâviz konusu olabilecek, türbanla, şapkayla, perukla... değiştirilebilecek bir ucuzluğa düştü. “Artık televizyonlarda ve halka açık salonlarda tesettür defileleri yapılıyor” deyin, gerisini onlar anlar diyecek Bekri Mustafa’lara kaldı iş. Biraz alaylı, biraz da gerçeğin düşmanları tarafından müslümanların yüzüne tokat gibi vurulması kabilinden, boyalı basın buna “çeyrek tesettür” adını takıyor. “Tesettür ya vardır ya yoktur; bunun yarımı, çeyreği, ekmek arası olur mu?” demeyin, uygulamaya bakarsanız oluyormuş...
1684] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 700-704
1685] 33/Ahzâb, 59
FUHUŞ / ZİNÂ
- 395 -
Başörtüsü, bir aksesuar gibi değerlendiriliyor bazı kızlarımızın gözünde. Kadınsı çekiciliğini yabancılar karşısında en aza indirmesi gereken tesettür, bir moda gibi düşünülüyor. “Tesettür(!) defilesi” denilen ucûbeler, bir taraftan bu talebe/isteğe cevap verirken, daha çok da bu arzı körüklüyor. Dışarıya çıkarken erkek bakışlarını üzerine çekmemeye gayret etmesi gereken müslüman bayan, -kocasının karşısında belki bu kadar süslenip kıyâfetine özen göstermezken- en az yarım saat ayna karşısında kendine çeki düzen vermeye çabalıyor, başörtüsünün rengine uygun olmayan pardösü ve ayakkabıyı giysiden saymıyor... Akşam evde, Filistin’li kızların dramını, açlıktan ahlâkını satan kadınları gözünden yaşlar akıtarak seyrediyor.
Bütün bunlar, câhil bırakılmış ve okullar başta olmak üzere düzen ve onun tüm kurumlarıyla, gayr-ı İslâmî çevre şartlarıyla yozlaştırılıp bilinçsizleştirilen, çok kimliklileştirilen/kimliksizleştirilen, Batının ve bâtılın değersiz değerlerine özendirilmeye çalışılan toplum kurbanı şuursuz müslüman kızlarımıza kızmamıza ve suçu sadece onlara yüklememize sebep olmamalı. Zaten onlar da erkeklerin aynası, elmanın diğer yarısı. Müslüman erkeklerdeki dünyevîleşme, takvâyı hatta haram-helâl sınırlarını geri planlara atmayı dışarıdan hemen tespit etmek mümkün olmuyor; eğer kadındaki tesettür gibi dıştan hemen belli olan bir ölçüt olsaydı veya varsa, hemen bu diğer yarımda da benzer dejenerasyon aynı oranda sergilenecekti. Zaten bu bayanların da çoğu, bu çeşit şuursuz müslümanların eşleri, kızları, kardeşleri değil mi? Bunlara acımaktan da öte, kadın-erkek hepimize bu yozlaşmanın sebeplerini doğru teşhis edip çareler üretmek için gece gündüz çalışmamız, fedâkârlıklarda bulunmamız, güzel örnek olmamız, fesat ortamını salâh ortamına çevirmek ve insanları ıslah için hilâfet görevimizi yerine getirme gayretiyle ha bire koşturmamız gerekiyor.
Kadının dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer etmesi, erkekleri tahrik edecek veya onların dikkatlerini üzerine çekecek kıyafet, davranış ve tavırlarda bulunmaması gereklidir. Bazı müslüman kadın ve kızların gayri müslim bayanlardan toplum içinde sadece başörtüsüyle ayrıldığı, onun dışında davranış ve hatta giysi yönüyle pek farklı olmadıkları görülen bir vâkıadır. Şuh kahkahalar yabancı erkekle samimi tavırlar, aşırı serbest hareketler, müslüman bir hanıma yakışmayacak basitlikler içinde toplum içine çıktıkları giderek çokça görülen bir kimliksizlik ya da çok kimlilik problemidir. Bu davranışların hem kendilerini küçülttükleri, hem örtülü bayanlar hakkında yanlış ve kasıtlı yargıda bulunanlara koz verdikleri ve hem de dini yanlış tanıttıkları yönüyle fitneye sebep olan “çeyrek tesettürlü” bayanlar da yok değildir. Ama, bunu toplumdaki tüm müslüman bayanlara şâmil kılmak veya böyle davrananlar yüzünden diğerlerini de toplumdan uzaklaştırmak doğru olmasa gerektir.
Kadının Elbisesi: İslâm kadının, nâmahrem olanlara karşı örtünmesini emretmiştir. Kadın kıyafetinin şu üç ölçüye uygun olması şarttır:
1) Kadının elbisesi, vücudunu göstermeyecek kadar kalın olacaktır.
2) Göğüs, bel, kalçalar gibi şehvet çekici uzuvları teşhir edecek kadar sıkı ve dar olmayacaktır. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Cehennemliklerden iki sınıf vardır ki ben onları (dünyada) görmedim: Birincisi yanlarında bulunan öküz kuyruğu gibi kırbaçlarla halkı kırbaçlayan kimseler. İkincisi, giyinmiş çıplak, (kalçasını) oynatan, salınarak yürüyen, başları, salınan deve hörgücü gibi kadınlardır. Bunlar cennete giremezler,
- 396 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onun kokusunu da alamazlar; hâlbuki onun kokusu mesâfelerin ötesinden alınır.”1686 Bu hadiste geçen “giyinmiş çıplak” ifâdesi “bazı yerlerini örtüp bazı yerlerini açan veya ince/şeffaf veya dar elbise giyen kadınlardır” şeklinde açıklanmıştır. Bu ifâdeyi, “örtülü olmalarına rağmen davranışları ile karşı cinsin cinsî duygularını tahrik eden kadınlar” şeklinde anlamak da mümkündür.
3) Kadın erkeğe, erkek de kadına benzemeye özenmeyecektir. Her iki cinsin kendilerine âit özellikleri ve buna uygun kıyafetleri vardır. Karşı cinse özenti bir ruh bozukluğu ve ahlâkî sapıklıktır. Bu sebeple Peygamberimiz erkeğin kadın, kadının da erkek elbisesi giymesini menetmiş,1687 karşı cinse benzeme özentisini lânetlemiştir.1688
Süslenme: İ’tidâl dini olan İslâm, insanların yaratılıştan mevcut özellik ve güzelliklerini belirli hale getiren süsü, boyamayı, takınma ve giyinmeyi -bazı şartlarla- mubah kılmıştır. Ancak fıtratı yaratılışın verilmiş özellik ve şekilleri değiştirme mânâsında süs, makyaj ve değiştirmeleri yasaklamış, bunları şeytanî saymıştır; çünkü şeytan şöyle demişti: “Şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yaratışını değiştirecekler.”1689. Yaygın olan bazı süsleme ve değiştirme çeşitlerini sıralayalım:
1) Dövme yaptırmak ve dişlerin şeklini değiştirmek: Hz. Peygamber (s.a.s.) vücuduna dövme yaptıran ve yapana, (normal) dişleri yontarak şeklini değiştiren ve bunu yaptırana lânet etmiştir.1690 Tıbbî ve estetik bakımlardan normal olan dişleri, moda olan şekle uydurmak için söktürüp yaptırmak câiz değildir. Gerek iğne batırıp açılan deliklere boyalı maddeler dökerek yapılan dövme ve gerekse diş minelerini mahveden dişleri seyrekleştirme/yontma işinin sağlık yönünden de zararlı olduğu bilinmektedir.
2) Estetik ameliyat: Büyük paralar sarfıyla burun, çene, göğüsler gibi uzuvların şeklini değiştirmekten ibâret olan estetik ameliyatın da yukarıdaki âyet ve hadislerde belirtilen haram kapsamına girdiği anlaşılmaktadır. Ancak, insanı aşağılık kompleksine iten, toplum içinde mânen işkence çekmesine sebep olan bir anormallik veya fazlalık olursa bunun izâlesi tedâvi mâhiyetindedir. Peygamberimiz (s.a.s.) güzellik için dişlerini seyrekleştirenleri lânetlemiştir.1691 Burada geçen “güzellik için” kaydı, bir ihtiyaç sebebiyle yapılan ameliyeleri istisnâ etmektedir.
3) Kaş aldırmak: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in lânetine kaş aldıran ve alanlar da dâhildir.1692 Kaş aldırmak, kaşın kıllarını yolarak iyice inceltmek ve kaşı yukarıya almak sûretiyle yapılmaktadır. Bu, hilkati değiştirme mâhiyetindedir. Ancak, kadının yüzünde biten kılları aldırmasını bir kısım İslâm ulemâsı câiz görür.
4) Peruk takmak: Rasûlullah’ın menettiği ve lânetlediği şeylerden biri de saçı dökülen veya dökülmeyen kimselerin başlarına başkalarının saçlarını koymaları veya bunları eklemeleridir. Saç takma ve eklemede hem tabii şekli değiştirmek,
1686] Müslim, Libâs 125
1687] Ebû Dâvud, Libâs 28; Ahmed bin Hanbel, II/325
1688] Buhârî, Libâs 61; Ebû Dâvud, Libâs 27; Tirmizî, Edeb 34
1689] 4/Nisâ, 119
1690] Müslim, Libâs 119; Buhârî, Libâs 82-87
1691] Buhârî, Libâs 82, 84; Müslim, Libâs 120
1692] Ebû Dâvud, Teraccül 5; Buhârî, Libâs 82, 84; Müslim, Libâs 120
FUHUŞ / ZİNÂ
- 397 -
hem de karşısındakini yanıltmak, ona genç görünmek vardır ki, İslâm bunları hoş görmemiştir. 1693
Kadın-Erkek İlişkileri ve Âile Hayâtıyla İlgili Haramlar
A- Kadın-Erkek İlişkilerinde Haramlar
Cinsî Duygu: İnsanların üremesi, nesillerinin devamı, birleşmeye, birleşme karşı cinse ilgi duymaya bağlı olduğundan Allah, onu şehvet denilen duygu ve cinsî uzuvlar ile teçhiz etmiştir. Buna göre, cinsî tatmin bir gâye değil, vâsıtadır; hedefi üremedir. Cinsî duygu ve meyil karşısında insanlar üç gruba ayrılır:
1. Hiçbir sınır tanımadan şehvete teslim olan ve tatmin arayanlar; Freudçular, haz ahlâkı sâlikleri kâfirler gibi.
2. Şehvet duygusunu ve meylini öldürmek isteyenler; bazı hıristiyan mezhepleri ve maniheistler gibi.
3. Bu kabiliyet ve duyguyu yaratılış gâyesine uygun bir şekilde kullananlar, hak din mensupları gibi. Hak din İslâm, şehvet duygusunun irâdî tatminini evlilik bağı içinde câiz görmüş, bunu teşvik etmiş, hem zinâyı ve ona götüren yolları, hem de bu duyguyu öldürme teşebbüslerini haram kılmıştır.
a- Zinâ: “Sakın zinâya yaklaşmayın; doğrusu bu çirkindir, kötü bir yoldur.”1694 âyeti zinâyı haram kılan delillerden biridir. İslâm’da evlilik dışı cinsî ilişki haramdır; çünkü bu, nesebin/soyun karışmasına, nesillerin mahvolmasına, âilelerin dağılmasına, hısımlık bağlarının kopmasına, bulaşıcı hastalıkların yayılmasına, kadının eşya gibi pazarlanmasına, şehvet duygusunun azarak ahlâkı dejenere etmesine sebep olmaktadır. Bu kadar zararlı ve çirkin bir fiili yalnızca cezâ müeyyidesiyle ortadan kaldırmak mümkün değildir. Tahrik ederek zinâya götüren davranışları menetmek, yolları kapamak gerekir. İslâm sadece zinâyı yasaklamakla yetinmez; zinâya yaklaşmayı,1695 ona götüren yolları da yasaklar. İşte bu sebepledir ki İslâm aşağıdaki maddelerde zikredilen tedbirleri almıştır.
b- Yabancı Kadınla Yalnız Kalmak: “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa yanında mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmasın; çünkü -bu takdirde- üçüncüleri şeytandır.”1696 “Yanında mahremi olnayan kadınla kimse başbaşa kalmasın!”1697 Bu hadisler, bir kimsenin eşi ve nikâh düşmeyen yakın akrabâ ve hısımları dışında kalan kadınlarla yalnız kalmasını haram kılmaktadır. Böyle bir durum hem karşı cins için tahrik edicidir, hem de dedikoduya sebep olabilmektedir.
İnsanların -nikâh düşecek, evlenmeleri câiz olacak- uzak akrabalarıyla beraber olmayı önemsemedikleri için Hz. Peygamber (s.a.s.) buna da dikkati çekmiştir: “Kadınların yanına habersiz/izinsiz girmekten sakının!” buyurunca, onlardan birisi; ‘kocanın akrabası hakkında (kayınbirâder gibi) ne dersiniz?’ diye sormuş ve şu
1693] Hayreddin Karaman, Günlük Hayâtımızda Helâller Haramlar
1694] 17/İsrâ, 32
1695] 17/İsrâ, 32
1696] Ahmed bin Hanbel, I/222, III/339
1697] Buhârî, Nikâh 111-112; Müslim, Hacc 424
- 398 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cevabı almıştır: “İşte bunlar (mânevî) ölümdür.”1698 Bu hadise göre bir müslüman kadın, kocasının kardeşi, kocasının yeğenleri, kendisinin veya kocasının amcaoğulları ve dayıoğulları gibi hısımlarının yanına açık çıkmayacak, onlarla yalnız kalmayacaktır; çünkü bunlar ona (yengeye) yabancıdır, nâmahremdir.
c- Karşı Cinse Şehvetle Bakmak: Bir müslümanın şehvetle bakabileceği kadın yalnızca eşidir. Bunun dışında hiçbir kimseye şehvetle bakmak câiz değildir. Şehvetle bakmanın objektif ölçüsü “devamlı bakmak”tır. Bir müslüman, yolda gözü kapalı veya devamlı başı önünde yürüyecek değildir. Karşısına gelen kadın ve erkeği de istemeyerek de olsa görecektir; ancak gördüğü kimseye tekrar bakınca veya bakışını devam ettirince yasak sınıra adımını atmış olur. Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali’ye şöyle demiştir: “Ali! Arka arkaya bakma; birinci bakış hakkındır, ama ikinci bakışa hakkın yoktur.”1699 “Gözler de zinâ eder; onların zinâsı bakıştır.”1700 Şehvetsiz olarak bakmaya ve bakılabilecek yerlere gelince; bu konu Kur’an’da izah edilmiştir: “Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar. Bu, onların arınmasını daha iyi sağlar. Allah yaptıklarından şüphesiz haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar; ziynetlerini/süslerini, kendiliğinden görüneni müstesnâ, açmasınlar! Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar; ziynetlerini/süslerini, kocaları veya babaları veya kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları veya kadınları veya câriyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler! Saâdete ermeni için hepiniz tevbe ederek Allah’ın hükmüne dönün.”1701
Bu âyet kadına, avret yerlerini istisnâ edilen yakınları dışındaki kimselerden başkasına göstermemesini, erkeğe de yabancı kadınların avret yerlerine bakmamasını emrediyor. Rasûl-i Ekrem de bir hadisinde: “Erkek erkeğin avretine, kadın da kadının avretine bakmasın. Vücudunun bir kısmı çıplak iken erkek erkeğe, kadın kadına temas etmesin (çıplak vücutları birbirlerine değmesin).” 1702 Burada karşımıza ziynet ve avret diye iki mefhum çıkıyor.
Ziynet: Yukarıda mealini verdiğimiz Nur sûresi 31. âyeti, kadınlara -istisnâ edilen şahıslar dışında- kimseye ziynetlerini göstermemelerini emrediyordu. Ziynet, kadını güzel gösteren yüz, saç, makyaj, takı ve mücevherât, elbise gibi şeyleri içine almaktadır. Âyette bunlardan hangisi kastedilmiştir? “Kendiliğinden açılan, açılması, gösterilmesi doğal olan” ziynet nedir? Cumhûra göre elbise, kapanması gereken ziynete dâhil değildir. Buradaki ziynetten maksad; el, boyun, baş, kol, ayak gibi ziynet takılan yerlerdir. Peki, bunlardan hangisi “kendiliğinden açılan”a dâhildir? Eski müfessir ve fakîhler arasında “dış elbiseden başka her taraf örtülmelidir”, “eller ve yüz hâriç”, “eller, bilek ve yüz hâriç her taraf” diyenler olmuştur. Eller ve yüzün istisnâ edilmesi görüşü ağır basmaktadır.
Örtü ve Elbise: Zikredilen âyet ve hadisler kadın ve erkeğin avret yerlerini örtmelerini emrediyor ve açmalarını haram kılıyor; fakat örtmek için yeni bir
1698] Buhârî, Nikâh 111; Müslim, Selâm 20
1699] Tirmizî, Edeb 28; Müslim, Edeb 45; Ebû Dâvud, Nikâh 43
1700] Buhârî, İsti'zân 12; Müslim, Kader 20
1701] 24/Nûr, 30-31
1702] Müslim, Hayz 7, 74; Tirmizî, Edeb 38; Ahmed bin Hanbel, III/63
FUHUŞ / ZİNÂ
- 399 -
elbise modeli getirmiyor; “hımâr: Başörtüsü”, “cilbâb: Dış giysi” gibi eskiden beri giydikleri elbise ile Şârî tarafından istenildiği gibi örtünmeleri emrediliyor. Bazı kimseler Kur’an’daki: “Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını (cilbâblarını bürünmelerini) söyle; bu onların tanınmalarını ve bundan dolayı incitilmemelerini sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder.”1703 âyetinde geçen “cilbâb” kelimesine “çarşaf” mânâsı vererek kadının ancak çarşafla dışarı çıkabileceğini, başka elbise ile örtünmenin câiz olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu iddiânın isâbetsiz olduğunu ve İslâm’ın istediği örtünmenin eşarp, pardesü, geniş ve kalın giysiler ile de, daha başka ülkelerdeki meşrû farklı giysilerle de olabileceğini gösteren deliller vardır:
1- Nûr sûresindeki âyette 1704 başörtüsünden (hımâr) söz edilmektedir. Hımâr, başı ve yakayı örten başörtüsüdür, çarşaf değildir. Aynı âyette geçen “cüyûb” ise gömlek ve entârinin yakasıdır. Şu halde kadınlar geniş entâri ve başörtüsü ile örtünebileceklerdir. Âyet, o zaman kadınların böyle giyindiklerine delâlet etmektedir.
2- “Cilbâb” kelimesine tefsir ve lügatlerin verdiği mânâ şunlardan ibârettir: Başörtüsü, tepeden tırnağa örten örtü, dış elbise, örtü, başörtüsü ile ridâ arası bir elbise. Bu kadar mânâ içinden yalnız çarşafı almak ve diğerlerini reddetmek için bir delil yoktur.
3- Hz. Âişe’den rivâyet edildiğine göre cilbâb âyeti gelince, ensâr kadınları etekliklerini ortadan yırtarak başörtüsü yapmış ve kargaları andıran siyah başlıkları ile Rasûlullah’ın arkasında namaz kılmışlardır. Bu rivâyet, cilbâba çarşaf değil; başörtüsü mânâsı verildiğini göstermektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki, önemli olan usûlünce örtünmedir; elbisenin adı ve modeli muayyen değildir. Her kadın ve erkek, şart ve imkânlarına göre elbisesini seçer ve örtmesi gereken yerlerini örter. Avret yerlerini gösterecek kadar ince veya şehvet çeken yerlerini belirtecek kadar dar elbise giymekten sakınır. İnce, şeffaf elbiselerin giyilmemesi hakkında hadisler vardır.
d- Dokunmak: Mahrem (nikâhı haram) olan yakın akrabânın avret olmayan yerlerine bakmak câiz olduğu gibi, şehvetsiz dokunmak da câizdir. Yaşlı, şehvettten kesilmiş yabancı kadın ve erkeklerin mahrem olmayan yerlerine dokunmak, meselâ ellerini öpmek de câizdir. Çocuklar da bu hükümde yaşlılar gibidir. Genç ve birbirine yabancı erkek ve kadınların -her ne kadar birbirinin avret olmayan (el-yüz gibi) yerlerine bakmaları câiz ise de- şehvetten emin olmaları halinde bile aynı yerlere dokunmalarını fukahâ ekseriyeti câiz görmemiş, bunun daha ziyâde tahrik edici olduğunu göz önüne almışlardır. Bazı âlimler ise burada da şehveti esas almış, şehvetin söz konusu olmadığı durumlarda, meselâ el sıkışmanın câiz olduğunu söylemişlerdir.
e- Kadın-erkek beraber bulunması: İslâm, kadın-erkek ilişkilerini sınırlamış olmakla beraber kadını dört duvar arasında hapsetmemiştir. İslâm’ın ilk devrinden beri müslüman kadınların savaşa katıldıklarını biliyoruz. Ayrıca Rasûlullah (s.a.s.), eşi Sevde’ye: “Allah, ihtiyaçlarınız için evden çıkmanıza izin vermiştir.”1705 ve
1703] 33/Ahzâb, 59
1704] 24/31
1705] Buhârî, Nikâh 115
- 400 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ümmetine hitâben: “Allah’ın hizmetçilerini (kadınları), Allah’ın mescidlerine gitmekten men etmeyin.”1706 buyurarak kadınların ilim, alış-veriş, düğün, ibâdet gibi meşrû sebeplerle dışarı çıkabileceklerini ifâde buyurmuştur.
Kadın ve erkeklerin küçük yaştan itibaren beraber bulunmaları ve serbest ilişki içinde yetişmelerinin saldırganlığı azaltacağı, birtakım komplekslerin doğmasını önleyeceği nazariyesi İslâmî toplumlar için geçerli değildir. Diğer toplumlar arasında da gerçeğin hayâle uymadığı âşikârdır. Bu sebeple İslâm, kız-erkek beraberliğini serbest bırakmamış, kayıt ve şartlara tâbi kılmıştır. Bir müslümanın evine, akrabâsı dışında kalan dost ve arkadaşlarının da gelmesi doğaldır. Bu durumda kadın ve erkeklerin beraber oturması ve evin kız ve kadınının misafirlere hizmet etmesi söz konusu olabilir. Ashâb-ı kirâmdan Ebû Üseyd evlenirken düğün gecesi, Hz. Peygamber ve dostlarını dâvet etmiş, fakat onlar için yemek hazırlamamış, bir şey de ikrâm edememiştir, ancak eşi (gelin) geceden, bir taş kabın içinde hurma ıslatmış, Hz. Peygamber yemeğini bitirince bunu ezip sulandırmış (şerbet yapmış) ve misafirlere ikram etmiştir.1707
İbn Hacer, Aynî gibi Buhârî şârihlerinin işaret ettiği üzere bu hadis-i şerif ve benzerlerinden şu netice çıkarılmıştır: Kadın, kocasının arkadaşlarına hizmet edebilir, ancak bu durumda tesettüre (örtünmeye) riâyet etmesi, tarafların kötü duygulara kapılmaktan emin olmaları, tahrik edici davranışlardan kaçınmaları şarttır. Evin dar olması, ancak bir odanın ısıtılmış bulunması, bir büyüğün sohbetinden kadınların da faydalanmalarını sağlamak gibi durumlarda -şartlara riâyet edilerek- kadınlar, erkeklerle beraber oturabilirler. Bu durumların dışında ayrı oturmak evlâdır. Müslüman kadın ve kızlarımızın çoğunun, gerektiğinde nâmahrem erkeklerle beraber oturduğunda kıyâfet ve davranışına gerekli titizliği göster(e)mediklerini gözden uzak tutmamalıyız. Özellikle böyle durumlarda kadın dişiliğiyle değil, kişiliğiyle bulunmalı, kadınsı tavır, gülüş, şaka, cana yakınlık vb. fitneye yol açabilecek tavırlardan uzak olmalıdır. Yine kıyâfetine, ev dışında gösterdiği (veya göstermesi gereken) itinâyı göstermelidir. Günümüzde yüz kızartıcı filmlerin gösterildiği tevizyon karşısında birbirine yabancı (nâmahrem) kadın ve erkeklerin, genç kız ve delikanlıların beraber oturmaları, çirkin sahneleri birlikte seyretmeleri hiç şüphesiz İslâm ahlâk ve ahkâmına tümüyle aykırıdır.
f- Cinsî Sapıklık; Homoseksüellik veya Sevicilik: Erkek veya kadının, kendi cinsinden birisi ile cinî ilişki kurması (homoseksüellik, sevicilik) bir sapıktır yaratılış gâyesine, fıtrî ve doğal temâyüllere aykırıdır. Ahlâkî çöküntünün ve çürümüşlüğün bir tezâhürü olan bu çirkin fiilin çok eskilere dayandığını, Lut (a.s.) gibi bazı peygamberlerin bununla mücâdele ettiklerini, bazı kavimlerin bu yüzden helâk olduğunu Kur’ân-ı Kerim’den öğreniyoruz.1708 İslâm ulemâsı bu fiilin haram olduğunda birleşmiş, ancak dünyevî cezâsının zinâdan ağır olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir.
g- El ile Tatmin: Eli ile oynayarak boşalma âdeti özellikle yeni yetişen gençler arasında yaygındır. İmam Mâlik: “Onlar eşleri ve câriyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten korurlar; doğrusu bunlar yerilmezler. Bu sınırları aşmak isteyenler; doğrusu bunlar aşırı gidenlerdir.”1709 âyetine dayanarak “bu davranışın sınırı aşmaya dâhil
1706] Müslim, Salât 136; Buhârî, Cum'a 13
1707] Buhârî, Nikâh 77; Müslim, Eşribe 86
1708] 11/Hûd, 165-166; 26/Şuarâ, 77-81
1709] 23/Mü'minûn, 6
FUHUŞ / ZİNÂ
- 401 -
ve haram olduğunu” ileri sürmüştür. Ahmed bin Hanbel ve İbn Hazm’a göre “menî, vücudun dışarı atmaya muhtaç olduğu bir şeydir; onu eliyle atan, kan aldıran gibidir ve câizdir.” Ancak Hanbelî fukahâsı bunu “zinâya düşme tehlikesi ve evlenme imkânından mahrum bulunma” şartlarına bağlamışlardır. Bu davranış, İmam Şâfiî’nin son ictihadına göre haramdır. Hanefîlere göre tahrîmen mekruhtur; ancak “yapmadığı takdirde zinâya düşeceğinden korkan bir gencin affedileceği umulur” denilmiştir. Alışkanlık yaptığı ve sıhhati bozduğu takdirde yasak fiiller arasına gireceği şüphesizdir.
h- Hayvan ile Cinsî Münâsebet: Cinsî sapıklık çeşitlerinden birisi de hayvan ile cinsî ilişki kurmaktır. Bu çirkin fiil, hem kadın ve hem de erkek için haramdır. Cumhûra göre zinâ sayılmadığı için yapana had gerekmez, ama tâzir cezâsı verilir.
4- Fuhuş kadınları/Fâhişeler: “Zinâ eden erkek, zinâ eden veya şirk koşan kadından başkasıyla evlenmez. Zinâ eden kadın da zinâ eden veya ortak koşan erkekten başkasıyla evlenmez. Böyleleriyle evlenmek mü’minlere haram kılınmıştır.”1710 Bu âyette, zinâ eden erkeğin, ancak zinâ eden veya şirk koşan kadınla evleneceği; zinâ eden kadının da ancak zinâ eden veya şirk koşan bir erkekle evleneceği; böyle kimselerle evlenmenin, mü’minlere haram kılındığı bildirilmektedir.1711 Bir müslüman erkeğin fâhişe kadınla evlenmesi kesinlikle câiz değildir. Zinâ yapan ve bunu gizlemeyen erkek de böyledir.1712 Ancak, tevbe eden, nefsini ıslah eyleyenler müstesnâdır. Başından zinâ geçtiği bilinen, fakat buna devam etmeyen mü’min kadın ve erkek ile evlenmek mekruh olmakla beraber, nikâh akdi sahih (evlilik geçerli) olur. Ulemânın çoğu bu görüştedir.
Âile Hayâtı ile İlgili Haramlar
Eşler Arasında İlişkide Haramlar:
a- Hayız ve lohusalık hallerinde birleşme: Bazı dinler, eşler arası cinsî münâsebet konusunda ifrâta düşmüş, hayız halinde bile yaklaşmayı mubah kılmış, bazıları ise bu durumda yatak ve odaları ayırmaya kadar gitmişlerdir. İslâm, hayız ve lohusalık hallerinde yalnızca birleşmeyi haram kılmış, bunun dışında bir yasak koymamıştır.1713 Bu durumlarda birleşmenin tıbbî ve psikolojik sakıncaları bilim adamlarınca da tespit edilmiştir.
b- Kadınlara anüslerinden yaklaşma: Dinî irşâdın önem verdiği husus, insanlara birleşmenin şekil ve tekniği üzerine bilgi vermek değil; fıtrat ve hedefe aykırı davranışları düzeltmektir. Bu cümleden olarak, şekil ile ilgili bir soru üzerine şu âyet nâzil olmuştur: “Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin.”1714 Bundan bir âyet önce “Allah’ın size buyurduğu yoldan yaklaşın” buyurulmuş, Peygamberimiz de “kadınlara anüslerinden (arkalarından) yaklaşmayın”1715 demiştir. Bu nasslara göre şekil/teknik konusunda bir sınırlama yoktur; ancak birleşme yolu tektir, bu da üremeyi mümkün kılacak yoldur.
1710] 24/Nûr, 3
1711] Ayrıca bk. 4/Nisâ, 25-26; 5/Mâide, 5
1712] 24/Nûr, 3
1713] 2/Bakara, 222
1714] 2/Bakara, 223
1715] Tirmizî, Tahâret 102, Radâ 12; Ahmed bin Hanbel, I/86; 6/305
- 402 -
KUR’AN KAVRAMLARI
c- Yatak odasında geçenleri başkalarına anlatma: Karı-koca arasındaki cinsî ilişkinin aralarında bir sır olarak kalması ve yatak odasında geçenlerin dışarıda anlatılmaması istenmiş, bu sırrı ifşâ edenlere “insanların kötüsü” ve “şeytan” denilmiştir.1716
d- Çocuk düşürmek ve kürtaj (çocuk aldırma): Evliliğin gâyelerinden birisi ve belki en başta geleni, neslin devamı, müslümanların çoğalmasıdır. Bu yüzden gebeliği önlemenin tamamen serbest/mubah olmadığı vurgulanmıştır. Bununla birlikte, meşrû bir sebebe bağlı olarak, çocuk istemeyen çiftin, karşılıklı rızâ ile doğum olmasın diye tedbir alması câizdir. Alınan tedbirlerin en eskisi ve Hz. Peygamber zamanında tatbik edileni azildir. Azil, birleşmenin sonuna doğru erkeğin çekilmesi ve erlik suyunu dışarı akıtmasıdır. Sahâbeden Câbir’in ifâdesiyle Kur’ân-ı Kerim nâzil olurken sahâbe azli tatbik ederlerdi; bunu yasaklayan bir âyet nâzil olmadı.1717 Rasûlullah’a azlin hükmü sorulduğu zaman bunu men etmedi; ancak, Allah’ın dilediği zaman çocuğu yaratacağını, buna engel olunacağının düşünülmemesini ifâde buyurdu.1718
Çocuğu aldırmak veya ilkel usullerle düşürmek azle benzemez. Azilde henüz vücuda gelmemiş bir varlığın oluşmasını engelleme söz konusudur. Burada ise, hem bir insan çekirdeğinin imhâsı, hem de ana hayâtının tehlikeye düşürülmesi bahis konusudur. Düşürme ile aldırma (kürtaj) arasındaki fark, ananın sağlığı yönünden önemlidir. Her ikisi de câiz olmamakla beraber düşürmede ananın hayâtı tehlikeye girdiği için sakıncası daha da büyük olmaktadır. Uzman ve müslüman bir doktorun, anayı kurtarmak için ceninin alınmasına karar vermesi halinde zarûret prensibi işler ve bu takdirde çocuğu almak câiz olur.
e- Karı-koca haklarına riâyetsizlik: “Kadınların -normal ölçüler içinde- vazifeleri kadar hakları da vardır.”1719 Özellikle çocuklarına karşı yalnız erkek değil, kadın da çobandır.1720 Bu hadisteki çobandan maksat, sorumluluk taşıyan, himâyesine verilenleri koruyan, muhâfaza edendir. Peygamberimiz bir soru üzerine kadının koca üzerindeki haklarını şöyle açıklamıştır: “Yediğin zaman ona da yedirmek, giydiğin zaman ona da giydirmek, yüzüne vurmamak, hakaret etmemek, küsüp evi terk etmemek.”1721
Kocanın hakları ve kadının vazifeleri olarak da: “Kocanın istemediği kimseyi eve almamak, izinsiz dışarı çıkmamak, meşrû isteklerini yerine getirmek yatağını terk etmemek, gücü yettiğince hoşnut kılmaya çalışmak” sayılmıştır.1722 Kusur ve aksaklıklarda karşılıklı sabır, tahammül, iyi niyet esastır: “Onlarla (kadınlarla) güzellikle geçinin, eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, sabredin; hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir.”1723 Rasûl-i Ekrem şöyle buyuruyor: “Üç kimsenin namazı başından yukarı bir karış bile yükselmez: Kendisini istemedikleri halde bir cemaate imam olan kişi, eşi kendisine darılmış olduğu halde geceleyen kadın, birbirine hasım olan iki kardeş.”1724
1716] Buhârî, Nikâh 69; Müslim, Talâk 26
1717] Buhârî, Nikâh 96; Müslim, Talâk 26, 27
1718] Buhârî, Büyû' 109; İbn Mâce, Nikâh 30
1719] 2/Bakara, 228
1720] Buhârî, Nikâh 81, 90; Müslim, İmâre 20
1721] Ebû Dâvud, Nikâh 41; İbn Mâce Nikâh 3
1722] Hâkim, el-Müstedrek, II/188-190
1723] 4/Nisâ, 19
1724] İbn Mâce, İkame 43; Tirmizî, Salât 149
FUHUŞ / ZİNÂ
- 403 -
Geçimsizlik: Bütün iyi niyet ve gayretlere rağmen huzur bulunamaz, geçim sağlanamazsa ve suç kadında ise önce kocanın te’dib hakkı vardır: “... Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin yataklarında onları yalnız bırakın, nihâyet dövün. Site itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın...”1725 Koca te’dib hakkını sırayla öğüt, küsme ve hafifçe dövme şeklinde kullanacaktır. Dövme, son çaredir ve bazı kadınlar için başka çare bulunmadığı göz önüne alınarak izin verilmiş, fakat sınırlama yapılmıştır: a- Peygamberimiz hayâtı boyunca hiçbir zaman kadına el kaldırmamış, “(kadınlarınızı) dövenleriniz hayırlınız değildir.”1726 “Akşam belki de birleşeceği karısını insan nasıl döver?”1727 buyurmuştur. b- Yüze, tehlikeli yerlere vurmayı ve iz bırakacak kadar vurmayı men etmiştir. Şu halde buna ancak mecâzen ve psikolojik tesiri bakımından “dövme” denebilir. Âile bağını koparmamak için son çare olarak gösterilmiş yine de acı bir ilaçtır. Bu tedbirler de problemi çözmezse hakemlere başvurulur: “Karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin; bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur...”1728 Kusur erkekte olduğu takdirde kadının da hakeme ve hâkime başvurma hakkı vardır. Hakemlerin doğrudan veya hâkim vâsıtasıyla ayırma selâhiyetleri de vardır. Ayrıca kadın bir bedel üzerinde anlaşarak ayrılmayı talep edebilir.
f- Çocuğun haklarına riâyetsizlik: Çocuğun nafakası, bakımı, terbiyesi, tahsili, maddî yönleriyle babaya, mânevî yönleriyle ana ve babaya âit bir borçtur. Ana ve babanın çocukları arasında fark gözetmemesi, meşrû bir sebebe dayanmadan, birisine diğerinden fazla ayrıcalık göstermemesi gereklidir. Ana veya babanın sağlığında, hibe yoluyla çocuklarına farklı şeyler vermesi konusunda, Rasûl-i ekrem: “Çocuklarınıza eşit davranın, çocuklarınıza eşit davranın...”1729
g- Ebeveynin haklarına riâyetsizlik: Çocuklarınana ve babalarına sevgi ve saygı duymaları, sözlerini dinlemeleri ve muhtaç oldukları zaman onlara bakmaları evlâtlık borçlarıdır. “Biz insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir; zira annesi onu, karnında güçlüklere göğüs gererek taşımış, onu acı çekerek doğurmuştur. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer.”1730; “Rabbin yalnız Kendisine ibâdet edip kulluk yapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi emretmiştir. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı ‘öf!’ bile deme, onları azarlama. İkisine de hep tatlı söz söyle.”1731
İslâm’da kulun emrine itaat, bu emrin meşrû olmasına bağlıdır. Meselâ ana-baba evlâdını, Allah’a şirk koşmaya zorlasalar onlara itaat edilmez, fakat bu durumda bile onlara kötü söylemek câiz değildir.1732 Rasûlullah (s.a.s.) buyuruyor: “Size büyük günahların en büyük üçünü haber vereyim mi?” ‘Evet yâ Rasûlallah!’ “Allah’a şirk koşmak, ana babaya baş kaldırmak ve (yaslandığı yerden oturumuna gelerek) dikkat edin; yalan söz yalan şâhidlik!”1733
1725] 4/Nisâ, 34
1726] İbn Mâce, Nikâh 51; Ebû Dâvud; Nesâî, Ahmed bin Hanbel
1727] Ahmed bin Hanbel, 4/17; Buhârî, Nikâh 93
1728] 4/Nisâ, 35
1729] Ebû Dâvud, Büyû' 83; Buhârî, Hibe 12-13;Müslim, Hibât 13
1730] 46/Ahkaf, 15
1731] 17/İsrâ, 23
1732] 31/Lokman, 14-15
1733] Buhârî, Edeb 6, Şehâdât 10; Müslim, İman 143, 144; Hayreddin Karaman, Günlük
- 404 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Genelevlerinde Yapılan İşin Haramlığı; Haramın Devlet Eliyle İşlenmesi
Müslüman insanın müşrik düzenlerin egemenliği altında yaşamak zorunda kalması, başlıbaşına bir problemdir, aynı zamanda müslümanlar için ardı arkası gelmeyen problemlerin de kaynağıdır. İşte, uygun şartların gerçekleşmesi halinde müslümanlara hicret etme emrinin veriliş sebebi de budur. (Söz konusu bu şartlar: 1- Hicret edeceği yerin maksadına uygun olması, 2- Müslümanların bu konuda -varsa- yetkili emîrinin veya makamının hicret etme emir ve isteği, 3- Hicret edebilecek imkâna sahip olmaktır.) Çünkü müslüman insan, gayr-ı İslâmî müşrik düzenlerin egemenliğinde yaşadığı sürece, her zaman için islâmî bir hayât sürdürmek ve İslâm’a göre yaşamak isteği karşısında egemen düzenin sürekli olarak engeller ürettiğini görecektir.
Problem kimi zaman������������������������������������������������������ bazı müslümanlar için, özellikle böyle bir müşrik dü- �����������������������������������������������������düzenin çatısı altında İslâm’ın özünü kavramak imkânını ve fırsatını yakalayamamış kimseler için, İslâmî bir hayâtı sürdürememek boyutlarını daha da aşar, onun karşısında inancına mâl olacak türden problemler çıkartır. Söz konusu bu problemler kimi zaman düzenin bu alanda özel olarak görevlendirdiği elemanlar aracılığı ile dahi üretilebilir. İslâm’ı gereği gibi bilmeyen, daha doğrusu kulaktan dolma yarım yamalak bir şekilde çevrelerinden ya da atalarından öğrenegeldikleri yanlış ve haktan uzak, bilgi sanılan birikimlere dayanarak ahkâm kesenlerin tahribatını buna eklersek, islâmî olmayan bir düzenin çatısı altında yaşamak durumunda olan insanların -özellikle de İslâm’ı gereği gibi öğrenebilmek fırsatını bulamamış kimselerin- problemlerinin hangi boyutlara kadar ulaşabileceğini kestirmek gerçekten güçtür.
İşte müşrik ve câhilî düzenlerin egemenliği altında yaşayan birtakım müslümanların karşı karşıya kaldıkları problemlerden birisi de, birtakım işlerin devlet eliyle işlenmesi halinde, bunların işlenmesinden yalnızca devletin sorumlu olacağı, ferdin bu alanda herhangi bir sorumluluğunun olmayacağı ya da olsa bile çok az olacağı kanaatidir. Bu yanlış kanaatten hareketle birçok kimse, “eğer devlet eliyle fâizin alınıp verildiği kurumlar kurulmuş ise, vatandaşın fâiz alıp vermesinde bir sakınca yoktur; devlet eğer tesettürü emretmiyorsa, ana baba ya da koca da bu iş üzerinde o kadar durmuyorsa, şer’an mükellef bir hanımın örtünüp örtünmemesi, üzerinde fazlaca durulacak türden bir problem değildir; içkinin serbestçe içildiği yahut fuhşun açıkça işlendiği, her türlü ahlâksızlığın eğlence ve sanat merkezleri adını taşıyan çatılar altında işlenebildiği ve devletin de bu alanda izin verdiği, hatta teşviklerde bulunduğu bir yerde artık bu gibi haramların işlenmesinin ciddî bir vebali olmasa gerek; devlet, bizzat kendisi çeştli yollarla kumar oyunlarını teşvik ediyorsa, artık bunun vebali -eğer varsa- herhalde devletin olmalıdır...” gibi kanaatler, müslümanın haramı kolaylıkla işlemesini sağlamakla kalmıyor, bu gibi kanaatlere kendisini kaptırması halinde itikadî bakımdan büyük bir sarsıntı geçirmesine sebep teşkil ediyor. Çünkü müslüman, böyle bir ortamın ve bu tür propagandaların etkisi altında kalarak, haramı helâl görmek, vebalsiz görmek gibi bir bakış açısına, bir anlayışa sürükleniyor. Haramı helâl kabul etmenin, itikadî bakımdan ne kadar büyük bir tehlike teşkil ettiğini söylemeye gerek yoktur. Hayâtımızda Helâller Haramlar, s. 189-192
FUHUŞ / ZİNÂ
- 405 -
Burada müslümanın dikkat etmesi gereken bazı hususlar vardır, onlara kısaca değinmekte yarar vardır:
1. İslâm’ın devletten beklediği ya da İslâm adına hükmetmek üzere var olan bir devletin varlığının asıl sebebi, Allah’ın emir ve hükümlerinin, İslâm şeriatinin istisnâsız bütün hükümlerinin yaşanmasını sağlamak ve kolaylaştırmaktır. Devleti, şeriatin emrettiklerinin kolaylıkla işlenebilmesini sağlamak için gerekli her şeyi sağlamakla görevli olduğu gibi, şeriatin yasakladığı ve toplum hayâtında herhangi bir şekilde varolmasını istemediği her türlü ahlâkî, fikrî, amelî ve sosyal rahatsızlık, âfet ve kötülüğün kökünü kesmekle yükümlüdür. Hatta bu tür rahatsızlıkların baş göstermemesi için gereken ön tedbirleri almakla da yükümlüdür.
2. İslâm’ın meşrû gördüğü yollarla başa geçmemiş, İslâm’ın hedef ve maksatlarını gâye edinmemiş, İslâmî değerlere iman etmeyen kimselerin esasen müslümanları yönetebilme hak ve selâhiyetleri yoktur. Bu yönetimlerin mekanizmalarında yer alanlar hangi yolla başa geçmiş olurlarsa olsunlar ve yapısında yer aldıkları siyasal ve sosyal düzenin adı ne olursa olsun, durum değişmez. Dolayısıyla bu tür yönetimlerin yönetici kadroları, -gayri meşrû emir ve izinleri bir tarafa- şeriatın emrettiği ve izin verdiği şeyleri müslümanlara emretmek hak ve yetkisine dahi sahip değildirler. Çünkü emredebilmek yetkisine sahip olabilmek için şeriatın öngördüğü ve müsâade ettiği bir yolla başa geçmek ve gereken şart ve nitelikleri taşımak vazgeçilemez bir şarttır. Dolayısıyla, İslâm ile hükmetmemeyi esas alan düzenlerin, mâhiyetleri ne olursa olsun verdikleri emir ve hükümlerin müslüman için en ufak bir değer taşımaları ve asgarî bir itibara dahi sahip olmaları mümkün değildir.
3. Hiç kimsenin Allah’ın emir ve hükümlerine aykırı teşrî’ yapma (kanun koyma) yetkisi yoktur. Değil İslâm ile hükmetmemeyi esas amaç edinen beşerî düzenler, değiş İslâm’ın öngörmediği bir yolla müslümanların başına gelmiş yönetim ve yöneticiler, İslâm ile hükmeden yönetimlerin dahi, hatta bütün müslümanların ve hatta bütün beşeriyetin dahi Allah’ın ve Rasûlünün koyduğu bir hükmü olsun değiştirme yetkileri yoktur. Bu husus, dinin kesin gerçeklerinden biridir. Allah’ın emir ve hükümlerine aykırı hüküm koymaların ve bunların kabul edilmesinin küfrü gerektirdiği, dinin apaçık gerçeklerindendir yani zarûrât-ı diniyyedendir.
Buna göre, dinen yasak olduğuna dair kesin bilgiye sahip olunduktan sonra, çağımızda şu veya bu şekilde müslümanlara musallat olmuş beşerî düzenlerin helâl ve harama dair koydukları yasaları yaptıkları teşrîleri/hükümleri kayıtsız ve şartsız olarak reddetmek gerekir. Onların bu haramların işlenmesini sağlayıcı ve kolaylaştırıcı bütün kurum ve mekanizmaları İslâm açısından reddedildiği gibi, bu kurumların işlemesinde ve işletilmesinde de herhangi bir görev ve fonksiyon yüklenmek de müslüman için câiz değildir.1734
Bazı Haramlara veya Dinî Emirlere Karşı Tavır
Kur’ân-ı Kerim’in açık ve kesin hükümleriyle ya da mütevâtir sünnetle yasaklanan bir haram eylemin çağımızda geçersizliğini ya da yersizliğini söylemek ve bu haramları çiğneyenleri savunmak da günümüzde çokça görülen itikadî sapmalardan bir tanesidir. Esasında bu tür iddia ve itirazlar, İslâm’ın evrensel
1734] M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 316-320
- 406 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve çağlar üstü bir din ve bu dini gönderenin insanların her zamandaki tüm ihtiyaçlarını bilen, çok merhametli bir zât olduğunu inkâr anlamındadır. “on dört asır önce gelmiş bir dinin ve bedevî Araplara gönderilmiş bir peygamberin öğretilerinin, modern çağın meselelerini ne oranda bir yeterlilikle ele alabileceği” hususunda tereddüt etmektedirler. İslâm’ın günümüz şartlarına uygun çözümler getiremediğini iddia etme cür’etinde bulunan hem itikadî ve hem kültürel anlamda câhiller, İslâm’ın başka çağların ve ortamların ürünü olduğunu söyleyerek bu tür şüpheleri topluma yaymak ve Allah’ın dinine iftira atmak istemektedirler.
Yüce Rabbimiz, bütün insanların kıyâmete kadarki ihtiyaç ve problemlerinin neler olacağını bilerek Hz. Muhammed Mustafa’yı son peygamber, dinini ve şeriatını da son din ve şeriat yapmıştır.1735 O, Yüce Allah’ın bütün insanlığa göndermiş olduğu bir peygamberdir.1736 Onun şeriatı ve peygamberliği insanlık için bir zorluk ve sıkıntı sebebi değil; başka sona bir rahmettir.1737 Allah’ın ona göndermiş olduğu din, son din olduğu gibi, eksiksizdir. Bu eksiksizliği ve mükemmelliği ile o, insanlık için kâmil bir nimetinin ifâdesi ve tecellîsidir.1738 Bu ve diğer özellikleri dolayısıyla Allah katında geçerli olan biricik din, İslâm’dır.1739
İslâm’ın her çağın, her kuşağın ve her türlü şart ve ortamın meselelerine çözüm getirecek kimlikte olduğunu bilip kabul etmek, İslâm’ın tüm haram ve helâllerinin yani yasak ve müsâadelerinin en doğru, en âdil, en mükemmel çözümler olduğunu benimsemek bir iman meselesidir. Buna rağmen, İslâm’ın yetersiz olduğunu ileri sürmek ya da çağın gereklerine cevap veremeyeceği türünden iddialarda bulunmak, açık ve kesin delilleri yalanlamak, Allah’ın âyetlerine ters düşen bir iddiâ olacağından kesin ve apaçık bir küfürdür. Bu konuda şüphe ve tereddütün hükmü de aynıdır. Çünkü kat’i olaras sâbit olmuş naslarda şüphe ve tereddüt de küfürdür.
Fâizin gereğini savunmak, İslâm’ın bazı suçlar için öngördüğü cezâları kabul etmemek ya da olumsuz herhangi bir şekilde (ağır olmakla, zâlimlikle vs.) nitelemek, İslâm’ın kesin delille sâbit herhangi bir haram hükmünün günümüzde gereksizliğini ya da uygulanmasının imkânsızlığını ileri sürmek, İslâm’ın şu ya da bu şekilde düzeltilmesi gerektiğini, bazı hükümlerinin ve tümünün çağa uydurulması gerektiğini savunmak gibi iddiâlar hep küfürdür.
Bu tür iddiâ ve tezlerin ortak özellikleri şunlardır: Bu hükümler şu anda gereksizdir ya da bu haramlar bu çağa uygun değildir. Bu iddiâ ve ifâdeler ise, doğrudan doğruya Allah’ın ilim ve hikmetine karşı girişilen bir hücumdur. Yani doğrudan doğruya Allah’a iman ile bağdaşmasına imkân olmayan yaklaşımlardır. İkinci olarak, kesin delillerle sâbit olmuş hükümlerin, haramların gereksizliğini veya günümüzde uygulanamayacak şekilde devrinin geçtiğini, yetersizliğini söyleyerek bu hükümlerin değiştirilmesini istemek demektir. Bu da, kesin delille sâbit olmuş hükümleri reddetmek anlamındadır. Allah’ın dininden başka bir din aramak, Allah’ın hükümlerinden başka hükümlerle hükmetmeye kalkışmak
1735] 33/Ahzâb, 40
1736] 7/A'râf, 158; 34/Sebe', 28
1737] 21/Enbiyâ, 107
1738] 3/Mâide, 3
1739] 3/Âl-i İmrân, 19
FUHUŞ / ZİNÂ
- 407 -
demektir. Bu ise küfürdür, zulümdür, fâsıklıktır.1740 Aynı zamanda Kur’an’ın hükümlerini beğenmeyen müşriklerin, başka bir Kur’an getirmesi veya onda değişiklikler yapması için teklifte bulunan müşriklerin tavırlarının aynısını şu kadar asır geçtikten sonra tekrarlamaktır. Oysa Peygamber de dâhil olmak üzere hiçbir kimseye böyle bir yetki verilmiş değildir: “Onlara âyetlerimiz açık açık okununca bizimle karşılaşmayı ummayanlar dediler ki: ‘Bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir!’ De ki: ‘Onu kendiliğimden değiştiremem. Ben, ancak bana vahyolunana uyarım...”1741
Allah’ın indirdiği hükümlerin dışında hükümler koymak, başlı başına ve tevbe edilmediği takdirde asla bağışlanmayacak, cezâsı ebediyyen cehennemde kalmak olan bağışlanmaz bir suçtur. Bundan ayrı olarak Allah’ın hükmünden başka bir hüküm gösterip bunun Allah’tan olduğunu ileri sürmek ise, Allah’a karşı bir iftirâdır ve ötekinden geri kalmayan ikinci bir suçtur: “Şüphe yok ki onlar, sana vahyettiğimizden başkasını Bize karşı uydurman için seni fitneye düşürmek istiyorlar (bunu yaptığın takdirde) o vakit seni dost edinirlerdi. O takdirde de Biz sana hayâtın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık.”1742 “Eğer Bize karşı bazı sözler uydurmuş olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalar, sonra da onun şah damarını koparırdık.”1743
Görüldüğü gibi, Kur’an’ın, İslâm’ın birtakım hükümlerinin değiştirilmesini ya da kaldırılmasını istemenin asıl amacı, mü’minleri fitneye düşürmek, ayaklarının hak yoldan kaymasına zemin hazırlamaktır. Çağdaş câhilî düzenlerin, müslümanlara ve İslâmî hareketlere karşı uygulama ve tavırlarında bu amaç ve doğrultudaki komplolar önemli bir yer tutmaktadır. Câhilî düzen ve yönetimler bunu başarabildikleri takdirde ve bu amaçlarına ulaşabildikleri oranda kendilerini başarılı kabul eder ve İslâm adına girişilen hareketlerden, asıl çizgiden uzaklaşıp sapmaları oranında hoşnut olurlar. Tabii aynı oranda da o hareketin İslâm’la, Kur’an’la ilişkisi kalmaz.1744
Müslüman Kadının Toplumsal Hayâta Katılma Âdâbı
Kadının toplumsal hayâta katılmasının ve bunun gereği olarak erkeklerle görüşmesinin İslâmî âdâbını, Kur’an ve Sünnet belirlemiştir. Din, âdâbın, terbiyenin zirvesidir. O edepleri, ahlâkı ve nâmusu korur, iyi ve faydalı hayâtın akışını durdurmaz, münkerden uzaklaştırır, iyi ve güzele yöneltir, kötü eğilimleri terbiye eder, kadın ve erkeği eşit olarak huzura kavuşturur. Böylece farklı cinse karşı küçük düşürücü, saygınlığı giderici, aşırı duygusal davranıcı hareketler olmaz. Gerek elbise, gerek konuşma, gerekse bazı zorluklara sebep olan hareketler konusunda olsun müslüman hanımın, erkeğe oranla bağları daha fazladır. Kadın bunlara, erkeklerle görüşmeyi zorunlu kılan meşrû ihtiyaçlarını ve hayâtî maslahatlarını gerçekleştirmek için tahammül eder. Bu tür ihtiyaç ve maslahatlar artarak görüşme de artabilir, ihtiyaç ve maslahatlar azalarak görüşme de azalabilir. Şâriin/Kanun koyucunun çizdiği edepleri sunmadan önce o âdâbı gerçekleştirmeye yardım eden bazı temel faktörleri başlıklar halinde hatırlatalım:
1740] 5/Mâide, 44, 45, 47
1741] 10/Yûnus, 15
1742] 17/İsrâ, 73-75
1743] 69/Haakka, 44-46
1744] M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 264-266
- 408 -
KUR’AN KAVRAMLARI
a- Terbiye ve yönlendirmeye önem verme,
b- İffeti korumak için erken evlenme,
c- İyi kontrol etmekle birlikte, küçük yaşta belirli ölçüde topluma katılma ve görüşmeyi kolaylaştırma.
A- Kadın ve Erkek Arasındaki Müşterek Edepler:
1) Görüşme ortamının ciddî olması: “Güzel (kuşkudan uzak bir biçimde) söz söyleyin.”1745 Âyet, konuşma konusunun, münkeri içermemesi, iyilik sınırları içerisinde olması gerektiğini işaret ediyor. Kadın ve erkekler arasındaki ciddiyet; güzel söz söylemedir. Oyun ve eğlence havası, gereksiz şakalar, cıvık kahkahalar, aşırı serbest tavırlar, kadınsı işve ve cilveler ise, münkerdir ve nâmahrem olan kadın-erkeğin karşılıklı görüşme ve ilişkilerinde yasaktır. Töhmet altında bulunulacak, eğlence yerleri ve gayr-i İslâmî ortamlar veya gayr-i ciddî konu ve yaklaşımlar içinde olmamalı. Başka insanların gördüğünde ahlâkî olarak yadırgayacağı veya ahlâksız bazı şeylerden şüpheleneceği durumlardan uzak olunmalıdır.
2) Gözü çevirme: “Mü’min erkeklere söyle: Bakışlarını çevirsinler, gözlerini (harama) dikmesinler, nâmuslarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar, bazı bakışlarını çevirsinler, nâmuslarını korusunlar...”1746 Gözü çevirmenin anlamı; fitne korkusu yüzünden uzun uzadıya bakmaya engel olma, demektir. Âyette geçen “min -den-” edâtı, “teb’îz” içindir; her bakış değil, bakışların bazısı yasaktır; fitneden korkulduğu zaman kadına bakmanın haram olduğu hususunda ihtilâf yoktur. Fitne durumunda gözü ondan çevirmek gerekir. Âyet, mutlak anlamda yani şehvet duygusundan uzak olarak gözü çevirmenin gerektiğini ifâde etmez. Kadının el ve yüzüne kötü niyet ve şüphe olmaksızın bakmak câizdir. Şehvetle bakmaya gelince; elbisenin üstünden bile şehvetle düşünmek haramdır, kaldı ki açık yüze bu şekilde bakmak! Bazı âlimler de, âyette bazı bakışların çevrilmesinin emredildiğini, ancak kadının yüzünün bunun dışında olduğunu belirtirler.
Allah Teâlâ, bir başka âyette de şöyle buyurur: “Allah, gözlerin hâin bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.”1747 Câbir bin Abdullah’dan: “Rasûlullah (s.a.s.)’a ânî bakıştan sordum. Bana: “Bakışını hemen çevir!” buyurdu.”1748 Büreyde (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Ali (r.a.)’ye buyurdular ki: “Ey Ali, bakışına bakış ekleme. Zira ilk bakış sanadır, ama ikinci bakış aleyhinedir.”1749 “Hiç şüphesiz Allah, Âdemoğluna yaptığı zinâdan payına düşeni yazmıştır. Gözün zinâsı bakmaktır, dilin zinâsı konuşmaktır. Nefis arzular ve şehvet duyar. Tenâsül uzvu da bunu ya doğrular ya da yalanlar.”1750 Bu hadis, şehvetle bakmanın haram olduğu hususunda açıktır. Bunun için, “nefis arzular ve şehvet duyar” buyuruldu. Bunun anlamı, şehvetsiz olduğu zaman günah değildir, demektir.
Rasûlullah (s.a.s.) Kurban günü Fadl’ı bineğinin arkasına bindirdi. Fadl
1745] 33/Ahzâb, 32
1746] 24/Nûr, 30-31
1747] 40/Mü’min, 19
1748] Müslim, Âdâb 45, hadis no: 2159; Ebû Dâvud, Nikâh 44; Tirmizî, Edeb 29
1749] Tirmizî, Edeb 28; Ebû Dâvud, Nikâh 44
1750] Buhârî, 14/305; Müslim, 8/52
FUHUŞ / ZİNÂ
- 409 -
yakışıklı bir gençti. Rasûlullah, insanların kendisine fetvâ sormaları için durdu. Hes’am kabilesinden güzel bir hanım gelerek Rasûlullah’a fetvâ sormaya başladı. Kızın güzelliği Fadl’ın hoşuna giderek ona bakmaya başladı. Bunun üzerine Peygamber, Fadl’ın çenesine tutarak öbür tarafa çevirdi ve genç kadının yüzüne bakmasına engel oldu.1751 Hâfız İbn Hacer diyor ki: “İbn Battal şöyle diyor: “Hadiste fitneden korkulduğu zaman yüzü çevirme emri vardır. Bunun gereğine göre, fitneden emin olunursa yasak değildir. Bunu Rasûlullah’ın Fadl’a yaptığı şey de te’kid ediyor. Fadl, hoşuna giderek genç kıza iyice baktığında Rasûlullah fitneden korkup onun yüzünü çevirmiştir. Çünkü erkeklerin tabiatında kadınlara karşı meyil vardır.”1752
Âişe’den (r.a.): “... Bayram günü önden gelen insanlar, savaşçılık (savaş oyunları cinsinden folklorik oyun) oynuyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) bana: “Bakmak ister misin?” dedi. Ben de: ‘Evet’ dedim. Beni arkasına alarak seyrettirdi...”1753 Dolayısıyla kadının erkeğe -gösteri yapmakta, oyun oynamakta olsa bile- bakması câizdir. Özet olarak; görüşmenin bir neticesi olarak, erkekler kadınları, kadınlar da erkekleri görebilir. Birbirlerine makul ve meşrû ölçüler içinde bakabilirler. Her iki taraf da, gözlerini harama bakmaktan sakındırdıkları ve şehvetten uzak oldukları sürece bunda bir sakınca yoktur. Kur’an’ın ve Sünnetin emretmediği peçe, eğer olması gerekiyorsa, kadınların yüzünde değil; erkeğin gözünde olmalıdır. Bununla birlikte, müslüman bir hanım, yüzünü de yabancı erkeklere göstermemek için peçe takıyor ya da başörtüsünü yüzünü de örtecek şekilde kullanıyor, bunu hayâ ve takvâ ölçüsü kabul ediyorsa, müslümanların buna karşı çıkması değil; elbette saygı duyması gerekir.
3) Genel olarak tokalaşmaktan kaçınma: Allah, kadın ve erkek olarak gözleri harama bakmaktan çevirmemizi emretmiştir.1754 Çünkü harama bakma insanı şehvete götürür. Tokalaşma ise bakmaktan daha fazla insanı şehvete götürür. İbn Mes’ud (r.a.)’dan: “Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam gelerek bir kadını öptüğünü ya da eliyle dokunduğunu (onu okşadığını) söyledi. Sanki bağışlanması için gereken keffâreti soruyordu. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: “Gündüzün iki tarafında (sabah, akşam) ve geceye yakın saatlerde namaz kıl; çünkü hasenât/iyilikler, seyyiâtı/kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür.”1755 Ma’kul bin Yesâr’dan rivâyetle Rasûlullah şöyle buyurdu: “Sizden birinin başına demirden büyük bir iğnenin batırılması, kendisine helâl olmayan bir kadına dokunmasından daha hayırlıdır.”1756 Hz. Âişe (r.a.) “Andolsun ki Rasûlullah kadınlardan bey’at alırken kesinlikle elini bir kadına dokundurmadı” diyor.1757
Enes bin Mâlik’den: “Rasûlullah (s.a.s.) Ümmü Haram binti Milhan’ın yanına giriyordu. O Rasûlullah’a ikram ediyordu. Ümmü Haram, Ubâde bin Sâmit’in nikâhı altındaydı. Rasûlullah’a yemek yediriyor ve başını temizliyordu.”1758 Yine Enes bin Mâlik’den: “Medine’li câriyelerden biri, Rasûlullah’ın elinden tutarak
1751] Buhârî, 13/245; Müslim, 4/101
1752] Fethu’l-Bârî, 13/245
1753] Buhârî, 2/95
1754] 24/Nûr, 30, 31
1755] 11/Hûd, 14; Müslim, 8/102
1756] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 4921
1757] Buhârî, 10/261; Müslim, 6/29
1758] Buhârî, 6/350; Müslim, 6/49
- 410 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istediği yere onu götürünceye kadar elini bırakmıyordu.”1759 Ebû Râfi’nin hanımı Selmâ’dan rivâyetle: “Rasûlullah’a hizmet ediyordum. Onun bir yarası olduğu zaman, bana üzerine kına koymamı emredinceye kadar yarası iyi olmazdı.”1760 Abdullah bin Muhammed bin Abdullah bin Abdullah bin Zeyd, kadınlarından birinin şöyle dediğini rivâyet ediyor: “Rasûlullah yanıma geldiğinde, sol elimle yiyordum. Ben fakir bir kadındım. Rasûlullah elime vurarak lokmamı düşürdü ve bana: “Sol elinle yeme, Allah sana sağ elini vermiştir” buyurdu. Böylece sağ elimle yemeğe başladım. Bundan sonra asla sol elimle yemedim.”1761
Rasûlulullah’ın bey’at esnâsında kadınlarla musâfaha etmemesiyle, bazı zamanlarda herhangi bir kadına dokunması olaylarını birleştirebiliriz. Şöyle ki: Rasûlullah (s.a.s.) birinci durumda, dokunma biçimlerinden biri olan ve özel bir anlam ifâde eden tokalaşmadan kaçınmıştır. Gerek kadın veya erkeklerle karşılaştığında, gerek selâmlaşma, duâ ve yakınlaşma için onun mübârek vücuduna dokunma isteği ve İslâm üzere bey’at etme durumlarında Rasûlullah kadınlarla tokalaşmaktan kaçınmıştır. Bu durumlarda Rasûlullah’ın tokalaşmaktan kaçınması, başka durumlardaki dokunma biçimlerinden uzak kaldığı anlamına gelmez. Çünkü diğer durumlarda Rasûlullah (s.a.s.) bir yönden pek nâdir olan fıtrî ihtiyaçlarını gidermek için bunu yapıyordu, diğer bir yönden ise o, kadınların fitnesinden emindi. Yani Rasûlullah (s.a.s.) birinci durumda, genel olarak kadınların fitnesinden emin olmadığı gibi tokalaşmak için de ciddî bir gerekçe görmüyordu. İkinci durumda ise, gerekli sebeplerden dolayı bunu uygun görüyordu. Buna şu da eklenebilir: Rasûlullah’ın biat alırken kadınlarla tokalaşmaktan kaçınması, bu meselenin kesin olarak haram olduğu anlamına gelmez. Nitekim vârid olan deliller bu durumun Rasûlullah’a özel olduğunu ifâde ediyor: “Ben kadınlarla tokalaşmam!”1762 hadisinde kullanılan zamir, sadece Rasûlullah’a âittir.
Özet olarak: Rasûlullah (s.a.s.)’ın kadınlarla tokalaşmaktan kaçınması; ümmetine öğretmek ve kanun olarak koymak için sedd-i zerâi bâbında çoğu durumlarda bunu kerih görmesi anlamındadır. “Sedd-i zerâi kesin değil; daha evlâdır” diyen usûlcülerin görüşü de bunu te’kid etmektedir. Biz de çoğu zaman tokalaşma ve dokunmadan kaçındığımızda; fitne ortadan kalkıp uygun bir gerekçe olduğu zaman da buna müsâmaha gösterdiğimizde Rasûlullah’a en güzel şekilde uyanlardan olacağımız kanısındayız. Böyle olduğu takdirde tokalaşma müslümanlar arasında karşılıklı iyi duygu alışverişine ve ilişki kurulmasına vesile olur. Nitekim akrabalar yakın arkadaşlar arasındaki tâziyelerde, yolculuklarda, misâfirliklerde ve güzel bir işe teşvik etme durumları gibi özel münâsebetlerde yapılan tokalaşmalar bu türdendir. Fakat biz, günümüz toplumunda karşılıklı münâsebetlerde kadın ve erkek arasında tokalaşma yaygın olduğundan, bir açıdan zorluğu kaldırmak, diğer bir açıdan ise haram oluşuna dair kesin bir hükmün bulunmayışını göz önünde bulundurarak hükmü kolaylaştırmak zorunda kalıyoruz. Buna rağmen, gerekmediği müddetçe kadın erkek birbiriyle tokalaşmaktan kaçınırsa daha ihtiyatlı ve takvâya daha uygun olur.
4) Kadın ve erkek arasını ayırma ve karışmaktan kaçınma: Ümmü Seleme (r.a.)’den rivâyette: “Rasûlullah (s.a.s.) namazda selâm verdiği zaman,
1759] Buhârî, 13/102; İbn Mâce
1760] Mecmeu’z-Zevâid 5/95
1761] Mecmeu’z-Zevâid 5/26
1762] Mecmeu’z-Zevâid 8/266
FUHUŞ / ZİNÂ
- 411 -
kadınların kalkıp gitmeleri için bir süre kalkmadan bekliyordu.” İbn Şihab diyor ki: “Rasûlullah’ın beklemesi topluluğun kadınları görmeden ayrılmaları içindir sanıyorum.”1763 Bu anlamı Rasûlullah’ın “Şu kapıyı kadınlara bıraksak...” (Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 5134) sözü de te’yid etmektedir. Yine bir rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) mescidden çıkınca erkeklerle kadınlar yolda birbirine karıştılar. Bunun üzerine Rasûlullah kadınlara şöyle buyurdu: “Geç çıksanız yahut o yolun hakkını verseniz, yolun kenarında yürüseniz!” 1764
Kadınların yolda karışıklıktan kaçındıkları gibi, kamuya âit yerlerde de karışılıktan kaçınmaları gerekir. Bu mescidlerde olduğu gibi, diğer yerlerde de sadece arka tarafların kadınlara âit olduğu anlamına gelmez. Kadınların arka saflarda yer almaları, gerek mescidde olsun, gerekse kocası ve mahremleriyle beraber yabancıların bulunduğu evlerde olsun namaza âit özel bir durumdur. Fakat namazın dışında uyulması gereken âdâp, erkeklerle kadınların arasının ayrılması ve karışıklığın önlenmesidir. Bu oturma yerlerinde yer ayırarak ya da iş yerlerinde karışıklığı önleyerek düzenleme yapılarak sağlanabilir.
(Sözgelimi kalabalık bir ortamda kadın-erkek birbirine değmeden yürünemeyecek şekildeki semt pazarlarına alışveriş amaçlı da olsa gitmenin câiz olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak, pazarların tenha saatlerinde ve de çok dikkat ederek ihtiyaç karşılanabilir. Bu yasağın sadece müslüman kadın için değil; elbette müslüman erkek için de geçerli olduğunu belirtmeye bilmem gerek var mıdır? Aynı sakıncayı büyük şehirlerdeki kalabalık dolmuş ve otobüslerde özellikle ayakta yolculuk için de çoğu zamanki uygulamadan yola çıkılarak söylemek mümkündür. Düğün salonlarında, özellikle düğün ve benzeri dâvetlerde kadın-erkek karışık oturmanın câiz olduğunu iddiâ etmek de pek mümkün değildir.
Ama eğitim gibi ciddî amaçlar için, tesettür ve karşılıklı edeplere riâyet şartıyla, başka uygun alternatif yoksa kadın-erkek aynı salonu paylaşmanın haram olduğunu iddiâ etmek delillendirilmesi zor bir çıkarım olmakla birlikte; mevcut düzen ve çevre şartları açısından insanımızı sosyal açılım ve toplumsal nimetlerden mahrum etmenin vebâlini de gerektirecektir. İdeal olanla reel olanı, takvâ ile ruhsat ve fetvâyı karıştırmamak; en iyi yok diye elde edilebilecek iyiliklerden de uzak olmamak, bir şeyin tümüne sahip olunamıyorsa bir kısmından olsun mahrum olmamak gibi meşrû ve ma’kul yaklaşımları ihmal etmemeliyiz diye düşünüyorum.)
5) Halvetten kaçınma (Kapalı bir yerde yabancı bir erkekle yabancı bir kadının töhmet altında bulunacak şekilde yalnız kalmaları): İbn Abbas (r.a.)’dan: “Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sakın bir erkek yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın!”1765
Aşağıdakiler yasak olan halvet kavramının dışında kalır:
a- İnsanların huzurunda olan halvet: Enes bin Mâlik (r.a.)’den: “Ensardan bir kadın Rasûlullah’a geldi ve Rasûlullah onunla başbaşa kalarak: “Allah’a yemin
1763] Buhârî, 2/467
1764] Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, hadis no: 856
1765] Buhârî, Nikâh 111; Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 140, 181; Müslim, Hacc 424, hadis no: 1341
- 412 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olsun ki, sizler bana insanların en sevimlilerisiniz” buyurdu.”1766 “Yabancı bir kadınla gizli görüşme, fitneden emin olunduğu sürece dini zedelemez.”1767
b- İki ya da üç erkeğin bir kadınla halvet etmesi: “Bu günden sonra bir erkek, kocası olmayan bir kadının yanına beraberinde bir ya da iki kişi olmadan girmesin.”1768 İmam Nevevî diyor ki: “Bu hadisin zâhiri, iki ya da üç erkeğin yabancı bir kadınla halvet edebileceğinin câiz olduğunu gösteriyor. Bu hadis, iyilikleri, mürüvvetleri ya da başka sebeplerden dolayı zinâ üzerine ittifak etmeleri oldukça uzak olan bir cemaate te’vil edilir.”
c- Bir erkeğin kadınlar topluluğuyla halvet etmesi: Yasak olan halvet, bir erkeğin bir kadınla halvet etmesidir. Ancak, erkeklerin veya kadınların birden çok olmasıyla bu yasak kalkar.
6) Kocası yanında olan kadının yanına girerken kocasından izin almak gereklidir: “Kocası evde olduğu halde, kocasının izni olmadan evine birisini alması câiz değildir.”1769 Amr bin Âs, bir ihtiyaçtan dolayı Ali bin Ebî Tâlib’in evine gitti ve Ali’yi evde bulamadı. Ali (r.a.) geldiğinde ona şöyle dedi: “Bir ihtiyacın varsa, hanıma bildirseydin ya!” Amr da: “Kocaların izni olmadan hanımların yanına girmekten men olunduk” dedi.1770 Bununla birlikte, ihtiyaç duyulduğu zaman, koca evde olmasa da kadınla görüşmek için mutlaka kocasının izni alınmasına gerek yoktur: “Bu günden sonra bir erkek, kocası olmayan bir kadının yanına beraberinde bir ya da iki kişi olmadan girmesin.”1771
7) Tekrarlanan uzun görüşmelerden kaçınmak: Bu tür görüşmelerin örnekleri, akrabalar ve arkadaşlar arasındaki karşılıklı ziyaretleşmeler ve bu ziyaretlerin uzun saatler sürmesidir. Yine bu tür görüşmelerin örnekleri, kadın ve erkekleri uzun süre iş icabı aynı yerde tutan günlük meslekî çalışmalar, eğitim amaçlı kurslar, çalışmalar ve derslerdir.
Bu âdâp hakkında nass bulunmasa da, fitneye fırsat verilmemesi için uygulanması gerekir. Çünkü bu tür görüşmeler, hareketteki vakar, konuşmalarda ciddiyetin devamı ve gözü harama bakmaktan çevirme gibi birçok âdâbın gerçekleştirilmesini zorlaştırır. Bu, görüşme esnâsında sürekli kadın ve erkeğin bulundurması gereken ciddiyet ve çekingenlik derecesini çoğu zaman zayıflatır. Bu sedd-i zerâî sebebiyle, bu tür uzun ve sık görüşmelerden kaçınılması gerektiği görüşündeyiz. Ancak yapılan iş karşılıklı görüşmeyi sürekli zorunlu kılıyorsa, sakıncasıyla birlikte, ihtiyaç duyulduğu sürece ve fitneden korunma gayretiyle birlikte bu yapılabilir. Genellikle akıl ve kalbi meşgul eden ciddî çalışmalar vakarı korumaya yardımcı olur. (Ama, ciddî olmayan konular, samimî ve sıcak davranışlar, şakalar ve eğlenceli konuşmalar da şeytanın araya girmesine ve konunun istismar edilip cevaz sınırlarının aşılmasına sebep olur.)
8) Şüpheli yerlerden kaçınma: Kadınların şüpheli yerlerde erkeklerle bir araya gelmekten kaçınması gerekir. Bilinen misâfirler ve uzak da olsa güvenilir
1766] Buhârî, 11/246; Müslim, 7/174
1767] Fethu’l-Bârî, 11/246-247
1768] Müslim, 7/8
1769] Müslim, 3/91; Buhârî, 11/206
1770] Silsiletü’l-Ehâdîsisi’s-Sahîha, hadis no: 652
1771] Müslim, 7/8
FUHUŞ / ZİNÂ
- 413 -
akrabâ ve samimi dostlar gibi güvenilir kişilerle görüşmede bir sakınca yoktur. “Sana şüpheli geleni, şüphe vereni bırak, şüphe vermeyeni al.”1772 Abdurrahman bin Avf şöyle dedi: “Biz kadınlarımızın yanında olmuyoruz ve misâfirlerimiz oluyor. Rasûlullah (s.a.s.): “Onlara bir zorluk yoktur” buyurdu.1773
9) Açık ve gizli günahtan kaçınma: Allah Teâlâ şöyle buyurur: “...Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın...”1774; “Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler yaptıklarının cezâsını mutlaka çekeceklerdir.”1775 Konumuzla ilgili açık olan günah; görüşme âdâbındaki hatalardır. Gizli olan günah ise; haram olan bir şeyi arzulama, ondan yararlanma ve bunu daha da ileri götürmedir.
B- Kadınlara Âit Edepler:
1) Mütevâzi giysi: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “...Görünen kısımları müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler...”1776 “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle: (Bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine salsınlar (vücutlarını örtsünler)...1777; “Cehennemliklerden görmediğim iki sınıf vardır. (Biri) yanlarında sığır kuyrukları gibi kamçılar (coplar) bulunup, onlarla insanları döven bir kavim! (Diğeri) Giyinmiş çıplak kadınlar... Bunlar cennete giremeyecek, onun kokusunu da duyamayacaklardır. Hâlbuki onun kokusu şu kadar ve şu kadar uzaktan duyulacaktır.”1778
Ümmü Atiyye’den: “Rasûlullah’a (s.a.s.) şöyle sordum: ‘Bizden birisinin (dış) elbisesi olmazsa dışarı çıkmasında bir sakınca var mı?’ Rasûlullah (s.a.s.): “Kocasının elbisesini giyinerek çıksın” buyurdu.1779
Erkeklerin dikkatini çekecek şekilde çok câzip, örtülü olduğu halde vücut hatlarını belli edecek şekilde dar veya ince/şeffaf olan giysiler veya zâhiren tesettüre uygun gözüktüğü halde, iffetli ve olgun bir müslüman hanıma yakışmayacak şekilde “çeyrek tesettür” veya tesettür defilesindeki manken görünümlü giysi ve tavırlardan uzak olmak gerekir. Ayrıca, her çeşit makyajdan uzak bir doğallık şarttır.
2) Güzel kokudan (parfümden) kaçınma: “Bir kadın, güzel koku sürerek bir topluluktan geçer, onlar da ‘onun kokusu şöyle şöyleydi’ diye konuşurlar. Böyle (koku sürünmesi ve) söylenmesi çirkindir.”1780
3) Konuşurken ciddî olma: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “... Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır...”1781
4) Hareketlerde ağırbaşlı olma: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “... Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerlerine
1772] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 3372
1773] Fethu’l-Bârî, 10/264
1774] 6/En’âm, 151
1775] 6/En’âm, 120
1776] 24/Nûr, 31
1777] 33/Ahzâb, 33
1778] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128
1779] Buhârî, 1/439; Müslim, 3/20
1780] Ebû Dâvud, hadis no: 351
1781] 33/Ahzâb, 32
- 414 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çekecek şekilde yürümesinler).”1782 Peygamberimiz (s.a.s.)’den de şöyle rivâyet edilmiştir: “Cehennemliklerden görmediğim iki sınıf vardı. (Biri) yanlarında sığır kuyrukları gibi kamçılar (coplar) bulunup, onlarla insanları döven bir kavim! (Diğeri) Giyinmiş çıplak kadınlar; dikkatleri çekmek için salınarak yürüyen, kırıtan ve başlarını deve hörgüçleri gibi yapan kadınlar! Bunlar cennete giremedikleri gibi, onun kokusunu da duyamayacaklardır. Hâlbuki onun kokusu şu kadar ve şu kadar uzaktan duyulacaktır.”1783
(Müslüman bayan, erkeklerin bulunduğu sosyal hareketlere katılır veya yabancı erkeklerle meşrû ölçüler içinde konuşurken, her şeyden önce dişiliğiyle değil; kişiliğiyle bulunmalıdır. Bir kadın için, sosyal hayâtta tesettür her şey değil; bir şeydir. Onsuz olmaz ama, onunla da her şey tamamlanmış değildir. Bırakın kahkahayı, aşırı ve sesli gülme yabancı erkeklerle şakalaşma, gereksiz samimi tavırlar, kadınsı işveler yapmacık edâ ve sesin güzelleştirilmesi için doğal olmayan çabalar vb. iffetli müslüman bir hanıma yakışmayacak ve müslüman insanlarca yadırganacak ya da farklı gözle değerlendirilecek her türlü tavırdan kaçınılması gerekir. Müslüman kadının bu ölçülere riâyet etmeden sosyal hayâtta yer alması ya da erkeklerle konuşması, hem kendine, hem dâvâsına, hem tesettürlü hanımlara, hem İslâm’a ve hem de müslüman kadınların toplumda müslümanca yer etmesi için gereken ortamın ve örfün oluşması önündeki zincirlerin kırılma çabalarına çok büyük zararlar verecektir.)
Bazı müşterek görüşme âdâbı kaybolduğunda ne yapılmalıdır? Daha önce ifâde edilen görüşme edeplerine müslüman erkek ve kadının önem vermesi ve bunlara bağlı kalması gerekir. Fakat herhangi bir yerde bu âdabın tamamı ya da bir kısmı kaybolduğu zaman yapılması gereken davranış ne olmalıdır?
Edeplerin kaybolduğu ölçüde bozulma olur; görüşme ve bir araya gelmelerde müslüman erkek ve kadının duyacakları rahatsızlık olur, günahlara kapı açılır, şeytana dâvetiye çıkarılabilir. Bazı edeplerin kaybolması durumunda müslümanın, mevcut maslahatı ve muhtemel bozulmayı kıyaslayarak, hangisi daha ağır basıyorsa ona göre hareket etmesi gerekir. Bu konuda ölçü, nefis ve hevâ, çevre ve özgürlük anlayışı değil; İlâhî sınırlar ve takvâ bilinci, hayırda yardımlaşma olmalıdır.
Görüşme ortamından ve sosyal ilişkilerden kaçınmak, müslümana çeşitli zorluklar getiriyorsa, müslüman erkek ve kadının zorluğu kaldıracak şekilde, zarûret miktarı mevcut durumu kabul etmesi, kesin haram olan sınırlara geçmemek şartıyla kolaylığı ve ruhsatı tercih etmesi gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah dinden sizin üzerinize bir zorluk kılmadı.”1784
Müslüman kadın veya erkeğin bir sosyal ortamda bulunması, hayra götürüyor veya şerden uzaklaştırıyorsa, Allah’a tevekkül ederek orada bulunmaları, bazı yanlışları düzeltmek için çaba göstermeleri gerekir.
Bazı müslümanlarda, cehâlet veya zarûretten dolayı bazen görüşme âdâbına aykırı davranma olabilir. Mü’minlerin kardeşleri hakkında dikkatli olmaları, Allah’tan sakınmaları, dillerini kötü sözlerden korumaları ve asılsız iftiradan uzak durmaları gerekir. Bu hususta ifk hâdisesi bir ibrettir. Allah Teâlâ bu konuda
1782] 24/Nûr, 31
1783] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128
1784] 22/Hacc, 78
FUHUŞ / ZİNÂ
- 415 -
şöyle buyuruyor: “Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç)tur. Onu duyduğunuzda: ‘Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz, hâşâ! Bu, çok büyük bir iftiradır’ demeli değil miydiniz?”1785 Rasûlullah da: “Kişinin her duyduğunu söylemesi, kendisine günah olarak yeter”1786 buyurmaktadır.
Asılsız zinâ iftirası, kişinin kendi istek ve arzularına uyarak insanları suçlamasıdır. Bu da bazı müslümanların görüşme âdâbına riâyet etmemelerinden kaynaklanır. Çoğu zaman yapılması gereken, zâhire bakmakla yetinip görüşme âdâbına riâyet etmeyenlere itibar etmemek ve onları şer’î âdâba sarılmaya çağırmaktır. Allah gizli olanları en iyi bilendir. Aynı zamanda, hata yapmakta olan müslümanları kendilerini düzeltmeleri ve ellerinden geldiği kadar töhmetli yerlerden uzak durmaları konusunda uyarıyoruz.1787
İslâm’ın tesettür1788 ve gözleri sakınma1789 emrinin hikmeti, kadının toplum hayâtında ve yabancı erkeklerle şu veya bu şekildeki ilişkileri içindir. Bir başka deyişle, kadın zarûret dışında erkeklerle beraber olmayacaksa, ona tesettürün emredilmesi ve erkeklerin de gözlerini sakınmaları emri gereksiz olacaktır. Haremlik-selâmlık hayâtı yaşayan ve birbirleriyle hiç ilişki ve görüşmeleri olmayan kadın-erkek için bu emirlerin bir anlamı olmaz. Bütün bunlarla birlikte, müslüman bir âile, evlerinde haremlik-selâmlık uygulayabilir, ev sahibi erkek, bunun kendi hanım veya kızları ve misâfir erkekler açısından daha ihtiyatlı olduğu anlayışında olabilir; buna kimsenin bir şey diyeceği olamaz. Ama, bunu İslâm’n emri olarak görüp göstermek istemesi önemli bir yanlış ve dine bir iftiradır, bir bid’attır; hiçbir müslümanın bu hakkı yoktur.
Günümüzde İslâmî hassâsiyetleri olan nice müslüman âile, kadın-erkek misafirlerini ayrı odalarda kabul etmekte ya da eş veya kızlarını misafir erkeklerin bulunduğu salona almamaktadır. Bunu yapan müslümanlar hiçbir şekilde kınanamaz. Özellikle, kadının gerekli tesettürü ve mahrem erkeklerle görüşmede “dişiliğiyle değil; kişiliğiyle” yer almayı beceremediği ve her iki cinsin hayâ, edep ve takvâ sınırlarına sahip olmada ciddî problemlerin olduğu ve karşı cinslerin müslümanca oturup konuşma örfü oluşturulamadığı yer ve durumlarda haremlik-selâmlık uygulaması, belki daha ihtiyatlı ve takvâya yakın kabul edilebilir. Ama bu konu, tâviz meselesi gibi ele alınmamalı, özellikle ihtiyaç olduğunda veya uzak da olsa akrabaların kadın-erkek birbirlerini hiç tanımayacakları ya da ev sahibi bayanların “hoş geldin!” demelerinin bile sakıncalı olduğu anlayışı vermemeleri, meşrû kıyâfet ve tavır içinde insanî ilişkiler gerektiğinde gösterilebilmelidir. Akrabaların birbirleriyle darılmaları ya da müslümanların yakınlarındaki hatta yaşlı erkeklerden bile hanımlarını kıskandıkları ve onlara kuşkuyla baktıkları imajı vermenin de vebali unutulmamalı, kaş yapayım derken göz çıkartılmamalıdır.
1785] 24/Nûr, 15-16
1786] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 4358
1787] Abdülhalim Ebû Şakka, Tahrîru'l-Mer'e, Kadın ve Âile Ansiklopedisi, Denge Y. c. 1, s. 327-346
1788] 33/Ahzâb, 59; 24/Nûr, 31
1789] 24/Nûr, 30
- 416 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kadın ile erkek el ele vererek toplumun meselelerini birlikte çözmeye başladıkları an, Kur’ân-ı Kerim’in amaçladığı hedef gerçekleşmiş olacaktır: Mü’min erkekler ile mü’min kadınlar birbirlerinin velîleri/dostlarıdır; iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Gerçek bir İslâm toplumunun ancak bu şekilde gerçekleştirilebileceği hiçbir zaman unutulmamalıdır.
Zinâ; İlâhî Bir Yasaktır
İslâm Dini, İlâhî emirler ve yasaklar manzûmesidir. İslâmî yasaklar, haramlar dizisi içinde yer alan zinâ; evlilik bağı olmaksızın cinsî münâsebette bulunmaktır. Zinânın İslâm Dinindeki yasaklık derecesini Peygamberimiz şöyle açıklamıştır: “Allah7ın zâtına ve kanunlarına ortak koşmak günahından sonra Allah katında zinâdan, kişinin hayat maddesini nikâhlısı olmayan bir kadına bırakmasından daha büyük bir günah yoktur.” “(Zira) kişi gerçek mü’min olduğu halde zinâ yapamaz...” “(Çünkü) zinâ yaptığı zaman kişiden (zinâ fiili sırasında) imanı çıkar da başı üzerinde gölge gibi olur...”1790
Diğer bütün İslâmî haramlarda olduğu gibi, zinâda da ferdi ve toplumu kuşatan imanî, ahlâkî ve maddî zararlar vardır. Zinâ; vücut organlarını teşhir, şehvetle bakışma ve buluşma gibi haramlarla başlayan ve çok defa yalan, içki, uyuşturucu ve ırza tecâvüz gibi başka haramlarla bağlantılı olarak sonuçlanan imanı eritici bir haram fiildir. Zinâ; toplumun ana kurumları olan âile müesseselerinin kudsiyetini zedeleyen, kurulmasını engelleyen, mutluluğunu sarsan ve sonuç olarak da neslin bekasını tehdit eden bir haramdır. Zinâ; toplumda kadın ticaretini başlatan, geliştiren ve topluma giderek artan oranda fâhişeler salan bir haramdır. Zinâ; yaygınlaşması sanatı, edebiyatı, ilmi, siyaseti, yönetimi ve askerî stratejiyi olumsuz yönde etkileyen bir haramdır.
Zinâ; sebep olduğu ana-baba ve akraba şefkatinden yoksun, hırçın nesebi gayr-ı sahih çocuklarla toplumun problemlerini artıran bir haramdır. Zinâ; bir erkek ve bir kadın tarafından yapılmış olsa da, onların bağlı bulunduğu âileleri için bir nâmus lekesi olduğundan ihtilâflara, kavgalara ve hatta cinâyetlere sebep olan bir haramdır. Zinâ; bel soğukluğu, frengi ve giderek yayılma eğilimi gösteren AIDS gibi ölümcül hastalıkların kaynağı olan bir haramdır. Zinâ; düzensiz harcamalara, iş gücü isrâfına ve isâbetsiz girişimlere ve çok yönlü nefsânîliğe yönelterek fakirlik doğuran bir haramdır. Özetlersek, zinâ, fâizle birlikte toplumun yıkım sebebi olan bir haramdır. Bu gerçeği Peygamberimiz şöyle açıklıyor: “Bir toplumda zinâ ve fâiz işlemleri açıkça yapılır olduğu zaman o toplum halkının tümü Allah’ın azâbını üzerlerine çekmiş olurlar.”1791
Bireysel, âilevî ve sosyal hayatı çökerten yıkıcı ve eritici bir fiil olduğu içindir ki İslâm Dini zinâya, dünyada çekilecek, âhirete götürülecek cezâlar koymuştur. Kur’an ve Sünnet toplumunda itiraf, hâmilelik veya dört şâhidin şehâdeti ile sâbit olan zinâ fiilinin cezâsı Kur’an’da yüz sopa olarak belirtilmiş, Sünnette evli veya dul olan kişiler için de recm edilerek ölüm cezâsı verilmiştir. Pek tabiîdir ki, bu cezâ, bugünkü gibi câhiliyye hükümlerinin uygulandığı ve zinânın devlet güvencesi altında rahatça işlenebildiği ve zinâya götüren yolların alabildiğine açıldığı devlet ve toplumlar içinde tatbik edilemez. İslâm’ın öngördüğü zinâ cezâsı, Kur’an ve Sünnet yasalarına göre yönetilen, İslâm inancı ve kültürünü yayan,
1790] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, III/326; Tefsîru Rûhu’l-Meânî, 15/67
1791] Câmiu’s-Sağîr, I/51; Râmûzu’l-Ehâdîs –İzâ Zahara’z-Zinâ...-
FUHUŞ / ZİNÂ
- 417 -
zinâya götürücü yolları açtırmayan, açık olanları kapatan, devlet bütçesinden evlenemeyen bekârlar için fon ayıran ve şartları çerçevesi içinde birden fazla evliliğe ruhsat çıkaran İslâm Devletinin ve İslâm toplumunun zinâkârları içindir.
Zinâ fiilinin âhiret cezâsı ise çok daha elem vericidir. Şanlı Peygamberimiz, ölür ölmez kabir hayatının başlamasıyla birlikte, zinâcıların zinâlarının cezâsını görmeye başlayacaklarını şöyle açıklamıştır: “Cebrâil ve Mîkâil beni Mukaddes Arza çıkardılar ve bana yürü dediler. Yürüdük. Ateş fırınları gibi ağzı dar, altı geniş bir ağza geldik. İçinde çırılçıplak kadınlar ve erkekler vardı. Dipten ateşlenen bu fırında alevler alttan gelerek içindekileri yaklaşarak sardıkça, onlar dışarıya fırlayacak gibi yükseliyorlar, alevler çekildikçe de dibe yuvarlanıyorlardı. Sordum: ‘Bunlar kimlerdir?’ Cebrâil ve Mîkâil bana şu açıklamayı yaptılar: ‘Bunlar zinâ eden erkekler ve kadınlardır. (Kıyâmet Gününe kadar kabirlerinde bu şekilde azap edileceklerdir.)”1792 Peygamberimiz zinâ yapanların kabir azâbını açıklarken zinâ yasağını koyan Rabbimiz de Kur’an’ında şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah ile beraber (tuttukları) başka bir tanrıya yalvarır, haksız yere cana kıyar ve zinâ ederse günahı(nın cezâsını) bulur. Kıyâmet günü azâbı kat kat arttırılır ve onda (azapta) alçaltılmış/aşağılanmış olarak kalır.”1793
Bireysel ve toplumsal zararlarını dünya ve âhiret cezâlarını özet olarak açıklamaya çalıştığımız zinânın ücret alarak sanatlarını(!) icrâ eden fâhişelerle veya tatmin olmak için kendi arzusuyla zinâ eden dul dişilerle yapılmış olması, halka açık genelevlerde uygulanışı onu zinâ olmaktan çıkarmaz. Zinâ, zinâdır.
İslâm Dini yalnız zinâyı yasaklamamış, zinâya götürücü bütün fiilleri de haram kılmıştır. Zinâya yaklaşılmasını engellemek için kadınların vücut organlarını örtmelerini (tesettürü) emretmiş, hanımların nâmahrem olan erkekle bir arada yalnız kalmalarını ve birlirine şehvetle bakmalarını, tokalaşmalarını ve vücut temaslarını da yasaklamıştır. Bunun yanında, dinimiz şehevî duyguları geliştirici ve azgınlaştırıcı müzik, film, roman gibi sanat ve edebiyat türlerini, bar, pavyon, gazino ve benzerleri gibi yerlerin kurulması ve işletilmesini de haram kılmıştır.
Yüce dinimizin ve olgun aklın reddettiği zinâ, gerçekten bir çirkeftir. Zinâcıların her biri de aşağılık kişilerdir. Bunun içindir ki Hz. Allah, Kur’an’da iffetli kadın ve erkeklerin tevbekâr olmamış zinâcı erkek ve kadınlarla evlenmelerini haram kılmıştır.1794 Çünkü onlar, Kur’an ifâdesiyle “pis”tirler ve kendileri gibi pislere uygundurlar.1795 Haramlarda aşağılık ve azap vardır. Bütün haramlardan ve kıyâmet alâmetlerinden olduğu ifâde edilen zinâdan sakınmak, çevredeki insanları uyarmak gerekmektedir. Bu sakınmada âhiret saâdeti vardır: “Kim bana iki çenesi araısndaki dilini ve iki bacak arasındaki tenâsül uzvunu haramlardan koruyacağına garanti verirse ben de onun Cennete gireceğine garanti veririm.”1796. Rabbimiz de Firdevs Cennetine vâris olacak gerçek mü’min kullarını vasfederken onların zinâdan korunan kullar olduğunu bildirmektedir.1797 Peygamberimizin şu uyarısı gerçekten önemli ve dikkat çekicidir: “Aman zinâ yapmayınız. Zira yaparsanız sizin nikâhlı kadınlarınızdan, kadınlarınızın da sizden alacağı cinsî haz körelir. Aman nâmuslu
1792] et-Tâc, 4/310
1793] 25/Furkan, 68-69
1794] 24/Nûr, 3
1795] 24/Nûr, 26
1796] et-Tâc, 5/183
1797] 23/Mü’minûn, 5-7
- 418 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olun ki, kadınlarınız da nâmuslu olsunlar. Zira falan oğullarının erkekleri zinâ edince kadınları da fâhişe oldular.”1798
İnsan yaratılış düzeni itibarıyla cinsî konularda son derece hassastır. İslâm Dininin yasaların koyan, insanı yaratan Allah olduğu için dinimiz insanın cinsel duyarlılığına uygun emirler ve yasaklar koymuştur. Tek tek fertleri değil; bireylerin bağlı olduğu cinsleri esas almıştır. Dinimiz akrabalık ilişkileri, eğitim, çalışma ve nişanlılık gibi sebeplerle de olsa, birbirlerine nikâh düşebilecek kadınla erkeğin bir araya gelerek yalnız kalmalarını yasaklamıştır. Bu konudaki haram kılıcı ölçüleri Peygamberimiz şöyle açıklamıştır: “Sizden biriniz yanında mahremi bulunmayan nikâh düşebilecek bir kadınla yalnız kalmasın.” “(Zira) üçüncüleri şeytan olur.” “Şeytan da kan kan damarlarınızda şehvet duyguları ile akar.” “Bu sebeple kadınlarla ancak mahremleri varken bir arada bulunun.”1799 Mânâlarını sunduğumuz hadislerin mü’minler için koyduğu ölçüler şu veya bu şekilde yorumlanamayacak derecede açık ve kesindir. Bundan ötürü, bu konuda âilevî zarûretler, sosyal ve ekonomik sebepler öne sürülerek farklı yorum yapılamaz, İslâm’ın haram kıldığı, helâl görülemez. Bu konuda içinde yaşadığımız câhiliyye hayatının şartlarından söz ederek farklı görüş belirtmek, insanı itikadî açıdan tehlikelere sürükleyebilir.
Birbirleriyle evlenebilecek bir erkekle bir kadının bir arada yalnız kalmalarını (halveti) haram kılan dinimiz, bu yasağını ikinci dereceden akraba fertlerine de teşmil etmiştir. Amca, dayı, kardeş, hala, teyze gibi gibi mahremler bir tarafa (ki bunlarla evlenme yasağı vardır); bu konuya kayınbiraderler ve amca çocukları gibi akraba arasında çok daha fazla önem verilmesi Peygamberimiz’in emridir. Peygamberimiz’in “Yanında mahremi bulunmayan kadınların yanına girerek bir arada yalnız kalmaktan sakının!” şeklinde öğüt vermesi üzerine bir sahâbî şöyle sormuştur: “Yâ Rasûlallah! Kocanın kardeşi (kayın birâder) ve amca oğulları gibi akrabâya ne buyurursunuz? (Onlar da mı bizim kadınlarımızla bir arada yalnız kalamazlar?” Peygamberimiz şu cevabı vermiştir: “Sözü edilen kocanın akrabâsı ile bir arada yalnız kalmak ölümdür (âile ahlâk hayatının çöküşüne sebeptir).”1800
İslâm kültürü almadığından ötürü dinimizin bu husustaki inceliğini tam olarak kavrayamayanlarımız için ifâde edelim ki, İslâm Dini yasalarını belirli fertler için koymamıştır. Muhtemel tehlikelere muhakkak nazarıyla bakmış, genel hükümleri koymuştur. Şeytana fırsat verecek yolları tümüyle kapatarak kalpler için en emin yolu göstermiştir. Bu konudaki dinî ölçüleri benimsemeyen akrabâ arasında nice ıstırap verici (ensest ilişki) olayların cereyân ettiği ve etmekte olduğu bir gerçektir.
Birbiriyle evlenebilecek bir erkekle bir bayanın bir arada yalnız kalmaları yasağı, eğitim ve çalışma alanlarını da içine alır. Bu nedenle İslâm Dini, ergenlik çağına ermiş gençlerin karma eğitimini ve kadın-erkek bir arada çalışma düzenini câiz görmez. Çünkü böylesine bir eğitim ve çalışma düzeninde karşılıklı göz zinâsı, bedenî temas ihtimali ve bir arada yalnız kalma (halvet) gibi dinimizin haram kıldığı üç yönlü mahzur vardır. Cinsî bakımdan duyarlı gençleri ve yetişkinleri bir arada eğitmek ve çalıştırmak ekonomik de olsa, bir yarar sağlamaz, nice zararlara sebep olur. Ancak haram arkadaşlık, flört (çıkma) gibi zinâya yaklaştıracak
1798] Keşfu’l-Hafâ, h. no: 1738
1799] et-Tâc, 2/329
1800] et-Tâc, II/329
FUHUŞ / ZİNÂ
- 419 -
ilişkileri arttırır. Hayâ duygularını zaafa uğratır. Âile yaşantısını olumsuz etkiler. Kadınları erkekleştirerek yaratılış düzenlerini bozar. Bu nedenle hiçbir mü’min, erkek ya da kız çocuğunu karma eğitim yapan okullara vermemelidir.
İslâmî ölçülere göre arzu edilir olan kadının yeterli dinî ilim, genel kültür ve ev ekonomisi gibi bilgilerlerle donanmış bir ev hanımı ve yetiştirici bir anne olmasıdır. Fakat kadının bir-iki istisnâî işler dışında, meşrû işlerde ve meşrû şekilde çalışmasında dinî bir sakınca yoktur. Ancak, özellikle cinsî duyguların faâliyette olduğu yaş dönemleri içinde kadın-erkek bir arada çalışma, mahzurludur. Bu sebeple, hiçbir mü’min erkek ve özellikle kadın, böyle karma bir çalışma düzeni içinde çalışmamalıdır. Mü’min işverenler de, çalışma odalarında beraber kalacakları bayan sekreter cinsinden ya da bayan-erkek karma bir çalışma düzeni kurmamalıdır.
Birbirleriyle nikâhlı olmayan ve mahrem de bulunmayan bir erkekle bir kadının bir arada yalnız kalmalarıyla alâkalı İslâmî yasak, devrimizdeki yaygınlaşmış şekliyle nişanlanmış çiftleri de içine alır. Nişanlı çiftler, dinî yasalarımıza göre, aralarında nikâh akdi yapılıncaya kadar birbirlerine yabancıdırlar. Nişan bağı, halveti yalnızca bir arada kalmayı meşrûlaştırmaz. Bu itibarla sözlü ve nişanlı çiftler yalnız bir odada kalamazlar, birbirleriyle tokalaşamazlar, birlikte “çıkamazlar”. Böylesine samimi davranışlar ve serbest âdetler, gayr-ı müslimlerden intikal etmiş bâtıl uygulamalardır ve câiz değildir.
Birbirleriyle evlenebilecek erkekle kadının arada nikâh bağı olmaksızın bir arada bulunmalarını yasaklayan dinimiz, bu yasağını ihlâle sebep olacak işleri de haram kılmıştır. Bunun içindir ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir kadının yanında (babası, kardeşi, kocası veya çocuğu gibi) bir mahremi bulunmaksızın bir günlük yolculuğa çıkması helâl, meşrû değildir.”1801 Karısının hacca gitmek kararında olduğunu, kendisinin de cihad yapmak için orduya yazıldığını açıklayan bir sahâbîye Peygamberimiz müsâade etmemiş ve şöyle buyurmuştur: “Dön, karınla beraber (hac yap; onu yalnız başına hacca gönderme.)”1802
İslâm Dininin bu ve benzeri ölçülerinin gâyesi ahlâkî olduğu içindir ki, mü’min bayanların yanlarında mahremleri bulunsa bile yabancı erkeklere karşı İslâmî ölçülere göre giyinmeleri ve ihtiyatlı davranmaları da görevleridir. İslâm Dini, bayan-erkek beraberliğini yasaklarken pek tabiîdir ki, bu beraberliğin sonucu olabilecek vücut ve el temasını da haram kılmıştır. Genel olarak dokunma duyusunun insanı etkilediği bir gerçek olduğu gibi, cinsî bakımdan uyardığı da bir hakikattir. Bu sebeple oynaşma niteliğinde olsun veya olmasın cinsî münâsebet çağını geçirmemiş olan kadınla erkeğin birbirlerine dokunması da haramdır. Yaşadığımız topraklarda folklor, horon gibi bölgesel oyunlarda ve cinsî bir oyun vasfındaki dansta görülen vücut teması ve kadının cinselliğini öne çıkaran erkeklerin göreceği şekilde eğlence ve oyunları kuşkusuz haramdır. Bu haramları, müslümanlar eşlerine ve çocuklarına çok öğretmeli ve sakındırmalıdır.
Özetle, İslâm, bütün insanları ölçü alarak yasalar ve yasaklar koymuştur. Böylece ahlâkî sakıncaların doğup gelişebileceği ortamların oluşmasına imkân
1801] İbn Mâce, h. no: 2899
1802] İbn Mâce, h. no: 2900; et-Tâc, II/329
- 420 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vermemiştir. “Zinâya yaklaşmayın. Zira zinâ açık bir hayâsızlıktır. Pek kötü bir yoldur.”1803
Gözün Zinâsı Harama Bakmaktır
Dinimiz, kalbî duyguların temizliğini gideren, cinsî zaafları çoğaltan ve de zinâ eğilimini arttıran bakışları, azâba uğratacağını bildirerek haram kılmıştır. Zira bütün ahlâk dışı münâsebetler, önce bakışmalarla başlar. Gülümseme, selâmlaşma ve konuşma ile gelişir. Buluşma ile sonuçlanır, sonrası felâket olabilir. Zira göz, kalbin ana girişidir. Kalp de bütün organlarımızın yönetim merkezidir. Duyu organlarımızdan, özellikle gözden kalbe şehevî duyguları uyarıcı ve azgınlaştırıcı mesajlar gelirse insan ahlâk dışı bir hayatın ve ilişkilerin arzulusu olur. Çünkü arzulu bakışlar Paeygamberimiz’in ifâdesiyle: “Şeytanın zehirli oklarından bir oktur”1804 ve kalbe ekilen şehvet tohumlarıdır. Mânevî zinâdır. Nitekim Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Gözler de zinâ eder; onların zinâsı (bakılması haram olan kimselere şehvetle) bakmaktır.”1805
(“Gözler de zinâ eder” ifâdesi, “gözün harama bakması ile gayr-ı meşrû cinsel ilişki anlamındaki zinâ arasında bir fark yoktur, ha o olmuş, ha ötekisi” şeklinde anlaşılmamalıdır. Elbette, hem dünyevî ve hem uhrevî cezâ bakımından ikisi arasında büyük bir fark vardır. “Göz zinâsı”, esas zinâya yaklaştırma açısından yasaklanmıştır. Ona izin verilmiş olsa, diğerine kapı açılmış olacaktır. “Göz zinâsı” tâbiri, gözlerin harama bakışının da çirkin olduğunu ifâde etmek için biraz mübâlağalı, korkutucu, caydırıcı ve mecâzî bir ifâdedir.)
Cinsî arzularla bakmak da bir nevi zinâ olduğu içindir ki, Hz. Peygamber, bizleri âhiret azâbı ile uyarmış ve şöyle buyurmuştur: “Nikâhlısı olmayan bir kadına şehvetle bakan kişinin Kıyâmet Gününde gözlerine erimiş kurşun dökülür.”1806 Şehvetle bakan gözler insan vücudunda Cehenneme açılan gedikler olduğu için Kur’ân-ı Kerim gözlerimizi korumamızı, bakışlarımızla fesâda düşmememizi emretmiştir: “Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu, kendileri için çok temiz bir davranıştır. Şüphesiz ki Allah, kullarının yapacaklarından hakkıyla haberdardır.”1807 Bu âyet ve izahını yapan hadisler, mü’min erkeklerin nikâh düşebilecek kadınların yüz ve eller dışındaki diğer uzuvlarına bakmalarının yasaklandığını açık olarak ortaya koymaktadır. Şehvetle bakıldığı takdirde şüphesiz yabancı kadınların ellerine ve yüzlerine bakmak da haramdır. Pek tabiîdir ki, şehevî arzuları uyandıran makyajlı yüzlere ve ellere bakmak da böyledir. Bu konuda ana İslâmî düstur şudur: Dinimizin kadınlara örtünmesini emrettiği vücut organlarına bakmak, mü’min erkeklere haramdır.
Bakışları sınırlandırıcı İlâhî ölçüler mü’minlerin kalbinde hayâ duygularını kökleştirmek için olduğundan yalnız kadınlara bakmak haram kılınmamıştır. Erkeğin erkeğe, kadının kadına şehvetle bakması da haram kılınmıştır. Gözlerin evlenilebilecek kadınlara şehvetle bakmaktan korunması ve bakışların yönlendirilmesi husûsunda Yüce Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Bir bakıştan sonra tekrar bakma. Zira birinci bakış (kaçınılması mümkün olamayacağından) senin için helâl ise de
1803] 17/İsrâ, 32; A. Rıza Demircan, İslâm Nizamı, III/117-128
1804] İbn Kesir, Tefsîru’l-Kar’âni’l-Azîm, 3/282
1805] Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20
1806] Kemal İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, 8/98
1807] 24/Nûr, 30
FUHUŞ / ZİNÂ
- 421 -
ikinci bakış (irâdeyi kullanarak ve arzu duyarak olacağından) senin için helâl değildir.”1808 Peygamberimiz, refâkatinde bulunan ve kadınlara bakan amcası oğlu Fazl’ın bakışlarını elini siper ederek engellemiş; kadınlara arzuyla bakmanın haram olduğunu fiilî sünnetiyle de gösterip bildirmiştir.1809
Müslüman toplum, bugünkü câhiliye hayatının çirkefliklerinin hemen hiçbirine yer vermeyen bir yapıda olsa da; çarşısında, caddelerinde kadın görülmeyen toplum demek değildir. Bu itibarla harama bakmayı yasaklayan ölçü yalnız erkekleri değil, kadınları da içine almaktadır: “Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar...”1810 Açıkça anlaşıldığı gibi, kadınların karşı cinse arzulu bakışlarla bakmaları da haramdır. Bu nedenle mü’min kadınların erkeklerden kendilerini sakınmaları gerekir.
Yüce Peygamberimiz, zevceleri Ümmü Seleme ve Meymûne vâlidelerimizle oturuyorlarken ashâb-ı kirâmdan görme özürlü Abdullah ibn Ümm-i Mektûm çıkagelince Peygamberimiz eşlerine: “Bu zâttan korunun, ona karşı örtünün” buyurdu. Ümmü Seleme annemiz de: “Yâ Rasûlallah! Bu zât a’mâ değil midir? O bizi görmez, tanımaz ki (ondan sakınalım)!” deyiverdi. Bu söz üzerine Peygamberimiz mü’min kadınlara ölçü olan şu cevabı verdiler: “Evet (o a’mâdır, görmüyor), ama siz de mi a’mâsınız? Siz de mi onu görmüyorsunuz? (Gözlerinizi koruyun ve tesettüre uyun).”1811
Kur’an ve Sünnet yasalarından açıkça öğrenilmektedir ki, mü’min kadınlar da gözlerini koruyacaktır. Zira arzuyla, şehvetle bakan kadına erkeğin bütün vücudu haramdır. Burada şu husûsu açıklamakta fayda vardır: Kadınlarımız için de cinsî duyguları kamçılayan şartların hâkim olduğu yaşadığımız toplumda mü’min erkeklerin kadınların arzulu bakışlarını çekecek şekilde; vücut organlarını belirtici giysi giyinmeleri de câiz değildir.1812
Kalpleri hançerleyen, ihlâs nûrunu söndüren, şehvetli bakışlardır. Devrimiz câhiliyye hayatında gerek erkekler ve gerekse kadınlar için gözleri haramdan sakındırmak oldukça güçleşmiştir. Zira Rabbimizin örtünme emrine itaat etmeyen kadın ve erkeklerin yanı sıra, göze hitap eden ve özellikle gençlerde cinsî arzuları azgınlaştıran, hayâ duygularını yaralayan filmler, şehvet saçan resimli ve resimsiz romanlar, hikâyeler, duvar takvimlerinden her türlü ticaret malına kadar yayılan müstehcen resimli reklâmlar, ilânlar, her gün yüzbinlerce basılan ahlâk dışı gazete ve dergiler göz ve kalp fesâdına sebep teşkil eden ahlâk katili araçlar haline gelmiştir. Bütün bunlar arasında yıkıcılığı tarif edilemez boyutlara ulaşan gazete ve dergilerle televizyon özel bir yer işgal etmektedir.
Gözlerimizi, kadın vücudunda mahrem nokta kabul etmeyen giysilere bürülü dişilere karşı korumakla mükellef olduğumuz kadar, hayâ duygularını çatlatan resimlerle, haberler ve yazılarla dolu gazete ve dergilerden de korumakla mükellefiz. Hele hele televizyon, sakınmamız gereken bir ateş çağlayanı olmuştur. Bitmez tükenmez, ar-hayâ tanımaz dizi filmleri ve eğlence programlarıyla insanımızın hayatına giren televizyon, İslâmî inançları, ahlâkî değerleri, İslâmî
1808] Tirmizî, Edeb 28, h. no: 2778; Ebû Dâvud, Nikâh 44, h. no: 2149
1809] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc. ve Şerhi, 10/436
1810] 24/Nûr, 31
1811] Ebû Dâvud, Libas 37, hadis no: 4112; İbn Kesir, Tefsîr, 3/283
1812] Yusuf el-Kardavî, İslâm’da Helâl ve Haram
- 422 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gelenekleri yakıp eritmektedir. Bizzat kendisine değil de, devrimizdeki kullanım tarzına karşı çıktığımız televizyona ve özellikle inancımıza ve ahlâkımıza zarar verici programlarına direnç göstermeyen, gözlerini ekrandan koruyamayan fertlerin ve âilelerin müslümanca bir hayat sürmelerinin mümkün olmadığını üzülerek ifâde etmek isteriz.
Başta televizyon programları ve vücut organlarını teşhir eden kadınlar olmak üzere gözlerimizi korumamız gereken şeyler hiç de az değildir. Peygamberimiz bir müjdeli hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Gözleri bir kadının güzelliklerine takılan, fakat hemen bakışlarını koruma altına alan her bir müslümana, Allah, tatlılığını kallbinde duyacağı bir ibâdet yaptırır.”1813
Gözlerimizi, eşlerimiz ve çocuklarımızın gözlerini korumak Rabbimizin emridir. Bu sebeple ibâdettir ve âhiret saâdetimize sebeptir. Aldığımız ve aldırdığımız ahlâk dışı gazeteler ve dergilerle, sinema ve televizyonda izlediğimiz ve izlettirdiğimiz programlarla haramlara gözlerimizi açarsak sonuçta göreceğimiz, ancak İlâhî azap olacaktır. Haram bakışlardan gözlerini korumayanın cezâsı, suç cinsinden olacak, cehennemden kurtulsa bile cemâlullah’ı gözleriyle seyretme zevkinden mahrum kalacaktır. Haramlara bakarsak ve zevcelerimizin, kız çocuklarımızın şehvetli bakışlara muhâtap olacak giysiler içinde toplum içine çıkmalarına râzı olursak, azâp görmeksizin Cennete giremeyiz. “(Kıyâmet Günü’nde) Bütün gözler ağlayacaktır. Ancak, Allah yolunda uyanık kalan gözler, Allah’ın azâbına uğramak korkusuyla sinek başı kadar yaş akıtan gözler ve bir de Allah’ın haram kıldıklarına bakmaktan korunan gözler ağlamayacaktır.”1814
Üzülerek görmekteyiz ki, artık günümüzde edep ve terbiye, utanma ve sakınma, nâmus ve mahremiyet gibi çok önemli konulardaki hassâsiyet, son derece azalmıştır. Çarşı ve pazarlarda, moda deyimle kamusal alanlarda gencecik kızlar, dekolte kıyâfetlerle yarı giyinik halde, şehveti galeyâna getirecek bir görünümde, rahatça gezebilmekteler. Ne kadar erkeği kendine baktırıyorsa, o kadar kahraman görüyor kendini; görevini yapmış bir şeytan edâsıyla. Mantık da şeytana pabuç bıraktıracak cinsten: “Vücut benim değil mi, istediğim gibi giyinirim. Zevk ve özgürlük meselesi. Hem demokrasi var. İstemeyen bakmasın canım!”
Ayrıca, her yolu mubah sayıp ahlâksızlık meydanında at oynatan, ahlâksız kadınları ücret karşılığında satan şehvet tüccarı pezevenk ve deyyuslar veya zinâyı sanat edinip geçim vâsıtası olarak kullanan fâhişeler... Bununla birlikte, cinsel konuları işleyen ve bu konuda değişik fantezilelere yer veren kitaplar, açık-saçık resimleri neşreden gazete ve dergiler, kanalizasyon çukurundan farksız kanalların televole yarışma, müzik-eğlence programları, şehveti gıdıklayan ve fuhşa teşvik edici mâhiyetteki dans, bale ve benzeri oyunlar... Nikâhsız beraberlikler, cinsel sapmalar, eşine ihânet etmeler ve daha neler...
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanın şehevî arzularını kontrol etmesi, nefsini zaptederek disiplin altına alması, gerçekten çok zorlaşmıştır. Öyle ki, önceleri bir fazilet olarak telâkki edilen iffet ve nâmus kavramı neredeyse alay konusu olmuştur. Evlilik öncesi cinsel ilişki, bazı çevrelerce normal karşılanmaktadır.
1813] İbn Kesir, Tefsîr, 3/282
1814] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y. 10/227; Câmiu’s-Sağîr, I/94; İbn Kesir, Tefsîr, 3/282; A. Rıza Demircan, İslâm Nizamı, III/111-116
FUHUŞ / ZİNÂ
- 423 -
Hatta bu, âdet haline getirilerek bekâretin bir kıymeti bulunmadığı bazı yazar taslakları tarafından yazılıp çizilebilmektedir. Fâhişe kadınların, travestilerin, yol kenarında para karşılığı kendilerini pazarlamaları sıkça rastlanan normal olaylar haline gelmiştir. Arap câhiliyye döneminde, belli olsun diye kapılarına bayrak asan fâhişelerin izinden giden çağdaş fâhişeler, girişlerde bekçi ve polis savunması yani devlet himâyesi ve korumasıyla, yine kapılarında bayraklar olan kamusal alanlarda sanatlarını(!) icrâ edebiliyorlar. Genelev patronları, senelerce vergi rekortmeni oluyor. “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır” denilerek, bu meslek de böylece kutsallaştırılmış oluyor. Sadece eski bâtıl dinlerin tarihteki unvânı değil, kutsal fâhişelik. Şirk ve haram cephesinde yeni bir şey yok; eski câhiliyye her şeyiyle modern kimlikle sanatını(!) icrâ ediyor.
Dalâlet/sapıklık ne kadar yaygın hale gelirse gelsin, müslümanı bağlayan şey “zaman ve zemin”, “düzen ve çevre” değil, Rabbinin hükümleridir, Peygamberinin tavsiyeleridir. Müslümanın ölçüsü Kur’an ve Sünnettir. Özellikle gençler, bu ölçü üzere hareket ederse, geçici zevklerin peşinden koşmak yerine, ebedî zevklerin tâlibi olursa, hayatları bir anlam kazanacaktır. Bu sâyede müslümanın iffet ve nâmusuyla, haysiyet ve şerefiyle, huzur ve saâdet içerisinde yaşaması mümkün olur.
Günümüzde müslüman gençler için en büyük tehlikelerden biri, zinâya düşme riskidir. Zira ortam buna çok müsâittir. Bu sebeple bu tehlikeden kurtulmanın en güzel yolu ve çaresi de, bu ortamları terk etmek ve zinâya götüren yollara girmemektir. Zâten Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de “Zinâya yaklaşmayın. Zira o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur”1815 buyuruyor. Âyet, “zinâ yapmayın” demiyor da, “zinâya yaklaşmayın!” buyuruyor. Öyle ya, şartlar oluştuktan sonra, bütün yasaklar, engeller aşılıp bir kadın ve bir erkek, kimsenin olmadığı uygun bir yerde, baş başa kalınca, elbette ki, zinâdan kaçabilmek, bu azgın nefse (hevâya) söz geçirebilmek çok zor olacaktır. Herkes Yusuf (a.s.) değil ki... Nitekim Yusuf (a.s.) bile Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla zinâdan kurtulmuştur. Kur’an’da bu durum şöyle anlatılıyor: “Andolsun ki kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhânını görmeseydi o da kadına meyledecekti.”1816 İş buraya kadar geldikten, zinâya yaklaştırıcı haramlara meylettikten sonra, zinâ kaçınılmaz olur. Bu sebeple İslâm’da zinâdan önce, zinâya götüren yollar haram kılınmıştır.
“Mü’min erkeklere söyle; gözlerini (haram bakışlardan) sakınsınlar. Mü’min kadınlara da de ki; (helâl olmayan bakışlardan) gözlerini sakınsınlar. İffet ve nâmuslarını korusunlar.”1817 İslâm, işe harama bakmayı yasaklamaktan başlıyor. Erkek olsun, kadın olsun gözleri haram bakışlardan sakındırıyor. Hiç kimse “göz benim değil mi canım!? İster bakarım, ister yumarım, kime ne?” diyemez. O gözü ve diğer organları bizlere emânet olarak veren Allah, bu emânetleri kendi arzumuz (hevâmız) doğrultusunda değil; O’nun rızâsı yönünde kullanmamızı istiyor. Haram bakışlardan sakınmak, Allah için değil; bizim için gerekli olduğundan merhametli Rabbimiz bunları bizim için yasaklamıştır. Aksi davranışların hesabını soracağını da bize bildiriyor: “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve kalp bunların her biri yaptığından sorumludur.”1818
1815] 17/İsrâ, 32
1816] 12/Yusuf, 24
1817] 24/Nûr, 30-31
1818] 17/İsrâ, 36
- 424 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Buhârî ve Müslim’de rivâyet edilen bir hadis-i şerifte “Gözlerin zinâsı, (harama) bakmaktır.”1819 buyurulmuştur. Harama bakmak; zinâya götüren ilk adımdır. Zinâya sebebiyet verdiği için Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bunu zinâ olarak ifâde buyurmuştur ki, bu abartılı değerlendirme ile kötülüklere giden yolun bakışlar ile adımı atılmamış olsun. Taberânî’de geçen bir rivâyette şöyle buyrulurmaktadır: “(Bakılması haram olan şeye) Bakmak, İblisin oklarından bir oktur. Kim Benim korkumdan dolayı onu terk ederse, yerine kalbinde tatlılığı duyacağı bir iman/ibâdet veririm.”1820 Demek ki, harama bakmakla, şeytanın oklarına hedef tahtası oluyor bir insan. Havalar biraz ısınmasın, nice bayan denildiğinde boyan anlayan, sayın denilince soyun anlayan, toplumda kişiliğiyle değil de dişiliğiyle görülmek isteyen kızlar, kadınlar açık yerleri kapalı yerlerinden daha çok şekilde sokağa dökülüyorlar. Sahil kenarları ve plajların daha fecî olduğunu bilmeyen yok. Üstsüzler, altsızlar, yüzsüzler, arsızlar... Kasap vitrininde dizilen koyun ve sığır butları gibi teşhircilikler... “Bütün bunlara rağmen gözü haramdan sakındırmak mümkün mü?” diyenler olacaktır. Gerçekten zor olsa da imkânsız değildir, elbette mümkündür. Zira Rabbimiz bize imkânsız bir şeyi emretmez. O zerre kadar zulmetmez, her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar.1821 Eğer İlâhî bir emri yerine getirmek ya da yasaktan kaçınmak zor ise, hiç şüphesiz kazancı da o oranda fazla olacaktır. Ümmetin fesâdı zamanında sünnete sarılana (bin) şehid sevabı verilmesi de bunu gösterir. Caddelerde yürüyüş konusunda da sünnete sarılırsak, gözü korumak çok kolaylaşacaktır. Rasûlullah, ashâbın kendisine zor yetişeceği şekilde hızlı yürürdü. Sadece yürüyeceği alana, önüne bakarak yürürdü. Yürürken kafasını herhangi bir tarafa çevirmez, bir yere bakacak olursa, tümüyle o tarafa dönerek bakardı. O her vesile ile zikreder, Allah’ı hatırından çıkarmazdı. Bu şekilde yürüyerek sünnete sarılırsak, gönlümüz Allah’ı hatırlar, dilimiz Allah’ı zikreder ve Rasûlullah gibi yürür ve gereksiz yere cadde ve sokaklarda gezmeye kalkmaz isek, sorunun çoğu hallolmuş olacaktır. İş icabı bir yere gitmeye kalktığımızda yürümek için kalabalık cadde ve pazarları değil, haramların fazla olmadığı sokakları tercih edersek işimiz kolaylaşacaktır. Bütün bunların yanında elbette ki gözümüze ve gönlümüze hâkim olmaya çalışacağız, zaman zaman haramlarla imtihan olacağız, bu imtihanlarda en az bir üniversite sınavında olanın gayretini gösterirsek başarı kendiliğinden gelecektir. Allah, kendi yolunda gayret sarfeden, haramlara karşı hevâsına karşı mücâdele edenlere yardım edecektir.
İş-güç icabı çarşıya çıktığımızda, göz istemeyerek de olsa harama takılabilir, gayr-ı ihtiyârî bir haramı görebilir. Böyle bir durum için, ansızın göze takılan bakmaktan sorulduğunda, Peygamberimiz buyurdu ki: “Gözünü derhal çevir!”;1822 “Bakışı bakışa ekleme. Birincisi senin için (vebal yoktur, ama) ikincisi aleyhinedir.”1823 Kurtubî, der ki: “Birinci bakışa mâni olmak genellikle mümkün değildir. Kişinin kendi isteğiyle olmayacağı gibi, bundan sorumlu da değildir.” Demek ki, ilk bakış gözün hakkıdır, bunda bir günah yoktur. Ama göz harama ilişir ilişmez derhal gözü ondan çevirmek gerekmektedir. “İlk bakış” demek, uzun uzun bakmak değil; ilk an demektir. Yanlışlıkla harama değer değmez gözü hemen çevirmektir. Allah’a
1819] Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20
1820] İbn Kesir, Tefsîr, 3/282
1821] 2/Bakara, 286
1822] Müslim, Âdâb 45, h. no: 2159; Ebû Dâvud, Nikâh 44; Tirmizî, Edeb 29
1823] Tirmizî, Edeb 28, Ebû Dâvud, Nikâh 44
FUHUŞ / ZİNÂ
- 425 -
ve âhiret gününe imanımızdan güç alarak göstereceğimiz korunma gayretiyle gözlerimize hâkim olabiliriz. Çünkü biz ihlâslı ve gayretli olursak Rabbimiz bize yardım ederek bizi güçlendirecektir. Gözden gönle yol vardır. Göz, kalbin dışa açılan penceresidir. Kedinin ciğere baktığı gibi gözü harama bakan insanın ihlâsı, takvâsı büyük çapta zarar görecektir. Göz kanalıyla gönle giren mikropların telâfisi, bu ölümcül mânevî yaraların tedâvîsi hiç de kolay olmayacaktır.
Bazıları da “güzele bakmak sevap” diyerek, utanmadan yarı çıplak bedenleri seyrediyor. Bu ifâde, haramlara bakmak için kullanılırsa, insanın imanını zedeler. Harama sevap demek insanı iman dairesinden çıkarabilir. Allah’ın yasaklayıp haram kıldığı bir şeye “güzel” ve “sevap” demek, ne çirkin bir ifâdedir! İbret almak için bir şeye bakılacaksa, gerçekten “güzel” olan, tavsiye edilen yerlere ve tavsiye edilen şekilde bakılması gerekmektedir: “(İnsanlar) Devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?”1824
Sanat Anlayışı ve Fuhuş Sektörü
İnsanî duygu ve düşüncelerin, estetik biçimde ve ruhu besleyecek tarzda dışa vurulması demek olan sanat, bugün daha çok hayvanî duyguların, hayvanî çıplaklığın, hayvanî böğürtülerin ve hayvanî tepinmelerin en bayağı şekliyle icrâ edilmesi olarak görülmekte. İlkel câhiliyye çıplaklık ve fuhşunu modernize ederek taklit edebildiği oranda kişi, büyük sanatçı olabilmekte. Herhangi bir yeteneğinin olmasına gerek yok; eğer fiziği yerinde ise genç kızın(!) orasını burasını cömertçe göstermesi, cıvıkça kahkahalar atması, dilimizin varmadığı buna benzer bir-iki şey yapması yetiyor yıldız, güneş, kraliçe vb. olmasına. Medyanın desteğini de mâlum yollarla aldımı, tamam!
Allah biraz ses, biraz fizik vermişse yeter. Kültür, eğitim, nota vb. müzik ve sanat için gerekli tüm şeyleri ne oranda bilmiyorsa o kadar kolay ses sanatçısı olur aday. Çünkü o oranda kullanılabilecek, eğlence dünyasının sömürü çarklarının önemli dişlisi haline gelecektir. Ahlâk mı? Güldürmeyin beni (daha doğrusu, ağlatmayın beni). “Ahlâk”, demokrasi darağacında özgürlük denilen cellât tarafından modern yaşam kanunlarına muhâlefet suçundan idam edileli hayli zaman oluyor Batıda ve onun kör taklitçisi Türkiye Cumhuriyeti’nde.
Bale ve dans gibi gösteriler ne kadar bayağı, erotik özellikler taşıyorsa o kadar makbul. Çılgınlıklar, özgürlük maskesi takmış, sınır ve ayıp tanımıyor. Diğer sanat dalları bu kokuşmuşluktan elbette nasibini alıyor. Öyle ya, hangi asırda yaşıyoruz? Modern dünya, çağdaşlık, özgürlük, tabuları yıkma bu modern câhiliyyenin nassları.
Allah’a kul olabilme ve her an ibâdet/kulluk yapabilme bilincinden uzaklaştırılan günümüz insanı, çok tanrılı dinlerin kucağına düşmüş, bir sürü sahte ilâhların yanında hevâsını da tanrı kabul ederek hevâî isteklerin dışına çıkamaz bir duruma gelmiş. Müstekbir güçler, tâğûtî düzenler insanları kolay sömürebilmek ve rahat güdebilmek için afyon-sanattan yararlanıyorlar. Daha açıkçası, sanatı uyuşturucu fonksiyona indirgiyorlar. Her tarafı kuşatan dejenerasyon sanatta da kendini gösteriyor.
1824] 88/Ğâşiye, 17-20; Mustafa Özşimşekler, Beyan Temmuz, 2001
- 426 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Özellikle yaşadığımız topraklarda spor denilince akla hemen futbol gelir. Spor sadece futbol demektir. Hem de kumara, israfa, kavgalara, ilâhlaştırılan futbolculara, “en büyük” yani “ekber” kabul edilen takımlara yani tüm çirkinliklere batmış şekliyle futbol. Aynen bunun gibi, sanatçı denilince, iki tip akla gelir: Şarkıcı veya artist. Sanat denilince de bunların cıvıklıkları.
Beş-on sahâbînin adını sayamayan gençler, Michael Jackson’ın ayakkabı numarasını biliyor, Madonna’nın video kliplerini ezbere sayabiliyor. Popstar yarışmasına katılanların yedi sülâlesini tanıyor. Bir-iki TV. dizisinde veya filmde rol alan aşüfteleri ise göklere çıkartıp “yıldız”laştırıyor. Bu yıldızlara aktrist de değil, artist deniyor. “Art” batı dillerinde “sanat” demektir; artist de sanatçı. Türkçe’de başka hiçbir sanat dalıyla uğraşana artist denmez, sadece filmlerde boy gösterenlere denir. Filmde rol yapmanın dışında başka sanat kabul edilmediğinin çok kesin göstergesidir bu.
Şâire, edebiyatçıya, mimara, hattata, tezhipçiye, çini işleyen ressama... sanatçı diyen yoktur artık. Sadece şarkıcı ve artist bu unvânı alır. Yalnız, burada biraz durmak gerekiyor. “Sanatçı” damgası bunlar için güzel bir yanlış sıfat olmalı. “Sanatçı” ile “sanatkâr” arasında büyük fark var gibi geliyor bana. Sanatkâr, sözlüğe bakılırsa sanatçı demektir ama, kullanılışta hiç de aynı değil. “Sanatkâr”ın kitle nazarında bir ağırlığı, bir saygınlığı vardır. Ciddî bir sanat dalında veya ustalık isteyen bir meslekte (zanaatta) mâhir birine “sanatkâr” denilir de “sanatçı” denmez. Ama fâhişe rollerini çok iyi beceren, iki şarkı ezberleyip hoplayıp zıplayan veya orasını burasını gösterme sanatını(!) icrâ eden, bunların dışında hiçbir mârifeti olmayan orta mallarına “sanatkâr” dendiğini duydunuz, gördünüz mü? Onlara olsa olsa “sanatçı” denilmekte. Sanatçı! Domatesçi, patatesçi dediğimizde, nasıl onları satan zerzevatçı aklımıza geliyorsa, aynen onun gibi, sanat adına köşeyi dönen yani sanat alıp satan veya sanat adına alınıp satılan tüccar veya kölelere sanatçı deniyor.
Günümüzde halk yığınlarına mal olmuş şekliyle sanatçı diye ya şarkıcıya denir ya artiste. Sanat da ya sinemadır ya müzik. Bunların her ikisinin sanat olabilmesi için sadece tek şart vardır. O da cinselliğin, seksin alabildiğine serpilmiş olması. Yoksa, ağzıyla kuş tutsa kişi sanatçı olamaz. Sanat, mânâ ve hakikat âleminin penceresi değildir artık, kasap vitrinidir. İnsan sadece maddedir, tendir. Mânevî kimlik çoktan unutulduğundan, sanat, teşhir ve şov demektir. Müzik sadece sesle söylenen, çalgı âletleriyle çalınan ezgiler değildir; eşek dansı ve hayvansal çıplaklık olmadan müzik düşünülemez hale gelmiştir. Yedinci sanat kabul edilen sinema da beyaz değil, kara perdedir; ahlâksızlığın, çirkefliğin aksettiği perde. Televizyon da, gazino ve sinemanın evin içine girmesi.
“Bekri Mustafa imam olmuş deyin, onlar anlar memleketin halini!” cinsinden yukarıdaki manzarayı düşünün. Sanatın(!) ne olduğunu ârifler anlar; daha doğrusu, ne hale geldiğini sanatın ve memleketin. Bu ortam, bu anlayış içinde sanat, emperyalizmin kötü emellerinin âletinden başka bir şey değildir artık. Emperyalizm sanatı istismar, insanı da istihmar etmek (eşekleştirmek) için devreye girmiştir.
Çağdaş Firavunlar, propaganda ve eğitim kurumlarıyla insanları gerçek dinden uzaklaştırarak âhiretlerini mahvettikleri gibi, oyun ve eğlence kurumalarından oluşan emniyet sübapları aracılığıyla dünyalarını da mahvetmektedirler.
FUHUŞ / ZİNÂ
- 427 -
Koyun sürüsü haline getirilen milyonlarca insan, kendilerine en büyük zulümleri revâ gören müstekbirleri bu şekilde alkışlayabilmektedirler. İspanya’nın meşhur diktatörü General Franco şöyle diyordu: “Futbol, seks ve piyango olmasaydı, ben kırk yıl bu halkı nasıl istediğim gibi yönetebilirdim?” Bu taktik, sadece Franco’nun değil; her asırdaki ve her ülkedeki tâğutların ortak prensibidir. Halkın ayaklanmasına giden yolu tıkamak için milât öncesi Yunan idareleri zamanında bile halkı lüzumsuz oyunlar, spor yarışları ve çılgın eğlencelerle uyutma ve uyuşturma politikaları güdülmüştür. Futbolla birlikte günümüzdeki sanat da çağdaş tâğutların can simidi. Sanat emperyalist güçlerin elinde bir atom bombası, bir kitle imhâ silâhıdır. Artık savaşlar, sanat denilen silâhlarla dolaylı olarak psikolojik alanda yapılmaktadır. İnsanlar dünyada dönen zulüm çarklarının farkına varmasın diye müzik ve sinema ile iğdiş edilmekte, uyutulmakta ve uyuşturulmaktadır. Halk yığınlarını afyon yutmuş Hint horozuna çeviren bir sihirbaz değneği olan sanat, aynı zamanda büyük bir propaganda aracıdır.
Medya, fuhuş sektörü, düzen ve egemen güçlerden oluşan emperyalist koalisyon, sanatçı(!)yı kullanıyor. Sanatçı da birazcık onları. Ya da, kullanılan sanatçı, kullandığını sanıyor. Sanatçı, emperyalist sektörün kuklasından başka bir şey değildir; yığınlar da kukladan zevk alan, ipleri fark edemeyen çocuk akıllılar.
İçki ve esrar cinsinden uyuşturucuların haram kılınmasının hikmetleri; aklı gidermesi, insanı uyuşturması, düşünceden ve iyi şeylerden alıkoyması ve bağımlılık yapmasıdır. Bu sayılan özelliklerin tümü, günümüzdeki sanatta ve en çok da müzikte bulunmaktadır. Müzik kafalı müzikomaniler, daha da ileride müzikomanyaklar, yeni türeyen varlıklardır. Yarınlarımız da bu türedilere emânet. İzinden gittikleri Ata’larının emirlerini daha çağdaş hale getirip uygulama içindedirler: Ey Türk gençliği! Birinci vazifen müzik dinlemek, maça gitmek, TV. seyretmek, chat yapmak ve atari oynamak; böylece boş vermiş gençlik olmaktır. Her türlü rezâlet için muhtaç olunan araç Yeni Dünya Düzeni ve T.C. düzeni tarafından ortaklaşa karşılanacaktır. Her aradığın, medyada mevcuttur...
Uluslar arası emperyalizm, Türkiye’ye sık sık övgüler, birincilikler, madalyalar dağıtır. Hangi konuda mı? Sanat konusunda. Durun, hemen sevinmeyin, sanatımız Avrupa’da bile takdir ediliyor diye. Daha çok cinselliği, dini karalamayı, ahlâksızlığı ön plana çıkaran o biçim sanatlardadır bu ödüllendirilenler. Festivallerde başarılı olan filmlerin hemen hepsi o biçimdir ya da insanımızı karalayan, inancına düşmanlık edilen cinstendir. Güzellik(!) yarışmalarında ön sıralarda yarışmalı Türk kızları ki, Batı uygarlığına yaklaşılsın! Folklorda (halk danslarında), Eurovision yarışmasında birincilikler verilir, halk bunlara daha fazla önem versin diye.
Emperyalistler sadece rûhu sömürmezler; onların dini-imanı para olduğuna göre, sanat, ayaklarıyla insanın parasına da sülük gibi yapışacaklardır. İlmî bir kitap 70 milyonluk ülkede bin beş yüz basıp satamazken, bir arabesk müzik kaseti iki milyon, üç milyon satabiliyorsa, gerisini siz düşünün; hem maddî yönünü, hem mânevî yönünü. Bir kaset kaç liradır; yüzlerce sanatçı(!)nın binlerce kasetinin tüketimini hesaplayın. Milyonlarca lira vererek aldığı biletle bir gece önce stadyum kapılarında sıraya giren on binlerce gençliğin rock starını dinlemek için mânevî fedâkârlıklar yanında, maddî kayıplarını toplamaya çalışın. Bunun hemen göze çarpmayan yönleri de var. Aylardır insanlar, her türlü çözüm bekleyen
- 428 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sorunlarını bir kenara bırakmış, bayağı mı bayağı, pespâye mi pespâye “Popstar Yarışması”nın dedikodularıyla meşgul. Uydurma ses ve güzellik yarışmalarıyla kandırılıp dolandırılanlar, hayranı olduğu şahıs gibi sanatçı, artist olmak için evden kaçıp kötü yola düşenler, hayranı olduğu sanatçının giydiğini giymek için varını yoğunu verenler, hem parasından, hem başka şeylerinden olanlar...
Kapitalist düzenlerde her şey menfaat ve kâr amacına yöneliktir. Çok lüzumsuz şeyler bile ihtiyaç zannettirilerek tüketimini sağlamak için insanlar zayıf yanlarından yakalanacaktır. Göz ve kulak, hakkı görüp işitmeyeli, iyice zayıflamış; kalp ibâdetlerle gıdâlanmadığından kendine tuzak kuran avcıları hissedemez olmuştur. Emperyalistlere kolay yem olmak için, insanların, gerçek dinden uzaklaşmaları gerekir. Bu iş, sanat ve düzen işbirliğiyle sağlanarak altyapı oluşturulmuştur çoktan. Cinsel duygular sömürülerek, sanat ve güzellik anlayışı daha da bayağılaştırılarak bir sektör geliştirilir: Fuhuş sektörü. Fuhuş sektörü deyince sadece genelev patronunun kaç yıldır vergi rekortmeni olması aklınıza gelmesin. O aysbergin sadece görünen küçük parçasıdır. Müziğin, eğlencenin, sinemanın, gece hayatının, TV. programlarının, makyaj ve her türlü güzellik malzemelerinin, modanın, daha sayılabilecek buna benzer şeylerin oluşturduğu büyük bir sektördür bu.
Büyük şehirlerin caddelerinde küçük bir gezinti yaparsanız, dükkânların en az yarısının cinsellik ve fuhuş sektörüne (pardon, sanata) hizmet ettiklerini görecek, gariban halkın paralarının hangi yollarla nereye aktığını anlayacaksınız. Modayı düşünün. Özgür olduğunu zanneden insanlar, neyi giyeceğine bile kendileri karar veremiyor. Onları kimler kukla gibi kullanıyor?! Paris’teki modacının isteği dışına çık bakalım kolaysa. Tabii, moda sık sık değişecek, birkaç defa giyilen tuvalet, artık tuvalete giderken bile giyilemez olacak, yerine bir başka giysi gelecek. Paralar da sektöre akacak. Mankenler ve sanatçılar bu sektörün başrol oyuncuları; modacılar, kumaş satıcıları, dokuma sanayicileri ve terziler de figüran kadrosu.
Sanat maskesi takan fuhuş sektörü (fuhuş, Kur’ânî kavram olarak her türlü aşırılığı, özellikle günah yoluyla aşırılıkları ifâde eder), sadece inançsızlığın, ahlâksızlığın değil; aynı zamanda enflasyonun da en önemli sebebidir. Sanat da arz-talep işidir. Sanat ticârî bir metâdır. Halkı çağdaş uygarlığa çıkarmak hedefiyle fuhuş sektörünün kurbanı yapan düzenin kendisi de, bu sektör için ne bütçeler ayırmaktadır...1825
Devletin izin ve kontrolünde “umumhâne” veya “genelev” denilen ücret karşılığında fuhuş yapılan yerler, Batılılaşma ile birlikte önce İstanbul’un Galata semtinde Karaköy’de açılmış, sonra giderek Anadolu’nun hemen her vilâyetine yayılmıştır. İlk açılan resmî (devlet kontrol ve izniyle) fuhuş yerlerinin I. Dünya Savaşı esnâsında olduğu, Osmanlıların fiilen kendileriyle savaştığı ülkelerden ve özellikle Rusya’dan çok sayıda fâhişenin bu evlerde Türk gençlerine hizmeti, üzerinde düşünülmesi gereken hususlardan biridir. Müslümanlarla esas savaşın inanç ve ahlâkî esaslarda Kur’an’ın yasakladıkları şeyleri yayarak yapılacağını bilen düşmanlar, savaş cephelerinde yardım adı altında şimdilerin AIDS’i kadar yıpratıcı ve öldürücü olan frengili kadınları hemşire kılıfıyla cephelere sürmüşler,
1825] İslâm'da ve günümüzde sanat anlayışı ile ilgili geniş bilgi almak için Bk. Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, Denge Y.
FUHUŞ / ZİNÂ
- 429 -
onlar da Türk askerlerine hizmet(!) sunarak, ordunun büyük ölçüde belsoğukluğu da denilen frengi hastalığına yakalanıp telef olmasına sebep olmuşlardır. Ayrıca zinâ yapan askerlerin Allah için savaş yapacak dinamikleri ne ölçüde yitireceğini hesap eden düşmanlar, insanî yardım maskesi altında ordunun gücünü büyük ölçüde fuhuşla kırmayı başarmışlardır. Eş zamanlı olarak çok sayıda fâhişeyi başta İstanbul olmak üzere Osmanlı şehirlerine ihraç eden kâfirler kaleyi içten çökertmenin yolunu bulmuşlar, top ve tüfekle yapamadıklarını fâhişeler eliyle daha kolay yoldan halletmişlerdir. Osmanlı Devletinin can çekiştiği ve savaş cephelerinden başka işlere vakit ayıramadığı kargaşa ortamından yararlanan ve halkın asâyiş ve inanç yönüyle yaşadığı kargaşadan yararlanmışlar, iman ve takvâya dayanan arka planı giderek güçsüzleşen örf ve ahlâkî anlayışın Batılılaşma istek ve anlayışına güç yetiremediği bir ortamda fuhuş silâhının tahribi en çok hasar veren truva atı olmuştur.
Göğsüne indirdiği sert yumruklarla “ben de müslümanım el-hamdü lillâh” diyen nice erkeğin evlenmeden ilk deneyimlerini pis fâhişelerin yanında tatmaları, hatta nicelerinin evlendikten sonra da bu çirkin işe devam etmeleri, müslümanlıkla nasıl bağdaşacaktır? Kendi hanım ya da kızları bu işi yapmış olsa hiç çekinmeden silâha sarılıp yıllarca hapis yatmayı seve seve kabul eden nâmuslu(!) erkeklerin aynı işi hiç sıkılmadan yapmaları, hangi nâmus anlayışıyla izah edilebilir? Türkiye’de kaç erkek, gerçekten bekâr olarak evlendikleri belki hiçbir anketle tespit edilmemiştir, ama oran her halde müslümanlara yakışacak kadar az değildir. Kaç kız babası, kendi kızının nâmusu kadar dâmâdının da nâmuslu olup olmadığını araştırıyor? Nûr Sûresi, 3 ve 26. âyetlerin yasakladığı bir nikâha kapı açanların sayısı ne kadardır? Yani erkeğin ve babasının aradığı kızın bâkireliği kadar erkeğin “bâkir(e)liği” önemseniyor? İslâm, her konuda adâletli bir dindir, cinslerden birine haksızlık yapacak şekilde ayrım yapmaz. Zinâ suçu ve cezâsı için kadınlara nasıl bakıyorsa, erkeğe de her yönden aynı şekilde bakar. Her ikisinin de yaptığı ahlâksızlığa fâhişelik der. Evet, bayan gibi bu çirkin işi yapan her erkek de fâhişedir, nâmussuzdur.
Homoseksüellik ve her çeşit fuhşun sebep olduğu AIDS gibi korkunç hastalıklar bile, İslâm’a inanıp teslim olmuş kimselerin dışındakilere caydırıcı olamıyor. Âhiretteki cehennemi önemsemeyen akılsız kimsenin, ölümcül hastalıklara atılması da sürpriz ve anormal sayılmamalı. İslâmî devlet ve toplum anlayışının önemi bu konuda da kendini gösteriyor. Din düşmanı düzen ve câhiliyye toplumuna dönüşmüş sosyal çevre, devamlı fuhuş üretiyor. Fuhuş, sektör olmuş, “bacasız sanâyi” ve “dünyanın ilk mesleği” gibi yanlış ifâdelerle reklâmı yapılan bu dal, helâl-haram kelimelerine lügatında yer ayırmayan Kapitalizmde pis de olsa çok para getiriyor. Fakir halkın da bu sektöre bilinçli-bilinçsiz varını yoğunu akıttığını, kirli de olsa çok parayı, temiz olan helâla tercih eden kapitalistlerin fuhşu nasıl sömürüleri için bir araç olarak gördüğünü tespit için caddelere çıkıp göz atmak yeterli olacaktır.
Balık baştan kokmakta, düzen, resmî kurumlar, kapitalistleşmiş çevre sivrisinek üretmektedir. Bataklık kurutulmadan fâhişe sivrisineklerle mücâdele sonuç getirmeyecektir. Tevhîdî iman hâkim kılınmadan ahlâkî öğütler, delik kaba su doldurmaya çalışmak demektir. Fuhşa bulaşmış insanların zührevî hastalıklar yanında rûhî hastalıklar, psikolojik anormallikler içine düşüp her konuda sapıklaştıkları ve çevrelerini de her yönden rahatsız ettiklerini göz önünde tutmak
- 430 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gerekir. “Utanmıyorsan, dilediğini yap!” diyen Rasûlullah, hayâsız kişinin mânevî yönden ölüme terkedilen kişi gibi olduğunu söyler. Doktorun ölümü beklenen hastaya: “Ne istersen ye, serbestsin!” demesi gibi der. Dolayısıyla iffetin kaybolması kişinin toplum içinde şeref ve itibarını kaybetmesine, bu yüzden de başka ahlâkî kusurları yapabilecek hale gelmesine yol açar. Fuhuş, sevgisiz olarak vücudunu satmak olduğundan insanî özelliğin her yönünü tahrip eder. İnsanın et ve deriden ibâret olan bir varlık, bir eşya hükmüne konulmasıyla; kişilik şuurunu yıkan insanlık şerefine vurulan en ağır darbedir.
2004 yılı Temmuz ayında açıklanan Ankara Ticaret Odası tarafından hazırlanan “Hayatsız Kadınlar Dosyası”na göre Türkiye’de vesikalı (devletin onayıyla) veya gizli çalışan fâhişelerin sayısının yüz bin civarında olduğu belirtiliyor. Fuhuş sektöründe dönen paranın da 3-4 milyar dolar civarında olduğu ifade ediliyor. Bu sektörden en az yüz bin kişi pay alıyor. Yani geçim gerekçesiyle fuhuş sektörüyle kazancını haramdan temin ediyor, zinanın yayılmasına hizmet ederek katkıda bulunuyor. Adı geçen raporda belirtildiği şekilde, fâhişelik yaşı bazı araştırmalara göre 15’e, bazılarına göre ise 12’ye kadar düştü. 2000 yılında yalnız İstanbul’da tespit edilen çocuk fâhişe sayısı 500 civarındaydı. Resmî olmayan rakamların bu sayının çok ötesinde olduğu tahmin ediliyor. 2001 yılında ölen Ermeni asıllı Türk vatandaşı genelev patroniçesi Matilt Manukyan’ın 1944 yılından itibaren birçok defa yılın vergi rekortmeni olduğu, bu örneğin bile fuhuş sektörünün, parasal açıdan dev bir sektör olduğunu ortaya koymaya yettiğini değerlendirebiliriz. Buna rağmen bu sektörün vergi kaçağı, diğer bütün sektörlere parmak ısıttırıyor.
Adı geçen dosyada belirtilen araştırmaya göre Türkiye’de faâliyet gösteren 56 genelevde kayıtlı üç bin kadın çalışıyor. Türkiye’de tescilli (vesikalı) kadın sayısı on beş bin’i geçiyor. Genelevlerde, hukukî sorun çıkarmasın diye vesikasız çok sayıda kadının çalıştığı, çalışacak genelev bulamadığı için birçoğunun da gizli fuhuş yaptığı belirtiliyor. Genelevde çalışmak için gerekli olan “vesika” taksi plakasından farksız. Çünkü bu vesikaya sahip olmak, (kirli ve haram da olsa) garanti bir kazancı da beraberinde getiriyor. Üç büyük ilde yaklaşık otuz bin kadın genelevde çalışmak amacıyla vesika bekliyor. Bu sayılara travestiler, transseksüeller, eşcinsel fuhuş dâhil değil. Randevu evleri, masaj yerleri ve benzeri adla faâliyet yapan yerler, oteller ve bazı lüks işletmeler, televizyon reklamları, internet ve telefonla çalışan telekızlar ve benzerleri, bar ve pavyonlarda çalışan kadınların hesabını ve çalışma şekillerini bilen yok. Plajlar yatlar, gemiler yetmiyor; değişiklik olsun diye özel otobüs ve minibüsler seyyar genelev olarak kullanılıyor. Grup seksler, eş değiştirmeler ve benzeri iğrenç durumları yazıya dökmek bile insana utanç veriyor.
Sektörde yalnızca Türkler çalışmıyor. Büyük bölümü Ukrayna, Moldova, Gürcistan, Azerbaycan ve Beyaz Rusya’dan Türkiye’ye çalışmak üzere gelen binlerce yabancı uyruklu kadın; gece kulüplerinde, otellerde, sokak başlarında, kadın satıcıları (pezevenkler) aracılığıyla güya ekmek parası için vücutlarını pazarlıyor. Pasta bu kadar büyük olunca devreye fuhuş mafyası giriyor. Fuhuş mafyası, küçük kız çocuklarını kaçırmaktan tutun da zorla fuhuş yaptırmaya kadar her yola başvuruyor. Bu kadınların % 30’u kocası; % 10’u baba, anne, ağabey gibi diğer yakınları, % 3,4’ü de bareber oldukları erkekler tarafından satılıyor. Para karşılığı cinsel ilişkiye girenlerin % 63,4’ü resmen evli, % 12’2’si bir erkekle beraber
FUHUŞ / ZİNÂ
- 431 -
yaşayan kadınlardan oluşuyor.
Rapora göre genelev kadını olmak için 21 yaşını doldurmak, evli olmamak, Türk vatandaşı olmak gibi şartlar aranıyor. İşveren ile bir iş sözleşmesi imzalayan genelev kadınları için “müebbet hapis” işte bu imza ile başlıyor. Genelev kadınlarının çoğunlukla “senet” imzalattırılarak, büyük miktarlarda borçlandırılıyor. Uyuşturucu, fuhuş mafyasının en büyük silâhı. Uyuşturucuya alıştırılan kişiler uyuşturucu satın alabilmek için fuhuş yapmak zorunda kalıyor. Fuhuş yapan kadınların çok büyük bir bölümü uyuşturucu ve alkolizmin pençesine düşüyor. Bunun sonucu olarak geçirdikleri ağır psikolojik travmalar nedeniyle de suç işleme oranları da yüksek oluyor.
Giderek globalleşen ve Amerika’nın yön verdiği yeni dünya düzen(sizliğ)i içine giren, vahşî ve gayr-ı insanî Batı değerlerinin dinsiz ve ahlâksız kriterlerine kurtarıcı diye sarılan günümüz dünyası, kıyâmeti, kaos ve rezilliği yaşamaktadır. Bundan büyük helâk olur mu? Dinin fert, toplum ve devlet hayatındaki etkisini büyük ölçüde ortadan kaldıran modernist hayat felsefesiyle birlikte son yüzyılda fuhşun bin bir çeşidi giderek meşrûlaşma zemini ve daha çok yayılma imkânı bulmuştur. Modern Batı’da harâretle savunulan bireycilik, saptırılmış özgürlük anlayışı ve bunların sonucu olarak gençlerin âile ilgisinden, terbiye ve himâyesinden yeterince faydalanamaması, aynı dünya görüşünün bir ürünü olan lüks ve pahalı yaşamanın ev ve âile kurmayı zorlaştırması, ekonomik ve siyasî başarının en yüksek ideal kabul edilmesi ve cinselliğin bu amaç için sömürülmesi gibi sebepler yüzünden modernizmin benimsendiği toplumlarda veya kesimlerde fuhşun da yaygınlaştığı görülmektedir. Aslında bazı çevrelerde din ve ahlâk gibi kurumlara karşı çıkmanın temelinde, modern zihniyet yanında uyuşturucu pazarıyla da yakın ilgisi olan fuhuş sektörünün çıkarları bulunmaktadır. Fuhşa karşı ahlâk terbiyesi, güçlü âile yapısı, toplumsal kontrol gibi mekanizmaları canlı tutması yanında kesin hukukî ve sosyal önlemler de alan İslâmiyet fuhuş sektörünü özellikle rahatsız etmektedir. Fuhşu günah, ayıp ve en sonunda yasak olmaktan çıkarma eğiliminde olan modern zihniyet, sözde özgürlük adına fuhuşta sadece zor kullanma ve zarar vermeyi reddetmekte, fuhşun fert ve toplum üzerindeki yıkıcı etkileri bu düşünce sahiplerini fazla ilgilendirmemektedir.
Henüz tam Batılılaşamamış Türkiye gibi ülkelerde, özellikle hâlâ Doğulu kafasını değiştirememiş kesimde kadınların zinâsı suç ve nâmussuzluk sayılırken erkeklerinki delikanlılık ve övünç meselesi kabul edilebilmektedir. Türkiye gibi Batılılaşmaya çalışan ülkelerde resmî işlem yaptırmayan dinî nikâhlı evlilikler kanunen suç sayılır ve doğan çocukları “piç” muâmelesi görülürken; bekârların kendi isteğiyle zinâsını suç sayan bir kanun yoktur. Evli kimselerin metres hayatları, sevgililik ve arkadaşlıkları, “ay boşandık, ama yine birlikteyiz, bilseniz ne kadar mutluyuz!” tavırları fazilet gibi sunulmaktadır. Evli-bekâr herkes için genelevler veya randevu evleri devletin koruması altındadır. Kadınlara hak ve özgürlük, kadın-erkek eşitliği gibi parlak sloganlar arkasına gizlenen İslâm dışı dünya görüşleri, kadına fâhişelik sıfatını kendi istediği zaman ve istediği kişilere kullandığı halde, erkeğe benzer bir suçlama yapmaz. Bu ülkede de fuhuş ve zinâ konusunda hem halk anlayışı ve hem resmî kanunlar açısından kadınla erkek arasında çük büyük farklar vardır. İslâm erkekle kadının tüm hayır ve ibâdetlerine eşit sevaplar vaad ederken, kadın olsun erkek olsun, aynı suça aynı dünyevî ve uhrevî cezâyı öngörmekte ve bu gibi konularda tümüyle eşitliği uygulamaktadır.
- 432 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kadın haklarına yeterli önemi vermediğini iddiâ ederek kasıtlı şekilde İslâm’a çamur atan Batı zihniyeti, kadını seks kölesi haline getirmek için her yolu mubah gören tavırlar sergilemekte, kadını, kadın özgürlüğü ve kadın hakları kavramını istismar ederek bu cinse en büyük zulümleri revâ görmektedir.
Batı, seks hürriyeti, bir başka ifadeyle cinsel özgürlük ile ortaya çıkan ciddi anormalliklere çözüm bulamamanın ıstırabını yaşıyor. Âile hayatı, Batıda tarihe karışmak üzere, Erkekler ve kızlar, evlilik sorumluluğu ve görevlerinin altına girmektense, evlilik dışı beraberlik ve yaşam sürdürmenin hafifliği içinde tatmin aramakta. Şehvetin doyma hissini temsil eden bir midesi olmadığı için, akla gelmedik değişiklikler ve tatmin için farklılık peşinde koşturan nefis/hevâ, sahibini perişan ediyor. Homoseksüel evliliklere izin veren otoriteler, kiliseler ortaya çıktı. Uyuşturucu ve fuhuş ile kriminal suçlar arasında sıcak ve yakın bir ilişki söz konusu. Birleşmiş Milletler, AIDS’in Batı Avrupa’da yeniden yayılmaya başladığını, Doğu Avrupa ve Orta Asya’da da büyük tırmanışa geçtiğini 2004 yılında, hâlâ duymak istemeyenlere olanca yüksek sesle haykırıyor. HIV salgınının en hızlı geliştiği yerler olan Doğu Avrupa ve Orta Asya’da, 1998’de 30.000 olan kayıtlı HIV taşıyıcısı sayısı, 2003 yılında tam bir buçuk milyona yükseldi. Sadece kendileri için değil, âileler ve sosyal çevresi için de ciddî bir tehdit oluşturan hastalık, en çok gayri meşrû ilişki yani fuhuş yoluyla geçiyor ve kan ürünleri yoluyla mâsum insanları da tehdit edebiliyor. Bu işin tedâvisi için halk, devletler ve sigorta şirketleri olağanüstü büyük paralar ödemek zorunda kalıyor. Hastalar, âileleri ve arkadaş çevresi için uzun süren acılı günler yaşanmasına sebep oluyor. Fuhuş ve uyuşturucunun önüne geçilmediğinde modern Sodom-Gomore’ler ortaya çıkacak, bu sınır tanımayan cinsel özgürlük, toplumların feci şekilde intiharı olacaktır. Sigara ile başlayıp bira, alkollü içki, uyuşturucu ve fuhuş şeklinde gelişen ve hırsızlık, cinâyet gibi her çeşit kötülüğe ortam hazırlayan bataklıktan kurtulmak için İslâmî değerlerin hâkim kılınmasından, fuhşa dur diyemeyen beşerî düzenlerden kurtulmaktan başka çare yok. Bu temel çözüme kadar, en azından âilelere çok iş düşmekte, İslâmî esaslara göre kurulacak âilenin güçlendirilmesi ve okul haline dönüşmesi gerekmektedir. Allah korkusu olmayan insanın kendini, çevresini ve içinde yaşadığı toplumu helâke ve her çeşit felâkete atması özgürlük olamaz, olmamalıdır. Bu, üreterek veya başka yolla ele geçirerek sahip olduğu bombaları çevresindeki insanlara rasgele atıp bombalama özgürlüğünden daha hafif bir suç değildir. Çocuklar, âile yapısı içinde İslâmî terbiyeden geçmeli ve içinde yaşayacağı toplumun her çeşit pisliklerine direnebilecek, onlarla mücâdele edebilecek bilinç aşılanmalıdır.
Kadın cinselliğiyle uzaktan yakından hiç ilgisi olmayan sözgelimi araba tekerleğinin reklâmlarına kadın bacağını yerleştirmekten çekinmemektedir. Kadına sadece cinsel obje gözüyle bakılma sonucu doğuran yaklaşım, Batı kaynaklı her çeşit faâliyette göze çarpmaktadır. Spordan ticarete, modadan eğlenceye, iş ve eğitim hayatından tatile, basından televizyona, müzikten değişik sanat anlayışına... kadar her şeyde kadın cinselliği öne çıkartılarak kadını sömürmekten ve erkekleri tahrik ederek toplumu ifsat etmekten geri durmamaktadır. Zinâ ve fuhuş sektörü denilince sadece genelevler ya da soyetenin tercih ettiği lüks randevu evleri akla gelmesin. Bavul ticareti kılıfıyla iş yapan Nataşa’lar, nice oteller, turistik yerler, plajlar ve akla gelebilecek hemen her şey bu sektöre âlet edilebiliyor. Arkadaşlık ve sevgili adıyla nikâhsız birliktelikler, metres hayatı, çıkmalar,
FUHUŞ / ZİNÂ
- 433 -
müstehcen filmler, pornografik dergiler, internet üzerinden kadın pazarlamalar, telekızlar, televole kültürü, gece klüpleri, akla gelebilecek seksle ilgili her şeyi pazarlayan sex-shoplar, zengin kadınlara hizmet veren jigolo denilen erkek fâhişeler, travestiler, transseksüeller, eşcinseller, mankenler, sanat anlayışı, uyuşturucu kullanımı gibi konular düşünüldüğünde fuhuş fitnesinin boyutu değerlendirilebilir. Bütün bunlar özgürlük adına düzen ve çevreden tavır yerine destek alırken, karşı çıkanlar suçlanabilmekte. Meşhur tâbirle itler salıverilmekte, taşlar ise bağlanmakta. Bakılıp seyredilecek yerleri okunacak yerlerinden daha çok olan boyalı basının İslâm’a, tesettüre her fırsatta saldırmasının arkasında, bu fuhuş sektörüne dayalı kirli para ve çıkarlar söz konusudur. Kadını en büyük ticaret ve kullanım eşyası gören anlayış, kendine düşman olarak tek zinde gücün İslâm olduğunu bildiği için İslâmî olan en küçük bir faâliyete tahammül gösteremiyor. Başörtüsü düşmanlığının arkasında da bu çıkarcı zihniyetin olduğunda hiçbir şüphe yoktur.
Komünizmin prangasından kurtulunca kapitalizmin pençesine düşen eski Sovyetler Birliği halkları, 20. asrın başında olduğu gibi 21. yüzyılın başlarında da “Nataşa”larıyla Anadolu’ya çıkartma yaparak yeni bir işgali gerçekleştirdiler. Sadece kadınların çalıştığı sektör olmaktan çıkıyor fuhuş. Adına “jigolo” denilen erkekler de para karşılığı metres ve bayan müşteri buluyorlar. Demokrasilerde, bu tür çare tükenmez: Bir türlü tatmin olmayı bilmeyen azgın sapıkların sapkın arayışlarına sunulan bir başka çözüm daha sunulur; Kadın, erkek fâhişeler yanında iki cinsin arasında kalmış travestiler fuhuş sektörünün alternatifidir. Grup seks denilen çağdaş mum söndü âyinleri, çocuk yaşta fuhşa zorlanan, kandırılan, tuzağa düşürülen körpe çocuk ve gençler. Seks turizmi, fuhuş otelleri, Bodrum, Marmaris ve Antalya gibi üstsüz ve altsızların cirit attığı yerler, beyaz kadın ticareti, uyuşturucular ve daha neler neler...
Dizi filmlerde, pembe dizilerde, sinema filmlerinde cinsellik ve gayr-ı meşrû ilişkiler, ahlâksız bir hayat alabildiğine normalleştirilir ve hatta özendirilir. Bâtıl Batı zihniyeti, homoseksüellere, “gay” ve “travesti”lere verdiği hak ve özgürlüğün onda birini başörtüsüne niye vermiyor, anlamak zor değildir.
Filmlerde, halk arasında, askerler ve öğrencilerin birbirleriyle konuşmalarında, şakalaşma ve kavgalarda, hiç yeri ve suçu olmadığı halde, kişilerin anasına “or...” ve benzeri kelimeler söylemeleri, analarına ve karılarına sövmelerini ya da kızılan bir kadına “fâhişe, kaltak, sürtük” vb. kelimeler kullanarak bu suçlamayı tereddüt etmeden yapmaları, İslâm’la bağdaşmayacak ve çok büyük cezâsı olan bir suçtur. İslâm’ın hâkim olduğu bir toplumda kadınlara uluorta böyle hakaret edilip suçlanmasına, onlara sövülmesine müsâade edilmeyeceğini belirtelim. Kadın haklarını öne çıkarttıklarını iddiâ eden ve İslâm’ı bu konuda suçlayan kimselerin kulakları çınlasın! Vatanın nâmusunu bekleyip koruduğunu iddiâ eden askerlerin, erbaş ve subayları tarafından sık sık analarına, avratlarına sövülmesi gibi olaylarda, kendi karılarının ve analarının nâmuslarını bile koruyamadıklarının nasıl bir tezat teşkil ettiğinin düşünülmesi gerektiğini ifade edelim. Ayrıca, nâmus cinâyetlerinin, töre cinâyetlerinin câhiliyye toplumunun özelliği olduğunu, dinimizin nâmus problemlerine karşı kadının yakınlarının uluorta bu pisliği kanla temizlemek(!) istemelerini kesinlikle onaylamadığını belirtelim.
Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir bilmez hale
- 434 -
KUR’AN KAVRAMLARI
getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı tek çıkar yol olarak düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet zevkinden mahrum bırakılmış, kısacağı çağdaşlaştırılmış insanın şu veya bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin istismârına yönelik kapitalist tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir. Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir. İman olmadan ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın Kur’an’ı yaşamak olduğunu bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak, inandırmak, benimsetmekten başka çıkar yol gözükmüyor. Tevhidî anlamda gerçek bir iman olmadan insanın ahlâklı, nâmuslu ve şerefli olması da mümkün değildir. Çünkü izzet; ancak Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir.1826 Seks manyağı haline gelmiş erkeklerden çok, onların hanımları ve çocukları acınacak durumdadır. Nice âile var ki, içinde kıyâmetler kopuyor. Zinâ yapan, fuhuş evlerine giden, turistik beldelerde bitli turistlerle yatanların yarısından çok fazlasının evli insanlar olduğu belirtilir. Tertemiz değilse bile en azından kocası gibi fâhişe olmayan, az-çok nâmuslu ev kadınları, uykusuz gecelerde kocalarının yolunu beklerken, kocaları kim bilir kimlerin yanında neler arıyor? Böyle âilelerin çocukları da potansiyel suçlu ve ahlâksız adayı olarak yetişiyor. Kim, bu seks manyağına dönüşmüş, zinâkâr sarhoş adamların evli ama dul karılarına ve babalı ama yetim çocuklarına el uzatacak? İslâm’a düşman Batı hayatının hiçbir suçu olmasa bu suçlar yeter de artar. İslâm Devleti ve İslâmî değişim ve dönüşüm olmadan bu bataklık kurutulamaz. İslâmî iman ve yalnız Rabbe kulluk olmadan insanın dünyada da âhirette de durumu hüsrândır. Kurtuluş, Allah’ın dininde, O’nun Kitabına uygun hayatta, Allah’ın indirdiklerinin tatbik edilmesindedir.
Her çeşit aşırılık ve azgınlık, fahşâ ve fuhuş insanı Allah’a ibâdetten alıkoyduğu gibi; namaz da insanı her çeşit kötülükten, fahşâ ve fuhuştan alıkoyar.1827 Biri varsa, ötekine yer yoktur. Ya Allah’a kulluk ya hevâya kulluk.
Müslümanın kaybedeceği zamanı yoktur. Kendisini dünya ve âhirette kurtaracak inanç ve ilme sahip olmalı ve sâlih amellerle takvâsını arttırıp bildiklerini gerek sözle gerekse örnek davranışlarıyla çevresine tebliğ etmelidir. Zinânın cezâsının ne olduğu yani recmin cezâ olarak kabul edilip edilmemesi konusunda gereksiz tartışmalar müslümanlara bugün için pratik hiçbir fayda sağlamaz. Bu teorik tartışma, iki yönüyle uygulama dışı olduğundan gereksiz ve hatta zararlı kabul edilebilir. Birincisi, zinâ suçuna cezâ verebilmek için bir kadın ya da erkeğin kendi özgür irâdesiyle yetkili makamlar önünde zinâ suçunu itiraf etmesinin dışında, en az dört kişi tarafından bilfiil çok net olarak bu çirkin işin en mahrem şekilde görülmesi ve ağız birliğiyle dört kişinin şikâyeti ve sonuna kadar ısrarı gerekmektedir. Bu, günümüzde genelevlerden çıkanlar açısından bile uygulanamayacak bir durumdur. Hele İslâmî kanun, kural ya da ahlâkın az-çok önemsendiği bir ülke ve ortamda yüz senede bir belki ancak uygulanabilecek bir cezâ olmasıdır. Yani, ister yüz değnek, ister taşla öldürme olsun, zinâ ve fuhuş gibi bireyleri ve toplumu çok yönden tahrip eden çirkin bir eyleme uygun görülen cezânın psikolojik olarak caydırıcı bir cezâ olması, pratik olarak uygulanmaktan daha çok, teorik olarak caydırıcı bir cezâ olarak sunulmasıdır. İkincisi; Bu cezânın verilmesi için Allah’ın indirdiği bütün hükümlerle hükmeden İslâm Devletinin varlığı gerekmektedir. Zinâya giden yolların tıkanmadığı, tersine câzip kılındığı
1826] 63/Münâfıkun, 8
1827] 29/Ankebût, 45
FUHUŞ / ZİNÂ
- 435 -
gayr-ı İslâmî düzenlerde zinâ suçu, birinci maddedeki zorluk tümüyle aşılsa bile İslâm’ın öngördüğü cezâ verilmeyecektir. İslâm, günümüzdeki düzen ve ortam kurbanı zavallılara cezâ ile yaklaşıp onları ürkütüp soğutan bir din değildir. Onları her türlü câhiliyye çirkefliğinden kurtarmak isteyen, şirk dâhil, her çeşit pislik ve günahtan pişmanlık duyanları affedip kurtamaya hazır merhamet dinidir. Yoksa, kimilerinin zannettiği gibi, tedric gibi süreci öngörmeden, gelir gelmez insanlara cezâ veren, sözgelimi kerhânelerin önüne idam mangaları yerleştiren bir din değildir İslâm. Hazırlayacağı inanç, kültür ve ahlâk altyapısı, ekonomik destek, evliliği kolaylaştırma, zinâya yaklaştıran her türlü şehevî ortamları yok edip insanı fıtrat çizgisine yerleştirme gibi tedbirler almadan İslâm, kimseye cezâ vermezverilmesini onaylamaz. Fâhişeler ve seks manyağı haline gelmiş gençler dâhil, günümüzün insanı kızılmaktan çok acınmaya lâyık zavallı düzen kurbanlarıdır. Onlara da İslâm’ın güzelliği ulaştırılabilse bu çirkinlikler kendiliğinden uzaklaşacaktır. Ayrıca, şunu bir tercih olarak belirtelim ki; Kur’an zinanın cezasını net olarak belirtmiştir.
Ne mutlu, dilini ve belini koruyan, ağzına gireni ve ağzından çıkanı İslâmî ölçülere göre tanzim edip nâmusunu muhâfaza eden edepli gençlere! Gözünde haram bakışların isi olmayan erkeklere ve yüzünde haram bakışların lekesi olmayan kızlarımıza selâm olsun!
- 436 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fuhuş ve Zinâ Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
“Fuhuş” (F-h-ş) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 24 Yerde): 2/Bakara, 169, 268; 3/Âl-i İmrân, 135; 4/Nisâ, 15, 19, 22, 25; 6/En’âm, 151; 7/A’râf, 28, 28, 33, 80; 12/Yûsuf, 24; 16/Nahl, 90; 17/İsrâ, 32; 24/Nûr, 19, 21; 27/Neml, 54; 29/Ankebût, 28, 45; 33/Ahzâb, 30; 42/Şûrâ, 37; 53/Necm, 32; 65/Talâk, 1.
“Zinâ” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 9 Yerde): 17/İsrâ, 32; 24/Nûr, 2, 2, 3, 3, 3, 3; 25/Furkan, 68; 60/Mümtehıne, 12.
C- Tesettür (Örtü ve Örtünmek):
a- Maddî Örtü ve Takvâ Örtüsü: 7/A’râf, 26, 32; 16/Nahl, 5, 81.
b- Kadınların Örtünmesi: 24/Nûr, 31, 60; 33/Ahzâb, 59.
c- Kadınlarda Örtünme Şekli: 24/Nûr, 31; 33/Ahzâb, 59.
d- Süs Yerlerini Göstermenin Haram Olmadığı Kimseler (Nâmahrem Olmayan Kimseler: 24/Nûr, 31.
e- Baş Örtüsü: 24/Nûr, 31.
f- Örtünen Erkek ve Kadınların Mükâfatı: 33/Ahzâb, 35.
g- Namazda Güzel Elbiseler Giymek: 7/A’râf, 31.
h- Süslenmek: 7/A’râf, 32; 16/Nahl, 14.
i- Kadınların Süslenmesi: 43/Zuhruf, 18.
j- Cennet Süsü: 18/Kehf, 31; 22/Hacc, 23; 76/İnsan, 15-16, 21.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İslâm Hukukunda Zina ve Recm, Mehmet Çelen, Denge Y.
2. Recm Cezâsı -Âyet ve Hadis Tahlilleri-, Yusuf Ziya Keskin, Beyan Y.
3. Kur’ân-ı Kerim’in Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sâbûnî, Şamil Y. c. 2, s. 58-252, 323-334
4. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Fahşâ-Fâhişe: c. 2, s. 138-139; Fuhuş: c. 2, s. 198-199; Livâta: c. 4, s. 24; Recm: c. 5, s. 235-238; Zinâ: c. 6, s. 477-483; Müstehcen: Akit Y. c. 6, s. 94-95
5. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 174-177
6. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 23, s. 333-346; c. 6, s. 297-315; c. 17, s. 486-508
7. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sabuni, Şamil Y. c. 2, s. 58-205
8. İslâm Cezâ Hukuku ve Beşerî Hukuk, Abdülkadir Udeh, İhya Y. c. 3, s. 211-416
9. İslâm Cezâ Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, Ahmet Yaşar, Beyan Y. s. 54-88
10. Günlük Hayâtımızda Helâller-Haramlar, Hayreddin Karaman, Yeni Şafak Y. s. 101-112
11. Kur’an’a Göre Dinde Zorlama ve Şiddet Sorunu, Abdurrahman Ateş, Beyan Y. s. 183-185, 201-226
12. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
13. İslâm’da Kadın, Bekir Topaloğlu yağmur Y.
14. İslâm Nizamı, A. Rıza Demircan, c. III, s.105-128
15. İstanbul’da Fuhuş ve Zührevî Hastalıklar, Zafer Toprak, İst. 1987o
16. Osmanlı’da Seks, Sarayda Gece Dersleri, Murat Bardakçı, Gür Y.
17. Osmanlı’da Kadın Âlemleri, Erdoğan Tokmakçıoğlu, Geçit Kitabevi Y.
18. Türk Edebiyatında Seks, Konur Ertop, İst. 1977
19. İstanbul Nasıl Eğleniyordu? Ahmed Refik, İstanbul 1927
20. Aşk Ahlâkı, Hilmi Ziya Ülken, İstanbul, 1981
21. Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi, Ebûbekir Sifil, Kayıhan Y. c. 1, s. 130-170
22. Hangi İslâm, Mustafa Varlı, Şahsi Y. s. 81-88
23. İslâm’ın Temel Kavramları, s. 123-124, 664-675
24. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, s. 528-531
25. Gözün Zinâsı (Harama) Bakmaktır, Mustafa Özşimşekler, Beyan, Temmuz 2001

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 15:55

FİTNE

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

FİTNE


- 271 -
Kavram no 53
Haramlar 6
Câhiliyye 6
Bk. Fesâd-İfsâd; Nifak-Münâfık; Günah
FİTNE
• Fitne; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’an-ı Kerim’de Fitne Kavramı
• Kur’an’da Fitne Sayılan Davranışlar
• Hadis-i Şeriflerde Fitne Kavramı
• Modern Fitne Odakları
“Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların söylediklerine tâbi oldular. Hâlbuki Süleyman kâfir olmadı (Büyü yapmadı ve ona inanmadı). Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri (büyü ilmini) ve Bâbil’de Hârût ve Mârût’a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek herkese ‘Biz fitneyiz/imtihan için gönderildik, sakın (yanlış inanıp büyü yapmaya cevaz verip de) kâfir olmayasınız’ dedikten sonra ancak ilim öğretirlerdi. Onlar karı ile koca arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. Büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiçbir hususta zarar veremezler. Onlar (büyücüler) kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Onlar kesinlikle bilmişlerdir ki, kim onu (sihri) satın alırsa (ona para verirse), onun âhiretten nasîbi yoktur. Karşılığında kendi varlıklarını sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!” 1090
Fitne; Anlam ve Mâhiyeti
“Fitne” kelimesinin aslı “fetn”dir. “Fetn” sözlükte, altın ve gümüş gibi değerli madenlerin saflığını anlamak için onları ateşte eritmek demektir. “Fitne” sözlükte, deneme ve imtihana tâbi tutmak, sınamak, maddî ve mânevî sıkıntı, üzüntü, belâ ve felâketle imtihan etme gibi anlamlara gelir. Fitne kelimesinin bunlardan başka, küfür, azgınlık, sapıklık, günah, ayrılık, iç ihtilâf ve kargaşa, kavga, delilik, azap, musîbet, aklını çelmek, gönlünü çalmak, kandırma (iğvâ), kışkırtma, nifak, ihtilâf, baştan çıkarma, birbirine düşme, çekişme, zulüm, baskı, karışıklık ve kalbin bir şeye fazla meyletmesi gibi mânâları da vardır.
İnsanın içine aşk ateşi düşürdüğü ve aklını çeldiği için kadına, kişinin aklını çelip ona azap kazandırdığı için şeytana, kişiye zarar verdiği için hırsıza, aynı kökten gelen “fettân” denmiştir. İnsanın gönlünü çelen, hırsını artırıp günaha sürükleyen altın ve gümüşe de ‘iki fettân’ denmiştir. Aynı kökten gelen “meftûn”; aklından zoru olmak anlamından hareketle, deli gibi tutulmak, âşık olmak, çok beğenmek anlamları kazanmıştır. Fitne, aynı zamanda inanç uğruna uğranılan ağır işkence anlamına da gelmektedir.
Olumlu Anlamıyla Fitne: Fitne kelimesinin sözlük anlamından anlaşıldığı kadarıyla o, iyiyi kötüden, arı olanı kirli olandan, doğruyu yalancıdan ayıran bir
1090] 2/Bakara, 102
- 272 -
KUR’AN KAVRAMLARI
metoddur. İnsanlar arasında suç, kötülük, kirlilik arttıkça onların karşılaşacağı fitne de çok olacaktır. Fitne bu anlamda toplumun kirlerini arıtan, temizleyen bir temizleyici gibidir. Nitekim içinde zorlukları, sıkıntı ve meşakkatleri barındıran savaş da bir fitnedir. Savaş bazen, insanların hatalarını, pisliklerini kendi önlerine koyar. İnanç uğruna belâ ve sıkıntılara uğrama anlamındaki fitne, olumsuz bir anlam taşımamaktadır. Bu gibi sıkıntılar inanan kişiyi kararlı kılar, irâdesini güçlendirir, ahlâkını arındırır. Böyle bir fitne kişiyi ve toplumu dinî yönden geliştirir. Onların hatalarını gösterdiği gibi, din uğruna sabırlarını da ortaya koyar. Böylece Allah’ın vereceği karşılığı/ödülü almalarına zemin hazırlar.
Kur’an, insanların sürekli olarak “fitne” ile denendiklerini açıklıyor: “İnsanlar, (yalnızca) ‘İman ettik’ diyerek, fitneye uğratılmadan (denenmeden) bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınamadan geçirdik (fitneye uğrattık); Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir.” 1091 Bu bağlamda “fitne” ile “belâ”, aynı anlamdadır. Ne ki “fitne”nin kapsamı biraz daha geniştir. “Belâ” yalnızca Allah’tan geldiği halde, “fitne” hem Allah’tan hem de kullardan gelebilir, insan kendisini olduğu kadar başkalarını da fitneye uğratabilir. Fitne kelimesinde azap, zorluk ve kötülük yönü daha fazladır.
Fitne, öncelikli olarak bir sınav yolu olduğuna göre, hem nimet sebebiyle, hem de zahmet ve perişanlıktan dolayı olabilir. İnsan, karşılaştığı bütün değerlerle imtihana tâbi tutulabilir. Nitekim Kur’an şöyle diyor: “Biz sizi bir imtihan olarak hayır fitnesiyle de şer fitnesiyle de deniyoruz. Ve eninde sonunda Bize döneceksiniz.” 1092 Demek ki fitne imtihanı, bir hikmete bağlı olarak bazen Allah’tan gelir, bazen de kulların bir hatası sebebiyle meydana gelir. Böyle olunca da fitne, bizzat o fitneyi meydana getiren için bir uyarıdır; bir düzelme veya aklını başına alma imkânıdır. 1093
Kur’an-ı Kerim’de Fitne Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “fitne” kelimesi 30 yerde, “fitne”nin türevleri de 30 yerde geçer; dolayısıyla toplam 60 yerde zikredilir.
Fitnenin Kur’an’daki Anlamları: Fitne kelimesinin anlam sahası oldukça geniştir. Kur’an bu kelimeyi ondan fazla mânâda kullanmaktadır:
1- Sınanma, deneme, belâya uğratma, 1094
2- Küfür, şirk, müşriklerin müslümanları şirke döndürmek için uyguladıkları baskılar anlamında, 1095
3- Sapıklık, sapma, saptırma, 1096
4- Azap, işkence, ateşe atma, 1097
1091] 29/Ankebût, 2-3
1092] 21/Enbiyâ, 35
1093] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 206-207
1094] 2/Bakara, 102; 20/Tâhâ, 40, 85 vd.
1095] 2/Bakara, 191, 217; 4/Nisâ, 91
1096] 5/Mâide, 41, 49; 37/Saffât, 162
1097] 85/Bürûc, 10; 51/Zâriyât, 13-14; 29/Ankebût, 10
FİTNE
- 273 -
5- Günah, 1098
6- İslâm düşmanlarının savaşa sebep olmaları, 1099
7- Allah’ın kullarına farklı imkânlar vererek birbirlerine karşı tutumlarının ortaya çıkarılması, 1100
8- Şeytanın hile ve tuzakları, 1101
9- Şeytanın zayıf ruhlu kimselere aşıladığı bâtıl inanç ve kuruntu, 1102
10- Delilik ve gaflet, 1103
11- Dosdoğru yoldan (sırât-ı müstakîm’den) saptırma, 1104
12- Nifak (münâfıklık) 1105 ve
13- Özür, bahane anlamında 1106 kullanılır.
Allah’a Nisbetle Fitne: Allah’ın (c.c.) fitne vermesi, O’na ait bir hikmete dayanır ve insanın tekâmülüne sebep olur. Bu bağlamda insanlık, çeşitli fitnelerle zaman zaman denemeye uğratılmaktadır. Kur’an’ın haber verdiğine göre, başta peygamberler olmak üzere müslümanlar ve diğer dinlere inananlar (kâfirler) zaman zaman fitnelere/sınavlara tâbi tutulurlar.
Peygamberlerin Denenmesi: Allah (c.c.) Hz. Süleyman’ı (a.s.) denemeden geçirmişti. Kur’an’ın ifadesine göre, tahtının üzerine bir ceset bırakılmıştı. Bu belki de yönetim gücünün zayıflamasıydı. Tekrar eski durumuna kavuşunca; “Rabbim, beni bağışla...” diye duâ etmişti.1107 Hz. İbrâhim (a.s.) birtakım kelimelerle denenmişti ve o da onları bir bir başarıyla tamamlamıştı. Bunun üzerine Allah (c.c.) onu bütün insanlığa imam (önder) yapmıştı.1108 Hz. Mûsâ (a.s.) da denemeye tâbi tutulan elçilerdendir. Allah (c.c.) onun için şöyle diyor: “... O zaman da seni tasadan kurtarmış ve seni (bazı sıkıntılarla) iyice denemiştik...”1109 Şeytanın peygamberlerin dâvetlerine ve hedeflerine gölge düşürme çabası da onlar için bir iman sınavıdır. 1110
Müslümanların Denenmesi: Müslümanlar için sadece iman etmek yeterli değildir. İmanın kökleşmesi ve sağlamlaşması için mü’minler çeşitli denemelerden geçirilirler.1111 Allah (c.c.) müslümanları, içlerinde kim kendi yolunda cihad ediyor, bu yolda kim sabrediyor, ortaya çıksın diye, onları dener. 1112
1098] 9/Tevbe, 49; 24/Nûr, 63
1099] 4 Nisa/101
1100] 25/Furkan, 20; 6/En’âm, 53
1101] 7/A’râf, 27
1102] 22/Hacc, 53
1103] 68/Kalem, 6
1104] 17/İsrâ, 73
1105] 57/Hadid, 14
1106] 6/En’âm, 23
1107] 38/Sâd, 34-35
1108] 2/Bakara, 124
1109] 20/Tâhâ, 40
1110] 22/Hacc, 52-53
1111] 29/Ankebût, 2-3
1112] 47/Muhammed, 31. Benzer âyetler için Bk. 8/Enfâl, 17; 3/Âl-i İmrân, 152, 154; 33/Ahzâb, 11
- 274 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Mûsâ, kendisi Tûr dağında iken kavminin altın buzağıya tapması üzerine onların içerisinden Allah’tan af dilemek üzere yetmiş kişi seçmişti. Onlarda gördüğü tereddüt üzerine Allah’a duâ etti ve bu olayın kendileri hakkında bir imtihan (deneme) olduğunu söyledi. 1113
Ayrıca inkâr edenlerin müslümanlara karşı tavırları bir fitnedir. Böylece müslümanların İslâm’a bağlılıkları denenmiş olur.1114 Mü’minlere yapılan bu azap ve işkence onları dinlerinden döndürmeye yöneliktir. Mü’min böyle bir azapla imtihan edilebilir. Mü’min, tıpkı madenin fitne/deneme kazanında kaynatılması gibi, azapla karşı karşıya getirilir. Böylece samimi müslümanla gevşek müslüman ortaya çıkar. Bu konuda Kur’an şöyle buyuruyor: “İnsanlardan öylesi vardır ki, ‘Allah’a iman ettik’ der; fakat Allah uğruna eziyet gördüğü zaman, insanların (kendisine yönelttikleri işkence ve) fitnesini Allah’ın azabıyla bir tutar. Ama Rabbinden ‘bir yardım ve zafer’ gelirse, andolsun; ‘biz gerçekten sizlerle birlikteydik’ demektedirler. Oysa Allah, âlemlerin sînelerinde olanı daha iyi bilen değil midir?”1115 Allah’ın azâbı şüphesiz insanlardan gelecek fitnelerden daha büyüktür. Mü’minler sürekli bir biçimde bu tür fitnelerle karşılaşacaktır. Bu denemeyi başaranlar, yani imanlarında samimi olanlar sonsuz mükâfatı kazanacaktır. Kur’an, mü’minlerin bu şekilde denemeye tâbi tutulduklarını haber veriyor. 1116
İnsanların ve Toplulukların Denenmesi: Bazı kavimlere elçiler gönderilmesi onlar için ilâhî imtihan sebebidir. Meselâ, Sâlih (a.s.), kendisini ve mü’minleri uğursuzlukla suçlayan Semud kavmine; “...Uğursuzluğunuz (un sebebi), Allah katında (bulunan takdiri)dir. (Kötü amel işleyene o uğursuzluğu takdir etmiştir.) Doğrusu siz (çeşitli olaylarla) imtihan edilen bir topluluksunuz.”1117 Ayrıca Hz. Sâlih’in kavmi Semud’a bir dişi devenin verilmesi onlar için bir deneme idi. 1118
Allah (c.c.), Peygamberimiz’e Mekke hayatında gösterdiği bir rüyası ve “Kur’an’da lânet edilmiş ağaç” ile insanları denemişti.1119 Kimilerine göre Peygamberimiz’in buradaki rüyasından maksat O’nun gördüğü herhangi bir düş değil; Mirac olayıdır. Çünkü âyette geçen “rü’yâ” kelimesi Arapça’da görmeyi ifade eder. Sıradan bir rüyayı herkes görebilir. Rüyaların da olağanüstü bir tarafı yoktur. Peygamberimiz’e gösterilen, ya da O’nun gördüğü şey Mirac yolculuğu ve karşılaştığı olağanüstü durumlardır. Bu olay insanlar için bir deneme aracı olmuştu. Peygamberimiz (s.a.s.) Mirac olayını anlatınca müşrikler O’nunla alay ettikleri gibi, bazı zayıf imanlı müslümanlar da O’nu terketmişlerdi. Gerçekten iman edenlerin imanı ise bu denemeden sonra bir kat daha kuvvetlenmişti. 1120
Kimileri, Peygamberimize gösterilen bu rüya; kâfirlerin Peygamberimiz ve müslümanlar karşısında mutlaka yenilecekleri anlamına gelebilir demişlerdir. Peygamberimiz (s.a.s.) henüz Mekke’de müslümanlar çok zayıf iken İslâm’ın gâlip geleceğini, kâfirlerin mağlup ve zelil olacaklarını haber verdiği zaman
1113] 7/A’râf, 154-156
1114] 25/Furkan, 207; 60/Mümtehine, 5
1115] 29/Ankebût, 10
1116] 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214
1117] 27/Neml, 47
1118] 54/Kamer, 27-29
1119] 17/İsrâ, 6
1120] Muh. İbn Kesir, 2/386; Beydavî, 1/575; Fî Zılâli’l-Kur’an, 4/2237; Elmalılı, 5/309; Y. K. Çağdaş Tefsiri, 5/230
FİTNE
- 275 -
müşrikler O’nu alaya aldılar, zayıf imanlılar böyle bir müjdeye inanmadılar. Ancak gerçek mü’minler Peygamber’in bu vaadine kesin kanaat ettiler. Böyle bir olay o toplum için bir deneme idi. 1121
“Kur’an’da lânet edilmiş ağaç” da bir imtihan aracı yapıldı. Bu ağaç, Buhârî ve Müslim’de geçen bir hadise göre zakkum ağacıdır.1122 Cehennem’de yaratılmış olan bu ağaç, oradaki azâbı simgeler. Orada azap görenin yiyeceği odur. Allah (c.c.) bununla inkârcıları korkutmakta ve onları Cehennem’den sakındırmaktadır. Kur’an’da üç âyette geçmektedir.1123 (Zakkum, bir ağaç cinsidir. Arabistan’ın Tihâme bölgesinde yetişir. Tadı çok acı, kokusu da çok kötüdür. Dallarını koparan kimsenin ellerine ve bedenine ağaçtan çıkan sıvı bulaştığı takdirde, o kimse bir çeşit deri hastalığına yakalanır. 1124
Nimet veya Külfetle Deneme: Fitne, gerçek olanı sahte olandan, iyi olanı kötü olandan, kirliyi temiz olandan ayırmak olduğuna göre, hayatın akışında olumlu ve olumsuz tarafıyla ortaya çıkabilir. Kur’an’ın işaret ettiği gibi insan bazen risk taşıyan, mal, mülk, evlât ve sağlık gibi nimetlerle, bazen de yokluk, hastalık, şeytan ve düşman saldırısı gibi şeylerle denemeye uğratılır. Bu bakımdan çekilen zorluk, mal, zulüm, kadın, çocuk, saptırma, azap, silâhlı çatışma, kalbe gelen vesvese gibi şeylerin hepsi de fitnedir. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Onlardan bazı zümrelere, kendilerini denemek (fitneye uğratmak) için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir.” 1125
Kur’an, insanın imandaki samimiyetini denemek için hayır ve şer ile imtihan olunduğunu haber veriyor. 1126 İnsan, hayatın geçici güzellikleriyle de sınava çekilir.1127 Mal ve evlât, insan için bir fitnedir, deneme aracıdır.1128 Bol rızık ve verilen nimetler birer fitne olduğu gibi,1129 başa gelen üzüntü ve kederler,1130 belâ ve musîbetler de birer fitnedir.1131 İnsanlardan bazılarına Allah’tan gelen rızık, iman ve mağfiret gibi iyiliklerin sebebini bilmek mümkün olmayabilir. Allah (c.c.) bu şekilde insanları birbiriyle deniyor ve şükredenlerin belli olmasını istiyor. 1132
Dinde ikiyüzlü davranan münâfıklar, çeşitli olaylarla, ibret almaları ve hatalarını terk etmeleri için sürekli denenirler. Ancak onlar çoğu zaman bu fitnenin (denemenin) farkında olmazlar.1133 Allah (c.c.) doğru yola giren kimseler için rızkı bollaştırır. Bunun sebebi de, onların şükredip şükretmeyeceklerini, takvâ sahibi olup olmayacaklarını denemektir. 1134
1121] Keşşâf, 2/648; Y. K. Çağdaş Tefsiri, 5/230
1122] nak. Muh. İbn Kesir, 2/386
1123] 37/Saffât, 62-67; 44/Dûhan, 42-46; 56/Vâkıa, 51-54
1124] Tefhimu’l Kur’an, 5/21
1125] 20/Tâhâ, 131
1126] 21/Enbiyâ, 35
1127] 20/Tâhâ, 131
1128] 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15
1129] 39/Zümer, 49
1130] 20/Tâhâ, 40
1131] 9/Tevbe, 126; 22/Hacc, 11
1132] 6/En’âm, 53
1133] 9/Tevbe, 126
1134] 72/Cinn, 16-17
- 276 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sabır ve Sebat Fitnesi: Kur’an şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed) Biz senden önce de yiyip içen, çarşıda pazarda dolaşan (ölümlü) insanların dışında kimseyi elçi olarak göndermedik. (Böyle yaparak ey insanlar), kiminizi kiminiz için fitne/sınama vesilesi kıldık (ki), sabredecek misiniz? (Bunu kendiniz de göresiniz; yoksa) Allah zaten her şeyi olduğu gibi görmektedir.” 1135 Bu âyet; yalnızca peygamberlerin değil; her insanın toplumsal varlığı ile diğer kimseler için, onların ahlâkî tercih ve kavrayışlarının ortaya çıkmasını sağlayan bir deneme aracı olduğuna işaret etmektedir. Buna göre âyete şu anlamı vermek yanlış olmayacaktır: “Sizin hepinizi birbiriniz için bir imtihan vesilesi kıldık.” 1136
Hayat, tekâmül yolunda ilerlemek ise, fitnelerin peş peşe sıralanması doğaldır. Her toplum bir başkası için, her insan bir başka kimse için, onun durumunun ve tercihlerinin ortaya çıkması açısından bir fitne aracı olabilir.
Şeytana Nisbetle Fitne: Allah’ın (c.c.) “Âdem’e secde edin...” emrine karşı gelerek lânetlenen ve ilâhî rahmetten kovulan iblis (şeytan) insanlar ve toplum için en önemli kötülük odağıdır. İblis, insanları saptırmak ve kendi tuzağına düşürmek için Rabbimizden izin istemiş ve bu izni almıştır.1137 O, insanları şaşırtarak, kandırarak, kendi yoluna dâvet ederek onları olumsuz anlamdaki fitneye düşürebilir. “Ey Âdemoğulları, şeytan, ana-babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi, sizi de şaşırtıp bir fitneye düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytanları, inkâr edenlerin velîsi (dostu) yaptık.”1138 Şeytan, peygamberlerin arzularına bile vesvese vermeye ve onları fitneye düşürmeye çalışmaktan geri durmamıştır. 1139
İnsanlara Nisbetle Fitne: Fitne odaklarından birisi de bizzat insanın kendisidir. İnsanın sebep olduğu fitne genel anlamda olumsuzdur ve daha çok inkârcıların, kalbinde eğrilik olanların ve münâfıkların bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır.
1- Münâfıkların Fitnesi: Münâfıklar fitne çıkarmaktan hoşlanırlar. Tutum ve davranışlarıyla fitneye sebep olurlar. Fitne olan şeylere çağrıldıkları zaman koşarak ve isteyerek giderler.1140 Bundan dolayı onlar Allah’ın kalplerini arıtmak istemediği kimselerdendir. Allah (c.c.) onların fitneye düşmelerini ister.1141 Münâfıklar müslümanların arasında yaşadıkları halde gerektiği zaman, -tıpkı Peygamber döneminde olduğu gibi- Allah yolunda cihada katılmak istemezler. Mecbûren katılsalar bile müslümanların arasına fitne sokup onları Allah yolunda çalışmaktan soğutmaya çaba gösterirler. Böyleleri Peygamberimiz’e şöyle dediler: “...Bana izin ver, beni fitneye (zor bir denemeye) düşürme...” Kur’an onlara; “...İyi bilin ki, onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem de kâfirleri kuşatacaktır.” şeklinde cevap vermektedir. 1142
1135] 25/Furkan, 20
1136] Kur’an Mesajı, 2/730
1137] 7/A’râf, 14-17; 17/İsrâ, 62
1138] 7/A’râf, 27
1139] 22/Hacc, 52-54
1140] 4/Nisâ, 91; 33/Ahzâb, 14
1141] 5/Mâide, 41
1142] 9/Tevbe, 48-49
FİTNE
- 277 -
Münâfıklar, hem kendileri fitneye düşerler, hem de başkalarını, özellikle de müslümanları fitneye düşürmeye çalışırlar. “İnsanlardan bazıları; ‘Biz de Allah’a inanıyoruz’ dedikleri halde kendilerine Allah uğrunda bir sıkıntı geldiği zaman, insanlardan gelen bu fitneyi (sıkıntı ve belâyı) Allah’ın azâbı gibi zannederler. Ancak müslümanlar bir nimete, dünyalık bir rahata kavuştukları zaman da ‘biz de sizinle beraberiz’ demekten utanmazlar. Şüphesiz ki Allah (c.c.) imanda samimi olanları da ikiyüzlü davrananları da çok iyi bilir.”1143 Aynı insanlar âhiret hayatında mü’minlere; “Biz sizinle beraber değil miydik?” diyecekler. Mü’minler onlara şöyle cevap verecekler: “...Evet, ama siz kendinizi fitneye düşürdünüz (aldattınız), beklediniz (hemen tevbe etmediniz), kuruntular sizi aldattı...”1144 Kalplerinde eğrilik bulunanlar, müslümanları şüphe ve fitneye düşürmek için Kur’an’daki “müteşâbih” âyetleri kafalarına göre yorumlarlar. 1145
2- Kâfirlerin/İnkârcıların Fitnesi: Hz. İbrâhim (a.s.) şöyle duâ etmişti: “Ey Rabbimiz! Bizi hakikati inkâr edenler için kötülük teşvikçisi/sebebi, fitne (bir oyun ve eğlence aracı) yapma. Ve günahlarımızı bağışla, ey Rabbimiz, çünkü Sensin tek kudret ve hikmet sahibi.” 1146 İnkârcılar ve tapmakta oldukları yalancı tanrılar, Cehennemi hak etmiş olanlardan başkasını fitneye düşüremezler, ayartıp kandıramazlar. 1147
Kâfirler bazen müslümanları savaş, saldırı ve benzer şekillerde fitneye/denemeye, sıkıntıya düşürüp, onların korku namazı kılmalarına sebep olabilirler.1148 Hz. Mûsâ’nın kavmi, Firavunun ve mele’sinin, yani ileri gelen seçkinlerin kendilerini bir fitneye düşürmelerinden, fenalık yapmalarından korktukları için iman etmekte tereddüt ettiler. Onların içlerinden pek azı hariç Firavunu desteklemeye devam ettiler. 1149
Bugün de bu gerçek değişmemiştir. İnsanlardan pek çoğu ya İslâm’a gönül vermek, ya da İslâm’ı hakkıyla günlük hayatında yaşamak istemektedir. Ancak çağdaş Firavunların, Firavun düzenlerinin, bu düzenleri sürdüren mele’ takımının fitnelerinden, sıkıntı vermelerinden, haklarını ellerinden almalarından, kötü damga vurmalarından korkmaktadırlar. 1150
Kur’an’da Fitne Sayılan Davranışlar
1- Küfür-Şirk: Kur’an, “Fitne katl’den/öldürmekten daha büyük suçtur.”1151 demektedir. İslâm’a inanmayanların, müslümanların inancına yönelik saldırıları şüphesiz fitnedir ve savaştan daha tehlikelidir. Küfrün hâkimiyeti; iman, Allah’a kulluk, adâlet, huzur ve saâdet için engeldir. Mü’minler, inkârcıların bu çabalarına karşı topluca mücâdele vermek zorundadırlar. Burada “fitne” kavramı kişisel sıkıntıya işaret etmekten çıkmakta ve bir iman mücâdelesinin sebebi haline gelmektedir. “Mü’min erkekleri ve mü’min kadınları fitneye (azâba) uğratıp, sonra
1143] 29/Ankebût, 10-11
1144] 57/Hadîd, 14
1145] 3/Âl-i İmrân, 7
1146] 60/Mümtehıne, 5
1147] 37/Saffât, 161-163
1148] 4/Nisâ, 101
1149] 10/Yûnus, 83
1150] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s, 207-212
1151] 2/Bakara, 191, 217
- 278 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da tevbe etmeyenler; onlar için Cehennem azâbı vardır ve onlar için ateş azâbı vardır.” 1152
Müşriklerin, müslümanları kendi bâtıl dinlerine döndürmek için yaptıkları faâliyetler, münâfıkların ikiyüzlü davranışları fitneden başka bir şey değildir.1153 Kur’an, tevhidden sapmayı, şirke ve küfre düşmeyi fitne kabul etmektedir ve bunu katl’den (savaştan) daha kötü saymaktadır.1154 Müslüman toplumları bozan, onları saptıran, onları günaha sürükleyen, insanlar arasında kanlı savaşların çıkmasına sebep olan şey fitnedir. Bu nedenle Kur’an mü’minlere Din yalnızca Allah’ın oluncaya ve fitne yeryüzünden kalkıncaya kadar fitneye sebep olan şirkle ve müşriklerle mücâdele etmeyi emrediyor.1155 Müşriklerin ve şeytanın adımlarını izleyenlerin çıkardığı fitneler devam ettiği müddetçe dünyada huzurun ve rahatın olması mümkün değildir. Eğer mü’minler kötülük odaklarıyla mücâdele etmeyi bırakırlarsa, yeryüzünde büyük fitne olur, kaos ve bozgun giderek fazlalaşır. 1156
“Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya (Allah için tatbik edilinceye) kadar onlarla savaşın.”1157 Burada fitne, Allah yoluna tâbi olmak için gerekli olan özgürlük ve güven gibi şartlara sahip olunamayan bir toplum durumunu anlatmaktadır. Bu nedenle, müslümanlara, bu durumu düzeltmeleri, tekrar Allah yolunda, barış ve özgürlüğü sağlamaları için savaşa devam etmeleri emredilmektedir. İnsanın insana hükmettiği ve Allah yoluna tâbi olmanın imkânsız olduğu bir toplumda, fitne hüküm sürüyor demektir. İslâm’ın savaşmaktan amacı, “fitne”yi ortadan kaldırmak ve insanları İlâhî çağrıya uygun bir şekilde sadece Allah’a kul olarak yaşayabilmeleri için, Allah’ın hükmünü hâkim kılmaktır. Âyetin devamında; “Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler ve aşırılar hâriç hiç kimseye düşmanlık ve saldırı yoktur.”1158 buyrulur. Böylece savaşmanın, sadece hakkı elde etmek ve Allah’a teslimiyete giden yolu açmak için olabileceği vurgusu yapılmıştır. Hak elde edilince, savaşa devam etmek ise yine fitneye düşmek anlamına gelir.
Allah’ın hâkimiyeti/egemenliği, “fitne”nin karşıtı anlamındadır. Din ise, Allah’ın egemenliği demektir. Kur’an, “din”i bu anlamda kullanmıştır. Allah’ın egemen olmadığı toplumda, hem pek çok insan düşüncesi ve ideolojisi, karşı karşıya gelecek ve hem de beşerî ihtiraslar hayatî önem taşıyan temel unsurlara egemen olacaktır. Bu ise, topluma çelişkiyi yaşatmak demektir. Dikkat edilirse, “fitne, yeryüzünde kalmayıncaya kadar” ifadesi ağırlık kazanmıştır. Bu hedef, insanın görüş, düşünüş, duyuş, etkileyiş ve etkileniş alanının yer küresini kuşatıcı ve evrensel nitelikli olması gerektiğini belirliyor. Dar; kabile, ırk, ulus, ülke ve toplum gibi sınırlı bir hedef gözetilmemiştir. Herhangi bir toplum içerisindeki bunalımın yok edilmesi anlamından daha geniş ve daha engin bir yön çizilmiştir. Allah’ın egemenliğini yeryüzünün tüm alanlarında gerçekleştirmek, yani tevhidin zıddı olan şirk ve küfrün egemenliğini ortadan kaldırmaktır asıl ve nihâî hedef. Yer küresi büyüklüğünde gösterilen bu hedefi oluşturan unsur, ilk ve en
1152] 85/Bürûc, 10
1153] 9/Tevbe, 47-48
1154] 2/Bakara, 191
1155] 2/Bakara, 193
1156] 8/Enfâl, 73
1157] 2/Bakara, 193
1158] 2/Bakara, 193
FİTNE
- 279 -
doğru anlamı ile küfür fitnesi ise de, bugün; küfür veya küfrün hizmetçileri durumunda bulunan siyasî hareketler ve yönetimler de, bu âyette kullanılan “yeryüzünden kaldırılması gereken fitne” kavramının içerisinde yer alır. Bu âyet, ayrıca, insanın sorumluluk alanını ilân etmiştir. Bu âyetteki evrenseli kuşatıcı savaş emri, ilâhî çağrıyı bütün unsurları ile ilke edinmiş bir devlet mantığını gündeme getiriyor. Fitnecilere karşı fitneyi ortadan kaldırmak için fitneden arınmış, ilâhî hâkimiyete hizmete dayalı bir devlet mantığı... Kendi iç problemlerini halledememiş bir toplum, iç mantığını ve yapısını kaostan sisteme, bayağılıktan yüceliğe, bunalımdan huzur ve nizama, çelişki ve sürtüşmeden vahdete dönüştürememiş hiç bir toplum, bozgunculuğun ve fitnenin önüne asla geçemez. Bu sebepledir ki, İslâmî devlet anlayış ve gayreti, savaştan önce gelir.
Yeryüzünden fitnenin kalkması için, önce içimizdeki fitneyi kaldırmak, sonra dalgayı genişleterek çevredeki ve giderek toplumdaki fitnelerle mücâdele etmek gerekmektedir. Bütün bu fitnelerin sebep ve sonucu olarak, kopmaz bir bağla bağlı bulundukları büyük fitne odağının İslâm dışı düzen ve dünya görüşleri fitnesi olduğunu, onunla nihâî hesaplaşma olmadan çevremizi saran fitnelerden kurtulamayacağımızı bilmek, sivrisineklerle tek tek mücâdele yerine bataklıkla mücâdele ne ise, tâğûtî düzen ve ideolojilerle mücâdelenin de o demek olduğunu unutmamak zorundayız.
2- Allah’ın Hükümlerinden Yüz Çevirme: Allah (c.c.) insanların uymaları için birtakım hükümler, ilkeler ve kurallar koymuştur. Bu hükümlere uymamak, onlardan yüz çevirmek fitnedir. “O halde geçmiş vahyin mensupları arasında Allah’ın indirdiğine göre hükmet ve onların mesnetsiz görüşlerine uyma ve onlardan sakın ki Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırmasınlar (fitneye düşürmesinler)...”1159 �Peygamber de dâhil, insanların Allah’ın hükmünden uzaklaştırılmaya çalışılması da bir fitne çabasıdır. 1160
3- İşkence ve Zulüm: Kur’an; baskı, zulüm, işkence, eziyet ve benzerlerini fitne olarak niteliyor. Meselâ, Mekke döneminde Hicret etmeye mecbur kalan müslümanlara yapılan zulüm, işkence ve baskılar fitnedir.1161 Kimileri de Allah’ın azâbını insanlardan gelebilecek fitneye (eziyet ve sıkıntıya) eş tutarlar. Hâlbuki bu ikisi arasında benzerlik bile yoktur.1162 Aziz ve Hamîd olan Allah’a inanmış ve O’nun hükümlerine uygun olarak yaşayan, ya da yaşama çabasında olan mü’minlere eziyet edenler, onlara baskı uygulayanlar, ya da onları dinlerinden döndürmeye çalışanlar (onları fitneye düşürmek isteyenler); tıpkı Ashâb-ı Uhdûdu ateşe atıp işkenceyi seyredenler gibi Cehennemlik olurlar. “İman etmiş erkek ve kadınlara fitne yoluyla işkence edip sonra yaptıklarına tevbe etmeyenler var ya, şüphesiz onlar için cehennem azâbı vardır. Yakıp kavuran azap da onlaradır.”1163 Âyet-i kerîmede “Uhdûd ashâbı”nı'n mü’minlere yapılan işkence anlatılmaktadır. Hangi dönem ve hangi toplum olursa olsun, haksız yere gördükleri zulüm ve işkencenin varlığını bildikleri halde sabretmeleri ile bir nevi işkence fitnesini mağlûp etmişlerdir. Bu olay, sonra gelenlere ve gelecek olanlara sabır ve sebat hususunda verilen en güzel ibrettir.
1159] 5/Mâide, 49
1160] 17/İsrâ, 73-74
1161] 16/Nahl, 110
1162] 29/Ankebût, 10
1163] 85/Bürûc, 10
- 280 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın; ancak aşırı gitmeyin. Elbette Allah, aşırı gidenleri (haddi aşanları) sevmez. Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, adam öldürmekten daha beterdir...”1164 Bu âyette kullanıldığı şekliyle, Arapça “fitne” kelimesinin tam karşılığı; “şiddete başvurarak bir fikri bastırmak ve ortadan kaldırmaktır.” Bu âyette, o gün yaygın olanlara ters düşen inanç ve teorileri savunan kişi veya grupları baskı ve şiddetle cezalandırmanın çok kötü bir hareket olduğu ve toplumdaki durumu düzeltmeye yarayan, fikir ve teorileri yayan ve savunan kimseleri işkence ve kaba kuvvetle bundan vazgeçirmeye çalışmanın zulüm olduğu anlatılmaktadır. Kan dökmek, çok kötü bir davranış olmasına rağmen, insanları, kendi inanç ve ilkelerine bağlayan değerler nedeniyle bastırıp ezmek ve onları baskı gruplarının inançlarını benimsemeye zorlamak bundan daha kötüdür. Bu nedenle, tartışıp anlaşmak ve insanların haklarına saygı göstermek yerine, vahşi gücü seçen bu insanlara karşı zor kullanmak helâldir ve haklı sebebe dayanmaktadır.
İnsan, hürriyetiyle, özgür düşüncesiyle vardır. Düşünme yeteneğini yitirmiş veya bu kabiliyetini kullanma fırsatı bulamamış insanlar, zaten insanî ve İslâmî sorumluluk altında değildirler. Bir nevi köle veya savaş esiri durumundadırlar. Kendi varlığının farkında olmak demek olan özgür inanç ve düşünce yeteneği, insanın zorunlu doğal mecrâsında yürümesini gerekli kılar. Bu tabiî akışını zorla engellemeye kalkışmak, teneffüs ettiğimiz havayı zehirlemek, hayat kaynağı olan suyu, toprağı elinden almak ve ona hayat hakkı tanımamaktır. Bu şartlar altında hayat hakkını kullanabilmesi için savaşması da kendi varlığı gibi doğaldır. Bu âyet, modern asrın câhil ideolojilerine ve bu hayat görüşlerinin toplumsal bakış açılarına da sert bir eleştiri getirmiş oluyor. Bütün ilericilik ve çağdaşlık yaftalarını tekellerine alıp bunları kullanmalarına rağmen çağın beşerî ilke ve düzenleri, kendi mantığına aykırı düşen hiçbir fikrî canlılığa hayat hakkı tanımıyor. İşte, bazen işkence, bazen öldürme, fâili meçhul, katliâm ve bazen de insanî haklarını elinden alma tehdidi ile insanları inançlarından çevirme girişimlerini, Kur’an “fitne” olarak değerlendiriyor. İnsanın en doğal hakkını gasbetmeye çalışanlara karşı savaş açmasını, gerekirse onları öldürmesini emrediyor. Çünkü insandaki en saygı değer yetenek, özgür düşünme kabiliyetidir. Bu yeteneği imhâ etmek, insan fıtratını imhâ etmektir; insanın var oluş gâyesini ifsâd etmektir.
4- Saptırmak, Yoldan Çıkarmak, Tuzak: “Ey Âdemoğulları, ana ve babanızı onların çirkin yerlerini göstermek için onların örtülerini çekip atarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şeytan, bir fitneye düşürmesin. Sizin şeytanı ve adamlarını göremeyeceğiniz yerlerden onlar sizi görürler. Biz şeytanları inanmayanlara dost yaptık...”1165 Bu âyetler, Hz. Âdem’in kıssasından Âdemoğullarına alınması gereken ibreti ve dersi öğütlemektedir. Şeytanın ve şeytana tâbi olan dinsizlerin ne kadar kötü hareketlerde, iddialarda bulunduklarını teşhir etmektedir. Bu çağrı, Allah’ın evini çıplak tavaf etmelerinin ve atalarının yapageldikleri şeylerin Allah’ın emri ve hükmü olduğunu ileri sürmeleri konusundaki câhiliyye geleneklerine ilişkin bir uyarıdır.
Bu âyette, birinci çağrı; Âdemoğullarına ana babalarının yaşadığı sahneyi ve ayıp yerlerini örten iç elbisesi ile insanı güzelleştiren dış elbiseyi ve en hayırlı
1164] 2/Bakara, 190-191
1165] 7/A’râf, 27
FİTNE
- 281 -
giysi olan takvâyı1166 insana göndermedeki Yüce Allah’ın nimetini hatırlatma amacına yöneliktir. İkinci çağrı ise; genelde tüm insanlara ilk günlerinde İslâm’ın karşılaştığı müşriklere yönelik, şeytana teslim olmamalarına ilişkin bir sakındırma mâhiyetindedir. Hayatları için seçtikleri sistem, yasa ve gelenekler noktasında ona uyup fitneye kapılmamaları için bir uyarıdır. Nitekim şeytan, daha evvel ana babalarının cennetten çıkarılmalarına sebep olmuş, avret yerlerini göstermek için elbiselerini çıkarıp çıplak bırakmıştı. Dolayısıyla eski ve yeni câhiliyye toplumlarının karakteristik özelliği olan çıplaklık ve açık saçıklık, şeytanın saptırması sonucu işlenen eylemlerden biridir. Bu, insanla düşmanı arasında süren savaşın bir cephesidir. O halde Âdemoğulları kendilerini tuzağa düşürmek için başta şeytan ve şeytanî modalar olmak üzere düşmanlarına fırsat vermemelidir.
Yüce Allah, sakındırmayı artırmak, korunma duygusunu ön planda tutmak için onlara, şeytan ve yardımcılarının kendilerinin göremeyeceği yerlerden onları görebildiklerini haber vermektedir. O halde şeytan, gizli yöntemleri ile onları tuzağa düşürme açısından hayli güçlüdür. Dolayısıyla kendilerini saptırmaması için çok ihtiyatlı olmaya, fazlaca uyanık bulunmaya ve sürekli hazırlıklı olmaya ihtiyaçları vardır. Şeytanı, inanmayanlara dost yapması, gizli düşmanlıkta bulunan tehlikeli dost anlamındadır. Şeytan, bir nevi dost görünüp felâkete sürükleyen gizli ajan niteliği taşıyor. Bu durumda tehlikeli dost, kişiyi boyunduruğu altına alarak istediği yöne sürükleme fırsatını yakalamış olacaktır.
“(Müşrikler) Az daha, seni, sana vahyettiğimizden saptıracak ve ondan başka bir şeyi yalan yere Bize isnad etmen için neredeyse fitneye düşüreceklerdi. Ancak o takdirde seni candan dost kabul edinirlerdi.”1167 Bu âyetin, dinde bazı tâvizler isteyen müşrikler hakkında indiği rivâyet edilir. Demek ki kâfirler müslüman olmak için Hz. Peygamber’den bazı tâvizler istemişlerdi. Peygamber de onları İslâm’a çekebilmek için bu isteklerine kalben biraz meyletmişti. Bu âyet, onu tâviz vermekten men etti. Çünkü hakta tâviz olmaz; hak eğriltilemez; hakka bâtılı karıştırmak, hakkı hak olmaktan çıkarır. Tâviz de daha başka tâvizleri doğurur. Tevhidden ve ilâhî esaslardan tâviz vermeye kimsenin hakkı yoktur.
Aynı düşünceler, aynı tehlikeli saptırma mantığı, bugün de değişik boyutlarda mevcut. Kâfirlere şirin gözükmek için Allah’ın hor gördüklerine hoşgörü dağıtmak; müslümanları şiddetle eleştirdiği halde, tâğut ve zâlimlere en küçük tavır takınmadan kâfirce yaşayış içindekilerin beğenisini kazanacak şekilde dini tâvizlere boyayarak sunmak. Müslüman olmak, ama sosyal demokratlıktan da vazgeçmemek. Müslüman olmak, ama laikliği de kutsamak ve onu tartışma dışı bırakmak. Dini benimsemek fakat demokrasi tellallığı ve câhiliyye anlayışları ile telif şartıyla...
Bu tür fitnelerin, kişi ve toplum üzerinde büyük bir tesir meydana getireceğini bildiği için Allah, Peygamberimiz’i özel korumasına aldığını ifade ediyor. “Eğer Biz seni sebatkâr kılıp sağlamlaştırmasaydık, onlara birazcık meyledecektin. O takdirde sana hayatın da ölümün de sıkıntılarını kat kat taddırırdık; Sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” 1168
1166] 7/A’râf, 26
1167] 17/İsrâ, 73
1168] 17/İsrâ, 74-75
- 282 -
KUR’AN KAVRAMLARI
5- Belâ ve Sınama: Fitne aynı zamanda deneme, belâ ve sıkıntı anlamına da gelir. İnsanlardan bazıları gerçek bir şekilde değil de, iman-küfür sınırındaymışçasına ibâdet eder. Kendisine Allah’tan bir ‘hayr’ dokundumu, bununla sevinir. Ancak, başına hikmetin gereği bir fitne (belâ veya deneme) geldiği zaman yüz üstü döner gider. Böyleleri dünyayı da âhireti de kaybederler. 1169
Peygamber’in dâveti sıradan bir insanın dâveti gibi değildir. Onun dâvetine uymazlık edilemez, emrine karşı gelinemez: “...Rasûl’ün emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir belânın (fitnenin) çarpmasından, yahut onlara acı bir azâbın uğramasından sakınsınlar.” 1170
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.”1171 Fitne, imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm işlemesine hoşgörü ile bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. Zira İslâm, birtakım pratik yükümlülükler gerektiren bir hayat sistemidir. Kaldı ki, Allah’ın dinine uyulmadığını ve Allah’ın ilâhlığının rededilip yerine kulların tanrılığının yerleştirildiğini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla beraber Allah’ın, onları belâdan kurtarmasını istemeleri, sünnetullaha ters bir arzu ve kabul olmayacak bir tavırdır.
Toplumsal düzensizlik başlı başına bir fitne olmasına rağmen, adâlet mekanizmasının çalışmaması, infaz kılıcının suçluların boynuna değil de; mazlumların ve güçsüzlerin boynuna indirilmesi ve bu toplumsal aldatmacanın ilke halini alması durumunda, Allah’ın kılıcı infaz görevini üstlenir. Bu infaz, bütün toplumu hedef alır. Çünkü toplum içinde dengesizliklerin had safhalara ulaşmasına rağmen, toplumdaki şuurlu müslümanların ve aydınların bazı beşerî menfaatler nedeniyle olaylara göz yummaları, toplumsal dinamikleri harekete geçirmemeleri, zulmün egemenliğini meşrû/uygulanır kılmış olur. Bâtılın meşrû ilân edilmesi ise, toplumsal ahlâkın çökmesi demektir. Kur’an’ın geçmiş toplumlarla ilgili çarpıcı örneklerini biliyoruz. Âd kavmi, Semud, Lût ve Nuh kavmi; yere geçirilen kavimlerden sadece birkaçıdır. Bu kıssaları ibret verici bir üslûp içerisinde insanlara aktaran Kur’an, benzeri olaylarla mukayese edilerek tedbir alınmasını, aksi takdirde çok geç kalınmış olacağını ifade ediyor. Fitnenin her çeşidinin her yönden her insanı ahtapot kolları gibi sardığı günümüzde, toplumsal belâyı hak ettiğimizi ve bize verilen mühletin, son şansın tükenmek üzere olabileceğini değerlendirmemiz gerekmektedir; yarın hepimiz için çok geç olabilir.
Hz. Mûsâ (a.s.), buzağıya tapma olayından sonra kavminin arasından seçtiği yetmiş kişiyi bir sarsıntı tutunca bu olayın bir deneme (fitne) olduğunu itiraf etmişti.1172 Mûsâ (a.s.) kavminin pek çoğu Firavundan korktukları için imanını açığa vuramamışlardı. Hz. Mûsâ’nın; “...Allah’a teslim olmuşsanız O’na tevekkül edin”
1169] 22/Hacc, 11
1170] 24/Nûr, 63
1171] 8/Enfâl, 25
1172] 7/A’râf, 155
FİTNE
- 283 -
diyerek onları cesaretlendirmesi üzerine; “Ey Rabbimiz, Allah’a tevekkül ettik, Ey Rabbimiz zâlim bir milletle bizi deneme (fitneye düşürme)” dediler. 1173
Sihrin anavatanı sayılan Bâbil’e mûcize olarak gönderilen Hârut ve Mârut adlı iki melek kendilerinin bir fitne (deneme sebebi) olduklarını söylüyorlardı. 1174
6- Karışıklık ve Kargaşa: Fitne, ortalığı karıştırmak, insanları birbirine düşürmek, onları birbirine karşı kışkırtmak, aralarını açmak, kuşku uyandırmak, kargaşaya ve anlaşmazlıklara sebep olmak, ortalığı karıştırmak gibi anlamlara da gelir. Türkçede yaygın olarak bu mânâlarda kullanılır. Kur’an’da “fitne çıkarmak”, “fitne yaymak” daha çok münâfıkların özelliği olarak geçmektedir. 1175
7- İmtihan: Allah Teâlâ, cin ve insan topluluğundan hakka sırt çevirenleri kastederek şöyle buyurur: “Eğer onlar doğru yola girselerdi, kendilerine gürül gürül bol su verirdik. Böylece onları fitneden/sınavdan geçirirdik. Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, (Rabbim) onu gittikçe artan çetin bir azâba uğratır.”1176 Bu âyet-i kerimelerin insan ve cin topluluklarına verdiği mesajı üç bölümde toplayabiliriz.
a- Toplumların, Allah’a ulaştıran tek hak yolu izlemeleri ile, toplum refahı ve bu refahı sağlayan imkânlar arasında sıkı bir bağ vardır. Hangi zaman dilimi olursa olsun, suyun önemli rol üstlendiği de ayrı bir işarettir. Akla şöyle bir soru gelebilir: Şirk toplumları niçin bugün daha müreffeh ve zengin? Unutmayalım ki, müşriklerin refah ve zenginliği gerçek anlamda ve özenilecek özellikte değildir; onların ellerindeki, sadece parasal varlıktan ibârettir. Huzur, saâdet, insanî değerler, tatmin gibi gerçek nimetler içinde olmadıkları bilinen ve kendilerince de itiraf edilen bir durumdur. Maddeye sahip olmak, insanların -hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar- çalışmaları oranında elde ettikleri kazançtır.1177 Ancak, maddeyi huzur ve güven vesilesi kılacak olan unsur, Allah’a bağlılık ve O’na itaattır. Müşriklerin sahip olduklarının, âhirette kendilerine hiçbir yararı dokunmayacağı gibi; dünyada fitneden, nice olumsuzluklara sebep olmaktan da uzak değildir. Tabii, çalışma ve Allah’a teslimiyet ölçüsü, müslümanlar için de geçerlidir; Müslüman da gerekli çalışmayı yapmadan maddî zenginliğe ulaşamaz. Huzur ve saâdetten nasip ise, her insan için, Allah’a itaati ve takvâsı nisbetindedir.
b- Âyetlerin sunduğu mesajlardan en önemlisi, maddî bolluğun fitne/sınav sebebi olarak verilmesidir. Gerçekten de insan için en zor sınav, maddesel refah ve yüksek hayat standardının oluşturduğu rehâvet ve gevşeklik ânındaki imtihandır.
c- Bu âyetlerin dile getirdiği üçüncü gerçek şudur: Servet ve refahı sebebiyle Allah’tan yüz çevirmenin karşılığı Allah’ın azâbıdır. Nimet sahibine yüz çeviren nankörlerin karşılaşacağı son; şiddeti gittikçe artan sıkıntı ve azâbtır; Bolluğun ölçüsüne göre, nankörlüğü oranında sıkıntı ve azâb. İnsanların kendi aralarında en çok nefreti ve kızgınlığı dâvet eden kişilik bozukluklarından bir tanesi,
1173] 10/Yûnus, 85; Hz. İbrâhim’in benzer bir duâsı için bk. 60/Mümtehıne, 5
1174] 2/Bakara, 102
1175] 4/Nisâ/91; 33/Ahzâb, 14; 9/Tevbe, 48-51
1176] 72/Cin, 16-17
1177] 53/Necm, 39-40
- 284 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iyilik ve güzel muâmeleye karşı çirkince, umursamaz bir vaziyete bürünüp âdice karşılık vermek, ya da iyilik sahibini unutmaktır. Âyette Allah, aynı zamanda bu tür eylemin çirkinliğine işaret ediyor. Düşünce tutarlılıklarını, inanç sistemlerini ve sadâkatte içtenliği ya da samimiyeti ölçmenin en doğru ve en kesin şekli, imtihandır. Bu ciddî sınav, kalp yapılanmalarına netlik kazandırır. O yüzden nimetle imtihan olan kimse, nimet sahibini unutmaz ve O’na şükrederse mü’min; nankörlük ederse kâfir olur. Nankör anlamındaki kelime ile kâfir kelimesi, bu kopmaz irtibat yüzünden Kur’an’da aynı kelime kökü ile (k-f-r) ifade edilir.
“Fitneden/sınavdan geçirmek amacıyla bazılarına verdiğimiz dünya hayatına ilişkin çekici nimetlere sakın göz dikme. Rabbinin (katındaki) rızkı hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir.”1178 Bu âyette geçen fitne/sınav tâbiriyle, insanların erdem sahibi olmalarına ve yüce ahlâka ulaşmalarına işaret edilmiştir. Şöyle ki; insan, kendisinde bulunmayan câzip şeyleri elde etmek ister. Fakat insanın elde etme arzusu asla son bulmaz. Bu sebeple kendi zaafının farkında olan insanın, sahip olamadığı mal ve eşyaya ihtirasla bakması doğru değildir. Allah’ın ihtarına kulak verip bu zaafını bilen ve eşyayı emânet ve tevâzû çizgisinde, şükür ve acziyet bilincinde değerlendirebilme yeteneğini kazanan insan için iki önemli nimet vardır. Birincisi; mutmainlik, tatmin, yani doyumluluk. Bu, insanın psikolojik huzurunu temin eden önemli olgudur. Diğeri ise; âhirete yönelik ebedî saâdettir. Birincisinde, insanlar arasında meydana gelen günlük sosyal ilişkilerin ahlâkî boyutunu görmekteyiz. İkincisinde ise, erdem sahibi insanların dünyayı aşan yüce hedeflerini...
Fahreddin Râzî’nin açıklamasına göre bu âyetin nüzûl sebebi şudur: Ebû Râfi, Allah Rasûlü’ne misafir geldiğinde yemeğe ihtiyaç hissetmişti. Bunun üzerine Rasûlullah, Ebû Râfi’yi bir yahûdiye göndererek ileride ödemek üzere bir miktar un istetir. Fakat yahûdi, rehin olmayınca un vermez. Ebû Râfi, durumu gelip Allah Rasûlü’ne anlatır. Peygamberimiz (s.a.s.) üzülerek zırhını rehin olarak gönderir. İşte bu olay üzerine bu âyet nâzil olur. Bu âyette ve bu olayda önemli ibretler vardır. Mü’minlerin yolda yürürken karşılaştıkları konforlu arabaları, lüks villaları vb. eşyaları ihtirasla, özlemle izleyerek âdeta kendilerinden geçmelerinin, gelecekteki durumları için hiç de iç açıcı olmadığını bu âyet gösterir. Dünya malı, her ne kadar ilk planda nimet olarak görünse de aslında çok zor bir imtihan aracıdır. Olayı bu yönüyle değerlendirmek gerekir. İnsanın izzetini ve haysiyetini imhâ eden şey, genellikle mal ve şehvettir. İşte bu noktada insana onur kazandıran varlık, mânevî değerler ve şükrü edâ edilen, miktarı az da olsa helâl olanlardır.
Sâlih’in (a.s.) kavmi, Hz. Sâlih ve ona iman edenlerin kendilerine bir huzursuzluk getirdiklerini düşünüyorlardı. Semud oğulları, Allah’tan af dileyip yalvarmaları gerekirken, imansızlıklarından dolayı gökten taş yağmasını ve azâb gönderilmesini istiyorlardı. Güya böylece Sâlih’in (a.s.) peygamber olmadığını ortaya çıkaracaklardı. Sâlih’i töhmet altında tutuyorlardı. Kur’an’da Allah, olayı şöyle anlatıyor: “(Semud kavmi Sâlih’e hitâben) ‘Sen ve yanındakiler bize uğursuzluk getirdiniz’ dediler. Sâlih dedi ki: ‘Sizin kısmetiniz Allah katında belirlenmiştir. Aslında siz toplum olarak fitneden/sınavdan geçiriliyorsunuz.” 1179 Semudoğulları gaybın anahtarlarının Allah’ın elinde olduğuna inanmadıkları için bazı olayları uğurlu
1178] 20/Tâhâ, 131
1179] 27/Neml, 47
FİTNE
- 285 -
veya uğursuz olarak nitelendirerek hayatlarına yön vermekte idiler. Bunlar, günümüzde de varlığını sürdüren hurâfe kalıntılarıdır. Uğursuzluk anlayışına dinde yer yoktur. Meydana gelen olumlu ya da olumsuz olaylar bazı durumlarda bir kişi için, bazı durumlarda da toplum için sınav mâhiyetindedir.
Benzeri imtihanlar, risâletin son halkası Peygamberimiz’in yaşadığı dönemde de gerçekleştirilmiştir. Bu sınavlar somut bir tarih ve toplum ismi ile zikredilmiş olsa bile, aslında bütün zamanları ve toplumları kuşatan niteliğe sahiptir. Çünkü Hz. Âdem’den kıyâmete kadar yaşayan bütün insanlarda ortak bir karakter ve mizac vardır. Allah insan nefsine/rûhuna takvâyı (sakınıp iyi olmayı) da, fücûru (kötülük duygusunu) da ilhâm etmiştir 1180. Bu, iki şekilde tezâhür eder: İman ve küfür. Birincisinde teslimiyet, istikamet, iyi ahlâk, emânet gibi özellikler; ikincisinde inkâr, inat, bozgunculuk gibi davranışlar. Bu farklılıkları Mekke toplumunda da görmekteyiz. Âyette şöyle anlatılıyor: “(Ey Muhammed,) Hani sana ‘Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır’ demiştik. Sana gösterdiğimiz o görüntüleri ve Kur’an’da lânetlenen ağacı, sırf insanlara bir fitne/sınav konusu olsun diye ortaya koyduk. Biz onları korkuturuz da, bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz.”1181 Bu âyetin indiriliş sebebini İbn Abbas’tan gelen rivâyetten aktaralım. O der ki: “Allah zakkum ağacını zikrettiği zaman, onunla müşrikleri korkutmuştu. O zaman Ebû Cehil: ‘Muhammed’in sizi korkuttuğu bu zakkumun ne olduğunu biliyor musunuz?’ diye sordu. Kureyşliler: ‘Hayır, bilmiyoruz’ dediler. Ebû Cehil: ‘O hurma ve kaymaktır; Andolsun ki hurma ve kaymak bulursak zakkumlanacağız’ dedi. Bunun üzerine 44/Duhan sûresi 43 ve 44. âyetleri ile yukarıda zikredilen1182 âyet-i kerime indirildi.”
Mîrac olayında Peygamberimiz’e gösterilen zakkum ağacı -ki cehennemin meyvesidir- ve müjdelenen zafer, Mekke toplumuna anlatılınca onlar hemen alaya başlamışlardı. Hâlbuki bu olayla o toplumun inanç gerçekliği sınavdan geçiriliyordu. Nitekim âyetin sonunda belirtildiği gibi bu korkutma yoluyla imtihan, onların birçoğunun küfrünü artırmıştı. İmanın ve teslimiyetin sıhhatini belirleyecek en önemli ölçü, gaybın bilgisine olan tavırdır. İnsan, gördüğü ve işittiği, dokunduğu ve duyumsadığı herhangi bir şeye inanabilir. Bunda yücelik aranmaz; zaten iman da bu değildir. Teslimiyette ölçü; bilmediği, görmediği ve dokunamadığı fizikötesi gerçeklere inanmaya yapılan ilâhî çağrıya gösterilen tepkide açığa çıkar. “O müttakîler, ki, gayba iman ederler, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.”1183 Bütün dönemler boyunca ve bütün toplumlarda imanda ciddiyet bu yolla ölçülmüştür. Küfrün alenîliği de bu yolla güç bulmaya çalışır. İnsan idrâkinden uzakta olan meseleler ön planda tutularak küfür için sağlam ölçüler(!) elde etmeye çalışılır. Yani gaybın haberleri, iman ve küfrün fitnesi, sınavı, ayıracıdır.
İmtihan/deneme anlamında “fitne” kelimesinin kullanıldığı diğer bazı âyet mealleri: “Böylece ‘Aramızdan Allah’ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler bunlar mı?’ demeleri için Biz onların bir kısmını diğerleri ile imtihan ettik (fetennâ). Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?” 1184
1180] 91/Şems, 7-8
1181] 17/İsrâ, 60
1182] 17/İsrâ, 60
1183] 2/Bakara, 3
1184] 6/En’âm, 53
- 286 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman Bize duâ eder. Sonra, ona Bizden bir nimet verdiğimiz vakit: ‘Bu benim bilgim sâyesinde bana verildi’ der. Hayır! O bir fitnedir/imtihandır, fakat çokları bilmiyorlar.” 1185
“(De ki:) Bilmem, belki de o azâbın ertelenmesi sizi denemek ve bir süreye kadar yaşatmak içindir.”1186 Genelde kâfirlere ve zâlimlere karşı sergilenen bu tavır, azâbı hak edecek belge ve delillerin sâbit olup çoğalması içindir. İnsanlar bunun farkına varabilseler, yani sınanıp denendiklerini anlayabilseler elbette hiçbir ipucu ve delil bırakmak istemez; yani iman ederler, zulümlerinden vazgeçerler ve sâlih amel peşinde olurlardı.
“İnsanlar, fitneden/imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de fitneden/imtihandan geçirdik. Elbette Allah, sâdıkları/doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” 1187
“İnsanlardan; ‘Allah’a iman ettik’ diyenler vardır; ama Allah uğrunda bir ezâya uğratılınca, insanların azâbını Allah’ın azâbı gibi tutarlar. Rabbinizden bir yardım gelecek olursa; andolsun ki, ‘doğrusu biz sizinle beraberdik’ derler. Allah herkesin kalbinde olanı en iyi bilen değil midir?” 1188
“Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların söylediklerine tâbi oldular. Hâlbuki Süleyman kâfir olmadı (Büyü yapmadı ve ona inanmadı). Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri (büyü ilmini) ve Bâbil’de Hârût ve Mârût’a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek herkese: ‘Biz fitneyiz/imtihan için gönderildik, sakın (yanlış inanıp büyü yapmaya cevaz verip de) kâfir olmayasınız’ dedikten sonra ancak ilim öğretirlerdi...” 1189 Âyette iki büyük gerçek vurgulanmıştır. Birincisi şeytanların artık sadece İblis olarak değil; tamamen insan modelli bir varlık şeklinde faâliyet gösterdiği belirtilmiştir. İblis bir sembol olarak telâkki edilir; Kötülüklerin, hilelerin, tuzakların, hâinliğin sembolü. Şeytan ise daha genel ve kötülük merkezi olan bütün odakların -ki bu bir fert, bir kurum veya devlet olabilir- ünvânıdır. Bu nedenle Hz. Süleyman’ın halkına Süleyman’ın sihirbaz olduğunu ilân edenler de şeytan ruhlu insanlar ve onları azdıran cinler idi. Hüküm de kesin olarak belirlenmiştir. Şeytana bilinçli olarak hizmet eden ve ona aracılık yapan da şeytandır. Bu, insan da olabilir, cin de; erkek de olabilir, kadın da.
İkinci bir gerçek ise, tehlikeli sınav. İnsanlar ve cinlerin kullanıp kullanmayacaklarını ölçmek üzere ellerine tehlikeli imkânların veya silâhların verilmesi sûretiyle denenmeleri... Tüm yeryüzü, dün olduğu gibi bugün de sınav salonudur. Ellerine kimyasal silâhları alıp çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek ayırmaksızın kin ve kan kusan modern dünya ve onlara yardımcılık yapan uşakların hem bu sınavı kaybettiklerini ve hem de şeytan olduklarını belirtmek gerekir.
8- Dünya Nimetleri: Allah’ın (c.c.) insanlara verdiği hem iyilikler, hem de kötülükler birer deneme (fitne) aracıdır.1190 İnsan nimetlere karşı şükürle; zorluk,
1185] 39/Zümer, 49
1186] 21/Enbiyâ, 111
1187] 29/Ankebût, 2-3
1188] 29/Ankebût, 10
1189] 2/Bakara, 102
1190] 21/Enbiyâ, 35
FİTNE
- 287 -
darlık ve belâlara karşı sabırla denenir. Fakat insan çoğu zaman nankörlük yapar. Üstesinden gelemeyeceği bir sıkıntıyla karşılaşınca hemen Rabbine yalvarır. Geniş bir nimete, mala ve zenginliğe kavuşunca da kibirlenir, malını kendi bilgisi ve kurnazlığıyla elde ettiğini zanneder. Böyle bir tavra karşı Kur’an şu açıklamayı yapıyor: “...Hayır o bir fitnedir (imtihandır), fakat çokları bunu bilmiyorlar.” 1191
Rabbimizin dünya nimetlerini ve dünyaya ait bütün göz kamaştırıcı güzellikleri insanların hizmetine sunması, bir deneme sebebidir. Ancak inanan kişi bu geçici güzelliklere ve zenginliklere aldanmamalı. Çünkü Allah’ın katındaki güzellikler, ya da iman edip sâlih amel işleyen kulları için hazırladıkları daha çok ve daha kalıcıdır.1192 Dünya nimetlerinin fitne/deneme olarak nitelendirilmesi insan için eğitici bir hatırlatmadır. O, insanın iç kuvvetlerini geliştirir, dikkatini keskinleştirir, yaşadığı realitenin boyutlarını kavramasına yardımcı olmak üzere onu uyarır. Kur’an, varlığı âyetler (ibret ve işaretler) olarak değerlendirir ve nimetleri bile bu bağlamda fitne olarak nitelendirir.
9- Mal ve Çocuk: İnsana emânet olarak verilen mallar ve çocuklar da onlar için bir fitnedir, deneme ve sınama aracıdır. Mala ve çocuğa olan tutku ve aşırı ilgi, kişiyi Allah yolundan, O’na kulluk ve ibâdetten alıkoyabilir. İnsan mal ve dünyalıklar peşinde koşarken Rabbine karşı görevlerini unutabilir. Hatta malla şımarabilir, kibirlenir ve haddi aşabilir. Malın helâlinden kazanılması ve yine helâl yollarda harcanması, mal üzerinde hakkı olanların haklarının verilmesi İslâm’ın getirdiği ölçülerdir. Bu açıdan mal insan için denemedir. Evlâtların fitne/sınav olması da buna benzer. Allah’ın çocuk nasip ettiği anne ve babalar için, çocuklarını fıtratlarına uygun olarak terbiye etmek, onları sâlih insan olarak yetiştirmek, en önemli görevlerdendir.
Mala ve çocuklara karşı olan tutku, onları ve âileyi koruma ve kollama duygusu, insanı bazen adâletten uzaklaştırabilir, haddi aşıp haksızlık yapmaya sürükleyebilir. Böyle yapmak da ilâhî ölçülerden sapma sonucunu doğurur. Bu da insan için bir fitnedir. “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir (imtihandır). Allah’a gelince; büyük mükâfat O’nun yanındadır.” 1193
İnsanları, çoğu zaman Allah’ı anmaktan, O’nun yolunda cihad etmekten alıkoyan en önemli iki dünya meyvesi; birincisi servet, diğeri de sahip olunan evlâttır. Bu iki varlığı elden kaçırmama uğruna pek çok fedâkârlığa katlanır insan. Meşrû çizgide olduğu sürece buna zorunludur da. Fakat Allah’a ait sorumlulukların terk edilmesine sebep olursa elbette ebedî mükâfatı kaybetmiş olur. Allah için sevme ile Allah’a rağmen sevmenin açığa çıktığı, Allah rızâsı için sevme ve bunları emânet ve imtihan bilme ile, Allah’ı sever gibi sevme ve Allah’ın rızâsına onları tercih etme sınavı, en net biçimde bu iki şeyde ortaya çıkar.
İnsan, içinde bulunduğu durum itibarıyla pek çok yönden imtihan edilir. Bu denemeler, genelde insanın zayıf yönlerine yöneliktir. Çünkü düşkünlük, zâfiyet/zayıflık, irâdenin en çok zorlandığı husustur. İnsan, bazen bu zayıf yönlerinden mala olan düşkünlüğüyle, onu elinde tutmanın hırsı ile deneniyor. Bu deneme
1191] 39/Zümer, 49
1192] 20/Tâhâ, 131
1193] 8/Enfâl, 28; Ayrıca Bk. 64/Teğâbûn, 14-15; Malların ve çocukların deneme sebebi olduğunu “belâ” kelimesiyle ifade eden âyetler için bk. 3/Âl-i İmrân, 186; 5/Mâide, 48; 6/En’âm, 165
- 288 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de iki yönlüdür. Bir yönü yokluk, sıkıntı ve zorluklardır. İnsanın sabrının ölçüldüğü bu hususlarda insanların başarılı olması ihtimali, ikinci yönü ile denenmesinden daha fazladır. Bu ikinci yönü, zenginlik, servet veya varlıktır. Bu nimetlere sahip olan insan, diğerine oranla daha zor durumda kalır. Meşakkat daha çoktur. Servetin ve varlığın insanda meydana getireceği rehâvet, insan direncini ve sabrını kemirebilir. Yoklukta yokluğa karşı göstereceği direnç ve sabrı, varlıkta varlığın gitme endişe ve telâşı içerisinde gösteremeyebilir. İnsan düşüncesinde mal hırsı ve evlât sevgisi şahsiyette aşınma meydana getirmişse, bu zaafı telâfi etmesi çok zor olur. Olayın zorluğundan dolayıdır ki, verdiği mücâdelenin karşılığında, âyetin devamında belirtildiği gibi “ecir” değil; özellikle altı çizilerek vaad edilmiş olarak “büyük ecir” vardır. İnsanlar, genellikle zorlukların bir sınav olduğunu, varlığın ise sadece lütuf olduğunu zannederler. Hâlbuki, varlık, sağlık, nimet bolluğu ile yapılan sınav, diğerinden çok daha zordur.
Kur’an’ın bildirdiği fitneye dair tespit edilen temel hususları özetlersek; baskı ve şiddet, zulüm, güvenliği tehdit eden veya güvenliği olmayan ortam, küfür, şirk ve tuğyan, iç kargaşa ve karışıklık, idrâk yeteneğinin kaybolması, toplumu kuşatan belâ ve musîbet, bazen varlık ve servet ve bazen de yokluk ve sıkıntılarla denenme gibi bazı durumlarda ferde, bazı durumlarda da topluma yönelik olayları fitne olarak vasıflandırırız. Ancak bir de bunların tümünü kapsayan fitne var ki, o da soyut anlamı ile “sınav”dır; yani özellikle insanın varlık sebebi olan fitne. Allah’ın dışında ve O’nun yarattığı bütün eşya, canlı cansız, akıllı akılsız varlıklar bir denemedir; insana yönelik bir deneme. Diğer fitne türleri ise bu denemenin başarılı olup olmamasından doğan olaylardır. 1194
Hadis-i Şeriflerde Fitne Kavramı
“Fitne” kavramı, İslâm tarihinin sonraki dönemlerinde, dinî ve siyasî sebeplerle ortaya çıkan sosyal kargaşa, anarşi, iç savaş mânâları kazanmıştır. Kur’an’da bu anlamda kullanılmadığını yukarıda gördük. Fitne kavramı bu anlamlarda daha çok hadislerde geçmektedir. Yine hadislerde bu kelimenin Kur’an’daki mânâsıyla geniş bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Hadis kitaplarının çoğunda “Kitâbu’l-Fiten” veya “Melâhim” başlıkları altında fitnelerden bahsedilmekte, mü’minler çeşitli fitnelerden sakındırılmaktadır. Hadis-i şeriflerde “fitne” kavramıyla, genellikle ahlâkî boyut işlenmiş; toplumsal pürüzler ve bu problemlere sebep olan etkenler üzerinde durulmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.), müslümanları deccâl fitnesinden, dünya, fakirlik, mal, cehennem, kabir, diri ve ölüler, kadın (şehvet) fitnelerinden ümmetini sakındırmıştır.1195 Bu gibi fitneler mü’mini dinini yaşamaktan alıkoyan engellerdir.
Hadis-i şeriflerde fitne kavramıyla, daha çok toplumsal günahlar, fısk, fücur, rezillik, insanlar arasında tefrika, şekavet, kavga ve musîbetler gündeme getirilir. Zararı umûmi olan, cezası hem dünyada ve hem âhirette sadece onu yapan zâlimlerle sınırlı kalmayan günah türlerine “fitne” tâbiriyle hadislerde daha çok yer verilir. Bu tür genel musîbete sebep olan fitneler, kurunun yanında yaşı da yakan ateşlerdir. Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münkerin terke dilmesiyle, toplum gemisinin su almasına seyirci kalınan fitnelerdir. Hadiste belirtildiği gibi, bir geminin dibini delmeye uğraşan bir şahsın davranışı, öyle bir batma felâketini
1194] Geniş bilgi için bk. Salih Asğar, Kur’an’da Fitne Olgusu ve Modern Fitne Odakları, s. 45-90
1195] Buhârî, Fiten 26, İ’tisâm 2; Müslim, Küsûf 8, 11, 12, 22; Ebû Dâvud, Fiten 24, 149
FİTNE
- 289 -
meydana getirir ki, bu fitne o geminin içinde bulunanlardan yalnız onu delene ve ona yardım edenlere değil; hiçbir şeye karışmayanlara, seyirci ya da olan bitenden habersiz olanlara da isâbet edecek bir musîbet olur. Hakkı tebliğde gevşeklik göstermek, inançsız ve bâtıl ideoloji mensubu insanlar kadar cesâret göstermeyip korkaklığı tercih etmek, tüm çeşitleriyle cihadda ihmalkârlık bu türdendir. Bir askerin hatası, bazen bir orduyu yakabilir. Bir kibrit çöpünün zararı bazen cüssesinden milyarlarca büyük hasara sebep olabilir. İşte hadis-i şeriflerde zikredilen “fitne” kavramı, daha çok bu yönlere dikkat çeken anlam taşır.
“Ben havzın başında sizin öncünüzüm. Ona gelen içer. Ondan içen bir daha ebediyyen susamaz. Ve benim yanıma birtakım toplumlar gelecekler ki, ben onları tanırım; onlar da beni tanırlar. Sonra benimle onlar arasına bir perde konulur. Ben: ‘Onlar muhakkak bendendirler’ derim. Bana: ‘Sen, onların senin ardından ne değişiklikler yaptıklarını bilmezsin’ denilir. Ben de: ‘Benden sonra dinde değişiklik yapanlar uzak olsunlar, uzak olsunlar’ derim.” 1196
Kadın Fitne midir?
Yaratılan insan, üremek ve çoğalmak için câzibeye muhtaçtır. Allah o câzibeyi, insanlığın yarısı olan kadına bahşetmiştir. Kadında erkeğe göre görsel açıdan o kadar farklı ve fazla câzibe vardır ki, bu büyük farkı Allah Rasûlü, şöyle ifade ediyor: “Ben size kadından daha büyük fitne bırakmadım.” Hadis-i şerifte geçen “fitne” tâbirini geleneksel yorumla ve Kitab-ı Mukaddes’ten alınma isrâiliyatla değerlendirildiğinde iki uç düşünce oluşur. Biri, ortaçağ katolik düşüncesidir. Buna göre kadın erkeğin hizmetkârıdır. Onunla evlenilmez, aynı sofrada yemek yenmez. Veya ona yakın, bir nevi erkekler diktası ve hümanizmidir. Diğeri de, bu şartların meydana çıkardığı karşıt düşünce. Kadın, erkekten tamamen soyutlanmış, sınırsız özgürlüğe sahip feminizmi doğuran düşünce. Her iki düşünce de kadın-erkek münâsebetlerini dengesizliğe ve aşırılığa sürüklemiştir.
Hâlbuki hadis-i şerifteki kadının fitnesi “sınav” anlamındadır. Bu şekliyle o hadisteki fitne ve kadını şöyle açıklamak gerekir: “Ben size kadından câzibe ve çekiciliği sebebiyle daha büyük sınav sebebi bırakmadım.” Erkeğin nefsini, ihtirâsını fazlası ile tahrik ettiği için böyle ifade edilmiştir. Hadisteki “kadın” kelimesini “şehvet”le, haramlara dâvetiye çıkaran “şeytanî arzular”la izah etmek gerekir. Yoksa, erkek de kadın için bir fitnedir şüphesiz. Bu hadisi, katolik mantığı ile değerlendirirsek, Kur’an’daki insan tasvirihi ve hadis-i şeriflerdeki kadınla ilgili tanımlamaları elimizin tersiyle itmemiz gerekir. Bu, müslüman açısından mümkün değildir. Te’vile çalışsak dahi bir yere oturtamayız. Fakat Kur’an mantığıyla ve hadislerin bütünlüğüyle olaya yaklaşırsak, Hz. Peygamber’in dile getirdiği fıtrî/doğal gerçekle karşılaşırız. Kadınla erkek insanın iki yarısıdır. Kadın, erkek için elbise; erkek de kadın için bir elbisedir. 1197 Birisi olmadan diğeri çıplak, eksik ve yarımdır. İkisi de birbiri için câziptir, ama kadın erkeğe göre çok daha câzip ve çekici yaratılmıştır. Bu sebeple, harama yönelme noktasında erkek daha fazla ihtiyatlı olmalıdır. Bu noktadaki erkeğin sınavı çok daha zordur. İslâm’ın tesettür/örtü konusundaki hükmü de bu gerçek üzerine temellendirilmiştir. İşte kadının bu câzibesi, kadınlara karşı zaafı olan topluluk için bozucu unsur olarak kullanılır. Ahlâk ve hayâ kavramını kendisinden tamamen sıyırmış olan kadın,
1196] Buhârî, Fiten 3
1197] 2/Bakara, 187
- 290 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ihtiras sahibi erkekler için yem olarak sunulur. Podyumlar, güzellik salonları, reklamların ve medyanın kadına biçtiği rol, hep kadını istismar etmek, erkekler için fitne unsuru olarak onu kullanmak... Ümmet için büyük musîbetlerden birisi, âile kurumunun yara alması ve giderek çökmesidir. Pek çok devletin çökmesinde bile bazı kadınların yem olarak kullanılması gerçeği vardır. Fitnenin her çeşidinin hâkim olduğu günümüzde erkekler için kadının fitne/sınav olmasını anlamamak mümkün değildir. 1198
“Her ümmet için bir fitne vardır. Ümmetimin fitnesi de maldır.” 1199
Hz. Âişe (r. Anhâ)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.) namazların sonunda şöyle duâ ederdi: “Allah’ım, kabir azâbından, Mesih Deccâl’ın fitnesinden, hayatın ve ölümün fitnesinden Sana sığınırım. Allah’ım, hayatın ve ölümün fitnesinden, günah ve borçtan da Sana sığınırım.” Bir kimse, “borçtan dolayı çok sığınmanızın sebebi nedir?” diye sorunca; “İnsan borçlanınca konuşur ve yalan söyler. Söz verir ve sözünde duramaz” cevabını verdi. 1200
Peygamberimiz’in Allah’a sığındığı hayatın fitnesi, dünyaya aldanmak, şehevî arzuları ve nefsin hevâsın meşrû olmayan şekilde kullanmak, cehâletin arkasında koşmak ve en kötüsü ölüm sırasında imtihana tâbi tutulmaktır. Ölümün fitnesi ise; ölen kimseye görevli meleklerce sorulan “Rabbin kimdir?” sorusuna şeytanın, bu kimsenin karşısına geçip “şüphesiz rabbin benim” diyerek onu fitneye düşürüp yanıltmaya çalışmasıdır (Tirmizî). Âilesi yüzünden bir kimsenin fitnesi, onlardan dolayı meşrû olmayan işler yapması, sözler söylemesidir. Malı yüzünden fitnesi, haram yoldan kazanıp meşrû olmayan yerlere sarfetmesi; çocukları yüzünden fitnesi, onlara olan aşırı düşkünlüğü sebebiyle birçok hayır, ilim ve cihad faâliyetlerine fırsat bulamaması, onların geçimi için haram yoldan kazanç sağlamaya kalkışması; komşusu yüzünden fitnesi ise, iyi ve varlıklı olan komşusuna karşı kıskançlık duymasıdır. 1201
Bazı hadislerde fitne, müslümanların birlik ve beraberliğini bozan, onları birbirine düşüren yıkıcı faâliyetler olarak geçmektedir. Üsâme bin Zeyd anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s.), Medine’nin Ütum denilen (kale gibi yüksek) binalarından birine yaklaşmıştı ki şöyle sordu: “Benim gördüklerimi siz de görüyor musunuz?” Yanındakiler “hayır” deyince, buyurdu ki: “Birtakım fitnelerin yağmur selleri gibi evlerinizin aralarından aktığını görüyorum.” 1202
Fitnenin Ortaya Çıkışı ve Zararları: Peygamberimiz (s.a.s.) kendinden sonra meydana gelecek ve müslüman toplumun dirlik ve düzenliğini bozacak çeşitli fitnelerden ümmetini sakındırmıştır. Bu fitnelerin özelliklerini de sayarak bunları ümmetine tanıtmıştır. Ümmetin birliğini bozan faâliyetler, fırka fırka olmalar, dinî ve siyasî çekişmeler, müslümanlar arasında çıkan bağy (azgınlık) gibi olaylar, İslâm uğruna çalışma gayretinin azalması, zâlim yöneticilerle mücâdele edilmesi gerekirken onlara dalkavukluk yapılması, din bağının zayıflaması, dinden dönmelerin artması birer fitnedir. Fitne zamanında bereket azalır, sâlih ameller
1198] Salih Asğar, a.g.e. s. 115-116
1199] Riyâzu’s-Sâlihîn Terc. 1/512
1200] Buhârî, Vüdû 37, Ezan 149, Cenâiz 86-88, Cihad 25, Deavât 38, 39, 44-46; Müslim, Mesâcid 128, 130, 132, Zikir 49, Cenâiz 86
1201] S. Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc. 2/469
1202] Müslim, Fiten 3, hadis no: 2885, 4/2211; Buhârî, Fiten 4, 9/60
FİTNE
- 291 -
az yapılır, aç gözlülük artar, çıkar ve kan dâvâları sürüp gider, dinî konularda câhillik yaygınlaşır, can ve mal güvenliği kalmaz. İnsanlar arasındaki güven kaybolur, hak ve hukuka riâyet edilmez. Hatta öldüren niçin öldürdüğünü, ölen de niçin öldüğünü bilmeyecek kadar her şey birbirine karışır. Haklı haksız belli olmaz, anarşi, kaos, huzursuzluk ve emniyetsizlik alıp başını gider. Böyle bir fitne ortamında mü’minlere düşen, fitnelere karışmadan, gücü yetiyorsa fitneyi önlemeye çalışmak, yetmiyorsa bir kenara çekilip mü’minlerin hayrına duâ etmek, ya da fitneyi ve fitneye bulaşma tehlikesi olan işleri terk etmektir.
Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin rivâyetine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kıyâmetten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler meydana gelecek. Kişi o fitnelerde mü’min olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mü’min olarak akşama erer, sabaha kâfir çıkar. O fitne zamanında oturan ayakta durandan, ayaktaki yürüyenden, yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinizin evine girerlerse Hz. Âdem’in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren değil).” 1203
Fitneler karşısında dili tutmak (zamanımızda kalemi de tutmak), fitnelerden râzı olmamak, fitneye düşenler arasında uzlaştırıcı olmaya çalışmak, kendi yandaşına değil; hak ve adâlete destek olmak en iyisidir. Mü’minler fitne ortamını Peygamberimiz’in târiflerinden hareketle tanırlar ve mümkün olduğu kadar kendilerini bu zararlı fitnelerden korumaya çalışırlar. Fitneler bazen yavaş yavaş ortaya çıkar. İnsan kimi kez bunun farkında olmayabilir. Bir yere fitne girince de orasını kolay kolay terk etmez. İyi düşünmedikleri ve iyi hesap etmedikleri için fitneye bulaşanlar, pek çok zarara uğrarlar ve çoğu zaman fitne içinde olduklarını bile düşünmezler.
Fitneler bazen de Din’de grup grup (fırka fırka) olmak yüzünden de çıkabilir.1204 Herkes kendi görüşünü en doğru kabul eder, başkalarını bâtılda, yanlışta ve sapıklıkta görürse, müslüman cemaat arasına fitne girmiş demektir. Bunun sebebi kimilerinin grubunu veya cemaatini, o gruba ait görüş ve prensipleri Din’in önüne koymasıdır. Bu hataya düşenler bundan sonra başkalarına “öteki” gözüyle bakmaya başlarlar. Bu yanlış bakış açısından da anlaşmazlıklar, fitneler ve kavgalar doğar. Bundan dolayı hiç kimse bağlı bulunduğu grubu, cemaati, hizbi Din’in ilkelerinin önüne koymamalıdır.
Fitne zamanında yalan artar, ilmin getirdiği ölçüler dinlenilmez, gerçekler bir işe yaramaz. İlim ve gerçekler çok rahatlıkla istismar edilir, hatta fitneyi artırıcı bir şekilde kullanılır. Herkes kendi görüşünü doğru kabul eder ve onu gözü kara bir şekilde savunur. Fitneye bulaşanlar için din ve onun hükümleri lafta kalır. Kişilere ve gruplara câhillik yön verir, akl-ı selimden çok hevâlara uyulur. Fitneye düşenlerin hedefleri belli değildir. Kör kuyuya taş atanlar gibidirler. Fitne zamanında dinî hükümlerle, fitneye yön veren güçler arasında derin bir uçurum meydana gelir. Bu bir anlamda zorba güçlerin müslümanların yönetimini ellerine geçirip İslâm’ı ve onun hükümlerini yürürlükten kaldırmalarıdır. Onlar, insanlara dinin emir ve yasaklarının zor olduğunu aşılarlar. Dinden dönmeyi teşvik ederler ve bunun alt yapısını hazırlarlar. İnsanlar zengin olsa bile Allah yolunda harcama
1203] Ebû Dâvud, Fiten 2, hadis no: 4259-4262, 4/100, 101; Tirmizî, Fiten 30, hadis no: 2197, 4/488; Buhârî Fiten 31
1204] 23/Mü’minûn, 53
- 292 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ahlâkı azalır. Asâletli ve yüce karakterli insanların sözü dinlenmez. Meydan âdi ve kötü kimselere kalır. Değerlere hücum edilir, haysiyetlere dokunulur, belki canlara bile kıyılır. Böyle bir ortamda hak ve adâletten yana olanlar, şeref ve haysiyetine değer verenler ile İslâm’a gönül verenler; ölümün yaşamaktan daha hayırlı olduğunu düşünürler.
Mü’minlerin karşılaştıkları bütün güçlükler ve ellerinde bulunan bütün nimetler ve imkânlar birer fitne/deneme sebebidir. Günümüzde, eskiye oranla insanların ellerinde daha fazla imkân ve eşya var, daha fazla nimetlere sahipler. Eskiden karşılaşılan pek çok zorluklar ve darlıklar, yerini kolaylık ve konfora bıraktı. İşte bütün bu imkânlar ve nimetler birer fitnedir/imtihandır. Bazı müslümanların karşılaştıkları baskılar, işkenceler, zulümler, haksızlıklar birer fitnedir. Müslüman ülkelerin zorbalar, diktatörler, tâğutlar, zâlimler veya zulüm düzenleri tarafından ele geçirilmesi bir fitnedir. Onurlu mü’minlerin bu zorbalarla ve zâlimlerle mücâdele zorunda kalmaları, kendileri hakkında bir fitnedir, sınav sebebidir. Özellikle modern toplumlarda ortaya çıkan ve giderek bütün dünyaya yayılan; şirk, ilhad, ahlâksızlık, sapıklık, isyan ve günah rüzgârları birer fitnedir.
Müslüman nesillerin karşı karşıya kaldığı inkârcılık, dünyalıklara aşırı derece bağlanma, Din’in emirleri karşısındaki duyarsızlıklar birer fitnedir. Müslümanların bölünmüşlüğü, fırka fırka olmaları, aralarındaki çekişmeler, müslüman ülkeler arasındaki yapay sınırlar birer fitnedir. Her bir müslüman; içinde bulunduğu şarta, elindeki nimete ve karşılaştığı güçlüğe göre fitneye uğratılıyor, denemeye tabi tutuluyor.
Müslümana düşen, varlık tablosundaki âyetlerden, oluşlardan ve karşılaştığı denemelerden ibret alması, Allah’tan gelen fitneyi kazanmaya çalışması ve bizzat kendisinin fitnelere sebep olmamasıdır. 1205
İslâm tarihinin ilk dönemlerinden siyâsî sebeplerle ortaya çıkan iç ihtilâf ve sürtüşmeler, âlimlerce fitne olarak değerlendirilmiştir. Hz. Osman’ın şehid edilişi ilk fitne olarak kabul edilmiş, Cemel ve Sıffîn vakaları, Hz. Ali’nin şehâdeti, Muâviye’nin meşrû halifeye isyanı ve oğlu Yezid’i kendisinden sonra devlet başkanlığı için velîaht seçip insanlardan zorla beyat alması, onun da Hz. Hüseyin’i şehid ettirmesi, yani Kerbelâ fâciası gibi ümmet içinde ve devlet bünyesinde ortaya çıkan karışıklıklar büyük fitneler olarak kabul edilmiştir. Bu tür fitneler sonucu birçok müslüman hayatını kaybetmiş, yeni yeni bâtıl mezhep ve anlayışların ortaya çıkmasına bu fitneler sebep olmuştur. Açılan bu çeşit yaraların kanları zamanımıza kadar dinmemiştir.
Modern Fitne Odakları
Fitnenin duâyeni; ilk fitneci, İblis’tir. İlk cinâyet işleyen, haksız yere kan döken Kabil; dini yozlaştırıp, yöneticilerin arzuları doğrultusunda hakka bâtılı karıştıran din tüccarı Bel’am; zorbalıkta Nemrut; kendini tanrı ilân etmek sûretiyle Firavun; Muvahhidleri putçuluğa çağıran Sâmirî; Hakka sırt çevirme, kibir, kin ve nefretle, İslâm düşmanlığıyla yahûdi; tâğut ve müşriklerin gizli işbirlikçisi ve ajan provokatör özelliğiyle münâfık; Mekke’li müşriklerin içinde tevhid düşmanlığının simgesi Ebû Cehil “fitne” tarihi konusunda isimleri lânetle anılan öncüler
1205] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 216-218
FİTNE
- 293 -
durumundadır. Bütün bu isimler, kendi özellikleri içinde fitnede farklı bir çığır açtıkları için, tâkipçilerinin günahlarının bir mislini de kendi üzerlerine alacak kadar nefislerine zulmeden kimliklerdir. Bunlar, tarihî kişilik olmaları yanında, her devirde ve her ülkede görülebilecek semboller, prototipler olarak da değerlendirilmelidir. Allah’ın hükmünü uygulamadan kaldırıp beşerî ideoloji ve tâğutî düzenleri insanların başına büyük fitne olarak musallat eden kimliği de fitne duâyenleri/pir ve üstadları arasında unutmamak gerekecektir.
Emperyalizm, hakkı olmayanı gasp eden uluslararası sömürü ağının plan ve program odağı, eylem biçimi anlamına gelir. Emperyalizm ve siyasal, sosyal yansımaları, son çağların büyük fitnesidir. Çağdaş insan, her yönüyle sömürülmekte, ezilmekte ve fitneye uğramaktadır. Hukuk sömürüsü, kültürel sömürü, ekonomik sömürü, ahlâk ve din sömürüsü, yeraltı ve yerüstü zenginliklerin sömürüsü, eğitim adına, özgürlük adına, moda adına yapılan sömürü, savaşla, katliâmlarla yapılan sömürü...
İnsanların ezilip sömürülmesi için zayıf bırakılmaları gerekir. Birey ve toplumu zayıf düşürebilmenin en etkili yolu da anlayış ve yaşayış olarak “din” ve ona bağlı dinamikleri yozlaştırmaktır. Dinin yozlaşması, tahrifle, kavram kargaşasıyla, hakka bâtılı karıştırmak sûretiyle, dinin hâkim olmasına giden yolları tıkamakla, insanları dinlerini yaşayamayacak şekilde dinden soğutmak, câhil bırakmak vb. şekillerde olur. Bütün bunlar, toplumu derinden sarsan büyük fitnedir. Fitne, toplumu yok eden ve güçsüz bırakan en güçlü silâhtır. Fitne başı olan tâğut ve zâlimler, bu silâha toplum içerisinde bulunan uygun karakterleri kullanarak veya uygun kimlikleri bizzat yetiştirerek sahip olurlar. Uygulanan kapitalizm ve materyalizm gibi fitne zihniyetiyle insanları tüketim köleleri haline getirenler, karınlarını doyurmaktan başka bir şey düşünmeyen insan tipi oluşturmakta, düşünce, tefekkür, ibâdet ve cihad gibi insanı insan yapan temel dinamikleri devreden çıkararak sömürü fitnesini alabildiğine yaygınlaştırmaktalar.
Çok yönlü işgal güçlerinin keşif kolu durumundaki oryantalizm (şarkiyatçılık) ve misyonerlik çalışmaları, yahova şâhitlerinin insan avlama yöntemleri, modern fitne odaklarındandır. Çağdaş fitne tarikatı olan mason cemiyetleri, lions ve rotary kulüpleri de yahûdi emperyalizminin ahtapotvâri kollarıdır. Filistin’de kadın-erkek, çoluk-çocuk bütün müslümanlara kan kusturan terörist İsrâil adlı açık fitnenin yanında; gizli veya değişik kamuflajlar içinde siyonizm fitnesi, İsrâil’le işbirliği çerçevesinde insanları yahûdi çıkarları doğrultusunda yönlendirme ve denetime almaya çalışıyor. Müslümanların yaşadığı ülkelerde halktan gizli olarak askerî faâliyetlerini sürdüren üsler de ayrı bir fitne organizasyonundan başka bir şey olmasa gerekir. Üsler aracılığıyla insanları gözleyen fitne odakları, yeryüzünü parsellemenin ötesinde, uzaya bile uydular yerleştirerek mahremiyet ve sır diye bir şey bırakmamaya çalışıyor; gökyüzünde de üsler kurma gayreti gösteriyorlar. Gizli haber alma teşkilatları olan başta, CIA, MOSSAD ve KGB gibi sınır ve ülke ayrımı gözetmeden herkese yönelik her çeşit fitnenin tezgâhlanıp uygulandığı yerlerdir. Bunları örnek alan ve yer yer işbirliği yapan müslümanların yaşadığı memleketlerdeki istihbârat örgütlerini de unutmamak gerekir.
İslâm’ın dışındaki tüm dünya görüşleri, ideolojiler, izmler ve düzenler fitnedir; hem de fitne doğuran ana fitnelerdir. Irkçılık, bölgecilik, mezhepçilik (mezhep bağnazlığı), cemaat taassubu, particilik, futbol fanatikliği, müzik
- 294 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düşkünlüğü, para hırsı, makam sevdâsı, şehvet tutsaklığı, moda hastalığı, televizyon esirliği, ideoloji çığırtkanlığı, tedbir adı altında zâlim ve tâğutlardan gereksiz korku, ümmeti saran çağdaş fitnelerdendir. Biraz sert ifadeyle, bugünkü kullanımıyla ilgili olarak ve çoğu kanalların misyonundan dolayı “fitnevizyon” denilebilen tv. nin, okunmak için değil de daha çok bakılmak için alınan boyalı basının, yani medyanın “haber” adı altındaki, müslümanları uyuşturma, karalama ve yönlendirmelerinin, fitnenin en olumsuz anlamlarıyla paralellik arz ettiğini unutmamak gerekiyor. Bırakın İslâm düşmanı kâfir düzencilerin verdiği haberi, müslüman da olsa, açıktan günah işleyen fâsıkların aktardığı haberlere bile araştırmadan inanmamayı emreden Kur’an 1206, bizi fitne kaynaklarına karşı uyarmaktadır.
Bâtıl ideolojilerin egemenliği ve emri altındaki resmî din kurumlarını da unutmamak gerekiyor. Laikliğin, hatta din düşmanlığının resmî devlet politikası olarak uygulandığı yerlerde din kurumlarının özerk olması elbette fitnecilerin işine gelmez. Dinin devlet olmadığı yerde ister istemez devlet dini ortaya çıkacaktır. Bu ülkelerde sistemli bir şekilde câmiler kiliseye, imamlar papazlara; müslümanlar da laik kâfirlere benzetilmeye çalışılmaktadır. Din adına gerçek dine hücumlar yapılmaktadır. Din çarpıtılmakta, düzene ve kanunlara uygun hale getirilmek için kuşa benzetilmektedir. Bir sürü ilkel ve modern hurâfe din adına insanlara takdim edilirken; tevhid ve her çeşit fitneye karşı savaşın çeşitli adları olan cihad unutturulmakta ve dışlanmaktadır. Firavunun emrinde ve hizmetindeki Bel’am’ın rolünü üstlenen ve hatta kraldan fazla kralcı olan kişiliksizler, her devirde ortaya çıkar. Bunların elinde din, halkı uyuşturan afyon, âyinsel tören ve düzenin emniyet sibobu, koltuk değneğidir.
Birey olarak bir müslüman için en büyük fitneler; “servet”, “şehvet” ve “şöhret”; toplum olarak da; “devlet”, “cemiyet” ve “âdet”tir. Bütün bu fitne odaklarına karşı mü’minler, fitne/sınav bilincine sahip olarak, her davranışlarının ibâdet ve cihad olacağı şekilde fedâkârlığı kuşanmak zorundadır. Sayılamayacak kadar çok başı olan ve ağzından ateş saçan ejderha gibi çetin fitnelerle kuşatılan günümüz müslümanı, gününü gün etmekle, kâfirler gibi sadece geçim derdiyle uğraşmak veya müzik ve futbol gibi uyuşturucularla vakit geçirmekle, ya da namazını kılıp başka şeye karışmamakla; kendini ve evlâdını, çevresini ve dünyayı fitneden nasıl kurtaracak, görevini nasıl yerine getirmiş olacaktır? Dünyayı cehenneme çeviren ve âhireti de mahveden fitneler çok ve büyük, doğru; ama unutmamak lâzım, cennet de ucuz değil! Her şuurlu müslüman, öncelikle kendisi, fitne unsuru olmamalı, fitnecilerle işbirliği yapmamalı, onların emrinde ve yardımında bulunmamalıdır. Sonra, hiçbir fitne kalmayıncaya kadar savaşla, mücâdeleyle görevli olduğunu unutmamalıdır. Tüm yeryüzündeki bütün fitneleri kaldırma görevi kendilerine verilmiş müslümanlar, devlet çatısını zâlimlerden temizlemeden bu görevi üstlenmeyi rüyalarında bile gerçekleştiremezler. Ümmet, devlet gücüne ulaşmadan, yeryüzünün her tarafındaki zulüm, baskı, katliâmlar, savaşlar, ahlâk ve imanlara saldırılar son bulmayacaktır. Çevremizden başlayarak her çeşit fitneyi yok etme hedefini canlı tutmak ve böylece dünya huzuruna ve âhiret saâdetine kavuşabilmek için, İslâm’ı gönlümüzden başlayarak ulaşabildiğimiz her yere hâkim kılma mücâdelesi şarttır.
1206] 49/Hucurât, 6
FİTNE
- 295 -
Fitne konusunda söylenmesi gereken bir durum da, bunu itham olarak kullanmaktır. “Fitne çıkarıyor”, “fitneci” gibi suçlayıcı ifadeler kullanırken, muhâtabın inancına ve yaşayışına çok dikkat edilmeli, bu ifadeleri cihad eden samimi müslümanlara karşı -hatta onlar, beğenmediğimiz ve farklı metodlar benimsemiş olsalar bile- kullanmaktan şiddetle kaçınmalıdır. Hakkı haykırmak, tâğutlara ve tâğûtî düzenlere karşı çıkmak için gayret gösteren mü’minleri fitne çıkarmakla suçlayanlar; gerçek fitnecilerin ta kendileridir. Tüm fitnelerin kaynağı olan İslâm dışı sistemler içinde rahat ve refah içinde, ümmetin derdiyle dertlenmeden ve köklü değişim ve dönüşüm için uğraş vermeden gününü gün edenlerin bu tavırları, fitneye uğradıklarının göstergesidir. Fitne kazanını kaynatanlar, müşrikler, yahûdiler, münâfıklar ve bu sınıflardan birine destek verip onlara âlet olanlardır. İnsanı Allah yolundan alıkoyan ideoloji, düzen, yönetim, mal, evlât, âile, çevre, medya ve tâğutî kurumlar hep fitne unsurlarıdır. Tüm dünyadan fitneyi kaldırma, fitnenin kökünü kurutma hayali, planı, gayreti, cihadı ve savaşı içinde olanlara selâm olsun!
“Ey mü’minler! Öyle bir fitneden sakının ki, o, sizden yalnızca zulmedenlere dokunmaz. Bilin ki gerçekten Allah, (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” 1207
“Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi helâk eder misin (Allah’ım)? Bu senin fitnen/sınavından başka bir şey değildir. Bu imtihan aracılığıyla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmiz/dostumuzsun, bizi bağışla ve bize merhamet et, Sen bağışlayanların en hayırlısısın.” 1208
1207] 8/Enfâl, 25
1208] 7/A’râf, 155
- 296 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fitne Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- “Fitne” ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (60 Âyet): 2/Bakara, 102, 191, 193, 217; 3/Âl-i İmrân, 7; 4/Nisâ, 91, 101; 5/Mâide, 41, 49, 71; 6/En’âm, 23, 53, 7/A’râf, 27, 155; 8/Enfâl, 25, 28, 39, 73; 9/Tevbe, 47, 48, 49, 49, 126; 10/Yûnus, 83, 85; 16/Nahl, 110; 17/İsrâ, 60, 73; 20/Tâhâ, 40, 40, 85, 90, 131; 21/Enbiyâ, 35, 111; 22/Hacc, 11, 53; 24/Nûr, 63; 25/Furkan, 20; 27/Neml, 47; 29/Ankebût, 2, 3, 10; 33/Ahzâb, 14; 37/Sâffât, 63, 162; 38/Sâd, 24, 34; 39/Zümer, 49; 44/7Duhân, 17; 51/Zâriyât, 13, 14; 54/Kamer, 27; 57/Hadîd, 14; 60/Mümtehıne, 5; 64/Teğâbün, 15; 68/Kalem, 6; 72/Cin, 17; 74/Müddessir, 31; 85/Bürûc, 10.
B- İmtihan Anlamındaki “Belâ” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 37 Yerde): 2/Bakara, 49, 124, 155, 249; 3/Âl-i İmrân, 152, 154, 186; 4/Nisâ, 6; 5/Mâide, 48, 94; 6/En’âm, 165; 7/A’râf, 141, 163, 168; 8/Enfâl, 17, 17; 10/Yûnus, 30; 11/Hûd, 7; 14/İbrâhim, 6; 16/Nahl, 92; 18/Kehf, 7; 21/Enbiyâ, 35; 23/Mü’minûn, 30; 27/Neml, 40; 33/Ahzâb, 11; 37/Sâffât, 106; 44/Duhân, 33; 47/Muhammed, 4, 31, 31; 67/Mülk, 2; 68/Kalem, 17, 17; 76/İnsan, 2; 86/Târık, 9, 89/Fecr, 15, 16.
C- Fitne Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Fitne Katilden Beterdir: 2/Bakara, 191, 217.
b- Bazı Fitnelerin Cezâsı Geneldir: 8/Enfâl, 25.
c- Mal ve Evlât, Fitne Sebebidir: 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 14-15.
d- Fitneyi Uyandırmamak İçin İnsanlara İpucu Vermemek Gerekir: 12/Yûsuf, 13, 15-17.
Fitne Kavramıyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, Fiten 3, 4, 5, 9, 17, 26, 31; İ’tisâm 2; Vüdû 37; Ezan 60, 63, 149; İlm 24; Muhsar 4; Mevâkît 4; Mezâlim 25; Cenâiz 86-88; Meğâzî 12; Menâkıb 25; Cihad 25; Tefsir 2/30; Deavât 38, 39, 44-46; Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc. 2/469
Müslim, Fiten 3, hadis no: 2885, 4/2211, Fiten 9, 10, 13; Mukaddime 7; İman 186; Salât 179; Küsûf 8, 11, 12, 22; Mesâcid 128, 130, 132; Zikir 49; Cenâiz 86
Ebû Dâvud, Fiten 2, hadis no: 4259-4262, 4/100, 101, Fiten 24, 149)
İbn Mâce, Fiten 25; Cenâiz 65
Riyâzu’s-Sâlihîn Terc. 1/512
Tirmizî, Fiten 30, hadis no: 2197, 4/488, Fiten 11, 25, 29, 33, 48
Ahmed bin Hanbel, 1/169, 185, 320; 2/172, 173, 282, 408; 3/346, 422; 4/226; 5/39, 48, 110.
Kütüb-i Sitte: 1/435-436; 3/381; 6/198; 13/356-357, 360, 365-366, 370-373, 375-387, 390-395, 398-399, 418-419, 426, 428, 441, 447-449, 450-452, 454-464, 466-467, 471-473, 482-484, 519-522, 527-528; 14/238-242; 15/422-423, 428-429; 17/156, 529, 532, 545.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an’da Fitne Kavramı, Hasan Keskin, Rağbet Y.
2. Kur’an’da Fitne Olgusu ve Modern Fitne Odakları, Salih Asğar, Hanif Y.
3. TDV. İslâm Ansiklopedisi (Mustafa Çağrıcı), T.D.V. Y. c. 13, s. 156-159
4. Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Talat Sakallı), Şâmil Y. c. 2, s. 196-197
5. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 6, s. 286-296
6. Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi (Hüsnü Aktaş), Risâle Y. c. 2, s. 56-59
7. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 151-153
8. Fıkhî Meseleler, Yusuf Kerimoğlu, Ölçü Y. c. 3, s. 47
9. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 206-218
10. Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s.311-339
11. Kur’an’da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 20-35
12. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 270-272
13. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 243-254; 282-283
14. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 33-38
15. İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdulkerim Zeydan, İhtar Y. s. 102-145
16. İnanmak ve Yaşamak, Ercümend Özkan, Anlam Y. c. 3, s. 179-193