Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:09

GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN


- 513 -
Kavram no 58
Haramlar 8
Haram; Günah; Fesâd-İfsâd; Ahlâk; Güzel Söz
GIYBET, ALAY, LAKAB, SÛ-İ ZAN
• Gıybet; Anlam ve Mâhiyeti, Gıybet Denen Yamyamlık
• Alay Denen Çirkinlik
• İstihfaf
• Lakab Takma
• Zan ve Sû-i Zan/Kötü Zan
• Dilin Önemi; Dille Yapılan İntihar ve Cinâyetler
• Kur’ân-ı Kerim’de Gıybet, Alay, Lakab ve Sû-i Zan Kavramları
• Hadis-i Şeriflerde Gıybet, Alay, Lakab ve Sû-i Zan Kavramları
• Alay Denen Zulüm
“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık (günahkârlık/yoldan çıkmak) ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte bu kimseler zâlimdir.
Ey iman edenler! Zandan çokça sakının (zannın çoğundan kaçının). Çünkü zannın bir bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını araştırmayın. Biriniz diğerinizir gıybetini yapmasın, arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhametlidir.”2243
Gıybet; Anlam ve Mâhiyeti, Gıybet Denen Yamyamlık
Kur’an’ın Yamyamlık Diye Tanımladığı Gıybet: Birinin, herhangi bir müslüman kardeşinin arkasından, duyduğu zaman onun hoşuna gitmeyeceği (bedeninde, yaratılışında, soyunda, işinde, sözünde, dininde, dünyasında, elbise, ev veya bineğinde ya da âile fertlerinde bulunan eksiklik veya kusuru belirten) sözler söylemesi gıybettir. Bu târif, bizzat Peygamberimiz tarafından yapılmıştır.2244 Bu hareket ister açık ifâdeli sözlerle yapılsın, ister kinâye ve işaretlerle, isterse yazı vb. araçlarla yapılsın her şekli ile haramdır. Yine bu davranışın gıybeti yapılan müslümanın hayatında yapılmasıyla, ölümünden sonra yapılması arasında da haramlık yönünden bir farklılık yoktur. Birgivî, “gıybet” dünya ve âhiret ayıplarının söylenmesini de içine alır” demiştir. Gıybetin oluşması İçin, kişinin tanınması ve kötüleme amaçlı olması gerekir. Bir kişinin kötülükleri, üzülerek söylenirse gıybet sayılmaz.2245
2243] 49/Hucurât, 11-12
2244] Müslim, Birr 23; Ebû Dâvud, Rikak 6; Tirmizî, Birr 23
2245] Elmalılı, s. 4474
- 514 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi gıybet etmesin/arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun.”2246 İnsan onurunun, kişinin kanı ve eti gibi olduğuna işaret eden bu âyetten anlaşılmaktadır ki, gıybet eden kimse, bu davranışıyla kardeşini mânen öldürmüş gibidir. Onun gerçek hayatı olan kişiliğine, onur ve haysiyetine dil uzatarak izzet ve şerefini yok edip öldürmeye çalışmıştır. Bir müslüman kardeşi hakkındaki bu suçu diliyle yaptığı ve ağzına haram olan bir şey aldığı için, bu durum “ölü kardeşinin etini yemek” sayılmıştır. Yamyamlıktır bu. Yamyamlar bile, açlık gibi bir ihtiyacını gidermek için başvurdukları bu çirkinliği, çevresindeki yakınlarına, kardeşlerine yapmazlar. Zarûret gibi bir ihtiyaca dayanmadığı ve kişinin kendi din kardeşine karşı yaptığı bu medeniyetten uzak vahşi tavır, yamyamların bile tiksindiği daha büyük bir yamyamlık olarak değerlendirilmelidir. Böyle bir vahşete tepki göstermeyip seyirci kalmak, bu cinâyete ortak olmaktır.
Allah Teâlâ gıybeti “ölmüş kardeşinin etini yemeğe” benzetmekle bu hareketin son derece çirkin olduğunu tasvir etmiştir. Leş etinin yenmesi bizatihi nefret ettiricidir. Hele bu et, bir de, hayvan eti değil, insan eti olursa... Hatta herhangi bir insanın değil de bizzat kendi kardeşinin eti olursa işin daha büyük çirkinliği düşünülmelidir. Dahası, bu benzetmeyi soru biçiminde ortaya koyarak Allah Teâlâ insan üzerinde daha fazla tesir yaratmıştır. Böylece her şahsın kendi vicdanından sorarak ölmüş kardeşinin etini yemeğe râzı olup olmayacağına kendisinin karar vermesini dilemiştir. Nasıl onun tabiatı bu ölmüş kardeş etinden tiksiniyorsa, bir mü’min kardeşinin bulunmadığı ve kendini savunacak bir durumda olmadığı sırada, onun şeref ve haysiyetiyle oynanmasını hoş karşılayamaz.
Bu İlâhî buyruktan, gıybetin haram oluşunun asıl sebebi, gıybet edilen kişinin kalbinin kırılması, incinmesinden çok, herhangi bir kişinin yokluğunda çekiştirilmesinin, arkasından kötülenmesinin bizâtihî haram olduğu anlaşılmaktadır. Artık o kişinin bu gıybetten haberi olsun veya olmasın ve bundan üzüntü duysun ya da duymasın önemli değildir. Ölmüş insanın etinin yenmesi, ölüye eziyet verdiği için haram kılınmadığı meydandadır. Bîçâre kişi öldükten sonra birinin kendi leşini parçaladığını bilmez, hissetmez. Ama son derece çirkin olan, bu hareketin bizzat kendisidir. Aynen bunun gibi gıybeti yapılan kişi, hakkında söylenenlerden haberi olmazsa ve hayatı boyunca da kim, nerede, ne zaman kendi haysiyetiyle uğraşıp başkalarının onu zedelediğinden dolayı da kendisine en ufak bir eziyet ve ıstırap ulaşmayacaktır. Fakat onun şeref ve haysiyetine ne olursa olsun bir leke sürülmüş olacağından gıybet, kendi türü içinde ölmüş kardeşinin etini yemekten farklı değildir.
“Birisinin etini yemek” Arapça’da “birisini arkasından çekiştirme” anlamına gelen bir deyimdir. Bir kişinin etini yeme tasviri, gıybeti edilen ve orada olmayan kişinin, tıpkı vahşi bir hayvanın karşısındaki ölü gibi, kötü niyetli gıybetçinin karşısında savunmasız olduğunu ihsas etmektedir. Diğer bir ifadeyle, gıybeti iğrenç bir fiil yapan şey, gıybeti yapanın korkakça tutumudur. Çünkü o bu fiili kurbanın muhtemel bir cevabına karşı kendisini sağlama alarak işlemektedir. Kur’ân, “ölmüş kardeş” kelimelerini kullanarak tasviri çok daha kuvvetlendirmekte ve takbih edilen fiilin yasaklanması için İslâmiyet’e özgü nedenler sunmaktadır.
2246] 49/Hucurât, 12
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 515 -
Müslümanlar birbiriyle kardeştir, dolayısıyla gıybet etmek onlara yakışmaz.2247
Küçük insanlar kişilerle, büyük insanlar fikirlerle uğraşırlar. İman ve kültür yönüyle zayıf insanlar, hayırlı faâliyetlerle vakitlerini değerlendiremedikleri için böylesine zararlı meşgalelerle, dillerine doladıklarını ve daha çok da kendilerini yıpratırlar. Konuşulan olumsuz her söz kanatlanır, dolaşıp durur, bir gün gelir aleyhinde konuştuğuna gelip konar. Gıybetin yaygın olduğu yerde kardeşlik ilişkileri olmaz. Gıybet ve kovuculuk insanları birbirinden kaçırır, kalpler arasına bir soğukluk, kızgınlık ve ayrılık sokar. Bunun için Allah Rasûlü: “Birbirinizi çekiştirmeyin, Allah’ın kulları kardeşler olunuz.”2248 buyurmuştur. Gıybet ve benzeri tavırlar, toplum fertlerinin birbirlerine güven duymasına ve toplum huzuruna zarar verir. Gıybetin ardında kin, kıskançlık, sû-i zan, gurur, aşağılık duygusu, kendi kusurlarını örtbas etme endişesi gibi mânevî hastalıklar vardır. Psikolojik hastaların başvurduğu bu saldırgan tavırla insan, muhâtabını hastalıklı ilân ederken, aslında kendi rûhî hastalığını topluma bulaştırmak istemektedir. Psikososyal ve bulaşıcı bir âfet olan, giderek toplu imhâ silâhına dönüşme meyli gösteren gıybet, psikolojik bir savaştır. Ama mertçe değil, kalleşçe yapılan bir savaştır, daha doğrusu bir saldırganlıktır bu. Çünkü muhâtapla yüz yüze gelmekten korkan kimsenin, kardeşinin yokluğunda nâmertçe, alçakça yaptığı bir hücumdur gıybet. Bu iç savaşta saldırganın da, en az saldırılan kadar hasara uğrayacağı bilinmelidir. Kardeşin onuru, izzeti nişan alınarak atılan her kurşun, bumerang gibi mutlaka atan kimseye geri dönecektir. Kısa bir zaman içinde gıybet kurşunu, dünyada dönüp ateş edeni bazen bulmuyorsa bile, mutlaka âhirette dil silâhından çıkan bu kurşun, atanın kendi kalbine isâbet edecektir. “Birbirinizi sevmeden iman etmiş olamazsınız!” nebevî fermânına rağmen gıybet eden kimse, din kardeşliğine dayanan sevgiyi öldürmekte, dolayısıyla kendi imanına zarar vermektedir. Bir yerde gıybet varsa, kardeşlik ve sevgi, dolayısıyla kâmil iman ve takvâ orada barınamaz.
Müslüman, kendisi için istemediği bir davranışı, din kardeşi için de istememelidir. Kendisini, gıybet ettiği kimsenin yerine koyan, onun duyacağı acıyı kendi benliğinde hisseden kimse, böyle bir yamyamlığın çirkinliğini daha iyi anlar. İnsan, kendi onuru kadar din kardeşlerinin de şeref ve haysiyetini önemsemek zorundadır. Bırakın kardeşinin izzetine saldırmayı, başka biri ona saldırmaya kalksa, aynen kendisine yapılan saldırı gibi görüp kardeşinin onurunu savunmak zorundadır mü’min. Müslümanlar, bir vücudun organları gibi uyum içinde ortak davranışlar sergilemeli, birbirlerinin eksiklerini tamamlamalıdır. İnsandaki bir “el”in, aynı vücudun parçası olan “göz”ü çıkarmak için şiddetle dürtmesi, aynı vücudu paylaştıkları “kalb”e öldürücü bir âletle saldırısı ne ise, ümmet adı verilen sosyal vücudun parçaları olan müslüman bireylerin birbirlerinin gıybetini yapması da odur. Bu tür tavırlar, aynı dinin fertleri olan bireylerin kardeşlerine karşı cinâyet işlemesi olduğu gibi, benzer suçu yapmasına muhâtabını bilinçsiz de olsa kışkırttığı için, aynı zamanda intihardır bu. O yüzden kul hakkının ihlâl edilmesi demek olan gıybet, ümmet bütünlüğüne ve kardeşlik hukukuna darbe vuran büyük bir suçtur. Başta gıybet, dedikodu, yalan, iftira, gurur, kin, haset gibi kötü huylar, hep müslümanların kardeşliğine zarar verdiği için bizi bizden fazla seven Rabbimiz tarafından bizim iyiliğimiz için yasaklanmıştır.
2247] Mustansır Mir, Kur’anî Terimler ve Kavramlar sözlüğü, İnkılab Y., s. 70
2248] Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc. 12/154
- 516 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Haram hükmünün dışında kalan gıybetler ancak şu şekilde olanlardır: Birinin arkasından veya öldükten sonra onun kötülüğünü söylemek şeriat nazarında doğru bir mecburiyet halini almışsa ve bu mecburiyet gıybet olmadan yerine gelmiyorsa ve bu gıybet yapılmayınca gıybete nispetle çok daha büyük bir kötülük ortaya çıkacaksa bu gıybetin haramlılığı ortadan kalkar. Gıybet, ancak şer’an doğru bir maksat için gerektiği takdirde ve o gıybet olmadan o gereklilik ortadan kalkmadığı takdirde câizdir. Zulme uğrayan kişinin şikâyeti, ıslah edebilecek kişiye o kötülüğe engel olması için anlatılması, fetvâ almak gâyesiyle, o kimseyle çok önemli birlikteliği olacak kimselerin uyarılması ya da şerlerinden başkalarını korumak gâyesiyle bel’amların, tâğutların, müfsid ve zâlimlerin çeşitli ahlâksızlıkları yayan, takvâ ve hayâ eksikliğiyle insanlardan çekinmeden açıktan fısk ve haram işleyenleri, çarpık din anlayışına sahip olanları, başkalarını onların zararından korumak için anlatmak haram olan gıybet hükmüne girmez.
Bu istisnâî durumlar dışında birinin arkasından çirkin söz söylenmesi kesin olarak haramdır. Bu çirkin söz doğru ise gıybettir, yalan ise iftirâdır, iki kişiyi birbirine düşürmek için ise düzenbazlıktır. Şeriat bu üçünü de yasaklamıştır. Gıybeti tasdik etmek de gıybettir. Gıybet yapılan yerde susan kişi gıybete ortak olmuş olur. İslâm toplumunda bir müslümanın, yanında başka birinin gıybetinin yapılmasını, yalan yere töhmet altında bırakılmasını sessizce dinlemesi doğru değildir, onu derhal reddetmesi, gücü yetmiyorsa gıybet edilen yeri terk etmesi gerekir. Hiçbir şer’î mecbûriyet olmadığı halde birinin mevcut kusurlarının ortaya dökülmesinin günah olduğunu ve bu hareketi yapanların Allah’tan korkarak böyle haramlardan uzak kalmalarını telkin ve tebliğ etmesi gerekir. Gıybet, insanın sevaplarının azalmasına, başkasının günahlarının kendine verilmesine sebep olur.
Bir kötü huy ve davranış bozukluğu olarak, Kur’an’da birkaç kelimeyle karşılanan gıybet, Türkçe’ye, Hucurât sûresi 12. âyetteki bir fiilin kökünden geçmiştir. Hadislerde gıybet, aynı kelimeyle ifadeye konur ve en ağır günahlardan biri olarak tanıtılır. Mesela, Taberânî’nin el-Evsat’ındaki bir hadiste: “Gıybet, zinadan da kötüdür. Adam zina eder, sonra tevbe eder ve Allah da onu bağışlar; ama gıybet edenin bağışlanması, gıybet ettiği kişinin affı olmadan mümkün değildir.” deniyor.2249
Gıybete doğrudan değinen Hucurât, 12. âyet ise: “Birbirinizin gıybetini etmeyin. Sizin biriniz, kardeşinin ölmüş haldeyken etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi? O halde, Allah’tan korkun...” diyerek gıybet etmenin insan ruhunda ve toplum hayatında vücut verdiği tahribi dile getiriyor. Ve gıybet etmenin, insanın kam ve eti gibi olan onurunu yaralamak anlamına geldiğini gösteriyor.
Ünlü Kebâir (büyük günahlar) hadisinde zina 7 büyük kebâirden biri olarak gösterilmektedir. Yukanki hadis, gıybeti zinadan daha kötü olarak tanıttığına göre, gıybet, büyük günahların en beterlerinden biri olarak düşünülmelidir.
Hadisler, gıybetin orucu yırtıp mahvettiğini, kabir azabına sebep olduğunu da gösteriyor.2250
Gıybet kavramı içine sokulan diğer kötü huylar lıemz, nemime ve lemz’dir ki bunlardan ilki olan hemz Kur’an’da bir surenin adıdır: Hümeze... Bu da gösterir ki Kur’an bu gıybet illetinin büyük bir bela olduğuna ısrarlı bir biçimde
2249] Hadis için bk. Sâgânî, 59
2250] bk. Buhârî, Edeb 46, Cenâiz 88; Müslim, Tahâret 26; Dârimî, Savm 27
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 517 -
dikkat çekiyor. Hümeze sûresi şöyle başlar: “Yazıklar ve azaplar olsun bütün arkadan çekiştirip lâf dokunduranlara ve yüze karşı ayıplayanlara...” Kalem sûresinin 10-12. âyetlerinde dinlenilmemesi gereken kişiler arasına lâf taşıyıp arkadan söz edenler de konmuştur.2251
Yüz yüze konuşalım: Gıybet’in kelime mânâsı: “Meydanda olmama, kaybolma.” Gıybet, “birisinin gıyabında onun hoşlanmayacağı bir şeyi söylemek, onu çekiştirmek, dedikodusunu yapmak” şeklinde tarif edilir. Vicdan, doğruyu yanlıştan ayırmada, çok en önemli bir ölçüdür. Her insan vicdanen bilir ki, kendisinin arkasında konuşulması onu rahatsız ettiği gibi, onun da bir başkasının aleyhinde konuşması karşı tarafı rahatsız edecektir. Bu vicdanî bilgi, insan vicdanının gıybeti yasak kılması demektir. Ve yine insan bir başkasının aleyhinde konuşurken ne niyetle konuştuğunu vicdânen bilir. Yani, kötü yönlerini anlatırken onun tedavisi için bir çare mi aramaktadır? Yoksa, onu böyle konuşturan bir kin, bir haset yahut bir intikam arzusu mudur? Yahut, sadece zaman öldürme ve sevap namına bir şeyler yapmışsa onları yakıp tüketme gafleti midir? Bu soruların cevabını insan vicdanı çok iyi verdiği gibi Allah da en ileri mânâsıyla bilmektedir.
Gıybetin Allah katında ne kadar çirkin olduğunu şu âyet-i kerime insan vicdanını şâhit göstererek sergiler: “Bir kısmınız diğerlerinin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz Ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi?”2252
Gıybet edilen şahıs o anda hazır bulunmadığından, hükmen ölüdür. Söylenenlere, bir ölü sessizliğiyle, cevap vermekten acizdir. Böylesine aciz birine yapılan haksızlık, Allah kelâmında “ölü eti yeme” şeklinde tasvir edilmiştir. (…)
Bir insan bir haksızlığa uğradığında, bunu ancak o zulmü gidermeye ve o yanlışı düzeltmeye gücü yetecek olan sorumlu şahsa veya şahıslara anlatabilir. O takdirde gıybet yapmış olmaz. Ama, hazır fırsatı yakalamışken, ilgili-ilgisiz, her önüne gelene bunu anlatsa gıybet etmiş olur.
Şimdi insafla düşünelim: Haklı olduğumuz bir meselede bile, şikâyetimizi sadece yetkililere bildirmemize izin verilmişken, vakit geçirmek yahut öfkemizi söndürmek gibi bayağı sebeplerle dedikodu yaptığımızda kendimizi nasıl mazur görebiliriz?!.. Bu konuda vicdanımız bizi ne ölçüde tasdik eder?!..
Gıybet de iftira da karşıdaki şahsın, işittiğinde hoşlanmayacağı sözlerdir. Bunların farkı, birinin yalan, diğerinin doğru olmasıdır. Ama gıybet olmakta ikisi de birleşirler. O hâlde, “ben yalan söylemiyorum, gerçeği ifade ediyorum,” sözü, gıybette özür olmaz ve kişiyi cezaya çarpılmaktan kurtarmaz.2253
Gıybetin Câiz Olduğu Yerler
Şer’î bir sebeple gıybet etmek mubah olur. Gıybeti mubah kılan sebepler 6’dır:
1- Zulme uğradığını anlatmak için gıybette bulunmak câizdir. Binâenaleyh bir mazlum, hükümdar veya hâkim gibi velâyet ve kudret sahibi birinin huzuruna çıkarak, filan bana zulmetti, yahut şöyle şöyle yaptı, diye şikâyette bulunabilir.
2251] Kur’an’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Y., s. 151-152
2252] 49/Hucurât, 12
2253] Alâaddin Başar, Nurdan Kelimeler, Zafer Y. c. 4, s. 175-177
- 518 -
KUR’AN KAVRAMLARI
2- Kötülüğü değiştirmek ve asiyi yola getirmek için yardım istemek câizdir. Binaenaleyh kudreti olduğunu sandığı kimseye giderek: Filan şöyle şöyle kötü hareketlerde bulunuyor, onu, bunlardan men et, demek câizdir.
3- Fetvâ almak için gıybet câizdir. Bir kimse müftiye giderek: “Filan bana zulmetti, yahut babam veya kardeşim şöyle şöyle yolsuzluklarda bulundular. Bunları yapmaya hakları var mıdır? Benim onların zulümlerinden kurtulmama çare nedir?” diye sorabilir.
4- Müslümanları şerden sakındırmak için gıybet câizdir. Bunun, birçok vecihleri vardır. Biri râvileri, şâhidleri ve Mûsânnıfları cerhetmektir. Bu, icmâ ile câizdir. Hatta Nevevî: “Şeriatı korumak için bu vâcibtir.” diyor. Müşâvere ânında bir kimsenin kusurunu söylemek, kusurlu mal satarken müşteriye o malın kusurlu olduğunu söylemek, satılan kölenin hırsız, zâni veya sarhoş olduğunu haber vermek, fâsık bir âlimden fıkıh dersi almaya giden kimseye onun fıskını söylemek, hep bu câiz kısımlardan sayılır.
5-) Fâsıklığı veya bid’atçılığı yüze varan bir kimseyi âşikâre irtikâb ettiği günahlar sebebiyle gıybet etmek câizdir.
6-) Tarif için bir kimsenin körlük, topallık, kısalık, uzunluk gibi hallerini söylemek câizdir. Fakat bunları, o şahsı küçültmek niyetiyle söylemek haramdır. Hatta sakatlığını anmadan tarifi mümkünse o sûretle tarif yapmak evlâdır.2254
Gıybetten kurtulmak için şunları düşünmeli: İnsan, öncelikle gıybetin zararını hesap etmeli! Gıybet sebebiyle, sevaplarının gideceğini, hatta gıybet ettiği kimsenin günahlarını da yükleneceğini bilmelidir. Gıybet, dünyada da alında bir kara lekedir! Kendine dedikoducu dedirtmemelidir. Bir kimse, başka birine kırgınsa, onu kötülemeye çalışır, gıybetini eder. Başkasına kızıp da kendini Cehenneme atmanın ahmaklık olduğunu bilen, gıybet etmez. Gıybet etmekle, ona zarar vermiş olmaktan daha çok zararı kendine veriyor, dünyevî ve uhrevî büyük felâketlere atılıyor. Üstelik sevmediği kişinin günahlarını alıp, yerine kendi sevaplarını ona veriyor. Bazen topluluktakileri memnun etmek, onları güldürmek için gıybet edilir. İnsanları memnun etmek için, Allah Teâlâ’nın gazabına mâruz kalmayı istemek ne kadar yanlıştır. Gıybet eden, övülmeyi, herkesin kendisinden bahsetmesini ister. Bu bakımdan kendini övmek için dolaylı yolları seçer. Meselâ, kendisinin cömert olduğunu bildirmek için, “falanca çok cimridir” der. Eğer böyle gıybet edeni dinleyen, akıllı birisi ise, kendini bu şekilde övene hiç değer vermez, onun değersiz olduğunu anlar. Bunları dinleyen akıllı değil de, câhil, ahmak birisi ise, gıybet ettiği için ona değer verse, ne çıkar? Gıybetçinin kazancı ne olur?
Başkalarını gıybet edip kusur araştıran kimse, kendi kusurlarını göremez. Biz, kendi ayıplarımızın ortaya dökülmesini, rüsvay olmamızı istemediğimiz gibi, başkaları da kendileri için bunu istemez. Sen arkadaşının ayıbını örtersen, Allah da senin ayıbını örter. Sen başkasının ayıbını açarsan, senin ayıplarını da açan çıkar, rezil olursun. Kendi kusurlarını araştıran ve bunların çaresini düşünerek başkasının kusurlarıyla gereğinden fazla uğraşmayan kişi, sâlih/iyi insandır. Mü’min,
2254] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim, Terceme ve Şerhi, İstanbul 1983, c.10, Sahife 541 -6487-; İmam Nevevî, Riyâzu's Sâlihin, Terceme ve Şerhi, Hzr. İhsan Ökkeş, İstanbul 1991, Cilt 5, s. 255
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 519 -
öncelikle kendi hata ve ayıplarını görüp onları düzeltmeye çalışan, böylece Allah’ın hayır dilediği kimsedir. Münâfık ise, kendi hata ve ayıplarını görmek istemeyen ya da önemsiz gören kimsedir. Kişi kendi noksanını bilmek gibi irfan olmaz. Nefsimizi gıybet ve diğer günahlardan temizlemeye çalışmak cihaddan bir şûbe kabul edilmiştir. Kıskanç kimse, mal sahiplerini kötüler. Sözgelimi, “filan kimsenin malı çok, ama yemesini bilmez, cimrinin biridir” der. Böyle söylemekle, gıybet edilenin malı azalmayacaktır, ama kıskançlık ateşi, gıybetçi yakıp kavuracaktır. Üstelik gıybet günahına girdiği için sevaplarını sevmediği kimseye vermeye mahkûm olacaktır.
Alay Denen Çirkinlik
Bir şeyle veya bir kişiyle eğlenmek, insanları hafife almak, tahkîr etmek, başkasının kusur ve noksanlarını söz, işaret veya yazı ile teşhîr etmek, toplumda küçük düşürme hareketleri. Alay etme duygusu insanlarda, kendini büyük görmeyle başlar; daha sonra karşısındaki insanı hiçe sayıp, ona tepeden bakmaya kadar gider. Neticede bu duygu insanları alaya aldırır, şeytanı Rabb’ine isyan ettiren böbürlenerek Hakkı kabûl etmemek ve insanları hor görmek şeklinde tezahür eden kibir ve gurur hastalığını ortaya çıkarır.
Alay eden kimsenin gururlanıp kibirlenmesi yanında, alay etme hareketiyle mü’min kardeşini incitmesi ve rahatsız etmesi de söz konusudur. Kibirlenmek haram olduğu gibi mü’mine eziyet de haramdır. Her iki kötülüğün netîcesi olarak İslâm toplumunda kardeşlik bağlarının gevşemesi söz konusu olmaktadır. Zîrâ alay ile beraber fertler arasına düşmanlık ve nefret duygusu girer. Böylece de bir bina hâlinde tarif edilen İslâm toplumu dağılmış, parçalanmış olur.
İslâm toplumu bir bütündür. İslâm’da her ferdin haysiyet ve şerefinin dokunulmazlığı vardır. Ferdin mânevî hayatının temelini oluşturan ırz, şeref, haysiyet, namus duyguları lekelenemez. İnsan haysiyetini lekeleyecek olan kötü hareketlerin başında alay etmek gelir. İslâm, insan hak ve hürriyetini, insan haysiyet ve şerefini koruma esası üzerinde durur; bu sebeple, müslümanların duygu ve düşüncelerini Kur’ân-ı Kerîm vâsıtasıyla garanti altına alır: “Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın; olur ki, alay edilenler kendilerinden daha hayırlı bulunurlar. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar; belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Hem birbirinizi ayıplamayın ve kötü lâkablarla atışmayın. İmandan sonra fâsıklıkla adlanmak ne kötü isimdir! Kim de tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.”2255
İslâm, kardeşlik bağlarını korumak için alay etmeyi kesinlikle yasaklamıştır. Allah’a ve âhiret gününe inanan bir mü’minin, insanları alaya alması, eğlence ve nükte konusu yapması câiz değildir. Her ne şekilde olursa olsun, başkalarıyla eğlenmek, onu kötü ve sevmeyeceği lâkablarla çağırmak ahlâk bakımından da çok kötü bir şeydir. Çünkü bu hareket, insanın kolayca unutamayacağı ızdırap veren bir yaradır.
Toplum hayatındaki ilişkiler samimiyet üzerine kurulur. Bu samimiyetin derecesini ölçen alet de kalptir. Hz. Peygamber: (s.a.s.) “Allah sizin şeklinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat kalplerinize bakar.”2256 buyurmuştur. İnsanlar, daima dış görünüşe vakıftırlar iç alem bilinmez. Allah katında tartılacak olan dış görünüş değil,
2255] 49/Hucurât, 11
2256] Müslim, Birr 32
- 520 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalplerin takvâsıdır. İnsanın ilmi ise bunu bilmeye ve anlamaya yeterli değildir. Bu sebeple bir kimse önüne geleni horlayamaz, nazargâh-ı İlâhî olan kalbi alaya alarak kıramaz.
Dünyada tek yüce değeri maldan ibaret sanıp, malıyla güçlü olduğunu zanneden ve karşısındaki bütün değerlerle alay edenleri Kur’ân-ı Kerîm kınamaktadır: “Vay haline! Diliyle çekiştirip, yüzünden de alay eden kimsenin.”2257
İslâm’a göre, yaratılan her insanın Allah katında bir değeri vardır. İnsanı ahsen-i takvim üzere yaratan Allah, onu en güzel hasletlerle bezemiş ve yeryüzünde halife kılmıştır.2258 Böyle bir varlığın dış görünüşü ile ilgilenip alaya almak; insanı yaratan Rabb’i ile karşı karşıya getirebilir. Oysaki insanın alay konusu olmasına Rabb’i ve eşsiz yaratıcısı olan Allah râzı olmaz.
Kur’an-ı Kerîm’de bir de inançla,2259 Kur’an âyetleriyle,2260 Peygamberlerle2261 ve mü’minlerle2262 alay edenlerden bahsedilir. Sözü edilen kişiler, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinenlerdir.2263 Sözü edilen kişiler bu hareketleriyle Allah’ı ve mü’minleri aldattıklarını zannederler.2264 İslâm’a göre inanç mukaddestir, alay konusu olamaz. Âyetlerde, inançlarla alay edenler olarak bildirilenler, İslâm toplumu içinde türeyen münâfıklardır.2265
“İnsanlardan öyleleri de vardır ki, iman etmedikleri halde ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık’ derler. Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar, hâlbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalblerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır. Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azâb vardır. Onlara: ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın’ dendiği zaman: ‘Biz sadece düzelticileriz’ derler. İyi bilin ki, onlar bozgunculardır; fakat anlamazlar. Onlara: ‘İnsanların inandıkları gibi siz de iman edin!’ dense, ‘O beyinsizlerin iman ettiği gibi inanır mıyız?’ derler. İyi bilin ki, asıl beyinsizler kendileridir; fakat bilmezler. Mü’minlere rastladıkları zaman; ‘İnandık’ derler. Fakat şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman; ‘Biz sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyoruz’ derler. Allah da kendileriyle alay eder ve onları bırakır; taşkınlıkları içinde bocalyıp dururlar.”2266
Bu âyetlerde bâzı insanların, Allah’a ve âhiret gününe inanmadıkları halde inandıklarını söyleyip Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalıştıkları, oysa kendilerinden başka kimseyi aldatamayacakları, gönüllerinde hastalık bulunan o kimselerin, acı bir azaba uğrayacakları belirtilmektedir. Onlar kendilerinin iyi kimseler olduklarını, iyi işler yaptıklarını sanırlar ama gerçekte ortalığı karıştırdıklarının farkında değildirler. “Biz, şu aklı ermez, beyinsizler gibi inanır mıyız hiç?” diyerek gerçek mü’minleri küçümseyen, aslında kendileri beyinsiz olan, inananlara karşı mü’min görünen, fakat kendilerini bu âdi davranışa yönelten şeytânlarıyla baş başa kaldıkları zaman da: “Biz, sizdeniz, ‘iman ettik’ demekle onlarla alay
2257] 104/Hümeze, 1
2258] 2/Bakara, 30
2259] 2/Bakara, 206; 63/Münâfıkûn, 5-6
2260] 9/Tevbe, 124-125, 127
2261] 47/Muhammed, 16
2262] 9/Tevbe, 79
2263] 4/Nisâ, 139; 5/Mâide, 52; 58/Mücâdele, 14
2264] 2/Bakara, 9; 4/Nisâ, 143; 11/Hûd, 5
2265] Ahmed Sezikli, Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 1, s. 97-98
2266] 2/Bakara, 8-15
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 521 -
ediyoruz.” diyen bu adamlar, Allah’ın çetin cezasına uğrayacaklardır. Davranışlarına uygun ceza olarak Allah da onlarla alay eder. Yani davranışlariyle, hiç farkında olmadan kendi canlarına azâblar hazırlayan o adamların üstüne güler ve onlara bir süre fırsat tanır. Azgınlıklarına dalıp giderler.
14 ve 15’inci âyetlerde, Allah’ın, mü’minlerle istihzâ ettiklerini söyleyen o kimselerle istihzâ ettiği belirtilmektedir. İnce mizah, gizli biçimde alay etmek, eğlenmek anlamındaki kökünden istif’âl vezni olan istihzâ hüz’ü âdet edinmek, alay etmek, hafiflik yapmak, alaya karşılık vermek demektir. Bu anlamıyla istihzâ, Allah’a yakışmaz. Fakat Kur’ân’da cezalar, işlenen fiillere denk olarak zikredilir ki buna “müşâkele” denir. Alay edenlerin cezası, kendilerinden daha büyüğün, kendileriyle alay etmesidir.
“Suç işleyenler, inananların üstüne gülerlerdi. Onların yanından geçtikleri zaman birbirlerine kaş göz eder(ek onları küçümser)lerdi. Âilelerine döndükleri zaman da (yaptıklarıyla övünüp) eğlenmeye başlarlardı. İman edenleri gördüklerinde: ‘Şunlar sapık insanlar’ derlerdi. Oysa kendileri, onların üzerine bekçi gönderilmemişlerdi. İşte bugün de mü’minler kâfirlerin üstüne gülerler. Divanlar üzerinde (oturup) bakarlar:”2267
Dünyada kendilerini zengin, üstün gören kâfirler, mü’minlerin üstüne gülerken; işlerin içyüzünün ortaya çıktığı âhiret gününde de iş tersine döner, bu kez de mü’minler kâfirlerin üstüne gülerler, onların hakaret ve zillet içindeki durumlariyle alay ederler. İşte Allah’ın, münâfıklarla istihzâsı da onların istihzâ, davranışlarına uygun ceza vermesidir. Zira: “Bir kötülüğün cezası, onun dengi bir kötülüktür”2268; “Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın.”2269 âyetleri, cezanın, suça denk olmasını bildirmektir. İstihzânın cezası da kısas gereği olarak istihzâ edenle istihzâ etmektir. “Onlar bir tuzak kurarlar, Ben de bir tuzak kurarım.”2270; “Tuzak kurdular, Allah da tuzak kurdu.”2271; “Allah’ı aldatıyorlar, O da onları aldatır.”2272 gibi âyetleri, hep İslâmda cezâ’nın, suça denk ve suçun benzeri kısas prensipleri ışığında değerlendirmek gerekir.
Gerçekten mü’minlerle alay eden o kimseler, esasen bu davranışlarıyla kendilerini gülünç duruma düşürmektedirler. Çünkü başkasını küçümsemek Allah’ın temiz, zavallı kullarının üstüne gülmek insanı mânen küçültür, rûhî değerini düşürür. Onun ruhu, hakir, alay edilecek kötü bir duruma düşer. Riyakâr, ikiyüzlü kişi, ruhunu nasıl gülünç bir duruma soktuğunun farkında olmaz. Ama Allah, onun davranışının içyüzünü bilir. Onun kötü davranışlarını, ruhunu saran azaplar, çirkinlikler haline getirir. İşte Allah’ın, onlarla istihzâsı, onlar hiç farkına varmadan onları, kendi davranışlarının mânevî şekilleriyle kuşatması, o çirkin işleriyle onları yavaş yavaş yakalaması, davranışlarına uygun biçimde cezalandırması demektir. Nitekim: “Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri bir yerden yavaş yavaş helâke yaklaştıracağız. Onlara mühlet veriyorum, çünkü benim tuzağım çetindir!”2273 âyeti de bu gerçeği anlatmaktadır.
2267] 83/Mutaffifîn, 29-35
2268] 42/Şûrâ, 40
2269] 2/Bakara, 194
2270] 86/Târık, 15-16
2271] 3/Âl-i İmrân, 54
2272] 4/Nisâ, 142
2273] 7/A'râf, 182-183
- 522 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerim’in, insanlarla alay edip birtakım hareket ve işaretlerle onları küçümseyenleri şiddetle uyaran bir sûresi vardır ki adı Hümeze Sûresidir: “(İnsanları) Diliyle çekiştiren, kaş ve gözüyle işaretler yapıp alay eden herfesâd kişinin vay haline! O ki mal yığdı, onu saydı, durdu. Malının, kendisini ebedi yaşatacağını sanıyor. Hayır, andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır. Hutame’nin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir. (Bir ateş) Ki gönüllere işler. O, onların üzerine kapatılıp kilitlenecektir. (Kendileri,) Uzatılmış direkler arasında (bağlı) olarak (kalacaklardır).”2274
(Hümeze): (Hemz) kökünden âdet ifade eden mübâlağa (abartma) kipidir. Hümeze vezni, âdet bildirir. Çok hemz eden demektir. Hemz: Kırmak, yere çalmak anlamlarına gelir. İnsanların şahsiyet ve namuslarına dil uzatmaya, onlarla alay ederek onları incitmeğe de isti’âre yoluyla hemz denmiştir. Birinin namus, neseb ve haysiyetiyle oynayıp insanları incitmeyi, kötüleyip kınamayı âdet edinmiş koğucu kimselere hümeze denir. Lemz kökünden gelen Hümeze de insanlara kulp takmak, kaş göz işaretleriyle birini başkalarına göstererek hakir görmek anlamlarına gelir. Ebû Ubeyde’ye göre hümeze ve lümeze aynı anlama gelir; dedikoducu demektir. Bir başka tefsire göre hemz birini yüzüne karşı, lemz ise arkasından kötülemek yahut hemz el ve göz işaretleriyle, lemz de dil ile kötülemek, çekiştirmektir.2275 İbn Abbas’a göre hümeze gıybet eden, lümeze de kulp takan, taşlayan demektir. Hasan-ı Basri de hümeze, yanında oturanı, gözünü eğerek kötüleyen, din kardeşinin gıybetini edip kınayandır, demiştir. İbn Abbâs’tan gelen bir rivâyete göre de hümeze, lümeze söz götürüp getirerek insanları birbirine katan, insanlara kötü sıfatlar takan kimselerdir.
Fahre’ddin Râzi, bu rivâyetleri aktardıktan sonra şöyle diyor: “Birbirine yakın olan bu görüşlerin hepsi, bir köke varır ki o da taşlama, kusur bulmadır. Bu hareket de iki kısma ayrılır: Hased, kin zamanında olduğu üzere ya ciddi olur veya eğlence, alay zamanında olduğu üzere şaka için olur. Bunların her biri de ya dinle ilgili bir şey hakkında olur veya şekil, yürümek, oturmak ve benzeri şeyler hakkında olur. Bu dört kısım da kusur bulmada ya orada mevcut biri veya mevcudolmayan biri hakkında olur. Her iki durumda da kusur bulma, ya sözle veya kaş, göz ve sair organların işaretiyle olur. Bu davranışların hepsi âyetlerin yasakladığı davranışlar kapsamına girer. Sözün, dil bakımından ne için, hangi kavram için kullanılmış olması önemlidir. Eğer bir kavram, sözün konulduğu kavram ise o, yasak kapsamındadır. Şâyet söz, o kavram için konulmamış ise o da kıyâs-ı celi yoluyla yasak kapsamına girer. Peygamber (s.a.s.) dinde en büyük mevki sahibi olduğundan onu taşlamak (kıyâs-ı celî yoluyla) Allah katında büyük günahtır.”2276
Zemahşeri’nin açıklamasına göre âdet bildiren veznindeki hümeze, lümeze, mimin sükûnuyla hümze, lümze şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde gülünç şeyler, garip ve tuhaf gevezelikler yapan maskara anlamına gelir.2277
“Ey iman edenler, bir topluluk, başka bir toplulukla alay etmesin. Belki (alay ettikleri kimseler), kendilerinden iyidirler. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki onlar, kendilerinden iyidirler. Birbirinizde kusur aramayın; birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.
2274] 104/Hümeze, 1-9
2275] et-Teshil, 4/217; Fethu'l-Kadir, 5/492, 493
2276] Mefâtihu'1-Ğayb, 32/92. Râzi'nin bu ifadesi tuhaftır. Peyğamber'i taşlayan, mü'min olmaktan çıkar ki onunla hiçbir günah kıyaslanamaz. O, günahtan öte, küfürdür.
2277] Zemahşerî, Keşşaf 4/283
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 523 -
İnandıktan sonra fısk adı, ne kötü bir şeydir! Kim tevbe etmezse, işte onlar, zâlimlerdir.”2278 Bu âyette başkalarıyla alay etmek, kaş göz işaretleriyle insanları küçümsemek, insanlara kötü lakaplar takmak yasaklanmaktadır.
“Ey iman edenler, bir topluluk, başka bir toplulukla alay etmesin. Belki alay ettikleri, kendilerinden iyidirler.” Âyette alay etmesin diye çevrilen lâ yashar kelimesi; sahretmesin, suhriyyet yapmasın demektir. Suhriyyet: İş yaptırmak, emrinde çalıştırmak, alay etmek, matrak geçmektir. Huz’ ve huzu da alay etmek demektir. Bu kökten istihzâ da Türkçede çok kullanılır. Lemz, kaş göz veya el işaretleriyle alay edip birini kusurlu göstermektir. Hemz ise dil ile yermek, alay etmektir. Lakap anlamındaki nebz’den gelen tenâbuz, birbirine kötü lakap takmak demektir. Bir Müslümana fâsık, münâfık, eşek, domuz demek gibi.
İbn Abbâs’a dayanan bir rivâyete göre Sabit İbn Kays İbn Şemmâs, ağır işitirdi. Meclise geldiği zaman Allah’ın Elçisine yakın oturup peygamber’in sözlerini işitebilmesi için daha önce gelenler, ona yer verirlerdi. Bir gün Sabit geç kalmış, sabah namazının birinci rek’atine yetişememişti. Hz. Peygamber namazı bitirip cemâate dönünce ashâbı yanında oturmak için yerlerini aldılar. Kalabalık olduğu için peygamber’in yanında başka kimseye yer kalmamıştı. Sabit namazını bitirince insanların omuzlarını okşayarak Allah Elçisinin yanına doğru yürümeğe başladı. “Yer açın, yer açın” diyordu. Cemâat de ona yer açıyordu. Allah’ın Elçisinin yanına kadar vardı. Arada tek bir adam kaldı. Ona da “Yer aç” deyince adam:
İşte yer buldun, otursana, dedi.
Sabit kızarak onun arkasına oturdu. Ortalık ağarınca Sabit adamı işaretle çekiştirerek:
- Bu da kim? dedi. Adam:
- Ben falanım, dedi. Sabit:
- Ha, falan kadının oğlu mu? dedi.
Câhiliyye döneminde kötü görülen bir kadının adını andı (yani anasının vaktiyle fahişe olduğunu anlatmak istedi). Adam boynunu büktü, utandı. İşte âyetin ilk cümlesi, bu ve benzeri alay etme, küçük düşürme, küçümseme, kaş göz işaretleriyle çekiştirme eylemlerini yasaklamaktadır.
“Kadınlar da birbirleriyle alay etmesinler. Belki alay ettikleri, kendilerinden iyidir.” cümlesinin de peygamber hanımlarından bazılarının, İsrâiloğlu kökenli peygamber zevcesi Safiyye’yi küçümsemeleri ile ilgili olarak indiği söylenirse de, gerçekte âyet bir bütündür. Bir cümlesi bir olay, diğeri başka bir olay üzerine indiğini söylemek, âyeti çeşitli âyetlere bölmek demektir.
“Birbirinizde kusur aramayın; birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İnandıktan sonra fısk adı (ile çağırmak), ne kötü bir şeydir!” denildikten sonra, âyet şu ifâde ile biter: “Kim tevbe etmezse, işte onlar, zâlimlerdir.” Bu bitiş cümlesinde de insanların birbirlerini kaş göz işaretleriyle çekiştirip küçümsemeleri, birbirlerine kötü lakaplar takmaları, hakaret etmeleri yasaklanmakta ve böyle şeyler yapanların zâlim oldukları vurgulanmaktadır.
2278] 49/Hucurât, 11
- 524 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Âyetin bu kısmının da Seleme’ oğulları hakkında indiği rivâyet edilir. Bu âyetin, kendileri yani Seleme oğullan hakkında indiğini söyleyen Ensârlı Sabit İbn Dahhâk şöyle diyor: “Allah’ın Elçisi (s.a.s.) bize geldiği zaman içimizden her adamın iki üç adı vardı. Allah’ın Elçisi: “Ey falan” der, kendisine: ‘Yâ Rasûlâllâh, öyle deme, o adam bu isimden hoşlanmaz’ derlerdi. Yüce Allah: “Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İman ettikten sonra kötü ad(la çağırmak), ne kötü bir şeydir!” âyetini indirdi. Tirmizi’nin rivâyeti şöyledir: “Bizden her birimizin iki üç adı olurdu. Bazen adam bu adlardan, hoşlanmadığı biriyle çağırılırdı. Bunun için ‘Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın’ âyeti indi.”2279
Bu rivâyetlerdeki olaylar doğru olabilir. Fakat âyetin her parçasının ayrı ayrı olaylar üzerine ayrı ayrı zamanlarda indiği doğru değildir. Çünkü âyet bir bütündür. Eğer parça parça inseydi, her parça ayrı bir âyet olurdu. Oysa âyet, bütün cümleleriyle beraber bir bütündür. Zâten ayrı ayrı indiği söylenen cümleler, öteki cümleden ayrılırsa bir anlam ifâde etmez. Meselâ: “Ey iman edenler, bir topluluk, başka bir toplulukla alay etmesin. Belki alay ettikleri kimseler kendilerinden iyidirler”in ayrı, “Ve kadınlar da başka kadınlarla (alay etmesinler). Belki öteki kadınlar bunlardan hayırlıdır” cümlesinin de ayrı indiği düşünülürse, ikinci cümle fiilsiz başlamış olacağından anlamsız kalır. Çünkü Alay etmesin’ fiii, hem birinci cümlenin, hem de ikinci cümlenin fi’lidir. Birincisi ikincisinden ayrıhrsa ikinci cümle fiilsiz kalır, bir anlam ifâde etmez. Allah anlamsız cümle indirmekten münezzehtir.
Tirmizi’nin rivâyet ettiği Safiyye olayı, âyetin iniş sebebi olarak değil, peygamber hanımlarının menkıbeleri bölümünde anlatılır ve bu olayla âyet arasında bir ilişki kurulmaz. Bu rivâyetler, âyetleri, daha önce vukubulmuş olaylara uygulama çabasından başka bir şey değildir. Zaten bu âyet de yalnız başına değil, kendinden önceki ve sonraki âyetlere bağlıdır. Sûrenin başından, tâ onüçüncü âyete kadar Müslümanlara İslâm ahlâk ve âdabı öğretilmektedir.
Yüce Allah bu âyette mü’min erkek ve kadınların birbirleriyle alay etmemelerini, zira alay ettikleri kimselerin, Allah indinde alay edenlerden daha iyi olabileceğini, hepsi bir can gibi olan Müslümanların, kaşla gözle birbirlerini kusurlu göstermemelerini, birbirlerine kötü lakap ve sıfatlar takmamalarını, inandıktan sonra fısk ismi takmanın, mü’min bir insana fâsık demenin kötü bir şey olduğunu, bu gibi şeylerden vazgeçmeyenlerin zâlim (haksız) olduklarını buyuruyor.
Yasak olan, kişiyi, hoşlanmadığı bir lakapla çağırmaktır. Fakat kişiyi, kendisi hakkında genel bir vasıf haline gelmiş olan lakaplarla anmakta bir sakınca görülmemektedir. Meselâ bâzı kimseler “topal”, yahut “kanbur” lakabiyle meşhur olurlar. Eğer bu sözlerde o adama bir sövme, hakaret anlamı yok ise onu bu lakaplarla çağırmakta bir sakınca yoktur.
Bu âyette üç yasak vardır
1) Hiç kimsenin başkasıyla alay etmemesi,
2) Kadınların birbirleriyle alay etmemeleri,
3) Ve kimseye kötü lakap takılmaması.
“İman ettikten sonra fısk adı ne kötüdür!” Yani mü’min bir insana fâsık demek,
2279] Tirmizi, Tefsir, Sûre 49; Câmi’ul-Beyân, 26/132
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 525 -
yahut ona fısk gereği olan kötü isimler takmak ne kötüdür. Bu cümleden anlaşıldığı gibi yasaklanan lakap, insanın zoruna giden, hakaret anlamına gelen lakaptır. Bu lakaplar ancak fâsıklara yaraşır. Mü’mine fâsık denmez, kötü lakap takılmaz. Yahut kötü lakap takmak fâsıkların işidir. Mü’minlerin birbirlerine böyle kötü lakaplar takması yakışık almaz.2280
İstihfaf
İstihfaf; Dinin ilke, yargı ve değerlerine yönelik aşağılayıcı tavır anlamında bir terimdir. Sözlükte “hafif olmak, az, önemsiz ve kıymetsiz sayılmak” anlamındaki haff (hiffet) kökünden türemiş bir kelime olup “hafif görmek, önemsememek” demektir. Kelimenin kökünde bulunan “beden, akıl ve hareket açısından hafif olmak” mânalarından “aklen hafif olma” anlamı istihfafta ağırlık kazanmaktadır.2281 Kur’ân-ı Kerîm’de hiffet kavramı on yedi âyette geçmekte, bunların üçü istihfaf masdarından gelmektedir.2282 Kur’an’da Firavun’un Mûsâ’dan üstün olduğunu ileri sürerek onu aşağıladığı, kavmini sosyal konumlarının düşüklüğü İddiasıyla hafife aldığı belirtilirken istihfaf kavramı kullanılmıştır.2283 Tabersî, Mecma’u’l-Beyân adlı eserde bu durumu, ilmî niteliği bulunmayan istidlallerle kavmini kendisine uymaya yönlendirmek, onların idrak ve anlayışını aşağılayıp küçümsemek şeklinde açıklamıştır. Yine Kur‘an’da Hz. Peygamber’e müşriklerin inkârına karşı sabretmesi, İlâhî vaadin mutlaka gerçekleşeceğini göz önünde bulundurarak, inanmayanların kendisini hafife almalarına fırsat vermemesi şeklindeki uyarı da istihfaf kavramıyla ifade edilmiştir.2284 Taberî bu âyeti, âhirete inanmayan müşriklerin Rasûl-i Ekrem’in nezaket ve hoşgörüsünü İstismar ederek onu elçilik görevini yerine getirmekten alıkoymaya çalışmak biçiminde açıklamıştır. Mâtürîdî ise kavramın “acele etmek” mânasına ağırlık vererek, “Münkirlerin acımasız eziyetleri seni aceleye getirip helâk edilmelerini istemeye sevk etmesin” anlamını öne çıkarmıştır. Hadislerde de hiffet kökünün türevleri ve istihfaf masdarı Kur’an’daki mânalany-la yer almaktadır.2285
İslâm âlimleri, Hz. Peygamber’in Allah’tan getirdiği vahiyleri ve bunlardan zorunlu olarak çıkan dinî hükümleri (zarûrât-ı dîniyye) küçümseme niteliği taşıyan söz veya davranışları istihfaf olarak değerlendirmiştir. Nitekim İbn Teymiyye küçük görmeyi ve önemsememeyi âdet haline getiren kişinin kalbinde tam bir teslimiyetin oluşmayacağını, böyle bir tutumun kibirlenerek İlâhî emre boyun eğmeyen İblîs’in küfrüne benzediğini söylemiş, Sa’deddin et-Teftâzânî de Rasûl-i Ekrem’in Allah’tan getirdiği dini hafife almanın tasdiki ortadan kaldıracağını belirtmiştir. Osmanlı âlimlerinden Bedrür-reşîd Muhammed, insanların küfre düşmesine sebep teşkil eden sözlerin (elfâz-ı küfür) dinin esaslarından birini alaya almak (istihzâ) veya inanılması gereken esasları küçümsemek (istihfaf) yahut haramlığı kesinleşen şeylerin helâl olduğunu söylemek (istihlâl) şeklindeki üç husustan birine gireceğini bildirmiştir. Öte yandan Ali el-Kâri, Kur’ân-ı Kerîm ve Kabe gibi dinde yüce bir konuma sahip bulunan şeyleri ve ibâdetleri hafife almanın, onlar hakkında a^ğıtayıcı ifadeler kullanmanın küfür statüsüne
2280] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y., c.2, s. 157-164
2281] Lisânül-Arab, "hff" md.
2282] M. F. Abdülbâkî, el-Mu’cem, "hff" md.
2283] 43/Zuhruf, 51-54
2284] 30/Rûm, 60
2285] Wensinck, el-Mu’cem, "hff md.
- 526 -
KUR’AN KAVRAMLARI
girdiğine dair âlimlerin görüşünü aktarmıştır. Yakın dönem İslâm âlimlerinden Şehâbed-din Mahmûd el-Âlûsî, Rûm sûresindeki âyetle (30/60) Hz. Peygamber’in yanı sıra ümmetinin de kendilerini onaylamayan, küçük gören, söylediklerini ve yaptıklarını yadırgayanlara karşı sabırlı olmaları yönünde uyarıldığına dikkat çekmektedir. 2286
Lâkab
Bir insanın adının benzerlerinden ayrılması için daha sonra ona verilen isim veya sıfat, çoğulu “elkâb’dır. Gerek yazı dilinde, gerekse konuşma dilinde karşıdaki şahsın rütbe ve ünvanı göz önüne alınarak söylenen sözler de lâkab kategorisi içine girer; Devletli, izzetli, saâdetli gibi.
Lâkab kelimesi hem övgüyü, hem de yergiyi ifade etmek için kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de bu konuya açıklık getirilmekte, “Birbirinizi kötü lakablarla çağırmayınız”2287 denilmektedir. “Ne-be-ze” fiilinden türetilen “Tenâbezû” kötü lâkab takmak, kötü adla çağırmak anlamlarını ifade etmektedir. İnsanı, utanacağı bir adla veya unvanla çağırmanın yasaklanması da bu sebepledir. Âyette zikredilen fiil çoğul olarak kullanılmakta ve bununla bütün müslümanlara hitabedilmektedir.
Müslümanlar arasında birliğin, beraberliğin, sevginin egemen olması için bu tür hareketlerden uzak kalmak gerekmektedir. İman eden bir mü’minin başka bir mü’mini kötü adla anması “fâsıklık” olarak nitelenmekte bu kötü fiili işledikten sonra pişman olmayan, tevbe etmeyen insan da zâlim olarak zikredilmektedir.2288
Müslümanlar hakkında övgü ve saygı ifade eden lâkablar yasaklanmamıştır. Bu tip isimler ve sıfatlar insanların birbirlerini sevmesine, saymasına sebep olur. İnsanların birbiriyle olan münasebetlerini iyi yönde etkiler.
Peygamber Efendimiz’den (s.a.s.) rivâyet edilen bir hadiste: “Mü’minin mü’min kardeşi üzerindeki hakkından birisi de onu en çok sevdiği ismiyle çağırmasıdır” buyrulurmaktadır. Bu hadisin ifadesine göre müslümanları sevdikleri adlarla çağırmak hem sünnettir, hem de örfe uygundur. İnsanları güzel buldukları adlarıyla çağırmakta bir sakınca yoktur. Hatta Hz. Ömer künyelerin yaşatılması fikrinde ısrar etmektedir.
İslâm tarihine göz attığımızda Hz. Ebû Bekir’in Sıddık; Hz. Ömer’in Fârûk; Hz. Osman’ın Zinnûreyn; Hamza’nın Esedullah; Hâlid b. Velîd’in Seyfullah; Hz. Ali’nin Ebû Türab; Umeyr’in Ebû Hureyre adlarıyla anıldıklarını görürüz. Bu da Müslümanları bu tip adlarla çağırmanın teşvik edildiğini göstermektedir.
Peygamberimiz (s.a.s.), Medine’ye hicret ettiğinde Ensar’dan bazılarının iki, üç adla çağrıldıklarını gördü. Onlar, bu adlardan bazılarıyla çağırıldıkları zaman rahatsız oluyorlar, inciniyorlardı. İşte bu âyet-i kerime hem bu konuya açıklık getirdi, hem de müslümanların sevmedikleri adlarla çağırılmalarını yasakladı.
Hz. Peygamber yeni müslüman olanları huzuruna kabul ettiğinde onların
2286] Mustafa Sinanoğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y., c. 23, s. 336
2287] 49/Hucurât, 11
2288] 49/Hucurât, 11
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 527 -
adlarını sorar; hoşuna gitmeyen, insanlar arasında hoş karşılanmayan, bir anlam ifade etmeyen bazı isimleri değiştirir, yerine daha güzel, daha uygun adlar verirdi.2289
Zan ve Sû-i Zan/Kötü Zan
Zan; Sanmak, farz ve tahmin etmek demektir. Zan ile ilgili bazı âyet mealleri şöyledir:
“Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) bir şeyin yerini tutmaz.”2290
“Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar.”2291
“Âhirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise; hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.”2292
Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Zandan sakının. Zira şüphesiz zan sözün en yalan olanıdır.” Bu hadis-i şerifte sû-i zandan sakınma vardır. Üzerinde hiçbir kötülük alâmeti görülmeyen bir kimseyi kötülükle töhmet altına almaya “zan” denir. Bu yersiz ve sebepsiz yere birini kötülemektir. Bu şüphesiz kötü bir zandır. Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmede mü’minleri bundan sakındırmıştır: “Ey iman edenler, zandan çokça sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.”2293
Yasak edilen zannın içine, açıkça şüpheli yerlerde gezen kimse hakkındaki zan, dünya işlerinde yapılan zan ve Allah Teâlâ’ya karşı duyulan hüsn-i zan girmez. Ancak Uluhiyetle ve Peygamberlikle ilgili zanlar haram olan zanlara dâhildir. Çünkü iman ve tasdik hususunda yakîn (kesin bilgi) şarttır.2294
Allah Teâlâ hakkında hüsn-i zan beslemek şarttır. Ebû Dâvud ve Müslim Cabir (r.a.)’den şu hadisi rivâyet etmişlerdir: Herhangi biriniz Allah Teâlâ hakkında hüsn-i zanda bulunmaksızın ölmez. Yani Allah’ın, hakkında merhametli ve şefkatli olduğuna inanarak ölür”.2295 Bir hadiste Allah’ın şöyle buyurduğu ifade edilir: “Ben kulumun, bana olan zannının yanındayım. Beni zikrettiği yerde, ben onunla beraberim...”2296
Sû-i zan: Kötü zann, fena tahmin, şüphe. “Sû” “fenalık, kötülük” demektir. “Sû-i hareket (kötü davranış)”, “sûi ahlâk (kötü ahlâk)”, “sû-i niyet (kötü niyet)” vb. gibi, “sû-i zan” da, “kötü zan” anlamındadır. “Sû’” kelimesi, verilen örnekler ve benzerlerinde, daima, “sıfat” anlamını ifade eder.
2289] Cemil Çiftçi, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 4, s. 16
2290] 10/Yûnus, 36
2291] 53/Necm, 23
2292] 53/Necm, 27-28
2293] 49/Hucurât, 12
2294] Muhammed Abdülaziz el-Hûlî, el-Edebü'n-Nebevî, Terc. Sezai Özdemir, İstanbul 1982, 218
2295] et-Tac, I, 337
2296] Müslim Tercümesi, Kitabu't-Tevbe, Bab I, XI, 87
- 528 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Zan” kelimesi ise, “sanma; farz ve tahmin etme; ihtimale göre hükmetme” demek olduğu gibi, “şek, şüphe, tereddüd, vehim, hayâl” gibi anlamlara da gelir. “Sû-i zann”ın zıddı (karşıtı), “Hüsn-i zan)”dır. “Hüsn”, “güzellik, iyilik, hoşluk, olgunluk, mükemmellik” demektir. “Hüsn-i ahlâk (iyi-güzel ahlâk)”, “hüsn-i hat (güzel yazı)”, “hüsn-i niyet (iyi niyet)”... gibi, “hüsn-i zan”da, “iyi-güzel zan; bir kimse veyâ bir olayın iyiliği hakkında vicdânî kanâat” demektir.
Görüldüğü gibi, iki türlü “zan” vardır. Zan, “tahmin” ve “ihtimal’’e dayandığına göre, bu konuda alınacak tavır ne olmalıdır. Kur’ân ve Hadis, bu hususla ilgili davranışın nasıl olması gerektiğine açıklık getirmektedir: Kur’ân-ı Kerim’de: “Ey inanan (mü’min)ler! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü bazı zan (vardır ki) günahtır...” buyurulmuştur.2297 Âyette, “zanların birçoğundan kaçınınız” denilmekte; sebep olarak da, “bazılarının günah olduğu ifade edilmektedir. Demek ki, zannın hepsi günah değildir; hattâ Allah’a ve mü’min (inanan)lere hüsn-i zanda bulunmak gereklidir. Nûr Süresi’nde: “Onu işittiğiniz vakit erkek mü’minlerle kadın mü’minlerin, kendi vicdanları (önünde) iyi bir zann’da bulunup da...” buyurulduğu gibi,2298 bir rivâyette de: “Ben, kulumun, bana zannı gibiyim” diye vârid olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) de: “Her biriniz, Allah’a, hüsn-i zan ederek ölsün” buyurmuş ve bir başka hadisinde de: “Hüsn-i zan, imandandır” demiştir.
Keşşâf ve benzeri büyük Kur’ân müfessirleri, “doğruyu ve yanlışı, açık belirtileriyle seçmeden, iyice gözleyip düşünmeden zanda bulunulmamasını” önemle tavsiye etmekte, “açıkta bir sebebi ve doğru belirtisi bulunmayan zannın harâm olduğunu, kaçınılması gerektiğini” belirtmektedirler. İhtimal üzerine hüküm olan zanlar, gerçeğe uymadığından, başkasına bühtan ve iftira olacağından, zanda bulunanı vebâl altına sokacaktır.
Bütün bunlardan, zan konusunda çok dikkatli olmak gerektiği ve “Sû-i zann”ın ise, kesinlikle yasak olduğu, açıkça anlaşılmaktadır. Sû-i zann’ın harâm olmayanı, yalnızca fısk ve fucûr (günahkârlık) ile tanınan kimselere karşı yapılanıdır. Durumu kesin olarak bilinmeyen birine hüsn-i zan gerekmese bile, sû-i zan da câiz değildir.
Sû-i zan’dan kaynaklanan “tecessüs” hakkında da, daha önce verilen Hucurât Süresi’ndeki âyette, “tecessüs de etmeyin” buyrulurmaktadır. Tecessüs, “Onun-bunun durumlarını araştırmak, eksiklerini, kusurlarını öğrenme isteği”dir. Allah tarafından yasaklanan bu davranışla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s)’de: “Müslümanların eksiklerini, ayıplarını araştırmayın. Zira herkim müslümanların ayıplarını araştırırsa, Allah Teâlâ’da onun ayıb (kusur)ını tâkip eder, nihâyet evinin içinde bile onu rezil ve rüsvây eder” buyurmuştur.2299
Zanna ve Tahmine Uymak
Bir insan gaflete düştüğünde, mantığı, muhakeme yeteneği büyük ölçüde çalışmaz hale gelir. Bu bir tür yarı uyku halidir. Bu durumdaki bir insan, akıl ve mantık dışı eylemleri son derece rahat bir biçimde yapar hale gelir. Bir süre sonra
2297] 49/Hucurât, 12
2298] 24/Nûr, 12
2299] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1960, VI, 4471-4473; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, İstanbul 1957, 633-634; M. Süreyya Şahin, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 447
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 529 -
öyle bir hale gelir ki, tüm hayatı akıl ve mantık dışı bir temele oturur, ancak bunu fark edemez.
Aklın temel kurallarından birisi, doğruluğu kesin olarak ispatlanmamış bir iddiaya güvenmemektir. Akıl ve mantık sahibi hiçbir insan, doğruluğu şüpheli olan bir bilgiye kesin olarak güvenip, hayatını ona dayandırmaz. Örneğin, hiç kimse, ciddi bir hastalığa yakalandığında, eline geçirdiği ilk ilacı, ne olduğunu bilmeden “belki işe yarar” diye yutmaz. Tüm eylemler, kesin doğrulara dayanmalıdır.
Oysa inkâr edenlerin, ya da Allah’ın hükümlerini göz ardı edenlerin durumu, üstte tarif ettiğimiz türden bir akılsızlıktır. Çünkü bu kişilerin tüm hayatları, birtakım kabuller üzerine kuruludur. Örneğin, hemen hepsi, öldükten sonra Allah’a hesap vermeyeceklerini sanırlar. Ya da hesap verseler bile, suçlu bulunmayacaklarını zannederler. Kabul ettikleri tüm sistemler, ideolojiler birtakım önkabullere dayalıdır. Sahip oldukları dünya görüşünün hiçbir elle tutulur, kesinlik taşıyan dayanağı yoktur.
Kur’an’ın Kehf Sûresi’nde biri inkârcı, biri mü’min olan iki bahçe sahibi anlatılır. Bunlardan biri, az önce söylediğimiz tarzda, hayatını birtakım çürük zan ve tahminlere dayandırmıştır: “Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: ‘Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.’ Kendi nefsinin zâlimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): ‘Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum’ dedi. ‘Kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.”2300
Âyetlerde görüldüğü gibi inkârcı, sahip olduğu bahçenin başına bir şey geleceğini, kıyâmetin kopma ve Allah’a hesap verme saatinin geleceğini de “sanmadığını” söylemektedir. Görüldüğü üzere bu yalnızca bir zandır; bu kişinin elinde bu konuda kesin bir delil, bir güvence yoktur. Ama yine de söz konusu bahçe sahibi, bu temelsiz zannını temel kabul ederek davranmaya devam etmiştir. Vardığı sonuç ise tam bir yıkım olmuştur. Kıssanın devamında şöyle buyrulmaktadır: “Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: ‘Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkâr mı ettin? Fakat, o Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam. Bağına girdiğin zaman, ‘Mâşâallah, Allah’tan başka kuvvet yoktur’ demen gerekmez miydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan. Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne gökten ‘yakıp-yıkan bir âfet’ gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir. Veya onun suyu dibe göçüverir de böylelikle onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç yetiremezsin.’ (Derken) Onun ürünleri (âfetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) oğuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: ‘Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım.’ Allah’ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi. İşte burada (bu durumda) velâyet (yardımcılık, dostluk) hak olan Allah’a aittir. O, sevap bakımından hayırlı, sonuç
2300] 18/Kehf, 32-36
- 530 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bakımından hayırlıdır.”2301
İşte tüm inkârcılar da bu kıssadaki kişi gibi kesin bilgiye değil, zanna uymaktadırlar. Doğruluğu kesin olan bilgi, Allah’tan gelen bilgi, yani vahiydir. İnsan hayatını doğruluğu kesin olan bir bilgiye dayandırmak istiyorsa, Allah’tan gelen bilgiyi, yani Kur’an’ı yol gösterici olarak kabul etmek zorundadır. Buna karşılık, insanlar tarafından üretilmiş herhangi bir kıstas (bir ideoloji, felsefe, sistem, düşünme yöntemi vb.), insanı kesin bilgiye götüremez. Çünkü insanların İlâhî kaynaklara dayanmadan ürettikleri bu tür düşünceler sonuçta birer zandır. Oysa âyetteki, “Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan yana hiçbir yarar sağlamaz”2302 hükmüne göre, zan insanı doğruya ulaştırmaz.
Kur’an’da, zanna uyarak Allah’ın yolundan yüz çevirenlerden şöyle söz edilir: “Kahrolsun, o zan ve tahminle yalan söyleyenler; ki onlar, bilgisizliğin kuşatması içinde habersizdirler. ‘Hesap ve cezâ (din) günü ne zaman?’ diye sorarlar. O gün onlar, ateşin üstünde tutulup eritilecekler: ‘Tadın fitnenizi. Bu, sizin pek acele isteyip durduğunuz şeydir.”2303
Allah’tan başka ilâhlar (yol göstericiler, yardımcılar) edinenlerin tümü zanna uyanlardır. Allah Kur’an’da bu kişiler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Bu (putlar ise,) sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörünüze göre) isimlendirdiğiniz (keyfi) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili hiçbir delil indirmemiştir. Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin (alçak) heva (istek ve tutku) olarak arzu ettiklerine uyuyorlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.”2304
“Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var, yerde kim var tümü Allah’ındır. Allah’tan başkasına tapanlar bile, şirk koştukları varlıklara ve güçlere (gerçekte) uymazlar. Onlar yalnızca bir zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminde bulunarak yalan söylemektedirler.”2305
“Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler.”2306
“Onların çoğunluğu zandan başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiçbir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir.”2307
Zanna ve tahmine uyanlar, kendi basit mantıkları içinde ürettikleri birtakım mazeretleri de Allah’a karşı kullanabileceklerini sanırlar. Oysa bu da bir zandır ve gerçeğe aykırıdır. Mâzeretleri Allah katında geçerli olmayacaktır. Bir âyette bu kişilerle ilgili olarak şöyle hükmedilir: “Zâlimlere kendi mazeretlerinin hiçbir yarar sağlamayacağı gün; lânet de onlarındır, yurdun en kötüsü de.”2308
Dilin Önemi; Dille Yapılan İntihar ve Cinâyetler
Kur’ân-ı Kerim, söze çok önem verir. Bu ehemmiyeti, söz ve konuşma
2301] 18/Kehf, 37-44
2302] 53/Necm, 28
2303] 51/Zâriyât, 10-14
2304] 53/Necm, 23
2305] 10/Yûnus, 66
2306] 6/En’âm, 116
2307] 10/Yûnus, 36
2308] 40/Mü’min, 52; Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel Kavramlar, Vural Y., s. 89-93
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 531 -
anlamına gelen “kavl” kelimesinin her dört âyette bir kullanılmasından da anlayabiliriz. “Kavl” ve türevleri, Kur’an’da tam 1721 yerde geçer. Sözlerin en güzeliyle konuşmayı emreden Kur’an, insanın açık düşmanı olan şeytanın insanların arasını bozmak için kötü ve çirkin sözlerden yararlandığını belirtir ve güzel olmayan sözleri yasaklar.2309 Çirkin ve kötü söz; şirk ve küfür lâfızları başta olmak üzere, arkadan çekiştirme (gıybet), söz taşıma, jurnal etme, yalan, iftira vb. sözlerdir. Bunlar, insanın içinden geçebilirse de başkasına açıklamak ve söylemek câiz değildir. Bir kimse başkasına bir kötülük, bir haksızlık yaptığında, bunu başkasına söylemek de kötü söze girer; ancak, kötülük ve haksızlık gören kimse, ya ıslah etmek yahut da suçlunun ceza görmesini sağlamak maksadıyla bunu açıklamak mecbûriyetindedir.2310
Kur’an’da Allah, güzel sözü, güzel ağaca benzetmiştir.2311 Çünkü güzel sözün meyvesi güzel amel; güzel ağacın ürünü de faydalı meyvedir. Bu âyetteki güzel sözden maksadın “lâ ilâhe illâllah”, güzel ağacın da “mü’min” olduğuna dâir İbn Abbas’a dayanan bir tefsir rivâyet edilir. Bu tevhid kelimesi, dışta ve içte daima güzel amellerin meydana gelmesine sebep olur. Allah’ın râzı olacağı her güzel iş, bu kelimenin meyvesidir. Kötü söz, pis bir ağaca benzetilir.2312 Çirkin söz, rüzgârın şuraya buraya savurduğu köksüz, hafif, yararsız, hatta zararlı ota benzer. Kötü kelime, İbn Abbas ve müfessirlerin çoğuna göre, başta Allah’ı inkâr olmak üzere dinin kötü ve haram saydığı tüm sözlerdir. Çirkin söz, ruha zararlı olan köksüz, dikenli ağaç/bitkidir. Çünkü hem söyleyenin kendisine zarar verir, hem de başkalarını incitir, yaralar. Kötü kelime, her türlü fitnenin, fesâdın, felâket ve musîbetin kaynağıdır. Kötü söz, hem dünyada hem de âhirette insanın felâketlere sürüklenmesine sebep olur. “Onlar (mü’minler), boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve ‘bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler.”2313
İnsanların çoğunu güzel söz söylemekten ve güzel söze icâbet etmekten alıkoyan şeytandır. Kur’an, bize şeytanın insanları güzel söz söylemekten uzaklaştırmaya çalışacağını; çirkin ve kötü sözlerle aralarına düşmanlık sokmak isteyeceğini haber verir: “Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.”2314 Nefsine uyup da şeytanın adımlarını takip edenler için dünyevî zevkler, her türlü güzel gâyelerin üstündedir. Meselâ vicdanları onlara hata yapan birine karşı affedici olmayı, kötü söz söyleyene karşı güzel sözle mukabele etmeyi bildirse bile, onlar nefislerine uyup affetmemeyi veya kötü söze daha kötüsüyle karşılık vermeyi tercih ederler. Fikirlerin değil nefislerin konuştuğu, kibir ve hakaret dolu sözler, alaycı ve itici ifadeler, bir üstünlük gibi görülebilmektedir. İşte bu gibi insanlar, bencillikleri, kendi akıllarını beğenmeleri, büyüklenmeleri ve şeytanın fısıltılarına kulak vermeleri nedeniyle vicdanlarının sesini dinlemez, kendilerine hatırlatılan güzel söze uymazlar. “Vicdanları da bunların doğruluğuna tam bir kanaat getirdiği halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl
2309] 17/İsrâ, 53
2310] 4/Nisâ, 148
2311] 14/İbrâhim, 24
2312] 14/İbrâhim, 26
2313] 28/Kasas, 55
2314] 17/İsrâ, 53
- 532 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğuna bir bak!”2315
Eski şeriatlarda “söz orucu” şeklinde bir ibâdet vardı. Bu, Muhammed (s.a.s.) ümmetinde denge üzere konuşmak şartıyla kaldırıldı. Yani, bizim şeriatımızda susarak oruç olmamakla birlikte, konuşmada şer’î ölçülere riâyet etmek kaydıyla dengeli olmak, az ve öz konuşmak, yani sözü güzelleştirmek, ısrarla tavsiye edilmiştir. Zira konuşulan her sözün hesabı verilecektir. Çok konuşmak, konuşma israfı ve söz kirliliğidir. Gıybet, iftira, hakaret, yalan vb. şöyle dursun, boş konuşmak, yerli yersiz laf ebeliği, geyik muhabbeti, karşımızdakinin kulaklarını rahatsız etmek demektir ki o da, kul hakkıyla ilgili veballerin kapısını aralamaktır.
İnsana konuşma yeteneğinin veriliş amacı, ibâdet (şükür ve zikir), hakkı söylemek ve muhâtaba merâmı ifade edebilmektir. Sözü yerinde kullanmak, onu tesirli kılarken, yerli-yersiz sarf edilen söz de, etkiyi azaltır; anlatılmak istenen mânâyı daha da karmaşık duruma getirdiği gibi, o nisbette muhâtabı da sıkar. Cevâmiu’l-kelîm, yani az kelime ile çok mânâ ifade etme, sözün vecîz olması, Kur’an ve hadislerin edebî üslûbundan birini teşkil etmektedir. Kur’an öğrencisi ve Rasûlullah’ın mirasçısı da bu özelliklere sahip olmaya çalışır.
Eşyanın, yaratılış gâyesinin dışında kullanılması, onun değerini düşürür. Bırakın, gıybet gibi haram ve kötü sözü; Kur’an’ın “levhve’l-hadis dediği, faydasız, boş sözler bile kurtuluşa engel görülmüştür. Mü’min, dini ve dünyası için lüzumsuz olan her türlü şeyden uzaklaşmaya çalışır. “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir; Onlar ki, namazlarında huşû içindedir; Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler...”2316 Mü’min, dini ve dünyası için lüzumsuz olan her türlü şeyden uzaklaşmaya çalışır. Gıybet gibi zararlı sözler yanında, hayır yönü ağır basmayan, boş sözler de, hem de “iman”a vurgu yapılarak yasaklanmıştır: “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!”2317
Geyik muhabbetleriyle vakit öldürdüğünü zannederken, kendi mânevî hayatını öldüren insanların bu davranışı sol omzundaki meleğin devamlı faal olmasına sebep olacaktır: “Ümmetimin kötüleri, gevezelerdir, enine boyuna sözü uzatanlardır, sözlerinde büyüklük taslayanlardır. Ümmetimin hayırlıları da ahlâk bakımından en güzel olanlardır.”2318 “İyiliği emir ve kötülüğü yasaklamaktan ve Allah’ı zikirden başka insanoğlunun her sözü aleyhinedir.”2319
Dili, gereksiz ve boş sözlerle meşgul etmek, insan hakkına tecâvüz sayılan gıybet, dedikodu, iftira, yalan sözler, söyleyenin kalbini kararttığı, günaha sevk ettiği gibi; dinleyeni de yanlış kararlara, hatalara ve felâketlere sürükleyebilir. Konuşulmaması gereken yerde konuşmak, sırrı ifşâ etmek, birçok tehlikeli olayların meydana gelmesine sebep olabilir.2320 Allah, râzı olduğu kullarının vasıflarını sayarken şöyle buyurur: “Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde mütevâzi olarak yürürler, câhiller kendilerine lâf atarsa ‘selâm’ derler.”2321 Lüzumsuz söz ve sataşmalardan
2315] 27/Neml, 14
2316] 23/Mü’minûn, 1-3
2317] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981
2318] Tirmizî, Birr, hadis no: 2019
2319] İbn Mâce, Fiten 12
2320] 60/Mümtehine, 1
2321] 25/Furkan, 63
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 533 -
sakınan mü’minler, böyle övülürken, bunun aksine boş ve lüzumsuz sözlerle meşgul olanlar için de şu ikaz yapılmaktadır: “İnsanlardan kimi vardır ki, bilgisizce (insanları) Allah’ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için eğlence (türünden boş) sözleri (lehv el-hadisi) satın alırlar (bâtıl ve boş söze müşteri çıkar, kıymet verirler). İşte onlara, küçük düşürücü bir azap vardır. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki onları hiç işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak (arkasını) döner. Onu, acı bir azap ile müjdele.”2322
İnsan, inandığından, düşündüğünden ve yaptığından başkasını söylememelidir. Yalan olur bu; hakikatin gizlenmesi olur. Aldatma, ikiyüzlülük, riyâkârlık, münâfıklık olur. Bu tür yalan ve yanlış sözler, ne denli süslü ve yaldızlı kelime ve cümlelerle ifade edilse (şiirleşse, hikâyeleşse, edebiyat ve sanat kostümüyle makyajlansa da merduttur.2323 Kişi, bilerek söylediğinden sorumludur;2324 Dinlediklerinden de.2325 Yapmadığı/yapamayacağı şeyi söylememelidir.2326
Küfür, gıybet, lâf taşıma, iftira, yanlış, yalan, çirkin söz söylemek, zaten güzel insanların işi değil. Ancak bunun da ötesinde, boş (lâğv) söz söylemekten de nehyedilmişiz.2327 Yine, mü’minlerin vasfını Rabbimiz şöyle açıklıyor: “Faydasız bir söz işittiklerinde oradan vakarla uzaklaşırlar.”2328 Mü’min, ya hayır söylemek, ya da susmak zorundadır.2329 Gereksiz tartışmaları da hoş görmüyor Rabbimiz.2330
Konuşmanın kısa, öz ve anlaşılır olmasına da özen gösterilmelidir. Bu konuda Hz. Ali (k.v.): “Çok konuşanın hatası çok olur” diyor. Hz. Ali’nin şu sözleri de önemlidir: “Konuşmadığın sürece söz sana tâbidir. Söyledikten sonra sen, onun mahkûmu olursun.” Çok, gereksiz ve dikkatsiz konuşmamak demek, haksızlık karşısında susmak anlamına gelmez elbet. Yerinde olursa söz altındır. Rabbimizın ikazı hepimizin mâlumudur: “Hakka bâtılı karıştırmayın. Bile bile hakkı gizlemeyin.”2331 Konuşmak gerektiğinde susmak, susmak gerektiğinde konuşmak, kişinin akıl ve inanç zâfiyetine delâlet eder. Hele zulme ve haksızlıklara uğrayanların, onu ortadan kaldırmak için var güçleriyle mücâdele etmeleri gerekir.2332
Güzel söz, güzel insanlara, kötü söz de kötü insanlara yaraşır. Rivâyete göre, Hz. İsa, bir gün insanlara güzel, yumuşak ve etkileyici bir dille İslâm’ı tebliğ ediyor. Toplumun içerisinden biri, devamlı çirkin sözlerle hakaret ediyor İsa Peygambere. Havârilerinden biri dayanamayıp: “Ey İsa! Sen de ona söyledikleriyle mukabele et” diyor. Hz. İsa’nın cevabı çok mânidar: “Herkes torbasında olanı satar. Benim yanımda bu var; onun yanında o.” Kuşkusuz sorulacağız her yaptığımızdan ve söylediklerimizden; ya da yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan, söylememiz gerektiği halde söylemediklerimizden. Kur’an şöyle buyurur: “Sağında ve
2322] 31/Lokman, 6-7
2323] 6/En’âm, 112; 2/Bakara, 204; 63/Münâfikun, 4
2324] 2/Bakara, 225; 50/Kaf, 17-18
2325] 17/İsrâ, 36
2326] 2/Bakara, 44; 61/Saff, 2-3
2327] 23/Mü’minûn, 3
2328] 25/Furkan, 72
2329] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981
2330] 18/Kehf, 54
2331] 2/Bakara, 42
2332] 27/Neml, 221-227
- 534 -
KUR’AN KAVRAMLARI
solunda birer melek, onu gözetlemekte ve söylediği her sözü yazmaktadır.”2333
Bu dünya için boş söz ve gevezeliklerin hoş olmadığını ifade buyuran Rabbimiz, Cennette de boş sözün olmayacağını haber veriyor.2334 Atasözündeki ölçü de yabana atılır cinsten değil: “Biliyorsan söyle; ibret alsınlar. Bilmiyorsan, sus da adam sansınlar.” Herkes kendini bir hesaba çeksin: En doğru, en güzel söz olan Allah’ın Kitabını mı daha çok okuyup anlamaya çalışıyor ve üzerinde düşünüyor; yoksa, gazeteler, televizyonlar, radyolar ve başka sözler mi vaktini daha çok alıp kendisini yönlendiriyor? Konuştuklarının ne kadarı hayır kapsamına giriyor? Konuyla ilgili bir araştırmaya göre, telefonla, internet aracılığıyla ya da yüzyüze insanlarının birbirleriyle konuştuklarının % 80’ini gereksiz sözler kapsıyor, yani söylenmese de olabilecek boş sözler. Dünya ve âhiret hayrı için söylenen, emr-i bi’l-ma’rûf ve dâvet kapsamına giren sözleri araştırsalar, şarkı ve eğlence sözlerinden daha çok olacağını herhalde iddiâ edemeyiz.
Kuşkusuz; sözün en güzelini dinlemek, anlamak, yaşamak ve konuşmak, dilimizi ve hayatımızı O’nunla süslemek güzelleştirecek, olgunlaştıracaktır bizi. Çirkinlikten, kötülük ve hamlıktan koruyacaktır. Fertlerin, âilelerin ve toplumların rahatsızlıklarının şifâ bulması, en doğru söz olan reçeteye (Allah sözüne) yönelmekle mümkündür.
Karanlıktan hoşlanan “yarasalar”, iletişim araçlarıyla, saçma sapan sözleriyle, yalan ve iftirâlarıyla, İslâm’ı söndürmeye muvaffak olamayacaklardır. “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Kâfirler hoşlanmasa da Allah, nurunu tamamlayacaktır.”2335 Her müslüman; Kur’an’dan enerji alan bir nur/ışık olmaya gayret etsin. Göreceksiniz; İslâm’ı karartmak için saldıranlar, bir gün İslâm ile aydınlanacaklar veya kendi zindanlarında cehennemi dünyadayken yaşamaya başlayacaklardır.2336
Firavun, onca küfrüne ve isyânına rağmen saltanatını sürdürüp giderken, dünyevî helâkine bir söz sebep olmuştur: “(Firavun) adamlarını topladı ve bağırdı; ‘ben sizin en yüce rabbinizim’ dedi. Bunun üzerine Allah da onu, ibret-i âlem olacak âhiret ve dünya azâbıyla yakaladı.”2337 Elfâz/sözler çok önemlidir. Âyette görüldüğü gibi kimi zaman Allah’ın gazabını küfür ameller ve duygular harekete geçirmezken, tek bir cümle harekete geçirmektedir. İslâm Akaid âlimleri ve Kelâmcıları, bu yüzden olsa gerek “ef’âl-i küfür” (küfür eylemleri) ve “efkâr-ı küfür” (küfür düşünceler) hakkında söz etmezken, yazdıkları Akaid kitaplarında “elfâz-ı küfür” (küfür sözler) üzerinde fazlaca durmuşlardır.
Söz, kullanmasını bilen insan için mükemmel bir silâhtır. Onunla gönül almak da, gönül yıkmak da mümkündür. Söz, dağınık bir yuvayı tekrar düzene kor; Düzenli bir yuvayı da bozabilir. Müslüman, yeryüzünü ıslah etmekle, insanların arasını düzeltmek ve sulhu sağlamakla emrolunmuştur. İnsanların arasını ıslah etmek, yeryüzünden fitne ve fesâdı kaldırmak için, yani savaş veya iyi geçinmek gibi meselelerde güzel söze daha fazla iş düşmekte, hatta gerekirse, güzel olmak şartıyla, bu iki konuda doğrudan tâviz vermeye bile müsaade edilmektedir.
2333] 50/Kaf, 17-18
2334] 56/Vâkıa, 25
2335] 61/Saff, 8
2336] Âdil Akkoyunlu, Akit, 7 Şubat 1999
2337] 79/Nâziât, 23-25
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 535 -
İmanı muhâfaza etme ve hayırlı ümmet olmanın şartı olan emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker; güzel konuşmanın, tatlı dilin ve söz becerisinin önemini devamlı canlı tutmaktadır. Müslüman olmak, insanlar arasında müslüman tanınmak için şehâdet kelimesi getirerek dile büyük görev düştüğü gibi; dili koruyamamak da elfâz-ı küfür gibi insanın tüm âhiretini mahvedebilir. Bunun için, en güzel konuşan, en büyük insan şöyle buyurmaktadır: “Siz iki et parçanızı (haramlara karşı muhâfaza etmek için) bana garanti verin; ben de sizin cennete gitmenize garanti vereyim. O iki et parçanızın biri, iki dudağınız arasındaki, diğeri ise, iki bacağınız arasındakidir.” 2338
Dinde nice sevaplar dille, dili güzel kullanmakla ancak mümkün olabilmektedir. Namaz, oruç, zikir, Kur’an okumak, emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker, hakkı ve sabrı tavsiye, Allah’a duâ gibi ibâdetlerin yanında; gıybet, iftira, yalan, kaba söz ve kalp kırmak, mü’minlerin arasını ifsad etmek, cemaatleri dağıtmak, fitne çıkarmak, kötülükleri teşvik edip iyiliklere engel olmak, lüzumsuz konuşmak... gibi birçok günahın sebebi de dil/konuşma olmaktadır. Sabırsızlık, sır saklayamamak, her duyduğunu söylemek, nerede ne söyleneceğini bilememek de dile hâkim olamamanın getirdiği günahlardandır.
Dünyayı cennet hayatına çevirir gibi Allah’ın halifesi olmak, dille mümkün olduğu gibi; dünyayı cehenneme çevirmek de dille çok kolay olabilmektedir. Yine, cenneti kazanmak da, cehenneme lâyık olmak da dile sahip olup olamamaktan geçmektedir.
Kuru ekmekle soğanı, güzel sözle katık edebilirseniz nasıl tatlılaşır; tatlı bir yemek, kötü sözle yenilmez bir acılığa ulaşır. Ezop, zengin bir köşkün hizmetçiliğini yapmaktadır. Efendisi, ona bildiği en kötü yemeği pişirmesini ister; beğenmediği, nefret ettiği bir misafiri gelmiştir, ona ikram edecektir. Ezop dil yemeği yapar, getirir. Efendisi buna pek anlam veremese de sesini çıkarmaz. Bir zaman sonra çok sevdiği bir arkadaşı misafir olduğundan, Ezop’tan bu sefer bildiği en güzel yemeği pişirmesini ister. Köşkte her çeşit malzeme olduğu halde Ezop yine dil pişirir getirir. Bu sefer, efendi dayanamaz, sorar: “En kötü yemek istedim, dil getirdin; en iyi yemek istedim, yine dil getirdin, bu ne biçim iştir?” Ezop: “Evet, dil, hem zehirden acı, hem dünyanın en tatlı gıdasıdır” diye cevap verir. Hakikaten çok mükemmel bir sofraya çok acıkmış olarak dâvetli olsak, yemek esnasında birisi bizim onurumuzu kıracak, bizi yerin dibine geçirecek lâflar etse, o yemeğin tadı tuzu kalır mı hiç? Bir söz ustası olan Yûnus, söz konusunda şöyle söyler: “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı. Söz ola ağılı aşı, bal ile yağ ede bir söz.”
Kur’an başta olmak üzere güzel kitapları okuyarak, dâvet çalışmalarıyla tecrübemizi artırarak sözlerimizin, dilimizin yontulmasını sağlayabiliriz. Odun, yontulunca kalem haline de gelebilir. Sözde önemli olan doğruluk ve samimiyettir, güzel bir gâyeye hizmet etmesidir. Yoksa, içi boş, kof sözler, nefse hoş gelse de bunları edebî ve güzel kabul edemeyiz. Sözün edebî olması için edepli olması gerekir, çünkü edebiyat kelimesi edep kelimesinden türemiştir. Edepsiz edebiyat olmaz. Dili ve kalemi terbiye etmeyi öğrenmeden edepli olmak da mümkün değildir. Söz ve kalemin önemi buradan kaynaklanmaktadır.
Yontulmamış odun gibi kaba ve sert olan, güzellik ve yumuşaklıktan nasibini
2338] et-Tâc, 5/183
- 536 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alamamış söz, iyi niyetle bile söylenmiş olsa, çok kere kaş yapayım derken göz çıkartabilir, fayda yerine zarar verebilir.2339 Uzun dilin başı dertli olur. Eli taşlı insanı gören yılan, başının belâsı dilini çıkarıp yalvarır; aynı dil nice canlar yakmıştır. Dilin kemiksiz olması, fesâda, yalana yani harama uzanmasına sebep olmamalıdır. Dâvâ arkadaşlarının yerini haber vermemek için, dilini dişleriyle koparıp zâlim güçlerin yüzüne tüküren adam, gevezeler için ne büyük bir ibrettir.
Konuşma sanatını bilmeyen bir kimse, ne kadar zeki ve değerli olursa olsun, halifelik görevini tam yapamaz. Çevresindekileri kendisinden uzaklaştırır, zavallı insan durumuna düşer ve konuşmasıyla kendisine ve çevresine zarar verebilir, ifsâda yol açabilir. “Söz gümüşse, sükût altındır” sözü, konuşmasını bilmeyenler için geçerlidir. Oysa konuşma sanatını bilenler için söz altındır. Söyleyecek sözü olan, söylenecek uygun söz bulunmadıkça susmakla tanınan bir insan, her zaman kendini dinletir. Ya susun yahut susmaktan iyi şeyler söyleyin. Söylenecek bir sözümüzün bulunması gerekir; halife olarak, mü’min sorumluluğunu duyarak...
Kur’ân-ı Kerim’de Gıybet, Alay, Lakab, Sû-i zan
Kur’ân-ı Kerim’de, “ğıybet” kelimesi, bu şekliyle değil; ğıybet etmek anlamına gelen iğtâbe-yağtâbu fiilinin nehî ğâib sîğası olarak kullanılır. Bu ifâde, bir yerde2340 geçer. Ğıybet kelimesinin türevi olan “ğayb” kelimesi değişik kullanımlarla Kur’ân-ı Kerim’de toplam 60 yerde geçer. Ğayb; göze gözükmeyen, gözle görülmeyen, idrâk edilemeyen, bilinemeyen, açıkça ve içyüzüyle bilinemeyen anlamına gelir. Ğıybetin de bu anlamla ilgisi vardır; ğaybda olan, gözden uzakta bulunan bir kimse hakkında, onun arkasından atıp tutmak, gıyâben onu çekiştirmek anlamı söz konusudur.
Gıybet kelimesinin türediği ğayb kelimesi ve türevleri, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 60 yerde kullanılır. Kur’an, gıybeti yasaklar, bundan sakındırır.2341
Zann kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 68 yerde geçer. Bütün bu âyetlerde zann, sanmak, zannetmek, yakîn hâsıl etmek, tevehhüm etmek, kestirmek, kanaat getirmek, vehim, sanma anlamlarında kullanılır. Zann, ihtimal üzere oluşmuş bir hüküm demektir. Bir kısmı hakka hiç isabet etmez. Etmeyince de başkasının hakkına ait bir hususta onun aleyhine hüküm verilerek bühtan ve iftira atılmış olunur. Özellikle, zannın kaynağı nefsî işler olunca hata daha büyük olur. Bu nedenle zannın bazısı günahtır. Günaha düşmemek, vebala girmemek için zandan kaçınmak esastır. Yasaklanan çirkinlerin çoğu da vebal ve sorumluluk oluşturan, günaha sokan zanlardan oluşur.2342
Zann kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 68 yerde zikredilir. Kur’an’a göre, zan ile gerçeğe ulaşılmaz.2343 Kesin olarak bilinmeyen bir konu hakkında zandan ve tahminden kaçınmanın gerektiği vurgulanır.2344 O yüzden zannın birçoğunun
2339] Bk. 3/Âl-i İmran, 159
2340] 49/Hucurât, 12’inci âyette
2341] 4/Nisâ, 148; 49/Hucurât, 12; 104/Hümeze, 1
2342] Elmalılı, 4472
2343] 6/En’âm, 148; 10/Yunus, 36; 53/Necm, 28
2344] 17/İsrâ, 36; 49/Hucurât, 12
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 537 -
günah olduğu vurgulanır.2345 Kâfirler Zan ile Hareket Ederler: 10/Yûnus, 36. Kur’an, fâsıkların getirdiği haberi mü’minlerin araştırması gerektiğini ifade eder.2346
Alay anlamına gelen “s-h-r” kelimesi (sin, hı, ra) Kur’ân-ı Kerim’de toplam 41 yerde geçer. Bu âyetlerde s-h-r kelimesi ve türevleri alay etmenin yanında, alçaltmak, emri altına almak, boyun eğdirip Mûsâhhar etmek, teshir etmek (belirli bir hedefe zorla sevk etmek), emre âmâde kılmak, emir altına almak, emrine vermek, maskaralık yapmak, alaya almak gibi anlamlarda kullanılır. Kur’an’da s-h-r kelimesin alay anlamında kullanıldığı âyetler şunlardır: 2/Bakara, 212; 9/Tevbe, 79, 79; 6/En’âm, 10; 11/Hıcr, 38, 38, 38; 21/Enbiyâ, 41; 23/Mü’minûn, 110; 37/Sâffât, 12, 14; 38/Sâd, 63; 49/Hucurât, 11.
Lakab kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de çoğul olarak bir yerde kullanılır. Kötü lakap takmak anlamında kullanılan bu kelime, 49/Hucurât, 11. âyette geçer.
“Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahutiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir velî/dost, ne de bir yardımcı vardır.”2347
“Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur (artık O’ndan hiçbir şey beklemesin). Ancak onlardan (gelebilecek bir zarardan) korunmanız (takıyye) başkadır. Allah sizi kendisinin emirlerine karşı gelmekten sakındırıyor (Sakın hükümlerine aykırı davranıp düşmanlarını velî edinerek O’nun gazabına uğramayın). Dönüş, yalnızca O’nadır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye gücü yetendir.”2348
“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini böyle açıklar.”2349
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.”2350
“Ey iman edenler! Sizden olmayanı dost, sırdaş edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan, size fenâlık etmekten geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sînelerinin gizlediği (içlerinde sakladıkları düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz.”2351
“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları
2345] 49/Hucurât, 12
2346] 49/Hucurât, 6
2347] 2/Bakara, 120
2348] 3/Âl-i İmrân, 28-29
2349] 3/Âl-i İmrân, 103
2350] 3/Âl-i İmrân, 105
2351] 3/Âl-i İmrân, 118
- 538 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.”2352
“Sizlere anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerin kızları, kız kardeşlerin kızları, sizi emziren (süt) anneleriniz, süt kızkardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri ve kendileriyle (gerdeğe) girdiğiniz kadınlarınızdan olup koruyuculuğunuz altında bulunan üvey kızlarınız -onlarla gerdeğe girmemişseniz, size bir sakınca yoktur-, sizin sülbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir araya getirdiğiniz (evlilik) haram kılındı. Ancak (câhiliyede) geçen geçmiştir. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, merhametlidir.”2353
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın, dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin. Çünkü Allah’ın indinde sayısız ğânîmetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size Lûtfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”2354
“Münâfıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost, taraftar edinenler, onların yanında izzet (güç, onur ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca Allah’a aittir.”2355
“O, size Kitab’da: “Allah’ın âyetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde onlar, bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın! Yoksa siz de onlar gibi olursunuz” diye indirdi. Doğrusu Allah, münâfıkların da, kâfirlerin de tümünü cehennemde toplayacak olandır.”2356
“Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinize Allah’tan apaçık olan kesin bir delil vermek mi istersiniz?”2357
“Senden fetvâ isterler. De ki: “Allah, ‘çocuksuz ve babasız olanın (kelale’nin)’ mirasına ilişkin hükmü açıklar. Ölen kişinin çocuğu yok da kız kardeşi varsa, geride bıraktıklarının yarısı kız kardeşinindir. Ama (ölen) kız kardeşinin çocuğu yoksa, kendisi (erkek kardeşi) ona mirasçı olur. Eğer kız kardeşi iki ise, geride bıraktıklarının üçte ikisi onlarındır. Ama (mirasçılar) erkekler ve kız kardeşler ise, bu durumda erkek için dişinin iki payı vardır. Allah, -şaşırıp sapmayasınız diye- açıklar. Allah, her şeyi bilendir.”2358
“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.”2359
“Sonunda nefsi ona (Kabil’e) kardeşini (Hâbil’i) öldürmeyi (tahrik edip zevkli göstererek) kolaylaştırdı; böylece onu öldürdü, bu yüzden hüsrâna uğrayanlardan oldu.”2360
“Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab’ı (Kur’an’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen hakkı bırakıp da
2352] 3/Âl-i İmrân, 159
2353] 4/Nisâ, 23
2354] 4/Nisâ, 94
2355] 4/Nisâ, 138-139
2356] 4/Nisâ, 140
2357] 4/Nisâ, 144
2358] 4/Nisâ, 176
2359] 5/Mâide, 2
2360] 5/Mâide, 30
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 539 -
onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse hayırda (iyi işlerde) birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ihtilâf ettiğiniz (ayrılığa düştüğünüz) şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.”2361
“Ey iman edenler! Yahutileri ve hıristiyanları velî/taraftar, dost edinmeyin, onlar birbirlerinin velîleridir/taraftarıdır. Sizden kim onları velî edinirse o da onlardandır….”2362
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”2363
“De ki: ‘Allah, size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeye ya da sizi grup grup, parti parti birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını taddırmaya kadirdir.’ Bak ki, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz!”2364
“(Bir kısmına inanıp bir kısmını da inkâr etmek sûretiyle) Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.”2365
“(Mûsâ yalvarıp) Dedi ki: ‘Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kat. Sen merhamet edenlerin en merhametli olanısın.”2366
“(Şeytan’ın) Kardeşleri ise, onları sapıklığa sürüklerler, sonra peşlerini bırakmazlar.”2367
“Allah’a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”2368
“Ve (Allah,) onların kalplerinin arasını birleştirendir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin; fakat Allah, onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, azîzdir/mutlak gâliptir, hakîmdir/hikmet sahibidir.”2369
“Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük bozgun ve fitne çıkar.”2370
“Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer birer açıklarız.”2371
“Ey iman edenler! Eğer imana karşı inkârı sevip tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve
2361] 5/Mâide, 48
2362] 5/Maide, 51
2363] 5/Mâide, 54
2364] 6/En’âm, 65
2365] 6/En’âm, 159
2366] 7/A’râf, 151
2367] 7/A’râf, 202
2368] 8/Enfâl, 46
2369] 8/Enfâl, 63
2370] 8/Enfâl, 73
2371] 9/Tevbe, 11
- 540 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kardeşlerinizi velîler edinmeyin. Sizden kim onları velî edinirse, işte bunlar zâlimlerdir.”2372
“De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.”2373
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği (ma’rûfu) emrederler, kötülükten (münkerden) alıkorlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Allah daima Aziz’dir (üstündür), Hâkim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).”2374
“İnsanlar sadece bir tek ümmetti. (Önce hepsi tevhid dinine bağlı iken) sonradan ihtilâf edip ayrılığa düştüler. Eğer (azâbın ertelenmesiyle ilgili) Rabbinden bir söz (ezelî bir takdir) geçmemiş olsaydı, ihtilâf ettikleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi (derhal azap iner ve işleri bitirilirdi).”2375
“Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, aksi halde size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez.”2376
“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler. Ancak Rabbinin rahmetine nâil olanlar hâriçtir. Zaten Rabbin onları bunun için (rahmet etmek için) yarattı. Rabbinin, ‘andolsun ki cehennemi insanlar ve cinlerle toptan dolduracağım’ şeklindeki sözü yerini buldu.”2377
“(Babası) Demişti ki: ‘Oğlum, rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.”2378
“Andolsun, Yusuf ve kardeşlerinde soranlar için âyetler (ibretler) vardır. Onlar şöyle demişti: ‘Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir; oysaki biz, birbirini pekiştiren bir topluluğuz. Gerçekte babamız, açıkça bir şaşkınlık içindedir.”2379
“Onların (cennettekilerin) göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar.”2380
“Saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür.”2381
“Hakında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve kalb bunların hepsi ondan sorumludur.”2382
“Onlar seni, sana vahyettiğimizden çevirip başka şeyi uydurmayı ve Bize atfetmeyi
2372] 9/Tevbe, 23
2373] 9/Tevbe, 24
2374] 9/Tevbe, 71
2375] 10/Yûnus, 19
2376] 11/Hûd, 113
2377] 11/Hûd, 118-119
2378] 12/Yûsuf, 5
2379] 12/Yûsufu, 7-8
2380] 15/Hıcr, 47
2381] 17/İsrâ, 27
2382] 17/İsrâ, 36
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 541 -
istediler ki, o zaman seni öz dost edineceklerdi. Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, sen belki onlara biraz meyledecektin.”2383
“... Siz Beni bırakıp da şeytanı ve soyunu evliyâ/dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır.”2384
“(Mûsâ Allah’a duâ ederek dedi:) “Bana âilemden bir de vezir (yardımcı) ver; Kardeşim Hâürûn’u; Onun sâyesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl; böylece Seni bol bol tesbih edelim; Ve çok çok zikredip analım Seni.”2385
“Mü’minler, gerçekten felâh bulmuştur. Onlar, namazlarında huşû içindedirler. Onlar, tümüyle boş şeylerden yüz çevirirler.”2386
“…İşte onlara, sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa verilir ve onlar, kötülüğü iyilikle uzaklaştırıp kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. Boş ve faydasız sözü işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: ‘Bizim yapıp ettiklerimiz bizim, sizin yapıp ettikleriniz sizindir. Size selâm olsun, biz câhilleri benimsemeyiz’ derler.”2387
“Onları (evlât edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah katında daha adildir. Eğer babalarını bilmiyorsanız artık onlar, dinde sizin kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için bir sakınca (bir vebal) yoktur. Ancak kalplerinizin kasıt gözeterek (taammüden) yaptıklarınızda vardır. Allah, bağışlayandır, merhamet edendir.”2388
“Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara bir şey yapmadıkları halde eziyet edenler, şüphesiz İftira etmiş ve apaçık bir günah işlemiş olurlar.”2389
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost oluverir. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.”2390
“...Onlar, Allah’a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.”2391
“Bir de, kötü bir zanla zanda bulunmakta olan münâfık erkeklerle münâfık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları azablandırması için. O kötülük çemberi, tepelerine insin. Allah, onlara karşı gazablanmış, onları lânetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Varacakları yer ne kötüdür.”2392
“Hayır, siz peygamberin ve mü’minlerin, âilelerine ebedi olarak bir daha dönmeyeceklerini zannettiniz. Bu, sizin kalblerinizde çekici kılındı ve kötü bir zanla zanda bulundunuz da, yıkıma uğramış bir kavim oldunuz.”2393
2383] 17/İsrâ, 73-74
2384] 18/Kehf, 50
2385] 20/Tâhâ, 29-34
2386] 23/Mü'minûn, 1-3
2387] 28/Kasas, 54-55
2388] 33/Ahzâb, 5
2389] 33/Ahzâb, 58
2390] 41/Fussılet, 34-35
2391] 45/Câsiye, 19
2392] 48/Fetih, 6
2393] 48/Fetih, 12
- 542 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Muhammed Allah’ın rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...”2394
“Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz, ona şahdamarından daha yakınız. Onun sağında ve solunda oturan iki tespit edici ve yazıcı tespit edip yazarken, O, söz olarak ( herhangi bir şey ) söyleyiversin, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır.”2395
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan ittika edip korkun ki, merhamete ulaşasınız.”2396
“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık (günahkârlık/yoldan çıkmak) ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte bu kimseler zâlimdir.”2397
“Ey iman edenler! Zandan çokça sakının (zannın çoğundan kaçının). Çünkü zannın bir bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını araştırmayın. Biriniz diğerinizir gıybetini yapmasın, arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhametlidir.”2398
“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi şûbelere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, en takvâlı (O’ndan en çok korkanınız, sorumluluk bilincine en fazla sahip) olanınızdır. Şüphesiz Allah (her şeyi) bilendir, (her şeyden) haberi olandır.”2399
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan râzı olmuş, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın hizbi/fırkası olanlar, felâh (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.”2400
“Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar, felâh (kurtuluş) bulanlardır.”2401
“Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: ‘Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş
2394] 48/Fetih, 29
2395] 50/Kaf, 16-18
2396] 49/Hucurât, 10
2397] 49/Hucurât, 11
2398] 49/Hucurât, 12
2399] 49/Hucurât, 13
2400] 58/Mücâdele, 22
2401] 59/Haşr, 9
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 543 -
olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten sen, çok şefkatlisin, çok merhametlisin.”2402
Münâfıklık edenleri görmüyor musun ki, Kitap Ehlinden inkâr eden kardeşlerine derler ki: ‘Andolsun, eğer siz (yurtlarınızdan) çıkarılacak olursanız, mutlaka biz de sizinle birlikte çıkarız ve size karşı olan hiç kimseye, hiçbir zaman itaat etmeyiz. Eğer size karşı savaşılırsa elbette size yardım ederiz.’ Oysa Allah, şâhidlik etmektedir ki onlar, gerçekten yalancıdırlar.”2403
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şâyet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.”2404
“Olur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah, gücü (her şeye) yetendir, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”2405
“Allah, kendi yolunda hepsi birbirine kenetlenmiş, yekpâre/tek parça ve müstahkem bir duvar/bina gibi, saf bağlayarak savaşanları sever.”2406
“Şunların hiç birine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık, alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan), hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan olabildiğince günahkâr, zorba, saygısız, sonra da kulağı kesik.”2407
“İşte o gün kişi o gün, kendi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar; O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.”2408
“Arkadan çekiştirip duran, kaş-göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline...”2409
Hadis-i Şeriflerde Gıybet, Alay, Lakab, Sû-i zan
“Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?” “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!” dediler. Bunun üzerine: “Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!” açıklamasını yaptı. Orada bulunan bir adam: “Ya benim söylediğim onda varsa, (Bu da mı gıybettir?)”dedi. Peygamberimiz: “Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun. Eğer söylediğin onda yoksa bir de bühtanda (iftirada) bulundun demektir.”2410
Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü, sana Safiyye’deki şu şu hal (kusur olarak) sana yeter!” demiştim (Râvîler: Hz. Âişe (r. anhâ), Safiyye’ nin kısa boyluluğunu kast etti, dediler). (Hz. Peygamber bundan memnun kalmadı ve):
2402] 59/Haşr, 10
2403] 59/Haşr, 11
2404] 60/Mümtehine, 1-2
2405] 60/Mümtehine, 7
2406] 61/Saff, 4
2407] 68/Kalem, 10-13
2408] 80/Abese, 34-37
2409] 104/Hümeze, 1
2410] Ebû Dâvud, Edeb 40, h. no: 4874; Tirmizi, Birr 23, h. no: 1935 -1999-; Müslim, Birr 70, h. no: 2589; Mâlik, Muvatta, Kelâm, Hadis no: 10
- 544 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Öyle bir kelime sarfettin ki, eğer o denize karıştırılsaydı (denizin suyuna galebe çalıp) ifsad edecekti” buyurdu. Hz. Âişe ilâveten der ki: “Ben Rasûlullah (s.a.s.)’a bir insanın (tahkir maksadıyla) taklîdini yapmıştım. Bana hemen şunu söyledi: “Ben bir başkasını (kusuru sebebiyle söz ve fiille) taklîd etmem. Hatta (buna mukabil) bana, şu şu kadar (pek çok dünyalık) verilse bile!”2411
“Mîrac gecesinde, bakır tırnakları olan bir kavme uğradım. Bunlarla yüzlerini (ve göğüslerini) tırmalıyorlardı. “Ey Cebrâil! Bunlar da kim?” diye sordum: “Bunlar, dedi, insanların etlerini yiyenler ve ırzlarını (şereflerini) payimal edenlerdir.”2412
Bu kimselerin yüzlerini ve göğüslerini tırmalamakla cezalandırılmaları hususunda Tîbî şu açıklamayı yapar: “Yüz ve göğüs yolmak matem tutan kadınların vasfı olması münasebeti ile müslümanları gıybet edip şereflerini pâyimâl edenlere ceza kılınmıştır. Böylece bu iki sıfatın erkeklere yakışmadığı aksine en kötü halde ve en çirkin surette olan kadınların sıfatı oldukları iş’ar edilmiş olmaktadır.”
“Kim bir müslüman(ı gıybet ve şerefini pâyimal etmek) sebebiyle tek lokma dahi yese, Allah ona mutlaka onun mislini cehennemden tattıracaktır. Kime de müslüman bir kimse(ye yaptığı iftira, gıybet gibi bir) sebeple (mükâfat olarak) bir elbise giydirilse, Allah Teâla Hazretleri mutlaka, onun bir mislini cehennemden ona giydirecektir. Kim de (malı, makamı olan büyüklerden) bir adam sebebiyle bir makam elde eder (orada salâh ve takvâ sahibi bilinerek para ve makama konmak için riyakârlıklara girer)se Allah Teâlâ Kıyâmet günü onu mürâiler makamına oturtarak (rezil eder ve mürâîlere uygun azapla azaplandırır.)”2413
“Ribânın (fâizin) en kötüsü, haksız yere müslümanın ırzını (mânevî şahsiyetini) rencide etmektir.”2414
Açıklama:
1- Ribanın en kötüsü diye tercüme ettiğimiz erbâ’rriba tabiri “en çok vebâle sebep olan”, “en ziyade haram olan” gibi mübâlağalı bir mana ifade etmektedir. Burada kötülüğü zihinde tespit edilmek istenen şey gıybettir. Çünkü ırzı rencide, gıybetle olur. Gıybetin bu kadar kötü olması, kişinin nazarında şerefin maldan daha kıymetli olmasından ileri gelir. Irzla kişinin mânevî şahsiyetinin, içtimai itibar ve şerefinin kastedildiğini bir kere daha hatırlatabiliriz. İbn’l-Esir, en-Nihaye’de: “Irz, insanın medh ve zemm yeridir. Nefsi de, selefi de veya durumunun taalluk ettiği bir başkası da olabilir” diye tarif ettikten sonra “kişinin nefsini ve hasebini (itibarını) koruyan, onu noksanlaşma ve yaralanmalardan koruyan yönü de dendi” diye açıklar. Hadiste Aleyhissalâtu vesselâm “Her müslümanın kanı, malı, ırzı bir diğer müslümana haramdır” buyrulmuştur. Şu halde, insanın kan ve maldan sonra gelen varlığı, onun ırzını teşkil etmektedir. İnsan ecdadıyla itibar kazanır, intisab ettiği cemaatle, köy veya şehri veya beldesiyle itibar kazanır, şeref duyar. Şu halde, yukarıdaki tarifteki medh ve zemm yeri tabiri ile insana itibar getiren, şeref kazandıran her hususun kastedildiğini anlamamız gerekir. Böylece kişiyi dolaylı olarak rencide edici sözlerin daima gıybet hanesine
2411] Ebû Dâvud, Edeb 40, h. no: 4875; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 19, 52, h. no: 2503, 2504 -2623, 2624-
2412] Ebû Dâvud, Edeb 40, h. no: 4878, 4879
2413] Ebû Dâvud, Edeb 40, h. no: 4881
2414] Ebû Davud, Edeb 40, h. no: 4876
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 545 -
yazılacağını bilmemiz gerekir. Dinimizin insan mevzuundaki bu hassasiyeti, ona verdiği yüce değerden kaynaklanır.
2- Gıybeti kötülemede, onu riba ile mukayese etmek de başka incelik. Çünkü dinimizde ribâ/fâiz en çok kötülenen, kaçınılması hususunda en çok dikkat çekilen, hassâsiyet gösterilen bir günahtır. Kur’an-ı Kerim’de “Ribâ (faiz) yiyen kimselerin kıyâmet günü, kabirlerinden şeytan çarpmış kimselerin kalkışı gibi kalkacakları... Allah’ın riba’yı helâl sayan kâfirleri sevmediği” ifade edilir.2415
Şu halde, sadedinde olduğumuz hadis, gıybetin bu pis günahtan daha pis bir günah olduğunu belirtmektedir. Tîbî der ki: “Rasûlullah “ırz”ı, mübalağa kasdıyla mal cinsine sokmuş ve ribayı iki çeşit kılmıştır: Bir çeşidi müteârif riba’dır yani borçludan, malını fazlasıyla almaktır. Müteârif olmayan riba ise kişinin dilini arkadaşının ırzına uzatmasıdır. Hadiste ikinci riba birinciden daha kötü ilan edilmiştir.”
Gıybetin böylece kötülenmesi İslâm’ın çok ehemmiyet verdiği içtimâî tesanüdü zedeleyici olmasından ileri gelir. Başka çeşit yaraların tedavisi kolay ise de, mânevî yaraların, içtimaî hastalıkların tedavisi zordur. Çoğu kere mümkün değildir. Üstelik bu, ferdî hukuka girmektedir, affedilmesi, öncelikle gıybeti edilen kimsenin affetmesine bağlıdır. Hâlbuki bazen ırkî, mezhebî, siyasî cemaatî mülahazalarla kitlelerin gıybeti yapılmakta, böylece hem ümmet birliği ciddi şekilde yaralar alarak günümüzdeki darmadağanıklıkta olduğu gibi gıyr-i İslâm unsurlar karşısında güçsüz duruma düşülmekte; hem de öbür dünyaya büyük veballe gidilmektedir. Gıybete giren ufak bir kelâmla, icabında bir millet, bir hizib, bir âile mensupları toptan rencide edildiği için günahı büyük olmaktadır. Dinimizde bu korkunç hal, “gıybetin, bütün sâlih amelleri, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi yiyip bitireceği” şeklinde ifade edilmiştir. Evet, ateş, kıymık kıymık toplanan odunu ân-ı vahidde yok eder. Bir hayat boyu bin bir zahmetle kılınan namazlar, tutulan oruçlar ve nice fedakârlıklarla verilen sadakalar hesapsız bir çift sözle bir anda yakılıp yok edilebilecek bir nezâhet arzetmektedir. Rasûlullah’ın ikazı bilhassa bu meslede iyi dinlenilmelidir.
3- Hadiste geçen istitâle, dil uzatma demektir. Bunun içine rencide edici her çeşit sözün gireceği açıktır.
4- Hadiste yer verilen “haksız yere” tâbirinden âlimler, bazı hallerde gıybetin câiz olacağı hükmünü çıkarmışlardır. Zulme uğrayan, hakkı rencide edilen kimsenin şikâyet etmeye, zâlimin yüzüne zulmünü haykırmaya hakkı vardır. Bu günah olan gıybet değilir. Bundan sonraki hadiste görüleceği üzere ehl-i bid’anın, fâsığın kötülükleri, onların şerrinden mü’minleri korumak kasdıyla hallerinin beyanı câizdir, yasağa girmez.2416
“Kim bir mü’mini bir münafığa (gıybetçiye) karşı himâye ederse, Allah da onun için, Kıyâmet günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa, Allah onu, kıyâmet günü, cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından paklanıp) çıkıncaya kadar hapseder.”2417
2415] Bakara 275-276
2416] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 12/314-315
2417] Ebû Dâvud, Edeb 41, h. no: 4883
- 546 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Açıklama:
1- Sadedinde olduğumuz hadis, bir mü’min gıybet edildiği zaman sessiz kalmayıp, onun müdâfaa edilmesini teşvik etmektedir. Hadisteki “münâfık”tan maksad gıybetçidir. Mü’minin yüzüne karşı değilde gıyabında zemmettiği için münâfık denmiş olmaktadır. Öyleyse mü’minin himayesi ile kastedilen şey, onun şerefinin (ırzının) korunmasıdır. Bu, lehinde konuşmak veya en azından gıybet etmesine meydan vermemekle olur.
2- “Söylediğinden çıkıncaya kadar” ibaresi “söylediğinin sebep olduğu mesuliyetten yani günahtan halâs oluncaya kadar” demektir. Daha açık olarak şöyle söyleyebiliriz: “Gıybet eden kimse, gıybetiyle kazandığı günahtan -hasmını râzı etmek veya bir şefaate, bir affa uğramak veya günahı miktarınca azab görmek suretiyle- temizleninceye kadar köprünün üzerinde hapsedilir.”2418
“Ne fâsık ne de mücâhir (günahı açıktan işleyen) kimse için söylenen gıybet sayılmaz. Mücâhir olan hâriç, bütün ümmetim affa mazhar olmuştur.”2419
Açıklama:
1- Rezîn merhumun ilâvesi olan bu rivâyetin kaynağı bulunmamıştır. Ancak hadisin ikinci kısmı yani “...mücâhir olan dışında bütün ümmetin affa mazhar olacağını” beyan eden cümle Müslim ve Buhârî’de gelmiştir.
2- Mücâhir, masiyetini açığa vuran, Allah’ın örttüğü günahını söyleyerek açan kimsedir. Sadedinde olduğumuz rivâyetin Buhârî’deki vechi mücâhereyi açıklar: “Mücâhere (günahı aleni işlemek)den biri şudur: “Kişi gece (haram) bir amelde bulunur, sonra sabah olur, Allah onu örtmüştür (kimse bilmez) ama o der ki: “Ey filan bu gece ben şunu şunu yaptım.” Bazen da (gündüz günah işlemiştir) akşam olur, Rabbi onu örtmüştür, (kimse bilmez) ertesi sabah, kendi lehine Allah’ın örtmüş olduğunu açar.”
3- Hadis, işlenen günahların setrini emretmektedir. Yani her ne kadar yasak da olsa, günahtan kaçınmak mümkün olmayabilir. Öyleyse mü’min şu veya bu şekilde, bilerek veya bilmeyerek bir günah işleyecek olsa, ona düşen, tevbe etmek ve bu günahını kimseye söylememektir. Rasûlullah, günahını sıkılmadan herkese söylenen veya herkesin gözü önünde çekinmeden günah işleyen kimselerin İlahî aftan istifade edemeyeceklerini haber veriyor. İslâm aleyhine yapılan sistemli ve ısrarlı organize propogandalar sonucu, dinin yasakladığı haramları işlemek bir marifet, bir ilericilikmiş havası hâkim olunca, kendini bilmeyen sefih ve beyinsiz takım, içki, kumar, zina, rüşvet, aldatma, kaytarma gibi pek çok çirkefliklerini, bir marifet işlemişcesine herkesin yanında anlatır veya alenen işler. Bu durum, cemiyette “kötülüğe kötü demek, günahı günah bilmek” marifetini de yok edeceği, hatta pek çok zayıf kimselere teşvik olacağı için çok kötü bir gelişmedir, pek ciddi içtimâî bir marazdır. Bu dereceye ulaşan kötülükten dönüş de zor olur. Nehy-i ani’lmünker de yapılamaz. Onun için Rasûlullah kötülüğü aleni yapan veya gizli yapsa bile ilan eden kimselerin durumlarının ciddiyetini duyurmak için “onların affedilmeyeceklerini” söylemiştir. Bir parça Allah ve
2418] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 12/316
2419] Rezîn ilavesidir. Buhârî'de ikinci kısım mevcuttur. Buhârî, Edeb 60; Müslim, Zühd 52, h. no: 2990
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 547 -
âhiret inancı olana, bu tehdid-i nebevi çok şey söyler. İbn Battâl der ki: “Günahı âleni yapmada Allah ve Rasûlünün ve sâlih mü’minlerin haklarını istihfâf vardır. Ayrıca bunda mücâhirlerin bir nevi inadı yatar. Örtmede ise istihfaftan selamet vardır. Çünkü günah, sahibini alçaltır. Keza örtmede -eğer haddi gerektiren bir günahsa- hadd cezasından kurtuluş; taziri gerektiriyorsa ta’zir cezasından kurtuluş vardır. Allah’ın hakkına tam riâyet edildiği takdirde, Ekremu’l-Ekremîn olan ve rahmeti gadabını aşan Rabb Teâlâ onu dünyada örttüğü için âhirette de rüsvay etmez. Günahını açığa vuran, bütün bunlardan mahrum kalır.”
Nevevî’nin zikrettiğine göre “fıskını veya bid’asını aleni yapan kimsenin aleni olan günahları ile gıybeti câizdir; alenî olmayan günahları sebebiyle gıybeti câiz değildir.2420
“Kattat (söz taşıyan) cennete girmeyecektir.” Müslim’in rivâyetinde “nemmâm cennete girmeyecektir” şeklinde gelmiştir.2421
“Bana kimse ashâbımın birinden (canımı sıkacak bir ) şey getirmesin (söylemesin). Zira ben, sizin karşınıza, içimde hiç bir şey olmadığı halde çıkmak istiyorum.”2422
Açıklama:
1- Son iki hadis, laf getirip götürme ile alâkalıdır. Dinimizin üzerinde durduğu kötü ahlâklardan biri de laf getirip götürme huyudur. Fertler arasındaki münasebetleri bozarak cemiyetin huzuruna te’sir edecek, içtimaî bütünlüğü yaralayacağı için şiddetle yasaklanan huylar arasında yer almıştır. Kur’ân’da buna yer verilmesi, meselenin ehemmiyetini anlatmada yeterlidir: “Çok yemin edene, haysiyetsiz kimseye, kusur arayana, söz taşıyana, hayırdan alıkoyana, haddini aşana, çok günahkâr olana... iltifat etme!”2423 Hümeze sûresi de burada zikre değer. Onda her ne kadar doğrudan laf taşıyıcılık mevzubahis edilmiyorsa da, buna yakın tavırlar takınanlara tehdit ifâde edilmektedir: “Yazıklar olsun arkadan çekiştirmeyi ve yüze karşı kaş göz işaretiyle eğlenip ayıplamayı âdet edinene”2424
2- Hadiste geçen kattât ve nemmâm aynı mânaya gelmektedir. Nitekim rivâyetin vecihleri değiştikçe kelimelerden her ikisine de yer verildiği görülmektedir. Bazı âlimler nemmâm, sözü bizzât dinleyip nakleden, kattât ise, söylenenlere kulak kabartıp işittiği gelişi güzel dedikoduları nakledendir diye arada bir fark görmek istemiştir.
İmam Gazâli der ki: “Kendisine dedikodu ulaşan kimseye düşen, onu tasdîk etmemek, hakkında söz edilen kimsenin de, söylendiği şekilde olduğu zannına düşmemesi, “acaba” diyerekten, söyleneni tahkike de kalkmaması, ayrıca laf getireni ayıplayıp, bunu bir daha yapmamasını söylemesi, vazgeçmezse ona öfkelenmesi, kendisi için de, nemmâmı, zecrettiği şeyi hoş görüp o işittiğini yaymaya kalkmamasıdır. Aksi takdirde kendisi nemmâm olur.” Gazâli’nin kaydettiğine göre, Ömer İbn Abdilaziz’e bir adam gelerek: “Senin hakkında falanca şöyle söyledi” der. Ömer de: “İstersen bunu tahkik edelim. Eğer yalancı çıkarsan “Bir
2420] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 12/317-318
2421] Buhârî, Edeb 50, Müslim, İman 169, h. no: 105; Ebû Dâvud, Edeb 38, h. no: 4771; Tirmizî, Birr 79, h. no: 2027
2422] Tirmizî, Menâkıb h. no: 3893; Ebû Dâvud, Edeb 33, h. no: 5860
2423] 68/Kalem, 10-12
2424] 104/1. âyet
- 548 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fâsık size haber getirince araştırın”2425 hükmüne girersin. Şâyet duyduğun doğru çıkarsa “Dili ile iğneleyen, koğuculuk eden...”2426 hükmüne girersin ki, her iki halde de mes’ulsun. İstersen senin için üçüncü şıkkı tercih edelim, seni affedelim de bu iş böyle kalsın!”der. Adam: “Af diliyorum, bir daha böyle bir işe girişmeyeceğim” der.
Nevevî der ki: “Bütün bu yasaklar, nakledilen şeyde şer’î bir maslahat yoksa câridir. Aksi takdirde, müstehab veya vâcibtir. Şöyle ki: “Bir adam, bir kimsenin başka bir kimseye haksız olarak ezâ vereceğine muttali olursa, öbür şahsı uyarıp ezadan koruması gerekir. Keza bir kimse imamı veya sorumluluğu olan kimseyi, yerine bakacak olan nâibinin davranışı hakkında ihbarda bulunacak olursa, bu yasaklanmaz.” Yine Gazâlî şöyle demiştir: “Nemîme aslında, hakkında söz edilen kimseye söz götürmektir. Meselâ falanca senin hakkında şöyle söyledi demek gibi. Ancak nemîme deyince sadece bu kastedilmez, daha umumî kullanışı vardır. Normal olarak, açıklanması hoşa gitmeyen her şeyi açıklamaya, nemîme denir. Hoşa gitmeme deyince kendisinden nakil yapılanın hoşlanmaması ile kendisine nakil yapılanın veya bir başkasının hoşlanmaması birdir, hepsi de nemîmeye girer. Kezâ menkul sözle veya işâretle de olsa; bir kusur veya bir başka şey de olsa birdir. Meselâ bir kimsenin malını gizlediğini gören kimse bunu ifşa etse bu da nemîmeye girer. Yani kısacası nemîme, açıklanması hoşa gitmeyecek bir şeyi açıklamaktır.”
“Gıybet ve nemîme bir midir faklı mıdır? Bu hususta ulemâ ihtilaf etmiştir. Râcih olan, farklı olmaları ve aralarında umumhusus münasebetinin bulunmasıdır. Yani nemîme, bir kimsenin halini bir başkasına fesâda bâis olacak bir muhtevada, rızası olmadan nakletmektir. Bu nakilden o şahsın haberi olmuş olmamış farketmez. Yeterki rızasız olsun, nemimedir. Gıybet ise, gıyabında, hoşlanmayacağı bir şeylerle adamı zikretmektir. Nemîme ifsâd kasdıyla temâyüz eder, gıybette bu kasdın varlığı şart koşulmaz. Gıybet ise hakkında konuşulanın gıyabında olmakla temâyüz eder. Bu vasıflar dışında gıybet ve nemime müşterektirler. Alimlerden bazısı, gıybette, hakkında konuşulan kimsenin gâib olmasını şart koşmuştur.”
4- Yukarıdaki hadiste Rasûlullah (s.a.s.), ashâbından herhangi biri hakkında hoşuna gitmeyecek bir söz, bir davranış bir kötü huy vs. getirilmemesini, Ashâbı hakkındaki hüsn-i zannını rencide edecek bir şikâyetin olmamasını taleb etmektedir. Sebebini de açıklıyor. “Evden, herkese karşı iyi duygularla çıkıp o duygularla onlarla karşılaşmak istiyorum...” Bazı âlimler, bu temenniyi şöyle anlamışlardır: “Ben dünyadan, hepsine karşı iyi duygularla ayrılıp, Kıyâmet günü bu duygularla onları karşılamak istiyorum.” Yani, Ashâbından hiçbirine karşı içinde bir öfke, bir kırgınlık olmadan dünyadan ayrılmayı temenni etmiş olmaktadır.2427
Âişe (r. anhâ) anlatıyor: “Onbir kadın oturup, kocalarının ahvalini haber vermede ve hiçbir şeyi gizlemiyecekleri hususunda birbirlerine kesin söz verip anlaştılar:
Birincisi (zemmederek): “Benim kocam (yalçın) bir dağın başındaki zayıf bir
2425] 49/Hucurât, 6
2426] 68/Kalem, 11
2427] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 12/318-319
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 549 -
devenin eti gibidir. Kolay değil ki çıkılsın, semiz değil ki götürülsün” dedi. (Yani kocasının sert mizaçlı, huysuz, gururlu oluşuna, âilenin kendisinden istifade etmediğine işaret etti.)
İkincisi (de zemmederek): “Ben kocamın haberini fâş etmek istemem, çünkü korkarım. Eğer zikretmeye başlarsam büyük-küçük her şeyini söyleyip bırakmamam gerekir, (bu ise kolay değil)” dedi.. (Bu sözüyle kocasının çok kötü olduğuna işaret etti).
Üçüncüsü (zemmederek): “Benim kocam uzun boyludur, konuşursam boşanırım, konuşmazsam muallâkta bırakılırım” dedi. (Bu da kocasının akılca kıt olduğunu belirtmek istedi).
Dördüncüsü (överek): “Kocam Tihâme gecesi gibidir. Ne sıcaktır, ne soğuktur. Ne korkulur, ne usanılır” dedi.
Beşincisi: “Kocam içeri girince pars, dışarı çıkınca arslan gididir. Bana bıraktığı (ev işlerinden hesap) sormaz” dedi (Kamus’ta Âsım’ın açıklamasına göre pars, köpek gibi avda kullanılan bir hayvandır. Avladığını yemez sahibine getirir, uykuyu çok sever. Hikâyede kadın kocasının iyi kazanıp âilesine getirdiğini, âilesinin harcama vs. işlerine karışmadığını ifade ediyor. Dışarıda arslan olması, çalışıp kazanmasından kinâye olmalıdır).
Altıncısı: “Kocam, yedi mi (üst üste katlayıp) çok yer, içti mi sömürür, yattı mı sarınır. Benim kederimi anlamak için (elbiseme) elini sokmaz.” (Bu da kocasının kendisiyle ilgilenmediğini, yiyip içmekten başka bir şey düşünmediğini söylemek ister.)
Yedincisi: “Kocam tohumsuzdur (erlik yapmaktan âcizdir). Her dert onundur (vücudunda çeşitli hastalıklar var). Başımı yarar, vücudumu yaralar, (bunları yapmak için) her şeyi toplar, (her eline geçeni kullanır, vurur)” dedi.
Sekizincisi: “Onun (vücuduna) dokunmak tavşana dokunmak gibi (yumuşak)tır. Güzel kokulu bitki gibi hoş kokar” dedi.
Dokuzuncusu: “Kocamın direği yüksektir (evi rahattır), kılıcının kını uzundur (boylu posludur), ocağının külü çoktur, evi meclise yakın (misafirperver) bir adamdır” dedi.
Onuncusu: “Kocam mâliktir, hem de ne mâlik! Artık akıl ve hayalinizden geçen her hayra sahiptir. Onun çok devesi vardır. Develerin çökecek yerleri çok, yaylakları azdır. Çalgı sesini duydular mı helâk olacaklarını anlarlar. (Yani develer yayılmaya salınmaz, kesilmek üzere bekletilir, çalgı ve eğlence sesi duyunca kesileceklerini anlarlar demektir.)
Onbirincisi: “Kocam Ebû Zerr’dir. Amma ne Ebû Zerr’dir! Anlatayım: Kulaklarımı zinetlerle doldurdu, bazularımı yağla tombullaştırdı. Beni hoşnut kıldı, kendimi bahtiyar ve yüce bildim. O beni şıkk denen bir dağ kenarında bir miktar davarla geçinen bir âilenin kızı olarak buldu. Beni atları kişneyen, develeri böğüren, ekinleri sürülüp daneleri harmanlanan müreffeh ve mesud bir cemiyete getirdi. Ben onun yanında söz sahibiyim, hiç azarlanmam. (Akşam) yatar sabaha kadar uyurum. Doya doya süt içerim. Ebû Zerr’in annesi de var: Ümmü Ebû Zerr. Ama o ne annedir! Onun zahire anbarları büyük, hararları iri, evi geniştir.
- 550 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ebû Zerr’in oğlu da var. Ama ne nezaketli gençtir o. Onun yattığı yer, kılıcı çekilmiş kın gibidir. Onu dört aylık bir kuzunun tek budu doyurur, (az yer). Ebû Zerr’in bir de kızı var. Ama o ne terbiyelidir. Babasına itaatkârdır. Anasına da itaatkârdır. Vücudu elbisesini doldurur. Endamıyla (kuma ve akranlarını) çatlatır.
Ebû Zerr’in bir de câriyesi var. O ne sadakatli, ne iyi câriyedir. Âile sırrımızı kimseye söylemez, evimizin azığını asla ifsad ve israf etmez, evimizde çer çöp bırakmaz, temiz tutar. Nâmusludur, eve kir getirmez.
Bir gün Ebû Zerr evden çıktı. Her tarafta süt tulumları yağ çıkarılmak için çalkalanmakla idi. Yolda, bir kadına rastladı. Kadının, beraberinde, pars gibi çevik iki çocuğu vardı, koltuğunun altından kadının memeleriyle oynuyorlardı. (Kocam bu kadını sevmiş olacak ki) beni bıraktı, onunla evlendi. Ondan sonra ben de şeref sâhibi bir adamla evlendim. O da güzel ata binerdi. Hattî mızrağını alır ve akşamüzeri deve ve sığır nev’inden birçok hayvan sürer, bana getirirdi. Getirdiği her çeşit hayvandan bana bir çift verirdi. (Bu kocam da bana:)
“Ey Ümmü Zerr! Ye, iç ve akrabalarına ihsanda bulun!” derdi. Ümmü Zerr der ki: “Buna rağmen, ben bu ikinci kocamın bana verdiklerinin hepsini bir araya toplasam, Ebû Zerr’in en küçük kabını dolduramaz.”
Bu hadisi rivâyet eden Hz. Âişe der ki: “Rasûlullah (s.a.s.) (gönlümü almak için): “Ey Âişe, buyurdular, ben sana Ebû Zerr’in Ümmü Zerr’e nisbeti gibiyim. (Şu farkla ki Ebû Zerr Ümmü Zerr’i boşamıştır, ben seni boşamadım. Biz beraber yaşayacağız).”2428
Açıklama:
1- Bu hadîs, çok veciz, edebi, teşbihli bir üslûb ve garib kelimelerle kadınlar arasında cereyan eden bir muhâvereyi nakletmektedir. Muhâvere onbir kadın arasında geçmekte ve kadınlar kocalarını medh veya zemmederek anlatmaktadırlar. Rivâyetin sanat yönü ve edebî zevki, tercümede maalesef kaybolmaktadır. Bu hadisten, bunu rivâyet eden Hz. Âişe’nin edebî gücünü ve onun müstesna ve mümtaz şahsiyetini anlamak mümkündür.
2- Hadiste yer verilen teşbihlerle ifade edilmek istenen mânayı tercüme sırasında parantez içi ilaveler veya dipnotlar halinde kısaca belirtmeye çalıştık. Âlimler bu teşbihleri daha da geniş açmışlar, hatta bazen aynı ibâreden birbirine ters düşen yorumlara gitmişlerdir. Zikri geçen onbir kadının şahsiyet ve isimlerini tespite çalışanlar da olmuştur. Bazılarının ismi söylenmiş ise de bazıları mübhemliklerini korumuştur. Ancak isimden bahseden rivâyetlerin mevsûk ve güvenilir olmadığını âlimler ayrıca belirtir.
3- Hadis Sahiheyn’de Hz. Âişe’nin rivâyetidir. Sadece sondaki “Ey Âişe ben sana, Ebû Zerr’in Ümmü Zerr’e nisbeti gibiyim” kısmı merfudur. Ancak diğer bazı rivâyetlerde ve mesela Nesâî’nin Abbâd İbn Mansûr’dan kaydettiği bir rivâyette hadisin her tarafı merfudur. Hz. Âişe hadîse şöyle başlar: “Rasûlullah (s.a.s.) bana buyurdular ki: “Ben sana, Ebû Zerr’in Ümmü Zerr’e nisbeti gibiyim” dedi. Ben de: “Ey Allah’ın Rasûlü, annem babam sana kurban olsun, Ebû Zerr de kim?” diye sordum. Anlatmaya başladı: “Kadınlar toplandı...” ve hadisi böylece Aleyhissalatu vesselâm sonuna kadar anlatır.
2428] Buhârî, Nikâh 82; Müslim, Fedâilü's-Sahâbe 92, h. no: 2448
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 551 -
4- Hadisten Çıkarılan Bazı Faydalar:
Kadınlara iyi muâmelede bulunmak gerekir. Onlara gösterilecek yakınlık, mubah meseleler çerçevesinde sohbet, mizah bu iyi muâmelenin bir parçasıdır. Rasûlullah bu hikâyeyi Hz. Âişe’den dinlemiş veya Hz. Âişe’ye anlatmıştır.
Erkek hanımına mizah yapmalı, şakalaşmalı, kadının şımarmasına meydan vermeyecek ölçüde kendisini sevdiğini ihsas etmeli ve hatta söylemelidir.
Hadiste malla övünmek yasaklanmakta, dinî meselelerdeki faziletin söylenmesinin câiz olduğu beyan edilmektedir.
Erkek, âilesine onlarla olan durumunu haber verebilir. Bilhassa yaptığı ihsanlara küfrân müşahede ettiği zaman bunu hatırlatması uygundur.
Kadın, kocasının kendisine yaptığı iyilikleri zikredebilir.
Erkek hanımlarından birine, diğerinin yanında söz ve fiille hususî bir ikramda bulunabilir. Ancak bu, diğerlerine çevre müncer olmamalıdır.
Çok evli olan kimse, kadınlarıyla, onların nöbetleri dışında da sohbet edebilir.
Eski ümmetlerden ibretli temsiller anlatılabilir.
Ruhları hafifletmek, gönülleri neşelendirmek maksadıyla bir kısım nükteli hikâyeler, nezih fıkralar anlatılabilir.
Kadınların, kocalarına sâdık ve vefâdar olmaya, nazarlarını onlara hasredip, iyiliklerine şükranda bulunmaya teşvik var.
Kadın kocasından bildiği iyi ve kötü tarafları anlatabiliyor, tavsifte mübâlağaya da kaçabiliyor. Yeter ki bunu âdet haline getirmesin, bu durumda mürüvvetin kırılmasına sebep olur.
Hattâbî, “Kişiyi kendisinde bulunan bir kusuruyla zikretmek câizdir, yeter ki, bunu yapmaktan nefret ettirmek kastedilsin, bu gıybet sayılmaz” diye bir hüküm çıkarmış, ancak Ebû Abdullah et-Teymî buna karşı çıkıp şöyle demiştir: “Bu şekilde istidlâl Rasûlullah (s.a.s.)’ın, kocasını gıybet eden kadını bizzat işitip, müdâhelede bulunmaması hâlinde doğru olurdu. Amma, hazır olmayandan yapılan hikâye böyle değil. Şöyle ki, halk içinde birisi: (Herhangi muayyen bir şahsı belirtmeden) “Beş para etmeyen bir kimsedir” diyecek olsa bunda bir mahzur yoktur. “İbn Hacer, Hattâbî’nin de bunu kastetmiş olabileceğini söyleyerek, hakkındaki tenkidin yersiz olduğunu söyler.
Mazirî der ki: “Böylesi bir özür beyanına, bu hadis yanında zikredilen kimse, kadınları kocalarının gıyabında konuşurlarken dinleyip onları bu davranışlarında ikrar etmiş olsaydı, ihtiyaç duyulurdu. Ama hadiste cereyan eden vak’a böyle değil. Hadiste Hz. Âişe, Rasûlullah’a gâib, meçhul kadınların hallerini hikâye etmiştir, şu halde burada özür aramak gereksiz. Şâyet bir kadın, kocasının hoşlanmayacağı bir halini vasfetmiş olsa, bu davranış, Kur’an-ı Kerim’in haram ettiği gıybet olur; bu, konuşana da dinleyene de haramdır. Böyle bir konuşma sadece hâkimin huzurunda şikâyet makamında yapıldığı takdirde haram olmaz. Ama tekrar edelim, bu söylediğimiz muayyen bir şahısla ilgilidir. Fakat şahsı bilinmeyen meçhul birisi hakkında olursa bunu dinlemekte bir mahzur yoktur. Zira kişi, yanında zikredildiği kimsenin kendisini tanıdığını bilmesi halinde rahatsız olur.
- 552 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şurası da mâlum ki, bu şahıslar zaten meçhul kimseler. İsimleri şöyle dursun ne şahısları ne de zatları bilinmemektedir. Kadınların müslüman oldukları sabit değil ki haklarında gıybet hükmüne gidilsin. Öyleyse söylenen sebeple bununla istidlâl bâtıl olur.”
Daha önce evlenmiş bir dulla nikâhlanmayı mekruh addedenleri, bu hadis te’yid etmektedir. Zira, Ümmü Zerr, ikinci kocasının elinden geldiğince kendisine iyilikler yapıp ikramlarda bulunduğunu itiraf etmesine rağmen, ilk göz ağrısı olan birinci kocasını unutamamakta ve ikinciyi evvelkiyle kıyaslıyarak alçaltmaktadır.
Sevgi kusuru örtmeye, görmemeye sevk etmektedir. Nitekim Ümmü Zerr önceki kocasının, kendisini boşamış olmak gibi ciddî bir kötülüğüne rağmen, sevgisi sebebiyle hâlâ faziletlerini mübalağalı şekilde söylemektedir. Rivâyetin bazı veçhinde Ebû Zerr de onu boşamaktan pişmanlık ifâde etmektedir.
Hadîs, meçhul olması kaydıyla bir kadının vasfedilip mehâsininin erkeklere söylenmesinin câiz olduğunu da göstermektedir. Muayyen bir kadının bir erkek yanında tavsifi veya kadından, yabancı bir erkeğin bakması haram olan kısımlarının zikri câiz değildir.
Benzetme (teşbih), benzetilenle benzeyenin her hususta eşitliğini gerektirmez. Nitekim Rasûlullah, “Ben sana Ebû Zerr gibiyim” demiştir. Maksadı, Ebû Zerr’le Ümmü Zerr arasındaki ülfetteki benzerliği hatırlatmaktır; onun serveti, çocukları, hizmetçisi, hanımını boşaması vs. değildir.
Kinâye ile boşama, niyetin mukarenetiyle gerçekleşir. Nitekim Rasûlullah Ebû Zerr’e kendisini benzetti, ama bununla Hz. Âişe’yi boşama niyeti yoktu. Hâlbuki Ebû Zerr karısını boşamış birisi idi. Mühelleb’e göre fazilet ehli hangi dinden olursa olsun, onun fazileti örnek alınabilir, taklîd edilebilir. Zira Ümmü Zerr, Ebû Zerr’in iyi davranışlarını anlatınca Rasûlullah (s.a.s.) onu kendine örnek alarak, Hz. Âişe’ye söylediğini söylemiştir.
Kadı İyaz bu yoruma şu şekilde itiraz etmiştir: “Hadisin siyakında, Rasûlullah (s.a.s.)’ın Ebû Zerr’i örnek edindiğini gerektiren bir karine yok. Bilakis Aleyhissalâtu vesselâm, Hz. Âişe’ye karşı davranışının, Ebû Zerr’in Ümmü Zerr’e karşı davranışına benzediğini ifâde etmiştir.”
Bu itirazı mâkul bulmamak mümkün değil, zira örnek almak, önceden kendinde olmayan bir şeyde olur. Böylece kişi bir başkasını örnek alarak, kendindeki eksikliği giderir. Hâlbuki sadedinde olduğumuz rivâyette Rasûlullah, aradaki benzerliğe dikkat çekmiştir. Mühelleb, hükmünü ümmet hakkında bazı kayıtlar tahtında ifade etse daha uygun olurdu: “Güzel olan bir şeyi bir başka din mensubundan almak câizdir” şeklinde. Bu durumda şu soru akla gelir: “Acaba İslâm’ın ihmal ettiği bir güzellik var mıdır?”
Kişiyi yüzüne karşı medhetmek câizdir, yeter ki şımarıp fesâda uğrayacağından emin olursun. Hadis, konuştukları zaman kadınların çoğunlukla kocalarından söz ettiklerine delildir. Erkekler bunun hilâfınadır. Zira onlar umumiyetle geçim meselelerinden söz ederler. Garip kelimelerin kullanılmasına, zorlamaya, yapmacıklığa kaçmıyorsa sözde secîe yer verilmesine cevaz vardır. Bu husus hikâyenin Arapça aslını okuyunca, Arapça bilenlerce teyid edilecektir. Kadı İyaz,
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 553 -
konuşmalarda edebî sanatlardan pek çoğuna yer verildiğini söyler. Şârihler bunları gösterir ve açıklar. Teysîr, hadiste geçen garip kelimelerin, teşbihli ibârelerin açıklanmasına, ihtiyaca binâen beş sayfadan fazla yer ayırmıştır.2429
İnsanların Kusurlarını Araştırmak veya Örtmek Konusuyla İlgili Hadisler
Abdullah İbn Ömer (r. anhumâ) anlatıyor: “(Bir gün) Rasûlullah (s.a.s.) minbere çıkıp yüksek sesiyle şöyle nidâ etti:
“Ey diliyle müslüman olup da kalbine iman nüfuz etmemiş olan (münâfık)lar! Müslümanlara ezâ vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın. Zira kim bir müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa, Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa, onu, evinin içinde (insanlardan gizli) bile olsa rüsvay/kepaze eder.”2430
Açıklama:
1- Burada Rasûlullah (s.a.s.) insanların kusurlarını araştırmayı münâfıklık olarak ifâde buyurmaktadır. Zîra diliyle müslüman olup kalbine iman ulaşmayanlar münâfıktır. Ancak imanı “kemaliyle” diyerek kayıtlayacak olursak müslümanın da kastedildiği anlaşılır ve böylece hitaba müslüman ve münâfık her iki grup da dâhil olur. Şârihler hadisi böyle anlarlar. Nitekim hadisin devamında “kim müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa” tâbiri için, müslüman kardeşi tabiri geçmektedir. Münâfık müslümana kardeş olamayacağına göre, Rasûlullah, hitabında fâsık müslümanı da kastetmiş olmaktadır. Şu halde, hadiste sadece münâfıkların kastedildiğini söyleyenler hadisin zâhirine muhalefet etmiş olur. Hadisin daha âmm olan vechiyle hükmetmek daha doğru, daha isâbetli olur.
2- Müslümanlara eza vermeyin ibâresindeki müslümanlar’la “kâmil müslümanlar”, yâni diliyle ikrar eden ve kalbiyle de inanmış bulunan müslümanlar kastedilmiş olmaktadır.
3- Müslümanın kınanması demek, geçmiş zamanda işlediği günahları, hataları, kusurları sebebiyle ayıplanması geçmişinin başına kakılması demektir. Âlimler, müslüman kişi hâlini düzeltmiş ise, eski günahlarından tevbe ettiğinin bilinmesi ile bilinmemesi arasında fark görmezler, her iki halde onların başına kakılmasının câiz olmayacağını söylerler.
Ancak, işlemekte olduğu esnada görülen veya yakın zamanda işlemiş olduğu ve fakat tevbe ettiği görülmeyen günahı sebebiyle ayıplanmasına gelince, bu işin, muktedir olan herkese vacib olduğu belirtilmiştir. Hatta duruma göre fiiline hadd veya ta’zir gerekebilir. Bu durumda müdahale, emr-i bi’lmâruf ve nehy-i ani’lmünker sınıfına girer.
4- Müslüman kardeşinin kusurunu araştırmama emri, “kâmil müslüman” diye kayıtlanmıştır. Fâsık bu yasaktan hâriç tutulmuştur, çünkü ondan sakınmak ve başkalarını da sakındırmak gerekir.
Müslümanın kusurunu araştırmayı âyet-i kerime de yasaklamıştır: “Mü’minler arasında hayâsızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara, dünya ve âhirette can yakıcı
2429] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 10/90-93
2430] Ebû Dâvûd, Edeb 40, hadis no: 4880; benzer rivâyetle, yakın bir mânâda: İbn Mâce, Hûdûd 5, h. no: 2548; Tirmizî, Birr ve's-Sıla 84, h. no: 2101
- 554 -
KUR’AN KAVRAMLARI
azâb vardır. Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.”2431
“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin (kusurunu arayıp) tecessüs etmeyin, kimse kimseyi gıybet etmesin. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır?...”2432
5- Bu hadiste müslümanın hürmetinin Ka’be’den üstün olduğu ifade edilmektedir. Bu ifâde sadedinde olduğumuz rivâyette İbn Ömer’in sözü gibi gözükmektedir. Ancak hadisin İbn Mâce’deki vechinde, ifadenin Rasûlullah’a ait olduğu sarihtir: “İbn Ömer der ki: “Ben Hz. Peygamber (s.a.s.)’ı tavaf ederken gördüm. Ziyâret sırasında Ka’be’ye hitaben şunu söylüyordu: “Sen ne temizsin, senin kokun da ne hoş, ne temiz. Sen ne ulusun, senin hürmetin ne yüce. Muhammed’in ruhunu elinde tutan Zât’a yemin ederim ki, mü’minin Allah indindeki hürmeti, mal ve canının hürmeti, senin hürmetinden daha büyük. Mü’min hakkında hayırdan başka zanda bulunmamızın hürmeti (haramlığı) da böyledir. (Biz onun hakkında sâdece hüsn-i zanda bulunmakla mükellefiz.)”
İnsanın hürmetinin Ka’be’nin hürmetinden yüce oluşu ilk nazarda garipsenebilir. Ama âyet-i kerime’nin, insanı “mükerrem”2433 ve “yeryüzünün halifesi”2434 ilân ettiğine dikkat eder ve yine Kur’an’da bir insanın haksız yere öldürülmesinin bütün insanlığı öldürmeye denk tutulduğu’nu2435 göz önüne alırsak meseleyi hakkıyla takdir edebiliriz.2436
“Kim bir ayıp görür ve onu örterse, diri diri gömülmüş bir kızı ihya etmiş gibi olur.”2437
“Bir kul dünyada bir kulu örterse, Allah Kıyâmet günü onu mutlaka örter.”2438
Zeyd İbn Vehb anlatıyor: “İbn Mes’ud (r.a.)’a (bir adam) getirilip: “Şu herif falancadır, sakalından şarap damlıyor” denildi. Abdullah (r.a.): “Ben tecessüsten men edildim. Lâkin bize bir şey zâhir olursa onu ele alırız!” cevabını verdi.”2439
Açıklama:
Bu hadisler müslümanda görülecek çirkin bir hal, bir davranış olursa onun gizlenmesi, neşredilmemesi gereğini takrir etmektedir. Âlimler: “Bu fiil yapılmış, bitmiş bir günah bile olsa örtülmelidir, yeter ki fâili onu gizli yapmış bulunsun” demiştir. Tâbiî ki bu açıklama, fıskını alenî yapan fâsığın örtülmesinin gerekmeyeceğini ifade eder. Âlimler bu ma’nâyı: “Fâsık-ı mütecâhiri gıybet günah değildir” diye bir başka tarzda hükme bağlamışlardır.
İslâmî âdâb, alenî işlenmeyen günahların peşine düşülmesini yasaklamıştır. İctihadla değil, nassla mâsiyet olduğu sabit olan bir günah alenî işlenecek olursadevlet yetkililerinin müdâhale hakkı doğar. Hâdisenin alenîyet kazanması iki şâhiddir. Zina suçunda dört erkek şâhid şart koşulmuştur. İslâm, günümüzde
2431] 24/Nûr, 19
2432] 49/Hucurât, 12
2433] İsra 70
2434] En'am 25
2435] Mâide 32
2436] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 10/221-222
2437] Ebû Dâvud, Edeb 45 h. no: 4891
2438] Müslim, Birr 72, h. no: 2590
2439] Ebû Dâvud, Edeb 44, h. no: 4890
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 555 -
olduğu gibi, hususî ve görünmez tedbirlerle, gizli istihbarat teşkilatlarıyla ayıpların araştırılmasına, mâsiyet olduğu nassla kesinlikle sabit olmayan -bir başka deyişle ferdî ictihadla masiyet olduğuna hükmedilen hususlarda- insanlara devlet görevlisinin bile müdahale etmesine müsaade etmez. Bu çeşit müdâhalelerin insanları ifsâd edeceği kabul edilmiştir. Rasûlullah (s.a.s.): “Eğer sen insanların kusurlarını araştıracak olursan onları ifsad edersin -veya- ifsâd noktasına getirirsin” buyurmuştur.
Bir başka hadiste Peygamberimiz (s.a.s.): “Eğer emîr (devlet reisi) insanlar arasındaki şüpheli şeylerin peşine düşecek olursa onları ifsâd eder” buyurmuştur.
Bilhassa günümüzde diktatörlüğün artıp, insanların inançlarına varıncaya kadar, “Ben size müsaade etmeden inanır mısınız?... Ellerinizi ayaklarınızı çaprazlama keseyim de görün!”2440 diyen Firavunvâri devlet müdahaleciliğinin arttığı bir devrede, yüce dinimizin bu prensibinin daha iyi anlaşılması için 3430 numarada özet olarak kaydedilen Ukbe İbn Âmir hadisini aynen kaydediyoruz. İbretle okunmalıdır:
Sahâbîlerden olan ve bir ara Mısır’da valilik yapan Ukbe İbn Âmir’in kâtibi Duceyn anlatıyor: “Ukbe’ye: “Benim bazı komşularım var, şarap içiyorlar, onları polise haber vermek istiyorum, gelip götürsünler” dedim. Kabul etmeyip: “Bunu yapma, ancak onlara va’z u nasihat et ve (ihbar ederim diye) tehdit et!”dedi. Ben öyle yaptım ama yine de vazgeçmediler. Tekrar Ukbe’ye geldim ve: “Ben (dediğiniz gibi) onları şaraptan nehyettim ama dinlemediler, içmeye devam ediyorlar. Artık polis çağıracağım, gelip yakalasınlar!” dedim. Ukbe yine razı olmadı ve: “Yazık sana, bu yapılır mı? Zira ben Rasûlullah (s.a.s.)’ın şöyle söylediğini işittim: “Kim bir mü’minin kusurunu örterse, kabre diri gömülmüş kızcağıza hayat vermiş gibi olur” cevabını verdi.”2441
“Emîr, halka karşı sû-i zanna düşerse halkı ifsad eder.”2442
Açıklama:
Rasûlullah (s.a.s.) bu hadislerinde ümerânın (idarecilerin) halka karşı siyasetlerinde uymaları gereken mühim bir prensip vaz’ediyor. Sû-i zanla hareket etmemek, onları müttehem, kuşkulu kimseler kabul etmemek, haklarında hüsn-i zannı, güveni esas almak. Aksi takdirde halk, ahlâken bozulacaktır. en-Nihâye’de, “Yani emîr insanları bazı şeylerle itham ederek, alenen sû-i zanda bulunursa bu hal onları haklarında ittiham olunan fenalıkları işlemeye sevk eder” der.
Ali İbn’l-Hüseyn anlatıyor: Safiyye (radıyallahı anhâ) buyurdu ki: “Hz. Peygamber (s.a.s.) itikâfta iken ziyaret maksadıyla geceleyin yanına uğradım. Bir müddet konuştuk. Sonra geri dönmek üzere kalktım. Uğurlamak üzere de o kalktı. Kapıya kadar gelmişti ki, Ensar’dan iki kişi oradan geçiyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.)’i görünce hızlandılar. Rasûlullah (s.a.s.): “Ağır olun dedi, şu yanımdaki Huyey’in kızı Safiyye’dir.” Onlar: “Subhânallah, dediler bu da ne demek ey Allah’ın Rasûlu” Hz. Peygamber (s.a.s.): “Şeytan, insana, damarlardaki kan gibi nüfuz eder. Ben, onun kalplerinize bir kötülük atmasından korkarım” buyurdu.”2443
2440] 7/A'râf, 123
2441] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 10/223-224
2442] Ebû Dâvud, Edeb 44, h. no: 4989
2443] Buhârî, İ'tikâf 8, 11, 18; Farzu'l-Humus 4, Bed'u'l-Halk 11, Edeb 121, Ahkâm 21; Müslim, Selâm 23-25 h. no: 2174, 2175; Ebû Dâvud, Sıyâm 79, h. no: 2470
- 556 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Açıklama:
Hadisten şu hükümler çıkarılmıştır:
1- Mutekifi ziyaret câizdir.
2- Mutekifin mubah şeylerle meşguliyeti câizdir. Ziyaretcilerle konuşması, onlarla kalkması, onları uğurlaması gibi.
3- Mutekif zevcesiyle başbaşa yalnız kalabilir.
4- Kadın, mu’tekifi ziyaret edebilir.
5- Hz. Peygamber (s.a.s.) ümmetine karşı müşfiktir, onların günaha düşmemesi için gayret sarfetmiştir, çünkü Rasûlullah (s.a.s.) hakkında sû-i zan ederek günaha girebileceklerdi.
6- Sû-i zan uyandıracak durumlarda kaçınmak, şeytanın tuzağına düşmemek için itina göstermek, icabında özür beyan etmek gerekir. Bu husus, örnek ittihaz edilen âlimler ve diğer büyükler hakkında daha ziyade ehemmiyet taşır. Onların sû-i zanna sebep olacak fiilerden son derece kaçınmaları gerekir. Her ne kadar haklı ve hulus sahibi olsalar bile haklarında sû-i zan uyandıracak davranışta bulunmaları asla câiz değildir. Çünkü bu durum kendilerinden, ilimlerinden istifadeyi ortadan kaldırır. Bu mevzu ile ilgili olarak bazı âlimler: “Hâkim, kapalı olma halinde töhmetten kurtulmak için hükmün sebebini mahkûma açıklamalıdır” demiştir. Durum böyle olunca, “nefsimi alçaltıyorum, terbiye ediyorum” özrüyle uygunsuz ve fenâ davranışlardan çekinmeyenlerin hataları pek zâhirdir. Bunların, kendilerine sünnet-i nebeviye’den örnek göstermeleri mümkün değildir.
7- Kadınların geceleyin evlerinden dışarı çıkmaları câizdir.
8- Hayrete düşülen, taaccüp edilen durumlar karşısında sübhânallah demek câizdir. Bu tabir, hadislerde, tazîm, ürperti, utanma gibi başka hisler tahrik eden durumlarda da kullanılmıştır.2444
“Kim müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Kıyâmet günü Allah da onun ayıbını örter. Kim de müslüman kardeşinin ayıbını açarsa Allah da onun ayıbını açıp evinin içinde bile rezil eder.”
Açıklama:
Âlimler, örtülmesi, teşhir edilmemesi gereken ayıpları bir daha dönüp yapılmayacak şahsî kusurlar olarak yorumlamışlardır. Değilse herkesi ilgilendiren kötülükleri, cürümleri işleyen kimselere müdahale etmek, vazgeçmediği takdirde ilgililere şikâyet etmek yasaklanmış olan gıybet değildir, bilakis herkese terettüp eden emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i anil-münker vazifesidir. Şu halde ayıbın örtülmesine müteallik hadisler kötülüklerle mücadeleye engel yapılmamalıdır.2445
“Sakın (sebepsiz ve kötü) zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik
2444] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 2/408-409
2445] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 17/316
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 557 -
etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.”2446
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.”2447
“Eğer sen, insanların ayıplarını araştırmaya kalkışırsan, onları ifsad eder veya ifsad etmeye ramak kalırsın.”2448
“Kim bir ayıp görür de onu örterse, (Câhiliyye devrinde) toprağa diri diri gömülen kızları diriltmiş gibi olur.”2449
“Kim, hürmeti düşecek, şerefinden noksanlık olacak bir yerde müslümana yardımcı olmaz, onu yalnız bırakırsa, Allah da yardımını istediği yerde onu yalnız bırakır. Kim şerefinden kaybedeceği, saygının azalacağı bir yerde müslümana yardımcı olursa, yardımını istediği yerde Allah, ona yardımcı olur.”2450
“Kardeşinin derdine sevinip gülme! Sonra Allah onu esirger de, senin başına verir.”2451
“Kim bir (din) kardeşini bir günahtan ötürü ayıplarsa, kendisi de o günahı işlemeden ölmez.” Ahmed bin Hanbel diyor ki: Şârihler, (bu hadisin şerhinde) “tevbe ettiği bir günahtan ötürü” dediler.2452
“Mal veya namus meselesinde bir kardeşi için zimmetinde bir haksızlık bulunup da (dünya hayatından) alınmadan önce onunla helâlleşen kula Allah rahmet etsin. Çünkü orada (kıyâmette) ne dinar, ne de dirhem vardır. Eğer sevabları varsa bu sevablardan alınacak, şâyet sevabları yoksa onların günahlarından (alınıp) bunun sırtına vurulacaktır.”2453
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını görürse, Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da o sebeple onu kıyâmet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah da o kimsenin ayıp ve kusurunu (kıyâmet gününde) örter.” 2454
“Kim bir mü’mini, bir münafığın şerrinden korursa, Allah (c.c.), ona bir melek gönderir. Kıyâmet gününde onun etini cehennem ateşinden korur. Kim bir müslümanı kötülemek
2446] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18
2447] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
2448] Ebû Dâvud, Edeb 44, hadis no:4888
2449] Ebû Dâvud, Edeb 45, hadis no: 4891
2450] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no: 4884
2451] Bu hadis, hasen ğaribtir; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame, 18, hadis no: 2621
2452] Bu hadis, ğaribtir ve senedi muttasıl değildir; Tirmizi, Sıfatu'l-Kıyâme 17, hadis no: 2620
2453] Bu hadis, hasen-sahihtir.; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme 1, hadis no: 2534
2454] Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58; Ebû Dâvud, Edeb 38, 46, 60, hadis no: 4893; Tirmizî, Hûdûd 3, hadis no: 1426, Birr 19; İbn Mâce, Mukaddime 17; Benzer bir hadis için Bk. Müslim, Zikr 38, hadis no: 2699; Kütüb-i Sitte Terc. 10/149
- 558 -
KUR’AN KAVRAMLARI
isteyerek ona söz atarsa, söylediği sözü isabet edip içinden çıkana kadar Allah, onu cehennem köprüsü üzerinde hapseder.”2455
“Kim, hürmeti düşecek, şerefinden noksanlık olacak bir yerde müslümana yardımcı olmaz, onu yalnız bırakırsa, Allah (c.c.) da yardımını istediği yerde onu yalnız bırakır. Kim şerefinden kaybedeceği, saygının azalacağı bir yerde müslümana yardımcı olursa, yardımını istediği yerde Allah, ona yardımcı olur.”2456
“Kim, (din) kardeşinin ırzından (zem ve gıybeti) savarsa, Allah’ da kıyâmet gününde cehennem ateşini onun yüzünden savar.”2457
Hz. İbn Abbas (ra), şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.), Medine’ nin hurma bahçelerinin birinden çıktı da kabirlerinde azap olunan iki insanın sesini işitti. Ve: “Bunlar azap olunuyorlar. Bunların azap çekmeleri, üzerlerine (büyük ve meşakkatli olacak) bir şey için de değildir. Şu muhakkak ki, onların günahları (Allah katında) elbette büyüktür. Biri hacetini yerine getirirken idrardan sakınmaz veya insanların gözlerinden avredini (ayıp yerlerini) gizlemezdi. Diğeri de, insanlar arasında söz taşıyıp koğuculuk ederdi” buyurdular. Ondan sonra yaprakları soyulmuş taze bir hurma dalı istedi. Dalı iki parça yaptı yahut ikiye böldü, şunun kabrine bir parça, bunun kabrine de bir parça koydu ve: “Bu çubuklar kurumayıp yaş kaldıkları müddetçe, bunlardan azabın hafifletilmesi ümit edilir.” buyurdular.2458
Hz. Hemmam b. El Haris (ra)’den. O dedi ki: “Biz, Huzeyfe ile birlikte mescidde oturuyorduk. Derken bir adam gelerek yanımıza oturdu. Huzeyfe’ye: Bu adam sultana bir şeyler (laf) götürüyor, dediler. Bunun üzerine Huzeyfe, ona işittirmek isteyerek: Ben, Rasûlullah (s.a.s.)’ı: “Koğucu cennete giremez” buyururlarken işittim, dedi.”2459
Abdullah İbn Utbe (r.a.), şöyle demiştir: Ben, Hz. Ömer İbn’l Hattab (r.a.)’dan işittim. O, şöyle diyordu: Bazı insanlar Rasûlullah (s.a.s.) zamanında vahy ile (sırları meydana çıkar da) yakalanırlardı. Şimdi ise, vahy kesilmiştir. Biz, şimdi ancak sizleri amellerinizden bize açıklanan suçlar sebebiyle yakalarız. Böyle olunca kim bize bir hayır hali meydana korsa, biz onu emin kılarız ve onu kendimize yakınlaştırırız. Onun gizli işlerinden hiç bir şey (i araştırmak) bize ait değildir. Gizli işleri hususunda onu, Allah hesaba çeker. Kim de bize bir kötülük ve şer ortaya koyarsa, o, gizli işlerinin güzel olduğunu söylese de, biz, onu bir emin saymaz ve onu doğrulayıp tasdik etmeyiz.”2460
“Sizleri zandan sakındırırım. Çünkü zanla söylenen sözler, yalanı daha çok olanıdır. Birbirinizin noksanlığını görmeye ve işitmeye çalışmayınız, özel ve mahrem hayatınızı da araştırmayınız. Birbirinize hased etmeyiniz, birbirinize buğz ve düşmanlık da etmeyin. Ey Allah’ın kulları birbirinizle kardeş olun.”2461
2455] Ebû Dâvud, Edeb 41, h. No: 4883
2456] Ebû Dâvud, Edeb 41, h. no: 4884
2457] Tirmizî, Birr ve's-Sıla, 20, h. no: 1996; Bu hadis, hasen'dir.
2458] Buhârî, Edeb 49, h. no: 84; Müslim, Tahâre 34, h. no: 111 -292-
2459] Müslim, İman, 45, h. no: 70 ve 160; Buhârî, Edeb 50, h. no: 85; Ebû Dâvud, Edeb, 38, h. no: 4871; Tirmizî, Birr ve's-Sıla, 78, h. no: 2095
2460] Buhârî, Şehâdet 6
2461] Buhârî, Edeb 57, h. no: 93-94; Müslim, Birr ve's-Sıla, 28, 29, 30, 31, h. no: 2563; Tirmizî, Birr ve's-Sıla, 55, h. no: 2055
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 559 -
Tirmizi’ nin bir açıklaması: “Abd b. Humeyd (r.a.)’den: Süfyan ‘ın adamlarından birinden naklen şöyle dediğini işittim: Süfyan, dedi ki: Zan, iki kısımdır: Günah olan zan ve günah olmayan zan. Günah olan zan şudur ki, insan bir zanda bulunur ve onu söyler. Günah olmayan zan ise, insan zan yapar ve (fakat) onu söylemez.”
“Dostunuz olduğu vakit, onu çekiştirmekten vazgeçin hakkında dedikodu yapmayın.”2462
“Ölülerinizi iyilikleriyle anın. Kötülüklerinden (kötülüklerini anmaktan) vazgeçin.”2463
Âişe (r. anhâ), haber verip şöyle dedi: Bir kimse, Rasûlullah (s.a.s.)’ın huzuruna gelmek için izin istedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Ona izin verin. O, aşiretin ne kötü kardeşidir (yahut; o, aşiretin ne kötü oğludur) buyurdular. O kimse, Rasûlullah’ın yanına girince; Rasûlullah (s.a.s.), ona karşı yumuşak sözler söyledi. Ben: “Yâ Rasûlullah, biraz önce sen, onun için söylediğin o sözleri söyledin. Sonra da ona yumuşak kelâm ettin?” diyerek bunu sebebini sordum. Rasûlullah (s.a.s.): “Yâ Âişe, insanların en şerlisi, çirkin hareketlerinden korunması için insanların kendisini terk ettikleri yahut karşılaşmak istemeyip yalnız bıraktıkları kimsedir.” buyurdular.2464
Hz. Ebû Berza El Eslemi (r.a.)’den. Rasûlullah (s.a.s.), meclisten kalkmak istediğinde son oturuşunda şöyle derdi: “Allah’ım, Seni tesbih ederim, Sana hamd ederim. Ben şâhidim Senden başka ilâh yok, Sana istiğfar eder ve Sana tevbe ederim. (Subhâneke Allahumme ve bihamdik, eşhedu en lâ ilâhe illâ ente, estağfiruke ve etûbü ileyk)” Bir zat: “Ey Allah’ın Rasûlü, geçmişte söylemediğin bir sözü şimdi söylüyorsun” dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Bu kelimeler, mecliste yapılan (hatalara) keffârettir.” buyurdular.2465
Alay Denen Zulüm
Din ahlâkından uzak toplumlarda, kişilerin eksikliklerini araştırmak, kusurlarını ortaya çıkarmaya çalışmak çok yaygın bir davranış şeklidir. İnsanların bu yola yönelmelerinin altında yatan sebep ise dünyaya yönelik hırsları ve üstün olma arzularıdır. Bu insanlar karşılarındaki kişilerin hatalarını ortaya çıkarmalarının kendilerine bir üstünlük getireceğine inanırlar. Bunun için sıkça başvurdukları yöntemlerden biri de alaycılıktır. İnsanların kusurlarıyla, acizlikleriyle ya da hatalarıyla alay ettiklerinde, kendi kusurlarının örtüleceğini düşünürler. Bu yüzden câhiliyye toplumlarında alay, yaşamın her anında rastlanabilen bir ahlâk bozukluğudur. Kur’an ahlâkına sahip olmayan bu insanlar, sürekli olarak başkalarının alay edebilecekleri yönlerini araştırırlarken, bir yandan da kendileri alaya alınma ihtimalinin tedirginliğini yaşarlar. Dolayısıyla gösterdikleri bu alaycı tavırlarla birbirlerini adeta bir “zulüm ortamı” içinde yaşatırlar.
Ancak, buraya kadar bahsettiğimiz, câhiliyyenin alaycı karakterinin yalnızca bir yönüdür. Aslında bu insanlar, özellikle doğruluğunu kabul etmek istemedikleri bir fikirle karşılaştıklarında bu yönteme başvururlar.
2462] Ebû Dâvud, Edeb 50, h. no: 4899
2463] Ebû Dâvud, Edeb 50, h. no: 4900
2464] İbn Battal' ın beyanına göre gelen kişi: Uyeyne b. Hısn El Ferazi'dir.) (Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Birr ve's-Sıla, 22, h. no: 83; Tirmizî, Birr ve's-Sıla, 58, h. no: 2064
2465] Ebû Davud, Edeb 32, h. no: 4859
- 560 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İşte inkârcıların dine yönelik tavırlarında da bu etki görülür. İnsanlar, tarih boyunca Allah’ın elçileri ve kitapları vasıtasıyla kendilerini davet ettiği doğru yola uymakta direnmişlerdir. Birçoğu şeytanın yolunu izlemiş, Allah’ın dinini ve hesap gününü inkâr etmişlerdir. Kuşkusuz bu akılsızca tavrın temelinde içlerindeki büyüklenme arzusu yatar. İnkârcıların bu durumu Kur’an’da şöyle bildirilmiştir:
Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Âhirete inanmayanların kalpleri ise inkârcıdır ve onlar müstekbir (büyüklenmekte) olanlardır.2466
Allah’a ve âhirete iman etmeyen bu insanlar, kendilerine hak din anlatıldığında, yanlış bir yolda oldukları ve bu yoldan ayrılmazlarsa sonsuz bir cehennem hayatı ile karşılaşacakları haber verildiğinde bunu kabul etmemişlerdir. Kendilerinin doğru yolda olduğunu ispatlamak için de din ahlâkı ile ve bu ahlâkı yaşayanlarla alay etmeye yeltenmişlerdir. Bu yolla kendileri için “karşıt” bir fikir olan Kur’an ahlâkını ortadan kaldırabileceklerini zannetmişlerdir.
Kuşkusuz inkârcılar büyük bir yanılgı içindedirler. Gösterdikleri sözlü ya da fiili çabalar da hiçbir şekilde sonuca ulaşmayacaktır. Zira Allah Kur’an’da hak dinin her zaman üstün olduğunu ve inkârcıların çabasının boşa çıkacağını şöyle müjdelemiştir: “…Ancak kâfirlerin hileli düzeni boşa çıkmakta olandan başkası değildir.”2467
Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler istemese de Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. Müşrikler istemese de O dini (İslâm’ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidâyetle ve hak dinle gönderen O’dur.2468
Geçmişte olduğu gibi bugün ve gelecekte de, inkâr ettikleri veya kavrama kabiliyetine sahip olmadıkları gerçeklere karşı alaycı tavır gösteren kişiler olacaktır. Ancak bu kişilerin karşılaşacakları son, Allah’ın âyetlerinde bildirdiği gibi yaptıkları “maskaralık” sebebiyle çok acı olacaktır: “Andolsun, senden önceki elçiler de alaya alındı da alaya aldıkları şey, onlardan maskaralık yapanları çepeçevre kuşatıverdi.”2469 “Kendilerine hak gelince, onu yalanladılar; fakat alaya aldıklarının haberleri onlara gelecektir. Kendilerinden önce nice nesilleri yıkıma uğrattığımızı görmüyorlar mı? Biz, sizi yerleşik kılmadığımız bir biçimde onları yeryüzünde (büyük bir güç ve servetle) yerleşik kıldık; gökten üzerlerine sağanak (bol yağmurlar) yağdırdık, nehirleri de altlarından akar yaptık. Ama günahları nedeniyle biz onları yıkıma uğrattık ve arkalarından başka nesiller (inşâ edip) var ettik.”2470
Ayrıca bu insanlar şunu da bilmelidirler: Mü’minlere gösterdikleri alaycı davranışlarla, dine yönelik iğneleyici ve iftira dolu sözlerle kendilerini sonsuz bir azaba sürüklemektedirler. Bunun yanısıra attıkları iftiralar ve alaycı sözler, bunlara maruz kalan insanların âhiretteki derecelerini yükseltmektedir. İşte bu, Kur’an’da haber verilen önemli bir sırdır: “İnkâr edenlere dünya hayatı çekici kılındı (süslendi). Onlar, iman edenlerden kimileriyle alay ederler. Oysa korkup sakınanlar,
2466] Nahl Sûresi, 22
2467] 40/Mü’min, 25
2468] 9/Tevbe, 32-33
2469] 6/En’âm, 10
2470] 6/En’âm, 5-6
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 561 -
kıyâmet günü onların üstündedir. Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.”2471
Kur’an’da bildirildiği gibi inkârcı karakter gösteren insanlar, çağlar boyunca hemen her dönemde aynı ahlâksız tavrı göstermişlerdir. Hatta aynı sözleri söylemiş, aynı örnekleri vermiş, aynı davranışlarda bulunmuşlardır. Alaycılık da bu davranışlardan biridir. Kur’an ahlâkını yaşamayan insanların gösterdikleri bu ortak tavır Allah’ın değişmez bir kanunudur. Dolayısıyla böyle davranışlarla karşılaşan bir mü’min Kur’an’da sözü edilen bir gerçeği yaşamaktan dolayı şevklenir. Bunun mü’min olmanın bir göstergesi olduğunu bildiği için, karşılaştığı durumdan büyük bir şeref duyar. Bu davranışlara sabır gösterdiği için âhirette alacağı karşılığı bilmek ise coşkusunu daha da artırır. Görüldüğü gibi, din ahlâkını reddeden ya da dine muhalefet eden insanların inananlara zarar vermeleri olanak dışıdır. Bu gerçek düşünüldüğünde, kendileriyle alay edilmesinin mü’minler için büyük bir şeref olduğu daha da iyi anlaşılır. Allah Kur’an’da, “… Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir”2472 şeklinde haber vermiştir. Ve âhirette küçük düşenlerin de mü’minlerle alay edenler olacağını müjdelemiştir. Âyetlerde şöyle buyrulmaktadır: “De ki: ‘Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi? Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar.’ İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyâmet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız. İşte, inkâr etmeleri, âyetlerimi ve elçilerimi alay konusu edinmelerinden dolayı onların cezası cehennemdir. İman edip sâlih amellerde bulunanlar... Firdevs cennetleri onlar için bir ‘konaklama yeridir.’ Onda ebedi olarak kalıcıdırlar, ondan ayrılmak istemezler.”2473
Alay Etmenin Kaynağı Kibirdir
Bir insanın kendini diğer insanlardan büyük görmesine, üstün tutmasına “kibir” denir. Kibirli kişiler, diğer insanlara karşı, onları aşağı gördüklerini hissettiren bir tavır sergilerler. Ancak kibiri yalnızca insanlara karşı gösterilen bir tavır bozukluğu olarak düşünmek doğru olmaz. Çünkü kibirli insanlar aynı zamanda Allah’ın dinine uyma, doğru yola davet edildiğinde bu yola icabet etme konusunda da büyüklenirler.
İnsan, vicdanıyla hareket etmediği, nefsinin telkinlerine uyduğu, Allah’ın Kur’an’da tarif ettiği ahlâkı uygulamadığı müddetçe nefsinin bu tuzağına düşecektir. Çünkü Allah’ın Kur’an’da bildirdiği gibi, “…Nefis, -Rabbimin kendisini esirgeyip koruduğu dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir...”2474 Şeytanın telkinlerine uyan ve kendilerini hiçbir gerçekliği olmayan üstünlüklere sahip gören kişiler, artık tamamen nefislerinin kontrolünde hareket ederler. Bundan dolayı da kibirli olmaları ya da diğer bir deyişle büyüklenmeleri kaçınılmazdır.
Kibir, şeytanın da en belirgin özelliklerinden biridir. Kur’an’da bildirildiği gibi Allah, meleklere Hz. Âdem’e secde etmelerini emrettiğinde İblis hâriç hepsi
2471] 2/Bakara, 212
2472] 3/Âl-i İmrân, 186
2473] 18/Kehf, 103-108
2474] 12/Yûsuf, 53
- 562 -
KUR’AN KAVRAMLARI
secde etmiş, İblis ise secde etmekte direnmiştir. Kuşkusuz bunun sebebi, kendisini Hz. Âdem’den üstün görmesi ve bundan dolayı büyüklenmesidir. Kur’an’da şeytanın bu durumu şöyle anlatılır: “Ve meleklere: ‘Âdem’e secde edin!’ dedik. İblis hâriç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kâfirlerden oldu.”2475 “...Sonra meleklere: ‘Âdem’e secde edin!’ dedik. Onlar da İblis’in dışında secde ettiler; o, secde edenlerden olmadı. (Allah) Dedi: ‘Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?’ (İblis) Dedi ki: ‘Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.’ (Allah:) ‘Öyleyse in oradan! Orada büyüklenmek senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin.”2476
Ancak ne şeytanın, ne de onun sahte çağrılarına uyanların herhangi bir üstünlükleri yoktur. Aksine bu kişilerin Allah’ın her şeyin üstünde güç sahibi olduğu gerçeğini inkâr ederek içine düştükleri akılsızlık, onları küçük düşürmektedir. Allah Kur’an’da kendilerince “büyüklük” iddiasında olanlar için “…Onların göğüslerinde kendisine ulaşamayacakları bir büyüklük (isteğin)den başkası yoktur...”2477 şeklinde haber vermiştir. Bu âyetten de anlamaktayız ki, inkârcılar ne kadar arzu etseler de istedikleri büyüklüğe ulaşamazlar. Çünkü büyüklük yalnızca Allah’a aittir ve Allah ancak kendisine itaat eden kullarını yüceltir. Azgın inkârcıları ise hem dünyada, hem de âhirette küçük düşürür. Yukarıdaki âyetin ardından gelen âyetlerde de Allah, inkârcıların nasıl bir körlük ve kavrayışsızlık içinde olduklarını şöyle bildirmiştir: “Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ancak insanların çoğu bilmezler. Kör olanla (basîretle) gören bir olmaz; iman edip sâlih amellerde bulunanlarla kötülük yapan da. Ne az öğüt alıp düşünüyorsunuz. Şüphesiz kıyâmet saati, yaklaşarak gelmektedir; bunda hiçbir kuşku yok. Ancak insanların çoğu iman etmiyorlar.”2478
Yukarıdaki âyetlerde de dikkat çekildiği gibi insanların çoğu Allah’ın gücünü ve büyüklüğünü kavrayamadıkları için, kendilerine bir lütuf olarak verilen özelliklerden dolayı kibirlenir ve büyüklenme hevesine kapılırlar. İşte bu insanların içlerindeki kibiri dışarı vurma yöntemlerinden bir tanesi insanlarla alay etmektir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, onları küçük gördüklerini hissettirerek kendilerini yüceltebileceklerini zannederler. Bunlardan dolayı da din ahlâkından uzak olan câhiliyye toplumlarında “alaycılık” çok yaygın bir davranıştır.
Alaycı insanlar içlerindeki büyüklük hevesi nedeniyle sürekli herkesin eksik yönünü görür, güzel yönlerini ise fark edemezler. Bu tip kişilerin her birinin kendilerine göre kibirlendikleri bazı özellikleri vardır. Örneğin kimi başarısından, kimi güzelliğinden, kimi de zenginliğinden dolayı kibirlenir. Bundan dolayı da bu yönlerde eksiği olan insanlarla karşılaştıklarında onların eksiklikleriyle alay ederler. Kendilerine bu özellikleri verenin Allah olduğunu ve dilediği her an geri alabileceğini düşünmeksizin böylesine azgın bir tutum sergilerler. Câhiliyye toplumlarında din ahlâkından uzak olan yapı sebebiyle, alaycılık yaşamın kopmaz bir parçası halini almıştır. Çocuklar, gençler hep bu kültür ve ahlâkla birlikte büyürler.
2475] 2/Bakara, 34
2476] 7/A’râf, 11-13
2477] 40/Mü’min, 56
2478] 40/Mü’min, 57-59
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 563 -
Câhiliye Toplumunda Alaycılık
İman etmeyen insanlar Allah’ın insanlar için seçip beğendiği din ahlâkını yaşamadıkları için Kur’an’dan tamamen uzak bir yapıdadırlar. Bu nedenle de kendi aralarındaki günlük yaşamlarında alaycı tavırlar çok yaygındır.
Bu ahlâk bozukluğunun altında kibirli olmaları ve güzel ahlâkı yaşamamaları yatar. İçlerindeki bu kibir çeşitli nedenlerden dolayı ve birçok şekilde kendini belli eder. Bulundukları ortamda en üstün kişi olmak istedikleri için başkalarının güzel özelliklerini gördüklerinde onlarla alay ederler. Bu yolla karşılarındaki kişiyi aşağılamayı, onu insanların gözünde küçük düşürmeyi ve onun moralini bozmayı hedeflerler. Bu kişinin diğer insanların beğenisini ve takdirini kazanmasını istemezler. Allah’ın Kur’an’da öğrettiği gerçek sevgiyi, şefkati, merhameti yaşamadıkları için de alay ederek birbirlerini kırmaktan çekinmezler.
Günlük hayatları bunun örnekleriyle doludur. Arkadaşlarının ya da başka insanların eksiklikleriyle, fiziksel kusurlarıyla ya da hatalarıyla kendi aralarında konuşarak, alay ederler. Ayağı kayıp yere düşen, boğazına bir şey kaçan, dili sürçüp bir kelimeyi yanlış söyleyen birini gördüklerinde abartılı ve uzun süreli gülüşlerle taciz ederler. Ardından da yine o kişi hakkında küçük düşürücü yönde konuşmalar yaparlar. Hatta o an gülerek o kişiyi taciz ettikleri gibi, daha sonraki günlerde de her fırsatta bunu ona hatırlatarak, utandırmaya çalışırlar. Alaya maruz kalan kişiler de aynı ahlâkı yaşamaktadırlar. Sonraki günlerde kendileriyle aynı duruma düşen birini gördüklerinde onlar da o kişilerle alay edeceklerdir. Yani tüm bu kişilerin arasında sanki “sessiz” bir câhiliyye anlaşması vardır. Bu yüzden kendileriyle alay edildiğinde onlar da kendilerine gülünenden daha fazla gülerek bu durumu bastırmaya çalışırlar. Canları yanmış olsa bile bunu hissetirmemeye çalışırlar. Çünkü taciz olduklarının anlaşılması, kendilerince küçük düşmeleri anlamına gelmektedir.
Bunun dışında bazı kişiler de yolda fiziksel yönden eksikliği olan birini gördüklerinde elleriyle o kişiyi işaret ederek, gülmeye ve kendilerince alay etmeye çalışırlar. Eksikliği olan kişinin bunu görebileceğini ve taciz olabileceğini bildikleri halde böyle çirkin bir tavrı uygulamaktan çekinmezler. İnsanların kıyafetleriyle, saç şekilleriyle, konuşma tarzlarıyla, şiveleriyle, üsluplarıyla, meslekleriyle ve hatta yaşam şekilleri ile alay etmeyi bir eğlence şekli olarak değerlendirirler. Bunu da daha önce belirttiğimiz gibi yalnızca kendi gururlarını tatmin etmek, başkalarının takdir edilmesini önlemek ve diğer insanları kendilerince küçük düşürmek kastıyla yaparlar.
Günlük Hayatta Câhiliye Zulmü: Alaycılık
Câhiliyye toplumlarında alaycı ahlâk ortaokul ve lise çağlarından başlayarak gençler arasında yaygınlaşır. Örneğin bir okula başka şehirden belki daha varlıklı veya güzel görünümlü bir öğrenci gelir. Diğer öğrencilerin büyük bölümü onu câhiliyye insanlarına mahsus bir ahlâk gereği olarak kıskanırlar, ancak bunu örtmek için onunla çeşitli yollarla alay ederler. Sürekli olarak onun eksikliklerini bulmaya çalışırlar, hatta öyle ki güzel yönlerini dahi eksiklik olarak değerlendirirler. Düz saçlıysa “süpürge saçlı” olduğunu, uzun boyluysa “sopa” gibi olduğunu söyleyerek, kendi aralarında ona kendisinin hoşuna gitmeyecek isimler takarlar. Böylece o kişi hakkında alaycı bir üslup kullanarak, herkesi bu yönde
- 564 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etkilemeye, herkesin o kişiyi küçük görmesini sağlamaya çalışırlar.
Aynı şekilde sınıfta kendilerinden daha çalışkan, daha başarılı bir öğrenci olduğunda da bunu çekemezler. Onu küçük düşürmek için, başarısını yerecek tarzda lakaplar takarak onunla alay ederler. Sınıftaki diğer öğrencilerle de alay etmek için her fırsatı değerlendirirler. Özellikle maddî konuları alay etmek için uygun bulurlar. Geçen seneki formasını ya da ayakkabısını giyen birini küçümsemek ve alaycı bir şekilde arkasından konuşmak sık yapılan bir harekettir. Öğrencilerin oturdukları semtler, evleri ve evlerindeki eşyalar da alay malzemesidir. Kişilerin babalarının mesleği, annelerinin çalıştığı yer, alışılmadık, değişik bir isme sahip olmaları veya kişinin isminin tanınmış biri ile aynı olması gibi pek çok konu, alay edilecek şeyler olarak görülebilir. Bazı öğrenciler özellikle öğretmenleri ile alay ederler. Öğretmen tecrübesiz yeni bir öğretmen ise üslubu ile ya da tecrübesiz tavırları ile alay ederler. Öğretmen yaşlı ise bazı hareketleri ağır yapıyorsa ya da gözleri iyi görmüyorsa bununla da alay edilir. Öğretmenlerinin kıyafetleri de alay konusudur. Mesela öğretmen sık sık aynı kıyafeti giyiyorsa, kıyafeti ütüsüz ise bunu birbirlerine söyleyerek alay ederler.
Bu durum işyerleri için de geçerlidir. Oradaki alaycılık ise kişilerin sahip oldukları mevkilere göre değişmektedir. İnsanlarda genelde mevki olarak kendi altlarında bulunan kişilere karşı daha yoğun bir alaycılık gözlemlenir. Bunu yapan kişiler böylelikle kendi enaniyetlerini tatmin etmeye çalışırlar. Kendilerinden üstte olan kişilere kibir yapamayacakları için kendilerine bağlı olan ya da daha alt mertebede gözüken kişileri ezmeye çalışırlar, bunu da onlarla alay ederek yaparlar. Örneğin, çoğunlukla şirketlerde müdürler sekreterlerine karşı alaycıdırlar, onların yaptıkları işlerle, hazırladıkları şeylerle alay ederler. Buradaki alaycılık lisedekinden farklıdır. Açıkça isim takarak değil de gizliden gizliye yapılır. Verilen tepkilerde, küçümseyen tavırlarda, alaycı bakışlarda bu durumu görmek mümkün olur. Karşıdakinin yüzüne bakmadan konuşmak, cevap vermemek, duymamış gibi yapmak, karşı tarafın ilk defa karşılaştığı durumlarda veya yaptığı acemiliklerde gülmek, etrafa alaycı bakışlarla bakmak bunlar arasında sayılabilir.
Alaycılığın farklı bir şekli de iş yerlerinde yarış halinde olan kişiler arasında görülür. Örneğin birbirleriyle rekabet halinde olan iki sekreter, birbirlerinin kusurlarını, eksik yaptıkları işleri bütün iş yerine duyurmaya çalışırlar. Veya birbirlerinin fiziksel kusurlarıyla, kıyafet seçimleriyle, yürüyüşleriyle veya herhangi bir özellikleriyle alay ederek, birbirlerini diğer insanların gözünde küçük düşürmek isterler. Eğer bu iki kişiden biri daha mazlum bir insansa, diğeri onu ezmek kastıyla her an iğneleyici sözlerle, küçük düşürücü bakışlar ve konuşmalarla ona sıkıntı vermeye çalışır. Genellikle diğerlerine göre tevazulu, mülayim insanlar çalışma ortamlarında hep ezilen kesimi oluştururlar. İnsanlar Kur’an ahlâkından uzak yapılarıyla bu tarz kişilere yüklenir, ama kendilerinden üstün gördükleri, baş edemeyeceklerini düşündükleri kişilere yanaşmazlar. Hatta o kişilere karşı sürekli “sempatik” görünmeye çalışırlar.
Câhiliyye toplumunun günlük yaşamına da alay hâkimdir. Kur’an ahlâkının yaşanmadığı böyle ortamlarda alaycılık toplumun hemen her alanında yaygın şekilde görülür. Özellikle de fakirlerle alay edilir. Onların kıyafetleri, konuşma tarzları ve üslupları, renk seçimleri, yaşam biçimleri alay konusu olan malzemelerdir.
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 565 -
Okullarda, iş yerlerinde, zenginlerle fakirlerin yan yana geldiği toplu ortamlarda bu sık sık karşılaşılan bir durumdur. Ama bunun yanı sıra fakirlerin zenginlerle alay etmesi de sıkça görülür. Her iki kesim de câhiliyye ahlâkını yaşadıkları için hiçbiri bu ahlâkın çirkinliğini kabul etmek istemezler. Üstelik onları, bu çirkin tavırlardan uzak tutacak bir sınır da yoktur. Allah korkusuna sahip olmadıkları için, yaptıkları alaycılığın karşılığını âhirette göreceklerini göz ardı ederler. Hesap gününü düşünmeden yaşamlarını sürdürürler.
Bu din ahlâkından uzak yapı içinde, artık sınır tanımaz bir azgınlık gösterirler. Zengin birinin üzerindeki kıyafetleri kıskanarak ona çeşitli çirkin isimler takarlar, örneğin “palyaço gibi” olduğunu söyleyerek alay ederler. Sanki üzerindekiler çok kötüymüş, rüküş olmuş gibi bir izlenim oluşturmaya çalışırlar. Bu, aslında o kişiyi kıskandıkları için yaptıkları bir eylemdir. Bu ahlâktaki kişiler, kendilerinde olmayan her şeyi kıskanır ve bunlara sahip olan insanlarla alay ederek, onlardan intikam aldıklarını düşünürler.
Kur’an ahlâkını yaşamayan insanlar birbirlerinin ufak tefek fiziksel kusurları ile de alay ederler. Örneğin bir kişinin ellerinin, ayaklarının küçük ya da büyük olması, saçlarının olmaması ile alay ederler. Boyu kısa ya da uzun olan bir kişiye lakap takarak sürekli yüzüne vururlar. Kişinin şişman ya da zayıf olması ile alay ederler. Gözleri bozuk olan, şaşı olan, gözlük takan bir kişi ile lakap takarak alay ederler. Kulakları ağır işiten bir kişiyle de çeşitli şekillerde alay ederek taciz ederler. Kadınlar özellikle kendi aralarında arkadaşlarının saçlarının kesimi ve rengi ile alay ederler. Kısacası câhiliyye ahlâkını yaşayan bu insanlar arasında hemen her şey alay konusu olabilir. Günlük hayatları bunun örnekleriyle doludur. Daha birbirileriyle ilk karşılaştıkları anda dahi alaycı tavırlarına başlarlar. Örneğin, o gün şık giyinmiş birine “Nereye böyle? Düğüne mi gidiyorsun?” diye sorarak rahatının kaçmasını, kıyafetinin abartılı olduğunu düşünmesini sağlar. Veya biri nezâketen “nasılsın” diyerek hatırını sorduğunda, diğeri “Sen benim nasıl olduğumu merak eder miydin?” şeklinde alaycı imalarda bulunur. Sık sık iğneleyici bakışlar ve sözler kullanır. Bunların son derece çirkin tavırlar olduğunu görmek istemezler. Aynı şey kendilerine yapıldığında canları yanar ama yine de vazgeçmeyi düşünmezler. Çünkü bu tavır, artık onların câhiliyye toplumunun bir gereği olarak doğal karşıladıkları bir yapı olmuştur. Arkadaş toplantıları ve sohbetlerde de bu tarz alaycılığa çok sık rastlanır. Sürekli olarak arkadaşlarının, yakınlarının gıyaplarında alaycı espri ve konuşmalar yaparlar.
Özellikle beceriksizlik ya da sakarlık yapan biriyle alay etmek önemli bir eğlencedir câhiliyye insanları için. Doğum günlerinde ya da önemli günlerde aldıkları hediyeleri beğenmeyip, başka arkadaşları ile beraber onu alay konusu edinirler; verenin ucuz bir hediye seçtiğini, zevksiz bir seçim yaptığını dile getirirler.
Câhiliyye insanlarının alaycılıkları her zaman açıkça olmayabilir. Aralarında uyguladıkları en yaygın kötü ahlâk özelliklerinden biri de iğneleyici sözler ve kötü bakışlarla imalı bir şekilde alay etmektir. Özellikle kendilerinden makam, mevki, özellik ya da yetki bakımından üstün biriyle direkt alay edemeyecekleri için kendi aralarında bakışarak, gözleriyle anlaşarak alay ederler. Böylece gizlice alay ederek kendilerinin o kişiden üstün olduklarını, o kişiyi aşağıladıklarını düşünürler. Örneğin bir şirket ortamında yönetici sınıfına sahip birisi bir hata yaptığında, mesela dili sürçtüğünde, ortamda bulunan kişiler kendilerinden üst
- 566 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düzeyde olan bu kişiyle açıkça alay edemezler. Bunu yapamadıkları için de bu imalı alay yöntemini kullanırlar. Birbirlerine anlamlı bir şekilde bakarlar, gözlerinin içinde alaycı bir gülüş vardır. Dışarıdan bakan dikkatli bir kişi bunu elbette hemen fark eder, fakat açıkça yapmadıkları için ispatlamak pek mümkün olmaz.
Din ahlâkından uzak toplumlarda, tüm bu sıkıntı verici davranışlar nedeniyle bireyler son derece huzursuz bir ortamda yaşamak zorunda kalırlar. Herkes birbiriyle alay edecek bir yön bulur, ama kendisiyle alay edilmesinden de ciddi anlamda rahatsız olur. Buna rağmen içinde bulundukları ortamı değiştirmek için bir çaba harcamazlar. Çünkü alaycılığın kötü bir davranış olduğunu, Allah’ın emrettiği ahlâka uygun olmadığını dile getirirlerse, kendileri de başkalarıyla alay edemeyeceklerdir. Bu ise, nefislerinin kesinlikle istemediği bir durumdur. Bu yüzden karşılaştıkları alaycı tavırları, hayatın bir gereği olarak kabullenirler. Bundan dolayı da birbirlerinin kötü davranışlarını yadırgamazlar. Allah Kur’an’da, “Yapmakta oldukları münker (çirkin iş)lerden birbirlerini sakındırmıyorlardı. Yapmakta oldukları şey ne kötü idi!”2479 âyetiyle bu tip kişilerin yanlış tutumlarını haber vermiştir.
Sonuç olarak Kur’an ahlâkının yaşanmadığı bir yerde, her çeşit alaycı tavır, küçük düşürücü konuşma, rahatsız edici bakış ve gülüş görülebilir. Bunun meydana getirdiği sıkıntılı ve huzursuz ortamdan kurtulmanın tek yolu ise Kur’an’ın emrettiği güzel ahlâkı benimsemek, onu yaşamak ve yaşatmaktır.
Kur’an’da Alaycılık Yasaklanır
“Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi ‘olmadık-kötü lakablarla’ çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zâlim olanların ta kendileridir.”2480
Allah yukarıdaki âyetiyle, insanların yaşamlarının her anında alaycılığı yasaklamıştır. Âyette yasaklanan konuların her birinin, câhiliyye toplumlarında yaşanan ahlâksızlıklar olduğunu önceki bölümlerde anlatmıştık. Ancak burada alaycılık konusunu Kur’an’a uygun bir bakış açısıyla, daha detaylı olarak ele almakta fayda vardır.
Âyette dikkat çekilen, toplumların birbirleriyle alay etmesi, kendi medeniyetlerini üstün görmesi, diğer insanları küçümsemesi dinsizliğin birer sonucudur. Oysa Allah katında üstünlük ölçüsü insanların sahip oldukları Allah korkusu ve takvâdır. Yoksa maddî güç, fiziksel özellikler, ileri bir teknoloji veya herhangi başka bir dünyevi kıstas insanları birbirlerinden üstün kılmaz. İnsanların farklı özelliklere sahip olması, kadın veya erkek olması, değişik ırklara mensup olması, beyaz tenli veya siyah tenli olması birer üstünlük alâmeti değildir: “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.”2481
2479] 5/Maide, 79
2480] 49/Hucurât, 11
2481] 49/Hucurât, 13
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 567 -
Allah, Hucurât Sûresi’nin yukarıdaki 11. âyetinde kadınların da birbirleriyle alay etmesini yasaklamıştır. Özellikle kadınların birbirlerine karşı alaycı sözler sarf etmeleri, iğneleyici konuşmalar yapmaları câhiliyye toplumlarında daha sık rastlanan davranışlardandır. Hatta bu davranışlar öyle “alışılmış” olaylardır ki, iki kadın arasında geçen bu tarz bir diyalog çok makul karşılanır. Bir kadın başka bir kadının fiziksel yöndeki eksikliklerini mümkün olduğunca sık dile getirir. Hatta açık bir eksikliği yoksa da herhangi bir özelliğini bir kusurmuş gibi göstermeye çalışır. İçinde duyduğu kıskançlık sebebiyle her türlü iftiraya, alaycı tavra başvurabilir.
Oysa Kur’an’da insanların birbirlerine sıkıntı verici, tâciz edici davranışlar göstermeleri çirkin bir ahlâk olarak tanımlanmıştır. Allah bir başka âyetinde insanların birbirlerini çekiştiren, gizli yönlerini araştıran tavırlarının çirkinliğini şöyle bir örnekle haber vermiştir: “Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok merhametlidir.”2482
Allah bir diğer âyetinde yine insanlar arasındaki alaycı tavırlara dikkat çekerek, gerek sözle gerekse bakışla yapılan alaycılığın üzerinde durmuştur: “Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline!”2483
Kuşkusuz bu âyetteki kesin ifadeden, böyle bir davranış göstermekten çekinmek gerektiği açıkça anlaşılmaktadır. İnsanların, gerek bakışlarla ve mimiklerle, gerekse sözlerle uyguladıkları alaycı tavırlar elbette karşılıksız kalmayacaktır. Allah Kur’an ahlâkını yaşamayan, hesap gününü düşünmeden çirkin davranışlarda bulunan bu kişileri yukarıdaki âyetiyle uyarmaktadır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, alaycılık yalnızca câhiliyye toplumu insanlarına özgü bir ahlâksızlıktır. Mü’minler arasında böyle çirkin tavırlara kesinlikle izin verilmez. Mü’minler güzellik, zekâ, zenginlik, yetenek gibi her türlü özelliği, insanlara Allah’ın verdiğini bilirler. Birbirlerinde gördükleri güzel özellikleri de büyük bir hoşnutlukla karşılarlar. Nefislerine değil, Allah’ın rızasına uydukları için, câhiliyye toplumu insanlarının içlerinde yaşadıkları kibir, haset gibi duyguları yaşamazlar. Bu yüzden birbirlerine karşı her zaman hoşgörülü, hüsn-i zanlı, olumlu, mütevâzı bir yaklaşım içinde olurlar. Aynı şekilde birbirlerinde gördükleri eksiklikleri de Allah’ın bir deneme olarak verdiğini bilirler. Bu yüzden bu eksiklikleri ortaya çıkarmaz, aksine bunları telafi edecek yönde güzel davranışlar gösterirler. Alaycılığı çağrıştıracak en küçük bir tavırdan, bakıştan, sözden dahi şiddetle sakınırlar. Mü’minlerin alaycılığa bakış açısını aşağıdaki âyette haber verilen, Hz. Mûsâ’nın sözleri açıkça yansıtır: “Hani Mûsâ kavmine: ‘Allah, muhakkak sizin bir sığır kesmenizi emrediyor’ demişti. ‘Bizi alaya mı alıyorsun?’ dediler. (Mûsâ) “Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım’ dedi.”2484
2482] 49/Hucurât, 12
2483] 104/Hümeze, 1
2484] 2/Bakara, 67
- 568 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Görüldüğü gibi mü’minler alaycılığa benzer bir hareket yapmaktan derhal Allah’a sığınırlar. Böyle bir davranış göstermenin câhilce bir tutum olduğunu bilirler. Her şeyden önemlisi bunun Allah’ın hoşuna gitmeyecek bir tavır olduğunu bilmeleri, bundan sakınmaları için en büyük nedendir.2485
2485] H. Yahya, Alay Denen Zulüm, Vural Y.
GIYBET, ALAY, LAKAP, SÛ-İ ZAN
- 569 -
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Ğayb Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 60 Yerde:) 2/Bakara, 3, 3, 3; 3/Âl-i İmrân, 44, 179; 4/Nisâ, 34; 5/Mâide, 94, 109, 116; 6/En’âm, 50, 59, 73; 7/A’râf, 7, 188; 9/Tevbe, 78, 94, 105; 10/Yûnus, 20; 11/Hûd, 31, 49, 123; 12/Yûsuf, 10, 15, 52, 81, 102; 13/Ra’d, 9; 16/Nahl, 77; 18/Kehf, 22, 26; 19/Meryem, 61, 78; 21/Enbiyâ, 49; 23/Mü’minûn, 92; 27/Neml, 20, 65, 75; 32/Secde, 6; 34/Sebe’, 3, 14, 48, 53; 35/Fâtır, 18, 38; 36/Yâsin, 11; 39/Zümer, 46; 49/Hucurât, 12, 18; 50/Kaf, 33; 52/Tûr, 41; 53/Necm, 35; 57/Hadîd, 25; 59/Haşr, 22; 62/Cum’a, 8; 64/Teğâbün, 18; 67/Mülk, 12; 68/Kalem, 47; 72/Cinn, 26, 26; 81/Tekvîr, 24; 82/İnfitâr, 16.
B- Ğıybet Etme Konusuyla ilgili Âyet-i Kerimeler: Gıybet Etmekten Sakınmak: 4/nisâ, 148; 49/Hucurât, 12; 104/Hümeze, 1.
C- Zann kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 68 yerde:) 2/Bakara, 46, 78, 230, 249; 3/Âl-i İmrân, 154, 154; 4/Nisâ, 157; 6/En’âm, 116, 148; 7/A’râf, 66, 171; 9/Tevbe, 118; 10/Yûnus, 22, 24, 36, 36, 60, 66; 11/Hûd, 27; 12/Yûsuf, 42, 110; 17/İsrâ, 52, 101, 102; 18/Kehf, 35, 36, 53; 21/Enbiyâ, 87; 22/Hacc, 15; 24/Nûr, 12; 26/Şuarâ, 186; 28/Kasas, 38, 39; 33/Ahzâb, 10, 10; 34/Sebe’, 20; 37/Sâffât, 87; 38/Sâd, 24, 27; 40/Mü’min, 37; 41/Fussılet, 22, 23, 23, 48, 50; 45/Câsiye, 24, 32, 32; 48/Feth, 6, 6, 12, 12, 12; 49/Hucurât, 12, 12; 53/Necm, 23, 28, 28; 59/Haşr, 2, 2; 69/Haakka, 20; 72/Cinn, 5, 7, 7, 12; 75/Kıyâme, 25, 28; 83/Mutaffifîn, 4; 84/İnşikak, 14.
D- Zan Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
a- Zan ile Gerçeğe Ulaşılmaz: 6/En’âm, 148; 10/Yunus, 36; 53/Necm, 28.
b- Kesin Olarak Bilinmeyen Bir Konu Hakkında Zandan ve Tahminden Kaçınmak: 17/İsrâ, 36; 49/Hucurât, 12.
c- Zannın Birçoğu Günahtır: 49/Hucurât, 12.
d- Fâsıkların Getirdiği Haberi Araştırmak: 49/Hucurât, 6.
e- Hoşa Giden Bazı Şeyler Şer, Hoşa Gitmeyen Bazı Şeyler Hayır Olabilir: 2/Bakara, 216; 31/Lokman, 34.
f- Kâfirler Zan ile Hareket Ederler: 10/Yûnus, 36.
E- Kur’ân-ı Kerim’de Toplam 41 Yerde Geçen “S-h-r” Kelimesinin Alay Anlamında Kullanıldığı Yerler (Toplam 13 Yerde:) 2/Bakara, 212; 6/En’âm, 10; 9/Tevbe, 79, 79; 11/Hıcr, 38, 38, 38; 21/Enbiyâ, 41; 23/Mü’minûn, 110; 37/Sâffât, 12, 14; 38/Sâd, 63; 49/Hucurât, 11.
F- Lakab kelimesi Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime -Çoğul Olarak- (1 Yerde:) 49/Hucurât, 11.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 1, s. 97-98; c. 4, s. 16; c. 5, s. 447; c. 6, s. 425
2. TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y., c. 23, s. 336
3. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, Kuba Y., c. 2, s. 157-164
4. Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel Kavramlar, Vural Y., s. 89-93
5. H. Yahya, Alay Denen Zulüm, Vural Y.
6. Kardeşlik Çağrısı, Ramazan Kayan, Çıra Y.
7. Kardeşlik Çağrısı, Mehmet Metiner, Risale Y.
8. Kardeşlik ve Hoşgörü, Muhammed M. Pickthall, Akabe Y.
9. İslâm Kardeşliği, Abdullah Ulvan, Uysal Kitabevi Y.
10. İslâm’da Sevgi ve Kardeşlik, Hüsnü Ethem Cerrar, Dünya Y.
11. Sevgi Medeniyeti, Rehber Y.
12. Müslümanların Kaynaşması, Selâmet Y.
13. İslâm’da Müsamaha, İmam Gazali, Marifet Y.
14. İslâm’da Hoşgörü ve Sınırı, Taner Akçam, Başak Y.
15. İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
16. İhtilâf Ahlâkı, Mustafa Çelik, Misak Y.
17. Müslümanlar Arasında Görüş Ayrılığı ve İslâm’da İhtilâf Usûlü, Abdülhalim Ural
18. İslâm’da İnsan Hakları, Hayreddin Karaman, İz Y. s. 171-228
19. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.
20. Kur’an’ın Işığında İhtilâfları Çözüm Tarzı, Ahmet Baydar, Haksöz, sayı 56, Kasım 95
21. İslâm ve İnsan Hakları, Muhammed Umara, Denge Y.
- 570 -
KUR’AN KAVRAMLARI
22. İslâm’da Karşılıklı Haklar ve Vazifeler, Mehmet Talu, Şelâle Y.
23. İslâm ve İnsan Hakları, Muhammed Umara, Denge Y.
24. İslâm’da Şahsiyet Hakları, Hüseyin Tekin Gökmenoğlu, T.D.V. Y.
25. İslâm’da Karşılıklı Haklar ve Vazifeler, Mehmet Talu, Şelâle Y.
26. Cihan Sulhü ve İslâm, Seyyid Kutub, Arslan Y.
27. İyi Müslüman, İsmail Lütfi Çakan, T.D.V. Y

Okunma 1314 kez
Bu kategorideki diğerleri: « GAZAP GÜNAH »