Asim Şensaltık

Asim Şensaltık

Pazartesi, 22 Şubat 2021 09:04

ŞEFAAT VE VESİLE

ŞEFAAT VE VESİLE

  •  Şefaat Kelimesinin Anlamı
  • Şefaatin Mâhiyeti
  • Kur’ân-ı Kerim’de Şefaat
  • Şefaat Kavramının Yozlaştırılması
  • Şefaat Hakkında Değerlendirme
  • Vesîle; Lügat Anlamı
  • Kavram Olarak Vesile
  • Kur’ân-ı Kerim’de Vesile
  • Tevessülün Çeşitleri
  • Kur’an’a Göre Vesile Sâlih Ameldir
  • Duânın İstismar Edilmesi ve Muskacılık
  • Sorular

 

Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:

* Şefaat kavramının lügat ve ıstılah anlamlarını tanımlayabilmek.

* Şefaatin mâhiyetini Kur’an’daki vurgulardan yola çıkarak açıklayabilmek.

* Tarihsel süreç içinde ve mistik yaklaşımlarla şefaat kavramının nasıl ve

   hangi yönlerle yozlaştırıldığını ifadelendirebilmek.

* Sözlük ve terim olarak vesile kavramını tanımlayabilmek.

* Kur’an’da vesile kavramı ile ilgili âyet meallerini ifadelendirebilmek.

* Tevessül kaç çeşittir, sınıflandırarak içeriklerini izah edebilmek. 

* Kur’an’a göre vesilenin ne olduğunu açıklayabilmek.

* Duânın istismar edilmesi ve muskacılık, üfürükçülük hakkında bilgi verebilmek.

 

  •  ŞEFAAT

Şefâat Kelimesinin Anlamı

"Şefâat"in aslı "şef'" kelimesidir. Bunun anlamı da bir şeyi benzeri olan şeye eklemek, yan yana getirmektir. Şef' kelimesinden türeyen şefâat ise, sözlükte, bir kimsenin bağışlanmasını istemek, başkası adına yardım istemek, duâ etmek, rica etmek demektir. Şefâat, bir mü'minin günahlarının bağışlanması için Allah'a duâ edip yalvarmaktır. Bir başka deyişle, bir kimsenin yardım etmek veya yardım dilemek gayesiyle, bir başka kişiye nisbet edilmesi, onunla birlikte anılmasıdır. Daha çok yüksek makamdan aşağı makama doğru bir kullanılışı ifade eder. Şefâat edene Şâfi' veya Şefî'; şefaat edilene meşfû' (şefaat bekleyen) denilir. "Şefâat"in çoğulu şüfeâ' olarak gelir.

Şefaat, kişinin yardım edeceği, kendisi için istekte bulunacağı kimsenin yanında yer alması ve onu tek bırakmamasıdır. Şefaat kavramı en çok saygı ve rütbe yönünden yüksek olanın kendisinden daha aşağı birinin yanında yer alıp yardımıyla  onu yalnız başına bırakmamasında kullanılır.[1]

Şefâat, aynı zamanda aracı olmak, yardım etmek, öncülük yapmak gibi anlamlara da gelir. Bu çeşit şefaat, âhiretle ilgili değil; dünyada olan aracılıktır.

 

Şefâatin Mâhiyeti

Allah’ın şefaat için kimlere izin verdiği veya vereceği konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değildir.  Çünkü bu Rabbimizin bileceği bir konudur. Şu kadar var ki, şefaati yardım etmek, birinin zarardan kurtulması için duâ etmek, iyi bir şeye öncülük mânâsıyla alırsak, mü’minlerin ve sâlih insanların diğer kimseler hakkındaki duâlarını, şehidlerin ve çocukların yakınlarına duâ etmelerini, peygamberlerin ümmetleri için yalvarmalarını bu şefaat kapsamı içerisinde düşünebiliriz.

Şefaati, bir kimseyi azaptan kurtarmak için Allah’a aracı olmak şeklinde düşünürsek;  bu, olmayacak bir şeydir. Hiç kimsenin bir başkasını azaptan kurtarmaya yetkisi olmadığı gibi gücü de yoktur. Birçok hadis-i şerifte geçtiği gibi Peygamberimiz (s.a.s.) ümmeti için şefaat etmeye izinlidir. O, mü’minlerin günahlarının bağışlanması için Allah’a duâ etmiştir ve Âhirette yine duâ edecektir.[2]“Her peygamberin kabul edilen bir duâsı vardır. Diğer peygamberler o duâyı yapmakta acele ettiler. Ben ise bu duâmı Kıyâmet gününde ümmetime şefaat için sakladım. Ona, ümmetimden şirk koşmayanlar kavuşacaklardır.”[3]

Buna benzer birçok hadis rivayetinde Peygamberimiz'in şefaat izni olduğunu görmekteyiz. Bu şefaat elbette onu hak edenler içindir. Kur’an’da ise, hiçbir insanın şefaat yetkisinden bahsedilmez. Tümüyle Allah’ın elinde olan şefaat yetkisini, Allah izin verdiklerini onore etmek için isterse kullanır.         

İnkâr edenler için şefaat kapısı kapalıdır. Allah’a şirk  koşanlar şefaatten  yararlanamazlar. Onlar, dünyada iken kendilerine gelen elçileri ve onların haber verdiği Âhireti kabul etmiyorlardı. O elçileri alaya alıyorlar, Rablerine isyan ediyorlar, ya da Allah’tan başka ilâhlar ediniyorlardı. Bu nedenle onların orada yardımcıları ve bir şefaat edicileri yoktur. Onları azaptan kurtaracak, ya da cezalarını hafifletecek bir velîleri de olmayacaktır.

Allah izin verirse, Peygamberimizin şefaati, mü’minlerin bağışlanması için bir duâ ve yakarış olarak gerçekleşecektir. Veya dünyadayken gerçekleşmiştir. Şefaat olunacak mü'minlerin de şefaat edilmeye lâyık olmaları şarttır. Şüphesiz ki Allah’ın affetmeyeceği bir kimse için Peygamber af ve bağışlanma dilemez.

Şefâat, bir yönüyle de yardımdır; Bir kimseye faydalı olmak, ona iyiliğin gelmesine aracı olmak, bir kötülüğün ondan uzaklaşmasına yardımcı olmaktır. Bu şefâat çeşitli şekillerde olabilir. Nitekim Peygamberlerin tebliği, insanları Hakka dâveti bir şefaat olduğu gibi onların, ümmetleri için duâ edip affedilmelerini istemeleri de bir şefâattir.[4]

Mü'minin, mü'min kardeşinin günahlarının affı için duâsı Allah katında ona şefaati türündendir. Allah katında hayırlı bir kulun bu duâsı ister dünyada iken sağ olan mü'min için olsun, ister ölmüş mü'min için olsun veya âhirette meydana gelsin aynıdır. Dünyada iken Hz. Peygamber’in (s.a.s.) mü'minlere duâsı, onlara bir çeşit şefaatidir. O daha bu dünyada hayatta iken mü'minlere duâ ederek şefaatte bulunmuştur. Nitekim Hz. Âişe’nin (r.a.) naklettiğine göre, Rasulullah (s.a.s.) çok defa geceleri yatağından kalkar, mü'min ölülere Allah'tan mağfiret istemek için Bâkiu'l-Ğarkad mezarlığına giderdi.[5]                                          

 

Kur’an’da Şefaat

Kur'an'da şefaat kelimesi 30 yerde geçer. Bu âyetlerden 13 tanesi, genel olarak şefaatin geçersizliği, kabul edilmeyeceği ile ilgilidir. Bu âyetler, doğrudan şefaat düşüncesini devre dışı bırakır. Bu âyetleri, Kur'an bütünlüğünde değerlendirdiğimizde, bu kabul edilmeyen şefaat, âhirette kâfirler için fayda vermeyen şefaattir. Yine bu şefaatin, Allah'ın izin vermediği durumlarla ilgili olduğu görülür. Çünkü Kur'an'ın şefaatle ilgili olarak vurgu yaptığı önemli bir konu, şefaatin Allah'a ait olduğu, O izin vermedikçe kimsenin şefaat edemeyeceğidir. Yine herkese şefaat edilemeyecek, Allah'ın dilediği ve râzı olduğu kişilere şefaat edilebilecektir. Kur'an'ın şefaat kavramının da tevhid akidesiyle ilgisini kurarak şefaati Allah'ın iznine bağlaması gösteriyor ki, hakikatte şefaat eden de, şefaati kabul eden de Yüce Allah'tır. “De ki: ‘Şefaatin tamamı Allah’a aittir.”[6] Şefaat dilekleri de, mü'minlerin şefaatten yararlanmaları da Allah'ın iznine bağlanmıştır. Bu yüzden şefaat isteği ve duâsı sadece Allah'a yapılmalıdır.

 

Şefaat İzni: Kur’an, şefaat olayının daha çok Âhiretteki durumunu anlatmaktadır. “...O’nun izni olmadan, O’nun katında şefaat edecek kimdir?...”[7] âyeti, eğer Allah izin verirse başkalarının da şefaat isteğinde bulunabileceği anlamına geldiği gibi; müşriklerin şefaat umdukları bütün putlar ve benzerleri asla şefaatçi olamazlar, çünkü Allah (c.c.) onlara böyle bir yetki vermemiştir mânâsına da gelir. Yûnus Sûresi 3. âyette de benzer ifadeleri görüyoruz. Allah (c.c.), kendi katından ahid (söz) almışlara,[8] Hakka şâhidlik edenlere,[9] dilediği ve râzı olduğu kimselere[10] şefaat etmeleri için izin vermektedir.

 

Âhirette Kimsenin Şefaati Fayda Vermez: Bir âyette, mü’minlere mallarından ‘infak’ etmeleri emrediliyor. Bu infakın, hiç bir dostluğun veya şefaatin olmadığı Âhiret günü gelmeden önce gerçekleşmesi gerekir.[11] Bu ifade şefaat izniyle çelişmiyor. Esasen kullara şefaat edecek olan, onları kurtaracak olan Allah’tır. O’nun şefaatinin dışında hiç bir şey fayda vermez. Kişi başkalarının yapacağı şefaate güvenmemelidir. Fakat Rabbimiz dünyada veya Âhirette şefaat için bazı kullarına izin verebilir. İnkâr edenlere ve Hak’tan yüz çevirenlere hiçbir şefaatçinin şefaati fayda vermez.[12]

 

Tapınılan Sahte Tanrıların Asla Şefaati Olmaz: Allah (c.c.) inkârcılara, puta tapanlara şöyle soruyor: “Yoksa onlar Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler?”[13] Bazıları kendilerine şefaatçi olsunlar diye putları, Allah’ın dışındakileri ilâh edinirler.[14] Ancak bu putlar onlara asla şefaat edemeyecektir.[15] O inkârcıların ve dünyada iken İslâm’dan yüz çevirenlerin ne yardımcıları ne de bir şefaatçileri vardır.[16] Kendilerine şefaat edecek kimsenin olmadığını kendi ağızlarıyla itiraf ederler.[17] Allah’ın dâvetine uymayıp Kitap’tan yüz çevirenler o gün "bize şefaat edecek bir şefaatçi yok mudur?" diye yalvaracaklar veya dünyaya geri dönmeyi arzu edecekler.[18]

Kur’ân-ı Kerim, Allah’a şirk koşulan şeylerin/putların şefaat yetkisine sahip olmadıklarını vurgular.[19] Müşrikler, bir yandan Allah’a şirk koşuyorlar, bir yandan da koştukları ortakların Allah katında mutlaka şefaat edeceklerini iddia ediyorlardı. Kur’an’ın reddettiği şefaat, Allah’ın iznine bağlamadan birtakım varlıklardan beklenilen ve istenilen şefaattir. Yoksa Yüce Allah’ın, bizzat kendi yetkisinde olan şefaat nimetini, sevdiği bazı kullarına ihsan edeceğini Kur’an açıklamaktadır.  Yine Kur’an’dan anlaşılmaktadır ki, kâfirler için şefaat söz konusu değildir. Yine kendisine şefaat izni verilen şefaatçi, öyle herkese şefaat talebinde bulunamaz; Ancak Allah’ın râzı olduğu iyi kimseler için şefaat konusunda aracılık yapabilir.[20]

Kur’an’daki birçok âyet, Haşir gününde şefaatte bulunma fiilini reddeder.[21] Başka âyetlere göre ise, bu dünyada işledikleri kötü ameller nedeniyle âhirette cezalandırılmaktan şefaatçileri sayesinde kurtulacaklarını düşünenler, Haşir günü, telâkkilerinin yanlış olduğunu anlayacaklardır.[22] Bu tür âyetler, mahşerde adâlet ilkesinin sıkı sıkıya uygulanacağını ve herkesin kendi fiillerinin sorumluluğunu yükleneceğini ifade etmektedir. Kur’an, şefaatin Allah’ın izin ve müsaadesine bağlı olduğunu belirtir.[23]

Allah’ın en seçkin kulları melekler ve peygamberlerin  bile Allah izin vermeden şefaatleri sözkonusu değildir.[24] Ancak mü’minler için bir hak olan şefaat,[25] sadece Allah’a ait olup,[26] O’ndan başkası şefaat edemez, ama başkasına, şefaatte bulunmak müsaadesini vermek sûretiyle Allah şefaat eder. Kur’an âyetlerinde[27] şefaat iki şarta bağlanarak, Allah’ın, kendisi için şefaat dilenilen kimsenin kavlinden hoşnut olması ve şefaat ediciye de şefaat için izin vermesi halinde bu yoldan istifade edilebileceği anlatılır.      

Şefaat yetkisi ancak Allah’a aittir. Şefaat, sadece Allah’tan istenmelidir. Ölmüş kimseler isterse peygamber olsun, direkt olarak onlardan asla şefaat istenemez. “Yani, “şefaat yâ Rasûlallah” demek hem “şefaatin tamamının Allah’a ait olduğu”[28] âyetine, hem de “ancak Senden yardım isteriz”[29] âyetine ters düşeceği için câiz değildir. Peygamber’den bile şefaat istemek câiz olmadığına göre, Allah’ın dostu olduğu zannedilen kimselerden şefaat talep etmek ya da böyle bir şeyi garanti gibi bilmek hiç mi hiç câiz olmaz. “De ki: ‘Şefaatin tamamı Allah’a aittir.”[30] Ancak, “Ey Allah’ım, Rasûlullah’ı bana şefaatçi eyle” diyerek Allah’a duâ edilebilir. Tirmizî’nin rivâyet ettiği bir hadiste peygamberimiz bir sahâbîye şefaatini istemesini şöyle öğretmiştir: “Allah’ım O’nu (Rasulullah’ı) hakkımda şefaatçi kıl.”

Büyük müfessir Elmalılı, âyet el-kürsî’nin[31] tefsirinde şunları söyler: Tüm sebep O, tüm gaye O, her şeyin mâliki olan O; Allah’ın mülkü olan yaratıklardan kimin haddi ki Allah’ın izni olmaksızın yüce huzurunda şefaat edebilsin? Bu halde hangi budaladır ki Allah’ın emri olmadan bunların birinden şefaat dilenebilsin. Bizzat O’nun izni ve emri olmadıkça herkes başından korkmadan nasıl şefaate kalkabilir? Herhangi bir şeyde ister bir parça olsun tasarrufa kimin yetkisi olabilir? Bilindiği üzere şefaat, hürmete lâyık birinin kendinden düşük bir diğeri hesabına rica ve yakarma ile yardım ederek O’na katılması demektir ki, bu bir bilinmezi bildirmek veya bir isteği ortaya çıkarma ile bir beraberlik anlamını kapsar. Bunu da kendini ve kıymetini bilen ve şefaat olunan kimseye şefaat istenenden daha çok bir ilişkisi bulunan ve zarar getirmeyeceğinden emin olan kimse yapabilir.  

Oysa Allah’ın mülkü olan şu yaratıklardan herhangi biri ile Allah’tan daha çok birlikte bulunmaya ve O’na bilgiçlik satmaya ve ilerisini gerisini tamamen idrâk etmeden ve önünü ardını hesap etmeden ilâhî huzurda kendine bir mertebe verip de şefaate kalkışmak, gerek şefaat eden ve gerek şefaat olunan için ne kadar tehlikelidir? Eğer Allah bildirmemiş ise şefaat edecek olanın hali, şefaat edilecek olandan daha çok endişeye değer olmadığı nereden bilinir? Bu hal içinde, isterse melekler ve peygamberler olsun, kimdir o ki Allah’ın izni ve güç vermesi olmadan önünü ardını hesaplamayıp Allah’ın kullarına Allah’tan daha çok sahip çıkmak, koruma yetkisini kendinde görsün de şefaate cesaret edebilsin. Ancak Cenâb-ı Hak dilerse, özel veya genel şefaate ilâhî irâde çıkar da kendilerine bildirilmiş bulunursa o başka...

Demek ki Yüce Allah’ın ululuğundan şefaat umulamaz değildir. Fakat şefaat de herkesten önce O’nun kendi elindedir ve O’nun izni ve emri ile gerçekleşebilir. O zaman şefaat kapısı açılır ve şefaat etmesine izin verilenler kendi dilediklerine değil; yine Allah’ ın dilediklerine şefaat imkânını bulabilir. Bundan anlaşılır ki önce, hak tanımayan Allah düşmanlarının kendilerine şefaat etmesi umulan bir Allah dostu bulabilmelerine, bunun gibi müşriklerin putları gibi ilim şanından olmayanların şefaatçi olabilmelerine, asla ihtimal yoktur.[32]

"İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç kimseden şefaat kabul olunmaz ve fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım yapılmaz.”[33] Konumuzun temelini teşkil eden bu âyetin tefsirinde Min Vahyi'l-Kur'an adlı tefsirde şu açıklama yapılmaktadır:

Bu âyette şefaat, dünyadaki beşerî zihniyetin iptal edilmesi, kaldırılmasıdır. Yani dünyadaki zihniyet ve yaklaşıma göre insan tamamen sorumluluktan kurtulmak için bireysel bağlar ve kişisel umutlarla âhiretteki hayatını garanti altına almaya çalışmaktadır. Âhiret işlerini dünya işlerine benzetmektedir. Burada birisinin problemi olduğunda bir başkası onu halledebilmekte veya araya vâsıta/aracı koymakta. Ya da malî veya başka bir bedel karşılığında işini başkasına gördürmektedir. Bunlar genel bir kurala dayanmayan, kişisel seviyelerin durumlarına göre değişebilen çözüm yollarıdır. Bu tür hareketler ve girişimler kanun dışına çıkmaya neden olabilir. Eğer şefaat edecek olan kişiler şan, şöhret, makam ve mevki sahibi kimselerden oluşuyorsa orada kanun işlemez. İşte âyet, âhirette böyle bir şefaat anlayışını reddetmektedir.

İlke olarak şefaat meselesine gelince; pek çok cahil insanın anladığı gibi, mesele bireysel sevgiden kaynaklanan kişisel ilişkilerle hiç de ilgili değildir. Genellikle câhil insanlar, bu yanlış anlayışlarından dolayı peygamberlere ve velî zannettiklerine kişisel birtakım üstünlükler vererek adaklar, sadakalar ve benzeri şeylerle onlara yaklaşmaya çalışırlar. İnsanlar aynı mantıkla liderlere, şöhret ve makam sahibi kimselere hediyelerle yaklaşmaya çalışırlar ve onların şefaatlerini elde etmeye uğraşırlar. Peygamberlere vevelî zannettiklerine yakınlaşma ile liderlere ve makam sahiplerine yakınlaşma arasındaki tek fark, velîlere ve peygamberlere karşı beslenen bu duygunun kutsallık bilinciyle beraber olmasıdır.[34]

Şefaat konusunda bazı insanların aklına şöyle bir soru gelebilir: Yüce Allah'ın şefaat vaadinde bulunması ve peygamberlerin bunu duyurmuş olmaları, insanların günah işlemeye devam etmeleri ve Allah'ın koyduğu haramları çiğnemeleri yönünde teşvik edilmeleri sonucunu doğurmaz mı? Kitap ve sünnette şefaatle ilgili olarak yer alan nasları, dinin temel esası olan ortak koşmaksızın Allah'a kulluk sunmaya ve O'na itaat etmeye yöneltmeyle nasıl bağdaşır?

Öncelikle, sorudaki bu yaklaşım, bağışlamanın kapsamlılığını ve rahmetin genişliğini gösteren âyetlerle çelişmektedir: "Allah kendisine şirk/ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar."[35] Bu âyet, tevbe olayının söz konusu olmadığı durumlara işaret ediyor. Bunun kanıtı da tevbe edilmiş olması durumunda bağışlanan günahlar kapsamına giren "şirk"in bu âyette istisnâ edilmiş olmasıdır.

İkincisi; Yüce Allah tarafından dile getirilen şefaat vaadinin insanlara duyurulmasının insanları günaha sürüklemesi, dikbaşlılık ve isyankârlık yapmaya teşvik etmesi iki şarta bağlıdır:

1- Suçlunun şahsı ve nitelikleriyle birlenmesi. Ya da hakkında şefaat edilen günahın hiç bir şüpheye yer bırakılmayacak şekilde belirginleştirilmesi. Yani şu şahıs veya bu günah hakkında kesin olarak şefaat sözü verilmesi.

2- Şefaatin her türlü cezayı, tüm zamanlarda temelden yürürlükten kaldıracak şekilde etkin bir rol oynaması.

Eğer, "falanca gruptan olan insanlar veya bütün halk, işledikleri suçlardan dolayı cezalandırılmazlar, günahlarından dolayı kesinlikle sorgulanmazlar" veya, "falanca günahtan dolayı hiç bir zaman azab görülmez" şeklinde iddialar ortaya atılacak olursa, bu kesinlikle bâtıl bir iddiadır, yükümlülere yöneltilen hüküm ve sorumluluklarla alay etmektir. Fakat, eğer her iki şart açısından konu müphem bırakılırsa; şefaatin hangi günahlar ve hangi günahkârlar hakkında geçerli olacağı belirtilmezse; ya da yürürlükten kaldırılacak cezaların, tüm zaman ve durumlardaki cezalar olacağı şeklinde bir iddia ortaya atılmazsa, kişi vaad edilen şefaatin kapsamına girip girmeyeceğini bilmez, dolayısıyla Yüce Allah'ın koyduğu yasakları çiğnemeye cesaret etmez. Tersine, bu durum, kişide ilâhî rahmete yönelik bir duyarlılık meydana getirir. İşlediği günahlardan ve kötülüklerden dolayı ümitsizliğe ve Yüce Allah'ın rahmeti hakkında karamsarlığa kapılmaz.

Ayrıca Yüce Allah şöyle buyurmuyor mu? "Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz."[36] Âyet-i kerime, büyük günahlardan kaçınma şartına bağlı olarak küçük günahlar ve suçlar için öngörülen cezaların kaldırılacağını ifade etmektedir. Eğer, "büyük günahlardan sakınırsanız, küçük günahlarınızı affederiz" demek doğru ise, bu durumda, "eğer imanınızı korur da Kıyâmet gününde sağlam bir imanla bana gelirseniz, şefaatçilerin sizinle ilgili şefaatlerini kabul ederim" demek de doğru ve yerinde olur. Bütün mesele de zaten nihâyet imanı koruyabilmektir.

Çünkü günahlar imanı zayıflatır, kalbi taşlaştırır ve nihâyet şirke götürür. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hüsrâna uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın tuzağından (onlara mühlet verip de sonra ansızın yakalanmasından) emin olmaz."[37]"Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur."[38]"Sonra kötülük edenlerin sonu, Allah'ın âyetlerini yalanlamak oldu."[39] Bu uyarılar günahkârı günahlardan uzaklaştırmaya, takvâ yolunu izleyip muhsinlere ulaşmasını sağlamaya yeter ve böylece bu anlamdaki şefaate bile ihtiyaç duymaz. Bundan daha büyük yarar, en güzel sonuç budur. Aynı şekilde hakkında şefaat edilen suçlu veya şefaate konu olan suç belirlenir de, ancak azabın bazı yönlerini veya bazı zamanlarını kapsadığı vurgulanırsa, bu da, kesinlikle suçluların cesaretlenmesine, suç işlemeye teşvik edilmesine yol açmaz. Kur'ân-ı Kerim, şefaate konu olacak suçluları da günahları da belirginleştirmez. Cezanın kaldırılmasını da, ancak bazı durumlar için söz konusu eder.[40]

 

Şefaatle İlgili Şu Dört Nokta Gözönüne Alınmalıdır:

1-) Şefaat sırf Allah’a ait olan bir haktır. Allah’ın izni olmadan hiç kimse şefaat edemez. Hiç kimse, hiç bir konuda Allah’ı zorlayamaz. Mekke müşrikleri taptıkları putların Allah’a rağmen kendilerine şefaat edecekleri gibi sapık bir inanca sahiptiler. Şefaat etme yetkisine sahip olan peygamberler, âlimler ve şehitler ancak Allah’ın izniyle ve takdir ettiği kadar şefaat edebilirler.

2-) Şefaat, yalnız günahkâr müslümanlar içindir. Kâfirler için şefaat yoktur. Âyet-i kerimede Allah Teâlâ bu konu hakkında şöyle buyurmaktadır: “Onlara (Kâfirlere) şefaat edicilerin şefaati fayda vermez.”[41]

3-) Günahı az olan varken çok olana, imanı kuvvetli olan varken imanı zayıf olana şefaat edilmeyecektir.

4-) Müslümanlar, Allah’ı râzı etmeden, önceliği Allah’a değil de başkalarına vererek şefaat hakkı kazanamaz. Müslümanlar Allah’ın izniyle Peygamberimiz’in şefaatine hak kazanabilmek için de Peygamberimiz’in sünnetine uymalıdır. Hal ve hareketlerinde O’nu örnek almalıdır. Peygamber örnek alınmadan yaşanan hayat İslâmî bir hayat değildir.       

 

Şefaat Kavramının Yozlaştırılması

Tevhid akîdesinin anlaşılmasında en önemli kavramlardan birisi de şefaat kavramıdır. Tevhid ve şirk kavramları yeterince anlaşılmadan şefaat de anlaşılamaz. İşte bu sebeple şefaat kavramı, kimi istismarcılar tarafından ustalıkla çarpıtılmakta ve müslümanların temiz duyguları bazı çevreler yararına sömürülmektedir.

Kur’an’ın genel hatlarıyla anlattığı “tevhid”den habersiz olanların, sadece şefaat kavramını değil; diğer akîdevî kavramları da anlayabilmesi ve toplumsal yaşam içerisindeki istenilen yere oturtabilmesi mümkün değildir. Müslümanların, Allah’ın koymuş olduğu sınırları ve insanların o sınırlar içerisindeki yerini bilmesi gerekir. İnsanın yapısı, özellikleri ve gücü çok iyi bilindiği takdirde toplum içerisinde bazı insanların tuğyan edip haddi aşmaları, müstekbirleşerek Allah’ın sıfatlarına müdahale etmeleri de anlaşılabilecektir.

Şefaat kelimesinin anlamı, o günkü câhiliyye toplumunda çok iyi biliniyor ve kullanılıyordu. Müşrikler kendi putlarını Allah’a yaklaştırıcı olarak kabullendikleri[42] gibi, âhiret gününde şefaat edeceklerine ve kendilerini azaptan kurtaracaklarına da inanıyorlardı. “Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine hiçbir zarar ve fayda veremeyecek şeylere tapıyorlar ve ‘bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ diyorlar. De ki: ‘Siz Allah’a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların şirk/ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir.”[43] Allah katında (Allah’a rağmen, O’nun izin vermediği) şefaatçiler olduğunu söylemek, Allah’ı gereği gibi tanıyamamaktan kaynaklanır. Bu davranış, Allah’a iftira etmektir ki, bu da büyük bir sapıklıktır.

Böyle bir iddia, dünkü câhiliyye toplumunda olduğu gibi, bugünkü toplumda Kur’an’dan habersiz, gelenek ve hurâfeleri kendisine din edinmiş kesimlerde de vardır. Kur’an dışı bir geleneği din olarak kabul edip bunu yaşamaya çalışan bazı insanlar, kurtuluşlarının Allah’a gerçek iman ve sâlih amellerde değil; sâlih veya velî zannedilen zatlara bağlanmakta olduğunu, o insanların Allah’ın yanında özel bir konumlarının bulunduğunu, bu sebeple onların isteklerini Allah’ın geri çevirmeyeceğini iddia ediyorlar. Kur'an, putlara ve putlaştırılan insanlara güvenmenin şirk olduğunu değerlendirerek “Allah, onların şirk/ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir.” buyuruyor. İnsanlara güvenmekten ziyade, sâlih amel işlemeye dâvet ediyor. “İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç kimseden şefaat kabul olunmaz ve fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım yapılmaz.”[44]; “Ve öyle bir günden sakının ki, o günde kimse kimseden yana bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez, onlara hiçbir yardım da edilmez.”[45]

O gün, öyle dehşetli bir gün ki, herkes kendisini kurtarabilmek için çırpınıyor, özürler sayılıp dökülüyor, güvenilen kişilerin veya şeylerin de kendileri gibi âciz olduğu anlaşılıyor. Sapanlar ve saptıranlar birbirlerini suçluyor, bu yapılan ve söylenilenlerin fayda vermediği anlaşılıyor. Herkes kazandıklarıyla rehin tutularak hesaba çekiliyor, zerre  miktarı hayır ve şer karşılık görüyor, kimseye orada iltimas geçilmiyor, haksızlık edilmiyor. İşte bu sebeple Allah Teâlâ bizi o günün dehşetiyle uyarıp korkutuyor. Dünyada iken o gün için bir şeyler yapmamızı, şefaatçiler edinmeye çalışmanın faydasız olduğunu, ancak kendi amellerimizle korunabileceğimizi bildiriyor.

“Sizin O’ndan (Allah’tan) başka ne bir şefaatçiniz, ne de bir velîniz vardır. Hâlâ düşünüp öğüt almıyor musunuz?”[46] Kur’an, o gün, hâkimiyetin tümüyle, tek hâkim olan Allah’a ait olduğunu bildirerek, bu hâkimiyette hiçbir ortak ve aracının olmadığını, o gün insanların birbirlerinden farklılığının bulunmadığını, özel statüye sahip hiçbir kimsenin olmadığını belirtiyor. “O’nun izni olmadan kimse konuşamaz.”[47]; “Onlar Allah’tan önce söz söyleyemezler.”[48]“O gün öyle dehşetli bir gündür ki, kimse konuşmaya cesaret edemez; Ancak o gün ruh ve melekler, sıra sıra dizilirler. Rahmân’ın izin verdiğinden başkası konuşamaz. (Rahmân’ın izin verdiği) konuşan da doğruyu söyler.”[49] “Konuşmak”  kelimesi ile şefaat kast edilmektedir. Şefaat için ise iki şart vardır. Birincisi, Allah kime izin verirse o konuşacaktır; ikincisi ise, konuşan kimse doğru ve gerçek olanı söyleyecektir. Diğer bir husus ise şöyle belirtilmiştir: “Allah’ın huzurunda, izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. Öyle ki, onların kalplerinden korkuları giderilince denilir ki, ‘Rabbiniz ne buyurdu?’ Onlar da: ‘Hakkı buyurdu, O çok yücedir, çok büyüktür’ derler.”[50]

Fayda verecek şefaat Allah’ın izin verdiğidir. Kur’an’dan, tevhidden habersiz insanlar, kendilerine şefaatçi edindiklerinin de Allah’ın azâbından korktuklarını anlayamıyor veya anlamak istemiyorlar. Peygamberlerin bile “nefsî, nefsî” diyecekleri, kendi kurtuluşlarını düşünüp korkacakları bir günde kolay sığınak arıyorlar. Hâlbuki şefaat ancak Allah’tan gelecek izinle olacaktır. Ondan önce de insanların kendi sınavlarını vermeleri ve korkularının giderilmesi gerekir. Eğer sınavını başarıyla vermiş, korkuları giderilmemişse, o da kendisi için yardım bekleyecektir. Zira kazandıklarıyla helâke sürüklenenler için şefaatçi yoktur. Onlar için çılgın alevli bir azap vardır.[51] Çünkü onlar iman etmemişlerdi, iman edenleri ise hayatlarını isyan içerisinde geçirmişlerdir. Onlar kazandıklarıyla helâke uğramışlardır.

Peygamberimiz, kızına şöyle söyler: "Yâ Fâtıma! Nefsini ateşten kurtar. Çünkü ben, senin için Allah'tan bir şeyi savamam."[52] Görüldüğü gibi, Allah'a yakın olmak için, Peygamberimiz'in kızı dahi olmak yetmiyor. Mutlaka Allah'ın râzı olacağı ameller içinde olmak gerekiyor.

Âyetlerde geçen Allah’ın şefaat için izin verdiği kimselerin kimler olduğu, bunların bu izne ulaşmalarının sebebi, verilecek iznin hangi boyutta olduğu gibi hususlar Kur’an ışığında açıklığa kavuşturulması gereken hususlardır. Bu meseleler aydınlanmadığı sürece, nice insan “Medet yâ Abdülkadir Geylânî! Yetiş yâ Hızır, yardım et! Ey şeyhim bana şefaat et!”  demeye devam edecektir.

Birinci mesele, Allah tarafından kime şefaat etme izni verileceğidir. Öncelikle şunu unutmamalıyız ki; “şefaatin tamamı Allah’ındır.”[53] Yani hiç kimsenin böyle bir yetkisi yoktur ve böyle bir cesarette de bulunamaz. Kime şefaat için izin verip vermeyeceği ise tamamen Allah’a aittir. Şefaat izni verileceklerden birisi meleklerdir. “Göklerde nice melek var ki, onların şefaatleri, dilediği ve râzı olduğu kimse için Allah’ın izin vermesi dışında bir işe yaramaz.”[54]

Diğer bir âyette ise, “Onlar şefaat etmeye mâlik değillerdir. Ancak bilerek Hakka şehâdet edenler müstesnâdır.”[55] denilmektedir. Âyette belirtildiği gibi, şefaat edebilme yetkisi verilecek insanın, bilinçli bir şekilde hakka şehâdet etmesi, kelime-i tevhidin anlamını bilerek iman etmesi ve ihtivâ ettiği anlamı bilinçli bir şekilde yaşantısına aktarması gerekir. Şâhit olanın tâğuta, tâğutî sisteme karşı tevhidin mücadelesini yükseltmesi, kâfir düzenleri reddederek Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılma çabasını Kur’anî bir üslûpla sergilemesi gerekiyor. “O gün, Rahman olan Allah’ın kendisine izin verdiği ve sözünden râzı olduğu  kimseden  başkasının şefaati fayda vermez.”[56] Fayda verecek şefaat, kendisine izin verilen, sözünden hoşnut olduğu, dilindeki şehâdetle tavırları bütünleşen, âlemlerin rabbine iman ederek tâğutu reddeden, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa/tevhide yapışarak Allah’ın dininin mücadelesini verenin şefaatidir.

İkinci mesele; kimlere ve niçin şefaat edileceğidir. Kimlerdir bu aziz insanlar? Allah’ın merhamet ve ihsanına ulaşacak olan bu insanlar, hangi amelleri ile bu rahmete ulaşabilmişlerdir? “Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an’la inzâr et/uyar. Onlar için Allah’tan başka ne bir velî (dost), ne de şefaatçi vardır. Umulur ki, Allah’tan korkup sakınırlar.”[57] Allah ilk şefaat edilecek topluluğu ve onların şefaatçilerini açıklıyor. Onlar ki; âhirete iman etmiş, o gün Rablerinin huzurunda toplanacaklarının bilincinde ve o günün hesabının dehşetinden korkan insanlardır. Bunlar Kur’an’la uyarılıyorlar. Kur’an onların dünya hayatındaki yaşantılarını düzenliyor. Bunlar Kur’an’la şekilleniyor ve bulundukları ortamı da Kur’an’la şekillendirmeye çalışıyorlar. İşte bunlar, hesabı nasıl verebilecekleri hususunda korkarak, korktukları şeye uğratılmamak için korunmaya çalışanlar ve korunarak muttakî (takvâ sahibi) olanlardır. İşte onların velîsi ve şefaatçisi Allah’tır. Çünkü şefaat izni veren Allah’tır ve şefaat edilecek insanlar da Allah’ın râzı olduklarıdır.

“(Onlar) Allah’tan önce söz söyleyemezler; ancak O’nun emri üzerine iş yaparlar. Alah onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah’ın râzı olduğundan başkasına şefaat edemezler. O’nun korkusundan titrerler.”[58] O gün Allah’tan önce konuşabilecek hiçbir kimse yoktur, onlar Allah korkusundan tir tir titrerler. Acaba bugün kurtulabilecek miyiz derler. Değil birilerine şefaat edebileceklerini düşünmek, bu düşünce akıllarının ucundan bile geçmez. Öncelikle kendi hesaplarını vermeye çalışırlar, ne zaman ki onların korkuları giderilir; ancak o zaman biraz olsun rahatlarlar; işte o zaman huzura kavuşturulurlar. Ama onlar o durumdayken bile Allah’ın önüne geçemez,  ondan önce söz söyleyemezler. Ne zaman ki Allah bu durumlarından sonra onlara izin ve emir verir, ancak o zaman iş yaparlar, alîm olan Allah onların yaptıkları ve yapacakları işi çok iyi bilir. Onlara orada, kimseye iltimas geçmek için izin verilmez. Cennete girecek insanları tesbit etmek için onlara yetki verilmemiştir. Allah’ın cennete koymayı murad ettiği kişilerin haberini müjde şeklinde ilgili şahıslara bildirirler; bu onların şefaatidir. 

Ancak bu insanları biz dünyada iken isimleriyle, falan insandır şeklinde tanıyamayız. Zira bu yetki Allah’a aittir, tesbit edecek olan da Allah’tır. Filan velî, falan sâlih insan şefaat edecektir iddiasında bulunmak, Allah adına konuşmaktır ve Allah’a yalan isnadında bulunmaktır. Allah Kıyâmet günü bu görevi vereceği insanı kendisi belirleyecek ve o insan da bu görevi yerine getirirken Allah’tan bağımsız hareket etmeyecektir; davranışlarını Allah’ın hoşnut olmasına göre ayarlayacaktır. Şefaat edilecek insanlar da, Allah’ın kendilerinden râzı olduğu kimselerdir. Onlar, Allah’ın istediği şekilde iman etmiş, dünyada iken kendi nefsî istek ve arzularına göre değil; Allah’ın Kur’an’da bildirdiği şekilde yaşamışlardır. Zayıf düşürülmüş olmalarına rağmen imanın verdiği güçle Allah’ın dinini yeryüzüne hâkim kılabilmek için mücadele etmişlerdir. Bu mücadele esnasında karşılarına çıkan zorlukları aşmasını bilmiş, yapılan dünyevî teklifleri kabullenmeyip sadece Rablerinin rızâsını dilemişlerdir. Böylece Allah da onlardan râzı olmuştur. İşte şefaat olunacak insanlar, işte kurtuluşa erecek insanlar bunlardır. Şefaat etme yetkisi verilecek olanlar, bu vasıflara sahip olanlara şefaat edecektir.

Üçüncü mesele; şefaate ulaşamayacak insanların kimler olduğudur. Bu insanları Kur’an bize şöyle tanıtıyor: “Dünya hayatını ve onun güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte onlar, âhirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir. (Dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir. Hâlen yapmakta oldukları şeyler zaten bâtıldır.”[59]

Dünyayı ve güzelliklerini arzulayıp onun için çalışıp çırpınanlar, dünyada yaptıklarının karşılığını eksiksiz olarak alacaklardır. Kazandıklarıyla Allah’a şükretmeleri, O’nun yolunda infakda/harcamalarda bulunmaları gerekirken; ölümü, âhireti unutarak dünyanın geçici zevklerine aldananları ölüm yakaladığı zaman onlar için ateşten başka bir şey yoktur. Onlar kazandıklarıyla nefislerine zulmetmiş, kendilerini helâke sürüklemişlerdir.

“Ey Muhammed! Onları yüreklerin ağza geleceği, tasadan yutkunacakları, yaklaşan Kıyâmet günü ile inzâr et/uyar. Zâlimlerin ne bir dostu, ne de sözü dinlenecek bir şefaatçisi olur.”[60]

“Ey iman edenler, alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmayacağı gün gelmeden evvel, sizi rızıklandırdıklarımızdan infak edin. Kâfirler, onlar kendilerine yazık edenlerdir.”[61]

“Onlar Kitabın haber verdiği sonuçtan başka bir şey mi bekliyorlar? Sonuç gelip çattığı gün, önceleri onu unutmuş olanlar, 'Rabbimizin peygamberleri şüphesiz bize gerçeği bildirmişti, şimdi bize şefaat edecek var mı ki, şefaat etsin; yahut geriye döndürülsek de yaptıklarımızın başka türlüsünü yapsak' derler. Doğrusu uydurdukları şeyler onları bırakıp kaçmışlardır.”[62]

“Koştukları ortakları, artık şefaatçileri değildir. Ortaklarını inkâr ederler.”[63]

“Orada putlarıyla çekişerek, 'vallahi biz apaçık sapıklık içerisinde idik, çünkü biz sizi âlemlerin rabbine eşit tutmuştuk, bizi saptıranlar ancak suçlulardır. Şimdi bizim için ne bir şefaatçi var, ne de yakın bir dost. Keşke geriye dönüşümüz olsaydı da, iman edenlerden olsaydık'  derler.”[64]

Allah’a, birtakım putları ve put edinilen şeyleri ortak koşan müşrikler için şefaat edilmeyecektir, onlar orada birbirlerini suçlayacaklar, şefaatçi edinenler ise dünyaya döndürülmeyi arzulayacaklar, yaptıkları yanlışları bir daha yapmamak için ve yapmaları gerekirken yapmadıkları şeyleri yapabilmek için. Ancak onlar için bir daha dönüş olmayacaktır. Âyetlerden anlaşıldığı gibi kâfirler, zâlimler, müşrikler ve müşrik müstaz’aflar için şefaatçi yoktur.[65]

“Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez.”[66]

“O’nu bırakıp da ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman olan Allah bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana fayda vermez, beni kurtaramazlar.”[67]

“Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden Allah’tır. O’ndan başka bir velî ve şefaatçiniz yoktur. Düşünüp öğüt almaz mısınız?”[68]

 

Şefaat Hakkında Değerlendirme

Şefâat, aynı zamanda aracı olmak, yardım etmek, öncülük yapmak gibi anlamlara da gelir. Bu çeşit şefaat, âhiretle ilgili değil; dünyada olan aracılıktır. Nitekim şefaat kavramı, Kur’an’da bu mânâda da kullanılmaktadır: “Kim güzel bir şefâatte bulunursa (güzel bir şeye aracı olursa), ondan kendisine bir hisse vardır. Kim de kötü bir şefâatte bulunursa (kötü bir işe aracılık) yaparsa, ondan da kendisine bir pay vardır. Alllah (c.c.) her şeyin üzerinde koruyucudur.”[69] Burada ‘şefâat’ olarak ifade edilen aracı olmayı, Peygamberimiz, "Kim güzel bir sünnet (âdet, tavır, çığır) başlatırsa, onunla amel edildiği müddetçe ilk yapana ecir (sevap) yazılır. Buna karşı o sünneti yapanların sevaplarında bir eksiklik olmaz...”[70]diye ortaya koymuştur.               

Buradaki şefaat; hayır olsun, şer olsun, insanların bir yola girmesini sağlamak, onların o yola girmesine aracı olmaktır. ‘Hasene olan şefaat’, insanların iyiliği için, onların faydasına uğraşmak, onlardan zararı uzaklaştırmaya gayret göstermek, kötülükleri önlemeye çalışmaktır. Rasûlullah, dünyevî işlerde şefaatte bulunmayı tavsiye ve teşvik eder. Bir başkasının hukukunu zâyi etmeye sebep olmayan ve hadlerle ilgisi bulunmayan her çeşit konuda şefaat teşvik edilmiştir. Ebû Mûsâ (r.a.) anlatıyor: Peygamber (s.a.s.), bir ihtiyacının giderilmesini isteyen birisi gelince arkadaşlarına döner ve  "Şefâat edin, ecir kazanın. Allah da Rasûlünün diliyle dilediğine hükmetsin" derdi. [71]

"Seyyie olan şefâat" ise, insanların kötü yollara gitmesi için çalışmak, onların kötülüğü ve sapıtması için çaba harcamak, onların zararı için gayret etmektir. İnsanların kötü yollara sapması için sebep hazırlamak, yardımcı olmaktır.

Şefaati yardım etmek, birinin zarardan kurtulması için duâ etmek, iyi bir şeye öncülük mânâsıyla alırsak, mü’minlerin ve sâlih insanların diğer kimseler hakkındaki duâlarını, şehidlerin ve çocukların yakınlarına duâ etmelerini, peygamberlerin ümmetleri için yalvarmalarını bu şefaat kapsamı içerisinde düşünebiliriz. Ancak, şefaat tümüyle Allah’a ait olduğundan, onlar Allah’ın râzı olduğu[72]insanların dışında dünyada yakınlıkları ne olursa olsun hiç kimse için şefaat anlamında dua etmezler, edemezler; etseler de kabul görmez: “Onlar Allah’ın râzı olduğundan başkasına şefaat edemezler. O’nun korkusundan titrerler.”[73]

Şefaati, bir kimseyi azaptan kurtarmak için Allah’a aracı olmak şeklinde düşünürsek;  bu, olmayacak bir şeydir. Hiç kimsenin bir başkasını azaptan kurtarmaya yetkisi olmadığı gibi gücü de yoktur. Şefâat, bir mü'minin günahlarının bağışlanması için Allah'a duâ edip yalvarmaktır.

Peygamberlerin tebliği, insanları Hakka dâveti bir şefaat olduğu gibi onların, ümmetleri için duâ edip affedilmelerini istemeleri de bir şefâattir. Mü’minlerin ve sâlih insanların diğer kimseler hakkındaki duâlarını, şehidlerin ve çocukların yakınlarından Allah’ın râzı olduğu kimseler hakkında duâ etmelerini de, Allah’ın izin vereceği şefaat olarak düşünebiliriz. 

Mü'minin, mü'min kardeşinin günahlarının affı için duâsı Allah katında ona şefaati türündendir. Allah katında hayırlı bir kulun bu duâsı ister dünyada iken sağ olan mü'min için olsun, ister ölmüş mü'min için olsun veya âhirette meydana gelsin aynıdır. Dünyada iken Hz. Peygamber (s.a.s.)'in mü'minlere duâsı, onlara şefaatidir. O daha bu dünyada hayatta iken mü'minlere duâ ederek şefaatte bulunmuştur. Nitekim Hz. Âişe (r.a.)'nın naklettiğine göre, Rasulullah (s.a.s.) çok defa geceleri yatağından kalkar, mü'min ölülere Allah'tan mağfiret istemek için Bâkiu'l-Ğarkad mezarlığına giderdi. [74]

Şefaat, imtihanı kazanan bir insanın diplomasının imtihanı yapan zât tarafından verilmesi yerine, o zâtın isteği doğrultusunda bir başkasını onore etmek için onun eliyle vermesidir. Ödül, din gününün tek sahibi[75] Allah’ın elindedir. O’nun hükmünü bozacak kimse yoktur. Şefaat, cenneti hak eden Allah’ın râzı olduğu kimseye Allah’ın istediği bir kulu vâsıtasıyla Allah’ın cennet müjdesini verme müsaadesidir. Allah, bu ödülü ister kendisi verir, ister bir başka kulunu ödül müjdesi için şefaatçi kılar. Yoksa, Allah’ın cehenneme atacağı, bu konuda hüküm verdiği kimseyi, Allah’ın elinden ve hükmünden alıp onu Allah’a rağmen azaptan kurtararak cennete koymak anlamında bir şefaat anlayışı kesinlikle tevhidle bağdaşmayan şirktir. Böyle bir şefaatçi anlayışı Allah’tan başka ikinci bir ilâh tanımak demektir. Bu anlamda şefaat kesinlikle yoktur.  

 

  •   VESİLE

Vesile; Lügat Anlamı

“Vesile”, sözlükte, bir şeye arzu ile ulaşmak demektir. Bir başka deyişle “vesile”, kendisiyle bir maksada ulaşılan, yaklaşma sebebi, bir şeye yaklaşmak için ona yakınlığından faydalanılan şey demektir. Kavram olarak “vesile”, Allah’a yaklaşmada kendisinden yararlanılan şeydir. ‘Tevessül’ ise, vesileye başvurmak, Allah’a yaklaşmak için bir sebep veya bir imkân aramak demektir. Vesile’nin çoğulu ‘vesâil’dir.

 

Kavram Olarak Vesile/Tevessül

Vesile, maksadın meydana gelmesine sebep olan şey olduğuna göre kişiyi Allah rızâsına götürecek bütün sâlih ameller, bütün hayırlı işler bir “vesile”dir. Bu sâlih amellerin adının değil; ölçüsünün ve ilkelerinin Hz. Peygamber tarafından konulması önemlidir. Bu yola başvurmak da ‘tevessül’dür. Mü’min, ‘Allah bizi imanımız ile sever’ deyip, bir köşeye çekilmez. O, Rabbinden ittika eder  (korkup çekinir). Bununla da kalmaz, haram işlerden ve yasaklardan kaçınır, kötü ahlâkı terkeder, irâdesini kullanarak Allah’ı râzı edecek diğer sâlih amellere devam eder. Mü’min, farzlar ve vacipler dışında, nâfile ibâdetlerle bu vesile yollarını arar.  Peygamberimiz, mü’minin nâfile ibâdetlerle Allah’a yaklaşmaya devam edeceğini haber vermektedir.[76]

 

Kur’an’da Vesile

“Vesile” Kur’an’da iki âyette geçmektedir. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey İman edenler! Allah’tan ittika edin (korkup sakının) ve O’na (yaklaşmaya) vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”[77] Tefsirciler buradaki “vesile”yi, emirlerine itaat, yasaklarından kaçınmak, ya da O’nun rızâsını kazandıracak sebeplerle mü’mini Allah’a yakınlaştıracak şey diye açıklamışlardır.[78] Yalnız buradaki yakınlık mekân yönünden bir yakınlık değil, sevgi ve O’nun rızâsına bir yakınlıktır.  Kimileri de buradaki “vesile”yi, “sevgi ile kendinizi Allah’a sevdirmeye çalışınız” şeklinde açıklamışlardır. Nitekim “vesile” kelimesinin geçtiği diğer âyette şöyle buyuruluyor: “Onların taptıkları da, -hangisi daha yakındır diye- Rablerine (yaklaşmak için) bir vesile arıyorlar. O’nun rahmetini umuyorlar ve azâbından korkuyorlar. Şüphesiz senin Rabbinin azâbı korkunçtur.”[79]

Putperestlerin taptıkları putlar veya putların arkasında var zannedilen ruhlar, cinler ve melekler, bazı insanların medet umduğu ölmüşler ve azizler bile; bırakın başkalarına yardım etmeyi, kendileri Allah’ın rahmetini umarak O’na yaklaşmak, O’nun sevgisini kazanmak için bir vesile arıyorlar. Öylese mü‘minler de,  Allah’ın sevgisine götürecek sebepleri, imkânları arayıp bulmalılar. Bu vesilenin anlamı, Allah’a boyun eğerek, O’ndan korkarak ve O’nu râzı edecek ameller işleyerek O’nun yakınlığını kazanmaya çalışmak demektir.

Mü’mini vesileye ulaştıracak yol iman ve takvâdır. Asıl vesile de, Allah’a  yaklaşma niyeti ve O’nu sevme arzusudur. Mü’min bu kasıt ve niyet ile güzel ahlâk sahibi olmaya çalışır, sâlih amellere devam eder, Allah’ın rızâsına uygun işlerle meşgul olur. Âyetin devamında Allah yolunda cihad etmek emredilmektedir. Allah’a yakınlık kazandıracak “vesile”nin cihad ibâdetiyle yakından ilgisi bulunmaktadır. Bu noktanın altını çizmek gerekiyor. Kimileri “vesile”yi Allah’a yaklaştıracak yol gösterici bir mürşid diye anlarlar. Hâlbuki âyetin ifâdesi gâyet açıktır ve onların dediği gibi anlamanın imkânı yoktur. İlim ehli kimseler insana yol gösterebilirler, güzel ahlâk örneği olabilirler;  ama kul ile Allah arasında kimse aracı olamaz. Buradaki ‘vesile’, ibâdet cinsinden bir şeyle Allah’a yakınlık arama arzusudur.

Mü’mini Allah’a yaklaştıracak vesile;  ilim, ibâdet ve şeriatın güzelliklerini arama ve yaşamadır.  Bu, kişiyi mânevî olarak Rabbine bağlar. Kul ile Allah arasındaki bağ, kulluk, Allah’a ihtiyaç duyma, O’nun önünde boyun bükme, O’nun Rubûbiyetinin (Rabliğinin) karşısında ubûdiyet (kulluk) yapmadır. Kaldı ki, Allah’ı bilme ve O’na ibâdet etme, Allah’a olan yakınlaşmanın olmazsa olmaz şartıdır.

Allah’a tevessül etmeyi sağlayan şeylerden biri de cihad’dır. Âyet, önce takvâyı, arkasından Allah’a yaklaşmak için vesile aramayı, arkasından da cihadı emrediyor ve bunların kurtuluş sebebi olacağını açıklıyor. Bu bir anlamda iman edenlerin takvâ sahibi olup, sâlih amel işleyerek, Allah yolunda cihad etmelerini, kulluk görevi olarak sıralamaktır.

İman takvâ ile, takvâ vesileyi aramak ile, vesileyi aramak da cihad ile tamam olmaktadır. Öyleyse, Allah’a vesile aramayı, Allah yolunda cihad’dan ayrı düşünmek, âyeti eksik anlama olur. Bu cihad ister İslâm’ın düşmanlarıyla olsun, isterse azgın nefse karşı, isterse aldatıcı şeytana karşı olsun; farketmez. Kur’an şöyle buyuruyor: “Artık her kim Rabbine kavuşmak istiyorsa, sâlih amel işlesin ve Rabbine olan ibâdetinde hiç bir şeyi ortak koşmasın.”[80] Bu âyet de “vesile” konusunda önemli ipuçları veriyor. Allah’a mânevî olarak kavuşmanın yolu, sâlih amel işlemek ve ibâdette hiç kimseyi ortak koşmamaktır. Bu demektir ki ilâhlara tapınmak sapıklık olduğu gibi, ibâdette aracı bulmak da sapıklıktır. Tevessül, ibâdette bir aracı, bir torpilci bulmak değil; ibâdet cinsinden bir sâlih ameli ihlâsla yaparak, takvâya sarılarak ve Allah yolunda cehd ederek (çalışarak) O’nun rızâsını kazanmaya çaba harcamaktır.

İbâdette, zikirde, duâda başkalarını aracı yapmak doğru değildir. Ölmüşleri, aziz zannedilenleri, yaşayan kimseleri ‘falancanın yüzü suyu hürmetine’ diyerek işin içine katmak vesile değildir. Duâların ve zikirlerin kabulü için uzaklarda yaşayanları veya mezarlarda un ufak olmuş ölmüşleri araya koymak tevhide aykırıdır. Kimileri duâlarını ve zikirlerini önce hocalarına (şeyhlerine) sunuyorlar, onların da bu duâ ve zikirlerini Allah’a arzetmesini istiyorlar. Bu yolla duâ ve zikirlerinin kabul göreceğini hayal ediyorlar. Hâlbuki Allah (c.c.) kuluna, onun şahdamarından daha yakındır, duâ edenin duâsını işitir ve karşılığını verir.[81] Rabbimiz  (c.c.) kulun ibâdetinde başkalarını ortak etmesini kesinlikle yasaklıyor.[82]

 

Tevessülün Çeşitleri

Tevessül konusunda şöyle bir soru ile karşı karşıyayız: Peygamberimizin, sahâbîlerinin veya diğer sâlih mü’minlerin adıyla tevessül yapılabilir mi?   ‘Falancanın yüzü suyu hurmetine, falancanın hatırı için, falancanın yüce makamı için’ şeklinde duâ edelebilir mi? Tevessül deyince birçoklarına göre bu anlam anlaşılmaktadır. Yani duâ ve ibâdette birinin adıyla hareket etmek şeklinde. Kimileri de tevessül’ü, kişiyi doğru yola götürecek bir mürşid bulma diye anlamaktadır. Bu konuyu kısa da olsa açıklamakta fayda var:

Hatırlayalım ki, yukarıda geçtiği gibi, tevessül yapmak, yani Allah’a yaklaşmak için sebep aramak Kur’an’ın emridir. Bu sebepler de ibâdet cinsinden bir şey olmalı, takvâ ve cihad ile çoğaltılmalıdır. Din’e sonradan sokulmuş ve bid’at halini almış şeylerle tevessül yapılamaz. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.), din adına sonradan uydurulmuş bütün âdetlere bid’at diyor ve hepsini de reddediyor.[83]

Âlimler tevessülü üçe ayırmışlardır:

a) Meşrû Olan Tevessül

1- Allah’ın yüce isimleriyle veya O’na ait sıfatlarla vesile aramak. Rabbimiz, Kendi isimleriyle duâ etmemizi söylüyor.[84] Öyleyse, ‘Allah’ım, senin rahmetinle, lütfunla, ilminle, vb. bağışlanma istiyorum’ gibi duâlar meşrûdur. İslâm’ın temellerinden biri, Rasûlullah’a iman ve O’na itaat etmektir. O’na itaat etmek Allah’a itaat etmektir.[85] Peygambere itaat ederek Allah’a tevessül etmek farzdır ve iman bu itaatle tamamlanır.

2- Duâ edenin işlediği sâlih bir amelle tevessülde bulunması. Kur’an’da[86] buna işaret vardır. Bir hadiste geçtiği gibi, bir mağarada, mağaranın ağzını kapatan bir kaya sebebiyle mahsur kalan üç kişi işledikleri sâlih amelleri anlatarak Allah’tan yardım istediler ve mağaradan kurtuldular.[87]

3- Sâlih bir insanın duâsıyla tevessülde bulunmak. Rasûlullah’ın duâsııyla ‘tevessül’de bulunmak da câizdir. Müslümanlar O’nun sağlığında duâsıyla, Kıyâmet gününde de O’nun şefaatiyla tevessül ederler. Bazı kimseler Peygamberimize gelerek kendileri için yağmur duâsı yapmasını istemişlerdi. O da onlar için duâ etmişti.[88] Peygamberimizin vefatından sonra başta Hz. Ömer olmak üzere bazı sahâbîler Hz. Abbas’a giderek onun kendileri için duâ etmesini istemişlerdir. Burada kastedilen Peygamberimizin duâsıdır.[89] Peygamberimiz kör bir adama duâ öğreterek bu duâ ile tevessül yapmasını söylemiştir.[90]

b) Bid’at Olan Tevessül: Peygamberimizin kendi zâtıyla, Kâbe’nin veya bir makamın, kişilerin adıyla, “yüzü suyu hürmetine”, ya da Peygamberimiz’in zâtına yemin ederek tevessül yapmak birçok âlime göre câiz değildir. Sahâbîler ne yağmur duâsında, ne sağlığında veya vefatından sonra başka işlerinde, ne mezarı başında bu şekilde tevessül yaptılar. Bununla ilgili gelen rivâyetler zayıftır. Ancak, bu şekilde tevessül yapılabileceğini söyleyen âlimler de vardır. Kesin bir haram söz konusu olmadığı için, bu şekilde tevessül yapanlara kâfir, müşrik, sapık gibi ağır ithamları yöneltmekten kaçınmak gerekir.

c) Şirk Olan Tevessül: Allah’ın dışında başka kişilerden, ölülerden, mezarlardan, yatırlardan, şeyhlerden ve somut veya soyut putlardan, Allah’tan istenebilecek şeyleri onlardan istemek, bu anlamdaki sıkıntıların onlar tarafından giderilmesini beklemek Tevhid inancına aykırıdır. Allah’tan istenebilecek bir şey kesinlikle ne sağ ne de ölmüş kullardan istenir. Ölmüş kişilerin kendisi için Allah’a duâ etmelerini istemek de aynıdır. Bilindiği gibi ölenlerin böyle şeylere güçleri yetmez. Çünkü dünyada iken fani ve gücü çok sınırlı olan insan, öldükten sonra çürüyüp toprak olur. Kendisine bile bir hayrı olmayan kemiklerin, dirilere ne faydası dokunabilir? Ölmüşlerden medet umanların bu anlayışlarını anlamak mümkün değildir. Böyle bir tavır Allah’a ortak koşmaktır ve İslâm’la bağdaşmaz.

İbâdette ve duâda zaten aracı olmaz. İslâm inancı buna izin vermemektedir. İbâdetlerinde herhangi bir şeyi, ölmüşleri veya putlarını aracı kılanlar, onlarla Allah’a yaklaşmak isteyenler müşriklerdir. Onlar, Allah’ın dışındaki birtakım varlıklardan, ya da tanrı edindikleri şeylerden istekte bulunurlar, onlara duâ ederler. Bir kulun Allah’tan istemesi gereken şeyleri onlardan isterler. Şüphesiz bütün bunlar şirk olan ‘tevessül’ yollarıdır.   Kur’an şöyle diyor: “De ki: Allah’ı bırakıp da O’nun yerine kendinize ilâh edindiklerinizi çağırın yardımınıza. Onlar sizin herhangi bir sıkıntınızı gideremeyecekleri gibi, size gelecek herhangi bir belâyı da savamazlar.”[91]

Duâ ve ibâdette bir başka varlığı aracı koyma sapıklık olduğu gibi buna ihtiyaç da yoktur. Tekrar edelim ki Allah (c.c.) kullarına, kendilerinden daha yakındır. Duâ veya ibâdet edenin duâsını işitir, ibâdetini bilir ve karşılığını verir. İhlâsla ibâdet edenlerden haberi vardır ve onların yaptıkları sâlih amellerin mükâfatını fazlasıyla onlara öder.[92] Ebû Hureyre (r.a.) Peygamberimiz’in (s.a.s.) şöyle dediğini rivâyet ediyor: “Allah (c.c.) buyuruyor ki: ‘Ben kulumun Beni zannı ile beraberim. Bana duâ ettiği (zaman da) onun yanındayım.”[93]

Bu, Allah’tan (c.c.) başka ölülerle, dirilerle ve hali hazırda bulunmayanlarla duâ etmek ve menfaat sağlamak, sıkıntıları gidermek için onlardan yardım istemek şirk olan tevessüldür. Bu gibi kimselerden şefaat ve duâ dilemek de aynıdır. Çünkü şefaat de duâ çeşitlerindendir. Bu, doğru anlamda tevessül olmamasına rağmen, halkın câhil kesimi ve bazı ilim mensupları bu tevessül'ün (en azından) ihtilâflı tevessül olduğu imajını vermek amacıyla halkın kafasını bulandırıyorlar. Hâlbuki işin gerçeği, bu haram kılınan ve haramlığında icma edilen tevessüldür. Allah (c.c.) şöyle buyurur: "Mescidler şüphesiz Allah'ındır. O halde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın."[94] "Ehadâ/kimseye" ifadesi belirsiz isimdir ve olumsuzluk ifadesinden sonra geliyor, dolayısıyla Allah (c.c.) dostu her kişiyi ve gönderilmiş her peygamberi kapsıyor. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "De ki: ‘Öyleyse Bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, onun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar onun bu rahmetini önleyebilir mi? De ki: Bana Allah yeter. Güvenip dayanacaklar, ancak O'na tevekkül ederler, güvenip dayanırlar."[95]

İbn Teymiye bu konuda şöyle der; "Her kim Allah ile mahlûkatı arasında -hükümdar ve teba'ası arasındaki aracılar gibi- aracılar oluşturursa, kişi kâfir ve müşriktir. Öyle ki; kulların sorunlarını onlar Allah’a (c.c.) iletiyorlar, Allah (c.c.) da kullarını onların aracılığıyla hidâyete erdiriyor ve rızıklandırıyor. Halk önce onlardan dilekte bulunuyor, onlar da Allah’tan (c.c.) diliyorlar. Kralların yanındaki aracılar gibi. Onlar halka (da) yakın oldukları için ihtiyaçları krallara onlar dile getirirler. Halk da edep göstererek kraldan dileklerini onların yapmalarını isterler. Veya halkın onlardan (önce) dilekte bulunması, belki direkt kraldan dilekte bulunmalarından daha faydalı olabilir. Çünkü o aracılar ihtiyaçlı (sıradan halk)'dan daha krala yakındır (dosttur). Her kim bu tarzda aracılar oluşturursa o kişi kâfirdir, müşrikdir. Ondan tevbe etmesi istenir; eğer tevbe etmezse öldürülür."[96] İşte bu, önceki müşriklerin şirkinin aynısıdır. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurur: "Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ diyorlar."[97] Bunun Allah’a (c.c.) şirk koşmak olduğunu söyleyenler çoğunluktadır.[98]

Biz, Allah'a yakın olmayı arzu ediyorsak, bu, Allah'a yakın olmuş herhangi bir kişiye, bedenen yakın olmakla gerçekleşmez. Allah'a yakın olmuş kimseler nasıl yaşıyorlarsa biz de ancak onlar gibi yaşamak suretiyle Allah'a yakın olabiliriz. Şüphesiz Allah'a yakın bildiğimiz şahıslar da bu yakınlıklarını Allah'ın râzı olacağı amellere borçludurlar. Yani Allah'a sâlih amel işleyerek yakınlık kazanmışlardır. Peygamberimiz, kızına şöyle söyler: "Yâ Fâtıma!  Nefsini ateşten kurtar. Çünkü ben, senin için Allah'tan bir şeyi savamam."[99] Görüldüğü gibi, Allah'a yakın olmak için, Peygamberimiz'in kızı dahi olmak yetmiyor. Mutlaka Allah'ın râzı olacağı ameller içinde olmak gerekiyor.

Kısacası, Kur'an ve sünnetin bizden yapmamızı istediği en uygun ve en güzel duâ, herhangi bir kimseyi vesile edinmeksizin, direkt Allah'a yalvararak yapmamız gereken duâlardır.

 

Kur’an’a Göre Vesile Sâlih Ameldir

İnsan, fıtratının gereği Allah'a inanmaya meyilli yaratılmıştır. Zihinsel olarak O'nu inkâra yeltenenler için sebepler zinciri bir noktada mutlaka sona ermektedir. Her insanın müşâhede alanı içerisinde yer alan kevnî/âfâkî ve enfüsî âyetler fıtrî yeteneklerle bütünleştiğinde Allah'a teslimiyet (müslüman oluş) gerçekleşmektedir. Fakat yaratıcı olarak Allah'ı inkâr etmeye fıtratı elvermeyen nankör insan, ortaklar koşarak kendi özüne ve Allah'a ihânet etmekte, örtülü şirkle O'nu hayatından uzaklaştırmaya yeltenmektedir.

Rabbimiz Kur'an'da insanın şirk/ortak koşmadan inanmama inadını şöyle haber vermektedir: "Onların çoğu Allah'a şirk/ortak koşmadan inanmazlar."[100] Ortak koşmanın çeşitli biçimleri vardır: Duâ yapmada, ibâdette, itaatte, sevgide, gayb biliciliğinde, hüküm koymada, ayrıca Allah ile kendisi arasına aracı koymada gerçekleşen ortak koşmalar en yaygın şirklerdir. Allah ile kendisi arasında aracı koymak şeklinde gerçekleşen şirk, mâsum gözüken, ama tevhid'in yeryüzündeki temel amacını, Allah'tan başkasına kulluğu engelleme amacını içten içe yok etmeye yönelik sinsi bir karakter arzetmektedir.

İnsanın şirk/ortak koşmadan inanmama karakterinden dolayı tevhid üzerinde yapılan kültürel tahrifler insanın hem dünya ve hem de esas olarak âhiretini etkilemektedir. Konu ile ilgili olarak vesile, şefaat ve velî kavramları, Kur'ânî düzlemde, Allah'ın irâdesine uygun bir şekilde anlaşılmayınca, inanç ve ona dayalı hayat da sağlam olmayacak, ebedî saâdet de sağlanamayacaktır. Bu üç terim, bazı kültürel ve itikadî tahriflere uğratılarak aracılık düşüncesini savunanlarca yanlış bağlamlar içinde kullanılmış ve tevhid'e zarar verici sonuçlara yol açan bir akîdevî sapma meydana gelmiştir. Sahih İslâm itikadının temel kaynağı olan korunmuş, yakînî, kesin İlâhî bildirimi içeren Kur'an, her tür ifsâda, bozulmaya, zihinsel ve pratik bulanıklığa karşı gönlümüzü ışıtan bir rehber olarak bu konuda da bize yol gösterecektir.

 

Vesile, Sâlih Ameldir: Vesile, kendisiyle bir amaca ulaşmak için yapılan yakınlaştırıcı ameldir. Birçok müfessir vesileyi yakınlık diye yorumlamıştır. Diğer bir ifâdeyle vesile, yaklaşma vâsıtası, Allah katında yakınlık kazandırıcı, sevâba nâil kılıcı hususlardır. O halde Allah katında yakınlık kazandırıcı her güzel iş, O'na bağlılığı pekiştiren her amel vesilenin konusuna dâhildir.

Vesile, Kur'ân-ı Kerim'de iki âyette geçmektedir: "Ey iman edenler, Allah'tan ittika edin/sakının. O'na vesile arayın ve O'nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz."[101]; "O yalvardıkları da, onların (Allah'a) en yakın olan(lar)ı da Rablerine yaklaşmak için vesile ararlar. O'nun merhametini umarlar, azâbından korkarlar. Çünkü Rabbinin azâbı, cidden korkunçtur."[102] Bu âyet-i kerimelere göre insanların Allah'a yakın diye yarar umdukları, şefaat bekledikleri, hatta duâ ile yönelip yalvardıkları varlıklar bile O'na yaklaşmak için vesile aramaktadırlar. O halde vesile, sâlih amel yapmaktır. Yoksa yakınlık kursun diye Allah ile kendimiz arasında aracılar bulmak değildir.

Mâide Sûresi 35. âyette vesile aramaya yapılan çağrının hemen ardından gelen "Allah yolunda cihad" bu kavramın en iyi tefsiridir. Yani Allah yolunda her tür gayret, vesilenin kapsamına girmektedir. Mü'minleri kendisinden sakınmaya dâvet eden Allah Teâlâ, takvânın vesilelerini/yollarını da bu ve benzeri birçok âyette göstermiştir. Mü'minleri mü'min yapan, Allah'a dost ve yakın yapan mücerred/soyut iman değildir. Bizi müslüman yapan, Allah'tan lâyıkıyla korkmak, Kur'an ahlâkına göre eylemlerimizi biçimlendirmek, kötü işlere, münkere bulaşmamak, iyiliği yaygınlaştırmaktır. Allah'tan sakınmak (takvâ) da soyut bir vicdan işi değildir. Muttakî olmak, eldeki tüm olanaklarla O'na yaklaşma vesileleri (yolları) aramaktan geçer. Her fırsatta yapılacak sâlih ameller Allah ile olan yakınlığımızın teminatıdır.

Allah'a yaklaşmak, yakın olmak fiziksel değildir. Zâten Allah insana şahdamarından daha yakındır.[103] O halde sözkonusu yakınlık mânevî ve değer açısından yakınlıktır. Allah duâ ve isteklere cevap verme bakımından da insana yakındır. Nerede olursak olalım bizi işitir. O halde duâ ve istekte bulunurken de aracı koymak anlamsızdır: "Kullarım, sana Benden sorar(lar)sa (söyle): Ben (onlara) yakınım. Bana duâ ettiği zaman onun duâsına karşılık veririm. O halde onlar da Bana yönelsinler, Bana inansınlar ki, doğru yolu bulsunlar."[104]

Allah ile insanlar arasında zaman açısından da uzaklık yoktur: "Allah'a göre, şu kimselerin tevbesi makbuldür ki, câhillikle bir kötülük yapıp hemen ardından döner tevbe ederler. İşte Allah onların tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."[105]

İnsanlara Allah katında ne zenginlik, ne evlât çokluğu bir yakınlık sağlar. Allah katında yakınlık sağlayıcı vesile, iman edip sâlih amel işlemektir. Kur'an'da şöyle buyrulmaktadır: "Mallarınız da evlâtlarınız da size katımızda bir yakınlık sağlamaz. Ancak iman edip sâlih ameller yapanlar başka. Onlara yaptıklarının kat kat fazlası mükâfat vardır ve onlar saraylarda güven içindedirler."[106]

Burada tasavvuf erbâbının vesile ve kurbet kavramları üzerinde yaptıkları tahriften söz etmeden geçmek doğru olmaz. Tasavvuf felsefesine göre, Allah'a yaklaşmak için vesile olarak şeyhin eteğine yapışmak gerekir. Bu aşamadan (fenâ fi’ş-şeyhten) sonra, fenâ fi'r-Rasûl (Peygamberde yok olmak) ve fenâ fi'llâh (Allah'ta yok olmak, O'na ulaşmak) aşamaları gelmekte ve artık yeni bir aşamadan söz edilmemektedir.

Peki, Allah bir mekâna mı sahiptir ki, O'na ulaşma çabası içerisine girilmekte, bu boş amaç için de şeyh, vesile ittihaz edilmektedir? Şüphesiz Allah mekânsal ve zamansal olarak insana uzak değildir. O halde O'na takvâ ile yaklaşmak yerine, O'nda yok olmak idealini kendisine yol olarak seçenler ciddi bir değer bulanıklığına neden olmaktadırlar. O'na yaklaşmak için sâlih amelden başka bir vesile ittihaz etmek yanlıştır.[107]

Allah'tan Başka Velî Yoktur: "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır, diriltir ve öldürür. Sizin Allah'tan başka velîniz ve yardımcınız yoktur."[108]; "Onların Allah'ın dışında kendilerine yardım edecek velîleri yoktur."[109]; "Yoksa O'nun dışında birtakım velîler mi edindiler? İşte Allah, velî olan O'dur. Ölü olanları da diriltir. Her şeye güç yetiren O'dur."[110]; "Haberin olsun, hâlis olan din yalnızca Allah'ındır. O'ndan başka velîler edinenler (şöyle derler): 'Biz bunlara bizi Allah'a daha yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.' Hiç şüphesiz Allah kendi aralarında, hakkında ihtilâf ettikleri şeylerde hüküm verecektir. Gerçekten Allah yalancı, kâfir olan kimseyi hidâyete eriştirmez."[111]

Allah katında aracılığın, iltimasın mümkün olduğuna inananların hakiki anlamını tahrif ettiği kavramlardan biri de velî'dir. Dost, ahbap, arkadaş, yardımcı gibi anlamlara gelen velî, yukarıda alıntıladığımız âyetlerde de görüldüğü gibi, Allah'tan başkasına izâfe edilemeyecek bir yapıya sahiptir. Allah ile insanlar arasında şefaatin, velâyetin var olduğuna inanılan muharref kültürlerde bu kavramın gerçek mânâsının içi boşaltılmış, ayrıcalıklı bir sınıfa nisbet edilir olmuştur.

Kur'ân-ı Kerim'in birçok âyetinde Allah'ın tüm mü'minlerin velîsi olduğu vurgulanmaktadır. O halde tasavvuf kültüründe olduğu gibi velîlik, evliyâ sınıfına âit değildir: "Bizim velîmiz Sensin, öyleyse bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın."[112]; "Allah iman edenlerin velîsidir."[113]

Mü'minlerin tek ve gerçek velîsi Allah'tır. Allah'a dost olmak bakımından mü'minler de birbirinin velîsidirler: "İman eden erkekler ve iman eden kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği emrederler, kötülükten men ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirler. Allah'a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir."[114]

Bazı âyet-i kerimelerde de mü'minlere, kâfirlerin, zâlimlerin, şeytanların, yahûdi ve hıristiyanların velî ve yardımcı olamayacakları bildirilmektedir.[115]

Bütün bu âyet-i kerimelerden çıkardığımız sonuç, peygamberlerin, mü'minlerin hepsi Allah'ın velîsidirler. Allah'a dost oluş, O'nu râzı etmekten dolayıdır. Yani Allah Teâlâ, iman eden ve sâlih amel işleyen kullarını velî olarak kabul etmektedir. Aynı ilkelere inanan, aynı dâvâ için kalpleri çarpan, gönül birliği yapan mü'minler de birbirlerinin velîsidirler. Birbirlerini zâlimlere karşı koruyup kollarlar.

Sözün özü, Kur'ân-ı Kerim'de muhkem bir şekilde açıklanan velî ve evliyânın vasıfları, beşer tabiatının üzerine çıkması, fevkalâdelikler göstermesi veya günahları bağışlayan şefaatçi olması değil; tevhidî bir inanca sahip olması, sâlih amel yapması, münkerden kaçınıp iyiliği yaygınlaştırması, her türlü şirke, zulme ve haksızlığa karşı açıktan mücâdele etmesidir.[116]

Sonuç: İtikadımızın temel kaynağı Kur'an, mü'minleri tevhid konusunda hassas davranmaya yöneltmektedir. Allah'a ortak koşmaya yol açacak tüm girişimler İlâhî bildirimin ışığında önlenmiştir.

Yaşadığımız toplumda "tevhid"e zarar vermeye müsâit vesile, velî ve şefaat telâkkîleri vardır. Eğer nefsimizi ve çevremizi Kur'an'ın gözüyle görmeye çalışırsak, yanlışlıkların önüne geçebiliriz. Böylece düşüncelerimizi, zihnimizi ve eylemlerimizi şirkin kirlerinden uzak tutmamız mümkün olabilir. İslâm'ın temel esaslarını oluşturan konularda Rabbimizin âyetleri şüpheye ve bulanıklığa yol açmayacak derecede açıktır. Yeter ki, sadece O'na teslim olalım. İtikadımızı şuna göre, buna göre değişir hale getirmeyelim.[117]

 

Sorular

1- Şefaat kavramının lügat ve ıstılah anlamlarını açıklayınız.

2- Şefaatin mâhiyetini Kur’an’daki vurgulardan yola çıkarak açıklayınız.

3- Tarihsel süreç içinde ve mistik yaklaşımlarla şefaat kavramının nasıl ve hangi yönlerle yozlaştırıldığı hakkında bilgi veriniz.

4- Vesile kavramını sözlük ve terim olarak açıklayınız.

5- Kur’an’da vesile kavramı ile ilgili iki âyette ne anlatılmaktadır?

6- Tevessül kaç çeşittir, sınıflandırarak içeriklerini izah ediniz.

7-  Duânın istismar edilmesi ve muskacılık, üfürükçülük hakkında bilgi veriniz.

8- “Âhiret günü, günahı sevâbından fazla olduğu için cehenneme girme durumundaki günahkâr müslümanlar için Allah’ın râzı olduğu kimselere ve Allah’ın izin verdiği kişiler tarafından Allah’a yalvarmak ve onların affedilip cennete girmeleri için duâ etmeye ne denir?

a) Mükâfaat    b) Cezâ                       c) Şefaat         d) Duâ

[1] Râğıb el-Isfahanî, El-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'an, s. 263 

[2] Müslim, Cenâiz 102-103, Hadis no: 974

[3] Buhârî, Deavât 1; Müslim, İman 334-342, Hadis no: 198-199; İbn Mâce, Sünnet 37, H. no: 4307; Tirmizî, Deavât 141

[4] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 607

[5] Müslim, Cenâiz 35

[6] 39/Zümer, 44

[7] 2/Bakara, 255

[8] 19/Meryem, 87

[9] 43/ Zuhruf 86

[10] 53/Necm 26

[11] 2/Bakara, 254

[12] 2/Bakara, 48, 123

[13] 39/Zümer, 43

[14] 10/Yûnus, 18

[15] 30/Rûm, 13; 6/En’âm, 94

[16] 6/En’âm, 51, 70; 32/Secde, 4

[17] 26/Şuarâ, 100

[18] 7/A’râf, 53

[19] 5/Mâide, 72, 94; 7/A’râf, 53; 10/Yûnus, 18

[20] 20/Tâhâ, 109; 53/Necm, 26

[21] 2/Bakara, 48, 123, 254

[22] 6/En’am, 94; 7/A’râf, 53; 26/Şuarâ, 100; 30/Rûm, 13; 74/Müddessir, 48

[23] 2/Bakara, 254, 255; 10/Yûnus, 3; 20/Tâhâ, 109; 34/Sebe’, 23

[24] 53/Necm, 26

[25] 44/Duhân, 41; 74/Müddessir, 48

[26] 6/En’am, 51; 32/Secde, 4

[27] 20/Tâhâ, 109; 21/Enbiyâ, 28, 53/Necm, 26

[28] 39/Zümer, 44

[29] 1/Fâtiha, 5

[30] 39/Zümer, 44

[31] Bakara, 255

[32] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c.2, s. 155-156

[33] 2/Bakara, 48

[34] Muhammed H. Fadlullah, Min Vahyi’l-Kur’an, Akademi Y., II/38-39

[35] 4/Nisâ, 48

[36] 4/Nisâ, 31

[37] 7/A'râf, 99

[38] 83/Mutaffifîn, 14

[39] 30/Rûm, 10

[40] Tabatabaî, El-Mîzân Fî Tefsiri'l-Kur'an, I/234-235

[41] 74/Müddessir, 48

[42] 39/Zümer, 3

[43] 10/Yûnus, 18

[44] 2/Bakara, 48

[45] 2/Bakara, 123

[46] 32/Secde, 4

[47] 11/Hûd, 105

[48] 21/Enbiyâ, 27

[49] 78/Nebe’, 38

[50] 34/Sebe’, 23

[51] 6/En’am, 70

[52] Buhâri, Müslim, Tirmizi

[53] 39/Zümer, 44

[54] 53/Necm, 26

[55] 43/Zuhruf, 86

[56] 20/Tâhâ, 109

[57] 6/En’am, 51

[58] 21/Enbiyâ, 27-28

[59] 11/Hûd, 15-16

[60] 40/Mü’min, 18

[61] 2/Bakara, 254

[62] 7/A’râf, 53

[63] 30/Rûm, 13

[64] 26/Şuarâ, 97-102

[65] Cafer T. Soykök, Haksöz 67, s. 35-38

[66] 74/Müddessir, 48

[67] 36/Yâsin, 23

[68] 32/Secde, 4

[69] 4/Nisâ, 85

[70] Müslim, Zekât 69, Hadis no: 1017, 2/705 ve 4/2059; İbn Mâce, Mukaddime 14, Hadis no: 207, 1/75

[71] Müslim, Birr 145, Hadis no: 2627, 4/2026;  Ebû Dâvud, Edeb Hadis no: 5131, 4/334;  Buhârî, Edeb 37, 8/14;  Tirmizî, İlim 14, Hadis no: 2672, 5/42;  Nesâî, Zekât 65, 5/58

[72] 53/Necm, 26

[73] 21/Enbiyâ, 28

[74] Müslim, Cenâiz 35

[75] 1/Fâtiha, 4

[76] Buhârî, Rikak 38

[77] 5/Mâide, 35

[78] Muh. İbn Kesir, 1/511

[79] 17/İsrâ, 57

[80] 18/Kehf, 110

[81] 50/Kaf, 16; 2/Bakara, 186

[82] bak. 18/Kehf, 110

[83] Müslim, Cum’a 13, Hadis no: 867

[84] 7/A’râf, 180

[85] 4/Nisâ, 80

[86] 3/Âl-i İmran, 16, 53

[87] Müslim, Zikir ve Duâ 27, Hadis no: 2743; Buhârî, İcâre 12

[88] Buhârî, nak. El-Bâni, Tevessül, s: 58, Şamil İslam Ans. 6/346

[89] nak. İbn Teymiyye, Tevessül, s. 252

[90] Şamil İslam Ans. 6/346

[91] 17/İsrâ, 56

[92] 2/Bakara, 186

[93] Müslim, Zikir 19, Hadis no: 2675; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 711-716

[94] 72/Cinn, 18

[95] 39/Zümer, 38

[96] Mecmu'ul-Fetâvâ, I/126

[97] 10/Yunus, 18

[98] Allâme es-Süveydî el-İkdü's-Semîn adlı kitabında, Şeyh Nu'man el-Âlûsî de ondan nakletmiştir. Cilâül Ayneyn, s. 442

[99] Buhâri, Müslim, Tirmizî

[100] 12/Yûsuf, 106

[101] 5/Mâide, 35

[102] 17/İsrâ, 57

[103] 50/Kaf, 16

[104] 2/Bakara, 186; Ayrıca bak. 7/A'râf, 56; 11/Hûd, 61; 34/Sebe', 50.

[105] 4/Nisâ, 17; Ayrıca bak. 2/Bakara, 214; 4/Nisâ, 77; 11/Hûd, 64-81; 14/İbrâhim, 44; 21/Enbiyâ, 109; 42/Şûrâ, 17; 61/Saff, 3; 63/Münâfıkun, 10; 72/Cinn, 25.

[106] 34/Sebe', 37; Ayrıca bak. 3/Âl-i İmrân, 45; 5/Mâide, 27; 9/Tevbe, 99; 11/Hûd, 6; 46/Ahkaf, 28; 56/Vâkıa, 11; 83/Mutaffifîn, 21-28; 96/Alak, 19.

[107] Bak. 39/Zümer, 3

[108] 9/Tevbe, 116

[109] 42/Şûrâ, 46

[110] 42/Şûrâ, 9

[111] 39/Zümer, 3

[112] 7/A'râf, 155

[113] 2/Bakara, 257

[114] 9/Tevbe, 71; Ayrıca bak. 9/Tevbe, 74; 10/Yûnus, 62-63; 13/Ra'd, 37; 29/Ankebût, 22; 32/Secde, 4; 42/Şûrâ, 31.

[115] 3/Âl-i İmrân, 28; 4/Nisâ, 139-144; 5/Mâide, 51-57, 81; 45/Câsiye, 19; 60/Mümtehıne, 1.

[116] Hak Söz, sayı 11, Şubat 92

[117] Fevzi Zülaloğlu, Hak Söz, Sayı 57, Aralık 95   

Pazartesi, 22 Şubat 2021 08:53

MÛCİZE VE KERÂMET

MÛCİZE VE KERÂMET

  •  Mûcize
  • Mûcizenin Şartları
  • Peygamberlerin Mûcize Göstermesi Akla Ters Değildir
  • Mûcize, Ancak Peygamber Eliyle Gerçekleşir
  • Kur’an’a Göre, Peygamberimize Kur’an Dışında Bir Mûcize Verilmemiştir
  • Peygamberimiz de Kendisine Kur’an Dışı Mûcize Verilmediğini Söylüyor
  • Müşriklerin Mucize Olarak Neler İstemediler ki
  • Peygamberimize Kur’an’dan Başka Mucize Verildiğine Dair Delil Olarak İleri Sürülen Âyetler
  • Peygamberimiz’e Mucize Olarak Sadece Kur’an Verilmiştir
  • Hadis Literatüründe Hz. Peygamber’e Atfedilen Hissî Mûcizelerin Değerlendirilmesi
  • Sonuç
  • Kerâmet
  • Kerâmet Diye İddia Edilen Olaylar
  • Kerâmet Kavramının Tasavvufçu/Tarikatçı Bakış Açısıyla Nasıl Anlaşıldığına Yönelik Bazı Tasavvufî Kavramlar 
  • İstidrac
  • İhânet (Hizlân)
  • Mûcize ile Diğer Hârika Olaylar Arasındaki Fark

 

Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:

* Mûcizeyi sözlük ve terim anlamlarıyla tanımlamak.

* Mûcizenin şartlarını listeleyebilmek ve mûcizenin akla ters düşmediğini açıklamak.

* Peygamberlerin mûcizelerine örnekler verebilmek.

* Peygamberimize Kur’an’dan başka mûcizenin verilip verilmediği ile ilgili olarak Kur’an’dan birkaç âyet meali okuyabilmek.

* Hissî mucizeleri kabul ve reddedenlerin delilleri hakkında kısa açıklama yapabilmek.

*Hissî mûcizelerle Kur’an mûcizesi arasındaki farkları sayabilmek.

* Kerâmeti tanımlayıp, Kur’an’da kerâmet diye takdim edilen olayların kerâmete hangi yönlerle benzeyip benzemediğini açıklamak.

* Kerâmet kavramının nasıl istismar edildiğini örneklendirebilmek.

* İstidrac ve ihanet (hızlan) kavramlarını örneklerle tanımlayabilmek.

* Mûcize ile diğer hârika olaylar arasındaki farkı açıklayabilmek.

 

Mûcize

Sözlükte; âciz bırakan, yapılması insan gücünün üstünde olan şey demektir.

Terim olarak ise; peygamber olan insanların peygamberliklerini ispat etmeleri için Allah’ın izni ile göstermiş oldukları hârikulâde (olağanüstü) şeylere mûcize denir.

Kur’ân-ı Kerim’de, mûcizeye çok defa “âyet” denmektedir. Âyet; belli olan bir alâmet, bir şeyi belli eden bir işarettir. Bu kelimenin, hem İlâhî bir haberi (Kur’an’ı) ifâde için, hem de onun isbâtı için kullanılması, mühim bir esasa işarettir. O da; İlâhî bir tebliğ olan Kur’an’ın, hak ve doğru olduğuna bizzat kendisinin en kuvvetli bir delil olmasıdır. Nitekim Peygamberimiz’in tek mûcizesi, Kur’ân-ı Kerim’dir.

Mûcize, gerçekte bilinen tabiat kanunları ve âdetler dışı fevkalâde bir olaydır. Allah Teâlâ, peygamber olarak seçtiği zâtı tasdik ve peygamberlik iddiasını te’yid için, onun elinde fevkalâde bir şey gösterir. İşte bu, onun peygamberliğini isbat eden bir delil, bir mûcizedir.

 

Mûcizenin Şartları

1) Mûcize, Allah’ın fiilidir. Yani mûcizeyi Allah, peygamberin elinde yaratır, yoksa peygamberin kendisi mûcizeyi meydana getiremez.

2) Mûcize, peygamberin istediği şekilde gerçekleşir, onun isteğine ters meydana gelmez.

3) Mûcize, hârikulâde (olağanüstü) bir şeydir. Yani tabiat kanunlarının üstündedir.

4) Mûcizeyi peygamber olan insanlar hâricinde hiç kimse gösteremez.

5) Mûcizenin bir benzerini meydana getirmek imkânsızdır.

 

Peygamberlerin Mûcize Göstermesi Akla Ters Değildir

Mûcize göstermenin aklen mümkün olduğuna en açık delil; Allah Teâlâ’nın her şeye kaadir olmasıdır. Kâinata, yer ve göklere dikkatle bakılıp, onlardaki incelik, güzellik, şaşmaz nizam ve düzen seyredilince, her şeyin yaratıcısı olan Yüce Allah’ın, peygamberlerini tasdik için her birinin elinde, ezelî ilim ve irâdesine uygun olarak dilediği fevkalâde bir şey yaratmasının mümkün olduğu kolayca anlaşılır. Allah’a, kudret ve azametine inanan, mûcizeye de, mûcizelerin imkân dâhilinde olduğuna ve gerçekleştiğine de, dolayısıyla peygamberliğe ve peygamberlere de inanır.

Bazı şahısların usûl ve kaidelerini öğrenmek sûretiyle yaptıkları sihir, bir nevi mûcize sayılmaz. Çünkü sihir, bir insanın zâhiren maddî gücü dışında görünse de, insanın rûhî ve nefsî güç ve tâkati dışında olan bir hâdise vasfında değildir. Zira öyle olsaydı, öğrenilemez ve bir meslek haline getirilemezdi. Mûcize ise, insanların her türlü güçleri dışında kalan, çalışılarak elde edilemeyen ve ancak Allah Teâlâ’nın irâdesi ve verdiği güçle yapılan, daha doğrusu peygamberleri eliyle Allah’ın yaptığı harikulâde bir olaydır. Sihir gibi kesbî değil; vehbîdir. Yani çalışılarak elde edilemez; Allah’ın lutuf ve ihsanıdır.

Bu bakımdan, kötü maksatlarla ve şerir kimseler tarafından öğrenilerek bir meslek ve geçim aracı haline getirilen sihirbazlık, haram kılınmış ve büyük günahlardan sayılmıştır. Çalışılarak elde edilen sihirbazlıkla yapılan sihirlerde bulunan şartlar, yani; meydan okumak (Tahaddî) ve insanları benzerini yapmakta âciz bırakmak ve peygamberlik iddiası mevcut değildir. Bu bakımdan sihir, mûcizeye benzemez, kuvvetini zayıflatmaz ve mûcizelerin peygamberliğe delâletini iptal eden bir engel teşkil etmez.

 

Mûcize, Ancak Peygamber Eliyle Gerçekleşir

Enteresan bir olay olduğunda, “bir mûcize gerçekleşti”, “mûcize olay” gibi, ancak peygamberler eliyle meydana gelen mûcize’nin diğer olaylar için kullanılması, herhangi bir insanın mûcize göstermesi gibi sakat ifâdeler, akîdeyi tehlikeye düşürecek elfâz-ı küfür cinsinden ve mutlaka kaçınılması icap eden büyük yanlışlardandır. Câhiliyyenin türettiği câhillerin bu tür câhilce sözlerini benimsememek ve kullanmamak şarttır.

 

Kur’an, Muhammed aleyhisselâm’ın da aynen bizim gibi bir beşer olduğunu belirtir:

“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim, ölümlü bir insanım. (Ne var ki) bana, ‘Sizin ilâhınız ancak bir tek ilâhtır’ diye vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa sâlih amel işlesin, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koysun ve Rabbine ibâdette, O’na özgü kullukta hiç kimseyi, hiçbir şeyi (O’na) şirk koşmasın, ortak kabul etmesin.”[1]

"Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır."[2]

“De ki (ey Peygamber) Ben size Allah’ın hazineleri bendedir, demiyorum; ne insan idrakini aşan şeyleri bildiğimi söylüyorum ve ne de size Ben bir meleğim, diyorum. Ben sadece bana vahyedileni yerine getiriyorum. De ki, hiç gören ile görmeyen bir olur mu? Siz düşünmez misiniz?”[3]

“(Ey peygamber) De ki: Allah dilemedikçe, kendime bir yarar sağlamak ya da kendimden bir zararı uzaklaştırmak benim elimde değil. Eğer insan kavrayışının ötesinde olanı bilseydim, muhakkak ki, bahtiyarlık adına ne varsa ondan payıma daha çoğu düşerdi ve kötülük asla yaklaşamazdı bana. (Ama) ben sadece bir uyarıcıyım ve inanan bir topluma iyi haberler getiren bir müjdeci.”[4]

Bazı geleneksel anlayışa göre, Peygamberimizin her attığı adımın, her yaptığı işin bir mûcize gibi insanüstü özelliklere sahip olduğu iddia edilmektedir. Onu aşırı yüceltmeci ve insanüstü gösterme ifrâtı yanında, onu sıradanlaştıran modernist yaklaşımın tefrit çizgisi de bir aşırılıktır. Hz. Peygamber’in bizzat kendi ifadelerinden hareket ederek, onun beşeri yönünü ön plana çıkarırken peygamberliğini, insanlara Kitab’ı ve hikmeti öğrettiğini ve onları temizlediğini unutup onu sıradanlaştırmaya çalışanlar, onun kendisine vahiy gelen bir peygamber olduğunu, bizzat Allah’ın övgüsüne mazhar olan, seçkin bir insan olduğunu düşünmeli; ona insanüstü vasıflar ve özellikler atfederek, onu yücelttiğini zannedenler de yine bizzat onun dikkat çektiği, Hz. İsa’nın Hristiyanlarca yüceltilmesi hatasında olduğu gibi bir hataya düşmemelidir. Vasat ümmet olmanın bir gereği ve sonucu olarak, adil ve dengeli bir yaklaşımla ve yine Kur’an’da ve onun ifadelerinde geçtiği şekliyle “Allah’ın kulu ve rasûlü” olduğuna dikkat edilmelidir. Son derece sorumluluk sahibi, müttaki ve seçkin bir kul; âlemlere rahmet olarak gönderilen mütevazı bir rasûl. İnsanlığı ele alınırken rasüllüğü, vahye muhataplığı ele alınırken tevazuu devreye giren örnek şahsiyet.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), her konuda olduğu gibi kulluk ve ubudiyet konusunda da ümmetine örnek olmuş; peygamberliği onun bir beşer olduğu gerçeğini ortadan kaldırmadığı gibi, bir kulun yaratıcısına ibâdet etmesi mükellefiyetinden de azade kılmamıştır. Hz. Peygamber de ümmetin diğer fertleri gibi her türlü emir ve yasağın muhatabı olmuş, hatta bazı durumlarda (mesela gece namazı) bizlere göre ek mükellefiyetlerle daha ağır bir sorumluluk üstlenmiştir.

Peygamber oluşundan dolayı hiçbir zaman ayrıcalıklı biriymişçesine tavır ve davranışlarda bulunmayan Efendimiz, “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmede haddi aştıkları gibi beni övmede siz de haddi aşmayın. Bilin ki ben sadece bir kulum. Benim hakkımda Allah’ın kulu ve elçisidir deyin”[5] buyurarak kul olma bilincinde de bizlere güzel bir örneklik sergilemiştir.

“Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kulluk konumuna Kur’an perspektifinden bakıldığında şunları söylemek mümkündür: “O, Rabbinden indirilene tâbi olan” , “ona sımsıkı sarılan”, “sırat-ı müstakim üzere olmakla emrolunan” , “ilk müslüman olan” , “kulluğunu yerine getirmek için elinden geldiğince amel eden” , “Allah’ı zikreden” , “muvahhid olarak hak dine yönelen” , “Allah’a tevekkül eden” , “isyan ve şirk durumuna düşüp de Allah’ın azabına uğramaktan korkan” , “Allah’a sığınan” , “eda etmekle emrolunduğu namazı” ve “bütün ibâdetleri, hayatı, ölümü âlemlerin Rabbi olan Allah için olan” , “Allah’a iman eden” , “O’na kulluk eden” , “sıkıntılara sabreden” , “Allah’a şükreden” , “O’na duâeden” , “Allah’ı hamd ile tesbih eden” , “secde yapan” , “Kur’an okuyan” , “Allah’tan bağışlanma dileyen” , “ahirete yönelmiş” ve “şeriata tâbi olmuş” bir kulluk konumu vardır.”[6]

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.s.), hamd, tesbih, secde, ibâdet, sabır gibi emirler; müşriklere itaat etmeme, aceleci olmama gibi nehiylerle muhatap olmuş, bu türden emir ve nehiyler karşısında samimi ve ihlaslı bir kulun nasıl davranması gerekiyorsa Hz. Peygamber de o şekilde davranmış, sorumluluklarını en güzel bir şekilde yerine getirmeye gayret etmiştir.

Bazı modernistlerin Kur’an’da çeşitli örnekleri sunulan peygamberlerin mûcizelerini aklî olarak izah edip mûcizeleri inkâr etmeleri, Kur’an ifadeleriyle bağdaşmaz. Peygamberlerin mûcizelerini inkâr, bu konudaki Kur’an âyetlerini kabul etmemek anlamına gelir. Bu ifratın yanında, peygamberimizin her yaptığının mûcize ve olağanüstülük taşıdığını kabul eden anlayış da Kur’an’la çelişir.

 

Kur’an’a Göre, Peygamberimize Kur’an Dışında Bir Mûcize Verilmemiştir

Önce, Kur’an bu konuda neler söylüyor, bir bakalım:

«Ona Rabbinden mûcizeler indirilmeli değil miydi?» derler. De ki: Mûcizeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım.”[7]

“Kendilerine okunmakta olan Kitab'ı sana indirmemiz (mûcize olarak) onlara yetmemiş mi? Elbette iman eden bir kavim için onda (Kur’an’da) rahmet ve ibret vardır.”[8]

“Onlar: (Muhammed) bize Rabbinden bir mûcize getirmeli değil miydi? dediler. Önce gelen kitaplardakinin apaçık delili (Kur'an) onlara gelmedi mi?[9]

“Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o Kitap yine bu Kur'an olacaktı). Fakat bütün işler Allah'a aittir...” [10]

“Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız.’ De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim.”[11]

Kâfirler diyorlar ki: Ona Rabbinden bir mûcize indirilseydi ya! (Hâlbuki) sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir rehberi vardır.” [12]

“O'na Rabbinden bir mûcize indirilseydi ya! dediler. De ki: Şüphesiz Allah mûcize indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bilmezler.”[13]

 “Onlara bir âyet geldiğinde, Allah'ın rasullerine/elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe kesinlikle inanmayız, dediler. Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, yapmakta oldukları hilelere karşılık Allah tarafından aşağılık ve çetin bir azap erişecektir.”[14]

“Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldi ise, yapabilirsen yerin içine inebileceğin bir tünel ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki onlara bir mûcize getiresin! Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplayıp birleştirirdi, o halde sakın cahillerden olma!”[15]

“(Rasûlüm!) Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın! Biz dilesek, onların üzerine gökten bir mûcize indiririz de, ona boyunları eğilip kalır.”[16]

“Eğer seni yalanlıyorlarsa (üzülme), onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. (Oysa ki) peygamberleri onlara açık âyetler (mûcizeler), sahifeler ve aydınlatıcı kitap getirmişlerdi.”[17]

“De ki: «Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”[18]

“Muhammed'e (görebileceğimiz) bir melek indirilseydi ya! dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile açtırılmazdı.”[19]

“De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?”[20]

“De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir. Bâtıla inanıp Allah'ı inkâr edenler (var ya), işte ziyana uğrayacaklar onlardır.” [21]

 

Peygamberimiz de Kendisine Kur’an Dışı Mûcize Verilmediğini Söylüyor

“Bana verilen şey, sadece Allah’ın bana indirdiği vahyidir.” [22]

“Her peygambere toplumları etkileyip onların iman etmelerine vesile olacak mûcizeler verilmiştir. Bana verilen mûcize ise Allah’ın gönderdiği vahiyden ibarettir. Bu sebeple ben Kıyâmet gününde mensubu (iman eden bağlıları) en çok olan peygamber konumunda bulunacağımı umarım.”[23]

 Müşriklerin Mûcize Olarak Neler İstemediler ki

“Onlar: ‘Sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız.”[24]

“Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın.”[25]

“Yahut, iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah'ı ve melekleri gözümüzün önüne getirmelisin.”[26]

“Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız.’ De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim.”[27]

“Muhammed'e (görebileceğimiz) bir melek indirilseydi ya!’ dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile açtırılmazdı.”[28]

“Eğer peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak ki onu insan sûretine sokar onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük.”[29]

O'na Rabbinden bir mûcize indirilseydi ya!’ dediler. De ki: Şüphesiz Allah mûcize indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bilmezler.” [30]

“Kendilerine bir mûcize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde Allah'a and içtiler. De ki: Mûcizeler ancak Allah katındandır. Ama mûcize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?”[31]

“Onlara bir âyet geldiğinde, Allah'ın elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe kesinlikle inanmayız, dediler. Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, yapmakta oldukları hilelere karşılık Allah tarafından aşağılık ve çetin bir azap erişecektir.”[32]

“Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini yahut Rabbinin bazı alâmetlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz. De ki: Bekleyin, şüphesiz biz de beklemekteyiz!”[33]

“Belki de sen (müşriklerin:) «Ona (gökten) bir hazine indirilseydi veya onunla beraber bir melek gelseydi!» demelerinden ötürü sana vahyolunan âyetlerin bir kısmını (duyurmayı) terk edeceksin ve bu yüzden ruhun daralacaktır. (İyi bil ki) sen ancak bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekîldir.”[34]

“Kâfirler diyorlar ki: Ona Rabbinden bir mûcize indirilseydi ya! (Hâlbuki) sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir rehberi vardır.”[35]

“Kâfir olanlar diyorlar ki: Ona Rabbinden bir mûcize indirilmeli değil miydi? De ki: Kuşkusuz Allah dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de hidayete erdirir.”[36]

“Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı, yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o Kitap yine bu Kur'an olacaktı). Fakat bütün işler Allah'a aittir. İman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi? Allah'ın vaadi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansızın büyük bir belâ gelmeye devam edecek veya o belâ evlerinin yakınına inecek. Allah, vaadinden asla dönmez.”[37]

“Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Hâlbuki O, sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için sizi (hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz. Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize, apaçık bir delil getirin!”[38]

«Eğer doğru söyleyenlerden idiysen, bize melekleri getirmeliydin.»[39]

“Onlar: ‘(Muhammed) bize Rabbinden bir mûcize getirmeli değil miydi?’ dediler. Önce gelen kitaplardakinin apaçık delili (Kur'an) onlara gelmedi mi?”[40]

 "Hayır, dediler, (bunlar) saçma sapan rüyalardır; bilakisonu kendisi uydurmuştur; belki de o, şairdir. (Eğer öyle değilse) bize hemen, öncekilere gönderilenin benzeri bir âyet getirsin.”[41]

 “Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı, yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o Kitap yine bu Kur'an olacaktı). Fakat bütün işler Allah'a aittir. İman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi? Allah'ın vaadi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansızın büyük bir belâ gelmeye devam edecek veya o belâ evlerinin yakınına inecek. Allah, vaadinden asla dönmez.”[42]

“Onlar (bir de) şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber; (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı!”Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yeyip (meşakkatsizce geçimini sağlayacağı) bir bahçesi olmalıydı. (Ayrıca) o zalimler (müminlere): ‘Siz, ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız!’ dediler.”[43]

“Bizimle karşılaşmayı (bir gün huzurumuza geleceklerini) ummayanlar: Bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabbimizi görmeliydik, dediler. Andolsun ki onlar kendileri hakkında kibire kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.”[44]

“Sen de ancak bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mûcize getir.” [45]

“Fakat onlara tarafımızdan o hak (Peygamber) gelince: ‘Musa'ya verilen (mûcizeler) gibi ona da verilmeli değil miydi?’ dediler. Peki, daha önce Musa'ya verileni de inkâr etmemişler miydi? ‘Birbirini destekleyen iki sihir!’ demişler ve şunu söylemişlerdi: Doğrusu biz hiçbirine inanmıyoruz.”[46]

“Ona Rabbinden (başkaca) mûcizeler indirilmeli değil miydi?’ derler. De ki: Mûcizeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım.” [47]

“Peygamberler onlara: Önlerinden ve arkalarından gelerek Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, dedikleri zaman, ‘Rabbimiz dileseydi elbette melekler indirirdi. Onun için biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz’ demişlerdi.”[48]

 “Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında ona yardımcı melekler gelmeli değil miydi?” [49]

“Daha doğrusu onlardan her biri, kendisine, (önünde) açılmış sahifeler (ilâhî vahiy) verilmesini istiyor.”[50]

“Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir âyet (mûcize) gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik.”[51]

“Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerinin gelmesini mi beklerler? Hâlbuki iş bitirilmiştir. (Allah nizamı artık değişmez.) Bütün işler yalnızca Allah'a döndürülür.”[52]

“Onlara bir mûcize getirmediğin zaman, ‘(ötekiler gibi) onu da derleyip getirseydin ya!’ derler. De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım. Bu (Kur'an), Rabbinizden gelen basîretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır); iman eden bir kavim için hidayet ve rahmettir.”[53]

“Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa'dan, bunun daha büyüğünü istemişler de, «Bize Allah'ı apaçık göster» demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Bilâhare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. Biz bunu da affettik. Ve Musa'ya apaçık delil (ve yetki) verdik.”[54]

“Doğrusu Allah bize, (gökten inen) ateşin yiyeceği (yakıp kor edeceği) bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamızı emretti’ diyenlere şöyle de: ‘Size, benden önce mûcizelerle, (özellikle) dediğiniz (mûcize) ile nice peygamberler geldi. Eğer doğru insanlar iseniz, ya onları niçin öldürdünüz?”[55]

 

Peygamberimize Kur’an’dan Başka Mûcize Verildiğine Dair Delil Olarak İleri Sürülen Âyetler

“Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik.”[56]

“Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah, size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” [57]

“O (Allah) bütün gaybı (görülmeyenleri) bilir. Sırlarına kimseyi muttalî kılmaz. Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar.” [58]

“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” [59]

“Hani sana: Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır, demiştik. Sana gösterdiğimiz o görüntüleri ve Kur'an'da lânetlenen ağacı, ancak insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da, bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz.” [60]

“Andolsun onu, Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında önceden bir defa daha görmüştü.

En uçtaki ağacın (Sidret- ül Münteha'nın) yanında.

Cennetü'l-Me'vâ da onun yanındadır.

Sidre'yi kaplayan kaplamıştı.

Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı.

Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.” [61]

“Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.” [62]

 

Peygamberimiz’e Mûcize Olarak Sadece Kur’an Verilmiştir

İslâm âlimleri, Hz. Peygamber'e hissî mûcize verilmeyişinin se­bepleri hakkında bazı bilgiler vermişlerdir.[63] Yukarıda zikredilen âyetleri de dikkate alarak, bu konudaki görüşleri şu şekilde özetlemek mümkündür:

I)Mûcize talepleri Hz. Peygamber'e yöneltilmiş ve onun tabiatüstü güçlere sahip olması gerektiği inancından hareketle bizzat kendisin­den istenmiştir. Müşriklerin böyle bir talepte bulunması, Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki peygamber imajından etkilendiklerini göstermekte­dir.[64] Allah, bu ümmetin -önceki milletlerde olduğu gibi- peygambe­rin ilâhlaştmiması gibi yanlış bir îtikada düşmesini istememiştir.

II) Peygamberlerin aslî vazifesi hârikulâde şeyler göstermek değil kendilerine vahyedilen emir ve yasakları tebliğ etmektir. Kur'ân'da Hz. Peygamber'in önce beşer sonra resul olduğuna vurgu yapılmış, insan gücünü aşan birtakım hârikaların istenmesinin nübüvvetle iliş­kisinin olmadığına dikkat çekilmiş ve bu tür hârikaların sadece Al­lah'ın dilemesiyle olabileceği belirtilmiştir. Hissî mûcize taleplerini dile getiren inkârcıların bu tavrı sosyo-psikolojik sebeplerden kaynaklana­bileceği gibi nübüvvetin özünü ve gayesini bilmemelerinden de kay­naklanmış olabilir. Bu itibarla söz konusu taleplere cevap olarak Kur'ân'da, peygamberlerin gönderiliş gayeleri açıklanmış; onların Al­lah'a davet ettikleri, insanlara doğru yolu gösterdikleri, güzel örnekler sergiledikleri, dünya ve âhiret dengesini sağladıkları bildirilerek nübüv­vetin özü ve gayesi açıklanmıştır.[65]

III) Hissî mûcizelerle imanın oluşumu arasında bir doğru orantı yoktur. Kur'ân'da geçmiş kavimlerden örnekler verilerek, bunların söz konusu mûcizeleri gördükleri halde yine de inanmadıklarına vurgu ya­pılmıştır. [66] Çünkü bu kimseler, sahip oldukları dini ve entellektüel de­ğerleri koruma ve savunma hususunda taassup içindedirler. Bunlar, İçinde yaşadıkları toplumun inanç, ahlâk ve alışkanlıklarının yanı sıra sosyal, kültürel ve siyâsî değerlerini de ısrarla savunurlar. Bunu yapar­ken öncelikle kendi çıkarlarını düşünürler ve sahip oldukları sosyo­ekonomik üstünlükleri kaybetmekten korkarlar. [67] Bütün bu Özellikle­re sahip olanlar, peygamberlere ve getirdikleri mesaja karşı çıkmışlar­dır. Onları zor durumda bırakmak ve insanlar nezdindeki itibarlarını zedelemek için olmadık tekliflerde bulunmuşlardır. [68] Allah, hidâyet mûcizelerini gördükleri halde inanmayan ve başka deliller isteyen inkârcıların bu İsteklerinde samimi olmadıklarını bildiği için mûcize tek-liflerini geri çevirmiştir. [69] Çünkü onlar, eğer inanmaya meyilli olsa­lardı inanmalarını sağlayacak birçok delilin Hz. Peygamber'e verilmiş olduğunu göreceklerdi.[70]

IV) Hissî mûcize taleplerine olumlu cevap verilmeyişi aslında inkârcılar için bir lütuf ve mühlettir.[71] Çünkü mûcize gönderildikten sonra inanmayan kavimlerin helak edileceği bildirilmiş ve bunun de­ğişmeyen ilâhî bir kanun olduğu belirtilmiştir.[72] Hâlbuki inkârcılardan veya onların çocuklarından bazılarının zamanla İslâm'ı tercih etmesi mümkündür. Nitekim başlangıçta Hz. Peygamber'e karşı çıkan birçok kişinin, sonradan imanla şereflenip dini tebliğ hususunda yaptıkları hizmet düşünüldüğünde, toplu helakin gerçekleşmemesinin bu ümmet için büyük bir lütuf olduğu anlaşılır. Bu durum, Rasûl-i Ekrem'in rah­met peygamberi[73] olmasının bir tezahürü olsa gerektir. Allah, onla­rın bu durumunu bildiği için isteklerine cevap vermemiş ve böylece onlara büyük bir lütufta bulunmuştur.[74] Bu nevi talepte bulunanların çoğu, söz konusu hârikaların zuhur etmesi durumunda kendilerine ulaşacak belâ ve musibetleri bilmezler. Allah'ın bunları indirmeyi terk edişindeki hikmeti de anlamazlar.[75]

V) Hissî mûcizeler, inanç hürriyetini kısıtlayan ve insanları inan­maya zorlayan delillerdir. Peygamberler, ilâhî mesajı tebliğ eder ve in­sanları ona inanmaya davet ederler. Bu davetin kabul edilmesinde Al­lah'ın onları semavî bir mûcizeyle zorlaması imtihan anlayışına ters düşer. Allah, inkârcıların iman etmesini istemiş olsaydı, elbette bütün kâfirler O'na boyun eğmek zorunda kalırdı. [76] Hâlbuki bu dünya irâ­de ve tercih dünyasıdır. Allah insanı yaratmış, ona akıl vermiş, neyin iyi neyin de kötü olduğunu bildirmiştir. O, aklıyla iyi ve güzeli tercih edebilecek durumdadır. Böyle olduğundan dolayıdır ki, insan sorumlu tutulmuştur. İman eden de, inkâr eden de bu fiili kendi İradesiyle yap­malıdır. Bu bağlamda mûcizeler, insanlara ancak bir fikir sunabilir, yoksa onları inanmaya zorlayamaz. [77]Hâlbuki teklifi mûcizelerin ger­çekleşmesi durumunda, İnkârcıların ya iman etmeleri ya da helak edil­meleri kaçınılmaz olduğundan, her iki durumda da irâde ve inanç hür­riyetinin kısıtlanması söz konusudur. [78] Maddî veya manevî zorlama­lar neticesinde oluşan bir iman ve itaatin dini açıdan hiçbir değerinin olmadığı bilinmektedir. [79] Kur'ân bütün âyetleriyle çok net bir şekilde dinde zorlama olmadığını açıklamaktadır. Nitekim teklifi mûcizelerin zikredildiği âyetlerde, insanların İnanç ve irade hürriyetine vurgu ya­pılmıştır. Allah'ın imana zorlayacak ve dini daveti kabul etmeyi zorun­lu kılacak bir mûcize indirmesi her ne kadar mümkün ise de, hikme­te muhaliftir. Çünkü Allah'ın bütün insanların iman etmesini istemesi gibi bir irâdesi yoktur. Öyleyse niçin insanları imana zorlayacak bir mûcize indirsin.[80]

VI) Kur'ân'ın hissî mûcize taleplerine olumlu cevap vermeyişinin bir sebebi de, bu tür mûcizelerin tarihî hadiseler oluşlarıdır. Bunlar, za­manın geçmesiyle aktivitelerini kaybederler. İlk muhatapları üzerinde­ki etkileri tartışılmakla birlikte, sonraki nesillerin hissî mûcizeler hak­kındaki bilgisi ancak rivayetlerle mümkün olmaktadır. Bu bilgi aklî mûcizelerde olduğu gibi doğrudan bir bilgi değil dolaylı bir bilgidir. [81] Kur'ân'da zikredilen hissî mûcizeler, belli bir zamanda, özel şartlar al­tında ve muayyen kimselere yönelik olarak zuhur etmişlerdir. [82] Şüp­hesiz asanın ejderhaya dönüşmesi, Ölünün diriltilmesi büyük bir mûcizedir. Ancak bütün bu hissî mûcizelerden daha büyük olanı vardı ki, o da; cehalet ve rezalete gömülmüş ümmi bir toplumu ihya etmek, di­riltmek, çok kısa bir zamanda medeniyetin gıpta ettiği bir konuma yükseltmektir. [83] Önceki dinlerde hissî mûcizeler, İnkârcıları ikna için bir vasıta olarak kullanılırken İslâm'da aynı şeyin bilgi mûcizesi olan Kur'ân ile yapıldığı görülmektedir. Yani iman etmeye giden yol hisler-den değil, tefekkür ve irâdeden dolayısıyla akıldan geçmektedir. [84] Bu itibarla Kur'ân, Hz. Peygamber'in şahsında hissî mûcizelere iltifat et­memiş ve bu tür isteklere cevap vermeyi gerekli görmemiş.[85]

VII) Düşünen kimseler için Kur'ân'ın yeterli olacağı belirtilir. Nite­kim ümmî bir kimsenin böyle bir kitap getirmiş olması büyük bir mûcizedir. [86] En iyi bildikleri bir konuda bütün Araplara meydan okuyan Hz. Peygamber, bu ilâhî kelâm ile nübüvvetini ispat etmiş ve inkârcı­ları aciz bırakmıştır. Şu halde Kur'ân'ın aklî bir mûcize olduğu anlaşı­lınca bunun dışında ikinci bir mûcizeye gerek yoktur. İslâm âlimleri, iddiayı tespit için tek bir delilin yeterli olacağı kanaatindedir. Eğer in­san doğrulan kabule meyilli ise hakikati kabul etmesi İçin tek bir delil yeterlidir.[87]

VIII) Hissî mûcizelerde her zaman için bir şüphe payı vardır. Bun­ların neye delâlet ettiği hususunda insanlar farklı sonuçlara varabil­mektedirler. [88] Nitekim peygamberlere; sihirbaz, kâhin ve benzeri şe­killerde karşı çıkılması da bunu göstermektedir. Çünkü hissî mûcize­lerle diğer hârikalar arasında yakın bir ilişkinin olduğu, bu sebeple inatçı ve ısrarcı kâfirlerin mûcizelere sihir ve benzeri iftiralarda bulun­dukları bilinmektedir. İslâm dini, dine davette olağanüstü şeylere itibar etmemesi, usûl olarak nazar ve tefekkürü tercih etmesiyle diğer din­lerden ayrılmaktadır. [89] Bu sebeplerden ötürü Kur'ân'da Hz. Pey­gamber'in hissî mûcizelerine yer verilmemiştir.

Sonuç olarak, Kur'ân'ın pek çok yerinde Hz. Peygamber'in sözlü mesajını desteklemek veya pekiştirmek İçin hissî mûcizeler gös­terme gücüyle donatılmadığı ısrarla belirtilir. Denilebilir ki, O'nun tek mûcizesi; açıklığıyla, ahlâkî kapsam ve mahiyetiyle kusursuz; İnsanlık tarihinin her çağına, her gelişim safhasına uygun; insanların hem duy­gularına hem akıllarına hitap eden; kıyamet gününe kadar değişme­den kalacak olan Kur'ân'ın kendisiydi ve bugünde böyle olmakta de­vam etmektedir. Önceki peygamberler kendi toplumlarına ve kendi çağlarına tebliğ etmekle görevlendirildikleri için onların tebligatı ister istemez kendi toplumlarının şartlarıyla sınırlıydı. Hitap ettikleri insan­lar, henüz bağımsız düşünme evresine varmamış olduğundan, bu peygamberler, üstlendikleri görevin hakikatini ve amacını kavrayabilmeleri yönünde insanların dikkatlerini uyandırmak için hissî birtakım alâ­metlere ve mûcizelere ihtiyaç duymuşlardır. Ama Kur'ân, insanlığın aklî olgunluğa ulaştığı, dolayısıyla birtakım hissî mûcizelere ve işaret­lere ihtiyaç duymadan nübüvvetin hakikatini ve amacını anlayabilece­ği bir çağda vahyedilmiştir. Bu itibarla İslâm'ın daimi mûcizesi; belli bir donem ve mekanla sınırlandırılmayan, her dönem ve zamanda etki­li olan, muhatapların her zaman müracaat edip değerlendirebilecekle­ri ve bir kanaate varabilecekleri Kur'ân mûcizesidir. [90] Konunun öze­tini vermesi bakımından Hz. Peygamber'in şu sözü oldukça anlamlı­dır:

"Her peygambere kitleleri etkileyip onların iman etmelerine vesile ola­cak mûcizeler verilmiştir. Bana verilen mûcize ise Allah'ın gönderdiği vahiyden ibarettir. Bu sebeple ben Kıyamet gününde mensubu en çok olan peygamber konumunda bulunacağımı umarım."[91]

 

Hadis Literatüründe Hz. Peygamber’e Atfedilen Hissî Mûcizelerin Değerlendirilmesi

Kur'ân'da Hz. Peygamber'e hissî mûcize verilmediği açıkça ifade edilmesine rağmen, geleneksel kaynaklarda hissî mûcize rivayetlerinin var olduğu bir realitedir. Bazı âlimler, Hz. Peygamber'in söz konusu mûcizelerinin üç bin, bazıları da altı-yedi bin kadar olduğunu söylemiş­tir.[92] Her halükarda bu rakam muazzam bir mûcize rivayetinin varlı­ğını göstermektedir. Kur'ân'ın olumsuz tavrına rağmen bu denli çok mûcize rivayetinin varlığının sebepleri nelerdir? Bu rivayetleri nasıl an­lamak lazımdır? Söz konusu rivayetlerin hepsini reddetmek veya ka­bul etmek mümkün müdür? Hissî mûcize rivayetlerini anlamada bir üçüncü bakış açısı olabilir mi? Eğer Kur'ân'ın yaklaşımıyla hadislerde ifade edilen hârikalar arasında bir zıtlık yok ise, bunlar nasıl telif edi­lebilir?

İslâm dünyasında, Hz. Peygamber'in hissî mûcizeleri konusunda üç farklı eğilimin olduğu görülmektedir. Bunlardan ilki, Hz. Peygamber'e atfedilen hissî mûcizeleri tamamen reddetmektedir. Bunun tam karşısında olan ikinci eğilim ise, Hz. Peygamber'e atfedilen hârikala­rın hepsini kabul etme taraftarıdır. Bu iki görüşün ortasını bulan üçün­cü eğilim ise, Hz. Peygamber'den hârikulâde olayların zuhur edebile­ceğinin imkânını kabul etmekle birlikte, bunların nübüvvetin ispatında delil olarak kullanılamayacağı inancındadır. Şimdi bu üç eğilimin iddia ve delilleri izah edilecektir:[93]

 

  • Hadis Literatüründe Nakledilen Hissî Mûcizeleri Reddedenler

Nübüvvet bahislerinin en önemli konusu şüphesiz mûcize mesele­leridir. Mûcize, peygamberliğin ispatı için klasik kelâm eserlerinde en fazla kullanılan delil olmuştur. İlk dönemden itibaren mûcizeleri hissî ve manevî ayrımına tabi tutan kelâmcılar, Hz. Peygamber'in en büyük mûcizesinin Kur'ân olduğu hususunda ittifak etmişler ve bu meseleye ayrı bir önem vermişlerdir. [94] Bununla birlikte bazı İslâm âlimleri, aklî-mânevî bir mûcize olan Kur'ân'ın dışında Hz. Peygamber'e herhan­gi bir hissî mûcizenin verilmediğini iddia etmiştir.

İslâm dünyasında Hz. Peygamber'e hissî mûcize verilmediğini id­dia edenlerin başında ilk dönem Mu'tezile kelâmcılarmdan İbrahim en-Nazzâm'ın (ö.221/835) geldiği belirtilir.[95] İbrahim en-Nazzâm'ın zaruri ilim gerektirmeyen haberlerden kaynaklanan delilleri kabul etmediği bilinmektedir. Hz. Peygamber'e atfedilen hissî mûcizelerin de tevatür derecesine ulaşmadığı ve zorunlu bir bilgi ifade etmedikleri kabul edilir.[96] Nazzâm da, tevatür derecesine ulaşmayan bütün hissî mûcize haberlerini reddetmektedir. Ancak Kur'ân'in mûcize olduğunu -diğer âlimlerden farklı da olsa) kabul etmekte ve Hz. Peygamber'in nübüvvetini ispat konusunda Kur'ân'ı yeterli görmektedir.[97]

Batıdaki ilim ve felsefenin gelişmesiyle birlikte bilimsel bilginin ob­jektif kurallara dayandırılması anlayışı zamanla İslâm dünyasında da taraftar bulmuştur. Böylece pozitivizmin etkisinde kalan çağdaş İslâm mütefekkirleri, tabiat ve tabiat kanunları hakkındaki görüşlerini bu bağlamda değerlendirme temayülü içine girmişlerdir. Tabiat kanunla­rının değişmezliği prensibine uymadığı gerekçesiyle mûcizeleri inkâr etmek veya yorumlamak ihtiyacı hissetmişlerdir. Bunlar, hadis kay­naklarında nakledilen hissî mûcizeleri açıkça reddetmekle birlikte, Kur'ân'da diğer peygamberlere nispet edilen hissi mûcizeleri büyük zorlamalarla tevil etmeye çalışmışlardır. Böylece bu görüşe meyleden­ler, din adına uydurulmuş hurafelere tepki olarak ya mûcizenin varlı­ğını inkâr etme ya da onu rasyonelleştirme temayülü içine girmişler­dir. Son dönem İslâm dünyasında bunların en Önemli temsilcisi Hin­distanlı Seyid Ahmed Han'dır (1817/1898). XIX. yüzyıl Avrupa'nın akılcılığından ve felsefesinden büyük ölçüde etkilenen Seyid Ahmed, inanç sistemlerinin mahiyetini değerlendirmek için Tabiata Uyma di­ye adlandırdığı bir ölçü ortaya attı ve İslâm'ın bu ilkeye göre en yük­sek derecede doğrulandığı sonucuna vardı. Böylece o, tabiatın ve ta­biat kanunlarının bağımsızlığını ortaya koymak gayesiyle sadece Hz. Peygamber'e atfedilen hissî mûcizeleri inkâr etmekle kalmadı, aynı zamanda Kur'ân'da önceki peygamberlerle ilgili olarak zikredilen his­sî mûcizeleri de yorumladı ve bunların hakîkî değil ancak mecazî an­latımlar olduğu sonucuna vardı.[98] Diğer taraftan Mısır ulemâsından Muhammed Heykel (1888-1956) [99] ve Ferid Vecdi[100] de hissî mûcizeleri reddedenler arasında gösterilmektedir.[101] Muhammed Heykel, Kur'ân'da Hz. Peygamberin tabiat kanunlarına uymayan hiçbir hal ve hareketinden bahsedilmediğini belirterek, eski müslümanlardan bir kısmının Hz. Peygamber'e maddî birtakım hârikalar atfetmesinin se­beplerini araştırmıştır. Bunun sebebi olarak, önceki peygamberlere nispet edilen hissî mûcizelerin, müslümanlar tarafından, peygamberli­ğin bir parçası olarak algılandığını, mûcizelerin sayısı ne kadar çoğalırsa peygamberliğin de o nispette kemâl bulacağı ve insanların pey­gambere daha fazla inanacakları düşüncesinden kaynaklandığını açık­ladıktan sonra, Hz. Peygamber'in diğer peygamberlere benzetilmesi­nin yanlış olduğunu söylemiştir. Çünkü Hz. Muhammed'e verilen mûcizenin eşi yapılamayacak bir mükemmellikte, insanî ve aklî bir mûcizedir. Allah, Son Peygamber'i bu aklî mûcizeyle teyit etmeyi murat et­miştir. Elbette yüce Allah, Hz. Muhammed'i maddî bir mûcizeyle des­teklemek isteseydi onu yapardı ve kitabında bundan söz ederdi, de­miştir. [102] Hasan Hanefî de, Hz. Peygamber'e atfedilen hissî mûcizelerin halk muhayyilesinin bir ürünü olduğunu ve bunların sahih akılla çeliştiğini söylemiştir.[103]

Mustafa Sabri, aklî mûcizeleri ispata çalıştıkları halde, hissî mûcizeleri kabul etmeyen İslâm mütefekkirleri hakkında; onların pozitiviz­min etkisinde kaldıklarını, bu sebeple tabiat kanunlarının değişmeye­ceğini iddia ettiklerini ve bu İddialarını teyit etmek üzere "Allah'ın sün­netinde bir değişiklik bulamazsınız" şeklindeki âyetleri delil gösterdik­lerini söyler. [104] Hz. Peygamber'in hissî mûcizesi olmadığı hususunda Kur'ân'da bunlara yer verilmediğini söyleyen Muhammed Heykel ve Ferid Vecdî gibi âlimlere; Kur'ân'ın bir siyer ve mağazi kitabı olmadı­ğını, dolayısıyla bu tür hadiselere yer vermediğini söyleyerek cevap verir. [105] Mustafa Sabrî, Reşîd Rızâ, Merağî, Ferid Vecdî, Heykel Pa­şa gibi âlimlerin hissî mûcizeler konusundaki görüşlerine, öncelikle hadislerin güvenilirliği hususunda şüphe uyandıracağı, ikinci olarak da "Hz. Peygamber'in hiçbir mûcizesi yoktur" şeklindeki müsteşrik iddi­asına malzeme temin edeceği fikrinden hareketle bu anlayışı tehlikeli bulur ve karşı çıkar.[106]

İslâm modernistlerinin hissî mûcizeleri reddetmeleri veya rasyonelleştirme ihtiyacı hissetmelerinin kabul edilebilir bazı sebepleri var­dır. Bunları tahlil etmeden, söz konusu âlimlerin hepsini İslâm düşma­nı ilan etmek ya da garplaşmış düşünürler olarak isimlendirmek isa­betli olmayacaktır. [107] Şimdi bu fikri savunanların temel çıkış noktala­rı sıralanacaktır:

1) Bunların temel çıkış noktası, Kur'ân'ın hissî mûcizeler konusun­daki olumsuz tutumudur. Kur'ân'da, inkârcıların müteaddit taleplerine rağmen Hz. Peygamber'e her hangi bir hissî mûcize verilmediği vur­gulanır. Hadis kaynaklarında bildirildiği şekilde, eğer Hz. Peygam­ber'e bir hissî mûcize verilmiş olsaydı bu mutlaka belirtilirdi. Bunun yerine Kur'ân'da Hz. Peygamber'in beşeri özelliklerine, tebliğ vazife­siyle görevli olduğuna, imanın oluşumunda hârikulâde olayların yapı­cı bir katkısının olmadığına dikkat çekilir.

2) Hissî mûcizeleri kabul etmeyenlerin ileri sürdükleri ikinci önem­li gerekçe, bu hârikaların tevatürle değil, âhad yolla rivayet edilmiş ol­masıdır.[108] Eğer bu olaylar gerçekleşmiş olsaydı, tevatürle nakledilme­leri gerekirdi. Çünkü insanlar, garip şeyleri nakletme hususunda he­veslidir. Buna rağmen hadislerde belirtilen hissî mûcizeler, âhad yolla bize ulaşmıştır. [109] Anlarız ki bunlar sahih rivayetler değillerdir.[110]

3) Son dönem İslâm âlimleri, batıdaki ilim ve felsefeden, poziti­vizm gibi fikri akımlardan ister istemez etkilenmişlerdir. Bunlar, tabiat­ta değişmeyen bir nizam ve sünnetullah'ın olduğunu belirterek Al­lah'ın kendi koyduğu kanunları değiştirmeyeceğini savunmuşlardır. Çünkü tabiattaki carî kanunlar, değişmeden ve bozulmadan korun­muştur. Kur'ân'da "Allah'ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsınız" şeklindeki âyetlerde bu hususa işaret edilmektedir. [111] Şu halde tabiat kanunlarının hilafına birtakım hârikaların meydana gelmesi mümkün değildir, demişlerdir.

4) Hz. Muhammed son peygamberdir, onun mesajı da kıyamete kadar bakî kalacaktır. Öyleyse onun peygamberliğini ispat eden delil­ler, sadece kendi dönemiyle sınırlı kalacak türden olmamalıdır. Nite­kim onun hidâyet mûcizesinin bütün zaman ve mekânlarda geçerli olan bir aklî ve bilgi mûcizesi olmasının hikmeti de bundandır. Ayrıca Kur'ân, insanların akıl ve mantıklarını kullanmalarını istemektedir. İn­sanların iman etmelerini de inkâr etmelerini de onların hür iradesine bırakmıştır. Hâlbuki hissî mûcizeler, inanç hürriyetini kısıtlamaktadır. Kur'ân, bu sebeple hissî mûcizeleri önemsememiş, Hz. Peygamber'in nübüvvetiyle ilgili olarak bunlara yer vermemiştir.[112]

 

II- Hadis Literatüründeki Hissî Mûcize Rivayetlerini Kabul Edenler

Kur'ân'dan sonra müslümanların en fazla itibar ettiği kaynak şüp­hesiz Kütüb-ü Sitte diye isimlendirilen hadis kitaplarıdır. Bunlardan Buharî ve Müslim'in Sahih'leri ayrı bir önemi haizdir. Bu iki kaynak­ta, Resûl-ü Ekrem'e atfedilen hissî mûcizelerin miktarı oldukça sınırlı­dır. Buna rağmen Hz. Peygamber'in mûcize ve faziletlerinden bahse­den eserlerde ona atfedilen hârikaların muazzam rakamlara ulaştığı görülür.[113]

Klasik musannifler tarafından bağımsız birer disiplin gibi değerlen­dirilen Siyer, Meğazi, Hasâis, Mu'cizât, Şevâhit, Şemail, Hilye, De­lâil, A'lam, Meulîd ve benzeri tür eserlerde Hz. Peygamber'in nübüv­vet öncesi ve sonrası zâtından, söz ve fiillerinden kaynaklandığı belir­tilen hârikalara yer verilmiş, her söz ve fiilinde olağanüstülük aranmış­tır. [114] Delâil, Hasâis, A'lâm ve Fedâil türü eserler, hadis kaynakları­nı bir tarafa bırakarak sadece mûcizelerle meşgul olmuşlardır. Olur-ol­maz her şeyi mûcize diye nakletmişlerdir. Bunların yazarlarının gaye­si, mûcizeler hakkında muteber rivayetleri toplamak değil, en garip ve hayret verici olaylardan müteşekkil eserler meydana getirmek ve bu surette son Peygamber'in fazilet ve menkıbeleri hakkında malzeme hazırlamaktır. [115] Hz. Peygamber'in mûcizelerini konu edinen ve hâ­rikalarının ne denli çok olduğunu kanıtlamaya çalışan eserîer arasın­da: Ebû Nu'aym el-İsfahânî'nin Ö.430/1038) Delâilü'n-Nübüvve’si, Beyhakî'nin ö.458/1066) Delâliü'n-Nübüvvesi, Kâdî İyâz'ın (Ö.544 /1140) eş-Şifâsı, İbnu’1-Cevzî’nin (5.597/1200) el-Vefâ bi Ahvâl-i Mustafa’sı, İbn Kesîr'in (ö.774/1373) Mu'cizâtü'n-Nebî’si, Suyûtî'nin (Ö.911/1505) el-Hasâisü'l-Kübrâ’sı, Nebhânî'nin (ö.1350/1931) Huccetülllâhi ale'l-Âlemîn'i gibi eserleri saymak mümkündür.

İbn Kuteybe (276/889), hadisçilerin bazı mevzû rivayetlerde bu­lunduklarını belirttikten sonra '"(Hadisçiler) bütün bu ahmakça rivayetleriyle İslâm düşmanlarını kışkırtmış ve zındıkları güldürmüşlerdir. İs­lâm'a girmeye meyilli olanları soğutmuş, şüphede olanların şüpheleri­ni artırmışlardır" [116] diyerek onların bu konuda ciddi hatalar yaptıklarını açıklar. Şah Velîyullah ed-Dihlevî (ö.1176/1762) de, hadis kay­naklarını güvenilirlik açısından değerlendirirken Delâil, Hasâis türü eserleri en son sıraya yerleştirir ve bunların en zayıf hatta uydurma rivayetlerle dolu olduklarını belirtir.[117] Şiblî ise, zayıf rivayet­lere dayanan mûcizeler başlığı altında-, sağlam ve muteber kabul edi­len bazı hadisçilerin Hz. Peygamber'in mûcizeleri konusundaki riva­yetleri hiç tenkid ve tahkik etmeden kaydettiklerini söyledikten sonra, Beyhakî ile Ebû Nu'aym'ı örnek vererek bunların eserlerinde sadece zayıf değil, uydurma rivayetlerin de olduğunu belirtir. Bu âlimler, ha­disle ilgili eserlerinde tenkit edip almayı uygun bulmadıkları birçok ri­vayeti, mûcizelerle ilgili eserlerine almakta sakınca görmemişlerdir.[118] Hz. Peygamber'in hârikaları konusunda aşırı gitmek, ondan hiç­bir hârikanın zuhur etmediğini iddia etmek kadar tehlikelidir. Çünkü bu gibi rivayetler, Hz. Peygamber'i örnek almak yerine ona sadece hayranlık duyulmasına ve insanüstü bir konuma yükseltilmesine yarar. Bu anlayış, Kur'ân'ın yaklaşımına tamamen terstir. Bu durumda, Ya­hudi ve Hıristiyanların kendi peygamberleri hakkında düştükleri tehli­keye müslümanların da düşmesi kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Hz. Peygamber'e yönelik bu tür rivayetlerin ayıklanması, cahil insanların bu konuda bilgilendirilmesi, Kur'ân'ın belirlediği çerçevede peygam­berlik delillerinin yeniden ortaya konulması ve çağın bilgi ve felsefe­sinden faydalanarak bunların anlaşılabilir izahının yapılması gereklidir. Şimdi, müslümanlar arasında bu tür rivayetlerin çoğalması ve taraftar bulmasının sebepleri üzerinde durulacaktır:

1)Mûcizeler hakkında yanlış ve uydurma rivayetlerin türemesine sebep, bu gibi rivayetlerin halk tarafından hüsnü kabul görmesidir. Sağlam dini tahsil almamış imam ve hatipler; cahil halkın dikkatini çekmek, onları merak ve heyecana düşürmek suretiyle hoşnut etmek için bu tür hikâyeleri uydurup yaymışlardır. Halk arasındaki kıssacı ve hikâyeciler de bu hikâyeleri abartarak aktarmışlardır. [119] Bu tür riva­yetler, zamanla kabul görmüş hatta hadis mertebesine çıkarılmıştır. Bazı âlimler bu tehlikeyi görmüş, işin ehli olmayan vaiz ve hikâyecilerin halkın inanç ve itikadında büyük tahrifler yaptığını açıklamış, an­cak bunun önü bir türlü alınamamıştır.[120]

2)Müslümanların kendi peygamberlerini diğer peygamberlerden her yönüyle üstün görme arzuları[121] bu tür rivayetlerin kabul görme­sine zemin hazırlamıştır. Aslında müslümanların Hz. Peygamber'i bü­tün peygamberlerin en üstünü saymaları, bütün faziletlerin onda top­landığına inanmaları kabul edilebilir bir husustur. Ancak bu itikada yanlış bir derinlik kazandırılmış, bütün peygamberlere verilen mûcize­lerin bir benzerinin hatta daha büyüğünün Hz. Peygamber'e verildiği iddia edilmiştir. Çünkü o, peygamberlerin sonuncusudur ve diğer bü­tün peygamberlerden üstün ve faziletlidir, öyleyse onun mûcizeleri de diğer peygamberlerin mûcizelerinden hem daha çok hem de daha bü­yük olmalıdır.[122] Bu anlayış doğrultusunda, her peygamberin mûcize­sine karşılık Hz. Peygamber'in bir mûcize gösterdiği, söz konusu mûcizenin diğerlerinden daha büyük ve etkili olduğu iddia edilmiş ve ka­nıtlanmaya çalışılmıştır.[123] Ümmetin bu psikolojik durumu, Hz. Pey­gamber'e de hissî mûcizeler verildiği hususunda rivayetlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.[124] Nitekim Önceki peygamberlere verilen mûcizelerin daha büyüklerinin Hz. Peygamber'e verildiğine dair müstakil eserler kaleme alınmış[125], nübüvvete dair eserlerde bu konuya yer verilmiştir.[126]

3)  Beşâretü'n-nebiyle ilgili birçok hadis uydurulmuştur. Kur'ân'da ve sahih hadislerde, Hz. Peygamber'in geleceğine dair mu­kaddes kitaplarda bilgiler bulunduğu, Yahudi ve Hıristiyanların son Peygamber'i bekledikleri haber verilmiştir. [127] Yalancı râviler, bu ha­berleri genişleterek Yahudilerin, Hz. Muhammed'in ne zaman, nere­de, hangi saatte ve nasıl zuhur edeceğini bildiklerine dair açıklamalar yapmışlardır. Nitekim Hz. Peygamber'in doğum anını anlatan eserler, onun dünyaya geldiği anda vuku bulan hârikaları en ince detayına ka­dar anlatmaktadır.[128] Bu rivayetlere bakıldığında Hz. Peygamber'in henüz doğduğu andan itibaren bütün insanlar tarafından çok iyi tanın­dığı, peygamberliğini bir an Önce ilan etmesinin beklendiği anlaşıl­maktadır. Hâlbuki Kur'ân'da, Resûl-ü Ekrem'in peygamber olacağını bilmediği, böyle bir beklenti içinde olmadığı bildirilmektedir.[129]

4) Birçok olay vardır ki, olağanüstü sayılmamakla beraber sırf mûcizeleri çoğaltmak için mûcizeymiş gibi kaydedilmiştir. Mesela, Hz. Câbir bir gün hastalanmış ve Hz Peygamber onu ziyarete gitmiştir. Hz. Câbir, hastalığı sebebiyle kendinden geçmiş bir halde yatarken Hz. Peygamber yüzüne biraz su serpmiştir. Bunun üzerine hasta birden bire ayılmıştır. Hadise, gayet normal bir olaydır. Fakat Delâil ve benzeri kaynaklarda bu olayın mûcize olarak nakledildiği görülür.[130]

5) Birtakım sahih rivayetlere eklemeler yapılarak veya farklı iki rivâyet karıştırılarak normal hadiseler mûcize olarak sunulmuştur. Me­selâ, Hz. Peygamber'in omuzları arasında "Peygamberlik Mührü" di­ye bilinen bariz bir gudde vardı. Diğer taraftan O'nun yüzüğü üzerin­de "Muhammed Rasûlullah" yazılıydı. Birtakım ihtiyatsız râviler, bun­ları birbirine karıştırarak "Hz. Peygamber'in omuzları üzerindeki pey­gamberlik mührü üzerinde "Muhammed Rasûlullah" yazılıdır, demiş­lerdir.[131]

 

III- Hissî Mûcizelerin Nübüvvetin İsbatında Delil Olmayacağını Savunanlar

Kaynakların belirttiğine göre, İslâm düşüncesinde hissî mûcizele­rin imkânını kabul etmekle birlikte bunların nübüvvete delâlet etmeye­ceğini savunan ilk âlim Hişâm el-Fuvatî'dir.[132] O, denizin yarılması, âsânın yılana dönüşmesi, ayın yarılması gibi hârikaların peygamberli­ğe ait bir delil sayılamayacağı kanaatindedir. Ona göre bunlar, arızî hallerdir ve arazlar ancak nazarî deliller vasıtasıyla bilinirler. Bu gibi hadiseler peygamberliğin delili kabul edilirse, o halde her bir delil, kendi dışında başka bir delile ihtiyaç duyar ve bunun da sonu gelmez, demiştir.[133] Muhtemelen İlk defa Hişâm el-Fuvatî tarafından ifade edi­len bu görüş, sonraki dönemlerde taraftar bulmuştur. Örneğin İbn Rüşd (520-595/1126-1198), bu görüşü daha anlaşılır ve kabul edile­bilir bir şekilde ortaya koymuştur. O, kelâmcıların mûcize anlayışının bazı karışıklıklara sebebiyet verebileceğini belirttikten sonra, mûcize­den hareketle iddia sahibinin peygamber olduğunun bilinmesinde ba­zı güçlüklerin olduğunu söylemiştir. Öncelikle hârikulâde olaylar ile nübüvvet sıfatı arasında doğrudan bir ilişkinin olmadığını savunmuş, söz konusu olayların tek başına peygamberliğe delil olamayacağını be­lirtmiştir. Ona göre bir insan peygamberliğini ilan ettiği zaman onun hedefi, insan ve toplumun ıslah edilmesi olmalıdır. Asanın yılana dö­nüşmesi, ölülerin diriltilmesi ve benzeri hadiseler her ne kadar olağanüstü haller ise de, bunların Hz. Mûsâ ve İsa'nın nübüvvetini ispat edebilmesi için başka delillere ihtiyaç vardır. Çünkü bu gibi hissî hâri­kalar, peygambere peygamber ismi verilmesini gerekli kılan sıfatın dı­şındaki fiillerdir. Hz. Peygamber'e atfedilen hissî hârikalara gelince, İbn Rüşd bunları mümkün görür. Ancak bunlar vasıtasıyla peygamber­liğin kanıtlanmasını isabetli bulmaz. O, bu konuda şunları söyler: "Ma­lumdur ki, Hz. Peygamber insanlardan hiç kimseyi, ümmetlerden hiç­bir ümmeti, kendi peygamberliğine ve tebliğ ettiği ahkâma iman et­meleri için bir maddeyi başka bir maddeye dönüştürmek gibi olağa­nüstü şeyler göstermek suretiyle dine davet etmemiştir. Ondan zuhur eden hârikalar, kimseye meydan okumaksızın, normal işler arasında zuhur etmiştir."[134] Özetle İbn Rüşd, hissî mûcizelerin mantıkî ve kat;î deliller olmadığını savunmuş, peygamberlik sıfatıyla bunlar arsında mantıkî bîr bağlantının bulunmadığını belirtmiştir. Hz. Peygamber, sa­dece Kur'ân'ın mûcize olduğu hususunda muhataplarına meydan oku­muş ve Kur'ân'ı hem öğretisinin hem de peygamberliğinin dayanağı yapmıştır. Bunun dışında her hangi bir hissî mûcize gösterme girişi­minde bulunmamıştır.[135]

Tarihî süreç içerisinde, nübüvvet konusuyla ilgili tartışmalar -özel­likle Batıdaki felsefî akımların etkisiyle- mûcizelerin imkânsızlığı husu­sunda yoğunlaşmıştır. Bunun için son dönem İslâm âlimleri, nübüvvet konularına ve daha özel anlamda mûcize meselesine ayrı bir önem vermişlerdir. Konuyla İlgili müstakil eserler kaleme almışlardır. Önce­ki dönemlere ait kelâm eserlerinde nübüvvet bahisleri çok sınırlı bir yer tutarken son dönemlerde kaleme alınan kelâm eserlerinde nübüv­vet bahislerinin çok daha hacimli olduğu görülür. Yakın dönem kelâmcıları, günün ilmî ve felsefî literatürünü de kullanarak, mûcizenin aklen imkânsız olmadığını izaha çalışırlar. Buna göre, mevcut tabiat ka­nunlarına muhalif bir olayın meydana gelmesinin muhal olduğuna da­ir bir kanıt olmadığı gibi, bunların başka bir tabiat kanununa bağlı ola­rak meydana geldiğini iddia etmeye de gerek yoktur. Şüphesiz bütün tabiat kanunlarını koyan güç, yeni bir kanun koymaya da muktedir­dir.[136] Nitekim Batılı filozoflardan bir kısmı, determinist anlayışı kabul etmeyerek tabiat kanunlarının zorunsuzluğunu savunmaktadır.[137] Şu halde modern düşünürlerin felsefî yorumlarında hissî mûcizelere yer bulunduğu ve asla muhal görünmediği anlaşılmaktadır.[138]

Başlangıçtan itibaren kelâmcıların genel tutumu, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin ispatında asıl kanıt olarak Kur'ân mûcizesi­nin ön plana çıkarılması şeklindedir. Nitekim kelâm eserlerinde, Hz. Peygamber'in hissî mûcizelerine birkaç cümleyle değinilirken, manevî mûcizelere ağırlık verilmiş ve bunların nübüvveti ispatta önemli olduklarına vurgu yapılmıştır. [139] Son dönem kelâmcıları da bu gelene­ği takip etmiş, Hz. Peygamber'in nübüvvetinin ispatında aklî mûcize­lere ağırlık vermişlerdir.[140] Burada Şiblî Nu'mânî, Muhammed Abduh, M. Reşîd Rızâ,[141] İzmirli, İsmail Fennî Ertuğrul[142], İsmail Hakkı Manastırlı, Hüseyin Cisrî, Abdülaziz Çaviş, Harpûtî, İzzet Derveze[143] gibi âlimleri örnek vermek mümkündür. Bunlar, Hz. Peygamber'in nübüvvetiyle ilgili olarak manevî mûcizelere ağırlık vermişlerdir. Mese­la Şiblî Nu'manî, eserinde en uzun bölümü mûcize konusuna ayırır, âlimlerin hissi mûcize üzerine kurulu yaygın geleneksel nübüvvet an­layışına karşı çıkarak, Hz. Peygamber'in getirdiği mesaj ve öğretiden hareketle onun güvenilir ve uyulması gereken bir peygamber olduğu­nun anlaşılacağını söyler. Ayrıca o, nübüvvet ve ilâhî mesajın kabulü için hissî mûcizelerin gerekliliğini ve önemini İslâm'ın ortadan kaldır­dığını da dile getirir.[144] Muhammed Abduh da, er-Risâle adlı eserin­de önce nübüvvetin mahiyetini ve imkânını izah eder, sonra da Hz. Peygamber'in risâletini tamamen aklî deliller kullanarak ispata çalışır. Kur'ân'ın icazına, içerdiği bilgi ve haberlere, getirdiği sistemin mü­kemmelliğine vurgu yaparak Hz. Muhammed'in gerçek peygamber olduğunu anlatır. Bununla birlikte O'nun hiçbir hissî mûcizesine yer vermez. [145] M. Reşîd Rızâ ise, Hz. Peygamber'in nübüvvetinin hissî mûcize ve garipliklerle değil her dönem ve mekânda geçerli olan ilmî ve aklî burhanlarla sabit olduğunu belirtir.[146]

Sonuç olarak söylenebilir ki, hadis kaynaklarında rivayet edilen hârikaların hepsini kabul etmek veya reddetmek mâkul ve mantıklı bir tutum değildir. Öncelikle bunların, klasik anlamda mûcize tanımına uymadıklarını belirtmek gerekir. Çünkü kelâm literatüründe mûcize denildiğinde, peygamberlik iddiası, tehaddî ve davaya uygun tarzda meydana gelen ve inkârcıların huzurunda onları İman etmeye sevk et­mek gayesiyle gösterilen hârikulâde olaylar kastedilir. Hâlbuki hadis kaynaklarında rivayet edilen hârikalar, -sübût açısından ileri sürülen itirazlar dikkate alınmışa bile- en azından kelâmcıların mûcize tanımıy­la örtüşmemektedir. Bu itibarla burada sorulması gereken Hz. Peygamber'den hârikulâde bir durumun zuhur edip etmediğidir. İlgili âyet­lerden anlaşıldığı üzere, Hz. Peygamber'e risâlet vazifesinde kullana­cağı ve doğruluğunun bir delili olarak gösterebileceği herhangi bir hissî mûcize verilmemiştir. Bununla birlikte, Hz. Peygamber'e hidâyet mûcizesinin dışında herhangi bir hissî mûcize verilmemiş olması, onun elinde olağanüstü bir durumun zuhur etmediği anlamına gelme­melidir. Klasik anlamda mûcizenin temel özelliklerini taşımamakla bir­likte; etrafındaki mü’minleri hayrete düşüren, onların iman ve itmi'nânlarını arttıran birtakım hârikaların Allah'ın izniyle zuhur ettiği­ni kabul etmek gerekir. Şöyle ki; Kur'ân'da önceki peygamberlerin hi­dâyet mûcizelerinin yanı sıra birtakım İlâhî yardımlar da bildirilmiştir. Hz. Mûsâ ve İsa'nın kendisine iman edenlere yönelik, -çok zorda kaldıkları bazı durumlarda veya imanlarını kuvvetlendirme gayesiyle- bazı hâri­kalar gösterdikleri açıklanmıştır. Nasıl ki, İsrailoğulları ve havariler Allah'ın birtakım lütuflarına muhatap olmuşlarsa, tıpkı bunun gibi Hz. Peygamber ve onun ashabı da bazı lütuf ve inayetlere muhatap ol­muşlardır. Bedir, Hendek ve Huneyn savaşlarında Allah'ın görünme­yen ordularla mü’minlere yardım etmesi, Hendek harbinde çok bunal­dıkları bir sırada fırtınanın çıkması, umulmadık bir anda Bedir'de yağ­murun yağması gibi örnekler Kur'ân'da mevcuttur. Yine Tebük sefe­rine çıkan müslümanlar, uzun ve sıkıntılı bir yolculuk geçirmişlerdi. Bu yolculuk sırasında suları tükenmiş, zor durumda kalmışlar ve ümitsiz­liğe düşmüşlerdi. Tam bu sırada Hz. Peygamber, bulabildikleri kadar çok suyu getirmelerini ve bir leğenin içine boşaltmalarını emretmişti. Leğenin içindeki suya elini koyan Hz. Peygamber, çevredeki insanla­ra diledikleri kadar su alabileceklerini bildirmişti. İnsanlar leğendeki suyun tükenmediğine şahit olmuşlardı. [147] Şimdi bu olay haddi zatın­da bir hârikadır. Ancak Hz. Peygamber'in bunu mü’minlerin huzurun­da, çok ihtiyaç hissedilen bir zamanda, herhangi bir iddia ve meydan okuma olmaksızın yapmıştı. Olay öncesinde bir hârika göstereceğini bildirmediği gibi, bu hadiseyle peygamberliği arasında bir bağlantı da kurmamıştı.

 

Hadis kaynaklarında belirtilen hârikulâde olaylarla Kur'ân'da ön­ceki peygamberlere yönelik belirtilen hissî mûcizeler arasında çok önemli farklar mevcuttur. Bunları şöylece özetlemek mümkündür:

Birinci olarak hedef farklılığı gösterilebilir. Çünkü mûcize, henüz iman etmemiş insanların huzurunda, onları imana sevk etmek üzere; bir benzerini başkalarının yapamayacağı iddiasına binaen ortaya ko­nur ve nübüvvet iddiasında bulunan şahsın doğruluğunun kanıtı kabul edilir. Peygamberlerin hidâyet mûcizelerinin hepsi bu özelliğe sahiptir. Hâlbuki Hz. Peygamber'den zuhur ettiği rivayet edilen hârikalar, kâfirlerin huzurunda değil mü’minlerin yanında meydana gelmiştir. Bura­da bir meydan okuma yoktur. Sadece Allah'ın bir inayeti ve lütfu var­dır. Mü’minlerin ihtiyaçlarının giderilmesi maksadına yönelik olan bu tür hârikaların neredeyse hepsinin Medîne döneminde zuhur etmiş ol­ması da dikkat çekicidir. İslâm'ın güçlenip devlet seviyesine ulaştığı ve rüştünü ispat ettiği bir dönemde bu tür hârikaların zuhur etmiş olma­sı, söz konusu hârikaların bir tebliğ metodu olarak kullanılmadığını, di­nin esaslarından her hangi bir rüknü oluşturmadıklarını göstermekte­dir.

İkinci olarak, hissî mûcizeler uyarma ve korkutma amacıyla gön­derilirler. [148]Hâlbuki nusret/ yardım türü hârikaların hedefi, mü’minlere yardım etmek, ihtiyaçlarını gidermek ya da imanlarını olgunlaştır­maktır. Nitekim sahabe, bu tür hârikaları bir bereket vesilesi olarak görmekteydi.[149]

Üçüncü olarak, Hz. Peygamber'den zuhur ettiği rivayet edilen hârikaların muayyen bir zaman ve mekânla sınırlı olduğu, sadece ola­ya şahit olanlara yönelik zuhur ettiği ve bu tür rivayetlerin haberden öte bir değerinin olmadığı bilinmektedir. İslâm âlimleri, bu tür olaylar­dan hareketle Hz. Peygamber'in peygamberliğini ispata kalkışmanın isabetli olmadığı kanaatindedir. Bu tür rivayetlerin çokluğu peygambe­rin fazilet ve üstünlüğü hususunda bir delil sayılamayacağı gibi, bunla­rın yokluğu da onun fazilet ve değerini düşürmez.

Dördüncü olarak, Hz. Peygamber inkârcılarla mücadelesinde sadece Kur'ân'ın delil oluşuyla yetinmiş, bu tur hârikaları bir tebliğ metodu olarak kullanmamıştır. Hayatı boyunca Allah'ın koyduğu tabi­at kanunlarına tabi olmuş ve bunu tavsiye etmiştir. Onun başarılarının hiçbiri söz konusu hârikalara dayanmamaktadır.[150]

Sonuç

Kur'ân'da Hz. Muhammed'in Allah elçisi olduğu aklî ve mantıkî delillerle izah edilmektedir. İslâm âlimleri başlangıçta Kur'ân'ın bu me­toduna bağlı kalmışlar ise de, zamanla Yahudi ve Hıristiyan etkileri başta olmak üzere dış kültürlerin tesirleriyle peygamberliğin kanıtlanmasında hissî mûcizelere ağırlık vermeye başlamışlardır, özellikle ha­dislerin tedvin edilmeye başlandığı dönemden itibaren bu konudaki her tür rivayet mûcizeymiş gibi ele alınmış, bunlara dayanılarak Hz. Peygamber'in nübüvvetini ispat eden eserler telif edilmiş ve zamanla a'lâmü'n-nübüvve, delâilü'n-nübüvve, mu'cizâtü'n-nebî, hasâisü'n-nebî, şemâilü'n-nebî, fedâilü'n-nebî, mevlidü'n-nebî türünde birçok eser ortaya çıkmıştır. Bu eserlerde Hz. Peygamber'den zuhur ettiği belirtilen pek çok mûcizeye yer verilmiş ve onun peygamberliği bu tür olaylarla kanıtlanmaya çalışılmıştır. Mûcizelerin çokluğuyla peygam­berlerin fazilet ve üstünlükleri arasında doğrudan bir ilişki kurularak, geçmiş peygamberlere verilen mûcizelerin daha büyüğünün Hz. Pey­gamberce verildiği ısrarla savunulmuş ve bu iddiayı desteklemek üzere Kur'ân ve sahih hadislerden yeterince delil bulunamadığından mevzû rivayetlere de yer verilmiştir. Sonuçta karşımıza büyük bir mûcize lite­ratürü çıkmıştır. Hâlbuki Kur'ân'ın -Hz. Peygamberle ilgili olarak- his­sî mûcizeler konusundaki tavrı son derece açıktır. Buna rağmen ilk dö­nem sonrası kaynaklarda ona atfedilen hissî mûcizelerin çokluğu dik­kat çekmektedir. Hissî hârikalarla peygamberliğin kanıtlanması şeklin­de özetlenecek bu anlayışın Kur'ân'ın genel tavrı dikkate alınarak de­ğerlendirilmesi ve nübüvvetin ispat edilmesinde Kur'ânî metodun or­taya konulmasının dinî açıdan bir zorunluluk olduğu açıktır.

Allah ile insanlar arasında elçilik vazifesi yapan peygamberlerin, insanlar tarafından kabul edilebilmesi İçin öncelikle doğruluk ve güve­nilirliklerini kanıtlamaları gereklidir. Vahiy ve nübüvvetin duyularla algılanamayan gaybî bir husus oluşu, gerçek peygamber ile sahtekârla­rı ayırt etmeyi sağlayan bir kriterin ortaya konulmasını gerekli kılmış­tır. İslâm âlimlerinin büyük bir kısmı -Ehl-i sünnet, Mu'tezile ve İslâm filozoflarının ekseriyeti-, peygamberin tanınıp bilinmesi, emir ve ya­sakların geçerlilik kazanması ve İnsanların dinen sorumlu tutulabilme­si için mûcizenin gerekli olduğu kanaatindedir. Her ne kadar mûcize­nin dışında peygamberin doğruluğunu gösteren başka deliller varsa da bunlar ancak hidâyet mûcizesinin zuhuruyla birlikte anlam kazanır ve destekleyici deliller haline gelirler. Peygamberlerin doğruluklarını ka­nıtlayan bu deliller Kur'ân-ı Kerim'de âyet, beyyine, burhan, sultan, furkan ve hak kelimeleriyle ifade edilirken kelâm terminolojisinde mûcize olarak isimlendirilmiştir. Bu bakımdan Kur'ân ve hadislerde peygamberliğin ispatını ifade etmek üzere kullanılan kelimelerle kelâmcıların terminolojisi arasında önemli farklılıklar vardır. Nitekim ke­lâm literatürüne göre bir olayın mûcize sayılabilmesi için onun İlâhî bir fiil olması, hârikulâde bir tarzda zuhur etmesi, nübüvvet iddiası ve tehaddî ile (meydan okumayla) birlikte gerçekleşmesi, iddiadan sonra ve belirtildiği şekilde peygamberin elinde vuku bulması ve aynı zamanda peygamberin doğ­ruluğunu gösteren bir tarzda zuhur etmesi gerekir. Bunlar, mûcizede bulunması gereken temel özelliklerdir.

Kelâm kaynaklarında mûcizeler, konusuna göre aklî, haberi ve hissî olmak üzere üçe ayrılmış ve genellikle bu tasnife bağlı kalınmış­tır. Burada mûcizeler konusuna göre tasnif edildiği gibi, gaye, tabiat kanunları, davetteki konum, tehaddî özelliği ve benzeri şekillerde de tasnif edilmiştir. Özellikle, Kur'an’da zikredilen mûcizeler, peygamber­liğin ispat edilmesindeki önem ve belirleyicilikleri açısından gayesine göre ele alınmış ve hangi mûcizelerin bu konuda delil olabileceği tes­pit edilmiştir.

Kelâmcıların mûcize tanımıyla tam olarak örtüşen deliller hidâyet mûcizeleridir. Bunlar, peygamberlerin tebliğe başladıkları ve daha zi­yade aklî deliller kullandıkları ilk dönemin hemen ardından, doğruluk­larını kanıtlamak ve insanları ikna etmek için ortaya koydukları hârikulâde olaylardır. Tehaddî şartı başta olmak üzere inkârcıların huzu­runda ve onları âciz bırakacak şekilde zuhur eden bu mûcizeler, pey­gamberlerin nübüvvetini ispat eden en önemli delillerdir. Kur'ân'da bütün peygamberlerin hidâyet mûcizeleri belirtilmemekle birlikte, nü­büvvetle ilgili âyetlerin genelinden çıkarılan sonuç -şekil ve mahiyeti farklı olmakla birlikte- her peygambere bir hidâyet mûcizesi verildiği yönündedir. Nitekim Kur'ân'da zikredilen Hz. Salih'in devesi, Hz. Mûsâ'nın asasının ejderhaya dönüşmesi, elinin beyaz bir ışık saçması, Hz. İsa'nın çamurdan yaptığı kuşu canlandırması, doğuştan körlerle alacalı hastaları iyileştirmesi, ölüleri diriltmesi hissî hidâyet mûcizesi­ne; Hz. İbrahim'in hücceti ve Hz. Muhammed'in Kur'ân mûcizesi ak­lî hidâyet mûcizesine; Hz. İsa'nın evlerde biriktirilen her şeyi bileceği­ni söylemesi ve Hz. Muhammed'in Rumların galibiyetini bildirmesi de haberi hidâyet mûcizesine örnek teşkil etmektedir. Diğer taraftan, mü’minlerin maddî ve manevî birtakım ihtiyaçlarını gidermeye yöne­lik olarak zuhur eden olaylar vardır ki, bunlar hârikulâde olmakla bir­likte klasik anlamda mûcizenin temel niteliklerini taşımazlar. Peygam­berler, önceden bildirmeden ve tehaddîde bulunmadan (meydan okumadan) ilâhî bir lütuf olarak bunları gösterirler ve bu tür olaylara dayanarak nübüvvetlerini kanıtlama yoluna gitmezler. Öte yandan, peygamberlerin şahıslarına veya çevrelerindeki sınırlı sayıdaki mü’minlere hitap eden hârikulâde olaylar vardır ki, bunlar da ikram mûcizeleri diye isimlendirilmiştir. Nitekim Hz. İbrahim'in isteği üzerine ölü kuşların dirilişinin ona gös­terilmesi, havarilere gökten sofra indirilmesi ve İsrâ olayı burada ör­nek verilebilir. İnkârda ısrar eden kâfirlerin, hidâyet mûcizelerini gör­melerine rağmen peygamberleri zor durumda bırakmak, bazen de alay etmek için ileri sürdükleri talepler vardır ki, bunlara da teklifi mûcizeler denilmiştir. Kur'ân'da hem geçmiş peygamberlere hem de Hz. Peygamber'e yöneltilen bu tür taleplere genişçe yer verilmiş ve bun­lar imanın oluşumunda müspet bir katkılarının olmadığı gerekçesiyle reddedilmişlerdir.

Kelâmcılar, şartlarına uygun olarak zuhur eden mûcizenin Allah'ın kendi elçisini "Sen peygamberlik dâvanda doğrusun, benim elçimsin!" anlamına gelen fiilî tasdik ile teyit ettiğini ve bunun sözlü tasdik yeri­ne geçtiğini kabul ederler. Onlar, bu delâleti anlatmak üzere genellik­le hükümdar-elçi örneğini verirler ve böylece gaibin şahide kıyas edil­mesi yöntemiyle mûcizenin delâletini izah etmeye çalışırlar. Kelâmcı­lar, mûcizenin zorunlu veya istidlali bir bilgi ifade edip-etmediği husu­sunda ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bazılarına göre şartlarına uygun tarzda zuhur eden mûcize, peygamberin doğruluğunu göstermesi açı­sından zorunlu bilgi İfade ederken bazıları da bunun istidlali bilgi ver­diğini iddia etmiştir. Bize göre bu bilgi, olayın keyfiyeti ve meydana geliş şeklinden ziyade muhatapların konumlan ve psikolojik halleriyle yakından ilgilidir. Şayet mûcizeler, matematiksel anlamda kesin ve şüphe edilmez zorunlu bir bilgi ifade etmiş olsalardı, bu durumda in­sanların hepsinde aynı kanaatin oluşması lâzım gelirdi. Nitekim muayyen bir mûcize, bazı kimselerde peygamberin doğruluğuna dair ke­sin ve zorunlu bir bilgi meydana getirirken aynı olay diğer insanların inkârını artırmaktadır. Aslında bu durum mûcizelerin imana zorlayıcı deliller olmadıklarını, olsa olsa inanmaya müsait kimselere düşünüp karar vermede yardım ettiklerini göstermektedir.

Kur'ân-ı Kerim'de, peygamberlerin nübüvvet Öncesi yaşantılarına fazla yer verilmemekle birlikte, genel olarak onların kendi toplumla­rında sevilen, doğru sözlü ve dürüst kimseler olduklarına vurgu yapı­lır. Buna rağmen onlar, vahiy almaya başladıkları andan itibaren daha önce söz konusu edilmeyen birçok itham ve iftiralara muhatap olmuş­lardır. Bu durumun, onların peygamber olduklarını açıklamaları, aklî ve mantıkî delillerle insanları uyarmaları ve ayrıca doğru sözlü olduk­larına dair hidâyet mûcizelerini getirmelerinden sonra ortaya çıktığı dikkate alınırsa, inkârcıların peygamberlere yaptıkları itirazların, Kur'ân'da da işaret edildiği üzere onların şahıslarına değil, getirdikle­ri vahiy ve ortaya koydukları mûcizelere karşı olduğu daha iyi anlaşı­lır. Bu itibarla söz konusu itirazlar, her ne kadar peygamberin şahsına yöneltilmişse de, bunun asıl sebebi onların misyon, doktrin ve mûcizevî delillerini reddetmektir.

İnkârcılar tarafından dile getirilen birçok mûcize talebinin varlığı Kur'ân-ı Kerim'de bildirilmektedir. Geçmiş peygamberlerden istenilen teklîfî mûcizelerin yanı sıra özellikle Mekke'li müşriklerin dile getirdik­leri hissî mûcize talepleri de Kur'ân'da tafsilatlı bir şekilde verilmiştir. Hidâyet mûcizesine rağmen inanmayan kâfirlere, ikinci bir mûcize verilmemiştir. Bu durum, Allah'ın bütün peygamberleri için geçerli olan bir sünnetidir.

İnkârcıların mûcizeleri dolayısıyla peygamberleri kabul etmeyişle­rinin sosyal, siyasî, ekonomik ve dinî olmak üzere birçok sebebi var­dır. Bunlar arasında onların büyüklenme ve hakkı kabul etmeme şek­lindeki ruh yapılarının önemli bir yerinin olduğu aşikârdır. Öte yandan inkârcıların peygamberi çekememeleri, liderlik ve siyasî üstünlüğü el­den bırakmama arzulan, sahip oldukları maddî imkânlara güvenmele­ri, benimsedikleri inançları muhafaza etmek istemeleri gibi hususlar, inkârda ısrarcı davranmalarının sebepleri arasında gösterilebilir.

İslâm âlimleri, Hz. Peygamber'e ait hissî mûcizelerin Kur'ân'da mevcudiyeti hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı âlimler, Hz. Peygamber'e hissî mûcizelerin verildiğine dair örneklerin Kur'ân'da zikredildiğini savunurken, bazıları da ona hiçbir hissî mûcize verilmediğini ve Kur'ân'da bu yönde bir İşaretin bulunmadığını iddia etmiştir. Hz. Pey-gamber'in hissî mûcizelerinin Kur'ân'da zikredildiğini ileri sürenler, bu iddialarını desteklemek üzere İsrâ, Mi'rac, İnşikâku'l-kamer (ay’ın yarılması), melekle­rin Bedir savaşında tecessüm edip müşrikleri öldürmek suretiyle müslümanlara yardım etmeleri, Hz. Peygamberin eline alıp serptiği bir avuç kumun düşmanların gözüne isabet etmesi, göğsünün yarılıp kal­binin yıkanması gibi örnekleri gösterirler. Bu çalışmada inşikaku'l-kamer, meleklerin yardımı ve savaş sırasında bir avuç toprağın düşman­lara serpilmesi örnekleri üzerinde durulmuştur. Diğer örneklerin yuka­rıda açıklanan mûcize kavramına girmediği aşikârdır. Çünkü İsrâ ve Mi'rac gibi hadiselerinin nübüvveti ispat etmek gibi bir hedefi yoktur ve bunlar sadece Hz. Peygamber'in şahit olduğu hârikalardır. Dolayı­sıyla bu olayların hissî mûcizeler arasında sayılması isabetli değildir.

İnşikâku'l-kamer haberi, Kur'ân'da sadece Kamer sûresinin ilk âyetinde zikredilir. Bu âyetin delâleti konusunda farklı yorumlar vardır. Müfessirlerin büyük çoğunluğunun benimsediği görüşe göre "inşikaku’l-kamer" ifadesiyle Mekke'de Hz. Peygamber zamanında gökteki ay’ın ikiye yarılması hâdisesi kastedilmektedir. Bu görüşü savunanların en önemli delili, Kur'ân'ın zahirî anlamı ve konuyla ilgili hadis rivayet­leridir. Diğer taraftan bu haberi ileride vuku bulacak bir olay olarak de­ğerlendirenler ise bunun, Kıyamet yaklaştığı bir sırada vuku bulacağı­nı ve kıyametin kopacağının bir işareti sayılacağını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşü savunanların delilleri ise, Kur'ân'da gelecekte vuku bulaca­ğı kesin olarak bilinen bazı hâdiselerin geçmiş zaman kipiyle ifade edilmesi, hissî mûcize talepleri konusunda Kur'ân'ın tavrı ve bu olayın âhad rivayetlerle bize ulaştırılması şeklindedir. Kur'ân'ın hissî mûcize­ler konusundaki genel tutumundan hareketle “inşakka'l-kamer” ifadesi değerlendirilirse bu ifadenin geçtiği pasajda nübüvvet-mûcize ilişkisini hatırlatan, Hz. Peygamber'in doğruluğunu ispat etme gayesi güden bir hedefin olmadığı ve böyle bir yorumu haklı gösterecek bir işaretin bulunmadığı sonucuna varılır. Bu âyetlerde kıyametin yaklaşmasıyla ayın yarılması arasında bir ilişki kurulmuştur. Ayrıca Kur'ân'ın bu ifa­deye atfetmiş olduğu kıymet de önemlidir. Siyer ve tefsir kaynakların­da nakledildiği gibi olay müşriklerin talebi üzerine Hz. Peygamber'in nübüvvetini ispata yönelik olarak ortaya konulmuş bir mûcize olmuş olsaydı, şüphesiz daha sonra inen âyet veya sûrelerde buna işaret edi­lirdi. Kamer sûresinin Mekke'de ve bi'setin dört ya da beşinci yılında indiği ve ilk sûrelerden olduğu hususu dikkate alınırsa, daha sonraki sûrelerde bu olaya atıfta bulunulmamış olması önemlidir. Kur'ân'da geçmiş peygamberlerin hissî mûcizelerine onlarca yerde atıfta bulunulurken inşikak-ı kamer'e başka âyetlerde işaret edilmemesi, bu ifadelerle mûcizenin kastedilmediği görüşünü teyit etmektedir. Mekke dönemi boyunca birçok mûcize talebiyle karşılaşan Hz. Peygamber'in inkârcıları sustur­mak için bu olayı delil getirip inanmadıklarını yüzlerine vurmamış ol­ması da dikkat çekicidir. Diğer taraftan “ve’nşakka'l-kamer” ifadesi kıya­metin kopuşunu tasvir eden âyetlerle paralellik göstermektedir. Nite­kim Kur'ân'da kıyamet sahnesini tasvir eden âyetlerde geçmiş zaman kipinin kullanıldığı görülmektedir. İnşakka'l-kamer ifadesinin de bu şe­kilde anlaşılması mümkündür. Ayrıca burada geçen "âyet" kelimesinin âlemdeki düzenin bozulup kıyametin vuku bulacağına, dolayısıyla ye­niden dirilişin gerçekleşeceğine işaret eden bir delil anlamında kulla­nılmış olması da muhtemeldir. Bu itibarla söz konusu âyetin hedefi, evrenin düzeninin ebedî olmadığı, bunun bozulabileceği ve kıyametin kopacağı, dolayısıyla ahiret hayatının vuku bulacağının anlatılması ol­malıdır. Bu ve benzeri âyetlerde, yeniden dirilişin olmayacağını iddia eden müşriklere, düşünmeleri için deliller sunulmuştur. Aklını kullanan mâkul ve mantıklı kimselerin, bu tür delillerden hareketle hakikati bul­maları mümkündür. İnşakka'l-kamer âyetinin bu şekilde yorumlanma­sı daha isabetli görünmektedir.

Hz. Peygamber'e atfedilen hissî mûcizelerden biri de, Bedir Sava­şında meleklerin müslümanların yardımına gelmeleri ve tecessüm ede­rek bilfiil savaşa katılmaları şeklindedir. Bunu kabul edenler, görüşleri­ni desteklemek üzere bazı hadis ve sahabe kavillerini delil getirmişler­dir. Savaş sırasında meleklerin tecessüm ederek savaşa müdaha­le etmeleri ve bu durumun insanlar tarafından algılanmış olduğu şek­lindeki rivayetler Kur'ân'ın hissî mûcizeler konusundaki genel tavrıyla uyuşmamaktadır. İlgili âyetler incelendiğinde, Bedir Savaşında melek­ler vasıtasıyla mü’minlere yardım yapıldığının açık bir şekilde ifade edildiği görülür. Ancak bu yardımın bazı kaynaklarda ileri sürüldüğü gibi hissî bir yardım olmadığı, tamamen manevî bir şekilde gerçekleş­mesi muhtemeldir. Zira meleklerin tecessüm edip müşriklerle savaştı­ğını ifade eden her hangi bir âyet olmadığı gibi bu konuda sahih bir rivayet de bulunmamaktadır. Onların bilfiil harbe katılıp bir kâfiri öldürmeleri de Allah'ın sünnetine aykırıdır. Şu halde, meleklerin mü’minlere yardım etmek üzere gönderilmesinin manası, kâfirlerin gö­zünde müslümanların sayısının savaştan önce az, savaşmak üzere kar­şılaştıklarında ise çok gösterilmesi, kalplerinin sakinleştirilmesi ve gü­ven duygusunun aşılanması, aynı zamanda düşmanların yüreklerine korku ve ümitsizliğin salınması şeklinde manevî ve ruhî bir yardım ol­malıdır. Bedir'de elde edilen başarının, Hz. Peygamber'in doğruluğu­nu gösteren aklî bîr delil olarak sunulması Kur'ân'ın ruhuna daha uy­gundur. Zira o, henüz nübüvvetinin başlangıcında Allah'ın elçisi oldu­ğunu, getirdiği dinin bütün dinlere üstün geleceğini, sonunda kazana­nın kendi taraftarları olacağını açıklamış, taraftarlarının azlığı ve bütün zayıflığına rağmen düşmanları ona zarar verememiş ve onu mağlup edememiştir. Özellikle Bedir günü, az sayıdaki İslâm ordusunun güçlü Mekke, ordusunu hezimete uğratması, çok kısa sayılabilecek bir dö­nemde hiç yoktan bir devlet kurması ve tüm Arabistan'a hâkim olma­sı hususları dikkate alındığında, onun Allah tarafından desteklendiği ve dolayısıyla haber verdiği hususlarda doğru söylediği rahatlıkla bili­nir.

Hadislerdeki hissî mûcize rivayetlerine gelince, haber verilen hâ­rikaların hepsini kabul veya reddetmenin isabetli olmadığı kanaatinde­yiz. Burada öncelikle Hz. Peygamber'den hârikulâde bir durumun zu­hur edip-etmediği hususuna açıklık kazandırmak gerekir. İlgili âyetler­den anlaşıldığı üzere, Hz. Peygamber'e risâlet vazifesinde kullanacağı ve doğruluğunun bir delili olarak gösterebileceği herhangi bir hissî mûcize verilmemiştir. Bu bakımdan onun yegâne hidâyet mûcizesi Kur'ân-ı Kerim'dir ve nübüvvetini ispat etmek üzere sadece onu delil olarak ileri sürmüştür. Bununla birlikte onun elinde olağanüstü bazı olayların zuhur ettiği de kabul edilmektedir. Klasik anlamda mûcizenin temel özelliklerini taşımamakla birlikte Hz. Peygamber'in elinde, etra­fındaki mü’minleri hayrete düşüren, onların iman ve itmi'nânlarmı ar­tıran birtakım hârikaların Allah'ın izniyle zuhur ettiği hususunda ma­nevî tevatürün varlığı benimsenmiştir. Nitekim Kur'ân'da önceki pey­gamberlerin hissî hidâyet mûcizelerinin yanı sıra birtakım ilâhî yar­dımlarla desteklendikleri bildirildiği gibi Hz. Peygamber ve ashabının da bazı lütuf ve inayetlere nail oldukları belirtilir. Hem Kur'ân'da hem de hadislerde belirtilen bu tür olaylar, hadd-i zâtında olağanüstü ol­makla birlikte bunların hemen hepsinin mü’minlerin huzurunda, çok İhtiyaç hissedilen bir zamanda, her hangi bir iddia ve meydan okuma olmaksızın vuku bulmuş olmaları dikkat çekicidir.

Kur'ân'da zikredilen hissî hidâyet mûcizeleri ile hadislerdeki hissî hârikalar arasında bazı farklılıklar vardır. Hissî hidâyet mûcizelerinin henüz iman etmemiş insanların huzurunda, onları imana sevk etmek üzere ortaya konulan ve iddia sahibinin doğruluğunu kanıtlayan ilâhî fiiller olduğu hususu dikkate alınırsa, hadis kaynaklarında nakledilen hissî hârikaların bu özellikten yoksun olduğu görülür. Mü’minlerin maddî veya manevî bazı ihtiyaçlarının giderilmesi maksadına yönelik olan bu tür hârikaların neredeyse hepsinin Medine döneminde zuhur etmiş olması da bunların hedefinin nübüvveti ispat etmek ve Hz. Peygamber'in doğruluğunu kanıtlamak olmadığını göstermektedir. Öte yandan hissî hidâyet mûcizeleri uyarma ve korkutma amacıyla gönde­rilirler. Hâlbuki nusret türü hârikaların hedefi, mü’minlere yardım et­mek, ihtiyaçlarını gidermek veya imanlarını olgunlaştırmaktır. Ayrıca bu hârikalar, muayyen bir zaman ve mekânla sınırlıdır ve sadece ola­ya şahit olanlar için bir anlam ifade ederler. Bunları görme imkânına sahip olmayanlar için bu rivayetlerin haberden öte bir değerleri yok­tur. İslâm dininin evrensel olduğu ve Kur'ân mesajının bütün zaman ve mekâna hitap ettiği hususu dikkate alınırsa, Hz. Peygamber'in nü­büvvetini kanıtlayan delillerin her dönemde geçerliğini muhafaza ede­cek türden olmasının Kur'ân'ın ve İslâm'ın ruhuna daha uygun oldu­ğu anlaşılır. Zira Hz. Peygamber, inkârcıların birtakım vehim ve ves­veselerini bastırmak, akıl ve idraklerini saf dışı bırakacak hârikulâde olaylar göstermek için gelmemiştir. O, ilâhî mesajı insanlara ulaştır­mak, en güzel ve örnek davranışları insanlığa sunmak için gönderil­miştir. Akıllı, basiretli, önyargıdan uzak ve hakkı kabule meyilli insan­lar, onun gerçek peygamber olduğunu; mesaj ve öğretisini incelemek, ahlak ve faziletlerini araştırmak ve bütün hayatını tetkik etmek sure­tiyle anlayabilirler. Öyle ki Hz. Peygamber, nübüvvetinin başlangıcın­da ortaya koyduğu hedefleri tek tek gerçekleştirmiş; putperestliği kal­dırmış ve tevhit inancını yerleştirmiş; erdemli bir toplum oluşturmuş ve sonuçta mükemmel bir din getirmiştir. Böylece o, şimdiye kadar hiçbir kimseye nasip olmayan büyük bir başarı elde etmiştir. İşte Hz. Peygamberin bütün bunları -peygamberlik iddiasıyla birlikte- tek ba­şına gerçekleştirmiş olması, onun Allah tarafından desteklendiğini gösteren en büyük mûcizesidir.[151]

 

Kerâmet

Kerâmet, sözlükte üstün, değerli, güzel gibi anlamlara gelir. İslâm kültüründe ‘kerâmet’, Allah’ın ikramıdır. Allah’ın mü’minlere yardım vaadi kapsamında onlara lütuf ve ihsânı olarak hemen her Müslüman üzerinde görülen İlâhî yardımdır.

Kerâmet, tasavvufçuların iddia ettiği gibi, kendilerine velî denilen olağanüstü insanların, yarı tanrıların ortaya koydukları sünnetullahı değiştiren olağanüstülükler değil; Allah’ın mü’min kullarına bir hediyesidir. Günlük hayatımızda bu türlü ikramlara her zaman değilse bile, sık sık tanık olmaktayız. Birçok müslüman zaman zaman kerâmet denilecek şekilde enteresan olaya ve iyiliklere kavuşabilmektedir. Hiç beklemediğimiz bir yerde sıkıntıdan kurtulmamız, beklediğimiz bir kimsenin ansızın gelmesi, zor durumlarda birden bire çıkış yolları bulmamız, beklemediğimiz bir yerde iyi bir başarı göstermemiz ve bunlara benzer yüzlerce olağanüstü durumlarla karşılaşırız. Bir tehlikeden kurtulan için yanlış olarak ‘mûcize eseri kurtuldu’ denir. Aslında o Allah’ın o insana bir ‘kerâmeti’dir, yani bir ikramıdır. Ancak çoğu insan bunun farkında değildir.

Kerâmet, özel insanların özelliği değildir. Allah, Kur’an’da kimlerin ‘velî’ olduğunu anlatmaktadır. Kur’an’ın anlattığına göre Allah’ın koyduğu sınırlara uyan, takvâ sahibi bütün müslümanlar Allah’ın velîsidirler. Kur’an’ın özelliklerini belirttiği velî olmak için ‘kerâmet’ göstermek gerekmez. Velî olmanın böyle olağanüstülüklere ihtiyacı yoktur.

İşin aslı böyle olmasına rağmen çağlar boyu, özellikle câhil halk tarafından kerâmet çok yanlış anlaşıldı. Öyle ki, Allah’ın kullarına her zaman ikram edeceğini (kerâmet vereceğini) unutan kimseler, kerâmeti belli velîler sınıfına verdiler. Kim hangi üstada (şeyhe) bağlı ise, şeyhinin üstünlüğünü isbat edebilme uğruna yahut çok sevdikleri için yahut normal olayları olağanüstü görmek istedikleri için, ha bire kerâmet hikâyelerine başvurdular. Bağlandıkları insanları böyle görmeyi arzu ettiler.

Halk, bağlandığı hocasının kerâmetinin tâkipçisi, hatta hastasıdır. Ders aldığı, yararlandığı, öğütlerini tuttuğu insanın olağanüstü durumlarını da görmek ister. Görmese bile uydurmaya başlar. Hâlbuki insan kim olursa olsun âcizdir. Kendiliğinden hiç bir olağanüstü iş yapamaz. Bize olağanüstü gibi gelen birtakım şeyler Allah’ın o insana ikrâmıdır. O kimsenin -halkın anladığı mânâda) velîliğinin isbâtı değildir.

Kerâmet hikâyelerinin çoğu uydurma olmakla birlikte; doğru olanlar için de bu kerâmetin Allah katında kerâmet gösterenlere bir üstünlük verildiğinin işareti şeklinde anlaşılması doğru değildir. Allah’ın kendilerine bazı ikramlar sunduğu insanlar kerâmete sahip oldukları için üstün insanlar sayılamazlar. Üstünlük takvâ iledir. Kerâmet Allah’ın sâlih kullarına zaman zaman bağışladığı ikramdır. Halk arasında anlatılan, kitaplarda yer alan kerâmet hikâyelerine ihtiyaç olmadığı gibi, bunlara inanmak akaid açısından da doğru değildir.

 

Kerâmet Diye İddia Edilen Olaylar

Kur’ân-ı Kerim’de; peygamber olmadıkları halde hârikulâde hallere ve güzel nimetlere kavuşan bazı sâlih kimselerin kıssaları anlatılmıştır. Meselâ, Hz. Meryem hakkında şu âyetlere rastlarız: “Bunun üzerine Rabbi onu (Meryem’i) güzel bir şekilde kabul etti ve yetiştirdi. Zekeriyya’yı da ona bakmaya memur etti. Zekeriyya ne zaman (Meryem’in bulunduğu) mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek buldu: ‘Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?’ dedi. O da, ‘Bu Allah tarafından geliyor. Şüphesiz ki Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır’ dedi.”[152] Burada üzerinde durulması gereken mesele şudur: Bu rızık, normal bir şekilde mi, yoksa hârikulâde bir yolla mı gelmektedir? Bu konu, her iki şekilde de anlaşılabilir; ama bunun tasavvufî anlamda kerâmet olduğunu iddia etmek, tasavvufun Hz. İsa zamanına kadar uzandığını iddia etmek, Hz. Meryem’i bir tarikatçı gibi değerlendirmektir ki Allah’a sığınırız.

Hz. Süleyman’ın (a.s.) vezirlerinden birisinin, Saba kraliçesi Belkıs’ın tahtını, Yemen’den Filistin’e, göz açıp kapayıncaya kadar getirmesi de ilginç bir bir hâdisedir. 27/Neml sûresi, 40. âyette anlatılan bu olayın da tasavvuf kavramı olan kerâmetle ilgisini kurmak doğru olmaz. Ortada ne şeyh vardır, ne mürid, ne tekke vardır, ne tarikat… O yüzden tasavvufun içini doldurduğu ve tarikat yoluyla elde edilen kerâmetten bahsetmek doğru olmaz. 

Yine Kehf sûresinde “fetâ (genç yiğitler)” olarak vasıflandırılan ve tâğutî güçlere itaat etmemek için mağaraya sığınan kimselerin de peygamber olmadıkları bellidir. Ashâb-ı Kehf olarak zikredilen bu gençlerin, 300 kusür yıl süren uykusunu, Rabbimizin Kur’an’da iman edip sâlih amel işleyenlere vaad ettiği yardımla izah etmek mümkündür; tasavvufun şeyh-mürid ilişkisi ve birsürü Kur’an dışı inançla ördüğü kerâmet anlayışıyla değil…

Yalnız, Allah’ın bazı kullarına ikram etmesiyle ilgili bu örnekler, bu konunun çokça istismar edilmediği anlayışına götürmemelidir. Tarih boyunca ve günümüzde nice uydurmalar, efsâne ve hurâfeler, kerâmet maskesi takılarak ve bir şeyhin faziletine delil olarak zihinleri bulandırmıştır. Bu konuda dikkatli ve uyanık olmalıdır. Kerâmet, Allah’ın insan eliyle ortaya koyduğu olağanüstü bir özellik kabul edilmeli ve bunun akaidle ilgili direkt bir konu olmadığı bilinmelidir. Akaidle ilgisi, bazı insanlara tanrılık vasfı verilerek, sünnetullah diye ifadelendirilen Allah’ın kâinattaki değişmez yasalarını canlarının istediği gibi değiştirme gücüne sahip, istedikleri şekilde olağanüstü işler yapabilme kudretine sahip olan Süpermenler, yarı tanrılar oluşturmalarıdır. 

Şirk konusunda büyük tehlikelerden biri, evliyâ kültüdür. Allah'a ulaştıracak vâsıtalar halinde birilerine tanrılık vasfı verilir. Allah'ın evliyâsı konusundaki Yûnus, 62. âyette Kur'an, ilk iş olarak bir evliyâ tanımı vermektedir. Bu tanım, "gözünüzü açın, dikkat edin, sakın oyuna gelmeyin, uyanık olun!" anlamındaki "Elâ" edatıyla başlar. Bu ifade biçimi de gözden uzak tutulmaması gereken mesaj vermekte; yani "dikkatli olmazsanız ayağınız kayar, aldatılır, hüsrâna uğrarsınız" denilmiş olmaktadır. "Gözünüzü açın! Allah'ın evliyâsı için korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman eden ve takvâ sahibi olanlardır..."[153] Bu âyete ve velî konusundaki diğer âyetlere göre, iman ve takvânın dışında bir evliyâ alâmeti yoktur. İman ve takvâdan tâviz verildiği, bunların yozlaştırıldığı durumda Rahmân'ın evliyâsı yok; şeytanın evliyâsı vardır.

"Gözünüzü açıp kendinize gelin! Hâlis (arı-duru) din yalnız Allah'ındır. Onun yanında birilerini daha velîler edinerek 'Biz onlara, bizi Allah'a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk-kölelik etmiyoruz' diyenlere gelince, hiç kuşkusuz Allah onlar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir. Şu bir gerçek ki“Allah, yalancı ve nankör kimseyi doğru yola iletmez."[154] Bu âyet, velî kabul edilenleri "Allah ile insan arasında yakınlaştırıcı ve şefaatçi" kabul etmenin tevhid açısından yanlışlığını açıklar. Allah insana şah damarından daha yakındır[155] ve şefaat tümüyle ve sadece Allah'ın elindedir.[156] Dolayısıyla Allah ile kul arasında herhangi bir mesâfeden ve herhangi bir şefaatçıdan söz edilemez ki yaklaştırıcıya veya şefaatçıya ihtiyaç duyulsun. "Yaklaştırma" iddiası, temelden çürüktür. Çünkü Allah'ın kulundan ayrı ve uzak olduğunu iddia etmek de Kur'an'a aykırıdır. Evliyâ kültünün sosyal ve hukuksal dayanağı yapılabilecek oluşumlara da imkân verilmemiştir. Din sınıfı, din kıyafeti yoktur. Din adamı tâbiri yoktur. Aforoz ve vaftiz yoktur. Allah'a kul olmak için birilerinin tesciline, okuyup üflemesine ihtiyaç bırakılmamıştır.     

Halk, tarihin her döneminde ortalama kültür seviyesinin üstüne çıkamamış, bazı dönemlerde ise içlerinde okuma ve yazma bilen insanların bile azlığı, ekonomik, sosyal ve siyasal sebeplerle zihnî olarak çocuksu vasfa daha yakın olmuştur. Halk muhayyilesi, özellikle böyle toplumlarda çocuk psikolojisi gibidir. Çocuğun masala ve kahramanlara ihtiyacı vardır. Bunu kitaptan, kulaktan, televizyondan temin edemiyorsa, kendi hayalinde üretir, diğer çocuklarla yardımlaşarak böyle bir dünya oluşturur. Çocuktaki masal kahramanlarının yerini, halk arasında destan kahramanı, efsâneleştirilmiş kahramanlar, mitler alır; bunlar hayâlî kahramanlar olabildiği gibi; daha çok eski devirlerde yaşamış, ama hayatı masallaşmış, içine hayâlî unsurlar karışmış yüce kişilikler de olabilir. Efsânelerin, destanların, masalların, mitolojik tanrıların, evliyâ menkabelerinin, nice kıssa ve fıkraların kaynağında bu çocuksu halk muhayyilesinin zenginliği ve saflığı yatar. Halk, aynen çocuk gibi “soyut”u anlamakta zorlanır, onu somutlaştırarak benimser. "Büyük insan" denilince, takvâ gibi daha çok, iç/gönül özelliği olan tarafı anlayamaz; onu insanüstü olarak düşünüp büyüklüğünü gözle görülür hale getirir. Büyük insan demek, normal insandan farklı olarak havada uçan, denizde yürüyen insandır. Halkın ve özellikle çocukların bu anlayışı, "Malkoçoğlu", "superman" filmlerine ve yarı tanrı yarı insan mitolojik figürlere (Herkül, Zeyna vb.) konu edilir.       

Velî/evliyâ kabul edilen şeyhlerin kerâmeti diye öyle hikâyeler anlatılır ki; Kur'an'da anlatılan birçok peygamber mûcizesinin bile bu kerâmetler kadar olmadığı görülür. "Şeyh uçmaz, mürit uçurur" deyimiyle halkın arasında ifadesini bulan bu gerçek, ayrı tarikatların müritlerinin birbirlerine karşı hava atma sistemleridir. En çok ve en büyük kerâmeti gösteren şeyhin müridi olmanın gururunu tatmak isteyen müridler, böylece her seferinde şeyhlerini diğer şeyhten biraz daha fazla uçurarak bu yarışı karşılıklı devam ettirirler. Hayvanları, insanları canlandıranlar, denizlerin üstünde yürüyenler, aynı anda birçok yerde gözükenler, neler, neler... Superman velîler kalplerden geçeni bilir, uzaktan kumandalı yönlendirmelerde bulunur, bir bakışıyla hidâyete erdirir, dilediğini çarpar, üfürüğüyle şifâlar saçar, dokunuşlarıyla âlemlere nurlar yağdırır, âlemlerin mülkü ellerindedir, her şeye tasarruf ederler. Bu anlayışlar, akaidi ilgilendiren konulardır. Sahih bir inanca, Kur’an’ın açıkladığı tevhidî ilkelere ters anlayışlardır. Tasavvufun savunduğu kerâmet anlayışı, çoğunlukla bazılarını putlaştırmaya, Allah gibi sünnetullahı değiştirebilmeye, her şeye güç yetirebilmeye, tanrı gibi tasarrufta bulunabilmeye yönelik kabuller dolayısıyla, put ve şirk kavramını ilgilendirir.

 

Kerâmet Kavramının Tasavvufçu/Tarikatçı Bakış Açısıyla Nasıl Anlaşıldığına Yönelik Bazı Tasavvufî Kavramlar

Kerâmet ve “kerâmet” gösterdiği kabul edilen“velî” kavramlarının başına gelen tahrîfât, nice Kur’ânî kavramın da başına gelmiştir. Tasavvufî anlayışla tahrife uğramış diğer kavramlara örnek olması açısından, kerâmet kavramının arka planını anlamak için, bu kavramla akrabalığı olan bazı kavramları birlikte değerlendirmek gerekmektedir. Aşağıdaki kavramların tasavvufî içerikleri, kerâmet ve kerâmet gösteren velî kavramlarının tasavvufî anlamdaki özel mânâsını daha anlaşılır kılacaktır. 

Tasavvuf, farklı inanç ve yaşayışını ifade edebilmek için kendine has terim üretmiş veya bazı Kur’ânî kavramları alarak, onların içini değişik biçimde doldurup, kendi anlayışına uygun tarzda anlamlandırmıştır. Kerâmet ve kerâmet sahibi olduğuna inanılan velî kavramındaki tahrifi daha iyi anlayabilmek için, bu kavramla ilişkili bazı tasavvufî kavramları tanımanın faydası olacağı açıktır. Aşağıdaki kelime ve terimler, tasavvuf ve tasavvuf tarihi uzmanı, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf anabilim dalı öğretim üyesi Süleyman Uludağ’ın Tasavvuf Terimleri Sözlüğü’nden alınmıştır (Marifet y. 3. Baskı). Uludağ, bu ansiklopedik sözlüğü, meşhur tasavvuf kitaplarına dayanarak hazırlamış, hemen tüm yorumlarla ilgili tasavvufun kaynak eserlerine atıflarda bulunmuştur. Gerekli gören okuyucu, (kelime açıklamalarının sonunda parantez içinde verilen) kitaptaki sayfa numaraları yardımıyla daha geniş bilgi alabilir, kaynaklarını öğrenebilir. Küçük bir seçkisini sunduğumuz bu tasavvufî kavramların tasavvufî anlam ve yorumlarının bilinmesi, kerâmet ve velî kavramını olduğu kadar, tasavvufu da yakından tanımaya vesile olacaktır.

Arâis-i Hak: Hakk’ın gelinleri. (Arûs; gelin, güveyi, düğün) Tasavvufta; Başkalarından kıskandığı için Hakk’ın, kimliklerini halka açıklamadığı ve gizli tuttuğu velîleri. Hakk’ın harîm-i ilâhideki has dostları, özel ilgisine mazhar olan kulları. Gerdek gecesi gelini damaddan başkası görmediği gibi bunları da ilâhî haremde Hak’tan başkası görmez. Bunlara “arûs-i azrâ” (bâkire gelinler, dilber gelinler) ismi de verilir. (s. 50-51)

Beşler: Cebrâil’in kalbi üzere bulunan (rûhânî his ve bilgilerini ondan alan) beş ermiş. Ruhların hükümdarı olan Cebrâil’in nefesinden ve ilminin feyzinden kalpler hayat bulduğu gibi, tarik ehlinin hükümdarları olan beşlerin nefes ve ilim feyzinden de gönüller hayata kavuşur. (s. 96)

Çarpmak: Bir ermişin veya yatırın gazabına uğramak. Velîlere, ermişlere, yatırlara veya kutsal şeylere hakaret edilip bu gibi kişiler ve nesneler aşağılanınca ermişlerin ve yatırların mâneviyâtı ve rûhâniyeti onları cezalandırır. (s. 127)

Evliyâ: Velîler, dostlar. Tasavvufta; ermişler, erenler. Özel anlamda sadece Allah’ın kendilerine kerâmet ve ilham ihsan ettiği kâmil mü’minler evliyâdır. Evliyânın çeşitli varlıklar üzerinde etkli olan bir mânevî gücü vardır. Duâları Allah katında makbul olur. (s. 180-181)

Evliyâiye: Allah’ın velîsi ve dostu olma seviyesine yükselenlerden mükellefiyetin ve ibâdetlerin düşeceğine inanan mutasavvıflar zümresi. (s. 181)

Evtâd: Direkler, sütunlar. Tasavvufta; biri doğuda, diğeri batıda, üçüncüsü kuzeyde, dördüncüsü güneyde bulunan dört büyük velî. İbn Arabî, Allah bu bölgeleri bu ermiş kulları aracılığı ile korur, der. (s. 181)

Fal: Uğur, kadem, meymenet; ileride yapılması düşünülen bir işin hayırlı ve faydalı sonuçlar verceğine dair bazı ipuçlarının ve işaretlerin bulunduğuna inanmak. Şeyhin hâl, hareket ve tavırlarını ileride iyi şeylerin olacağının işareti olarak kabul etmek de faldır. Fakat mutasavvıflar bu çeşit fallara “işâret”, “beşâret” gibi isimler verirler. (185)

Fenâ fillâh: Fenâ; yokluk, hiçlik demektir. Fenâ fi’l-vücûd: Varlıkta fâni olmak, her şeyi hem Allah olarak görmek, hem Allah olarak bilmek, bu hale zevkle ulaşmak. Bu mertebede bulunanlar; “lâ mevcûde illâllah (Allah’tan başka varlık yoktur; her şey Allah’tır)” derler. Fenâ fillâh; Allah’ta fâni olmak. Kulun, beşerî vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilâhî vasıflarla donanması. (s. 188)

Fenâ fişşeyh: Müridin mürşidde, dervişin, pîrinde fâni olması. Mürîdin kendi şahsî irâde ve arzularını yok edip yerine şeyhinin irâde ve arzusunu koyması. Şeyhinin hatasını kendi isâbetli fikrine tercih edecek derecede ona uyması. Şeyhte fâni olmak, Allah’ta fâni olmanın mukaddimesi ve başlangıcıdır. (s. 188-189)

Gavs: Sığınma, ilticâ etme demektir. Tasavvufta; kendisine sığınıldığı zaman kutba "gavs" denir (Kâşânî, Ta'rîfât). Sûfîler darda ve sıkışık durumda kaldıkları zaman: "Yetiş yâ Gavs!", "Meded yâ Gavs!", "İmdâd yâ pîr!" diye feryad eder ve kutbun mânevî himâyesine ilticâ ederler. "Gavs-ı a'zam": En ulu gavs, buna "kutb-ı ekber" de denir. Hz. Peygamber'in bâtınından ibârettir. Velîliğin en yüce mertebesi budur. Abdülkadir Geylânî'ye özellikle Gavs-ı a'zam denir. (s. 201)

Himmet: Ermiş kişilerin maksadı hâsıl eden, iş bitiren ve dilediklerini yerine getiren mânevî gücü. Himmet-i ricâl: Erenlerin himmeti. Erlerin himmeti dağları yerinden oynatır. Pirler, dervişlerini himmetleriyle terbiye ve idâre ederler. (s. 243)

İnsân-ı Kâmil: Yetkin insan, kâmil insan. Tasavvufta; Allah’ın zât, sıfat, isim ve fiilleriyle en mükemmel biçimde kendisinde tecellî ettiği insan. Gavs, kutup, hakiki mürşid. İnsân-ı kâmil, Allah’ın sûreti, Allah da onun rûhu gibidir. Diğer taraftan insân-ı kâmil, âlemin rûhu; âlem de onun sûretidir. İnsân-ı kâmil, Allah’ın gözü (aynullah) dür, âlemin nûrudur. (s. 269-270) [157]

İstiğâse: Sığınmak, ilticâ etmek, meded ve yardım istemek, imdad demek. Tasavvufta; darda kalan bir tarîkat ehlinin şeyhini yardıma çağırması veya ölü ermişlerin ruhlarından imdat dilemesi. Sıkışık durumda kalan bir kimsenin Allah’tan veya peygamberin rûhâniyetinden yardım istemesi de istiğâsedir. Son dönem mutasavvıfları, şeyhlerden ve yatırlardan daima istiğâsede bulunmuşlardır. Kendisinden medet umulan en büyük velî “gavs”tır. (s. 276)

İstimdâd: İmdat istemek, medet ummak, âcil yardım talebinde bulunmak. Tasavvufta; tarîkat ehlinin şeyhlerden veya ölü velîlerin ruhlarından yardım istemeleri. “Meded yâ şeyh!” “meded yâ gavs-ı a’zam!” demeleri. “Zikir murâd eden kimse, iki dizi üzerine oturup ağzını kapatır, gözlerini yumar, bütün his ve kuvvetlerini faâliyetten menederek şeyhin rûhâniyetine teveccüh edip ondan istimdâdda bulunur.” (s. 279)

Istişfâ’: Şefaat istemek, bir işin görülmesi için birinin aracı (vâsıta, vesîle) olmasını istemek. Tasavvufta; tarîkat ehlinin yatırlardan ve ermişlerin ruhlarından Allah katında şefaatçı ve aracı olmalarını istemeleri. (s. 280) [158]

İşrâf: Bilmek, haberdar olmak, vâkıf olmak, Tasavvufta; bâtınî hallere vâkıf olmak, insanların rûhî hallerini ve kalplerinden geçirdiklerini bilmek. Firâsetten farkı, firâsetin geçici, işrâfın kalıcı olmasıdır. (s. 283)

Keşf: Açığa çıkarma, perdenin açılması. Örtülü olanı açma, gizli olanı meydana çıkarma, sezme, tahmin etme. Tasavvufta; a) Perdenin ötesindeki gaybî hususlara ve hakiki şeylere, bunları yaşayarak ve temâşâ ederek vâkıf olmak. Mükâşefe, beden ve his perdesinin kalkması ve ruh âleminin seyr edilmesi. b) İlham. Doğrudan ve aracısız Allah’tan alınan bilgi. Bu bilgi ya ilâhî hitabı işitmek ve dinlemek veya gayb âlemini görmek sûretiyle elde edilir. c) İbn Arabîye göre velîler, bilgileri peygamberlere vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan doğrudan alırlar. Bazı keşifler kesin bilgi verir. Sûfîlere göre maddî ve duyulur âlemden gelen tesir, kir ve pas kalbin gayb âlemini görmesine engel olan bir perde (hicâb) oluşturur. Riyâzet ve tasfiye ile bu perde kalkınca gayb, ayân-beyân olarak görülür. Bu perdenin açılmasına, yani  kalp gözünün açılmasına keşf denir. Keşf-i zamâir: Bir velînin başkalarının kalbinden ve zihninden geçen şeyleri bilmesi. Keşf-i ahvâl-i kubûr: Bir velînin mezarlarda gömülü olan ölülerin o âlemdeki hallerini bilmesi. (s. 310-311)

Kıtmîr: Köpek. Ashâb-ı Kehf’in köpeği. Tasavvufta; sûfî olmadığı halde, sûfîlerin arasında bulunan kimseye kıtmîr denir. Dervişler ve müridler bir köpek sadâkatı ile şeyhlerinin kapısında beklemeyi ve ulumayı en büyük şeref bilirler. M. Bahâeddin Nakşbend, Abdülkadir Geylânî’nin türbesine şu ibârenin yazılmasını emretti: “Pirlerin kapısında köpek ol, / Eğer Hakk’a yakın olmak istersen. / Zira arslanlardan daha şereflidir. / Geylânî’nin kapısındaki köpek.” (s. 315-316)

Kutb (kutub): Medâr, değirmenin alt taşına yerleştirilen ve üst taşın dönmesini sağlayan demir. Tasavvufta; a) En büyük velî, b) Her zaman, âlemde Allah'ın nazar kıldığı yer olan tek kişi (Kâşânî). c) Kutub, âlemin rûhu, âlem de onun bedeni gibidir. Her şey kutbun çevresinde ve onun sâyesinde hareket eder. Yani her şeyi o idare eder (Tehânevî, II/1268; İbn Arabî, Fusus, 39, 73). Kutbu'l-aktab: Kutubların kutbu, kutbu'l-ekber: En ulu kutub. Kutbu'l-irşâd: Rehber kutub. Tasavvufta; Her üç terim de halkı irşad etmek ve hidâyete erdirmek işiyle görevli velî anlamına gelir. Bu velî, arştan ferşe kadar tasarrufta bulunur. (s. 325-326)

Râbıta: Bağ, ilişki. Tasavvufta; mürîdin, rûhaniyetinden feyz alacağına inanarak kâmil şeyhinin sûretini (şeklini) zihninde tasavvur etmesidir. Râbıta: Müridin şeyhini severek yâdetmesi ve sûretini zihninde canlandırmasıdır. Râbıta, müridin kalben şeyhi ile beraber olmasıdır. Müridin ilk hedefi, şeyhinde fâni olmaktır. Zira şeyhte fâni olmak, Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Sâlik, râbıta vâsıtasıyla önce şeyhi ile, sonra Allah ile mânevî ve bâtınî bir ilişki kurar. (s. 425) [159]

Sekizler: Gayb erenlerden olan sekiz evliyâ. Bunlara kahr ricâli, kuvvet ricâli de denir. Şiddetli ve hiddetli velîlerdir, himmetleri faal ve tesirlidir. Teveccüh ettikleri ruhları etkileri altına alırlar. Tasarruf sahibidirler, murad ettikleri nesneler vücuda gelir, teveccühlerinin semeresi hâsıl olur. Bunlara hürmet edilir, ama yakınlarında olmaktan sakınmak lâzımdır. (s. 458)

Selâm secdesi: Sûfîlere göre, ibâdet secdesinin dışında secde-i tahiyyât denen, saygı ve sevgi duyulan bir insana selâm secdesi vardır. Sonraki bazı mutasavvıflar selâm secdesini câiz görmüşlerdir. Mevlevî şeyhleri ve dervişleri, baş keserek birbirine secde ederler. Secdeyi Hz. Mevlânâ teşrî etmiştir (meşrû kılmıştır). Bazı tarîkatlarda dervişler şeyhlerinin eteklerini öper, ayak bastıkları yere yüz sürer. Hükümdarlara ve din ulularına secde etmek, öteden beri şark kavimlerinde âdettir. (s. 460)

Şeyh: Çoğulu; Meşâyih, şüyûh, eşyâh. Yaşlı, ihtiyar, pîr, bey, önder, kabile başkanı. Tasavvufta; a) Nefsinden fâni Hak’ta bâki velî, Hak dostu. b) Tâliplere rehberlik etmek ve onları irşâd etmek ehliyetine ve liyâkatine sahip olan insan-ı kâmil, rehber, delil, mürşid. Şeyh, kâmil ve mükemmildir; başkalarını da kemâle erdirir. Şeyh-i tarikat: Mürid ve müntesiblerini, bir annenin bebeğini terbiye etmesi ve yetiştirmesi gibi terbiye edip yetiştiren şeyh. Tarîkat şeyhleri böyledir. Bunlar mürid ve müntesiblerinin mal, beden ve ruhları üzerinde mutlak olarak söz sahibidirler. Mürid ne dil, ne kalb ile şeyhine itiraz edebilir. Şeyhine “hayır!” diyen bir mürid iflâh bulmaz. Şeyhe karşı işlenen günahın tevbesi olmaz. Şeyhin önündeki mürid, gassâlin önündeki cenâze gibidir, irâdesi yoktur; şeyh ona hangi şekli verirse onu muhâfaza eder, şeyhte fâni olmak Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Allah'a giden yol, şeyhten geçer. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Şeyh keşif ve kerâmet sahibidir. Allah’ın arz üzerindeki halifesidir. Allah adına hareket eder. Şeyh, Hz. Peygamber’in nâibidir, Onun temsilcisidir. (s. 496-497)

Tasarruf: Faâliyet göstermek, yetki kullanarak iş yapmak. Tasavvufta; Kerâmet göstermek, olağanüstü yollardan iş yapmak ve tesir etmek, insanlara ve eşyaya hükmetmek ve onları idare etmek, Allah’ın eşyayı ve bütün varlıkları velîsine musahhar kılması. Hakikatte tasarrufta bulunan (mutasarrıf) Allah’tır. Fakat velîler de himmetleriyle varlıklar üzerinde tasarrufta bulunurlar. Zira Allah her şeyi onlara musahhar kılmıştır. Velîler himmetleri ile tasarrufta bulunurlar. Fakat ism-i a’zamla tasarrufta bulunduklarına da inanılır. Bazı velîlerin öldükten sonra da tasarrufta bulunduklarına inanılır. (s. 512)

Tayy-i mekân: Yerin dürülmesi, mesâfenin kısalması sûretiyle gerçekleşen kerâmet, uçmak. Bast-ı zaman: Zaman içinde zaman yaratmak. (s. 514). (Tayy-ı mekân, yerin, evliyâ için katlanarak küçülmesi demektir. Evliyâ, aynı saatlerde birkaç yerde bulunabilir; yani yerin katlanmasıyla, velî olan zat, aynı saatlerde dünyanın, birbirinden son derece uzak birçok yerlerinde bulunabilir. -F. Aydın, s. 287-)

Tayy-i zaman: Zaman içinde zaman yaratmak. (s. 514). (Tayy-ı zaman, zamanın durdurulması anlamına gelir. Velî, bu sûretle, bir yandan bulunduğu yerde zamanı durdurarak, ya da zamanın akışını, bir diğer yerdeki zamanın akışına göre yavaşlatarak yaşar. Zamanın katlanmasıyla, -ya da durdurulmasıyla) evliyâ, örneğin birkaç saniye içinde başka bir ülkeye intikal ederek orada yıllarca kaldıktan, hatta ev, bark, çoluk çocuk sahibi olduktan sonra tekrar eski yerine döner ve hayatına, kaldığı noktadan devam eder. Öyle ki döndüğü zaman, meselâ, gitmeden önce önüne konmuş olan yemek hâlâ sıcacık durmaktadır. Onu sofrada bekleyenler sadece birkaç saniye içinde ortadan kaybolmuş olmasına hayret ederler vb. -F. Aydın, s. 287-)

Tecellî: Âşikâr olmak, açığa çıkmak, görünmek, zuhûr etmek. Tasavvufta; gaybden gelen ve kalbe zâhir olan nurlar. Görünmeyenin kalpte görünür hale gelmesi. (s. 514-516)

Tecessüd: Cesedleşme, maddeleşme, bedenleşme. Tasavvufta; Rûhun ceset ve madde haline gelmesi, bedenleşmesi. a) Bir velînin rûhu başka bir yerde, ayrı bir beden ve madde kalıbı ile zâhir olabilir. b) Ölen bir velînin rûhu eskisinin tıpkısı olan bir beden kalıbı ile zâhir olabilir. Tecessüd, reenkarnasyon ve tenâsühten ayrı bir olaydır. (s. 516)

Teferrüc: Seyretme, temâşâ etme. Tasavvufta; mânen yükselen sâlikin rûhî bir mi’râc yapması, ulvî-süflî, maddî-mânevî bütün âlemlerde seyahat etmesi, her şeye yukarıdan bakması. (s. 519)

Teveccüh: Yönelme, öz alâka. Tasavvufta; a) Şeyhin Hakk’a, müridin mürşide yönelmesi, gönlünü ona bağlaması. b) Nakşîlikte muhabbet râbıtasının bir şekli. Mürid, şeyhin rûhâniyetine muhabbet yoluyla teveccüh eder, teveccüh esnâsında öyle bir istiğrak (trans) haline geçer ki, beşerî ve bedenî varlığından haberdar olmaz. Bu durumda şeyhin rûhâniyeti müridin bâtınında faâliyete geçip onun beşerî vasıflarını ortadan kaldırır, tedrîcen mürid, mürşidinin rûhânî vasıflarıyla sıfatlanır. Şeyhin müridine teveccühü, bütün mânevî gücünü ve rûhânî tesirini müridin kalbi üzerine yoğunlaştırarak ona feyz akıtması, onu büyük bir mânevî değişime uğratmasıdır. (s. 530-531)

Türbe: Toprak, hâk. Tasavvufta; Bir ermişin ve yatırın kabrinin bulunduğu üstü kapalı mekân, ziyâret yeri. Buralara adaklar adanır, mumlar yakılır, dilekler dilenir, serili postlarda namaz kılınır, duâ edilir, paralar verilir, çapıtlar bağlanır. Ermişin ve yatırın sağ insanlara mânen, ama gerçekten yardımcı olacağına inanılır. (s. 538-539)

Üçler: Üç büyük velî. Gayb erenlerden üç ulu ermiş. Üçler, Hak’tan istimdad eder, halka imdad eder, insanlara şiddet ve kahr ile değil; mülâyemet ve merhametle muâmele ederler. Üçler, erkeklerden de kadınlardan da olabilir. Üçlerden biri aralıksız ve kesintisiz Hak’tan aldığı feyzi halka akıtır. Üçler bir kutub, iki imamdan oluşur. Kutb veya gavs-ı a’zam, Alah adına mülk ve melekût âlemini idâre eder. Kutbun iki vezîri (yardımcısı) vardır. Bunlara imâmân denir. Pekçok yöre, türbe, mahalle, semt ve kasaba; ismini üçlerden alır. (s. 545)

Vahiy: Hakk’ın hitâbı. Sûfîlere gelen ilhâm. İbn Arabî; “Sözlerimiz vahy-i kelâm değildir ama vahy-i ilhamdır” der. (s. 554)

Velâdet: Doğum. Tasavvufta; Tâlibin mürşide intisab etmesi ve tarîkate girmesi. Buna  velâdet-i sâniye (ikinci doğum, mânevî doğum) denir. Şeyh ile mürîdi arasında öyle bir kaynaşma (teellüf) hâsıl olur ki neticede mürîd şeyhin parçası olur, tıpkı tabiî velâdette oğul babanın parçası olduğu gibi. “İnsan iki kere doğmadan melekût âlemine yükselemez.” İlk doğumla madde âlemi ile irtibat kuran insan, ikinci doğum ile melekût âlemi ile irtibat kurar. Mürîdin babası, onun bedeninin, şeyhi ise rûhunun var oluş sebebi olduğundan, şeyh baba, mürîd onun oğludur. Mürid, babasının bel, şeyhinin yol evlâdıdır. Şeyh, bir anne bebeğini nasıl sütü ile beslerse, öylece onu irfânı ve feyzi ile besler. Buna redâ (süt emme süresi) denir. Seyr ve sülûkünü tamamlayan ve rûhen olgunlaşarak bâliğ ve reşîd olan mürîde şeyh icâzetnâme (hilâfetnâme) verir. Buna fitâm (sütten kesme) denir. Bu yüzden müridler, şeyhlerine  baba (eb, vâlid, peder); şeyhler ise müridlerine evlâdları nazarıyla bakarlar. (s. 563-564 

Vesîle: Vâsıta, aracı, sebep, bahâne. Tasavvufta; a) Allah'a yaklaşmak veya bir dileğin kabul edilmesini veya bir musîbetin defedilmesini sağlamak için ermişlerin türbelerine gidip onların ruhlarında ve yatırlardan meded ummak. Tasavvufî anlamda vesîle ve tevessül budur. (s. 568)

Yatır: Ermişlerin gömülü olduğuna ve ziyâretçilerine fayda ya da (çarparak) zarar verdiğine itikad edilen mezarlar. (s. 578)

Yediler: Yedi büyük velî, gayb erenlerden yedi ulu ermiş. Bunlara ricâl-i ûlâ da derler. Her nefeste mi’râc yapıp Allah’ın huzûrundan marifet-ilim tahsil ederler. Yediler, yedi abdal denilen Ricâlu’l-gaybden ayrıdır. Pek çok semt, türbe ve mahalle; ismini yedilerden alır. (s. 579)

Zıllullah: Tanrı’nın gölgesi. Tasavvufta; vâhidiyet mertebesini kendi gerçeği haline getiren insan-ı kâmil. (s. 587)

Ziyâret: Mübârek ve kudsal olduğuna inanılan ermişlere ait kabir ve türbelerin ziyâret edilmesi; Buralarda duâ ve ibâdet edilmesi, kurban kesilmesi. Ziyâret edilen yere ziyâretgâh (mezar) denir. (s. 591)

Not: Tüm bu kavramların yukarıdaki anlamları, tasavvuf felsefesine göredir. Tasavvuf erbâbının kendi inançları doğrultusunda bu kelimelere yükledikleri anlam ve yorumları aksettirmektedir.

"Ve derler ki: 'Rabbimiz biz efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de, böylece onlar bizi yoldan saptırdılar." [160]

"Rabbinizden size indirilene uyun. O'ndan başka evliyânın/dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz." [161]

İstidrac

Kâfir ya da fâsık insanların ellerinden ortaya çıkan hârikalara istidrac denir. İstidrac kişinin gurur ve kibrini artırır, Allah’a şükretmeyi unutturur ve o şahsın azâbının ziyadeleşmesine sebep olur.

Bu, Allah’ın o şahsa dalâlet ve günaha devam ederek daha çok azâba müstahak olmasını temin hikmetine mâtuf bir nevi fırsat vermesidir. Bu gibi zâlim ve fâsık kimselerin dünyevî emellerine kavuşmaları, istek ve duâlarının kabulü istidrac cinsindendir.

Şeytanın, kıyâmete kadar kendisine müsaade edilmesi için yaptığı duânın kabul edilmesi, rivâyete göre Firavun’un uzun yıllar yaşayıp da başının bile ağrımaması istidraca birer örnektir.

İhânet (Hizlân)

Küfrü ve fıskı açık olan birtakım şahıslar elinde, arzularına aykırı olarak vukua gelen hârikalardır. Bu hale, ihanet veya hizlân adı verilir.

Bu tip şahıslar elinde zuhur eden menfi hârikalar, Allah’ın o şahsı yalanlamak ve rezil etmek maksat ve hikmetlerine mebnidir. Nitekim rivâyete göre; peygamberlik iddiasına kalktığı için Müseylemetü’l-Kezzâb diye anılan yalancı bir sapık, mûcize göstermek gayesiyle bir şahsın kör bulunan gözüne tükrüğünü sürünce, adamın o gözü açılacağı yerde, diğer gözü de kör olmuş.

Mûcize ile Diğer Hârika Olaylar Arasındaki Fark  

Mûcize, ancak peygamberlik şerefine mazhar olan zevat tarafından ve iddialarına uygun olarak meydana gelir.

Mûcize, çok defa halkın isteği üzerine izhar olunur. Bu esnada halka; “haydi, bir mislini de siz getirin” diye meydan okunûr ve diğer insanlar bundan âciz kalır.

Mûcize izhar eden peygamberler, her türlü kemâlât ile muttasıf birer ahlâk ve fazilet timsali kimselerdir. 

 

SORULAR

  •  Mûcizenin sözlük ve terim anlamı nedir?
  •  Mûcizenin şartları nelerdir?
  •  Mûcizeye bir örnek veriniz.
  •  Peygamber olmayan herhangi bir kimsenin başından geçen olaya mucize denilir mi? Niçin?
  •  Kur’an’a Göre, Peygamberimize Kur’an Dışında Bir Mûcize Verilmiş midir?
  •  Müşriklerin Peygamberimizden mûcize olarak yapmasını istedikleri şeylerden iki örnek veriniz.
  •  Hissî Mûcizeleri kabul edenlerle etmeyenlerin dellillerinden üçer tanesini belirtin.
  •  Kerâmeti ve istidracı örnekleri ile beraber açıklayınız.
  •  Kerâmet kavramının tasavvufçular eliyle yozlaştırılması, şeyhlerini aşırı yüceltmeleri hakkında bilgi veriniz.
  •  İhanet ile hızlan arasında fark var mıdır, bu kavramları açıklayınız.
  •  Mûcize ile diğer hârikulâde olaylar arasındaki farkları belirtiniz.

[1] 18/Kehf, 110

[2]3/Âl-i İmrân, 144

[3]6/En’âm, 50

[4]7/A’râf, 188

[5] Buhârî, Enbiyâ 48

[6] Yasin Pişgin, İnsan ve Peygamber Olarak Hz. Muhammed (s.a.s.). İlahiyat Y. Ankara 2002. s. 59

[7] 29/Ankebût, 50

[8] 29/Ankebût, 51

[9] 20/Tâhâ, 133

[10] 13/Ra’d, 31

[11] 17/İsrâ, 93

[12] 13?Ra’d, 7

[13] 6/En’âm, 37

[14] 6/En’âm, 124

[15] 6/En’âm, 35

[16] 26/Şuarâ, 3-4

[17] 35/Fâtır, 25

[18]A’râf, 188

[19]6/En’âm, 50

[20]6/En’âm, 50

[21]29/Ankebût, 52

[22]Buhârî, Fezâilu’l-Kur’an 1; Müslim, İman 239; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/341, 451

[23]Buhârî, İ’tisâm 1; Fezâilu’l-Kur’an 1; Müslim, İman 239

[24]17/İsrâ, 90

[25]17/İsrâ, 91

[26]17/İsrâ, 92

[27] 17/İsrâ, 93

[28] 6/En’âm, 8

[29] 6/En’âm, 9

[30] 6/En’âm, 37

[31] 6/En’âm, 109

[32] 6/En’âm, 124

[33] 6/En’âm, 158

[34] 11/Hûd, 12

[35] 13/Ra’d, 7

[36] 13/Ra’d, 27

[37] 13/Ra’d, 31

[38]14/İbrâhim, 10

[39]15/Hıcr, 7

[40]20/Tâhâ, 133

[41]21/Enbiyâ, 5

[42]13/Ra’d, 31

[43]25/Furkan, 7-8

[44]25/Furkan, 21

[45]26/Şuarâ, 154

[46]28/Kasas, 48

[47]29/Ankebût, 50

[48] 41/Fussılet, 14

[49] 43/Zuhruf, 53

[50] 74/Müddessir, 52

[51] 2/Bakara, 118

[52] 2/Bakara, 210

[53] 7/A’râf, 203

[54] 4/Nisâ, 153

[55] 3/Âl-i İmrân, 183

[56] 4/Nisâ, 174

[57] 57/Hadîd, 9

[58] 72/Cinn, 26-27

[59] 17/İsrâ, 1

[60] 17/İsrâ, 60

[61] 53/Necm, 13-18

[62] 54/Kamer, 1

[63] Müfessirler, ilgili âyetlerin yorumunda Hz. Peygamber'e hissî mucize verilmeyişi­nin sebepleri üzerinde durmuşlar ve bazı açıklamalar yapmışlardır. Örnek olarak bk. Râzî, a.g.e., XX, 234-235; XXIV, 67-72.

[64] Tabatabâî, el-Mîzan, XV, 199-200;

[65] Kâsımî, Mehâsmü't-te'vîJ, 10/3999; krş. Muhittin Akgül, Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, 28-37. Hissî mucizelerin delâleti konusunda önemli bir itiraz İslâm fi­lozofu İbn Rüşd tarafından dile getirilmiştir. O, hissî mucizelerin imkânını kabul et­mekle birlikte bunların nübüvvetin İspatında yegâne delil olmalarına itiraz etmiştir. Ona göre, peygamberlik ile olağanüstü fiiller arasında bir ilişki yoktur. Örneğin. asanın yılana dönüşmesi, ölülerin diriltilmesi ve benzen hadiseler her ne kadar olağanüstü haller ise de, bunların Hz. Mûsâ ve isa'nın nübüvvetine delâlet edebil­mesi için başka delillere ihtiyaç vardır. Tek başlarına bu tür fiiller peygamberliği­nin kanıtı sayılamazlar. Ancak bu tür hârikalar, peygamberlik mesleği icra edildik­ten sonra zuhur ederse, ikinci dereceden delil sayılabilirler... (bk. İbn Rüşd, ei-Keşf, 116-119.)

[66] Bâkıllânî, Î'câzü'l-Kur'ân, 35; Kâsımî, a.g.e., 10/3943; Tabatabâî, a.g.e., 15/ 131; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, XI, 160; Derveze, et-Tefsîrü'l-hadîs, I, 113-115; Fahreddin er-Razî, en-Nübüuuâf, Mukaddime, 13.

[67] İbn Teymiyye, en-Nüfahât, 360-362; Reşîd Rızâ, a.g.e., IX, 196; Derveze, Kur'an Cevap Veriyor, 41-46; Lârî, Usûlü l-'akâ'id, 45-47.

[68] Meydânî, el-'Aktdetü'l-İslâmiyye, 300.

[69] İsmail Fennî Ertuğrul, İzâle-i şükük, 113 vd.; Çâyiş, İslâm dînü'l-fıtra, 124-128 Derveze, a.g.e., 40-41; Meydanî, el-Akîdetü’l İslâmiyye, 301-303.

[70] Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-gayb, XXIV, 68.

[71] Ömerî, a.g.e., 61-62-, Mustafa Müslim, Mebâhis fi İ'câzi'l-Kur'ân, 26-31.

[72] el-İsrâ 17/59; Taberî, a.g.e., 15/74; Kasımî, a.g.e., X, 3943; Tabatabâî, a-9-e-XV, 131; Elmalılı, a.g.e., V, 3184; 332; İsmail Fennî Ertuğrul, e.g.e., II, 115.

[73] bk.el-Enbiyâ 21/107.

[74] el-İsrâ 17/59; Râzî, a.g.e., XX, 234-235; Reşîd Rızâ, a.g.e., XI, 332; İsmail Fen­nî Ertuğrul, a.g.e., II, 113 vd.

[75] Fahreddin er-Râzî, a.g.e., XX, 234-235.

[76] bk. eş-Şu'arâ 26/4.

[77] Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XV, 148-149.

[78] Çâviş, a.g.e., 131-150; Elmalılı da, hidâyet mûcizesiyle yetinmeyip, teklifî muci­zeler isteyen inkârcıların bu mucizelerine "cebir mucizesi" demektedir.(bk. Elmalı­lı, Hak Dini, N, 2961-2.)

[79] Lârî, a.g.e., 45-47.

[80] Tabatabâî, a.g.e., Vli, 66-67.

[81] Cafer Sübhânî, el-İlâhîyyât, II, 96-97; Elmalılı, a.g.e.. I, 267-268; Mustafa Müs­lim, a.g.e., 25-26.

[82] Bâkıllânî, İcâzü'l-Kur'ân, 31; a.mlf., el-Beyân, s. 31-32.

[83] Seyyid Sabık, el-'Akîdetü'l-İslâmiyye, 220. Ayrıca bk. Gazzâlî, el-Munkiz, 58; Harpûtî, Tenkîhu'l-kelâm, 298-299.

[84] Tabbârâ, Ma'a'l-enbiyâ, 259; Mustafa Müslim, a.g.e., 25-26,

[85] Abdülcelil Şelebî, "Mu'cizât", Mecelletü'l-Ezher, c. 38-39, sayı, 2, sayfa 163-171, Kahire 1966.

[86] bk. el-'Ankebût 29/50-51.

[87] Bâkıliânî, Hz. Peygamber'in düşmanlarına karşı sadece Kur'âıYın icazıyla meydan okuduğunu ve bunun dışında başka hiçbir şeyi delil olarak kullanmadığını söylemiş­tir, (bk. İ'câzü'l-Kur'ân,, 35-38). Fahreddin er-Râzî de, Kur'ân'ın mucize olduğu­nun anlaşılmasından sonra başka hiçbir mucizeye ihtiyaç kalmayacağını belirtir. {bk. Mefötîhu'1-gayb, XXIV, 68-69. Benzer bir İzah için bk. Elmalılı, a.g.e., III, 2024-2027)

[88] Bâkıllânî Kur'ân'ın i'câzının diğer bütün mucizelerden daha belirgin olduğunu açık­ladıktan sonra, hissî mucizelerin vukuu durumunda insanların zihnine bazı şüphe ve tereddütlerin gelebileceğini söylemiştir. Halbuki Kur'ân'ın mucize oluşuyla ilgili böyle bir şüphenin ortaya çıkması söz konusu değildir.(bk. el-Beyân, 25-31)

[89] Çâviş, İslâm Dînü'l-fıtra, 128 vd..

[90] Suyutî, el-İtkân, II, 256; Çâviş, a.g.e., 13-17;

[91] Buhârî, "İ'tisâm", 1; Fedâilu’l-Kıır'ân", 1; Müslim, "İmân", 239. Dr. Halil İbrahim Bulut, Kur'ân Işığında Mucize Ve Peygamber, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002: 220-232.

[92] Hasan 'Itr, Nübüvvetü Muhammed fi'l-Kur'ân, 236; Ayrıca bk. Meclisî, Bihârü'l-envâr, XVII, 347-362; Sefârînî, Levâihu’l-Envâr, [I, 278-279.

[93] Dr. Halil İbrahim Bulut, Kur'ân Işığında Mucize ve Peygamber, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002: 232-233.

[94] Bâkıllânî, el-Beyân adıyla mucizenin mahiyeti, nübüvvete delil oluşu ve benzeri olaylardan farkını ortaya koyan müstakil bir eser telif etmiştir. Ayrıca kelâm eser­lerinde Kur'ân'ın i'câzı konusuna Önem vermişler ve Hz. Peygamber'in nübüvve­tini ispat ederken bunu Ön plana çıkarmışlardır. Örnek olarak şu eserlere bakılabi­lir: Câhız, Hücecü'n-nübüuve, III, 270-278; Mâtürîdî, Tevhîd, 204-210; Bağda­dî, Usûlu'd-dîn, 183-184; Bâkıllânî, İ'câzü'l-Kur'ân, 31-56; Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu'l-usûli'l-hamse, 568-572; a.mlf., ef-Muğnî, XVI, 407-433; Cüveynî, el-İrşâd, 338-353; a.mlf., Luma'u'l-edille, 197-198; Nesefî, Tebsıra, I, 509-522; Fahreddin er-Râzî, el-Muhassal, 490-491; a.mlf., Usuİü'd-din, 91-100; Gazzâlî, eİ-İktisâd, 129-130; İbn Rüsd, el-Keşf, 109-120; Ebû Yala el-Ferrâ, el-Mu'temed, 158-160; İbn Fûrek, Mücerredu’l-makâlât, 179480; Amidî, Gâyetü’l-merâm, 342-346; Şehristânî, Nihâyetu’l-ikdâm, 446-462; Sâbûnî, el-Bidâye, 47-48; Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, III, 389-391; Teftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd, V, 23-35; Reşîd Rızâ, Tefsiü'l-Menâr, I, 190-215.

[95] Bağdadî, el-Fark, 131-132, 149

[96] Kelâmcıların genel kanaati, Hz. Peygamber'e atfedilen hissî mucizelerin hiçbirinin tevatür derecesine ulaşmadığı şeklindedir- Bununla birlikte kelâmcılar, söz konusu rivayetlerin bütününden hareketle, Hz. Peygamberden birtakım hârikaların zuhur ettiği hususunda manevî tevatürün oluştuğunu kabul ederler. Örnek olarak bk. Bâkıllânî, İcâzü'l-Kur'ân, 31, 38; Cüveynî, el-İşâd, 296; Nesefî, a.g.e., I, 491; İbn Fûrek. a.g.e., 178; Beyhakî, el-İ'tikâd, 168; Sâbûnî, a.g.e,., 52; Beyâzîzâde, İşâretü'l-Merâm, 311, 318; İbnu’l-Hümmâm, el-Musâyera, 206-207; Cisrî, Risâle-'ı Hamidiyye, 50-51.

[97] bk. Câhız, el-Hayevân, IV, 30-32; VI, 85vd.; Ebû Rîde, İbrahim b. Seyyar ebu Nazzâm ve ârâuhu'l-kelâmiyyeti'l-felsefiyye, 32-39.

[98] Fazİur Rahman, İslâm, 300-305; krş. Özervarlı, Kelâmda Yenilik Hareketleri, 102.

[99] Mustafa Sabrı, Müslüman olduğu halde Kur'ân mucizesini inkâr eden birilerinin ol­madığın: söyledikten sonra, Ferid Vecdî ve Heykel Paşa gibi kimselerin, -tevatür­le sabit olmadığından- Hz. Peygamber'in hayatından kevnî mucizeleri çekip çıkar­dıklarını ya da bu tür hârikaları normal hadiselermiş gibi yorumlama yoluna gittik­lerini söylemektedir. Örnek olarak Heykel Paşanın "Surâka" hadisesini yorumla­masını göstermektedir. Buna göre, Heykel Paşa, atın ayağının kuma saplanması­nın normal bir durum olduğunu, burada her hangi bir hârikanın bulunmadığını söylemiştir, (bk. Mevkıfu'l-akl, IV, 43)

[100] Ferid Vecdî, hissî mucizelerin aklen muhal olduğu görüşündedir. Bu tür mucizele­rin geçmişte vuku bulduğunu haber veren ilgili âyetlerin hepsinin müteşâbih oldu­ğunu söylemiştir, (bk. Mustafa Sabrî, a.g.e., IV, 98-99).

[101] Mustafa Sabri, son dönem İslâm mütefekkirleri arasında hissî mucizelerin kabul edilmemesi şeklindeki anlayışı şiddetle tenkit eder ve hissî mucizeleri inkâr etme­nin nübüvveti inkâr etmeyi beraberinde getireceğini belirtir (Mevkıfu'l-Akl, IV, 41-43). Kevnî mucizeler konusunda, Kur'ân ile hadisler arasında tezat olduğunu iddia eden müsteşrik ve modernistleri bilgisizlikle suçlar. Çünkü hadisleri toplayan imamlar, örneğin Buhârî, Kur'ân'ı onlardan daha çok okuyan ve daha iyi bilen kimselerdi. Eğer bu konuda bir tezat olduğunu görselerdi, hissî mucizeleri rivayet konusunda olumsuz bir tavır takınırlardı. Onların bu tür rivayetleri aktarmış olma­sı, hissî mucizeler konusunda Kur'ân ile hadisler arasında bîr tezadın olmadığını gösterir, demiştir.{a.g.e., IV, 123-124}

[102] Heykel, Hz. Muhammed, 56-58 vd.; Müsteşrik Dozy, buna benzer bir iddiayı di­le getirmektedir: Şöyle ki; İslâm mûcizesiz bir dindi. Ancak Araplar, diğer din men­suplarıyla görüştükten sonra bu eksikliklerini anladılar ve kendi peygamberlerine birçok hârika yakıştırmaya başladılar, demektedir. Örnek olarak şerh-i sadr olayını gösterir. Buna göre iki melek gelip Hz. Muhammed'in kalbini çıkarmış, temiz­ledikten sonra tekrar yerine koymuştu. Bu olayın ne zaman gerçekleştiğine dair farklı rivayetlerin varlığıyla birlikte, bununla Hz. Peygamber'in nübüvvet öncesi putperestlikten uzak olduğu, günah işlemediği anlatılmak istenmektedir. Hâlbuki Kur'ân'da, nübüvvet öncesi O'nun dalâlette olduğu bildirilmektedir.(bk. Dozy, Târîh-i İslâmiyet, I, 166; krş. İsmail Fennî Ertuğrul, İzâle-i Şukük, II, 113-114.)

[103] Hasan Hanefî, İsiâmî İlimlere Giriş, 86-87.

[104] Mustafa Sabrî, a.g.e., IV, 122 vd.

[105] Mustafa Sabrî, a.g.e., IV, 93-95.

[106] Mustafa Sabrî, a.g.e., IV, 126-127.

[107] Kur'ân'ın mucize oluşu kabul edildikten sonra, Hz. Peygamber'e hissî mucizeler verilmediğini iddia edenlerin art niyetli oldukları ya da ölüm korkusundan dolayı açıktan nübüvveti inkâr edemediklerinden hissî mucizeleri inkâr etmek suretiyle bunu gerçekleştirmek istediklerini iddia etmek bilimsel olmadığı gibi, mâkul ve mantıklı da değildir. Örneğin Ehl-i sünnet kaynaklarında, Hz. Peygamber'e hissî mucize verilmediğini savunan Nazzâm'a karşı ortaya konulan tepkiler bu çerçeve­dedir (Örnek olarak bk. Bağdadî, el-Fark,  131-132; krş. Karadeniz, Mucize, 119) Hz. Peygamber'in hissî mucizeleri konusunda geleneksel anlayışın dışında görüş beyan edenlerin bu şekilde itham edilmeleri, hatta tekfir edilmeleri doğru de­ğildir. Çünkü Kur'ân'ın bizzat kendisinden kaynaklanan bir yorum farklılığı söz ko­nusudur. Genel olarak hissî mucizelerin imkânı kabul edildikten sonra bazı olayla­rın farklı değerlendirilmesi mümkündür. Zaten aynı olay karşısında İnsanların fark­lı kanaatler ortaya koyması bunun imkan dahilinde olduğunu göstermektedir.

[108] Reşîd Rızâ, kevnî/maddî mucizelerin rivayeti, sıhhat ve delâleti hususunda birçok şüphe ve ihtilafın olduğunu söyledikten sonra bu tür mucize rivayetlerinin asrımızdaki bazı bilim adamlarının dinden soğumasına sebep olduğunu söylemiştir(bk. Te’sîrü’l-Menar, XI, 155; el-Vahyu'l-Muhammedî, 71)

[109] Fahreddin er-Râzî, el-Muhassal, 492-493; Ayrıca bk. a.mlf., en-Nübüvvât, 141 vd.; Nasırüddin et-Tûsî, Telhîsü'I-Muhasssat, 352.

[110] Câhız, mucizelerin ahad yolla rivayetinden duyduğu rahatsızlığı şu sözleriyle ifade eder: "Selef, Kur'ân'ı toplamada gösterdiği titizliği, hadislerin toplanmasında -da­ha özel anlamda mucizelerle ilgili rivayetlerin değerlendirilmesinde- göstermiş ol­saydı bugün karşılaşılan sıkıntıların hiçbiri zuhur etmeyecekti. Şayet onlar, Hz. Peygamber'in alâmet, burhan, delil ve âyetlerini, zuhur eden hârikalarını, İster se­ferde isterse hazerde olsun büyük topluluklar içinde göstermiş olduğu mucizeleri­ni toplamış olsalardı, bugün her hangi bir şüpheye mahal kalmaz ve inkârcıların eline de fırsat verilmemiş olurdu..." (Câhız, Hücecü'n-nübüvve, III, 227-228}

[111] Kur'ân'da, "Allah'ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsın'' şeklindeki âyetler ön­cesi ve sonrasıyla tetkik edildiğinde, bunların tabiat kanunlarından daha ziyade sosyal ve ahlâk kanunlarıyla ilgili olduğu anlaşılır (bk.Sabrî, a.g.e., IV, 117). Ayrı­ca Ömer Özsoy'un Sunnetullah Bir Kur'ân İfadesinin Kavramlaşması adlı ça­lışmasında konunun bu yönüne dikkat çekilmekte ve ilgili âyetlerin sosyal olaylar­la bağlantılı olduğu vurgulanmaktadır (bk. a.g.e., 137-182).

[112] Dr. Halil İbrahim Bulut, Kur'ân Işığında Mucize ve Peygamber, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002: 233-238.

[113] Örneğin Buhârî, Menâkıb kitabının "İslâm'da Peygamberlik Alâmetleri" babında (25. bab) elli yedi rivayet nakleder. Burada peygamberlik alâmeti olarak gösterdi­ği hadisler şu konuları içerir: Suların çoğalması (7), yemeğin bereketlenmesi (3), du­asının hemen akabinde yağmur yağması, kütüğün inlemesi (3), Sürâka'nın atının tökezlemesi ve de geleceğe yönelik bir takım ihbarlar. Buhârî'nin peygamberlik alâmeti olarak gösterdiği olaylar ile Siyer, Meğazi, Hasâis, Mu'cizât, Şevâhit, Şemail, Delâil, A'lâm ve Mevlit gibi eserlerde ortaya konulan hissî mucizeler ara­sında çok önemli farklar mevcuttur. Buhârî ve Müslim'in peygamberliğin ispatın­da kullandıkları deliller ile diğer muhaddislerin kullandıkları deliller arasındaki fark­ları ortaya koyacak bilimsel çalışmaların yapılması gereklidir. Bu çalışmalarda sa­dece isnad tenkidiyle yetinilmemeli, metin kritiği de yapılmalıdır. Kur'ân'ın genel tutumuna aykırı düşen, İslâm'ın evrensel mesajını gölgeleyen hissî mucize rivayet­lerinin ayıklanması ve peygamberliğin kanıtlanmasında Kur'ânî metodun ön pla­na çıkarılması zarureti vardır.

[114] Örneğin Hz. Peygamber'in faziletleri anlatılırken; sesinin herkesten gür çıktığı, or­ta boylu olmasına rağmen herkesten daha uzun göründüğü, teninin misk ü amber koktuğu, küçük abdestinin şifa, büyük abdestinin ise temiz olduğu, erkekliğinin kırk erkek gücüne denk olduğu ve benzeri hususlar dile getirilmiştir (Süyûtî, Hasâ­is, I, 113-122). Bu rivayetler zamanla taraftar bulmuş, câhil Müslümanlar tarafın­dan baş tacı edilmiştir. Hz. Peygamber'i sevmenin ve desteklemenin bir ölçüsü ola­rak algılanmıştır. Kur'ân'ın yaklaşımına taban tabana zil düşen bu tür rivayetlerin doğru olması mümkün değildir. Çünkü Kur'ân'da Hz. Peygamber'in inananlara Örnek teşkil edeceği belirtilmiştir. Örnek olarak sunulan objenin diğer insanlar ta­rafından örnek alınabilmesi esastır. Hâlbuki bu özelliklere sahip bir kimsenin ör­nek alınması mümkün değildir.

[115] Şiblî, Asım Saadet, III, 153.

[116] İbn Kuteybe, Te'vîlu muhtelifi'l-Hadis, S, 80-84.

[117] Dihlevî, Hüccetullâhi'l-Bâliğa, I, 135.

[118] Şiblî, a.g.e., III, 154-159.

[119] Bu konuda M. Yaşar Kandemir'in Mevzu Hadisler adlı çalışmasına bakılabilir. Bu­rada, hadis uydurma sebepleri ve kıssacıların hadis uydurulmasındaki etkileriyle ilgili detaylı bilgi verilmiştir, (bk. a.g.e., 62-92)

[120] İbn Kuteybe, a.g.e, 8, 80-84.

[121] Mâverdî'nin A'lâmü'n-nübüuue adlı eserindeki yorum bize ışık tutmaktadır. Müel­lif, Hendek savaşında vuku bulduğu belirtilen "yemeğin bereketlenmesi" şeklinde­ki rivayeti zikrettikten sonra "Bu, Hz. İsa'nın sofra mucizesine naziredir'' açıkla­masını yapar, (bk.a.g.e., 78-79) Yine "az bir suyun çoğalması'' ile ilgili rivayeti ak­tardıktan sonra da, bunun Hz. Mûsâ'nm taştan su akıtması mucizesine nazîre ol­duğunu söyler, (bk. A.g.e., 80. Diğer örnekler İçin bk. a.ge., 78-83)

[122] Hûî, el-Beyân, 116-118.

[123] Örneğin Hz. Süleyman'a rüzgâr verilmişti, Hz. Peygamber'e ise ondan daha hız­lı olan Burak verilmiştir. Hz. Mûsâ, taştan su çıkarmıştı. Hz. Peygamber ise par­maklarından su akıtmıştır. Aslında taştan suyun akması normal bir şeydir, ancak parmaklardan suyun akması ise görülmemiş bir durumdur. (Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, III, 96-97) Hz. îsâ, su üzerinde Hz. Peygamber ise havada yürümüştür.(Subhî, Fî İlmi'l-Kelâm, II, 134) Hz. îsâ, henüz defnedilmemiş ölüleri diriltmiştir, Hz. Pey­gamber İse yıllarca Önce ölmüş insanları diriltmiştir. Örneğin annesini kabrinden çı­karmıştır. (Süyûtî, a.g.e...II, 110-114; Bu konuda ayrıca bk.İbn Kesîr, Mu'cizâtü'n-Nebî, 423-467; Ebû Nu'aym el-İsfahânî, Delâilû’n-Nübüvve, II, 587-609}

[124] Akbulut, Nübüvvet Meselesi Üzerine, 29.

[125] Örneğin Ebû İshâk İbrahim b. Hamdan, Kitâbü'l-Mu'cizât, (trc. Ömer Ziyâeddin Efendi), Evkaf Matbaası 1338-1340. Bu eserde, peygamberlerin her bir mucize­sine karşılık Hz. Peygamber'in bir mucize gösterdiği örneklerle anlatılır. Aynı an­layışla telif edilmiş diğer bir eser de Mehmet Şakir Çörüş'ün Mu'cizâtu’l Enbiyâ’sıdır. (İstanbul 1978, s. 19-178}

[126] bk. Bağdadî. Usûlu'd-din, 164-167: Nebhânî, Huccetuliâhi 'ale'l-âlemin, 14-27; Ömer Harpûtî, Asidetu'ş-Şehda Ala Kasideti'l-Bürde, 102 vd.

[127] bk. el-Bakara 2/164; el-A'raf 7/156-157; es-Sâff 61/6. Ayrıca bk. İbn Hişâm. es-Sîre, 1, 204, 232; Beyhakî, Delâil, II, 74-86; Süyûtî, Hasâis, I, 31-50; Ebû Nu'aym el-İsfahânî, Delâ'ilü'n-nübüvve, II, 587-609; Rahmetullah Hindî, İzhâru'l-Hak, IV, 1078-1210; Ebû Şehbe, es-Sîre, I, 247-254; İsmail Yahya, Mukaddimâtü'n-nübüvve,  103-105; Mehmet Aydın, "Beşâirü'n-nübüvve". DİA, V, 549-550.

[128] Mesela Ebû Hatim el-îsfahânî, Hz. Peygamber'in doğum anında hayvanların dile gelerek bu anı müjdelediklerine dair bazı rivayetler nakleder.(bk. A'lâmü'n-nübüvve, 201-203) Mâverdî de, onun doğumu anında zuhur eden bazı hârikaları akta­rır. (A'lâmü'n-nübüvve, 175-180) Ayrıca bk. İbn Hişâm, a.g.e., I, 158-167; Bey­hakî, a.g.e., I, 126-130; Kâdî İyâd, eş-Şifa, I. 366-368; İbn Kesîr, el-Bidâye, 262-272; Süyûtî, a.g.e, I, 78-89; Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 162-165.

[129] el-Kasas 28/86; ayrıca bk. Yûnus 10/16; eş-Şûrâ 42/52.

[130] Süyûtî, a.g.e., II, 118.

[131] Suyûtî, a.g.e., I, 102; Şiblî, Asr-ı Saadet, 165. Dr. Halil İbrahim Bulut, Kur'ân Işığında Mucize Ve Peygamber, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002: 238-243.

[132] bk. Bağdadî, el-Fark, 162.

[133] Eş'arî, a.g.e., 225-226; Bağdadî, a.g.e.,, 162-163.

[134] İbn Rüşd, a.g.e., 113.

[135] Bu konuda benzer bir görüşü de Hamîdullah dile getirmiştir. Mucize, keramet ve istidracla ilgili bir konferansında, mucizelerin tarihî realiteler olduklarını ve bunla­ra inanılması gerektiğini belirttikten sonra bu tür hârikaların peygamberliğe delâ­let etmeyeceğini, hissî mucizelerle peygamberlerin talimleri arasında hiçbir ilişki­nin bulunmadığını vurgular. Sonra konuyu açıklamak için şöyle bir örnekverir: Ben, iki kere ikinin dört değil de beş ettiğini iddia etsem ve bunun doğru olduğu­nu ispat için "elime alacağım şu kor ateş elimi yakmayacaktır" desem, siz bu id­diaya karşılık hemen "iki kere iki asla beş yapmaz; elinizin yanmaması olağanüs­tü bir şeydir, bunun bilemediğimiz bir sebebi olsa gerek. Ancak ateşin elinizi yakmamasıyla iki kere ikinin beş edeceği arasında hiçbir ilişki kurulamaz" diyeceksi­niz. Peygamberlerin hissî mucizeler göstermek suretiyle doğruluklarını ispat etme­leri de böyledirc (Hamîdullah, Mucize, Keramet ve îstidrac, s. 3-4).

[136] Muhammed Abduh, er-Risâle, 84-85.

[137]Örnek olarak bk. Lewis, Miracles, 56-58; Hume, "Of Miracles", 23-40; Boutroux, Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Hakkında", 12-27; Swimburne, 'Violation of a law of nature",75-84.

[138] İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, I, 242-244.

[139] Örneğin Mâtürîdî, Hz. Peygamber'in hissî mucizelerine birkaç cümle ile değinmiş (s.203), sonra aklî delillere yer vermiştir. Ona göre Hz. Peygamber'in nübüvvetiyle ilgili en büyük aklî mucize, muhataplarına Kur'ân ile tehaddî etmesi ve onların buna cevap verememiş olmasıdır.(bk. Kitâbü't-Tevhîd, 191-192, 202-210; krş. M. Saim Yeprem, Mâtürîdî'nin Akide Risalesi ve Şerhi, 29-32)

[140] bk. İsmail Hakkı Manastırlı; Abduh, a.g.e,, 88-129; Reşîd Rızâ, el-Vahyü'l-Muhammedî, s. 35-37.

[141] Mustafa Sabrî, Reşîd Rızâ ve Merâği gibi âlimlerin ısrarlı bir şekilde Hz. Peygam­ber'in tek mucizesinin Kur'ân olduğunu savunduklarını belirttikten sonra, bu anla­yışın günün pozitivizm akımının bir sonucu olduğunu açıklar. Ona göre böyle bir görüş, siyer ve ilgili kaynakları tartışılır kılabileceği gibi hadislerin güvenilirliğini de zedelemektedir (bk. Mevkıfu’l-Akl, IV, 168-170).

[142] İsmail Fennî Ertuğrul, Kur'ân'ın ebedî ve kalıcı bir mucize olması itibarıyla İslâm'ın başka bir mucizeye muhtaç olmadığını, bununla birlikte Resul-i Ekrem'den birçok mucize rivayet edildiğini,-bunların rivayetlerinde insanların tabii hadiseleri hariku­lade görme ya da gösterme meyli her ne kadar çok yüksek ise de- yine de Resul-ü Ekrem'in bir hayli mucizesinin olduğunu belirttikten sonra bu rivayetlerin hepsinin inkâr edilmesinin gayri kabil bir durum olduğunu söyler (İzâle-i Şukük, II, 115-116).

[143] Derveze, Hz. Peygamber'e atfedilen hissî mucizeler konusunda şunları dile getirir; Mucizelerin vukuu meselesine Allah'ın kudreti açısından bakanlar, bunların müm­kün şeyler olduğunu söylerler. Zaten Allah'a ve peygambere inanan bir kimsenin bunun aksini söylemesi mâkul değildir. Ancak meseleye bir sistem dâhilinde yak­laşanlar, Kur'ân'ın hissî mucizeler konusunda bir olumsuzlama ve reddetme tavrı­nın olduğunu görürler. Bu tutum Hz. Muharnmed ile ilgilidir. Yoksa geçmiş pey­gamberlerin hissî mucizeleri Kur'ân ile sabittir. Bunlara iman etmek Kur'ân'a inanmanın ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak Hz. Peygamber'e önceki peygamberle­re verilenler gibi bir mucizenin verilmediğini bildiren yine yüce Allah'tır. Hz. Pey­gamber'in mûcizeleriyle ilgili rivayetlerin çoğu, kendileriyle çıkarım yapılamayacak kusurlar taşımaktadır. Bunlara dayanarak Kur'ân'ın hissî mucizelerle ilgili genel tavrına aykırı bir tutum içerisine girmek isabetli değildir. (Hz. Peygamber’in Hayatı, II. 226-227)

[144] Şiblî Nu'mânî, İlm-i Kelâm-ı Cedîd, 74-76.

[145] bk. Abduh, a.g.e., s.88-129.

[146] Reşîd Rızâ, el-Vahyu'l-Muhammedî, 79vd.

[147] bk. Buhârî, Menâkıb", 25; Müslim, "Fedâil", 4, 5, 6; Nesâî, 'Taharet'1, 60.

[148] bk. İsrâ, 17/59; Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, XX, 233-235; Elmalılı, a.g.e., V, 3184; Tabatabâî, el-Mîzân, XV, 132-133.

[149] İlgili bir rivayette Hz. Abdullah b. Mes'ûd şöyle demiştir: “Biz âdet hilâfına olan şeyleri bereket ve hayır sayardık. Siz ise bunları(n hepsini) korkutmak (için izhar edilir) sanıyorsunuz. Biz bir seferde Rasulullah ile beraber bulunduk. Suyumuz azalmıştı..." (bk. Buhârî, Menâkıb, 25)

[150] Dr. Halil İbrahim Bulut, Kur'an Işığında Mucize ve Peygamber, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002: 243-249.

[151] Dr. Halil İbrahim Bulut, Kur'ân Işığında Mucize ve Peygamber, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002, s. 253-260.

[152] 3/Âl-i İmran, 37

[153] 10/Yûnus, 62-63

[154] 39/Zümer, 3

[155] 50/Kaf, 16

[156] 39/Zümer, 44

[157] Meselâ, Abdülkadir Geylânî şöyle der: “Mürîdim ister doğuda olsun ister batıda / Hangi yerde olsa  da yetişirim imdâda.” A. Geylâni’ye ait olan bu şiir için (bkz. S. Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Risâle-i Nur Külliyatı, Nesil Y. c. 2, s. 2083)

         Kur’ân-ı Kerim ise şöyle der: “Darda kalmış kişi duâ ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz.” (27/Neml, 62); “De ki: Allah’ın dışında kuruntusunu ettiklerinizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gidermeye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.” (17/İsrâ, 56)

[158]Konuyla ilgili iki âyeti hatırlatayım (A. Kalkan): "Yoksa onlar Allah'tan başkasını şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (şefaatçi edineceksiniz)? De ki: Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz." (39/Zümer, 43-44) "İzni olmadan O'nun katında kimmiş şefaat edecek?..." (2/Bakara, 255)

[159] Rabıta konusunu anlamak için saygıdeğer dostum Ferid Aydın’ın Rabıta adlı kitabına bakılabilir.

[160] 33/Ahzâb, 67

[161] 7/A'râf, 3

Pazartesi, 22 Şubat 2021 08:25

VELÂ VE BERÂ (DOSTLUK VE DÜŞMANLIK)

III. Bölüm

İnançla İlgili Diğer Hususlar

Velâ ve Berâ (Dostluk ve Düşmanlık)

 

  • Velâ ve Berâ; Anlam ve Mâhiyeti
  • Velî Ne Demektir?
  • Allah’ın Velî Oluşu
  • Mü’minlerin Birbirlerini Velî Edinmeleri Şarttır
  • Mü’minlerin Kâfirleri Velî Edinmeleri Haramdır
  • Velâ ve Berâ Konusunda İnsanların Kısımları
  • Allah İçin Dost Olmanın (Velânın) Gerektirdikleri
  • Allah İçin Düşman Olmanın (Berânın) Gerektirdikleri
  • Dostluk, Sevgi, Uzlaşma
  • Dostun Nitelikleri
  • Dost Olmak; Allah'a, Rasûlüne ve Mü’minlere
  • Kur’an-ı Kerim’de Velî ve Velâyet Kavramı
  • Hadis-i Şeriflerde Velâyet/Dostluk
  • Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır
  • Velâyetin Siyasî Görüntüleri
  • Müslüman Olmayan Akrabalarla Dostluk ve İlişki
  • Evliyâullah / Allah’ın Velîleri Kimlerdir?
  • Tasavvuf Etkisiyle Velî ve Evliyâ Kavramlarında Anlam Kayması

 

Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:

* Velâ ve Berâ kelimelerinin anlamlarını dillendirebilmek.

* Velî’nin Kur’an’da kullanılan gerçek anlamını ifade edip Allah’ın velî oluşunu izah edebilmek.

* Mü’minlerin birbirlerini velî edinmeleri, kâfirleri ise velî edinmemeleri icap ettiğini delilleriyle açıklayabilmek.

* Velâ ve berâ konusunda insanların kaç kısma ayrıldığını ve bunların içeriklerini örneklerle açıklayabilmek.

* Allah için dost ve düşman olmanın gereklerini sayabilmek.

* Dost olmanın niteliklerini sayarak, Allah’a, Rasûlüne ve mü’minlere nasıl dost olunabildiğini izah etmek.

* Velâ ve berâ ile ilgili birkaç âyet meali ve hadis tercümesi verebilmek.

* Düşmanlık ve dostluğun tevhidin gereği ve imanın dışa yansıyan yönü olduğunu açıklayabilmek.

* Velâyetin siyasete yansımasını, tevhidî siyaseti açıklayabilmek.

* Müslüman olmayan akrabalarla ilişkinin nasıl olması gerektiğini dillendirebilmek.

* Evliya kavramının tasavvufun etkisiyle nasıl dejenere ve tahrife uğradığını açıklayabilmek. 

 

Velâ ve Berâ Kavramlarının Önemi

Bu iki kavram İslâm inanç sisteminde son derece önemli bir yere haizdir. Her Müslüman bu iki kavramı, bu kavramların bizden neler istediğini ve buna bağlı olarak bizlere ne gibi bir sorumluluklar yüklediğini çok iyi bilmek durumundadır.

“Her şey zıddı ile bilinir” kuralından hareketle bu iki kavramın bir arada incelenmesi daha uygundur. İslâm ile İslâm dışı sistemlerin birbirine karıştığı şu dönemde yaşayan insanlar bu iki kavramı ve içeriğini hakkıyla bilmemesi sonucunda kimlerin sevilip kimlerin sevilmeyeceğini, kimlerin desteklenip kimlerin desteklenmeyeceğini ve kimlere velâyet verilip kimlere velâyet verilmeyeceğini hep birbirine karıştırmış durumdadırlar. Bu karışıklığın altında yatan temel unsur; velâ ve berâ kavramlarının bihakkın bilinmemesidir. Bu kavramları ve içerdiği muhtevayı öğrenmek “Ben Müslümanım” diyen her insanın temel vazifesidir. Çünkü bu iki kavram -bazı âlimlerinde ifade ettiği gibi-Kur’an’ın üzerinde durduğu en önemli konuların başında gelmekte ve Kur’an’da zikri en çok geçen meseleler arasında yerini almaktadır. İşte bundan dolayı bu kavramların iyice öğrenilmesi zorunludur.

 

Velâ ve Berâ Kelimelerinin Sözlük Anlamı

“Velâ” kelimesi sözlükte sevmek, dostluk göstermek, yardım etmek, iki şey arasında tercihte bulunmak, azalarla destek vermek, müttefik olmak ve arkadaşlık yapmak manalarına gelmektedir. Buna “Muvâlât” da denir. Muvâlât -İbn-i Arabî’nin de dediği gibi-İki kişi anlaşmazlığa düştüğünde üçüncü bir kimse aralarını bulmak için araya girmesi ve tercihini iki taraftan birisi arasında yapmasıdır.”[1]Mevlâ, velî ve evliya gibi kelimeler hep aynı kökten türemiştir.

“Berâ” kelimesi ise beri olmak, uzaklaşmak, mesafeli durmak gibi manalara gelmektedir. Velâ kelimesinin tam zıddıdır. Yani; “sevmemek, dostluk göstermemek, yardım etmemek, azalarla destek vermemek, müttefik olmamak ve arkadaşlık yapmamak” gibi anlamları ihtiva eder.

 

Velâ ve Berâ Kelimelerinin Istılah Anlamı

“Velâ” söz, fiil ve niyet ile bir şeye yakın olma ve onun tarafında bulunma demektir. “Berâ” ise söz, fiil ve niyet ile bir şeyden uzak olma ve onun tarafında yer almama manasındadır. Bu iki kelime baştan sona birbirine zıtlığı ifade etmektedir. Yani biri ne ise öbürü onun tam zıddıdır.

Bazı âlimler velâ ve berâ kelimelerinin lügat ve ıstılah anlamlarının aynı olduğunu ve aralarında neredeyse hiçbir fark bulunmadığını ifade etmişlerdir.

“Velî” kelimesinin kökü “velâ”; bunun masdarı da ‘velâyet’tir. Velâ ve velâyet, sözlükte, arada bir şey bulunmadan bitişiklik, yan yana olma ve yaklaşma mânâsına gelir. Bu anlamdan hareketle ‘velâyet’ kavramına; arkadaşlık, yardımda, inançta tam bir yakınlık anlamları verilmektedir.

Böylece “velâyet”e nusret (yardım) ve işi üzerine alma mânâları da eklenmiştir. Aynı kökten gelen ‘vilâyet’, yardım; ‘velâyet’ ise, bir işi yüklenme, emirlik, riyâset (yönetim ve yetki) mânâsındadır. ‘Velâyet’ aynı zamanda yardım işini üzerine almak, destek olmak, yardım etmek, sevgi/dostluk ve muhabbet göstermek, yakınlık duymak, hükmü altına almak, tasarrufta bulunmak ve yönetmek anlamlarına da gelir.

Velî kelimesi, sözlük anlamlarına uygun olarak, bir kimsenin veya bir topluluğun menfaatleri ve elde etmek istedikleri amaçlar doğrultusunda her türlü işlerini üzerine alan ve bu konularda tam bir tasarruf hakkına sahip olan idareci, hâkim otorite, koruyucu, gözetici, mâlik, yardımcı, sırdaş ve dost anlamlarında kullanılan bir kavramdır.

Velâyet kavramı, sözlük anlamına uygun olarak; “bir kimsenin veya bir topluluğun bir başkasına kendisini ilgilendiren her konuda tasarruf hakkını devretmesi ve bu hakkı devralan şahsın, aralarında meydana gelen hukukî bağa dayanarak kimseden izin alma ihtiyacı duymaksızın bu hakkı kullanması ve onu kendisine tevdî edenler üzerinde, koruma, gözetme, yardım etme, işlerine müdâhale ve üzerine aldığı işi onun adına idare etme bakımından tam bir yetkiye sahip olması anlamına terim olmuştur.

Fıkıh ıstılahında velâyet; “istese de istemese de başkası üzerindeki tasarruf hakkını yerine getirmek” şeklinde tanımlanmaktadır. İslâm hukukunda ‘velâyet’, başkası üzerine ister istemez sözünü geçirmeyi, itaat edenle işi üzerine alan arasındaki ilişkiyi konu alır. İçerisinde sevgi ve yardım mânâlarını da barındıran velâyet; genel olarak, aile içerisinde akrabalık, ümmet içerisinde ise imâmet (önderlik-halifelik) sebebiyle gündeme gelmektedir. Aile içerisinde öncelikli olarak baba velâyet hakkına sahiptir. Baba yoksa diğer yakın akrabalar bu hakkı elde ederler. Ümmet içerisinde (müslümanlar arasında) ise velâyet hakkı, müslüman olup diğer müslümanlar tarafından biat ile seçilen yetkili kimsenindir.

Bu nedenle babaya, çocuğun velîsi denir. Aynı şehirde oturanların meşrû haklarını koruyan ‘velî’ye, “vâli” denmektedir ki, Türkçe’de bu anlamda kullanılmaktadır. Şehrin vâlisi, o kentte oturanların tümünün velîsidir (bu vasıfta ve liyakatte olmak zorundadır). Hukukî anlamda velî, daha çok, bir çocuğun her türlü hareket ve halinden sorumlu olan kimse demektir. Bugün Türkçe’de de bu anlamda “çocuğun velîsi” olarak baba veya babanın yerini tutan, çocuğun sorumluluğunu üstlenen kişi için kullanılır. Bu velâyet haklarıyla ana babaların, kazanmış oldukları tecrübe ile evlâtlarının geleceği hakkında karar vermesine yardımcı olmaktadırlar. Evlâtlarına fikir bazında yardım etmeleri, evlâdın müsbet ve menfî karar vermesi, velâyet konusu içinde değerlendirilir. Bunlara ilâve olarak, bir de nikâhta velîlik vardır ki, bu durum, ana babanın evlâdı hakkındaki tasarrufudur.  

Toplumda, halk arasında “velî” ve bu kelimenin çoğulu olan “evliyâ” kelimesi, ne lügat mânâsı, ne de Kur’an’da kullanıldığı anlam ile değil; daha çok bu kelimenin mânâsının tarihî süreç içerisinde kaydırılmasıyla oluşan şekliyle kullanılmaktadır. Geleneksel anlamda velî ve evliyâ; benliğini Allah’ta yok etmek sûretiyle birtakım üstün vasıflar kazanarak hârikulâde şeyler gösterebilen büyük insan anlamında kullanılmaktadır. Hatta daha da ileri gidilerek, Allah adına kâinatın idaresini düzenlemeye yetkili kişiler olarak algılanmaktadır.

 

Bir Uyarı

Velâ kavramıyla alakalı diğer mevzûlara geçmeden önce burada meal okuyucularına bir uyarıda bulunmanın yararlı olacağına inanıyorum. Bu gün bazı mealler "velâyet" kelimesini sadece “dost edinmek”şeklinde anlamlandırmaktadırlar. Hal bu ki bu kelimenin sadece bu anlamla tercüme edilmesi eksiktir. “Velâyet” kelimesi Arap dilinde “dostluk” anlamına geldiği gibi -üstte de ifade edildiği üzere- kalben sevgi duyma, azalar ile yardım etme, destek verme, müttefik olma, arkadaşlık kurma anlamlarına da gelmektedir.

Kişi velâyet ile ilgili ayetleri okuduğu zaman örneğin Allah ona “Kâfirlere velâyetini verme” diyorsa o sırf bu yanlış anlamlandırma neticesinde bu ayeti “kâfirlerle arkadaş olma” şeklinde anlayacak ve Allah’ın kendisinden nehyetmiş olduğu muvâlâtı bihakkın yerine getirmemiş olacaktır. Hâlbuki böylesi bir emirde Allah kendisinden kâfirlere yardım etmemesini, onlara destek vermemesini, onları sevmemesini, onlardan uzak olmasını, Müslümanlar aleyhinde onlarla beraber çalışmamasını, onlara Müslümanların sırlarını, gizliliklerini ve mahrem bilgilerini vermemesini ve buna benzer bir takım şeyleri yerine getirmesini istemektedir. Ancak meallerde yapılan bu hata kişiyi tüm bu manalardan uzaklaştırmakta ve onu, velâyeti sadece dostluk manasında anlamaya sevk etmektedir. İşte bu nedenle mealler okunurken bu noktaya dikkat edilmeli ve ayetleri anlamada hataya düşülmemelidir.

 

Allah’ın Mevlâ ve Vâli Oluşu

“el-Vâlî” aynı zamanda Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Bütün varlıklar üzerinde hükmü olan ve onları çekip çeviren anlamına gelir. Bazı tefsircilere göre ise ‘Vâlî’ velî demektir, onun taşıdığı mânâları taşır. Vâlî olan Allah, hem bütün hükümranlığı (hükmetmeyi) elinde bulundurur, hem de kullarına devamlı nimet verir.  Kur’an’da bir âyette geçmektedir: “…Gerçekten Allah, kendi nefislerinden olanı değiştirip bozmadıkça, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedimi, artık onu geri çevirmeye hiç bir (biçimde imkân) yoktur. Onlar için O’ndan başka bir Vâlî (yardımcı, dost veya hükmü geniş olan) yoktur.” [2]

Velâ kökünden gelen bir başka kelime de “mevlâ”dır. Mevlâ, anlam olarak ‘velâ ve velâyet’ kelimelerine yakındır. Ancak mevlâ’nın birçok anlamı vardır. Bunların içerisinde, dost, efendi, sahip, âzât edilmiş köle, Rabb, yardımcı, iyilik yapan anlamları daha yaygındır.  

Kur’an’da ‘mevlâ’ kelimesinin üç anlamda kullanıldığını görmekteyiz: 1- Velî,  2- Yardımcı, ni’met veren, koruyup kollayan, işini üzerine alan, 3- Uygun, yakışan, münasip.

Velî ve mevlâ kelimeleri hemen hemen aynı anlamda kullanılmaktadırlar. Allah (c.c.) müslümanlar için ne güzel mevlâ’dır (Ni’me’l mevlâ ve ni’me’n nasîr)[3]“Allah’a sarılın, O sizin Mevlâ’nızdır, O ne güzel Mevlâ’dır.”[4]Müslümanlar; inkârcıların peşinden gider, din işinde onlara itaat ederlerse; onlar da mü’minleri kendi dinlerine çevirirler. Hâlbuki müslümanlar için en güzel mevlâ (velî) Allah’tır.[5]Mü’minler her türlü çalışmayı yaptıktan sonra yalnızca Allah’a güvenip tevekkül etmelidirler. Onlar Allah (c.c.) için; “...O bizim Mevlâmızdır...” derler. [6]

Kur’an, mevlâ sıfatını olumsuz anlamda da kullanmaktadır. Zararı faydasından çok olan ve kendisine tapınılan putlara Kur’an, “ne kötü mevlâ” sıfatını verir.[7] Kıyâmet gününde insanların ‘mevlâ’ sandıkları kimselerden hiç bir fayda gelmez.[8] Allah (c.c.) âhirette de mü’minlerin mevlâ’sıdır, kâfirlerin ise mevlâsı yoktur.[9] Kâfirlerin, kendilerine yakın ve yardımcı olacak bir mevlâları yoktur. Allah (c.c.) ise mü’minlerin mevlâsı/dostudur. [10]

Müslümanlar, ölümün Mevlâ’ya bir kesin dönüş olduğuna inanırlar.[11] ‘Mevlâ’, kendisinden yardım umulandır. Nitekim mü’minler duâlarında; “….Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bizim Mevlâ’mızsın (mevlânâ). Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et”[12] derler. Aynı kökten gelen ‘evlâ’ ise, velî anlamına geldiği gibi; en uygun, en yaraşan, dost olarak en yakın olan demektir. “Peygamber mü’minlere öz nefislerinden ‘evlâ’dır (onların mevlâsıdır).”[13] Kıyâme(t) sûresi, kırk dördüncü âyetteki ‘evlâ’yı ise, gereken şey, uygun olan şey diye ifade etmek mümkündür. [14]

 

Allah’ın Velî Oluşu

Allah’ın Sıfatı Olarak el-Velî: Allah’ın vasfı olarak el-Velî: “Yardım eden, kâinatın ve mahlûkların işlerini tekeffül eden, koruyan, sahip çıkan, seven, yardım eden” diye tanımlanır. Birine yardımcı olmak, onun işini üzerine almak, şüphe yok ki, sevgi ile yakından ilgilidir. “Velî”nin “dost, seven” anlamları dikkat çeker; Kur’an’ın da bazı kullanışları bu mânâyı desteklemektedir. Meselâ: “Allah, mü’minlerin velîsidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.”[15] âyetinin tefsirinde el-Beydavî: “Onları seven ve işlerini deruhde eden” anlamını vermektedir. Birçok âyette Velî ve Nasîr (yardım eden) vasıfları yan yana birbirine atfedilmiş olarak zikrolunmuşlardır. Bu, az da olsa bu kelimeler arasında bir farklılığı gerektirir.

Bu vasfın Kur’an’da geçtiği muhtevâlara göz atmak faydalı olacaktır. 42/Şûrâ, 28’de Allah’ın kullarını gözettiği ve O’nun nimetleri sıralandıktan sonra, ancak O’nun hamde lâyık Velî olduğu bildirilir. Allah’tan başka Velî aramanın boşuna olduğu bildirildikten sonra, ancak O’nun hamde lâyık Velî olduğu belirtilir, “hâlbuki, Velî ancak Allah’tır.”[16] denir. Kavminin buzağıya tapmasından sonra, Allah’ın rahmet ve bağışlamasını isteyen Hz. Mûsâ, niyazında, umduğu rahmeti “Sensin bizim Velîmiz!”[17] diye belirtir. Melekler, kendilerine tapma iddiasında olanlardan teberrî edip kaçınırken Allah'a hitâben: “Seni tenzih ederiz, Sensin bizim Velîmiz.”[18] derler. Müşriklerin velî edindiği putların aczleri belirtildikten sonra, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) lisanından: “Benim Velî’m Kitabı indiren Allah’tır; O, iyilere sahip çıkar (dost edinir -yetevellâ-)”[19] dediği nakledilir. Allah’ın kendisine vermiş olduğu nimetlere şükreden Hz. Yûsuf: “Dünyada ve âhirette benim Velîm (yardımcım ve işimi deruhde eden) Sensin.”[20] der. Allah, mü’minlerin,[21] muttakîlerin[22] velîsidir. “Sizin velîniz, ancak Allah’tır, Rasûlüdür ve iman edenlerdir.” [23]

el- Mevlâ: Kelime anlamı olarak velî demek olan bu vasıf, Allah hakkında da, genellikle “velî” ile aynı mânâda sayılmıştır. Ancak, mânâ yönüyle değilse de, Kur’an’ın kullanışında, bu ikisi arasında şöyle bir fark gözetildiğini müşâhede ediyoruz: Velî vasfı, karşılıklı olarak hem Allah’ı, hem de kulu nitelemektedir. Birinci şık fazla, ikinci şık nâdirdir. Meselâ, 10/Yûnus, 62’de “evliyâullah -Allah’ın velîleri-” tâbiri geçmektedir. Taberî’ye göre bu; “Allah’ın, yani O’nun dininin yardımcıları olan iman ve takvâ erbâbıdır.” Yani, “velî” bazen kullar için de kullanılmıştır. Fakat “Mevlâ”, yalnız Allah’ı tavsif etmektedir. “Allah, Mevlânızdır”[24] diye vârid olduğu halde; kul hakkında “Allah’ın mevlâsı” tâbiri hiç kullanılmamıştır. Mevlâ, Rab diye de tefsir olunur. Mevlâ, kendisinden yardım umulandır; zira O mâliktir, memlûkün, mâlikinden başka sığınacağı kimsesi yoktur.”  

el-Vâli: Allah hakkında, “bütün varlıkların hükümranı ve onların üzerinde mutasarrıf olan” anlamına gelir. Öyle anlaşılıyor ki, vilâye: İdare, kudret ve icraatı çağrıştırmaktadır; Kendisinde bunları toplamayana vâlî vasfı verilemez. Bazı âlimlere göre “vâlî”, velî demektir; yani “idareye mâlik olandır. Bundan dolayı yetimi tekeffül eden kimseye “yetimin velîsi, emîre de vâli denmiştir. Hattâbî ise, vâlî vasfında tasarruf ve hâkimiyet kavramından başka “devamlı surette in’âm eden” mânâsını da görmektedir. Kur’an’da yalnız bir âyette zımnî bir sûrette Allah’ı tavsif eder.[25] Burada vâlî, “işlerine sahip çıkan, azabı onlardan uzaklaştıran” demektir, bazı âlimlere göre ise “Mevlâ” anlamını ifade eder. [26]

“Velî” kelimesinin; sözlükte, dost, yardımcı, birinin işini üstlenen, yönetici, yakınlık, bir şeyin sahibi anlamlarına geldiğini biliyoruz. Allah’ın güzel isimlerinden biri olan “el-Velîyy” isminin anlamı, yardım eden, insanların ve evrenin işlerini üzerine alan demektir. Kimileri bunu, seven ve yardım eden şeklinde açıklamışlardır. ‘Velî’ kelimesi doğrudan doğruya sevgi anlamı taşımasa bile, sevgi, velâyetin gereği sayılır. Birine yardım etmek, onun işini üzerine almak sevgi ile yakından ilgilidir.

 “Velî” sözlükte bazen, seven, dost anlamıyla da kullanılır. Allah’ın isimlerinden olan Velî, birçok âyette ‘Nasîr/yardımcı’ ismi ile beraber geçmektedir. Velî kelimesinde yardım etmek, işini üzerine almak ile Nasîr/yardımcı ismi arasındaki bağlantı dikkat çekicidir. Allah (c.c.) hem Velî/insanların velâyetlerini üstlenendir, hem de onlara her açıdan yardım edendir.[27] Velî kelimesi, on üç âyette Allah’a ait olarak geçmektedir. Bazı âyetlerde ise “size veya sana Allah’tan başka velî yoktur” şeklinde yer almaktadır ki, bu da, Allah’ın velî oluşuna işarettir. Birkaç âyette ise Velî isminin mürşid (yol gösteren),[28]‘şefí’ (şefaat eden),[29] vaak (koruyucu)[30] ve hamîd (övülen)[31] sıfatlarıyla beraber geçtiğini görmekteyiz. Şüphesiz “velî” kavramının bunlarla yakın ilişkisi vardır. Bunlar aynı zamanda gerçek dostun/velînin de belirgin nitelikleridir.

Mü’minlerin velîsi ve mevlâ’sı Allah’tır. Allah’ın mü’minlere velî oluşunun sonuçları çeşitli şekillerde görünür. O, kullarını gözetir, nimet verir. Dolaysıyla O hamd edilmeye lâyık bir velî’dir (dosttur).[32] Allah’tan başka velî aramak boştur, çünkü gerçek velî ancak O’dur.[33] O, bağışlayan ve merhamet eden bir yardımcıdır (velîdir).[34] O, mü’minleri karanlıktan nûra (aydınlığa) çıkarır.[35] Mülkünde, kudretinde ve yüceliğinde ortağı yoktur.[36] O yüce Velî, Kitab’ı indirendir ve O, sâlih kimseleri korur ve gözetir. [37]

Allah’ın velîliği diğer sıfatları gibi mutlaktır ve süreklidir. O, insan idrâkinin ötesinde bir velîliğin, dostluğun ve yardımcı olmanın kaynağıdır. İnsanlara ait, aldatma, vefâsızlık, hıyânet, aldırmazlık, acımazlık gibi küçültücü sıfatlardan uzak, iman edip de kendisine “velî” olan mü’minlere her türlü nimeti ve rahmeti veren, onlara izzet, mülk, muhabbet ve Hakk’ın şâhitleri olma şerefini bağışlayan, sürekli affeden, kendisine karşı yapılan hata ve kusurları araştırmayan en yüce dosttur, velîdir.

Hz. Mûsâ (a.s.), kavmi arasından seçtiği yetmiş kişiyi bir sarsıntı tutunca Rabbine, beyinsizler yüzünden kendilerini helâk etmemesini diledi, içinde bulundukları durumun bir imtihan olduğunu ve Allah’ın, dilediğini doğra yola iletebileceğini itiraf ettikten sonra; “...Bizim mevlâmız ancak Sensin. Bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin.”[38]  şeklinde duâda bulundu. Melekler de Allah’a ibâdet ederlerken; “Seni tenzih ederiz (noksanlıklardan uzak tutarız), Sen bizim Velîmizsin”[39] derler. Kur’an, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) diliyle şöyle diyor: “Benim Velî’m Kitabı indiren Allah’tır. O, sâlihleri dost edinir, onlara yardım eder.”[40] Kendisine verdiği nimetlere şükreden Hz. Yusuf (a.s.) şöyle niyaz etmişti: “Dünyada ve âhirette benim Velî’m Sen’sin.” [41]

Velî olmak, velî olunan üzerinde hak ve yetki sahibi olmayı gerektirir. Velâyetin doğasında bu vardır. Yalnız bu velî edinilen üzerinde bir baskı ve hükmetme değil; aksine her açıdan onun iyiliği için çalışma, onun için gerekli yardımı yapma yetkisidir. Allah, mü’minlerin velîsi olarak onlara hidâyet verir, onları karanlıklardan nûra (aydınlığa) çıkarır, onlara elçiler gönderir, Kitaplar indirir, yardım eder, destekler, korur, gözetir, affeder ve rahmetiyle her yönden onları kuşatır.

Allah Kimlerin Velîsidir? Allah, mü’minlerin velîsidir, yardımcı ve dostudur.[42] Mü’minler rablerine hakkıyla iman ettikten sonra O’nun râzı olacağı sâlih amel işlerler. Bundan dolayı da Allah onlara velî olur.[43] Allah sâlih kimselerin velîsi/dostudur. “Benim velîm, Kitab’ı indiren Allah’tır. O sâlih insanları velî/dost edinir (onları gözetip korur).”[44] Allah müttakîlerin de dostudur. Dünya hayatında kendilerini Allah’a muhtaç saymayan ve O’nun rabliğine saygı duymayan zâlimler birbirlerinin velîsidirler. Bazıları farklı zannetseler de aslında kulların hiç biri, Allah’tan müstağnî kalamaz (O’na muhtaç olmaksızın yaşayamaz). Zâlimler özellikle zulüm ve günah işlerinde karşılıklı dostturlar. Buna karşın Allah, kendisine karşı kulluk ve sorumluluk bilinci duyan, O’ndan hakkıyla korkup sakınan takvâ sahibi kullarının dostudur, velîsidir.[45]İnsanlar için Allah eşsiz, benzersiz ve sonsuz velîdir. İnsanlar Allah’tan başka mutlak velî/dost ve yardımcı bulamazlar.[46]“Allah, mü’minlerin düşmanlarını çok iyi bilir. Allah onlara velî/dost olarak da yeter, yardımcı olarak da.” [47]

Allah Bazı Kimselere Dost Değildir: Allah (c.c.) mutlak anlamda velîdir, dost ve yardımcıdır. Ancak bu velâyet, insanlar açısından sınırlı bir velîliktir. Kur’an’ın haber verdiğine göre, kullardan bazıları Allah’ın “velîliğini” kaybederler. Onlar kendi yanlış seçimleri ve yaptıkları kötü ameller yüzünden bu ilâhî dostluğu elde edemezler.

Allah, dalâlette olanların velîsi değildir. Bazıları Allah’ın gönderdiği elçilere ve onların hak dâvetlerine rağmen sapıklıkta direnirler. Allah bu kimseleri kendi sapıklıkları ile baş başa bırakır, onların başka bir velîsi de olmaz.[48] Allah, kendisine karşı kulluk etme noktasında büyüklük taslayan müstekbirlerin velîsi değildir.[49] Allah,  kötülük yapanların, fenalıkta bulunanların dostu ve yardımcısı değildir.[50] Allah’tan gelen hakkı ve dini inkâr eden kâfirler, Allah’ın dostluğunu kaybederler ve lânete uğrarlar.[51] Kendilerine hakkı bâtıldan ayıran bir ilim, hak bir dâvet geldikten sonra hevâ ve heveslerine (tutku ve arzularına) uyanlar Allah’tan başka dost ve velî bulamazlar.[52] Allah, iman nimetinden sonra inkâra sapan ve dinde ikiyüzlü davranan münâfıkların dostu (velîsi) değildir.  Onlar yeryüzünde kendileri için bir yardımcı da bulamazlar.[53] Allah, inkâr ederek ya da şirk koşarak hak dinden yüz çeviren, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen ve yeryüzünde haksızlık yapan zâlimlerin velîsi değildir. Zâlimler ancak birbirlerinin velîsi/dostudurlar.[54] Allah, zâlimlere meyledenlere, onları onaylayan, ya da destek olanlara da dostluk göstermez: “Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, aksi halde size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz yoktur. Sonra, (Allah tarafından da) size yardım edilmez.” [55]

 

Dostluk, Sevgi, Uzlaşma

“Biz onları, insanları ateşe çağıran önderler yaptık”[56]; “Günü geldiğinde, her sınıf insanları önderleri ile birlikte çağıracağız.”[57] Allah Rasûlü’nün, “Kişi dostunun dini üzeredir; onun için her biriniz kime dostluk ettiğine iyi baksın” sözünden de anlıyoruz ki, insanlar, önderlerinin sadece şahsına değil; görüşlerine de dost oluyorlar, itaat edip bağlanıyorlar. Onların yollarını kendilerine izlenilecek yol edinmek suretiyle, bâtıl dinlerini kendilerine din ediniyorlar. Dünyadaki ideolojik veya hevâî temele dayalı işbirlikleri, kesinlikle görüş beraberliğine delâlet ediyor. Bunun için Yüce Hakk’ın fermanı, “toplayın o zâlimleri ve onlarla beraber işbirliği edenleri, aynı yoldaki arkadaşlarını ve Allah’tan başka tapmış oldukları putları”[58] şeklinde tecelli edecek.

“İman ipinin  (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.”[59]

“Kişi dostunun dini üzeredir; onun için her biriniz kimle dostluk kurduğuna dikkat etsin!”[60]

Kişi, (kıyâmet günü) sevdiği ile beraberdir.”[61]

“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.”[62]

Bâtıl zihniyetin özelliğidir bu; kendi çıkarlarını sürdürmek için her zaman ve her mekânda hak dâvâyı savunanları tâviz ve uzlaşmayla etkisiz hale getirmeye çalışmak. “Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.”[63]

İslâm'la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz konusudur. Hakla bâtılın bu mücâdelesi, elbette hak taraftarları olan müslümanlarla bâtıl taraftarı olan gayri müslimler ve şirkin herhangi bir çeşidi üzerinde bulunanlar arasında olacaktır. Bu iki farklı kutup arasında uzlaşmayı, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah'ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm'dan bahsetmeye kadar vardılar.

Müslümanın İslâm'dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşıp İslâm'ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa) kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah'a teslim olmak ve O'nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah'a iman ve O'nun tek ilâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm'ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen "tâğut"ları reddetmek; Allah'a imandan da önce gelir ki; kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle "lâ = hayır" süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek İlâhın kabulü yerleşsin. "Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah'a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemâliyle işiten ve bilendir."[64]

İslâm, "lâ (hayır)" kılıcıyla tâğutlarla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için "lâ" ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün olabilir? Uzlaşma olursa küfre ve tâğutlara kıyam nasıl gerçekleşir? Tevhidin gereği olan câhiliyyeye ve tâğutlara kıyam olmadan da İslâm'ın hâkimiyeti hayal olur. Tevhidin bu esasını en iyi anlayan ve en güzel uygulayan peygamberler de kendi çağlarındaki tâğutlarla hiç bir uzlaşmaya yanaşmamışlar ve Allah'ın dininden zerre kadar tâviz vermemişlerdir. Firavun, Nemrut ve Ebû Cehillerle pazarlığa oturmamışlar, onlarla Avrupa Birliği tarzında birlik oluşturmaya yanaşmamışlar ve onların hevâlarının ürünü olan kural ve kanunlarla, aynen onların yönetimi gibi bir yönetim oluşturmaya kalkmamışlardır. İlke ve kurallarını onların isteklerine göre değiştirip belirlememişler, tam tersine onları kendi doğru ilke ve kanunlarına uymaya çağırmışlar, bir mutlak otorite olarak sadece Allah'ı kabul etmeyen tâğutlarla savaşmışlardır.

Her çeşit İslâmî mücadele ve hizmetlerin esasları, ancak Müslümanların istediği şekillerde ve İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün Firavunların tesbit ve müsaade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği alanda mücadele ve çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavun'lara açıkça cephe almadan onları nasıl altedeceklerdir?

Hıristiyanlığın tevhid dini olma vasfından saparak, her türlü kapitalistçe sömürünün, zâlim güçlerin, şirkin emrine ve hizmetine girmesiyle sonuçlanan tahrifatına sebep, Kostantinius'un 325 yıllarında hıristiyanlıkla Roma despotizmini uzlaştırması olmuş, bugün de kolaylıkla her şeyle, her sistemle uzlaşabilecek mirası hıristiyanlık, o zamanlardan muharref bünyesine almıştır.

Küfrün ve şirkin çeşitlerinden herhangi biriyle uzlaşma ve tâvizi red; bâtılla "uyuşma"yı red anlamına geldiği gibi, "uyuşukluğu" da reddetmek demektir. Tâviz, hoşgörü, diyalog ninnileriyle uyutulan, uzlaşma afyonuyla uyuşturulan devin, hipnotizörü ve doktor kıyafetindeki katili farkedip şahlanışıdır bu red. Uyanış ve diriliştir. Kötülüğe/Bâtıla elle, dille ve hiç olmazsa kalple karşı çıkıp değiştirme bilinci ve görevi ile bâtılla/münkerle uzlaşmayı, “bundan sonrasında hardal tanesi kadar iman yoktur.” hükmüyle değerlendirmektir. Tâvizi ve uzlaşmayı red: “Kim Allah’a sahip, o neden mahrum; kim Allah’tan mahrum o neye sahip?” diyebilmektir. Câhiliyyenin zorladığı uzlaşmaya direnmek, İslâmî hareket ve ümmet güçlerinin yardımlaşması ve dayanışmasıyla gerçekleşebilir.

Uzlaşmayı reddetmek deyince, insanca münasebetleri, sosyal ilişkileri kesip uzlet içinde yaşamayı, toplumsal bağları koparmayı kast etmiyoruz; İbrahimî ve Muhammedî tavrı hayata geçirmeyi kast ediyoruz. Onlar küfürle/bâtılla uzlaşsalardı ateşe atılır, memleketlerini terk etmeye mecbur kalır, ölümle burun buruna olurlar mıydı?      

Mü'min nasıl olur da Kur'an'ın "neces (pislik)"[65] dediği müşriklere inanç, fikir, dil veya eylemlerinde tâviz vererek, tevhidle uzlaşması ve tevhide bulaşması mümkün olmayan pisliğe kapısını açar? Küfrün azına veya pisliğin küçüğüne bile olsa, nasıl tahammül edip rıza gösterir? Hele o pislikle iç içe yaşayıp, o pisliği hoş görebilir? Mü'min nasıl olur da hayvanlardan daha aşağıda olanlarla[66] işbirliğine, uzlaşmaya, birleşmeye, birlik oluşturmaya girer? Nasıl olur da o hayvanların ahırlarında, onlarla beraber oturup kalkar,[67] beraber aynı yemlikten yemlenir? 

Mü'min nasıl olur da kâfirlerin önüne attıkları dünyevî geçici çıkarları gözünde büyüterek, onların çürük iplerine yapışmayı, Allah'ın kopmaz ipine[68] tercih eder? Tâğutu reddederek sağlam ipe yapışması gerektiği halde, onların uzattığı çürük ipin kendisini Allah'a ve cennete ulaştıracağını, kendisini yükseltebileceğini nasıl ümit edebilir?

Tevhid, Şirkten ve Müşriklerden Berî/Uzak Olmayı Zorunlu Kılar

"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir.' Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler." [69]; "İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık, nefret ve öfke belirmiştir…"[70] Allah’a ve âhiret gününe gönülden iman edenlerin, İbrâhim (a.s.) ve arkadaşları gibi, müşriklerden, onlarla birlikteliklerden, onların câhilî değerlerinden kesin bir kopuşla ayrılıp beraat ilân etmeleri gerekir.

 

Hicret, Müşriklerden Yüz Çevirmek; Küfrü, Şirki, Haramları ve Bunlara Yaklaştıran Ortamları Terk Etmektir

Şirkten, küfürden ve kendisini olumsuz şekilde etkileyecek her türlü fesat ortamından hicret farzdır. Bu anlamda her mü’min, muhâcir olmak zorundadır. Bu hicret, en azından onlarla kaynaşıp uzlaşmamak, onlara benzeyip onlara itaat etmeme yönüyle ortaya konmalıdır. Allah’a iman etmek, şeytanî olan her şeyden hicret etmek demektir. Toplumun kirliliklerine bulaşmamak, şirk ortamından, fesat ve günahlardan kaçınmak, mânevî pisliklerden uzaklaşmaktır, en büyük amaç. Ahlâkî hicret; mânevî kirliliklerin sembolü olan putlara uzak durma konusunda sebat edip, onlarla cihadı sürekli kılmaktır. Bu cihadın amacı, öz benliklerimizde ve toplumsal yaşamın içinde var olan bütün mânevî pisliklerden berî olmaya devam etmektir. “Muhakkak ki iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar Allah’ın rahmetini umabilirler.”[71]

Öteki dünyaya kesin iman eden mü’minler, maddî kazançlar umarak Allah’ın gazabına uğramış zâlim toplumlarla dostluk kurmamalıdırlar. Çünkü ilâhî hoşnutluktan nasibi olmayan kimselerle dost olmak, “sürekli hicret” bilincine sahip olan mü’minlere yakışmaz. Mü’minler onları terk ederek Rabbânî hoşnutluğun elde edilebileceği güzel ameller yurduna hicret etmelidir.

Sadece müşrikleri, hıristiyan ve yahûdileri değil; aynı zamanda, dünya ile âhiret arasında tam tercih yapamayan, kâfirlerle yardakçılık mânâsında ilişkiler kuran, münâfıklarla dost olan kişiliksiz insanları velî edinmek de biz mü’minler için haramdır. Onlarla bizim aramızda güzel bir ayrılışla öte yanına geçtiğimiz hicret duvarları vardır. Allah’ın gazabına uğrayan bir toplum ile dostluk kurmak “kötülükten hicret etmemek” anlamına geldiği için, mü’minlere yasaklanmıştır. “Sürekli hicret şuuru” ilâhî rızâdan nasibi kalmamış kimseleri terk etmeyi gerektirir. Kur’an’a kulak verelim: “Ey mü’minler! Allah’ın gazabına uğrayan toplum ile dost olmayın! Onları dost edinenlerin öteki dünya ile ilgili hiçbir ümitleri kalmamıştır. Tıpkı kâfirlerin (şimdi) mezarlarında yatanları tekrar görme ümitlerini kaybetmiş bulunmaları gibi.”[72]

Kur’an, başkalarıyla değil; ancak mü’minlerin birbiriyle kardeş olduğunu vurgular.[73] Dostluk da ancak, mü’minlerin birbirleri arasında olur: “Mü’min erkekler ve mü’min hanımlar birbirinin velîleri/dostlarıdır.”[74]

Kur’an’da İslâm’a ve müslümanlara karşı düşmanca ve zâlimâne tavır takınanlar, insanların İslâm’dan haberdar olmasını önlemeye çalışanlar iki yerde “Allah’ın ve sizin düşmanlarınız” şeklinde nitelendirilmiştir.[75]

Yeryüzünde düşmanlık kaçınılmazdır; insanların bir kısmı, diğerlerine düşman olacaktır: “Birbirinize düşman olarak oradan (cennetten) inin! Artık, Benden size hidâyet geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa, o sapmaz ve şakî/bedbaht olmaz.”[76]

İnsanın, düşmansız şekilde yaşaması, ulaşılamayacak bir hedeftir, ütopyadır. İnsan, yaratılışından itibaren çevresini Allah’ın izniyle koruyucu güçler (melekler) yanında; zararlı varlıklar (şeytanlar, mikroplar) da sarar. Düşmanlığa yol açan pek çok sebep vardır. Eğer düşmanı olmayan insanlar olsaydı, peygamberler olurdu; Hâlbuki tüm peygamberlerin hayli düşmanları, hem da azılı düşmanları vardır.[77] Önemli olan Allah’ın ve bizim gerçek düşmanlarımız dışındakileri, kendi hatalarımızdan dolayı kendimize düşman yapmamak ve düşmanlarla olan imtihanımızı kazanmaktır.

Müslümanların kimlerle nasıl dostluk yapabilecekleri ve düşmanlarına da barış zamanında ve savaşta nasıl davranmaları gerektiği Kur’an’da net şekilde açıklanmıştır. Müslümanların tarihi de farklı inançtan insanlara nasıl davranıldığının güzel örnekleriyle doludur. Bütün bunları bal gibi bilen Papa, İslâm ve Peygamber düşmanlığını kustuğu zehirle müslümanlara kimleri dost ve düşman kabul etmeleri gerektiğini göstermiştir.

 Allah’ın bizim için râzı olduğu dinin adı olan[78] ve bütün peygamberlerin dini olan [79] İslâm, kelime olarak, “barış” anlamına gelen “silm”, “selâm” ve “selâmet”le aynı kökü paylaşır. Dolayısıyla “İslâm”ın kelime olarak anlamlarından biri de “barış”tır. Tüm insanlar, fitneyi terk edip Allah’ın dini olan İslâm’a teslim olsalar, her taraf selâmete kavuşup tümüyle barış ve kardeşlik hüküm sürer. 

 

Müslümanların Düşmanları Kimlerdir?

Allah’ın “Dost Olmayın!” Dediklerini Düşman Kabul Etmek Zorundayız. Allah, Düşmanlarımızı Bizden Daha İyi Bilir: “Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.”[80] Bu âyetin bir öncesinde, Allah’ın bizim zararımızı isteyenleri haber vermekte, bize önemli düşmanlarımız olan ehl-i kitabı tanıtmaktadır: “Kendilerine Kitab’dan nasib verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.”[81]

Kâfirler, apaçık düşmanımızdır.[82] Putlar ve putperestler mü’minlerin düşmanıdır.[83] Mü’minlere en fazla düşmanlık yapanlar yahûdiler ve müşriklerdir.[84] Allah’ın düşmanlarını ve mü’minlerin düşmanlarını dost edinmek yasaklanmıştır.[85] Müslümanların müşriklerden ve taptıklarından uzaklaşmaları ve onları tanımayıp onlara düşman olduklarını açıklamaları gerekir.[86]

Peygamber ve onun yolunu izleyenler dışındakileri dost kabul edenler, âhirette büyük pişmanlık duyacaktır:“O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmaktadır.”[87]

Zâlimlerle Dostluk: Kur’an, hiç bir şekilde zâlimlerle dostluğa izin vermez. “...Zâlimler için hiç bir velî/dost ve yardımcı yoktur.”[88]; “...Onlar, Allah'a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.”[89] Zâlim ise, sadece insanların bedenlerine zarar verip acı çektirenler değil; insanların kafalarını ve gönüllerini işgal edenlerdir. Şirk en büyük zulümdür;[90] dolayısıyla Allah’a herhangi bir şekilde şirk koşan müşrikler en büyük zâlimlerdir. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler de zâlimlerin ta kendileridir.[91] Düşmanlık da öncelikle bu zâlimlere karşı sözkonusu olmalıdır: “...Zâlimler hâriç (hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.” [92]

Umulur ki Allah, Gerçek Müslümanları, Düşmanlarına Gâlip Kılacaktır: “...Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk edecek ve onların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılacak da nasıl hareket edeceğinize bakacaktır.”[93]; “...Nihayet Biz iman edenleri, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler.”[94]; “Gevşeklik göstermeyin; üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmiş sağlam mü’minler iseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.”[95]; “Andolsun ki, Peygamber kullarımıza söz verdik: ‘Şüphesiz onlar, mutlak mansûr ve muzafferdirler. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.”[96]; “Kim Allah’ı, Rasûlünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki:) üstün/gâlip gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.”[97]; “...İyi bilin ki, kurtuluşa erecek olanlar sadece hizbullahtır, Allah’ın tarafında olanlardır.”[98]

 

Allah İçin Sevmek ve Allah İçin Buğzetmek

Allah’tan başka ilâh olmadığına dair şehâdetin ve tanıklığın gerçekleşmesi için, kişi sevdiğini sadece Allah için sevecek, buğzettiğine de Allah için buğzedecektir. Dost ve velî edindiği kimseyi Allah rızâsı için dost edinecek, düşman kabul ettiklerini de, onlar Allah'a karşı oldukları için düşman tanıyacaktır. Müslüman, Allah’ın sevdiklerini sevecek, O’nun gazab ettiklerine, buğzettiklerine de buğzedecektir. Nerede bulunursa bulunsun, her çeşit kâfire düşmanlık gösterecek, onun velâyetini tanımayacaktır. Bu kâfir, en yakını/akrabası bile olsa, onu dost kabul edip sevemeyecektir.   

İbn Abbas şöyle der: “Kim Allah için sever, Allah için buğzeder ve Allah için dostluk ve velâyet yetkisini kullanır, Allah için düşmanlık beslerse, o kimse bu yaptıkları sâyesinde gerçekten Allah’ın dostluğuna erişir (Allah’ın dostluğunu, velîliğini kazanmış olur). Bir kimse de, bu nitelikleri taşımadığı sürece, ne kadar çok namaz kılıp oruç tutsa da, imanın hazzına ve tadına erişemez. Çünkü böyle insanlarla olan kardeşliğini (münâsebetini) sırf dünya ilişkilerine bağlamıştır. Böyle bir hal ise kişiye asla hiçbir şey kazandıramaz.”[99]

Mü’min, bazı dünyevî ilişkiler kurmak, alış-veriş yapmak mecbûriyetinde de olsa, yardımlarını da görse, hâkimiyetleri altında da bulunsa, tüm kâfirleri sevilen dostlar edinmeyecektir. Kâfirleri düşman kabul etmek, bazı görevleri yerine getirmeyi zorunlu kılar. Onları düşman kabul eden kimse, kâfir ve münâfıkları taklit edemez, onlara benzeyemez. Onlara benzeyen, onları yüceltmiş, onlardan olmuş olur.[100] Mü’min, zelîl olduğuna inandığı kâfirleri, onlara karşı davranışlarıyla bilfiil aşağılarda tutmaya çalışacaktır. Bu sebeple onların ticarî kurumlarını boykot edecek, siyasî kadrolarını onaylamayacak, onları yönetici olarak kabul etmeyecek, onların câhilî kültür veren kurumlarına karşı çıkacaktır. Mü’minin düşmanlığını isbat edebilmesi için, onlardan korkmaması gerekir. “...Eğer iman ediyorsanız onlardan korkmayın; Benden korkun.”[101] Onlardan korkuldukça onları fiilen zelîl/aşağılık görmek mümkün değildir. Mü’min bilir ki, Allah istemedikçe bütün kâfirler bir araya gelse kendisine en küçük bir zarar veremezler. O yüzden korkulmaya lâyık zat, tüm güç ve kuvveti elinde bulunduran Yüce Allah’tır. Düşman olmak, zarûretin dışındaki beraberliğe engeldir. Bir mü’min, onların emrine girip onların hizmetinde çalışmayı çok çirkin görüp reddedeceği gibi; kendi kurumlarında da onları çalıştırmayacaktır. Diğer kuruluşlarda görev alarak yüceltilmelerine kalben rızâ göstermeyecektir.

Hz. Ömer’in Hîre’li bir gencin iyi yazı bildiğini söyleyip onu kâtip olarak istihdam etmesini tavsiye edenlere: “Müslümanlardan başkasını kendime dost mu edineyim?” dediği ve bunu şiddetle reddettiği rivâyet edilir.[102] Bir hıristiyanı memur kadrosuna alan vâlilik görevinde bulunan sahâbi Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye halife Hz. Ömer çok sert bir şekilde: “Canı çıkasıca adam! Yanında çalıştıracak bir mü’min bulamadın mı?” diye azarlamıştır. Ebû Mûsâ el-Eş’arî: “Yâ Ömer! Onun dini kendisine, işbirliği bizedir. Bundan ne çıkar?” deyince, Hz. Ömer şöyle cevap vermiştir: “Hayır, yanılıyorsun! Allah’ın küçülttüklerini biz yüceltemeyiz. (Sen de yapma!)”[103] Yine Hz. Ömer (r.a.), vâli Ebû Hüreyre’ye (r.a.) de bir mektup yazıyor ve diyor ki: “...Müslümanların işleriyle ilgili bir işte sakın müşrik ve putperest kimselerden yararlanma. Müslümanlara ait işlerle bizzat kendin ilgilen. Çünkü sen onlardan birisin. Diğer taraftan Allah seni onların yüklerini sırtlamanla görevli kılmıştır.” [104]

Günümüz müslümanlarının önemli bir kesimi, dostluk ve düşmanlıktaki ölçüyü unutup farklı görüşteki müslümanlara düşman gibi davranıp onları itiyor; kendilerine şimdilik dokunmayan ılımlı kabul ettikleri kâfirlere sempati besleyerek dost gibi yaklaşabiliyor. “Kişi, dostunun dini üzeredir.”[105]Allah için düşmanlığın gerekleri vardır: Kur’an’da belirtilen düşmanlara en azından buğz etmek imanın gereğidir.[106] Kalben buğz edip Allah için tavır alarak düşmanlığı açık ve net bir şekilde ortaya koymak; meselâ Allah düşmanlarına karşı cephe almak, onlarla cihad etmek, onlarla (hayatî ve zarûri olan durumların dışında) tüm ilişkilerini kesip uzak durmak, kalben muhabbet göstermediğini davranışlarına yansıtmak. Onları emîn/güvenilir görmemek,[107] onlara benzememek, onlara güler yüz göstermemek, samimiyet kurmamak, onlara ikramda bulunmamak, onların zulümlerine destekçi olmamak, onlara saygı göstermemek, onları güzel sıfat ve lâkaplarla isimlendirmemek, onlarla birlikte oturmamak. Kâfirlere şirin gözükmek için onlara müdâhane/yağcılık yapmamak, kendisine gerici gibi yaftalar vurmasınlar diye onlara şirin gözükmeye çalışmamak, onları sırdaş edinmemek şarttır. Aksine davranışlar, insanı tevhidden uzaklaştırır.

“Ey iman edenler! Kendi dışınızdaki sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.”[108] Ve iki hadis-i şerif: “Siz mutlaka sizden öncekilerin yollarını karış karış, arşın arşın izleyeceksiniz. Öyle ki onlar bir kelerin deliğine girseler, siz de onlara uyacaksınız.” Ashâb dedi ki: “Ey Allah’ın rasûlü! Bu (izleyeceklerimiz yahûdi ve hıristiyanlar mı?” Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Ya kimler olacak?”[109];“Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” [110]

“Ben kalben buğzediyorum” diye bunu sadece kalple yaptığını söylemek, isbata muhtaç kuru bir iddiadan ibarettir. Buğzun ve düşmanlığın gerekleri ne ise, bir mü’minin onları da yerine getirmesi gerekmektedir. Bu konuda İbrâhim’in (a.s.) örnekliğini Kur’an öne çıkarır.[111]

“...İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır!”[112]Kâfirleri dost kabul etmek, iman ile çelişmektedir. Hem iman, hem de onları dost edinme olayı, ikisi beraber bir kalpte toplanamazlar. İman, onları dost edinmemeyi gerektirmektedir. Düşmanlık ve dostluğun imanla ilgisi değerlendirilmediğinden, bugün müslümanların çoğunluğu açısından dost-düşman karışmış, düşmanlarının oyununa gelen müslüman yığınlar, bunca zararlarına rağmen hâlâ Allah’ın düşmanlarının ve kendisinin düşman olması gerekenlerin yardımcısı, destekleyicisi, emrindeki memuru, hizmetçisi, kulu-kölesi, askeri... olabilmektedir. “Müslümanım!” diyen nice insan, kâfirlerin koyduğu küfür kanunlarına, onların ortaya attığı felsefî düşünce ve dünya görüşlerine, ideolojilerine sevgi besleyebilmekte, onlara gönül rızâsıyla uyup teslim olabilmekteler. Hanımlarını, kâfirlerin hanımlarına benzetebilmekte, onlar gibi giyinmelerini (soyunmalarını) ilericilik ve çağdaşlık kabul edebilmekteler. Allah ve Rasûlü’yle savaş demek olan fâiz [113] olmaksızın ticarî hayatı düşünememekteler... 

Ve her halleriyle kâfirlere benzeyip onların yanında yer almalarına rağmen; hâlâ kendilerini müslüman saymaları düşündürücüdür. Bırakın, kâfir olanlara tavır alıp “ey kâfir!” demeyi ve Kur’an’ın emrine uyup “De ki: ‘Ey kâfirler! İbâdet edip tapmam sizin taptıklarınıza.!”[114] diye haykırmayı, Allah’ın düşmanlarından korkmak, onlara sevgi ve saygı duymak, onları ve makamlarını büyük görmek gibi imanını mahveden  “şirk”  adlı hastalık alabildiğince yaygınlaşmaktadır. Bazı kâfirlere, dost olmanın ötesinde, hatta hayranlık duyanlar, destekleyip alkışlayanlar, onları velî kabul ederek seçip işbaşına getiren, yetki verenler, onların izini takip eden, itaat eden, onları örnek alanlara ne demeli!? Keler deliğine girseler bile onlara imrenip taklit etmeye çalışan, onları model kabul edip modalarına uyanlara nasıl bir sıfat bulmalı!?

“(İnançta ve amelde) Bizden başkasına benzeyen Bizden değildir.”[115] diyen Rasûlün onları reddettiğini, daha doğrusu onların bu davranışlarıyla Rasûlün yolunu reddetmiş olduklarını görmek zorundayız.

Gerçek mü’min, İslâm şahsiyetini ve müslüman kimliğini yüce ve aziz tanımak, bütün kâfirleri ve münâfıkları zelîl/aşağılık bilmek; bu sebeple onlara karşı onurlu ve zorlu olmak mecbûriyetindedir. “İzzet (yücelik, kuvvet ve hâkimiyet)  yalnız Allah’ın, O’nun Peygamberinin ve gerçek mü’minlerindir. Ne var ki, münâfıklar bu gerçeği bilmez, anlayamazlar.”[116] Mü’min, İslâm şahsiyetinin yüceliğine inanmak zorunda olduğu gibi, bütün kâfirlerin aşağılık olduklarına, hayvanlardan daha sapık ve pislik olduklarına inanmakla da yükümlüdür. “(Ey Peygamber!) Sen onların çoğunluğunu  (Hakkı) dinler, akıllarını kullanır mı sanırsın? Onlar ancak hayvanlar gibidirler; hatta yolca daha da sapıktırlar.”[117]; “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir...”[118]

“Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa) Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin...”[119]

Kâfirlerle dostluk kurmanın tehlikesi bütün müslümanlaradır. Böyle bütün müslümanlara zarar getiren bir olay, bir kimsenin sadece kendisinin kâfir olmasından da büyük bir tehlike ortaya koyar. Birinin zararı, topyekûn müslümanlara iken, diğerinin sadece kendisinedir. Kâfirlere karşı olan dostluğun özellikleri şunlardır: Kâfirlerin küfrüne rızâ göstermek, onları tekfir etmemek, onların bâtıl dünya görüşlerini tasdik etmek, onları velî, yani dost ve yönetici olarak kabul etmek, onları işbaşına geçirmek, onları sevmek, onlara uyup itaat etmek. İşte bütün bunlar, kişinin kâfirleri dost kabul ettiğini, yetkisini onlara verdiğini göstermektedir. Kişi, dostluk, sevgi ve rızâyı kâfirlere gösterirse, bu küfrü gerektirir. Şayet sevgi ve rızâ, mü’minlere karşı ise, bu da imanın gereğidir.        

İnsanın ilk yanlışı, düşmanını dost zannetmesiyle oldu; İnsanın cenneti kaybetmesinin sebebi, düşmanına karşı tedbir almayışı, onun hile ve tuzaklarına kanmasıdır. Bırakın insanı, hayvanlar bile düşmanlarını bilir; kendisini ve neslini düşmanından korumaya çalışır. Bir tavuk, özellikle yavrusunu düşmanından sakınmak için, nasıl fedâkârlık ve kahramanlık yapar, gözleyenler bilir. 

Dostluk-düşmanlık konusunda hatırımızdan çıkarmamamız gereken özelliklerden biri de, “gâvurun atına binen, onun kılıcını kuşanır” atasözünün ve “bugün yardım alan, yarın emir alır”  vecîzesinin gerekleridir. Hırsızı yakaladığımızı zannederken, hırsız tarafından yakalanan konumuna düşmemeli, ava giderken kendimiz avlanmamak için tedbirler almalıyız.

“Düşmanınızın silâhıyla silâhlanın” sözü, bazılarınca hadis olarak ifade edilmekte ve İslâm dışı çalışmaların, metod ve yöntemlerin delili olarak sunulmaktadır. Bu söz, kesinlikle hadis-i şerif değildir; Kur’an’a da selim akla da aykırı, yanlış ve gayr-i meşrû bir tavsiye ve yönlendirmedir. Düşmanlar, İslâm’ın cevaz vermediği araçları silâh olarak kullanırsa müslüman ne yapacaktır? Sözgelimi, bazı düşmanlar, dâvâları için kendi karılarını ve kızlarını bile fesat ögesi şeklinde silâh olarak kullanabilmektedir. Ayrıca Kur’an, düşmanları korkutacak silâhlar hazırlamayı emrediyor. “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'’n bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcasanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.”[120] Düşmanının silâhıyla silâhlanan bir mü’minden, kendisinde de aynı ve belki daha gelişmişi olan düşman nasıl korksun? İsrâil, kendisinin sahip olduğu cinsten benzer silâhlara sahip olduğu halde yönetimi yahûdiyle dost olan ülkelerdeki müslüman askerlerden mi, yoksa ölümden korkmayan, iman eri ve şehâdet adayı olan taştan başka silâhı olmayan çocuk yaşlardaki fedâilerden mi korkmaktadır?       

Hiç düşmanı olmamak da bir kusurdur. Meziyetleri olanın, sosyal faâliyetlerde bulunan, kişiliği olan ve izzet sahibi kişilerin mutlaka düşmanları da vardır. Düşmanı bulunmayan kimse, ot gibi yaşayan kimsedir. Düşmanı olmamak fazilet olsaydı, peygamberlerin düşmanı olmazdı. Hâlbuki onların, diğer insanlardan daha azılı ve daha çok düşmanı vardı. “Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.”[121]“(Rasûlüm!) İşte Biz böylece her peygamber için günahkârlardan düşman(lar) kılarız.”[122] İyilik ve erdem, düşmanı olmamak değil; düşmanlarına haksızlık etmemek, haddi aşmamaktır. Onlara sövme ve çirkin hakaret düşmana bile yapmamak, bu kötü tavırları silâh olarak kullanmamaktır.

Düşmanların bazı faydaları da vardır. Mikropların alyuvarların savaşçılığını, canlılığını arttırdığı gibi. Düşmanlar, kişilere görevlerini hatırlatır, hızlarını ve derecelerini arttırır. Düşman, kişiye boyunun ölçüsünün ne kadar olduğunu gösteren iyi bir ölçüttür. Düşmanı, insanın kendi hatalarını görmesini sağlar. Cihad gibi, gazilik ve şehitlik gibi, yiğitlik ve kahramanlık gibi faziletler, düşman sâyesinde elde edilir.

 

Kur’an’ın Hedefi Sulh ve Barıştır

“...Sulh daha hayırlıdır.”[123] Düşmanlık ve kötülük, aslında ve temel olarak Allah’ın istemediği, şeytanın arzu ve isteklerinden ibarettir. Dolayısıyla insanlar arasında fesadın, fitnenin, kötülüğün olması, insanların Allah’ın emirlerinin dışına çıkmalarından kaynaklanır. “Ey iman edenler! Hep birden silm’e/barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın. O sizin apaçık düşmanınızdır.”[124] Âyette geçen “silm” kelimesi, hem İslâm, hem de barış anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber’in yaptığı savaşları incelediğimizde, savaşların hakkın önüne konulan engellerin kaldırılması amacını güttüğünü, saldırılara karşı müdâfaa özelliği taşıdığını, savaşa mecbur kalındığı için böyle bir yola başvurulduğunu görürüz. Bu savaşların birtakım haklı gerekçeleri vardır.

Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.      

 

Ehl-i Kitaba Karşı Tavrımız Nasıl Olmalıdır?

İslâm dini, karşılıklı menfaat ve müsamahaya dayalı müslüman-ehli kitap ilişkisine izin verirken; yahûdi ve hıristiyanların müslümanlara karşı dost görünebileceklerine dikkat çekmekte,[125] bu hususta gizli emellerinin olabileceğini haber vererek onların dost edinilmemesini öğütlemektedir.[126] Müslümanları ehl-i kitap karşısında sık sık uyaran Kur’an, onlara tâbi olunmasını yasaklar.[127] Kur’an, ehl-i kitabın temel yanlışlarını düzeltir ve onları Allah’ın birliği (tevhid) inancına dayalı ortak bir ilkede müslümanlarla birleşmeye çağırır.[128]

“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirip kâfirler haline getirirler.” [129]

"Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana bir dost ve yardımcı yoktur.”[130]

“Ey iman edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost kabul edenler, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez.”[131]

“Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah’tan korkun; eğer mü’minler iseniz.” [132]

“Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah ve Rasûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (İslâm’ı kendine) din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”[133]

“Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi inanırlarsa hidâyeti/doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşerler. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.”[134]

“De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda anlamı eşit bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman, ‘Şâhit olun, biz müslümanlarız” deyin. [135]

“Ehl-i kitaptan bir kısmı istediler ki, ne yapıp edip sizi saptırabilsinler. Oysa onlar, sadece kendilerini saptırırlar da farkına bile varmazlar.”[136]

“Ey ehl-i kitap! (gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın âyetlerini inkâr edersiniz?”[137]

“De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Allah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah’ın âyetlerini inkâr edersiniz? De ki: ‘Ey ehl-i kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek mü’minleri Allah yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarına tamamıyla şâhittir.”[138]

Müslümanlar izzetin nerede aranmasını bilmek zorundadır. İzzeti kâfirlerin yanında, ABD'ye abd olmakta, ya da Avrupa Birliği'nde arayanlar, tâğûtî yönetimde ya da onlara yakınlaşmakta arayanları Allah dünyada bile zelil kılar. Cellâdına âşık olan mahkûm gibi dünya ve âhiret saâdetine engel olan gayrı müslimleri sevip onların değer yargılarını tercih etmek, onlara benzemek, Kur’an tâbiriyle “aşağılık maymun olmak”[139] demektir. Verilen güzel nimetleri beğenmeyip soğan-sarımsak (Allah’ın hidâyetini ve âhiret saâdeti yerine dünyanın basit çıkarlarını) isteyenlere meskenet damgası vurulur.[140] Kâfirlere fitne olarak verilen geçici dünyevî metâları Allah’ın müslümanlara verdiği başta iman olmak üzere gerçek nimetlere tercih, zillet sebebidir. Mü’minleri bırakıp kâfirleri velî/dost edinenler, izzeti onların yanında arayan ve tüm izzetin Allah’a ait olduğunu bilmeyenlerdir.[141] Mürtedler bilsinler ki, Allah onların yerine mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı aziz ve insanların kınamasına aldırış etmeyen gerçek mü’minler ortaya çıkarır.[142] İslâm’ın askerleri, Allah hizbi/erleri iki cihanda da en büyük izzete sahip olduğu halde, tâğutların askerleri zilletin her çeşidine muhâtap olur. Müslümanları aşağılayan, dini suçlayan, “gerici, bağnaz, çember sakallı, yarasa, kara fatma...” diyenler âhirette Allah nazarında aşağılanacakları gibi, dünyada da mü’minler nazarında aşağılanmalıdır.

Allah’ın küçülttüklerini gözlerinde büyüten ve dünyayı âhirete tercih etmenin alçaltıcı zilletini tadan insanların dünyada aziz olma hakları yoktur. Tâğûtî şahsiyet ve makamları önemseyip benimseyen, dolayısıyla Allah nazarında zelil olan kimseleri aziz/şerefli kabul edenler, onların boyunlarına taktıkları zillet tasmalarını nasıl çıkarabilirler? Kurtuluşu İslâm’da arayacaklarına, Batıda arayanlar, kâfirlerin ölçülerini İslâmî esaslara tercih edenler iki dünyada da azîz olamazlar. Üstünlüğün Kur’anî ölçüsünün takvâ, ilim ve cihad olduğunu bilmek istemeyenler; dış görünüşte, parada, maddede, hatta kâfirlerde ve küfürde izzet aramaya kalkarlar. Bu arayışlarının cezası olarak yücelttikleri bu değersiz şeylerin altında kalır, değersiz bir şekilde yaşarlar. En büyük zararı kendilerine verirken, dâvâlarını küçük duruma düşürdüklerinin vebalini de öteki dünyaya götürürler.      

İtaat veya İsyan; Kimlere?

Kelime-i tevhid, “lâ” ile, yani isyanla başlar. Tüm sahte ilâhlara, tâğutlara isyan söz konusudur tevhid mesajında. Yani, Allah’a isyan edenlere isyan. Bütün peygamberler bu anlamda kutsal isyan ateşini tutuşturan isyan önderleridir.

Mü’min olmak ve mü’min kalmak için mutlak anlamda, kayıtsız ve şartsız itaatin yalnız Allah’a yapılması gerekir. Âlemlerin rabbi olan Allah evrende mutlak tasarruf sahibidir. Yaratıklar arasında yalnızca insan teşrii alanda bu rabliğe karşı çıkabilir. Yeryüzündeki tasarrufunu Allah'ın hükmüne göre değil; kendi iradesi doğrultusunda yapmaya kalkışabilir. Bu zâlim insan, yeryüzündeki hayatı, istediği biçimde yönlendirmeye kalkar. Bunun için Allah'ın kurallarına rağmen kendinden kurallar koyar. Böylece insan, kendi arzularını ilahlaştırmış olur. Arzularının doğrultusunda yeryüzüne şekil vermeğe kalkınca da yeryüzünde rableşmiş olur. Bunun sonucunda, böylesi insanlara isteyerek itaat edenler de, Allah'ı değil; bu insanları rab kabul etmiş olurlar.

Günümüz insanlığının rab anlayışını, onların inançlarında ve pratik hayatlarında çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Dinin ilk şartı, Allah'a, O'nun emirlerine teslim ve tâbi olmaktır. Allah'a rağmen Allah'tan başkalarının koyduğu gayrı meşru hükümlerine seve seve uyup itaat edenlerin, "Allah'ın rabliğine ve ilâhlığına inandık" demeleri kendilerini kurtarmaz. Çünkü İslâm; rab olarak sadece Allah'a inandıktan ve O'na karşı kulluk vecibelerini yerine getirdikten sonra, O'nun koyduğu hüküm ve kurallara itaat edilmesini de ister. Bunun için, insanlar, Allah'ın kesin olarak bildirdiği hükümleri bırakıp, ilâhî emirlere ters olarak başkalarının ortaya koyduğu hükümlerine isteyerek itaatleri halinde, her ne kadar dâvâları Allah'a iman olsa da, bu imanları geçerli olamaz.    

Günümüzde, insanların, vicdanlarında inanıp kabul ettikleri ilâhla, yaşantılarında, hükümlerine teslim oldukları ilâhlar aynı değildir. Teorik olarak inandıklarını ifade ettikleri Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini, vicdanlarına hapseden günümüz insanlarının pek çoğu, pratik hayatlarında Allah'tan başka rablerin emirlerine ve hükümlerine teslim olmaktadırlar. İnsanların pek çoğunun maruz kaldığı en büyük tehlike; Allah'ı günlük yaşantılarında rab kabul edemeyişleridir. Onlar, bir yandan mü'min ve müslüman olduklarını söylerlerken, diğer yandan da Allah'ın emir ve yasaklarını bir tarafa atarak çeşitli varlıkların ve rehber edindikleri önderlerinin emirlerine uyarlar. Onların koyduğu gayri meşru hükümlere gönüllü olarak itaat ederler; böylece Allah'tan başkalarını rab edinmiş olurlar.

"Lâ"sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; itaat ve isyanı olmayan, mevcut İslâm dışı düzene, Avrupa’nın normlarına, Danimarka kriterlerine her yönüyle uygun bir din ve hayat dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle ve onların rab ve hâkimiyet anlayışlarıyla uzlaşan, Allah’ın hor gördüklerini hoş görmek için bin dereden su getiren, tepkisiz, laik müslümanlık(!) hâkim kılınmak isteniyor. Allah'a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah'a iman eden, ama tâğutların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden bir din, İlâhî olmaktan öte beşerî bir din!..    

Putlara, şeytanlara ve tağutlara tapmak nasıl şirk ise, Allah'ın emrine, Hakk'ın hükmüne uymayan kişilerin ortaya attıkları görüşleri benimsemek ve onları Allah'a tercih edip onlara uyup itaat etmek de öylece bir şirktir. Bu durum, onlara kulluk mertebesinden fazla değer vermek, Allah'ın İlâhî hükümlerine uymayan görüş ve fikirlerini benimsemek olduğu için, bir şirk çeşididir. Onların sözlerine itaat edip, Allah'ın emirlerini terk etmenin puta ve tâğuta tapmakla aynı olmasının sebebi açıktır. Hakkı bâtıl, bâtılı da hak yapmaya çalışıp, insanlara helâli haram, haramı da helâl tanıtarak Allah'ın hükümlerini değiştirmeye çalışanlar, ilmî haysiyetten uzak birer tâğutturlar. Bunlara uyup itaat etmek de onları rab kabul etmektir. Çünkü bu duruma düşenler, Allah'ın hükmüne değil de onların isteklerine itaat ederek onlara Allah'a tapar gibi tapmış olanlardır.

Günümüzde şirkin her çeşidinin yaygın olduğunu görüyoruz. Müslüman mahallede pazarlanan bin bir çeşit şirk içinde, çok yaygın olmasından ötürü, belki en önemli örneklerinden biri itaat ve isyan konusuyla ilgili şirktir. Hani meşhur fıkradaki ifadeyle, taşlar beşerî yasalarla bağlı ve itler de “özgürlük tanrısı”nın salıvermesiyle her önüne gelene saldırmak için ortalıkta koştururken, fincancı katırları ürkütme riskini göze alamayanlarca bu çeşit şirke vurgu yapılamamakta, hatta bu şirk canavarı, ehlîleştirilmiş ve mâsum gösterilmektedir. Müslümanların sırât-ı müstakim’i şaşırıp yanlış işaretlerle mecburi istikamet diye gösterilen cehennem yolu üzerinde “dur!” diye ellerini makas gibi açanlar çıkmadıkça ve yoldaki işaretleri doğrusuyla değiştirme çabasına yeterli sayıda insan girmedikçe, uçurumlara yuvarlananlara ağıt yakacaklar bile kalmayacaktır.

“Rabbinizden size indirilene (Kur’ân’a) uyun. Ondan başkasını evliyâ/dostlar edinip peşlerine düşmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!”[143]; "Bunlar, Allah'ın (koyduğu) sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâb vardır." [144]

 

Tâğutlara İsyan

Rabbimiz, kendi hudutlarını tanımayarak hükümlerini benimsemeyerek aşırı gidenleri, tuğyan edenleri, “tâğut” olarak nitelendiriyor. Tâğût, İslâm dışı tüm güçleri, laik devleti, laik iktidarı, laik yöneticileri, laik partileri, laik kadroları, laik politik ve bürokratik mevki sahiplerinin tamamını kapsamına almaktadır. Rabbimiz: “Kim tâğutu inkâr edip (reddederek) Allah’a iman ederse, muhakkak ki o kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır.”[145] buyurmaktadır. Peki, red ve inkâr etmedikçe gerçek bir iman sahibi olmamız bile mümkün olmayan, tâğûtî önderleri, müşrik ve Batılı yönetimleri, Batıyla birlikteliği, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen kadroları nasıl benimseyebilir, kucaklayabiliriz? Nasıl onlara meşrûiyet kazandıracak birliktelikler oluşturabiliriz? Onları nasıl üstün görebilir, onlarla birlikte olmaktan nasıl izzet ve itibar bekleyebiliriz?

Gerçek üstünlük sebebinin “takvâ” olduğunu bildiren bir dinin[146] müntesipleri olarak nasıl olur da açıkça kâfir olan Batıları veya onların yerli işbirlikçi ve dostları olanları dost kabul edebiliriz? Laik, batıcı, ulusalcı, sağcı, solcu liderlerin, mevkî sahiplerinin, entelektüellerin üstün olduğu zehâbına nasıl kapılabiliriz ve nasıl olur da onlarla birlikte olmaktan itibar umabiliriz? “Kim Allah’ı, O’nun Rasûlünü ve mü’minleri dost tutarsa (bilsin ki), gâlip gelecek olanlar, yalnızca Allah’ın taraftarlarıdır.”[147] Görüldğü gibi, gâlip ve üstün gelecek olanlar, kâfirleri dost edinip onların yanında yer alanlar değildir; gâlip ve üstün gelecek olanlar, sadece Allah’ı, O’nun elçisini ve mü’minleri dost edinip Allah taraftarı olma vasfı kazanmış olanlardır.

İtaat edilen Allah ise, kişi, yüce mertebe olan “Allah’ın kulu” olmayı tercih etmiş; O’na isyan edenlere itaati tercih edince de, “emir kulu”, “kapı kulu” olmayı, yani iki dünyada rezillik ve zilleti seçmiş olur.    

Allah’a itaatle birlikte Allah’ın itaat için izin vermediği, itaat etmemizi istemediği ilke ve şahıslara itaat, birbiriyle bağdaşmaz. Biri varsa, öteki yok demektir. Tâğutu reddetmeden Allah’a imanın geçerli olmadığı[148] gibi, tâğuta isyan olmadan, tâğuta kayıtsız şartsız itaatle birlikte Allah’a itaat de gerçekleşmez. Kayıtsız şartsız itaat edilecek mercî olarak kişi neyi tercih ediyorsa, ilâh olarak onu kabulleniyor demektir.

İtaat, imanın test edilmesidir. Allah’ı tek ilâh kabul eden kimse, O’na kulluğunu, O’na kayıtsız şartsız itaat etme zorunluluğu duyarak gösterecektir. İtaat olmadan cennet yoktur.[149] Allah ve Peygamber, mü’minleri kurtaracak, onlara hayat verecek şeylere çağırmaktadır. Bu dâvete icabet etmektir itaat. “Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Rasûlü’ne icâbet edin.” [150]

Allah’a itaati terk eden isyankâr ve kendine zulüm/yazık edenlere dünyevî cezalardan biri, kendileri gibilerin onları yönetmesidir. “Zâlimlerin bir kısmını, bir kısmının başına geçiririz.”[151]; İnsanlar bozuldukları, Allah’a âsi oldukları zaman, onların kötüleri başlarına getirilir: “Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz.” [152]

Allah’ın emirlerini öğrenir öğrenmez “dinledik ve itaat ettik” deyip hemen eyleme geçen; Allah’ın itaati yasakladığı ilke, görüş, kural ve kişilere karşı da  “ne dinliyoruz, ne de itaat ediyoruz!” deyip sözünün eri olan cihad erlerinden olmak ümidiyle, isyanınız kâfirlere, zâlimlere ve hevânıza; itaatiniz Rabbinize olsun!

 

Mü’minlerin Birbirlerini Velî Edinmeleri Şarttır

Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde Mü’minlerin birbirlerini velî edinmelerini farz kılmıştır. Mü’minlerin birbirlerini velî edinmeleri; birbirlerini sevmeleri, desteklemeleri, tercih etmeleri ve yardım etmeleri anlamına gelmektedir. Bir kimse “Ben Mü’minim” dediği andan itibaren artık velâyetini kendisi gibi inanan kimselerden başkasına veremez. Bu onun imanının bir gereği ve akidesinin bir zorunluluğudur. Şimdi bu konuya ilişkin bazı ayetleri zikredelim. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) velî (dost, yardımcı, önder, lider) edinmeyin. İçinizden kim onları velî edinirse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.” [153]

“Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar birbirlerinin velîleri (yardımcıları, destekleyicileri) dirler. İyiliği emrederler, kötülükten menederler; namazı vaktinde kılarlar, zekâtı (yerli yerince) verirler ve Allah'a, Peygamberine itaat ederler. İşte bunları Allah rahmetine eriştirecektir. Şüphesiz ki Allah azizdir, hakîmdir.” [154]

"İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin velîleridirler…” [155]

“Sizin velîniz (dost, yardımcı ve destekçiniz), ancak Allah, O'nun Resulü, rükû ediciler olarak namaz kılan ve zekâtı veren Mü’minlerdir.” [156]

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir toplumun; babaları, oğulları, kardeşleri veya yakınları dahi olsa, Allah’a ve Rasûlüne muhalefet eden kimseler için bir sevgi beslediklerini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir.” [157]

Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığı üzere iman eden birisi ancak kendisi gibi iman eden kimseleri dost, yardımcı, destekçi, sırdaş, önder ve lider edinebilir. Böylesi kimselerin haricindeki kimseleri velî edinmesi iman ilkesi ile bağdaşmayan bir tutumdur.

 

Mü’minlerin Kâfirleri Velî Edinmeleri Yasaktır

Allah celle celâluhu Mü’minlerin sadece birbirlerini velî edinmelerini vacip kılmıştır. Kendilerinin dışında kalan kimseleri -bu kimseler ister Ehl-i Kitap olsun, ister kâfirler olsun isterse de münafıklar olsun fark etmez- velî edinmelerini kesin bir dille yasaklamıştır. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Ey İman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları velî (dost, yardımcı, sırdaş) edinmeyin. Siz onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar size gelen hakkı inkâr ettiler. Rabbiniz olan Allah’a inandınız diye Peygamberi ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer rızamı kazanmak üzere benim yolumda cihad etmek için çıktıysanız (böyle yapmayın).” [158]

“Onlardan çoğunun, kâfirlere velâyet verdiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Allah onlara gazap etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar! Eğer onlar, Allah’a Peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, kâfirlere velâyetlerini vermezlerdi. Fakat onların çoğu fasık (imandan çıkmış) kimselerdir.” [159]

“Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları velî edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları velî edinirse o da onlardandır. Şüphesiz ki Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.” [160]

“Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri velîler edinmesinler. Kim böyle yaparsa onun artık Allah ile bir ilişiği kalmaz…” [161]

Bir kimse inananları bırakıp ta başka akide de olan kimselere velâyetini verecek olursa artık iman ile bir alakası kalmaz. Böylesi bir kimse artık her ne kadar Mü’min olduğunu iddia etse de Allah tarafından kabul görmez. Çünkü böylesi bir kimse ayetin açık ifadesiyle “onlardandır.”Yani Mü’min değil kâfirdir; Müslüman değil mürtetdir. Yine diğer ayetin ifadesine göre “Allah ile bir ilişiği kalmaz.”[162]Bu, gerçekten de çok kötü bir âkıbettir. Bu âkıbete duçar olmamak için kimlere velâyet verdiğimizi iyi gözden geçirmeliyiz.

 

Velâ ve Berâ İmanın En Sağlam Kulpudur

Velâ ve berâ Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in ifadesiyle İslâm’ın en sağlam kulpudur. Kişi velâyetini kimlere verip -vermeyeceğini iyi tayin ettiği ve berâsını kimlere göstereceğinin sınırlarını iyi çizdiği zaman İslâm’ın en sağlam kulpuna tutunmuş olur. Bu kulpun kopması mümkün değildir. Kim bu kulpa tutunursa şirk ve küfür bataklığına düşmekten kurtulur, kimde bu kulpa tutunamazsa şirk ve küfür bataklığına düşmekten kendisini koruyamaz. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“İman kulplarının en sağlamı Allah uğrunda dostluk kurmak (muvâlât), Allah uğrunda düşmanlık etmek, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.”[163]

Başka bir hadisinde de şöyle buyurur: “Kim Allah için sever, Allah için buğz eder, Allah için verir ve Allah için engel olursa imanını kemale erdirmiş olur.”[164]

 

Velâ ve Berâ Konusunda İnsanların Kısımları

İslâm âlimleri velâ ve berâ açısından insanları üç kısma ayırmışlardır

1-) Her yönüyle (mutlak olarak) sevilmeyi hak edenler:[165]

Bunlar Allah’a ve Rasûlüne iman eden, İslâm’ın tüm görevlerini titizlikle tatbik etmeye çalışan, İslâm’ın tüm esas ve prensiplerini hem ilmî hem de itikadî bakımdan yerine getirmek için uğraşan, amellerini, fiillerini ve sözlerini Allah için samimi ve ihlâslı bir şekilde ortaya koyan ve Allah’ın emirlerine boyun eğip nehiylerinden kaçınan kimselerdir. Bütün Müslümanların bunları sevmesi, yardım etmesi, nerede ve hangi asırda yaşamış olursa olsunlar bunlara dostluk beslemeleri gereklidir.Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sizin velîniz (dost, yardımcı ve destekçiniz), ancak Allah, O'nun Rasûlü, rükû ediciler olarak namaz kılan ve zekâtı veren Mü’minlerdir. Kim Allah'ı, Resûlü'nü ve iman edenleri velî edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır.” [166]

2-) Bir yönden sevgi ve dostluğu hak ettikleri halde başka bir yönden düşmanlığı hak edenler:

Bunlar da Mü’min kimselerdir. Ancak bunlar ilk grupta anlatılanlar gibi her yönüyle Allah ve Rasûlüne itaat eden kimseler değillerdir. Allah’ın kendilerinden istemiş olduğu bazı şeyleri yaparken bazılarını da ihmal etmek suretiyle yapmamaktadırlar. Bunlar hakkında hem sevgi hem de düşmanlık duyguları beslenmesi caizdir. İmanın gereği olarak yapmış oldukları salih ameller miktarınca sevilir, işlemiş oldukları günah ve masiyetler ölçüsünce de buğz edilirler. Bize düşen böylesi kimselere nasihat etmektir.

3-) Her bakımdan buğz ve düşmanlık edilmeyi hak edenler:

Bunlar Allah’ın kendilerinden istemiş olduğu imanı yerine getirmeyen kimselerdir. Yahudiler, Hıristiyanlar, müşrikler, dinsizler ve münafıklarda bu gruba dâhildir. İslâm’a intisap ettiği halde küfrü gerektiren söylem ve eylemlerde bulunan kimseler içinde aynı şey söz konusudur. Mesela Allah’ın indirdiklerine alternatif kanunlar yapan, İslâm’ın bu çağa uygun olmadığını söyleyen, beşer ürünü sistemleri benimseyen, ibadet nevilerinden bir tanesini Allah’tan başkasına yapan, kâfirlere velâyet vererek onları dost, yardımcı ve sırdaş edinen, Müslümanların aleyhinde onlara yardım eden, Müslümanlarla sırf tevhitlerinden ötürü savaşan ve buna benzer ameller yapan kimseler gibi…

Böylelerine mutlak anlamda buğz etmemiz ve kendilerini düşman bilmemiz Allah ve Rasûlünün bizlere kesin emridir. Böylelerini seven, destekleyen, yardım eden, koruyan, kollayan ve velâyet kapsamına giren şeyleri bunlara veren kimselerin Allah ile bir ilişiği kalmaz. Bunlar her ne kadar iman iddiasında bulunsalar da bu onlardan kabul edilmez; zira imanla küfür bir arada bulunmaz. Bunlar samimi bir tevbe ile tevbe etmedikleri sürece içine düşmüş oldukları küfürden kurtulamazlar.

İbn Teymiyye, şöyle der: “Bilinmelidir ki, sana haksızlık edip saldırsa da Mü’minle dost olmak gerekir. Sana verse ve iyilik yapsa da kâfir birisine düşman olmak gerekir. Çünkü din tamamen Allah’ın olsun da Allah’ın dostları sevilsin, düşmanlarına buğz edilsin, dostlarına saygı gösterilsin, düşmanları aşağılansın, sevap dostlarının ve ceza da düşmanlarının olsun diye Allah Teâlâ peygamberlerini göndermiş ve kitaplarını indirmiştir. Bir adamda hem hayır hem şer, hem isyan hem taat, hem sünnet hem bid‘at bir arada bulunduğu zaman kendisindeki hayır ve iyilik miktarınca dostluğu ve sevabı hak eder, kendisindeki şer ve kötülük miktarınca da düşmanlığı ve cezayı hak eder. Bir adamda kendisine hem iyilik yapılmasını hem de hakareti gerektiren şeyler bir arada bulunabilir. Mesela fakir bir hırsızın hırsızlık yaptığı için hem eli kesilir hem de Beytülmalden ihtiyacını karşılayacak kadar bir şeyler verilir. Ehl-i Sünnet’in üzerinde görüş birliği sağladığı, Haricîler, Mutezile ve onlarla aynı görüşü paylaşanların karşı çıktıkları esas budur.”[167]

 

Allah İçin Dost Olmanın (Velânın) Gerektirdikleri

Allah için dost olmanın ve velâyeti Müslümanlara vermenin bir takım gereklilikleri ve sorumlulukları vardır. Bunlardan bazıları şunlardır.

1-) Meşrû bir gerekçe olmadığı sürece küfür diyarlarından Müslümanların diyarlarına hicret etmek,

2-) Müslümanların cemaatine katılmak, onlardan ayrılmamak,

3-) Kendisi için istediği iyilikleri Müslümanlara da istemek, kendisi için istemediği kötülükleri onlar için de istememek,

4-) Onların kusur ve yanlışlıklarını araştırmamak, gizliliklerini düşmanlara haber vermemek ve onlara zarar vermekten uzak durmak,

5-) Düşmanları karşısında Müslümanlara destek vermek, onları yalnız bırakmamak, canla başla onlara yardım etmek,

6-) Onlardan hasta olanları ziyaret etmek, cenazelerine katılmak, nazik davranmak, dua etmek, bağışlanmalarını dilemek, zayıflarına yardım etmek, selam vermek, muamelatta onları aldatmamak, mallarını haksız yere yememek ve üç günden fazla küs durmamak,

7-) Onların mukaddesatına ilişmemek. Örneğin onların mallarına, canlarına ve ırzlarına dokunmak ve zulmetmekten, sövmekten, gıybet yapmaktan, laf taşımaktan ve su-i zanda bulunmaktan uzak durmak gibi.

 

Allah İçin Düşman Olmanın (Berânın) Gerektirdikleri

Allah için dost olmanın nasıl ki bir takım yükümlülükleri varsa aynı şekilde Allah için düşman olmanın da bir takım sorumluluk ve yükümlülükleri vardır. Müslüman bunlara riayet etiği zaman kendisini küfür ve şirkten muhafaza etmiş olur. Bunlardan bazısı şunlardır.

1-) Muvahhidlerin babası Hz. İbrahim gibi şirkten, küfürden, kâfir ve müşriklerden nefret etmek, onlara karşı düşmanlık beslemek; onların bizzat kendilerinden, küfür, şirk ve inançlarından, kanunlarından, şirke dayalı sistemlerinden, ilahlarından ve Allah’tan başka tapmış oldukları mabutlardan beri olduğunu ve bunların hiçbirisinden râzı olmadığını ilan etmek.[168]

2-) Küfre girmiş insanları dost, yardımcı, önder, lider, yönetici edinmemek; onlara sevgi beslememek ve onlardan uzak olmak.

3-) Dini yayma ve İslâm’ı tebliğ etme gibi şer‘î bir maslahat söz konusu olmadığı sürece küfrün hâkim olduğu diyarları terk etmek, kâfirlerin sayısını çok göstermemek. Aksi halde Rasûlullâh’ın (s.a.s.) şu sözüne muhatap olabiliriz: “Ben müşriklerin arasında ikamet eden her Müslümandan beriyim!”[169]

4-) Dinî ve dünyevî yönden onlara benzememek.

Dinî yönden onlara benzemek şu şekilde olur:

* Dinî şiarlarda ve ibadet yöntemlerinde onlara benzemek,

* Kitaplarını tercüme etmek ve okunmasını kolaylaştırmak

* Şer‘î süzgeçten geçirmeksizin onların ilimlerini almak, yönetimde ve eğitimde onların kanunlarını almak ve uygulamak.

Dünyevî İşlerde onlara benzemek ise şu şekilde olur:

* Yeme, içme gibi hususlarda onlara benzemek,

* Giyim, kuşam gibi hususlarda onlara benzemek,

* Onların isim ve künyelerini kullanmak,

*Âdet ve geleneklerini Müslümanlar arasında yaygın hale getirmek.

5-) Kâfirlere yardım etmemek, onları övmemek, onların üstünlük ve yardımlarının propagandasını yapmamak, Müslümanlar aleyhinde onlara yardım etmemek, Müslümanların sırlarını onlara vermemek, onları sırdaş edinmemek, mecbur kalmadıkça onlardan yardım istememek, onların sohbetlerine ve meclislerine katılmamak.

6-) Kâfirlerin bayram ve törenlerine katılmamak ve böylesi günler münasebetiyle tebrikte bulunmamak, söz ve fiil ile onları tebcil etmemek, “efendimiz, liderimiz, seyyidimiz” gibi lafızlarla onlara iltifatta bulunmamak.

7-) Onlar için bağışlanma ve istiğfarda bulunmamak.

8-) Onlara yağcılık, dalkavukluk ve yaltaklık yapmamak, onların batıllarına ve kötü fiillerine sessiz kalmamak.

9-) Onların hakemliğine müracaat etmemek, onların hükümlerine rıza göstermemek, onlara tabi olmamak ve peşlerinden gitmemek.

10-) Onların emir ve yasaklarına uymamak.

11-) Kendileri ile karşılaştığımız zaman İslâm’ın selamı ile onları selamlamamak.[170]

 

Dostun Nitelikleri

Velâyette/Dostlukta Aranan Özellikler: Kur’an’ın haber verdiği velîde/dostta bulunan nitelikleri, Kur’an’dan yola çıkarak belirleyebiliriz. Zira dostu tanımadan istenilen hedefe ulaşmak mümkün değildir.

 a) Dost, dostunun sıkıntılarını gideren ve gelecek belâları önleyebilendir. Böyle bir dost, sadece Yüce Yaratıcı’dır. Zira bütün ümitlerin kesildiği bir anda yardım etme imkânına sahip olan sadece O’dur. [171]

 b) Dost, Yüce Yaratıcı’yı tanıtan, dünya ve âhiretle ilgili doğru bilgiler veren, lehimize ve aleyhimize olanları tanıtarak doğru karar vermede yardımcı olan, insanların sıkıntıya düşmesine üzülen, yaratılanlara acıyan ve hatalarını affedendir.[172] Böyle bir dost, rahmet peygamberi ve diğer nebîler olabilir. [173]

 c) Allah'a ve Peygamberine gönülden bağlı olup Allah’ın rızâsının dışına çıkmayan[174] ve her konuda örnek olarak insanların hayrını düşünen, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışan, sevgisini ve buğzunu Allah için yapan, kötülüğü iyilikle önleyendir. Böyle insanlar Allah’ın dostluğunu kazananlardır. Zira onların hedefi, Allah’ın rızâsı ve sevgisini kazanmaktır. Bunlar, Kur’an diliyle velî olanlar, Allah’ın velî kullarıdır.

d) İmanda birlik içinde bulunarak Allah'a, Peygamber’e ve mü’minlere karşı gelebilecek tehlikeleri önlemede can ve mallarıyla yardım içinde olabilenlerdir.[175] Kur’an, bu durumda olanları mü’min olarak değerlendirir.

e- Dostun dostluğu dünya menfaati ile sınırlı olmamalıdır.[176] Dostların, birbirlerini Allah için sevmeleri gerekir. Böyle insanların birbirleriyle olan sevgileri geçici bir menfaate dayanmaz. [177]

 

Allah’ın velîsi/dostu olmanın da birtakım özellikleri belirtilir. Allah dostu (velî ve evliyâ) olmanın birtakım özellikleri ve şartları da vardır. Onları şöyle sayabiliriz:

 a) Müslüman olmak,

b) Allah'a ve Peygamberine İslâm’ın istediği şekilde inanmak,

c) Namaz kılmak,

d) Zekât vermek,

e- Yaptıklarının hesabını verecek şekilde ihsan sahibi olmak. [178]

Bu maddelerde özetlenen müslümanın vasfı dostluktur. Ondan dosta yaraşacak hareketler beklenir. Müslümanın görevi, insanlara Allah ve rasûlünün yaklaştığı şekilde ve ölçüde yaklaşmaktır. İslâm’ın tüm insanlara da tanıtılması gerekmektedir. Bir müslüman, Allah'a vereceği hesabı ikinci plana alarak, maddî çıkarlara öncelik verirse, Allah’ın istediği dostluğu ve kardeşliği oluşturması mümkün değildir. Âyetlerin ortaya koyduğu dostluğu ve kardeşliği sağlayacak insanlarda iman olmadan, sâlih amel ve ihsan; amel olmadan da diğerlerinin istenen şekilde olması düşünülemez. İnsanlar arasında istenilen dostluğun oluşması için, Allah’ın aradığı takvâ özelliklerinin bulunması gerekir. Bu özelliklere sahip olanların ellerinden ve dillerinden, yaratılanlara ancak fayda gelir. İslâm’ın istediği budur.

 

Dost Olmak; Allah'a, Rasûlüne ve Mü’minlere

Allah ve Rasûlüne Dost Olmak: Allah ve Rasûlü, iman edenlerin dostudur. Haliyle, iman edenler de, Allah’ı ve Paygamberini kendilerine her şeyden ve herkesten önce dost edinmiş kimselerdir. Dostun dosttan râzı olması, onu sevmesi, sevdiğini incitmemesi gerekmektedir. İman eden insan, hakiki değer ve yüceliğin Allah ve Paygamberinin dostluğunda olduğunu bilir. Onun çalışması bu doğrultuda olur. Allah’ın rızâsı ve dostluğu, verilen söze bağlılıkla ve Hz. Peygamber’e tâbi olmakla oluşur. Böyle bir müslüman, Peygamber’in şu sözüne tâbi olur: “Bana uyanlarla birlikte ben, özümü Allah'a teslim ettim.”[179] Bunun aksini düşünmek, günahkâr olmak demektir. Rasûlüne tâbi olmak, Allah’ın sevmediği şeylerden uzaklaşıp, râzı olduğu şeylere yaklaşmakla olmaktadır. Nitekim Hz. Allah, yahûdilerin kendilerini Allah’ın sevgilisi ve oğulları görmelerinden, müşriklerin putları bir vâsıta kabul etmelerinden ve hıristiyanların Hz. İsa’yı peygamberlikten ilâhlığa yükseltmelerinden hoşlanmaz. Yüce Allah, sevdiği insanların böyle tehlikelerden kurtulmaları için son peygamberinin emirlerini dinlemelerini ve ona uymalarını ister: “(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.’ Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.”[180] Bu âyet, aynı zamanda dostluğun ve sevginin kuru bir iddiâdan ibâret olmadığını, mutlaka bir bedel istediğini gösterir; dostsanız, seviyorsanız, dostunuzu râzı etmeye çalışacaksınız. 

Hz. Peygamber’in Allah’ın râzı olmayacağı bir şeyi yapması, O’nun dostluğunun dışına çıkması mümkün değildir. İman edenlerin de, peygamberlerine tâbi olarak hem Yüce Yaratıcı’nın, hem de nebîsinin dostluğunu kazanmaları gerekmektedir. Bu da, Peygamber’e tâbi olmakla mümkündür. Bu inanış, Hz. Muhammed’in de (s.a.s.) insan olduğunu bilerek, bu çerçeve içinde O’na uymadır. Yoksa, onu kulluktan soyutlayacak bir kabul değildir. Zira o, her şeyiyle bir insandır.[181] Diğer insanlardan farkı, ona vahiy gelmiş olmasıdır. [182]

Dost, dostunun devamlı iyiliğini isteyendir. Bu açıdan bakıldığında, yaratılanlara dostluğu, yardımı ve rahmeti sonsuz ve sınırsız olan sadece Allah’tır. İkinci derecede velî/dost, Hz. Peygamber ve mü’minlerdir. Allah Teâlâ, dostluğun temsilcisi olarak fıtrat dini üzerinde olanları göstermektedir. Velî kavramını imanları istikametinde değerlendirenler, Allah’ı ve Peygamberini, ana baba ve kendi evlatlarından daha çok sevmektedirler. Bu tip insanlar, Kur’an’ın emirleri doğrultusunda, Allah’ı râzı etmeye çalışırlar. [183]

Süreklilik ve geçerlilik açısından hakiki dost; Allah, Peygamber ve mü’minlerdir. Tevhid ekseni etrafında dönen velâyet/dostluk, hakiki dostluğun odak noktasıdır.    

 

Müslümanların Birbirleriyle Dostlukları: Allah, Kur'an'da mü'minlerin kimlerle gerçek anlamda dost olabileceğini "velî" kavramıyla açıklar. Müslümanların birbirleriyle olan ilişki ve dostluklarına İslâm çok önem verir. Çünkü karşılıklı iyi ilişkiler, İslâm'ın güzel hasletlerini yaşamak için olmakta; üstünlük, Allah'ın emirlerini yerine getirmede aranmaktadır. Bu duygu ve düşünce içinde olan insanların hedefi, İslâm'ı yaşayıp tebliğ etmek ve insanlar arasında barışı, sulh ve salâhı, müslümanlar arasında da kardeşliği oluşturmaktan geçmektedir. Kardeşlik duyguları gelişmeden Allah'ın istediği dostluk meydana gelmez. Bu yüzden Kur'an, mü'minlerin karşılıklı iyi ilişkilerine çok önem vermektedir. Din kardeşliği, kan kardeşliğinin önüne geçmektedir. İslâm, bir taraftan ana baba ve akrabaların önemini belirtirken,[184] diğer taraftan küfrü imana tercih eden babayı, kardeşleri velî/dost edinmeyi yasaklar.[185] Dostluk ve kardeşliğin ancak tevhid inancı çevresinde olacağını vurgulamış olur.

Kur'an, mü'minlerin birbirleriyle dostluklarını emretmektedir. "Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki rahmete eresiniz."[186]; “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği (ma’rûfu) emrederler, kötülükten (münkerden) alıkorlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Allah daima Aziz’dir (üstündür), Hâkim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).”[187]; "Ey mü'minler! Bir topluluk diğer topluluğu alaya almasın; belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın., birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zâlimlerdir."[188]; "Kim Allah'ı, Rasûlünü ve iman edenleri velî/dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah'ın tarafını tutanlardır."[189]; "Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a, İslâm'a) sarılın, parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sâyesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı..." [190]

Kardeş, nesep ve din bakımından olmak üzere ikiye ayrılır. Din kardeşliğinin hedefi, insanların mutluluğunu temindir. İslâm'ın istediği dostluk ve kardeşlik ise, Allah korkusu ve sevgisi etrafında odaklaşır. Bu tür kardeşliği İslâm'ın dışında başka bir dinde bulmak mümkün olmaz. Diğer taraftan Hucurât sûresinde yer alan âyetin ihtivâ ettiği kardeşlik, belirli bir bölgeyle sınırlandırılmaz. Dünyanın neresinde Allah ve Rasûlüne inanan bir müslüman varsa, doğu-batı, kuzey-güney ayrımı gözetilmeden hepsi birbirinin kardeşi ve dostudur. Zira bu kardeşlik, bütün müslümanların birleştiği Allah'a ve Hz. Peygamber'e verilen bir ahittir. Bu kardeşliğin maddî ve mânevî açıdan kuvvetli olabilmesi için, dostluğa mâni alay, gıybet, kötü lakap, zan, ayıplama, gurur, kibir ve kardeşini küçük görme gibi hallerden uzaklaşılması teşvik edilmektedir. [191]

Hz. Peygamber döneminde kurulan İslâm kardeşliği öyle bir noktaya gelmiştir ki, kendi evinde zarûret içinde kıvranan bir müslümanın, diğer müslüman kardeşini kendine tercih etmesini sağlamıştır. "Kendileri ihtiyaç/zarûret içinde bulunsalar bile onları (misâfir ve muhâcirleri) kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir."[192] âyeti, müslümanın her konuda din kardeşini kendisine tercih eder duruma getirdiğinin delilini teşkil etmektedir. Bu durumdan Yüce Yaratıcı memnun olmaktadır.[193] Diğer taraftan İslâm'ın oluşturduğu kardeşlik ve dostluk, yüz yirmi yıl birbirini öldüren iki düşman kabilenin kalplerini yumuşatmış,[194] vahşîlik, yerini sevgi, merhamet ve affetmeye bırakmıştır.

Nesep bakımından olan kardeşlik, İslâm kardeşliğiyle pekiştirilirse, akrabalar arasındaki dostluk ve sevgi daha da iyi olmaktadır. Din kardeşliği olmadan meydana gelen yakınlık, tamamen maddî çıkarlar üzerine kurulmaktadır. Böyle kardeşlerin mal mülk için birbirlerine ne kadar hasım oldukları bilinmektedir. Kur'an'ın haber verdiği Evs ve Hazrec kabilelerinin aynı ırka mensup kabileler olduğu bilinir. Bunların aralarına giren düşmanlık yaklaşık 120 sene devam eder. Neticede İslâm'ı kabul etmeleri sâyesinde ırk ve din bakımından kardeş olurlar. Konuyla ilgili insanların dikkatini çeken Yüce Allah: "Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcasan, yine de onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı."[195] buyurarak İslâm'ın nasıl bir rol oynadığını haber vermektedir. Buna göre, insanlar arasında dostluğu kurmak, yüzünü Hakk'a ve onun peygamberine çevirmekle mümkündür. Nerede dünya sevgisi birinci sırayı almışsa, orada maddî çıkarlar, kin ve düşmanlık da ilk sırayı almıştır. Kur'an'ın önemle üzerinde durduğu İslâm kardeşliğinin ve dünya barışının oluşması, İslâm'ın istediği dostluk ve kardeşliğin ilk sırayı almasıyla mümkün görülür. Konuyla ilgili Hz. Peygamber'in insanlara birtakım uyarıları bulunmaktadır. Bunlardan ilki Kur'an'ın; doğru ve yanlışı, dost ve düşmanı tanımada mihenk taşı olmasıdır. [196]

 

Kur’ân-ı Kerim’de Velî ve Velâyet (Dost ve Dostluk) Kavramı

“Velî” kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an’da toplam 232 yerde geçmektedir. “Velî” kelimesi, Kur’an’da 24 âyette geçer. Velî’nin çoğulu olan “evliyâ” kelimesi ise 62 yerde kullanılır. “Velâyet” kelimesi de iki âyette zikredilir. “Velî” kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de şu mânâlara gelir: Dost,[197] yardımcı ve taraftar,[198] hâkim/vâli/yönetici/sırdaş anlamında.[199] Kur’an, bu son anlamda kullanılan velî ve evliyâ kavramlarını kullanırken; bazı âyetlerde yine hâkim/vâli/yönetici/sırdaş anlamına gelen “bitâne” ve “meveddet” gibi değişik kavramları da kullanır. [200]

Kur'ân-ı Kerim'de “velî” kelimesinin anlamlarını iki maddede toplayabiliriz. a) Yandaş, taraftar, dost, b) Başkası adına onun işlerini yöneten yetkili. “Velâyet” ve onun türevleri olan “velî” ve “mevlâ” kavramlarının Kur’an’da kullanıldığı bütün yerlerde, dostluk, sırdaş, yardımcı, taraftar, hâkim, vâli, yönetici, koruyucu, sahip ve gözeten, yol gösterici, aydınlatıcı, mürşid, şefaat eden, koruyucu ve yücelten gibi sıfatlarla birlikte kullanılarak velâyetin mutlaka ilişkili olacağı kavramlara dikkat çekilmiş olduğunu görürüz. 

"Bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah'ındır. Sizin için Allah'tan başka bir velî/dost ve bir yardımcı yoktur." [201]

“Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir velî/dost, ne de bir yardımcı vardır.” [202]

“Allah iman edenlerin velîsi (dostu ve yardımcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.” [203]

“Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur (artık O’ndan hiçbir şey beklemesin). Ancak onlardan (gelebilecek bir zarardan) korunmanız (takıyye) başkadır. Allah sizi kendisinin emirlerine karşı gelmekten sakındırıyor (Sakın hükümlerine aykırı davranıp düşmanlarını velî edinerek O’nun gazabına uğramayın). Dönüş, yalnızca O’nadır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye gücü yetendir.” [204]

“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” [205]

“Ey iman edenler! Sizden olmayanı dost, sırdaş edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan, size fenâlık etmekten geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sînelerinin gizlediği (içlerinde sakladıkları düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz.” [206]

“Mevlânız (Dost ve sahibiniz) Allah’tır. O, yardımcıların en hayırlısıdır.” [207]

“Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir velî/dost olarak Allah yeter, yardımcı olarak da Allah kâfidir.” [208]

“Münâfıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost, taraftar edinenler, onların yanında izzet (güç, onur ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca Allah'a aittir.” [209]

“Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinize Allah’tan apaçık olan kesin bir delil vermek mi istersiniz?” [210]

“Ey iman edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları velî/taraftar, dost edinmeyin, onlar birbirlerinin velîleridir/taraftarıdır. Sizden kim onları velî edinirse o da onlardandır…” [211]

“Sizin velîniz, ancak Allah, (O’nun) Rasûlü, rukû’ ediciler olarak namaz kılan ve zekâtı veren mü’minlerdir.” [212]

“De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineyim? De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.' Ve ‘sakın Allah'a şirk/ortak koşanlardan olma!’ (denildi.)” [213]

“Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin velîleri/dostları kıldık.” [214]

“Sensin bizim Velîmiz! Bizi bağışla ve bize acı; Sen bağışlayanların en iyisisin.” [215]

“Şüphesiz ki benim velîm/koruyucum, Kitabı indiren Allah’tır. Ve O, bütün sâlihlere/iyilere de velîlik/koruyucu ve kollayıcılık eder.” [216]

“Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük bozgun ve fitne çıkar.” [217]

“Ey iman edenler! Eğer iman yerine küfrü beğenip tercih etmişlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi bile velî/dost kabul etmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” [218]

“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” [219]

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği (ma’rûfu) emrederler, kötülükten (münkerden) alıkorlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Allah daima Aziz’dir (üstündür), Hâkim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).” [220]

“İyi bilin ki, Allah’ın velîlerine/dostlarına (evliyâullah), korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar, iman edenler ve takvâ sahibi olanlar (Allah’tan korkup sakınanlar)dır. Müjde, dünya hayatında ve âhirette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik yoktur. Işte büyük kurtuluş budur.” [221]

“Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, aksi halde size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez.” [222]

“Dünyada ve âhirette benim Velî’m (yardımcım ve işimi deruhde eden) Sen’sin. Beni müslüman olarak öldür ve sâlihler arasına kat.” [223]

“İşte o gün, gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah’ındır. Kâfirler için ise, o pek çetin bir gündür. O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.” [224]

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost oluverir. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.” [225]

“Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa) Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.” [226]

“Olur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah, gücü (her şeye) yetendir, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [227]

Kur’ân-ı Kerim’de Arapların İslâm’dan önceki dönemde birbirinin düşmanı oldukları hatırlatılarak Allah’ın onların gönüllerini uzlaştırdığı ve böylece İslâm dini sâyesinde dost ve kardeş oldukları bildirilmiştir.[228] Kur’an’da sosyal barış ve uzlaşma, “Mü’minler ancak kardeştir,”[229]; “Mü’min erkekler ve mü’min hanımlar birbirinin velîleri/dostlarıdır.”[230] gibi ifadelerle hükümlere bağlandığı için müslümanlar arasında düşmanlığın zuhur etmesine yol açacak tutum ve davranışların önlenmesi, kardeşlik ve dostluğun pekişmesi için tedbirler getirilmiştir. Nitekim çeşitli maddî ve mânevî hakların korunmasına yönelik ahlâkî, hukukî ve siyasî tedbirlerin öngörülmesi yanında; toplumda düşmanlık duygularının kabarmasına yol açacak kötülükler de yasaklanmıştır.

İslâm, kelime olarak, “barış” anlamına gelen “silm”, “selâm” ve “selâmet”le aynı kökü paylaşır. Dolayısıyla “İslâm”ın kelime olarak anlamlarından biri de “barış”tır. Tüm insanlar, fitneyi terk edip Allah’ın dini olan İslâm’a teslim olsalar, her taraf selâmete kavuşup tümüyle barış ve kardeşlik hüküm sürer. 

“Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”[231]; “Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” [232]

 

Peygamber ve Onun Yolunu İzleyenler Dışındakileri Dost Kabul Edenler, Âhirette Büyük Pişmanlık Duyacaklar: “İşte o gün, gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah’ındır. Kâfirler için ise, o pek çetin bir gündür. O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.” [233]

 

O Gün Dostlar, Düşman Kesilecek: “Allah’a saygı duyup kötülükten sakınanlar (müttakîler) müstesnâ olmak üzere, (dünyada iken kötülükte) dost olanlar, o gün birbirlerine düşman kesilirler.” [234]

 

Başta Yahûdiler Olmak Üzere Ehl-i Kitab’ın Çoğu, Kâfirlerle/İnkârcı Ateistlerle Dostluk Ederler: “De ki: ‘Ey Kitab ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın. İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmaları, taşkınlık yapmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Durum şu ki, Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar. Eğer onlar Allah'a, Peygamber’e ve Ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.” [235]

 

Tâğutları Velî/Dost Edinmek: “Allah iman edenlerin velîsi (dostu ve yardımcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.”[236] Zulumât, yani karanlıklar, gözlerin eşyayı idrâk ve onun varlığını tespite engel olduğu için küfre örnek olarak zikredilmiştir. Zira aynı şekilde küfür de kalp gözlerinin imanın hakikatini ve kendi akıl ve ruh sağlığını idrâke engel teşkil etmektedir.

Bu sebeple Allah, kullarına kendisinin mü’minlerin velîsi olduğunu, onlara imanın hakikatini, yollarını ve kaynaklarını, delillerini gösterdiğini, onları hidâyete erdirdiğini, küfrü gerektiren şeyleri giderip kalp gözlerinden karanlık perdelerini kaldırarak kendilerini şüpheleri giderecek delillere muvaffak kıldığını haber verir. Sonra, vahdâniyetini inkâr eden küfür ehlinden de haber vererek; onların velîlerinin, yardımcı ve savunucularının, Allah’ı bırakarak tapındıkları putlar ve kendisine şirk koştukları kimselerden ibaret tâğutlar olduğunu ve bu tâğutların onları iman nurundan çıkararak basîretlerini kör edip iman ışığının hakikatlerini, delil ve yollarını görmelerine engel olan küfrün şüphe karanlıklarına iteceklerini ifade ederek tâğutların velî edinilmemesini tâlim buyurmaktadır.

Tâğutlar, itikatlarına uygun olarak insanları sırât-ı müstakîmden çıkarır, karanlıklara çekerler. Çünkü onlar aydınlıkta iş yapmak istemezler. Her tuttuklarını, aksine ve tersine sürüklerler. Devamlı karanlığa, gidilmedik çıkmaz sokaklara giderler. Akıl, mantık ve ilmi sevmezler; düşünceyi suç sayarlar, tefekküre giden yolları tıkarlar, fikirleri ve irâdeleri ifsâd eder, ahlâkları bozar, ardına taktıkları kimseleri, içinden çıkılmaz belâlara sürüklerler. Allah'a iman etmeyen kâfirler, tâğutlara küfür bile etseler, yani hiçbir kulpa yapışmayıp kendi kendilerine kalmak isteseler bile, yeni tâğutların tasallutundan kurtulamayacak, her durumda tâğutlara takılmaya mecbur olacaklardır. Çünkü insanın toplumsuz, emirsiz, yasaksız yaşaması mümkün olmadığından Allah’ın teklifini, Allah’ın emirlerini dinlemeyenler, kesinlikle tâğutların emirlerine mahkûm olacaklardır. İşte bu sebeple Allah Teâlâ, mü’minlerden, kendisini inkâr eden ve imanın hakikatini idrâke engel olan, dost edinmek sûretiyle peşinden gidenleri küfrün karanlıklarına çekecek olan tâğutu velî edinmemelerini istemektedir. Çünkü tâğutun velîlerinin kâfirler olduğunun haber verilmesi, mü’minlerin Allah’ın koyduğu hudûdu aşan, kendilerini veya düzenlerini Allah’ın nizamına alternatif olarak sunan tâğutları velî/dost kabul etmesi, aklın ve mantığın da mümkün görmeyeceği bir çelişkidir. Çünkü “Allah, bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır.”[237] Kişi ya Allah’ı ve Allah’ı sevenleri, Allah tarafından sevilenleri dost kabul edecek; ya da tâğutları dost kabul ederek Allah’ın dostluğunu, yani mü’minliği kaybedecektir.          

 

Allah’ın Düşmanlarını ve Mü’minlerin Düşmanlarını Dost Edinmek: “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” [238]

 

Zâlimlerle Dostluk: Kur’an, hiç bir şekilde zâlimlerle dostluğa izin vermez. “...Zâlimler için hiç bir velî/dost ve yardımcı yoktur.”[239]; “...Onlar, Allah'a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.”[240]; “...Zâlimler hâriç (hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.” [241]

 

Onursuz Kâfirleri Dost Edinenler, İzzet ve Şerefi Onların Yanında mı Arıyor? “Münâfıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç, onur ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca Allah'a aittir.”[242]; “Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır...”[243]; “...İzzet, üstünlük ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” [244]

 

Mü’minlerin Kâfirleri Velî/Dost Edinmesi: İslâm dini, insana, insan olma hak ve hürriyetini en doğru ve âdil şekilde veren ve herkese insanca muâmele edilmesini emreden ilâhî bir dindir. Bununla beraber bu dinin, müslümanları gayr-ı müslimlerin bâtıl inanç ve sultası altına bırakmayacağı da açıktır. Nitekim Kur’an, müslümanların, İslâmî nizama halel getirecekleri ve müslümanları doğru yoldan saptıracakları endişesiyle sırlarına vâkıf olacak şekilde gayr-ı İslâmî unsurlarla samimiyet kurup dost ve ahbap olmalarını uygun görmemiştir.

“Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa) Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir...”  [245]“Ey iman edenler! Eğer iman yerine küfrü beğenip tercih etmişlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi bile velî/dost kabul etmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.”[246]; “Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur (artık O’ndan hiçbir şey beklemesin)...” [247]

Bu ve benzeri âyetler, çok net bir üslûpla, mü’min sayılmak için her çeşit müşrik ve kâfiri velî edinmekten kaçınmanın şart olduğunu ifade etmektedir. Allah sevgisiyle Allah düşmanlarının sevgisini kalbinde birleştirmesi mümkün olmadığından kâfirleri velî edinmek mü’mine yakışmaz. Allah’ı seven, O’nun düşmanlarına buğzetmek zorundadır. İmanla küfür arasında hiçbir yakınlık ve ilişki yoktur. Âyetler, kâfir ve müşriklere karşı muhabbet ve samimî dostluk gösterilmesine müsâade etmediği gibi, sorumluluğunu onlara bırakıp onları yönetici kabul etmelerine de izin vermez. Allah Teâlâ, mü’minleri, Allah’ın âyetlerini inkâr eden veya onlarla alay eden kâfirlerle birlikte oturmayı yasaklamakta[248] ve onların dünyadaki konforlarına ve servetlerine bakıp imrenmekten de nehyetmektedir: “Sakın kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin (âhiretteki) rızkı hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir.” [249]

Kâfirleri dost kabul etmemek, onlarla devamlı kavgalı ve savaş şartları içinde yaşamak değildir. Mü’minler, kâfirlere karşı güzel davranış, adâlet ve ihsan ile hareket etmekten men edilemezler. Çünkü kâfirleri velî edinmemek başka; onlara karşı hüsnü muâmele, adâlet ve ihsan ile hareket etmek daha başka bir şeydir. Haklara riâyet, verilen sözde durmak, ciddiyet, merhamet ve imanın gereği olan her çeşit güzel huylar müslümanın şiarıdır. Fakat mü’minin her şeyden önce din ve imanında samimi olması gerekir. Allah’tan başkasına nefsini teslim etmeyecek olan mü’minin, kendisini herhangi bir sebepten dolayı kâfirlerin dostluğuna kaptırması, imanına ve ciddiyetine aykırıdır. Dünyevî hususlarda kâfirlerle zâhiren güzel davranış ve insanî ilişkilerde bulunmak haram değildir. Ama onlara meyletme, günahta yardım etme ve onlara arka çıkma mânâsında kâfirleri velî/dost edinmek, meselâ akrabalık sebebiyle bu tür yakınlık, küfrü icap ettirmese bile, haram kabul edilmiştir. Çünkü bu anlamda kâfir kimseyi sevmek, bazen mü’mini onun yolunu güzel görmeye ve dinine râzı olmaya cezbedebilir. Bu da onu İslâm’dan çıkarır. 

“Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler...”[250] hitâbından maksat, onlarla her türlü dünyevî ilişkileri kesip devamlı düşmanca davranmak değil; onların hükümranlıklarını ve yönetim şekillerini desteklemek, müslümanların sırlarını onlara ifşâ ve müslümanların aleyhine onlarla ittifak edecek şekilde gönül dostu olmak ve onların inançlarını benimsemekle olur.

 

Mü’minlerle kâfirler arasındaki velâyet ilişkisini durum ve şartlara göre mubah, haram ve küfür olmak üzere üç kategoride ele almak mümkündür:

1- Mubah sayılan ilişki: Kalben sevgi ve muhabbet beslemeksizin insan olmaları hasebiyle dünyevî hususlarda zâhiren güzel ilişkilerde bulunmak ve insan haklarına saygılı davranarak adâletle muâmele etmek.

 

2- Haram sayılan velâyet: Dinlerinin bâtıl olduğunu kabul etmekle birlikte akrabalık veya kişisel muhabbet sebebiyle kâfirlerle karşılıklı olarak yardımlaşmak, işbirliği yapmak ve onlara meyletmek şeklinde ortaya çıkan velâyet, yani dostluktur. İşte bu durum, küfrü gerektirmese de şer’an yasaklanmıştır. Zira bu çerçevede birbirleriyle ilişkiyi sürdürmek, bazen mü’minlerin onların yolunu benimsemesine ve dinlerine rızâ göstermesine sebep olabilir. Bu da neticede kendilerini dinlerinden çıkarabilir.

 

3- Küfrü gerektiren velâyet: Kâfirlerin dinlerini ve yaşantılarını benimseyip kalben onlara sevgi ve muhabbet göstermek, mü’minlerin aleyhine onlara arka çıkmak, mü’minlerin gizli ve mahrem sırlarını onlara ifşâ edecek şekilde onları velî/dost edinmektir. Bu, onların küfrünü tasvip etmek ve ona râzı olmak anlamına gelir. Küfrü tasvip ve küfre rızâ, küfür olduğundan, onlarla bu çeşit velâyet/dostluk ilişkisi kurmak küfrü gerektirir. “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin... Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur.”[251]; “Sen, zikrimize iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.” [252]

İman edenler, bütün dünya görüşlerini ve hayatlarını tanzim edecekleri esasları Kur’an’dan almaları gerektiği gibi; sevgi, muhabbet, buğz ve nefret ölçülerini de Kur’an’dan almak zorundadırlar. Allah’ın dini, tevhid dini olduğuna göre mü’minin muhabbet ve dostluğu, yalnız bu dairenin içerisinde cereyan etmelidir. Hem Allah’ı, hem de O’nun düşmanlarını sevmek, mantıkî bir çelişkidir. [253]

Düşmanlıkta Aşırı Gidilmemesi, Düşman Bir Toplumun Bir Gün Dost Olabileceği:“Olur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah, gücü (her şeye) yetendir, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”[254]Bu âyette Allah, düşmanlıkta aşırı gidilmemesini, düşman bir toplumun, bir gün dost olabileceğini bildirmiştir. Nitekim Peygamber’in ve müslümanların can düşmanı olan Mekke ve çevresi müşriklerinin çoğu sonradan İslâm’a girmişler, onların çocukları, Allah yolunda cihad eden mü’minler olmuşlardır. Böylece âyette belirtilen ilâhî vaad gerçekleşmiştir. Bizim için de aynı uyarı geçerlidir ve aynı netice mümkündür. O yüzden müslümanlar, düşmanlarına karşı ölçülü olmaya, aşırı düşmanlıktan sakınmaya, adâlet ve insafa yöneltilir.

Peygamberimiz (s.a.s.) de bu konuda şöyle buyurur: “Sevdiğini ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine de ölçülü buğz et; bir gün dostun olabilir.” [255]

Kişinin günah ve haksızlık yapmasına sebep olan her şey, düşman sayılır. Kişi için en tehlikeli düşman ise dost gözüken düşmandır. Allah’a yaklaştıran her şey mü’minin dostu, Haktan uzaklaştıran her şey de onun düşmanıdır. Müslüman, eşi ve çocuklarıyla ayrıca iman kardeşliği oluşturmalı ki, onlarla gönülden samimi bağ, candan sevgi oluşsun.

 

Düşmanı Yakın Bir Dost Haline Getirmek İçin Güzel Tavır: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.”[256] Bu âyete göre kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Bu davranış, her kişinin değil; er kişinin yapabileceği özelliktir: “Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.”[257] Bu âyetlere göre müslümanların hareketleri hasene (iyilik), kâfirlerinki ise seyyie (kötülük) şeklinde nitelendirilir. Fahreddin Râzî, âyette geçen “(hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse”leri, yüksek ahlâkî erdemlere sahip kişiler olarak anlar ve bu âyetlerin, insanlara hakkı kabul ettirmeye, onları düşmanlıktan vazgeçirmeye yönelik dâvet ve irşad faâliyetlerinde sabır, sevgi ve hoşgörü ile davranmanın önemini ortaya koyduğunu belirtir.[258]

“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” [259]

“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” [260]

“Ey iman edenler” Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” [261]

Bu âyetlerde mü’minlere hitâben hem Allah’ın, hem de kendilerinin düşmanı olan, Allah’tan gelen hakkı inkâr edenleri dost edinmemeleri, onlara sevgi beslememeleri; şayet onlar mü’minlere gâlip gelseler, yaman düşman kesilip elleriyle, dilleriyle mü’minlere zulmedecekleri ve onların inkâr etmelerini isteyecekleri; âhirette akrabanın veya çoluk çocuğun bir faydası olmayacağı belirtilmektedir.

 

 

Hadis-i Şeriflerde Velâyet/Dostluk

“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” [262]

“Dostunu/sevdiğini ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine de ölçülü buğz et; bir gün dostun olabilir.” [263]

“İman ipinin  (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” [264]

“Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” [265]

“Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama” [266]

“İnsan, sevdiği ile beraberdir.” [267]

“Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azabından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.” [268]

“Kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikamet ederse, o da onun gibidir.” [269]

“Sakın zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.” [270]

“Nefsim yedinde olan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” [271]

“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını görürse, Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da o sebeple onu kıyâmet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun ayıbını kıyâmet gününde örter.” [272]

 

Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır

Düşmanlık ve dostluk, “Lâ ilâhe illâllah”ın ayrılmaz bir özelliğidir. Dinin temeli ve özü olan bu kelime, aynı zamanda dost ve düşmanlığı da belirler. Dostluğun temeli sevgi, düşmanlığın temeli buğz ve kindir. Din de sevgi ve buğzdur; kabul ve reddir. Bundan dolayı, kâfirlerle dostluk; Allah’ın dostluğunu kaybettiren, O’nunla ilişiğinin kesilmesini gerektiren[273] büyük bir suç olduğu gibi, dalâlettir/doğru yoldan sapmaktır[274], zâlimlerden olmaktır[275] ve kâfirler safına geçmek, “onlardan olmak”tır.[276] Allah'a düşmanlık yapanları, Allah’ın düşmanlarını dost kabul etmek; Allah’ın düşmanlığını kazanmak ve imanı küfre değişmektir. Kâfirleri düşman kabul edip onlardan uzak durmak, İslâm akîdesinin bir parçasıdır. “Tâğutu reddedip (yaptığı olumlu şeyleri) inkâr etmek” olmadan Allah'a iman, yeterli değildir, eksiktir, insanı kurtarmaz. “Kim tâğutu inkâr edip Allah'a iman ederse, o kesinlikle kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmıştır.”[277] Tâğuta küfretmeyen, yani onu inkâr edip reddetmeyen kimse, asla mü’min olamaz. Tâğut ise, Allah’tan başka, O’na alternatif olarak ortaya konan düşünce, hayat görüşü, sistem, kişi veya şeytanlardır. Allah’ın dışında ve O’na rağmen uyulan, kendisine tâbi olunan, arzulanan, ya da kendisinden çekinilip korkulan her şeydir.

Kişi, tevhid kelimesini gönülden benimseyip diliyle ikrar etmekle, câhiliyye ve şirk inançlarının tümünü reddettiğini, şuurlu bir şekilde onlardan uzaklaştığını göstermektedir. Aynı şekilde, tevhidi benimsediği için, artık câhiliyye insanından, her çeşit müşrikten de sevgi, bağlılık, itaat ilişkilerini koparması, yani onlara dostluk sayılabilecek davranışlardan kaçınma sözü vermiş olmaktadır. O, kendi safını ve cephesini belirlemiş olmaktadır. Allah’ın ve O’nun sevdiklerinin tarafını tuttuğu için; kâfirlerden yüz çevirmek ve onlarla ilişkiyi kesmek zorunluluğu hissedecektir. “Onun için sen zikrimize (Kur’an’a) iltifat etmeyip sırt çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.” [278]

Allah’tan başka ilâh olmadığına dair şehâdetin ve tanıklığın gerçekleşmesi için, kişi sevdiğini sadece Allah için sevecek, buğzettiğine de Allah için buğzedecektir. Dost ve velî edindiği kimseyi Allah rızâsı için dost edinecek, düşman kabul ettiklerini de, onlar Allah'a karşı oldukları için düşman tanıyacaktır. Müslüman, Allah’ın sevdiklerini sevecek, O’nun gazab ettiklerine, buğzettiklerine de buğzedecektir. Nerede bulunursa bulunsun, her çeşit kâfire düşmanlık gösterecek, onun velâyetini tanımayacaktır. Bu kâfir, en yakını/akrabası bile olsa, onu dost kabul edip sevemeyecektir.   

Rasûlullah (s.a.s.) buyurmuştur ki: “İman ipinin  (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.”[279] İbn Abbas şöyle der: “Kim Allah için sever, Allah için buğzeder ve Allah için dostluk ve velâyet yetkisini kullanır, Allah için düşmanlık beslerse, o kimse bu yaptıkları sâyesinde gerçekten Allah’ın dostluğuna erişir (Allah’ın dostluğunu, velîliğini kazanmış olur). Bir kimse de, bu nitelikleri taşımadığı sürece, ne kadar çok namaz kılıp oruç tutsa da, imanın hazzına ve tadına erişemez. Çünkü böyle insanlarla olan kardeşliğini (münâsebetini) sırf dünya ilişkilerine bağlamıştır. Böyle bir hal ise kişiye asla hiçbir şey kazandıramaz.” [280]

Mü’min, bazı dünyevî ilişkiler kurmak, alış-veriş yapmak mecbûriyetinde de olsa, yardımlarını da görse, hâkimiyetleri altında da bulunsa, tüm kâfirleri sevilen dostlar edinmeyecektir. Kâfirleri düşman kabul etmek, bazı görevleri yerine getirmeyi zorunlu kılar. Onları düşman kabul eden kimse, kâfir ve münâfıklarıtaklit edemez, onlara benzeyemez.Onlara benzeyen, onları yüceltmiş, onlardan olmuş olur. [281]

 

Her din ve ideolojinin dostluk ve düşmanlık anlayışı kendine hastır: Komünizmin, enternasyonalizmin, hümanizmin dost-düşman anlayışı kendi bâtıl dinleri, yani ideolojileriyle ilgilidir. Kendi yoldaşları onlar için sınır tanımaz dost; kendi ulusu, farklı ideolojiye mensupsa düşmandır. Nâzım Hikmet’in deyişiyle “Vatanım rûy-ı zemîn, milletim nev-i beşer” anlayışı. (Müslümanın vatanı, İslâm’ın hâkim olduğu yer, yani dâru’l-İslâm; milleti, bütün Muhammed ümmeti, yani tüm müslümanlar olmalı.) Batı dünyasının ve özellikle ABD’nin dostluğu düşmanlığı yok, çıkarları, ülke menfaatleri vardır. Ama, bununla beraber, onları bizden ve hatta onlardan iyi tanıyan Rabbimiz’in hükmü: “Onların milletine/dinine uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmayacaklardır.”[282] Batıyı örnek almaya çalıştığı halde ne batılı olabilen ne doğulu kalabilen ülkelerdeki dostluk-düşmanlık anlayışı da kaypak mı kaypaktır. Tarih kitaplarına bile bu renksiz ve kimliksiz bakış yansır. “Düşmanlar, ülkeyi işgal etti, düşmanlar şunları yaptı...” Ama, düşmanların kim olduğu net değildir. Kurtarıcılar, ülkeyi düşmanlardan kurtardılarsa, düşmanların işgal ettiğinde uygulayacakları kanun, ahlâk, eğitim vb. icraat niye onlardan daha katı ve baskıcı şekilde uygulanır ve İslâm birinci tehlike ve büyük düşman ilân edilir? Bu kimliksiz yaklaşım, hangi ülkelerle dost, hangileriyle düşman olunduğu belli olmayacak zikzaklar çizen tavırları getirir... Irkçı milliyetçilere göre dostluğun ölçüsünü kan belirleyecektir. Düşman da başka ırklardır: “Türk’e Türk’ten başka dost yoktur!”, “her şey Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından!”, “Tanrı Türkü korusun!”  

Mü’min için ölçü nettir: Allah için sevgi, Allah için buğz; Allah için dostluk ve Allah için düşmanlık. Dost, gerçek Velî’ye, ölümsüz Dost’a bizi yaklaştıran; düşman da, bizi O’ndan uzaklaştırandır. Allah’ı gerçek anlamda “tek dost” kabul eden, hiç O’nun düşmanlarını, O’na dost olamayanları sevebilir mi?! “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”[283]; “Muhammed Allah’ın rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...” [284]

Günümüz müslümanlarının önemli bir kesimi, dostluk ve düşmanlıktaki ölçüyü unutup farklı görüşteki müslümanlara düşman gibi davranıp onları itiyor; kendilerine şimdilik dokunmayan ılımlı kabul ettikleri kâfirlere sempati besleyerek dost gibi yaklaşabiliyor. İctihadî yorumlar ve göreceli doğrular, grup taassubundan dolayı mutlak doğru kabul edilip farklı müslümanlara düşmanca tavırlar, şiddetli eleştiriler, hatta haksız tekfirler ve onlarla dostluğa tenezzül etmemeye varan bağnazlıklar sergilenebiliyor. Bütün müslümanlarla samimi olmayabiliriz; ama samimi olduklarımız, mutlaka samimi müslümanlardan olmalı. Bütün kâfirlerle ilişkimizi koparmayabiliriz, ama onlarla gönül dostu olmamız onlardan olmak, onların dinine girmek kabul edilmeli. Dost, imandaştır, gönüldaştır, fikirdaştır çünkü. “Kişi, dostunun dini üzeredir.” [285]

Ve dostluk, sevgi kuru bir iddia değildir. Allah'a dost olmak, Allah’ı sevmek, davranışla isbatlanmadıkça, kuru bir iddiadan, insanı kurtarmayan bir avuntudan ibarettir. Allah’la ve müslümanlarla dost olduğumuzu, dillendirmekten öte davranışımızla göstermeliyiz. “Rasûlüm! De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”[286] Düşmanlık da dostluk da; bedeli olan, ispatlanması gereken bir bağlılık ya da red; ilişki veya bağları koparmaktır. “Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize süslemiş, sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.”[287]; “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a, İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı.” [288]

Sevgi ve dostluğun gerekleri vardır. Bunları şöyle sayabiliriz: Allah için yardım, ikram, saygı, gerek kalple ve gerek dış görünüş ve tavırlarla kişinin sevdiğiyle beraber olması. Hayatın zorluklarına ve kâfirlerin baskılarına karşı ona destek olup moral vermek, onu küfre ve kâfirlere karşı güçlü ve hâkim kılmak, üzüntüsüne ve sevincine ortak olmak. Allah’ı sevmek ve Allah’la dost olmak demek; Allah’ın dostlarını sevmek, onlara yardımcı olmak, onların yanında yer almak, Allah’ın dinine yardım etmek demektir.

“Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” [289]

Kur’an, dostlukları ve dostları ikiye ayırır: Allah’ın dostları ve şeytanın dostları. Her insan, bu iki sınıftan birine mensuptur. Allah’ın velîsi/dostu, yani “evliyâullah”  ol(a)mayan, mutlaka şeytanın velîsi/dostu, yani “evliyâu’ş-şeytan”dır; üçüncü bir grup yoktur.“Allah iman edenlerin velîsi (dostu ve yardımcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.”[290]; “İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tâğut yolunda savaşırlar. (Ey mü’minler!) siz şeytanın evliyâsı (velîleri, dost ve yandaşları, ordusu olan kâfirlerle) savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” [291]

“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları (müşrik, kâfir, hıristiyan, yahûdi ve münâfıkları) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fâsıktır, yoldan çıkmışlardır.”[292]; “...İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır!”[293] Kâfirleri dost kabul etmek, iman ile çelişmektedir.Hem iman, hem de onları dost edinme olayı, ikisi beraber bir kalpte toplanamazlar.İman, onları dost edinmemeyi gerektirmektedir. Düşmanlık ve dostluğun imanla ilgisi değerlendirilmediğinden, bugün müslümanların çoğunluğu açısından dost-düşman karışmış, düşmanlarının oyununa gelen müslüman yığınlar, bunca zararlarına rağmen hâlâ Allah’ın düşmanlarının ve kendisinin düşman olması gerekenlerin yardımcısı, destekleyicisi, emrindeki memuru, hizmetçisi, kulu-kölesi, askeri... olabilmektedir. “Müslümanım!” diyen nice insan, kâfirlerin koyduğu küfür kanunlarına, onların ortaya attığı felsefî düşünce ve dünya görüşlerine, ideolojilerine sevgi besleyebilmekte, onlara gönül rızâsıyla uyup teslim olabilmekteler. Hanımlarını, kâfirlerin hanımlarına benzetebilmekte, onlar gibi giyinmelerini (soyunmalarını) ilericilik ve çağdaşlık kabul edebilmekteler. Allah ve Rasûlü’yle savaş demek olan fâiz[294] olmaksızın ticarî hayatı düşünememekteler... 

Bazı kâfirlere, dost olmanın ötesinde, hatta hayranlık duyanlar, destekleyip alkışlayanlar, onları velî kabul ederek seçip işbaşına getiren, yetki verenler, onların izini takip eden, itaat eden, onları örnek alanlara ne demeli!? Keler deliğine girseler bile onlara imrenip taklit etmeye çalışan, onları model kabul edip modalarına uyanlara nasıl bir sıfat bulmalı!?

“(İnançta ve amelde) Bizden başkasına benzeyen Bizden değildir.”[295] diyen Rasûl’ün onları reddettiğini, daha doğrusu onların bu davranışlarıyla Rasûl’ün yolunu reddetmiş olduklarını görmek zorundayız. Bu tesbit, câhil müslümanları dışlayıp tekfir etmek, onları kendi hallerine terketmek için değil; muhâtaplarımızı tanımak, hastalığı teşhis edip tedavi için bize çok şeyler düştüğünü, görevimizin ve sorumluluğumuzun çok büyük olduğunu kabullenmek için olmalı. Bu değerlendirme, konum tesbiti açısından önemli; çevremizde bize ve yakınlarımıza da sirâyet etme ihtimali olan bulaşıcı şirk mikroplarının tanınması ve tedbir alınması için...     

Gerçek mü’min, İslâm şahsiyetini ve müslüman kimliğini yüce ve aziz tanımak, bütün kâfirleri ve münâfıkları zelîl/aşağılık bilmek; bu sebeple onlara karşı onurlu ve zorlu olmak mecbûriyetindedir. “İzzet (yücelik, kuvvet ve hâkimiyet)  yalnız Allah’ın, O’nun Peygamberinin ve gerçek mü’minlerindir. Ne var ki, münâfıklar bu gerçeği bilmez, anlayamazlar.”[296] Mü’min, İslâm şahsiyetinin yüceliğine inanmak zorunda olduğu gibi, bütün kâfirlerin aşağılık olduklarına, hayvanlardan daha sapık ve pislik olduklarına inanmakla da yükümlüdür. “(Ey Peygamber!) Sen onların çoğunluğunu  (Hakkı) dinler, akıllarını kullanır mı sanırsın? Onlar ancak hayvanlar gibidirler; hatta yolca daha da sapıktırlar.”[297]“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir...” [298]

“Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa) Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.”[299] Bu âyet-i kerime, Allah taraftarlarıyla şeytan yandaşları arasında tam ve kesin bir ayrılığın olması gerektiğini ortaya koymuş oluyor. Mü’minin her türlü câzibeden ve her çeşit tarafgirlikten sıyrılarak müslümanların safında yer alması, bir tek kulpa sarılması ve bir tek ipe bağlanması gerekir. İslâm’ın olduğu yerde ırkçılık, nesebcilik, akraba savunuculuğu, aile asabiyeti ve yakınlık dâvâsı yok; vatan, cins, asabiyet ve kavmiyetçilik, bölgecilik vb. bir şey yok. Allah’ın istediği şeylerin dışında hiçbir şeyi tabulaştırmak yok. Sadece ve sadece akîde ve onun bayrağı altında durmak vardır.

Kâfirlerle dostluk kurmanın tehlikesi bütün müslümanlaradır. Böyle bütün müslümanlara zarar getiren bir olay, bir kimsenin sadece kendisinin kâfir olmasından da büyük bir tehlike ortaya koyar. Birinin zararı, topyekün müslümanlara iken, diğerinin sadece kendisinedir. Kâfirlere karşı olan dostluğun özellikleri şunlardır: Kâfirlerin küfrüne rızâ göstermek, onları tekfir etmemek, onların bâtıl dünya görüşlerini tasdik etmek, onları velî, yani dost ve yönetici olarak kabul etmek, onları işbaşına geçirmek, onları sevmek, onlara uyup itaat etmek. İşte bütün bunlar, kişinin kâfirleri dost kabul ettiğini, yetkisini onlara verdiğini göstermektedir. Kişi, dostluk, sevgi ve rızâyı kâfirlere gösterirse, bu küfrü gerektirir. Şayet sevgi ve rızâ, mü’minlere karşı ise, bu da imanın gereğidir.

İman, kabul etmeye ve sözleşmeye dayalı bir dostluk simgesidir. Bunun neticesi de Yaratıcı’ya teslim olmaktır. Bu teslimiyet, ahd, mîsak ve velâ kavramlarıyla ifade edilir. İnsan, dostunu ve düşmanını tanımak zorundadır. Hz. Âdem ve Havvâ’ya, yaratıldıkları ilk zamanlarda Allah düşmanlarını tanıttı, onları uyardı. “Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve sıcaktan bunalmazsın.”[300]İnsanın ilk yanlışı, düşmanını dost zannetmesiyle oldu; İnsanın cenneti kaybetmesinin sebebi, düşmanına karşı tedbir almayışı, onun hile ve tuzaklarına kanmasıdır. Bırakın insanı, hayvanlar bile düşmanlarını bilir; kendisini ve neslini düşmanından korumaya çalışır. Bir tavuk, özellikle yavrusunu düşmanından sakınmak için, nasıl fedâkârlık ve kahramanlık yapar, gözleyenler bilir. 

Dostluk-düşmanlık konusunda hatırımızdan çıkarmamamız gereken özelliklerden biri de, “gâvurun atına binen, onun kılıcını kuşanır” atasözünün ve “bugün yardım alan, yarın emir alır”  vecîzesinin gerekleridir. Hırsızı yakaladığımızı zannederken, hırsız tarafından yakalanan konumuna düşmemeli, ava giderken kendimiz avlanmamak için tedbirler almalıyız.

 

Velîliği Gerekli Olanlar: Müslümanlar Allah’ı, O’nun elçisini ve mü’minleri velî/dost olarak bilmek zorundadırlar. Allah’ı, Peygamberi ve mü’minleri velî edinenler “hizbullah/Allah taraftarı” ünvânını kazanırlar ve onlar şüphesiz bâtıl taraftarlarına karşı üstün gelirler. Velâyet gerçeğini anlamış olan iman sahibi kimse, gerçek ve değişmez velî olarak Allah’ı tanır.[301] Bu şuura eren bir mü’min, Allah’ın dışındaki kimselerle kuracağı dostlukta hareket noktası Allah’a ait velîlik ölçüsüdür. Yani o, Allah’a velî olanlarla velîlik bağını kurar, ama Allah’ın düşmanlarına velî gözüyle bakamaz.

Kur’an, mü’minlerin dostlarını (velîlerini) şöyle açıklıyor: “Sizin velîniz, ancak Allah, (O’nun) Rasûlü, rukû’ ediciler olarak namaz kılan ve zekâtı veren mü’minlerdir.”[302] Velâyet, her şeyden önce bir iman, duygu ve birbirine destek olma beraberliğidir. Bundan dolayı bütün müslümanlar karşılıklı velî olmak durumundadırlar. Bunun ilk örneğini sahâbe toplumunda görüyoruz. İman edip Allah için hicret eden Muhâcirler ile onlara yardım eden Ensar birbirlerinin velîsidirler. [303]

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği (ma’rûfu) emrederler, kötülükten (münkerden) alıkorlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Allah daima Aziz’dir (üstündür), Hâkim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).”[304] Müslümanlar nerede olurlarsa olsunlar, İslâm’ı ihlâsla yaşayan takvâ sahibi mü’minlerle velî/dost olmak zorundadırlar. Bu tavır imanın gereğidir.

 

Velî Edinilmesi Yasak Olanlar: Allah’ı bırakıp, ya da O’nun yanında özellikle kendisine kulluk yapma anlamında velîler (putlar) bulmak câiz değildir. Böyle yapanlar Allah’a şirk koşmuş olurlar. Allah’tan başkalarını velî (dost-yardımcı) tutanların hali örümceğin yuvasının durumuna benzer. Örümceğin yuvası hem çok zayıftır hem de emniyetli değildir.[305] Müslümanlar da insanlardan bazılarını velî (dost-yardımcı) edinemezler. Çünkü Rabbimiz müslümanlarla diğer insanlar arasında olması gereken velâyetin sınırlarını çiziyor, mü’minlere kimden fayda, kimden de zarar geleceğini haber veriyor.

Kur’an, İslâm’a karşı mücâdele eden ve müslümanlara düşmanlık besleyen kitap ehlinin velî/dost ve sırdaş edinilmesini yasaklıyor.[306]“Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kâfirleri velî olarak tutmayın. Ve eğer inanıyorsanız, Allah’tan ittika edin (korkup sakının).”[307]; “Ey iman edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları velî edinmeyin, onlar birbirlerinin velîleridir. Sizden kim onları velî edinirse o da onlardandır…” [308]

Müslümanlar, kendi din kardeşlerini bırakıp Kur’an’ın kâfir dediği kimseleri velî/dost edinemezler.[309] Hatta mü’minler, küfrü imana tercih eden, İslâm’dan yüz çeviren ana babaları bile olsa onları velî edinemezler.[310]“Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinize Allah’tan apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz?” [311]

Kur’an, şeytanın da velî edinilmesini yasaklıyor. Onu velî edinen şüphesiz büyük zarara uğrar.[312] Onu velî edinenler Kıyâmet gününde ondan başka velî (yardımcı) bulamazlar.[313] Şeytan ancak iman etmeyenlerin velîsidir.[314] Üstelik şeytanlar kendi velîlerine (dostlarına) mü’minlerle mücâdele etsinler diye telkinde bulunurlar. Mü’minler, şeytanların dostlarına itaat ederlerse müşriklerden olurlar. [315]

Hiç bir faydası ve zararı olmayan putları velî haline getiren müşrikler büyük bir yanılgı içerisindedirler.[316] Putları velî edinenler, onların şefaatlerini, yardımlarını ve desteklerini beklerler.[317] Buradan hareketle denilebilir ki, putlardan ilâhî yardım, destek ve sevgi, yakınlık ve iyilik beklemek, onları tanrı haline getirmenin göstergesidir. Allah’a  ‘Velî’ denilmesi, tıpkı O’na ‘Rab’ denilmesi gibidir. Çünkü ilâhî yardım, destek, dostluk, yakınlık ancak O’ndan gelir, O, bütün insanların işlerinin velîsidir. Bu anlamda velâyet hakkı sadece O’nundur.

Tapınılmak için uydurulan tanrılar, ya da kendini tanrı yerine koyan, Allah’ın hükümleri yerine kendi ilkelerini uygulayan tâğutlara velî/dost gözüyle bakılamaz. “Allah, mü’minlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan nûra çıkarır. Küfredenlerin velîleri ise tâğuttur. O da onları nûrdan karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateşin (cehennemin) arkadaşıdırlar, orada devamlı kalıcıdırlar.” [318]

Allah’ın gazap ettiği topluluklarla da velâyet bağı kurulamaz. Çünkü onlar yaptıkları büyük hatalarla yoldan çıkmışlardır ve Allah’ın gazabını hak etmişlerdir.[319] Müslümanların düşmanı oldukları gibi, Yüce Allah’ın ve O’nun dininin de düşmanı olan müşrik kimselere velî olunmaz. Allah rızası için yola çıkmış mü’minler, haktan ayrılmış bu gibilere velî/dost gözüyle bakamazlar.[320] Dinde ikiyüzlü davranan münâfıklar da müslümanlara velî olamazlar. Mü’minler, çevrelerinde münâfıkların zararlı faaliyetlerini gördükleri, onların müslümanları aldatıp çıkar sağladıklarını bildikleri halde onları velî/dost edinemezler. Toplumun velâyetini, yani yönetim yetkisini bu iki dinli kimselere emanet edemezler. [321]

Farsça’da “seven, sevgili, yâr” anlamındaki “dost” kelimesinden dilimize geçen dostluk, İslâmî literatürde sadâkat, uhuvvet, meveddet, sohbet gibi değişik kelimelerle ifade edilmiş, ayrıca “velî” ve “rafîk” kelimeleri başka anlamları yanında, dost mânâsında da kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de bu anlamda en çok geçen kelime, “velî”dir.  İnsanlar arasındaki samimiyet ve sevgiye dayalı bağlılık haline dostluk diyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de dostluk, bütün mü’minlerin şiarı ve özelliği olarak gösterilir: “Mü’min erkekler ve mü’min hanımlar birbirlerinin dostudurlar.”[322] Dostluk, ancak Allah içindir. İslâm dışı bir gâye için dostluk kurulmamalıdır. “Sizin dostunuz Allah, O’nun elçisi (Hz. Muhammed) ve iman edenlerdir.”[323] Dostlukların kurulmasında kan bağı yerine inanç birliğinin esas alınması gerekir: “Ey iman edenler! Eğer iman yerine küfrü beğenip tercih etmişlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi bile velî/dost kabul etmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” [324]

Allah’ın iman edenlerin dostu olduğunu bildiren âyetlerin çoğunda “velî” kelimesinden sonra “nasîr”, “şefî’”, “vaak”, “hamîd” , “mürşid” gibi sıfatlara veya benzer mânâlar ihtivâ eden ifadelere yer verilerek dostun sevdiği için bir yardımcı, koruyucu, kurtarıcı, yüceltici, iyiliğe yöneltici olması, bu şekilde dostluğun sevgiye dayanması ve pratik ahlâkî sonuçlar doğurması gerektiğine işaret edilmiştir. Mü’minlerin kardeş olduğu,[325] vaktiyle onlar birbirine düşman iken Allah’ın gönüllerini kaynaştırmasıyla dost ve kardeş olduklarını[326] bildiren âyetler de geniş kapsamlı dostluğun önemini anlatmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de yine dostluk anlamında kullanılan “hulle” kelimesi, sözlüklerde genellikle “kalbin derinliklerine nüfuz ederek kökleşen engin dostluk” şeklinde açıklanmaktadır.  Allah’ın Hz. İbrâhim’i dost (halîl) edindiğini,[327] âhirette zâlimlerin “keşke falanı dost edinmeseydim!”[328] şeklindeki pişmanlığını anlatan âyetlere göre hulle kelimesi, ilgili diğer terimlerden daha dar kapsamlı, fakat daha içten, güçlü bir dostluğu ifade etmektedir.  

Hadis-i şerifteki “Kişi, dostunun (halîl) dini üzeredir.”[329] ifadesi, dostluğun ancak ahlâkî, psikolojik vb. yönlerden uyuşabilenler arasında kurulabileceği şeklindeki görüşün özlü bir ifadesidir. İnsanların farklı tabiat ve karakterlerde yaratılmış olmasının bu uyuşma ve kaynaşmadaki rolünü belirten “Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir; tanışıp uyuşanlar birleşir, uyuşmayanlar ayrılır.”[330] meâlindeki hadis, dikkat çekicidir. [331]

Kur’an, kâfirleri dost edinmeyi yasaklar: “Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur, artık Allah’tan hiçbir şey beklemesin. Ancak onlardan (kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden) sakınma haliniz (takıyye) başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş, yalnızca O’nadır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye gücü yetendir.”[332] Müfessir Beyzavî, bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: Eğer kalplerinizde kâfirlere karşı bir sevgi ve dostluk meyli varsa, onu saklasanız da, açığa vursanız da Allah bilir. Zira göklerde ve yerde olan her şeyi bilen Allah, elbette sizin gizlinizi de âşikârınızı da bilir. Ayrıca O, kâfirlere dost olmanızı yasaklamasına rağmen, yine de siz bundan vazgeçmezseniz, sizi cezalandırmaya da kadirdir. Kısaca, O’nun muttalî olmadığı ve cezalandırmaya gücünün yetmediği hiçbir kötülük ve isyan bulunmadığına göre, O’nun emrine âsi olmak cür’etini göstermeyin.

Allah düşmanlarını sevmek, mü’mine yakışmaz; zaten kâfirler de mü’minleri sevmezler: “Ey iman edenler! Sizden olmayanı dost, sırdaş edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan, size fenâlık etmekten geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sînelerinin gizlediği (içlerinde sakladıkları düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz.”[333]; “Kâfirler de birbirlerinin dostudurlar.”[334] Mü’minler, birbirlerine kızıp da kâfirlere yönelemezler: “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmeyin.”[335] Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “İnsan, dostunun dinindedir. Bundan dolayı dost edineceği kişiye dikkat etsin.”[336]; “İnsan, sevdiği ile beraberdir.”[337] Mü’minler birbirleriyle dostluk yapmazlarsa ne olur? “Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük bozgun ve fitne çıkar.” [338]

Dünya hayatında her insanın onunla samimi olacağı, duygularını paylaşacağı, seveceği ve sevileceği, görüş birliğinde bulunacağı dostlara ihtiyacı vardır. Dostluklar, Allah rızâsı için ve çıkarsız olursa sürekli olur. Bir mü’minin genel olarak bütün mü’minlere dostluk göstermesi gerekir. Ayrıca, fert olarak her mü’minin en çok sevdiği, bağlandığı dostları, arkadaşları da bulunur. Hz. Muhammed (s.a.s.) ile Hz. Ebû Bekir arasındaki dostluk gibi... 

İslâmî dostluk kavramı, batılı hayat tarzındaki dostluk kavramından apayrıdır. Çünkü bu dostluk, yüzeysel bir dostluk olmayıp sorumluluk, ahde vefâ, kendisi için istediğini kardeşi için de istemek gibi derin mânâlara sahiptir. Kur’ân-ı Kerim velâyet kelimesi ile dostluğu, kâmil anlamda tek kelimede zikreder. Dostluk, velâyetin izahıdır ve müslümanlar velâyeti müslümanlara verirler. Bunun anlamı, dostluğun getirdiği bütün maddî ve mânevî sorumluluktur, birlikteliktir, yardımdır, sevgidir, kardeşliktir.

Dostluğun itikadî, amelî ve ahlâkî yönleri vardır. Dostluğun itikadî yönlerini, müslümanların tevhid anlayışı belirler. Amel olarak, müslümanların birbirini sevmesi ve birliktelik oluşturmaları zorunludur. Cemaat, Allah’ın rahmetine, rızâsına, af ve mağfiretine, dünya ve âhiret mutluluğuna sebep olur. Ayrılık ise, yüzleri karartır, Allah’ın azabını çağrıştırır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama.”[339]Müslümanın sorumlu olduğu haklar ikidir: Allah hakları, kul hakları. Bunlar birbiriyle içiçedir. Dostluğun temeli sevgiye dayanır. Hiç kimse Allah’tan başka bir şeyi gerçek ve mutlak anlamda sevemez ve O’ndan başkasını mevlâ ve dost edinemez. Dost olarak Allah yeter. Mü’minler birbirlerini Allah rızâsı için severler.

Kul, Allah’tan başkasına güvenirse, sonunda zararlı çıkar. Kim bir insanı bir üstünlüğünden, mevkiinden, güzelliğinden, asâletinden veya zenginliğinden dolayı seviyorsa, bu sevgi çıkar amaçlıdır. Yapılanlar Allah rızâsı için olmayınca mutlaka bir çıkar içindir ve bu, insanı kötülüklere sürükler. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Zengine zenginliği için saygı duyan kimsenin dininin üçte biri (diğer rivâyette, üçte ikisi) gider.” buyurmuştur. O halde mü’minler, en güzel ahlâk üzere olan Rasûlullah’ı her insandan daha çok sevmedikçe tam mü’min olamazlar. Başkalarına bel bağlayan zarardadır. Allah’ın hoşuna gitmeyeceğini bildiği halde insanlara şirin gözükmeye çalışmak imanın zayıflığındandır.

Allah, sâlih kullarını dost edinir. “Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.”[340] Demek ki, dostluğun itikadî temeli budur. Bazen insanlar birbirlerine karşı haksız ve zâlim olurlar.

“Ancak bu şeytan, dostlarını korkulu gösteriyor.”[341] Şeytana uyanlar düşmanla dostluk kurar ve münâfık olur. Oysa dostluk için ölmek de vardır: “Nice peygamberler var ki, beraberlerinde rabbânîler savaş yaptılar da başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, güçsüzlük göstermediler, boyun eğmediler.” [342]

Cemaat dostluğu konusunda önemli bir konu da, isim sorunudur. Müslümanın “İslâm”dan başka bir kimliği, “müslüman”dan başka bir adı yoktur. İsimlendirmeler sebebiyle dostluk göstermek veya düşmanlık yapmak müslümana yakışmaz. Üstünlük, öncelikle takvâ ile ile olduğu gibi, Allah Kur’an’da “müslüman”, “mü’min”, “Allah’ın kulları” diye ad vermiştir. Bir başka deyişle, müslümanların cehâletleri yüzünden meydana getirdikleri ad sorunu; mezhebe, tâbi olunan imama, ırka, öndere, ideolojilere göre insanları dost-düşman diye ayırma sorunudur. Adı müslüman olmayan hiçbir inanç ve düşünce akımıyla dostluk kurulmaz; dostluk ancak akîde ve inanç birliğinde sözkonusudur.

Mü’minlerin içinde nefsine uyan öyle kimseler vardır ki, az bir menfaat karşılığında müşriklere meylederler. Müşrikler, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile böyle câzip dünyevî tekliflerle dostluk kurmak istemişlerdi de Allah onu korumuştu: “Onlar seni sana vahyettiğimizden çevirip başka şeyi uydurmayı ve Bize atfetmeyi istediler ki, o zaman seni öz dost edineceklerdi. Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, sen belki onlara biraz meyledecektin.” [343]

Müşriklerin bu metodu, her zaman İslâm dâvetçilerine uygulanmaktadır. Onlar, her zaman İslâm dâvetçilerine nüfuz edip yolundan saptırmaya, dâvânın kuvvetini bozmaya çalışırlar. Şeytan birçok mü’mini bu yolla avlar ve bazıları rahatça kendilerini aldatarak müşriklerin dostluğuna yanaşır. Ne yazık ki tevhidden çok uzaklarda bulunan çağdaş müslümanları, kâfirler tek tek avlayarak İslâm ümmetini tümüyle parçalamışlardır. Müslüman, kimle dostluk edecektir? “Gerçek dostum!” diye hakikaten gösterebileceği kim veya kimler olabilir? Kur’ân-ı Kerim’in hakiki dostun Allah olduğunu belirtmesi, bu dostluğun çerçevesini kesin olarak belirlemiştir. [344]                                                        

Bugün insanlar eliyle üretilen fikir ve düşünce sistemleri, düzenler, eğitim ve çevre şartları gibi insanları derinden etkileyen araçlar, Allah ve Rasûlüne savaş açmış durumdadır.  Eğitim ve öğretim, düşünce sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler, misyoner faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyalizm, sosyalizm, siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı, sanat faâliyetleri, sinema, tiyatro, medya, ilân ve reklâm araçları, dünya görüşleri, futbol ve müzik tutsaklığı, kapitalizm ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından ve Allah’ın dostu olma özelliklerinden sıyırmak için en dehşetli silâhlar ve şeytanî araçlar olarak kullanılıyor. Bu kadar çok yönlü ateş altında kalan savunmasız, câhil ve her şeyden önemlisi kâmil imandan mahrum bırakılan halk, elbette Allah'a dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz de olsa şeytanın dostluğuna meylediyor.

Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın, İslâm akîdesi ile çelişen her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın indirdiğine aykırı her kanun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki, gerçekten tüm ilâhları reddetmiş olsun. Pyegamber’in amcası Hz. Abbas’ın dediği gibi, lâ ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün (kâfir) dünyaya savaş açmış olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara saldırırken, müslümanın gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması düşünülebilir mi? “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.”[345] Çağdaş müslümanın öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve keyfiyle meşgul. Bahâneler de çok: “İmkânlarımız yok, taşlar da bağlı...” Filistin’li çocuklardan öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın yolunu, imanın en büyük imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin direnişini...    

Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.

 

Velâyetin Siyasî Görüntüleri

Kur’an, velîliği kan ve soy bağına değil, iman bağına bağlar. Yakın ve uzak akrabayla kurulacak olan iman ve velâyet bağı, onlar arasındaki dostluk ve sevgi atmosferi oluşturacaktır. İslâm, mü’minleri hangi renkten, hangi ülkeden ve hangi soydan olurlarsa olsunlar, velî ilân eder. Onların birbirleri üzerinde velâyet hakları vardır. Onlar bu hakkını bir iman borcu olarak almaktadırlar. Bilindiği gibi mutlak velâyet yetkisi Allah’a aittir. O’nun Rasûlü Muhammed (s.a.s.) de, mü’minlere kendi öz nefislerinden daha “evlâ”dır, dostluk ve yardım bakımından daha yakındır. Peygamberimiz (s.a.s.), bütün mü’minlerin öncelikli velîsidir. O, mü’minler üzerindeki bu velâyet hakkını, peygamberlik görevini yerine getirerek, mü’minleri irşâd ederek, onlara doğru yolu göstererek kullanır.

Birbirlerinin velîsi olan mü’minlerin de birbirleri üzerinde velâyet hakları bulunmaktadır. Onlar bu hakkı, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ederek, ma’rûfu emrederek, münkerden alıkoyarak, birbirlerine yardım ederek, dostluğu ve sevgiyi birbirlerine göstererek, haklarını koruyarak, velâyet yani yönetim makamına mü’min olanlardan başkasını geçirmeyerek, mü’minler aleyhine kâfirlere/inkârcılara ve bozgunculara destek olmayarak kullanırlar.[346] Bu âyetle,  kâfirler ve ehl-i kitapla velâyeti yasaklayan âyet, yan yana düşünüldüğü zaman ‘velâyet’ kavramı ‘dostluk, koruma ve yardım’ anlamlarından, ‘temsil ve yönetme yetkisi’ anlamlarına doğru genişler. Bu anlamda velâyet ‘kamu velâyeti’dir, yani toplumun yönetimi için birine yetki vermedir. Mü’minler, bu velâyeti-yönetim yetkisini iman edip sâlih amel işleyen kimselere verirler. Müslümanlar adına tasarrufta bulunma yetkisi iman eden ve imanın getirdiği ilkelere her alanda uyan, kararları ve icraatlarıyla İslâm’a bağlılıklarını isbat etmiş kişilerde olmalıdır. [347]

Şüphesiz küfredenler, inanmamakta direnenler ve İslâm'a karşı her araca başvurarak mücadele edenler de birbirlerinin velîleridir.[348] Onlar, her türlü günah işinde birbirlerine destek olurlar, yardım ederler. Dünyada iken Allah’tan başkasını velî edinenler, hem dünyada hem de Kıyâmette bir velî ve yardımcı bulamayacaklardır.[349] İslâmî yönetim sisteminde ‘ulu’l emr’in diğer adı ‘velîyyü’l emr’dir. İşin velîsi anlamındaki bu deyim, oldukça anlamlıdır. Mü’minlerin din ve dünya işlerinin emânetini yüklenen emir sahipleri, onların velâyetini almış, onların velîleri durumuna gelmiş kişilerdir. Bu velâyet hakkının da gerçek Velî olan Allah’ın hükümlerinin uygulanmasıyla elde edileceği açıktır. İman etmeyen, müslümanların gittiği yoldan gitmeyenlere bu işleri yapma velîliği (velîyyü’l emr emâneti) verilmez.

Görüldüğü gibi “velî” kavramı, Allah, peygamber, melek, mü’minler hakkında kullanıldığı gibi; şeytan, inkârcılar ve münâfıklar hakkında da kullanılmaktadır. Bütün kullanılışlardaki ortak nokta; yardım, dostluk, yakınlaşma, işini üslenme, idaresini başkasına verme anlamlarıdır. Velâyet, bu anlamda kullanıldığı gibi, İslâm kültüründe daha farklı bir mânâya da sahiptir. Velâyet, bir yönüyle siyâsî bir kavramdır ve yönetimle ilgilidir. Kelimenin sözlük anlamı, aile içinde babanın velî oluşunu, müslümanların din ve dünya işlerini emanet ettikleri yetki ve hak sahibini işaret ediyor. Mü’minler, bu velâyet hakkını kendilerinden olmayan kimselere veremezler. Yukarıda geçtiği gibi inkârcılar, bozguncu müfsitler, haddi aşanlar, münâfıklar, şeytanın dostları ve tâğutlar, mü’minlerin velîsi değildirler, olamazlar.

Öyleyse mü'minlerin, kendilerine asla velî olmayacak bu gibi kimselere, yönetim yetkilerini, dinlerine müdâhaleyi, bireysel ve sosyal hayatlarını bırakmamaları gerekir. Yalnız, şunu da hatırlatmak lâzımdır ki, mü’minlerin dışındaki insanların velî/dost edinilmemesi, asla kötü muâmele, hak ihlâli ve sürekli kavga hali demek değildir. Bilakis dinimiz, bütün insanlara iyi muâmele etmeyi emrediyor. Ancak velâyet bağı iman ile oluşan bir bağdır. Mü’minler inkârcılar ile bir arada yaşayabilirler, ama işlerini onlara emânet etmemeleri, onları sırdaş ve velî edinmemeleri şarttır.

 

Müslüman Olmayan Akrabalarla Dostluk ve İlişki

İslâm’da esas bağ, din bağıdır. Hangi ırktan, hangi soydan olursa olsun sadece müslümanlar birbirlerinin kardeşidir,[350] velîsidir.[351] Bir mü’min, aralarında din bağı bulunmayan yakın akrabalarını velî/dost kabul edemez.

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.”[352]; “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”[353]; “Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa) Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır/Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki hizbullah/Allah taraftarları, kuşkusuz felâha/kurtuluşa erenlerdir.” [354]

Ashâb-ı kiram, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına düşmanlığın en güzel örneklerini vermişlerdir. Meselâ Ebû Ubeyde, Uhud’da babası Cerrah’ı öldürmüş, Hz. Ebû Bekir de savaşta oğlu Abdurrahman’a karşı çıkmak istemiş, ama Hz. Peygamber izin vermemiş, Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da kardeşi Ubeyd bin Umeyr’i öldürmüştü. Aynı şekilde Ömer bin Hattâb, Bedir’de dayısı Âs bin Hişam’ı, Hz. Ali, Hz. Hamza ve Ebû Ubeyde amcazâdeleri olan Utbe, Şeybe ve Velîd bin Utbe’yi öldürmüşlerdi.  

İnsanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah’ın dinine inanmış ve peygamberleri tasdik etmiş kimseler birbirlerinin mânevî akrabası, yakını ve dostudurlar. Bunların aralarında mânevî bir birlik (vahdet) vardır. Mü’minlerle kâfirler ırk ve soy bakımından birbirlerinin akrabası olsalar bile, bu akrabalığın Allah katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un oğlu iman etmediği için, Allah Teâlâ onu Nûh peygamberin âilesinden saymamıştır: “Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş olan) oğlum da âilemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin.’ Allah buyurdu ki: EyNûh! O asla senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi (kâfirdi). O halde hakkında ilmin olmayan bir şeyi Benden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.” [355]

Bütün bunlarla birlikte İslâm, âile bağlarına çok önem verir. Mü’min olmayan akrabalarla her durum ve şartta ilginin kesilmesini emretmez. Onlardan İslâm’a ve müslümanlara düşmanlık gelmez ise, İslâm onlara karşı iyilik yapmayı ve onları ziyâret etmeyi yasaklamaz. “Allah'a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya (eş dost ve arkadaşa), uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.”[356] Özellikle müşrik de olsalar, ana babaya ihsanla/iyilik ve güzellikle davranmayı, onlarla sıcak ilişkiler içine girilmesini arzular: “Biz insana ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce Bana, sonra da ana babasına şükretmesini tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin...” [357]

Bu âyette de görüldüğü gibi, şirk konusunda ana baba dâhil hiçbir kimseye itaat edilmemesi, ama müşrik bile olsalar ana babaya iyilik yapılması emredilmektedir. Nitekim Hz. Âişe’nin kardeşi Esmâ’ya (r.a.), müşrik annesini ziyâret edip iyilik yapması için Hz. Peygamber’in izin verdiği bilinmektedir. [358]

Müslüman olmayan ebeveyne de infak vâciptir; dinleri farklı da olsa, kişi muhtaç olan anne babasına bakmakla yükümlüdür. Bir müslümanın durumu müsait iken, ana babasını sıkıntı ve zorluk içinde kıvranır vaziyette bırakması, tabii ki, bir iyilik ve ihsan sayılmaz. Hâlbuki Kur’an, her şartta ana babaya ihsan ve iyiliği emretmektedir.[359] Allah, akraba ile ilgisini keseni kötülemiş,[360] akrabanın haklarına riâyet etmeyenin günah işlediğini bildirmiş, yakınları kâfir de olsalar, Allah, bunların haklarını yakınlarına vâcip kılmıştır.”Akraba ile alâkayı kesen cennete giremez.”[361] Demek ki, sevgi, velî kabul etmek, onları sırdaş edinmek başka şeydir; kâfir akrabaya nafaka temin etmek, onları ziyâret etmek, onlara ihsanda bulunmak ise daha başka bir şeydir; bunlar birbirine karıştırılmamalıdır.

 

Evliyâullah / Allah’ın Velîleri Kimlerdir?

Velî’nin çoğulu “evliyâ”dır. Halk arasında velî veya evliyâ denilince yukarıda anlatılanlar pek akla gelmez. Kafalarda biraz daha özel bir insan grubu şekillenir. Bir taraftan evliyâ göklere uçurulur, onlara karada ve denizde, yerde ve gökte Allah’a ait nice görevler havâle edilir; fakat böyle bir anlayıştaki yanlışlıklar düşünülmez. Buna karşın Kur’an’ın şiddetli yasaklamasına rağmen kimileri inkârcıları, zâlimleri veya tâğutları velî/dost ve sırdaş edinir. Böylelerine toplumun velâyet-yönetim yetkisini seve seve verir. Hatta onların müslümanların aleyhine olan düşmanlıklarına ortak olur. Bazıları da Kur’an’a göre velâyeti caiz olmayan zorbaların İslâm ülkelerinde kurdukları gayri İslâmî düzenlere ses çıkarmazlar, onların siyasetlerinden memnun kalırlar. Onların zulüm sistemlerine destek olur ve bunun ne anlama geldiğini hiç akıllarına getirmezler.

Birçokları ömürlerini aslı astarı olmayan velî-evliyâ menkıbeleriyle (hikâyeleriyle) tüketirken, müslümanların velâyetini gasbedenlerin İslâm âlemini ne hale getirdiklerini, müslümanlara nasıl davrandıklarını hiç düşünmezler. Yanlış velî-evliyâ düşüncesi sebebiyle niceleri Tevhid dininin dışına çıkarlar da farkında bile olmazlar. Bu konuyu Kur’an’ın ve sünnetin çerçevesi dışında değerlendirenler, özel bir statü verdikleri evliyâda olağanüstü güçler ve yetkiler görürler. Onların peşine takılır, bir dediklerini iki etmezler. Ağızlarından, ya da kalemlerinden çıkan sözleri doğru mu yanlış mı diye düşünmeden benimserler. Evliyâ dedikleri kimselerde mutlaka tabiatüstü bir güç ve kerâmet görmek isterler. Göremeyince de kendileri uydururlar. Ya da önceden uydurulmuş malzemeyi kendi şeyhleri için kullanırlar.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da şaşmaz ölçü Kur’an’dır. Öyleyse velî veya evliyâ kimdir, özellikleri nelerdir? “Haberiniz olsun; Allah’ın velîeri (evliyâullah), onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.”[362] Onlar Allah’tan hakkıyla korkup çekindikleri için, onlara dünyada ve âhirette korku yoktur. Onların ilerisi güzel olduğu için geçmişle ilgili hüzünleri (üzüntüleri) kalmamıştır. Hesapları sebebiyle korkmayacaklar ve hesaplarının kötü olmaması sebebiyle de üzülmeyecekler.

Bu müjdeye kavuşacak olan “evliyâ” kimdir? Cevabı bu âyeti takip eden ikinci âyet veriyor: “Onlar iman edenler ve (Allah’tan) korkup sakınanlardır. Müjde, dünya hayatında ve âhirette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük kurtuluş budur.”[363] Ölçü iman ve takva. Kim hakkıyla iman eder, imanını şirk veya riyâ gibi şeylere bulaştırmazsa ve arkasından da Kur’an’ın tanımladığı takvâya ulaşırsa, işte böyleleri Allah’ın velîleridir.

Yukarıda ifade edildiği gibi, Kur’an ‘velî’ kelimesini hem olumlu hem de olumsuz anlamda kullanmaktadır. Şeytanın velîsi olabildiği gibi, putların da velîsi olabilir. İnkârcılar ve zâlimler her bakımdan birbirlerinin velîsidirler. Buna karşın Allah mü’minlerin velîsi/dostu ve yardımcısıdır. O, müslümanların kendi aralarında da velâyet ilişkisinin olmasını emretmektedir. Bunun yanında Rabbimiz iman edip takvâ sahibi olan kullarını kendine ‘velîler-evliyâu’llah’ olarak seçiyor. Demek ki mü’münler için sıradan bir velî olmak değil; Allah’ın velîlerinden, evliyâullahtan olmak önemlidir.

Mü’min zaten İslâm’a bütün benliği ile iman edendir. Buna bağlı olarak bütün mü’minler de takvâ üzere yaşamak zorundadırlar. İman takvâyı gerektirir. Takvâsız mü’min olunamayacağına göre, Allah’ın râzı olduğu bütün mü’minler evliyâdır, Allah’ın velîsidir. Allah da onların mevlâsıdır. Yukarıda mü’minlerin hepsinin birbirlerinin velîsi olduğu açıklanmıştı. Elbette mü’min deyince, akla, Allah’tan hakkıyla korkup çekinen teslim olmuş müslüman gelir.

Peygamberimiz’den gelen bir rivâyet konuyu daha anlaşılır bir şekilde açıklıyor.     Peygamberimize Allah’ın velîleri kimlerdir diye sorulmuş, O da şöyle buyurmuştur: “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır, zikredilir.”[364]Hz. Ömer’den (r.a.) rivâyet edilen bir hadiste de, kendileri şehid veya nebî olmadıkları halde nebîlerin ve şehidlerin gıpta ettiği, aralarında ticaret ve akrabalık olmadığı halde birbirlerini Allah için seven kimselerden bahsedilmektedir. [365]

Evliyâullah (Allah’ın velî kulları), Allah için severek birbirlerine dost, yârân, ahbap olurlar.[366] Ya da onlar Allah uğruna, O’nun adıyla, O’nun celâli için birbirlerini severler. Bu sevgi ile beraber birbirlerine ilgi gösterirler. [367]

Takvâ sahibi mü’minler, Hakk’ın canlı şâhitleridir. Onlar, İslâm’ın güzelliklerini pratik hayatlarında gösterirler. Onlar İslâm’ı öylesine güzel yaşarlar ki, onlara bakıldığı zaman Rabbimizin ve O’nun verdiği nimetlerin hatırlanmaması mümkün değildir. İşte Allah’ın velî kulları, müttakî mü’minlerdir. Bu gibi mü’minler özel bir sınıf değillerdir. Bu velîlik sıfatını onlar iman ettikleri ve uydukları Kur’an’dan alırlar. Ne peşlerine gelenlerden, ne de yukarılarda olduğu zannedilen ve olağanüstü şahsiyet olarak düşünülen kimselerden.

Bilindiği gibi İslâm’da ruhbanlık ve özel bir sınıf statüsü yoktur. Herkes Allah’ın önünde eşittir ve herkes Rabbine kulluk yapmakla yükümlüdür. Kimsenin Allah katında bir imtiyazı (ayrıcalığı) yoktur. Üstünlük, derece ve sevap kazanma ölçüsü yalnızca takvâdır. Kimin takvâlı olduğunu da yalnızca Allah bilir. Allah’ı râzı etmeye çalışan kullara Allah’ın pek çok yardım ettiğini, onlara çok hayırlar verdiğini, görünen ve görünmeyen nimetlerle desteklediğini, mü’min topluluklarla çeşitli yardımları ulaştırdığını Kur’an haber vermektedir. Mü’minler zaten kerem sahibi insanlardır; Allah dilerse onlara daha fazla kerâmette bulunabilir. 

Kerâmet, velî olmanın şartı değildir. Allah dilediği kuluna dilediği nimeti değişik şekillerde ulaştırır. Tekrar edelim ki, velî olmanın, yani ‘evliyâullah’tan olmanın şartı iman ve takvâdır. Velî olmak evliyâ sayılmak için başka törenlere, şartlara, uzun boylu açıklamalara, tarîkat silsilelerine, başkaları tarafından verilecek ünvanlara ihtiyaç yoktur. Kur’an, kimin velî olduğunu açık açık anlatmaktadır. [368]

 

Tasavvuf Etkisiyle Velî ve Evliyâ Kavramlarında Anlam Kayması

Müslümanım diyenlerce tahrif edilen Kur’an kavramlarından biri, “velî” kavramıdır. Kur’an ve sünnetteki gerçek mânası yönüyle bu kavramın içi boşaltılarak tevhidî konumundan soyutlanıp velâyet, ayrıcalıklı bir sınıfa nisbet edilmiştir. Yaşadığımız toplumda, “tevhid”e zarar vermeye müsâit vesîle, şefaat ve velî anlayışları vardır. Eğer nefsimizi ve çevremizi Kur’an’ın gözlüğüyle görmeye çalışırsak, yanlışlıkların önüne geçebiliriz. Tasavvufun etkisiyle, geleneksel anlamda velî (veya evliyâ); benliğini Allah'ta yok etmek sûretiyle birtakım üstün vasıflar kazanarak, hârikulâde şeyler gösterebilen büyük insan anlamında kullanılmaktadır. Hatta daha da ileri gidilerek Allah adına kâinatın idaresini düzenlemeye yetkili kişiler olarak algılanmaktadır.

Hicretin ilk asrında başlayan zühd ve takvâ anlayışı, giderek tasavvufî bir şekle bürünmüş ve 9. yüzyıldan sonra ise geniş ve renkli bir tefekkür meydana getirmiştir. Velî kavramının, Türkler'in İslâm'a girişinden sonra, İslâm öncesi dinlerinden taşıdıkları Şamanizm, Budizm, Zerdüştlük, Mazdeizm, Maniheizm ve Hıristiyanlık gibi inançların tesiriyle ıstılahlaştığı görülmektedir. Öyle ki, Allah'a yakın olduğu kabul edilen, velî diye vasfedilen bu kişilerin fevkalâde kuvvet ve kudretlerle mücehhez olduğuna ve herhangi bir konuda -sağ veya ölü iken- yardımlarının söz konusu olacağına inanılmaktadır. Böyle bir anlayış, velînin takdis olmasıyla sonuçlanmaktadır. Yukarıdaki anlamıyla müslümanlar arasında yaygınlaşan bu velî kavramının menşe' itibarıyla İslâmiyet'le ilişkisi olmadığı söylenir. Aynen hıristiyanlıktaki saint/aziz kültü gibi, müslümanlar arasında yaygınlaşan bu velî kelimesinin İslâm'dan önceki putperest kültürlerle yakın alâkası olduğu ifade edilir.[369]

Eski Türk şamanları incelendiğinde bunların Türk velî tipine çok benzediği anlaşılır. Gelecekten haber veren, hava şartlarını değiştiren, felâketleri önleyen, yahut bunları düşmanlarına Mûsâllat eden, hastaları iyileştiren, göğe çıkıp uçabilen, ateşte yanmayan, yani bu özelliklere sahip olduklarına inanılan Türk şamanları bu hüviyetleriyle âdetâ İslâm sonrası eserlerde velî veya evliyâ olarak tanındı. Şamanist Türkler, şamanların hârikulâde insanlar olduklarına, ruhlar ve gizli güçler ile ilişki kurup onlara istediklerini yaptırabildiklerine inanırlardı. Türklerin velî telakkisinin oluşmasında eski atalar kültürünün de önemi vardır. Ata öldükten sonra onun ruhunun üstün birtakım güçleri olduğuna inanılır ve ondan şefaat beklenir. Bu üstün rûhânî güçlerle donanmış insan tipinin müslümanlıktaki velî tipiyle ilgi kurulmasında güçlük çekilmedi. Kur'ân-ı Kerim'deki çeşitli mûcizeler gösteren peygamberlerin şahsiyetini kendi din adamlığıyla benzeştirdiler. Velî ve evliyâ kültürünün oluşmasına sebep olan unsurlar şunlardır: a) Eski Türk inançları, b) Budizm ve Şamanizm, c) İslâm öncesi kültür, d) Kitab-ı Mukaddes kaynaklı inançlar, d) İslâm’ın (Kur'an ve hadisler) yanlış yorumu.

10-12. asırlarda İslâmiyet, Orta Asya'da yayılırken tekkelerin çoğu eski Budist manastırlarının yerine, yahut yakınlarına yapılıyor, zamanla manastırdaki azize ait menkıbeler, yerli halkla ilişkiler kurmada kolaylık olması için İslâmî bir hüviyete dönüştürülüyordu. Bu usûl, hem Anadolu'da, hem de Rumeli'de tatbik edildi. Meselâ, Hacı Bektaş'ın Sulucakarahöyük'te kurduğu tekke, burada yaşayan Hıristiyanların takdis ettiği Saint Charalambus'a ait kilise ve kültürü İslâmî bir havaya büründürüldü. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu velî veya evliyâların neler yaptıklarını Abdurrahman Câmî'ye ait, tasavvuf kitaplarının meşhurlarından olan eseri Nefehâtü'l-Üns min Hazerâti'l-Kuds isimli eserden takip edelim: 1) Yoğu var etmek, varı yok etmek, 2) Gizli şeyleri açığa çıkarmak, açıkta olanları gizlemek, 3) Ölüyü diriltmek, diriyi öldürmek, 4) Duâyı gerçekleştirmek, 5) Gıyâben söylenenleri işitmek, 6) Gaybden ve gelecekten haber vermek, 7) Su üzerinde yürümek, mekân aşmak, 8) Aynı anda muhtelif yerlerde görünmek, 9) Hayvan, bitki veya cansız maddelerin tesbih ettiklerini duymak, 10) Havada dolaşmak, 11) Vahşi hayvanları emrine almak.

Yukarıda sayılan özelliklere uygun, tarihte ve günümüzde var sayılan velîlere örnekler veren külliyât bir hayli yaygındır. Örnek olarak; Hacı Ubeydullah Ahrar denilen şahıs Semerkant'ta otururken, aynı anda İstanbul'u fetheden Fâtih'in ordusuna yardım eder şeklindeki olay, bütün klasik kaynaklarda çok rahat bir şekilde anlatılır.[370] Bazıları da "insanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yerlere yağardı. [371]

Bazıları da Allah ile konuşabiliyor, hatta O’nu da emri altına alıyor: “Hak Teâlâ dedi: ‘Yâ Cüneyd, ben seninim, sen benimsin. Şimdiye değin sen benim dediğimi tutardım; şimdiden sonra ben senin dediğini tutarım.”[372] Bir başkası: “Evliyâdan bazıları vardır ki, sâdık mürîde vefâtından sonra, hayattayken olduğundan daha fazla menfaat eriştirir. İsterse o velî, kabrinde meyyit olsun. Kabrindeyken müridini yetiştirir. Müridin kabrinden onun sesini işitir. Nitekim Ebu’l-Hasan Hırkani, Beyazıd Bestami’den bu şekilde feyz almıştır.[373] Bazıları işi daha da ileri götürerek; “Allah beni över, ben de onu. O bana kulluk eder, ben de O’na. Bir halde O’nu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişikliği görünce inkâr ederim.” [374]

Velî (veya şeyh) ile sohbetin usûlü: “Evvelâ mümkün ise gusl ile, olmazsa taze bir abdestle iki rekât namaz kılmak, anlayamadığı bir şey varsa, onu kendi kusuruna haml etmek, hiçbir sûrette şeyhin kavl, fiil ve ahvâline kat’iyyen itiraz etmemek, şeyhin kelâmını hakdır diye itikad etmek... Sohbet bitince çok oturmayıp hemen kalkıp izin istemek ve ellerini dizlerini öpüp geri geri gitmek...”[375]; “Allahu Teâlâ’nın ism-i zâhirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü, hatta nisâ (kadınlar) şeklinde, onların organları halinde ayrı ayrı zâhir oldu. Bu tâifeye o kadar bağlandım ki, nasıl bildireyim, kendimi tutamıyordum. Onların şeklindeki zuhur başka hiçbir şeyde yoktu.” [376]

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Allah adına, din adına bu anlatılanların İslâm’la bir ilgisi olmadığı halde, bu eserlerin Kur’an rehberliğinde yeniden okunması ve yeniden değerlendirilmesi gerekir.

Yukarıda görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’e göre, gerçek velî Allah’tır, Birçok âyette Allah’ın mü’minlerin velîsi ve yardımcısı olduğunu görmekteyiz.[377] Yine Kur’an, Allah’tan başka velî edinmeyi yasaklar. “Onların Allah’ın dışında kendilerine yardım edecek velîleri yoktur.”[378]; “Yoksa O’nun dışında birtakım velîler mi edindiler? İşte Allah, velî olan O’dur. Ölü olanları da diriltir. Her şeye güç yetiren O’dur.”[379]; “Haberin olsun, hâlis (katıksız) olan din, yalnızca Allah’ındır. O’ndan başka velîler edinenler (şöyle derler): ‘Biz bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.’ Hiç şüphesiz Allah kendi aralarında ihtilâf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı kâfir olan kimseyi hidâyete eriştirmez.” [380]

Kur’an, insan vasfı olarak velî konusunda da mü’minlerin birbirlerinin velîleri olduğunu belirtir. “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîleridirler; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah'a ve rasûlüne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.”[381]; “İyi bilin ki Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar Allah'a iman etmiş ve muttakî olmuşlardır.”[382] Allah’ın dostları olduğu gibi, şeytanın da dostları vardır. “Şeytanları inanmayanların evliyâsı kıldık.”[383] Takvânın özelliklerini de Kur’an, özellikle Bakara, 3-5 ve 177. âyetlerde açıklar. Bu âyetlere göre takvâ, iman ve sâlih amellerdir. İslâm’ın yaşanması ve hayata geçirilmesidir. Kur’an’ın, Rasûlün hayatıyla örnek davranışlar haline, yaşayan Kur’an haline gelmesidir. Mü’min ve müslüman olmanın yolu, velî olmanın yolu, Kur’an ve sünnete uygun yaşamaktan geçer. Kur’an, takvâ sahibi olmamızı istiyor. Hatta daha da ileri giderek, gerçek mü’minlerin, takvâ sahiplerine önderler olmasını öneriyor. Bu da yaşanan hayata yön verip İslâm’a uygun bir şekilde örneklik yapmakla mümkündür. Allah’ın dostlarının kerâmeti, ihsânı ve takvâsı; Kur’an’ı, yaşanan bir hayat haline getirmesidir. Bazılarının anladığı gibi, kâinata tasarrufta bulunma, duâlara icâbet etme, öldüklerinde geri kalanları mezardan idare etme, mezarları üzerinde kubbeler inşâ edilme şeklinde değlidir.

Kur’an, Hz. Peygamberimiz’e şöyle buyurur: “De ki: ‘Ben kendime Allah’ın dilediğinden başka ne bir yarar, ne de bir zarar verme gücüne sahibim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben sadece iman edenler için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”[384] Yine Kur’an’da insanların kalplerine tasarrufta bulunmak, hakka meyletmeyen kimselerin kalplerine imanı yerleştirmek ve buna benzer hususlarda peygamberlere bile yetki verilmediği[385] halde, birtakım insanlara takvâ adına Kur’an dışı ilâhî sıfatlar vermek, İslâm’ı bilmemek veya bile bile düşmanlık etmek demektir. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin bile sahip olduğu bütün kudret, azamet, üstünlük ve şerefin Allah'a itaat edip tamamıyla O’nun hükümlerini uygulamada olduğunu belirtir.

Hz. Peygamber, Kur’an’dan yüzçevirir, Allah’ın kelâmını değiştirmeye kalkar ve kendi sözlerini ona ilâve edecek olursa; onun başkası üzerinde hiçbir üstünlüğe sahip olamayacağı açıklanır. “Sana gelen ilimden sonra, eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur.”[386]; “De ki: ‘Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim için imkânsızdır. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. Şayet ben Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azâbından korkarım.”[387] Kur’an’da açıklanan bu tür âyetlerin hepsi, Rasûlullah’ın herhangi bir muhâlefeti, sapması veya âyetleri gizlemesinden korkulduğu için indirilmemiştir. Bu âyetlerin indirilmesinden maksat, insanlara, peygamberin Allah'a olan yakınlığının  sebebinin peygamberin -hâşâ- Allah ile bazı ortak sıfatlara sahip olması veya akrabalık -hıristiyanlıktaki oğul anlayışı gibi- bağı olmadığını göstermektir. Böylece, peygamberin özelliğinin, uyarıcı, müjdeleyici olması ve Allah’ın hükümlerine kayıtsız şartsız bağlanması olduğu açıklanmaktadır.

Velî olmak, eşyanın tabiatını tersine döndürmek sûretiyle değil; bilakis eşyanın tabiatı gereğince, sünnetullahın açığa çıkması, fıtratın gelişmesi ve Allah’ın râzı edilmesiyle mümkün olmaktadır. Allah katında yalnızca takvâ ile insanlar birbirlerinden ileride olabilmektedirler. Bu da, azâbından korunmak ve rızâsını kazanmakla mümkündür. Kim Allah'a, O’nun bildirdiği gibi inanır ve sâlih amel işlerse, işte kurtulanlar yanız bunlar olacaklardır. Peygamberlerin hepsi, Allah’ın velî kullarıdır. Onlar Allah’ı râzı etmişler, tevhidi hayatlarında uygulamışlar ve en güzel şâhitler olmuşlardır. Mü’minler de Allah’ın velî kullarıdır. Allah, iman eden ve sâlih amel işleyen kullarını velî/dost edinmektedir. Velînin büyüklüğü buraya kadardır. Müslümanlar da ayrıca, birbirinin velîsidirler. Birbirine yardım eden, bağışlayan, malından yediren, koruyan, kollayan insanlardır. Muhâcir ve esârın birbirlerini velî kabul etmeleri ve uygulamaları ile elimizdeki sağlam bilgiler, bizler için örnek teşkil etmektedir.

İslâm akaidinde, bazı dinî çevrelerde bilinen anlamda kişilere kutsallık izâfe edilerek, hatta onları insanlık vasıflarının da üzerine çıkarmak gibi hayâlî ve mitolojik tipler icat etmek anlayışına yer yoktur. Kur’an’da net bir şekilde açıklanan “evliyâ”nın diğer insanlardan farkı; beşer tabiatının üzerine çıkması, fevkalâdelikler göstermesi veya günahları bağışlaması değil; tevhidî bir inanca sahip olması, münkerden kaçınması ve ma’rûfu emretmesi, her türlü şirke, zulme, haksızlığa karşı tavır sahibi olmasıdır. [388]

Velî/ermiş kabul edilen rûhânîler hakkında birçok menkabeler yazılmıştır. Bu kişilerin hayat öyküleri ve onlara mal edilen olağanüstülükler dikkat ve ibretle incelenmeye değer. Bu mitolojik hikâyeler, velî kabul edilenlerle ilgili inanış biçiminin eksenini oluşturmaktadır. Bu hikâyelerde insanüstü özellikler o kadar astronomiktir ki Allah'ın kitabı ve Rasûl'ün sünnetiyle aydınlanmış aklı başında hiçbir mü'min, bunların gerçekliğini kabul edemez. Çünkü evliyâlık, ermişlik denen inanış kadar, sünnetullahı (Allah'ın evrendeki değişmez kanunlarını) kökünden inkâr eden, Allah'ın kâinat üzerindeki sınırsız egemenliğini yok sayan ve O'na açıkça kafa tutan başka bir inanış biçimi hemen hemen yoktur. Herhangi bir halifenin, kendi şeyhi hakkında rivâyet edilen bu mitolojileri hiçbir zaman yalanlamamış olması, tarîkat liderleri hakkında ciddî bir ahlâk sorununun varlığını ortaya koymaktadır. Gerçekten de hemen hiçbir şeyh, kendisini mezun etmiş olan mürşidinin göklere çıkarılmasına şimdiye kadar itiraz etmemiştir.

Aslında menkabe geleneği, yabancı kaynaklıdır. Özellikle şamanlıktaki "kam" kültünün, budizmdeki "arhanı" kültünün ve hıristiyanlıktaki "azizler" kültünün etkisi altında peydahlanan velîlik/ermişlik inancına bağlı olarak bu gelenek yerleşmiş ve zamanla kurumlaşmıştır.

Tasavvuftaki Evliyâ Nasıl Bir Kişiliktir? Tasavvuftaki anlayışa göre bazı yüce ruhlu insanlar, keskin bir sezgiye, olağanüstü ve gizemli güçlere sahiptir. Bu kişilere, her dinin mistik toplulukları tarafından verilen bazı sıfatlar vardır. Evliyâ, aziz, saint, surp, ermiş gibi. Kalabalıkların çok büyük saygı ve bağlılık gösterdiği bu şahısların, çilehâne, manastır, savmia ve stupa gibi özel ve kutsal sayılan mekânlarda seyr u sülûk, mücâhede, çile, riyâzet ve yoga gibi her dine göre çeşitli adlar altında mistik egzersizler yaparak günahlarından arındığına ve bir ruh temizliğine kavuştuğuna inanılır. Bunlar artık himmet, bereket ve tasarruf sahibidirler. Allah adına, kâinat ve tabiat olaylarını yönetirler (!)

Evliyâ denilen bu insanlar hakkındaki inanışlardan bazıları şöyledir: Bunlar günahsız, yüce ve yanılmaz şahsiyetlerdir; kutsal birer kişiliğe sahiptirler. Gizliyi ve özellikle gönüllerden geçenleri bilirler. Duâları makbuldür; ne dilerlerse Allah o dileği yerine getirir. Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler. En uzak mesâfeleri en kısa bir zamanda katederler. İslâm ordularının (veya bugünkü ordunun) ön saflarında düşmana karşı çarpışır ve zafer sağlarlar... Bu inanç çerçevesinde şartlandırılmış duygusal insanlar, evliyâ diye niteledikleri kişilerin, böylesine olağanüstü güçlerine kendilerini inandırmış, onların hayalleri zorlayan mitolojik hikâyelerini kaleme almışlardır. Tarih boyunca bu konuda "menâkıbnâme" adı altında yazılan kerâmet hikâyeleri, ciltler dolusu birikim oluşturmuştur. (Bunların bazıları, filmlere konu olmuş, "İhlâs"lı müridlerce menkabeler senaryolaşmıştır.)

Her zâtın velîlik derecesi, ona mal edilen menkabelerle ölçülmeye başlanmıştır. Mürîd, üstünlük, olağanüstülük, yücelik ve kerâmet olarak mürşidi için tasavvur edebileceği her meziyet ve olayın, eylemsel biçimde yaşanmış ve gerçekleşmiş olduğundan asla kuşkulanmaz. Ondan sonra da bunları, hayâlinin enginliği ve dilinin zenginliği oranında anlatmaya ve yaymaya başlar. İşte menkabeler böyle oluşmuştur.

Hayatta olduğu sürece "Efendi Hazretleri", "Efendi Baba", "Efendi" unvânı verilen bu zatların her konuştuğunda hikmetler aranır, her sözü sayfalar dolusu yorumlara konu olur, attığı her adımdan, yaptığı her hareketten, göz atmasından, nazar etmesinden, gülümsemesinden, ya da hapşırmasından bile türlü anlamlar çıkarılır. Meselâ, bir kaza mı oldu, "Efendi Hazretleri bunu işaret buyurmuştu", yağmur mu yağdı, "Efendi Hazretleri biraz önce duâ etmişti", çevrelerinde sevilmeyen birinin başına bir belâ mı geldi, "Efendi onu çarptı" vs. Öldükten sonra üzerine saltanatlı bir türbe inşâ edilir; mezarının üzerine süslü bir sanduka kurulur; adı, hayat tarzı, sözleri ve ona ait hemen her şey kurumlaşır ve kutsallaşır.

Hâlbuki İslâm'da böyle bir evliyâ telâkkisi yoktur ve olamaz. Nitekim ilk zâhidler olarak bilinen Hasan el-Basrî, Süfyan es-Sevrî, Abdullah bin el-Mübârek, Fudayl bin İyad, Şakıyk-ı Belhî, Ma'rûf el-Kerhî, Ebû Süleyman ed-Dârânî, Bişr el-Hafî, Seriyy es-Sakatî, Hâris el-Muhâsibî ve Sehl bin Abdullah et-Tüsterî gibi şahsiyetlere, yaşadıkları çağda böyle bir kişilik mal edilmemiştir. Velî kavramı, müslümanların ilk üç kuşağı tarafından tamamen Kur'an'ın tanımladığı şekilde benimsenmiştir.    

Bazılarının tebliğ adına gündeme getirdikleri dinin merkezini şekiller ve hayâller cümbüşü süsler. Din onlar için âyindir, tesbihtir, sarıktır, takkedir, cübbedir, kavuktur, sakaldır, çarşaftır, türbedir, tekkedir, mezar taşlarıdır, kıssa ve menkabelerdir. Bulutlar üstünde uçuşan pembe kanatlı evliyâlardır. Halk açısından da din, yine şekilcilik ve teferruatın merkezde olduğu bir anlayış ve yaşayıştır. Halka göre de İslâm, büyük kubbeli dev câmilerdir, kandildir, mevlittir, ilâhîdir, ezgidir, mehter marşıdır, fetih kutlama törenleridir, festir, kılıçtır, tuğradır, bid’attır, hurâfedir... İslâm’ın, esas olarak Kur’an ve Sünnet’ten ibaret olduğu, dolayısıyla bu iki kaynağın, hayata geçirilmesiyle ancak İslâm’dan söz edilebileceği, hemen hiç kimsenin ilgisini çekmemektedir. Onun için eğer kutsallaştırılmış eşya ve kavramlar hakkında en ufak bir olumsuz düşünceniz varsa dindar kabul edilen toplumun ölçülerine göre belki müslüman bile sayılmazsınız, en azından sapıksınız.

Bilindiği gibi, İslâm’ın temeli imandır ve imanın da ağırlık merkezi Allah Teâlâ’ya Kur’an’da bize kendini tanıttığı sıfatlarıyla inanmaktır. Bu inancın özü ise, kâinatın yaratıcısı, yöneticisi, yönlendiricisi ve düzenleyicisi olarak Yüce Allah’ın bir, eşsiz, benzersiz, ortaksız, vekilsiz, başlangıçsız, sonsuz ve ölümsüz olduğu; ezelden ebede her şeyi bildiği, gördüğü, duyduğu ve her şeye egemen olduğudur. Tevhîdin en kısa özeti budur ve bununla birlikte Allah Teâlâ’nın sonsuz ve sınırsız egemenliği üzerinde hiçbir kimsenin ve herhangi bir gücün hiçbir halde asla etkili olamayacağıdır. Dolayısıyla, yaratığın sebep olduğu herhangi bir etki, yalnızca Allah tarafından yönetilen kâinat düzeninin, birbirine bağlı disiplinleri ve kuralları çerçevesinde ancak meydana gelebilir. Gerçek bu iken, tarihin akışı içinde ve çeşitli etkenler altında zamanla “ermişlik” diye bir inanç peydahlanmış, böylece “evliyâ” diye -sözde- üstün güçlere sahip bazı kimselerin, Allah adına kâinat olaylarına yön verebileceklerine inanılmaya başlanmıştır. Bütün bu anlayışlar, Kur’an ve sahih sünnet çerçevesi içinde sorgulanmalı, inançlardan şirk kalıntıları temizlenmeli, velî kavramı da, diğer İslâmî kavramlar gibi, Kur’an’la sağlaması yapılarak i’tidal içinde yeniden değerlendirilmelidir. Müslümanım diyenlerin kendilerini, inanç ve amelleriyle elden geçirmesi, sağlam teraziyle tartması gerekmektedir. [389]

Bilindiği gibi, “Velî” Allah’ın isimlerinden biridir. Allah kendisinin velî olduğunu söylemektedir; yani koruyucu, kollayıcı, dost, yardımcı, yakın, sahip, efendi mânâsında. Velîyyullah olarak kullanıldığında ise Allah’ın dinini koruyucu, O’nun dininin yardımcısı, O’nun dostu, O’nu sahip ve efendi edinen, yani özetle Allah’ı râzı eden kimse demektir. Bu durumdaki kimseyi Allah yakın edinmekte, O’nu sevmekte, O’ndan râzı olmaktadır. Kullarının arasında Allah'a yakınlığı ile mümtâz bir mevkii bulunmaktadır velîyyullahın. Bu seçkinlik, o kişinin Kur’an’ı ahlâk edişinin doğal bir sonucu olarak güzel ahlâkı sebebiyle insanlar tarafından sevilmek, beğenilmek, imrenilmek halidir. Allah’ın ona yardımı, sünnetullahı, eşyanın tabiatını tersine döndürmek sûretiyle değil; bilakis eşyanın tabiatı gereğince onun işlerinin kolay olmasının, başarıya ulaşmasının gerçekleşmesidir.

Bir müslümanın, diğer müslümanların velîsi olduğuna gelince, mesele hiç de halkın anladığı gibi değildir. Zira, âyetlerde geçen “velî” kelimesi, birbirinin yardımcısı, birbirine hak yolunda yardım eden, malından yediren, birbirini bağışlayan, bir vücudun parçaları arasındaki uyum gibi uyum içinde ve aynı vücudun sağlığını korumaya yönelik bir birliktelik kastedilmektedir. Muhâcir ve Ensâr’ın Hz. Peygamber’i velî olarak kabullenmeleri, birbirlerinin velîsi olduklarıyla ilgili uygulamalar, karşılıklı tavırları, sözleri ve Peygamber’in de onları velî/dost edinmesiyle ilgili bilgiler, bu velîliğin boyutlarını gösterir. Bu gerçek velîlerin hiç biri gaybı bilmediği gibi, hiç birinin gezdiği yerlere bereket yağdırdıklarına, kızgınlık duyduklarının ölümünü isteyip öldürdüklerine, onları çarptıklarına veya taş yaptıklarına, denizin üzerinde yürüdüklerine, kuru ağacı yeşerttiklerine ve benzeri kerâmetlerine rastlamamaktayız. O kadar rastlamamaktayız ki, Hz. Hamza, Uhud Harbinde kendisini öldürmek için fırsat kollayan ve en çok on-onbeş adım ötesinde bulunan eli mızraklı Vahşi’nin varlığından habersizdir. Hz. Ömer, iki adım gerisinde, safta namaza durarak kendisini öldürmek için hazırlanan ve hançerleyerek bunu gerçekleştiren Firuz isimli Ebû Lü’lü künyeli Zerdüştî kölenin niyetinden (kalbinden geçenden) habersizdi. Hz. Ali, kendisini öldürmek için aylardır plan kuran ve anlaştığı arkadaşlarıyla kararlarının bir parçası olarak kendisini öldürmek için namaz kıldığı câmide bulunan ve onu hançerleyerek emelinin gerçekleşmesini sağlayan Abdurrahman İbn Mülcem’in yanına kadar sokulan varlığından habersiz idi.

Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendilerine İslâm’ı öğretmeleri için gönderilmesini istedikleri tebliğcileri tuzak kurarak yolda öldürenlerin niyetlerinden habersiz olduğu tarihî bir vâkıa olarak karşımızda durmaktadır. Peygamber’in ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) gibi özellikle ileri gelen sahâbenin, Muhâcirlerin ve Ensârın, âyetlerle sâbit bulunduğu üzere yaptıkları amellerden ötürü Allah’ın dostluğunu kazandıklarını biliyoruz. Velâyetlerinden emin olduğumuz bu insanların hiç birinin uçtuğu, su üzerinde yürüdüğü, gaybı bildiği ile ilgili sahih mâlûmâta sahip değiliz. Müslümanlık lâfla değil; iman ve yaşayışla isbat edilir. Nasıl ki Rasûlullah, amelleriyle, örnek yaşayışıyla[390] İslâm’ı bize öğretmiştur. Rasûlullah’ın Uhud’da dişi kırılır, bu velîlere bir şey olmaz; Rasûlullah gaybı bilmez, bu velîler bilir. Rasûlullah ölüleri (meselâ amcası Hz. Hamza’yı, oğlu İbrahim’i) diriltemez, bu velîler diriltir. Rasûlullah kılıçla, kalkanla savaşır, bu velîler üfürükleriyle savaşır... [391]

“O’nun berisinden çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler.”[392]; “Belki kendilerine yardımları dokunur diye Allah’ın berisinden ilâhlar/tanrılar edindiler. Ama onların yardıma güçleri yetmez. Oysa ki kendileri onlar için hazır askerdirler.”[393]; “De ki, Allah’ın berisinden çağırdıklarınıza bakın bakalım. Gösterin bana, yeryüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı bulunuyor? Eğer doğru iseniz, bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir Kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Allah’ın yakınından kendisine kıyâmete kadar cevap veremeyecek olanı yardıma çağırandan daha sapık kim olabilir? Oysa ki bunlar onların çağrısından habersizdirler.”[394]; “Şunu bilin ki, göklerde kim varsa ve yerde kim varsa hepsi Allah’ındır. Allah’ın dûnundan/yakınından birtakım ortaklar çağıranlar neyin peşindedirler? Bunların peşine takıldığı belli bir kuruntudan başka bir şey değildir. Onlarınkisi sadece saçmalamadır.” [395]

Bu âyetlerde geçen “dûne” kelimesine, çoğu mealde “başka, gayrı” anlamı verilmektedir. Bu mânâ, “dûne” kelimesinin anlamlarından biridir. Ama bu kelimenin asıl anlamı, “fevka”nın zıddı, yani en üst mertebeden beri, ondan aşağıca demektir. Bir şey, öbüründen biraz aşağıda olunca, bunu ifade için “dûne” kelimesi kullanılır. Buna göre, âyetlerde geçen “min dûnilâllâh”,  yani “Allah’ın dûnundan” ifadesi, Allah’ın en yakınından, yani berisinden demek olur. Zaten Allah’tan başka velîlere tutananlar, hep onların Allah'a çok yakın olduğuna inanmışlardır.

Tasavvufî anlamda velî olmak için aranan şartların başında kerâmet gelmektedir. Hemen bütün tasavvuf kitaplarında velîliğin alâmetlerinden sayılan kerâmet, yani velîlerin izhar edebileceği birtakım hârikulâde olaylar dolayısıyla velîliğin, peygamberliğe benzer bir statü kazandığı dikkat çeker. Mevcut olan bu paralellik, daha 9. yüzyılda, peygamberlerin sonuncusu olması sebebiyle Hz. Muhammed (s.a.s.) için kullanılan “Hâtemu’l-Enbiyâ” terimine benzer bir “Hâtemu’l-Evliyâ” (Velîlerin mührü/sonuncusu) kavramının doğmasına sebep olmuştur.

Burada, bir de velîler arasındaki mertebeler silsilesinden bahsetmek gerekir. Velâyet kavramı, 9. yüzyılda kendi içinde bir mertebelenmeye tâbi tutulmuştur. Şüphesiz velî telâkkisindeki gelişmelerden kaynaklanan bu duruma göre velîler, bir piramid şeklinde muhtelif derecelere ayrılmışlardı. Bu piramidde en alt tabakadan başlayarak sayıları gittikçe azalmak üzere sırayla Recebiyyûn, Müfredûn, Asâib, Nukabâ, Nücebâ, Abdal, Efrâd, Evtâd, İmâmân yer alır ve tepede ise, hepsinin başı olan Kutb bulunur. Dolayısıyla Kutb, bir devirde yeryüzünde mevcut bütün velîlerin en büyüğü olup kâinat, onun otoritesi altında, zikredilen tabakaları oluşturan velîler tarafından yönetilir. Velî kavramındaki, Kur’an’daki anlamdan sapma ve gelişme, sonraki bazı mistik etkilerin, meselâ Yeni Eflâtunculuk’un ve Gnostisizm’in rolüne dikkat çekmek gerekir. Aynı etkilere mâruz kalan hıristiyan mistisizmindeki “saint (aziz)” telâkkisiyle, tasavvuftaki “velî” telâkkisi arasında benzer noktalar hayli fazladır. Meselâ, hıristiyan mistisizminde “saint”, “Allah adamı” ve “Allah dostu”dur. Genel mânâda da, bütün dürüst hıristiyanlar Allah dostudur. Fakat özel anlamda asıl Allah dostu olan, saint/aziz, yani bütün dünyevî zevk ve bağlardan kurtularak birtakım riyâzet ve mücâhede usûlleriyle kendini Allah'a adayan, Ona ulaşabilen hıristiyandır. Hıristiyan mistisizmindeki bu telâkki, tasavvuftaki “velâyet-i âmme” (bütün müslümanların genel mânâda velî olduğu) ve “velâyet-i hâssa”  (dar mânâsıyla tasavvuftaki velî) telâkkisini andırmaktadır. Ayrıca, tasavvufta olduğu gibi “saint” (aziz)in kerâmet (miracle) kavramıyla sıkı ilişkisi de dikkat çeker.

Velî telâkkisindeki bu farklı statünün, ilk zamanlarda İslâm ulemâsı muhitlerinde ve onlara bağlı halk çevrelerinde birden bire kabul görmeyip tepki ile karşılandığını biliyoruz. Özellikle sûfî çevrelerin bütün gayretlerine rağmen, peygamberlik ile velîlik arasındaki paralel noktalar şiddetle reddedilmiştir. Aynı şekilde mu’tezile mezhebi, birtakım üstün vasıflarla techiz edilmiş böyle bir insan telâkkisini, dinin esasına aykırı olduğu düşüncesiyle asla benimsememiştir. Fakat zamanla bu tepkilerin mutasavvıflar tarafından değerlendirilip hesaba katılması sonucu, uyuşma için gösterilen gayretler boşa çıkmadı. İlk tepkilerin giderek şiddetini kaybettiği ve hatta sünnîliğin, velîlik telâkkisini sadece benimsemekle kalmayıp savunduğu bile görüldü. Hiç şüphesiz bu değişmede İmam Gazâlî’nin unutulmaz çabasının büyük rolü olmuştur. Artık günümüzde, halkın büyük çoğunluğu, tasavvufî anlamdaki velî telâkkisini kabul etmeyenleri, eksik (sapık) müslüman sayar; bazı çevrelerde ise bunlar müslüman bile kabul olunmaz.

Türklerin İslâmiyet’e girişinden sonra tasavvufun velî telâkkisi, Türk mutasavvıflarınca da aynen benimsenerek devam ettirilmiştir. Velînin peygambere denk tutulduğu ve onun gibi, söylediği her sözün mutlak kabul gördüğü sözkonusu olmuştur. [396]

 

Sorular

  1.  Velâ ve berâ ne demektir? Sözlük ve ıstılah anlamlarını açıklayın.
  2.  Allah’ın mevlâ, vâlî ve velî olması ne demektir?
  3.  Tevhid, şirk ve müşriklerle ilgili nasıl bir tavrı zorunlu kılar?
  4.  Müslümanların düşmanları, düşman olarak kabul etmesi gerekenleri sayın.
  5.  Kur’an’ın hedefi savaş mıdır, yoksa sulh ve barış mıdır? Niçin?
  6.  Ehl-I Kitaba karşı tavrımız nasıl olmalı?
  7.  Kur’ân-ı Kerim kimlere itaat etmemizi ve kimlere de isyan etmemizi emreder?
  8.  Mü’minlerin kimleri velî edinmeleri şart; kimleri velî edinmeleri de yasaktır?
  9.  Velâ ve berâ konusunda insanlar kaç kısımdır, kısaca bilgi verin.
  10.  Allah için dost olmanın ve düşman olmanın gerektirdikleri hususlar nelerdir?
  11.  Dostun Nitelikleri nelerdir?
  12.  Velî ve velâyetle ilgili üç tane âyet meâli, 3 tane de hadis tercümesi veriniz.
  13.  Velâyetle siyaset ilişkisini açıklayın.
  14.  Müslüman olmayan akrabalara nasıl davranmak gerekir?
  15.  Allah’ın evliyâsı, velîleri kimlerdir, açıklayın.

Tasavvufun etkisiyle velî kavramındaki anlam kayması ve çarpıtma hakkında bilgi verin

[1]Bkz. “Lisânu’l Arab”, “ve-le-ye” maddesi. 15/405.

[2] 13/Ra’d, 11

[3]8/Enfâl, 39-40

[4] 22/Hacc, 78; 66/Tahrim, 2

[5]3/Âl-i İmrân, 149-150

[6] 9/Tevbe, 51

[7] 22/Hacc, 13

[8] 44/Duhân, 41

[9] 47/Muhammed, 11

[10] 47/Muhammed, 11

[11]10/Yûnus, 30; Ayrıca bk. 6/En’âm, 62

[12]2/Bakara, 286

[13] 33/Ahzab, 6

[14] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 747-748

[15]2/Bakara, 257

[16]42/Şûrâ, 9

[17]7/A’râf, 155

[18]34/Sebe’, 41

[19]7/A’râf, 196

[20]12/Yûsuf, 101

[21]2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68

[22]45/Câsiye, 19

[23]5/Mâide, 55

[24]3/Âl-i İmrân, 150

[25]13/Ra’d, 11

[26] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 188-191

[27] 2/Bakara, 107, 120

[28] 18/Kehf, 17

[29] 6/En’âm, 51, 71; 32/Secde, 4

[30] 13/Ra’d, 37

[31] 42/Şûrâ, 28

[32] 42/Şûrâ, 28

[33] 42/Şûrâ, 8-9

[34] 7/A’râf, 155

[35] 2/Bakara, 257

[36] 17/İsrâ, 111

[37] 7/A’râf, 196

[38] 7/A’râf, 155

[39] 34/Sebe’, 41

[40] 7/A’râf, 196

[41] 12/Yusuf, 101

[42] 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68

[43] 6 En’âm, 127

[44] 7/A’râf, 196

[45] 45/Câsiye, 19

[46] 9/Tevbe, 116; 6/En’âm, 70; 18/Kehf, 26; 29/Ankebût, 22

[47] 4/Nisâ, 45

[48] 42/Şûrâ, 44; 17/İsrâ, 97

[49] 4/Nisâ, 173; 45/Câsiye, 7-10

[50] 4/Nisâ, 123

[51] 48/Fetih, 22; 33/Ahzâb, 64-65

[52] 2/Bakara, 120; 13/Ra’d, 37

[53] 9/Tevbe, 74; 33/Ahzâb, 17

[54] 42/Şûrâ, 8; 11/Hûd, 20

[55] 11/Hûd, 113; Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 749-751

[56] 28/Kasas, 41

[57] 17/İsrâ, 71

[58] 37/Saffât, 22-23

[59] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr

[60] Tirmizî, Zühd 45, h. no: 2379

[61] Buhârî, Edeb 96, Ahkâm 10; Müslim, Birr  161, 165

[62] Ebû Dâvud, hadis no: 4599

[63] 68/Kalem, 9

[64] 2/Bakara, 256

[65] 9/Tevbe, 28

[66] 7/A'râf, 179

[67] 4/Nisâ, 140

[68] 2/Bakara, 256

[69] 43/Zuhruf, 26-28

[70] 60/Mümtehıne, 4

[71] 2/Bakara, 219; 9/Tevbe, 20

[72] 60/Mümtehine, 13

[73] 49/Hucurât, 10

[74] 9/Tevbe, 71

[75] 8/Enfâl, 55-61

[76] 20/Tâhâ, 123

[77] 6/En’âm, 112-113; 25/Furkan, 31

[78] 5/Mâide, 3

[79] 2/Bakara, 130-133

[80] 2/Bakara, 45

[81] 2/Bakara, 44

[82] 4/Nisâ, 101

[83] 26/Şuarâ, 75-77

[84] 5/Mâide, 82

[85] 60/Mümtehine, 1-2

[86] 60/Mümtehine, 4

[87] 25/Furkan, 26-29

[88] 42/Şûrâ,

[89] 45/Câsiye, 19

[90] 31/Lokman, 13

[91] 5/Mâide, 45

[92] 2/Bakara, 193

[93] 7/A’râf, 129

[94] 61/Saff, 14

[95] 3/Âl-i İmrân, 139

[96] 37/Sâffât, 171-173

[97] 5/Mâide, 56

[98] 58/Mücâdele, 22

[99] Hilyetü’l-Evliyâ, 1/312

[100] Tirmizî, hadis no: 2696

[101] 3/Âl-i İmrân, 175

[102] İbn Kesir, Tefsir, 1/398

[103] Beyhakî, es-Süneu’l-Kübrâ, Kitâbu Âdâbi’l-Kadı, 10/127; İbn Teymiyye, Sırât-ı Müstakîm, s. 50; Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l-Gayb, 3/611

[104] İbn Kayyım, Ahkâmu Ehli’z-Zimme 1/212

[105] Tirmizî, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, 16/178

[106] Müslim, İman 20

[107] 3/Âl-i İmrân, 75

[108] 3/Âl-i İmrân, 118

[109] Buhârî, İ’tisâm 14, Enbiyâ 50; Müslim, ilm 6; İbn Mâce, Fiten 17

[110] Tirmizî, Zühd hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178

[111] 60/Mümtehine, 4

[112] 5/Mâide, 51

[113] 2/Bakara, 279

[114] 109/Kâfirûn, 1-2

[115] Tirmizî, hadis no: 2696; Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5347

[116] 63/Münâfıkûn, 8

[117] 25/Furkan, 44

[118] 9/Tevbe, 28

[119] 58/Mücâdele, 22

[120] 8/Enfâl, 60

[121] 6/En’âm, 112

[122] 25/Furkan, 3

[123] 4/Nisâ, 128

[124] 2/Bakara, 208

[125] 5/Mâide, 51

[126] 5/Mâide, 57

[127] 2/Bakara, 109, 120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ, 44-45; 57/Hadîd, 16

[128] 3/Âl-i İmrân, 64

[129] 3/Âl-i İmrân, 100

[130] 2/Bakara, 120

[131] 5/Mâide, 51

[132] 5/Mâide, 57

[133] 9/Tevbe, 29

[134] 2/Bakara, 137

[135] 3/Âl-i İmrân, 64

[136] 3/Âl-i İmrân, 69

[137] 3/Âl-i İmrân, 70

[138] 3/Âl-i İmrân, 98-99

[139] 2/Bakara, 65

[140] 2/Bakara, 61

[141] 4/Nisâ, 139

[142] 5/Mâide, 54

[143] 7/A’râf, 3

[144] 4/Nisâ, 13-14

[145]2/Bakara, 256

[146]49/Hucurât, 13

[147]5/Mâide, 56

[148] 2/Bakara, 256; 16/Nahl, 36

[149] 4/Nisâ, 14

[150] 8/Enfâl, 24

[151] 6/En’âm, 129

[152] Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, 2/126-127

[153]9/Tevbe, 23

[154]9/Tevbe, 71

[155]8/Enfâl, 72

[156]5/Mâide, 55

[157]58/Mücâdele, 22

[158]60/Mumtahine, 1

[159]5/Mâide, 80,81

[160]5/Mâide, 51

[161]3/Âl-i İmran, 28

[162]Taberî bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Kim böyle yaparsa onun artık Allah ile bir ilişiği kalmaz…”Yani, dininden irtidat edip küfre girdiği için Allah’tan uzaklaşmış, Allah da ondan uzaklaşmış olur.” Bkz. 6/313.

[163]“Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha”, 998.

[164]Ebu Davud, hadis no: 4681

[165]Bu taksimat için bkz. “el-Velâu ve’l-Berâu fi’l-İslâm”, Kahtânî, 1/109; “el-Îmân, Hakikatuhu, Havarimuhu, Nevakiduhu”, Abdullah el-Eserî, “velâ” maddesi.

[166]5/Mâide, 55, 56

[167]İbn-i Teymiyye, “Mecmuu’l-Fetâvâ”, c.28, s. 208, 209

[168]Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine şöyle demişlerdi, ‘Biz sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız; biz sizi tekfir ediyoruz; bizimle sizin aranızda bir olan Allah’a iman edene dek ebedi düşmanlık ve öfke baş göstermiştir.” (60/Mumtahine, 4)

[169]Tirmizî, hadis no: 1604

[170] “el-Îmân, Hakikatuhu, Havarimuhu, Nevakiduhu”,  “velâ” maddesi; Faruk Furkan.

[171] Bk. 58/Mücâdele, 22; 2/Bakara, 107, 120, 257; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196

[172] 5/Mâide, 55; 9/Tevbe,16

[173] 9/Tevbe, 61, 128; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhân, 6

[174] 3/Âli- İmrân, 110; 41/Fussılet, 34; 2/Bakara, 112; 6/En’âm, 4; 3/Âl-i İmrân, 150; 22/Hacc, 78

[175] 60/Mümtehıne, 1, 8, 9; 8/Enfâl, 60; 9/Tevbe, 71; 3/Âl-i İmrân, 118

[176] Bk. Ebû Dâvud, Büyû’, 78; krş. 10/Yûnus, 62

[177] Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 65-66

[178] 5/Mâide, 55-56; 2/Bakara, 112

[179] 3/Âl-i İmrân, 20

[180] 3/Âl-i İmrân, 31-32

[181] 18/Kehf, 110

[182] 2/Bakara, 286; Remzi Kaya, a.g.e., s. 190-191

[183] 58/Mücâdele, 21-22

[184] 17/İsrâ, 23-24

[185] 9/Tevbe, 23-24

[186] 49/Hucurât, 10

[187] 9/Tevbe, 71

[188] 49/Hucurât, 11

[189] 5/Mâide, 56

[190] 3/Âl-i İmrân, 103

[191] 49/Hucurât, 11-12

[192] 59/Haşr, 9

[193] Bk. S. Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Terc. 10/15-17, hadis no 1327

[194] 3/Âl-i İmrân, 103

[195] 8/Enfâl, 63

[196] R. Kaya, a.g.e., s. 194-196

[197] 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68; 4/Nisâ, 45, 76, 119, 5/Mâide, 55 vd

[198] 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 122; 4/Nisâ, 139; 5/Mâide, 51; 9/Tevbe, 71 vd

[199] 2/Bakara, 282; 3/Âl-i İmrân, 28; 9/Tevbe, 23; 18/Kehf, 26; 60/Mümtehıne, 1 vd

[200] 58/Mücâdele, 22; 3/Âl-i İmrân, 118

[201] 2/Bakara, 107

[202] 2/Bakara, 120

[203] 2/Bakara, 257

[204] 3/Âl-i İmrân, 28-29

[205] 3/Âl-i İmrân, 103

[206] 3/Âl-i İmrân, 118

[207]3/Âl-i Imrân, 150

[208] 4/Nisâ, 45

[209] 4/Nisâ, 138-139

[210] 4/Nisâ, 144

[211] 5/Maide, 51

[212] 5 Mâide, 55

[213] 6/En’âm, 14

[214] 7/A’râf, 27

[215]7/A’râf, 155

[216] 7/A’râf, 196

[217] 8/Enfâl, 73

[218] 9/Tevbe, 23

[219] 9/Tevbe, 24

[220] 9/Tevbe, 71

[221]10/Yûnus, 62-64

[222] 11/Hûd, 113

[223] 12/Yusuf, 101

[224] 25/Furkan, 26-29

[225] 41/Fussılet, 34-35

[226] 58/Mücâdele, 22

[227] 60/Mümtehine, 7

[228] 3/Âl-i İmrân, 103

[229] 49/Hucurât, 10

[230] 9/Tevbe, 71

[231] 7/A’râf, 27

[232] 2/Bakara, 45

[233] 25/Furkan, 26-29

[234] 43/Zuhruf, 67

[235] 5/Mâide, 77-81

[236] 2/Bakara, 257

[237] 3/Ahzâb, 4

[238] 60/Mümtehine, 1-2

[239] 42/Şûrâ, 8

[240] 45/Câsiye, 19

[241] 2/Bakara, 193

[242] 4/Nisâ, 138-139

[243] 35/Fâtır, 10

[244] 63/Münâfıkûn, 8ve yine bk. 10/Yûnus, 65

[245] 58/Mücâdele, 22

[246] 9/Tevbe, 23

[247] 3/Âl-i İmrân, 28

[248] 4/Nisâ, 140

[249] 20/Tâhâ, 131

[250] 3/Âl-i İmrân, 28

[251] 60/Mümtehine, 1

[252] 53/Necm, 29

[253] Mikdat Öccü, Kur’an’da Velî ve Velâyet, s. 95-96

[254] 60/Mümtehine, 7

[255] Tirmizî, Birr 60

[256] 41/Fussılet, 34

[257] 41/Fussılet, 35

[258] Mefâtihu’l-Gayb, 41/Fussılet, 35 âyetinin tefsiri

[259] 3/Âl-i İmrân, 103

[260] 5/Mâide, 2

[261] 60/Mümtehine, 1-2

[262] Ebû Dâvud, 3, hadis no: 4599

[263] Tirmizî, Birr 60

[264] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr

[265] Tirmizî, Zühd 45 hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178

[266] İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin Hanbel, 3/225

[267] Müslim, Birr 161

[268] Tirmizî, Zühd 64

[269] Ebû Dâvud, III/93, hadis no: 2787

[270] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18

[271] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66; Kütüb-i Sitte Terc. 10/133

[272] Ebû Dâvud, Edeb 46, hadis no: 4893; Tirmizî, Hudûd 3, hadis no: 1426; Kütüb-i Sitte Terc. 10/147; Benzer bir hadis için bk. Müslim, Zikr 38, hadis no: 2699; Kütüb-i Sitte Terc. 10/149

[273] 3/Âl-i İmrân, 28

[274] 60/Mümtehine, 1

[275] 9/Tevbe, 23; 60/Mümtehine, 9

[276] 5/Mâide, 51

[277] 2/Bakara, 256

[278] 53/Necm, 29

[279] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr

[280] Hilyetü’l-Evliyâ, 1/312

[281] Tirmizî, hadis no: 2696

[282] 2/Bakara, 120

[283] 5/Mâide, 54

[284] 48/Fetih, 29

[285] Tirmizî, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, 16/178

[286] 3/Âl-i İmrân, 31

[287] 49/Hucurât, 7

[288] 3/Âli- İmrân, 103

[289] Tirmizî, Zühd hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178

[290] 2/Bakara, 257

[291] 4/Nisâ, 76

[292] 5/Mâide, 81

[293] 5/Mâide, 51

[294] 2/Bakara, 279

[295] Tirmizî, hadis no: 2696; Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5347

[296] 63/Münâfıkûn, 8

[297] 25/Furkan, 44

[298] 9/Tevbe, 28

[299] 58/Mücâdele, 22

[300] 20/Tâhâ, 117-119

[301] 3/Âl-i İmrân, 68

[302] 5 Mâide, 55

[303] 8/Enfâl, 72

[304] 9/Tevbe, 71

[305] 29/Ankebût, 41

[306] 5/Mâide, 80-82

[307] 5/Mâide, 57

[308] 5/Maide, 51

[309] 3/Âl-i İmrân, 28; 18/Kehf, 102 vd.

[310] 9/Tevbe, 23

[311] 4/Nisâ, 144

[312] 4/Nisâ, 119

[313] 16/Nahl, 63

[314] 7/A’râf, 27

[315] 6/En’âm, 121

[316] 13/Ra’d, 16

[317] 22/Hacc, 13; 39/Zümer, 3

[318] 2/Bakara, 257

[319] 6/Mümtehıne, 13; 58/Mücâdele, 14-15

[320] 60/Mümtehıne, 1-2

[321] 4/Nisâ, 88-91

[322] 9/Tevbe, 71

[323] 5/Mâide, 55

[324] 9/Tevbe, 23

[325] 49/Hucurât, 10

[326] 3/Âl-i İmrân, 103

[327] 4/Nisâ, 125

[328] 25/Furkan, 28

[329] Tirmizî, Zühd 45, hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178

[330] Buhârî, Enbiyâ, 3; Müslim, Birr 159

[331] Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, 9/511-512

[332] 3/Âl-i İmrân, 28-29

[333] 3/Âl-i İmrân, 118

[334] 8/Enfâl, 73

[335] 4/Nisâ, 144

[336] Riyâzü’s-Sâlihîn, 1/398

[337] Müslim, Birr 161

[338] 8/Enfâl, 73

[339] İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin Hanbel, 3/225

[340] Tirmizî, Zühd 64

[341] 3/Âl-i İmrân, 175

[342] 3/Âl-i İmrân, 146

[343] 17/İsrâ, 73-74

[344] Sami Şener, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 1/414-416

[345] 4/Nisâ, 76

[346] 9/Tevbe, 71

[347] Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasî Kavramlar, s. 77

[348] 9/Tevbe, 73

[349] 4/Nisâ, 173; 18/Kehf, 17; 33/Ahzâb, 65

[350] 49/Hucurâct, 10

[351] 9/Tevbe, 71; 5/Mâide, 55

[352] 9/Tevbe, 23

[353] 9/Tevbe, 24

[354] 58/Mücâdele, 22 ve yine bk. 64/Teğâbün, 14.

[355] 11/Hûd, 45-46

[356] 4/Nisâ, 36

[357] 31/Lokman, 14-15

[358] Buhârî, Hîbe hadis no: 2620; Müslim, Zekât hadis no: 1003

[359] 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23; 31/Lokman, 14

[360] 4/Nisâ, 1

[361] Buhârî, Edeb, hadis no: 5984; Müslim, Birr, hadis no: 2556

[362]10/Yûnus, 62

[363]10/Yûnus, 63-64

[364] Dürrü’l Mensur, 4/370; naklen Elmalılı, 4/495

[365] Müstedrek, 4/170; naklen Elmalılı, 4/495

[366] Ebû Dâvud, Sünne 2, hadis no: 4596, 4/197

[367] Müslim, Birr 38, Hadis no: 2567, 4/1988; Tirmizî, Zühd 53; Dârimî, Rekaik 44, hadis no: 2760, 2/221; Ahmed bin Hanbel, 2/237, 328, 338, 370, 533; 3/87, 4/128, 386

[368] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 755-757

[369] Bk. E. A. Westermarck, İslâm Medeniyetinde Puta Tapma Devrinden Artakalan İtikatlar, Ankara, s. 11, 19-20; Haksöz, sayı: 11 (Şubat 92), s.14

[370] İrfan Gündüz, Osmanlılar'da Devlet-Tekke Münâsebetleri, Sehâ Neşriyat, s. 43-44

[371] Mehmed Zâhid Kotku, Ehl-i Sünnet Akaidi, Sehâ Neşriyat, s. 7

[372] Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, Erkam Y. s. 158

[373] Es-Seyyid Abdülhakim Arvasî, Râbıta-i Şerife, Büyük Doğu Y. s. 19

[374] Muhyiddin-i Arabî, Fusûsu’l-Hikem, M.E.B. Y. s. 48

[375] M. Zâhid Kotku, Tasavvufî Ahlâk, c. 1, s. 90

 [376]İmam-ı Rabbâni, Mektubat Tercümesi, 1. Mektup, Sönmez Neşriyat, s. 6

[377] 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68; 7/A’râf, 155; 9/Tevbe, 116

[378] 42/Şûrâ, 46

[379] 42/Şûrâ, 9

[380] 39/Zümer, 3

[381] 9/Tevbe, 71

[382] 10/Yûnus, 62-63

[383] 7/A’râf, 27

[384] 7/A’râf, 195

[385] 27/Neml, 80; 35/Fâtır, 22-24

[386] 2/Bakara, 120

[387] 10/Yûnus, 15

[388] Arif Çiftçi, Veli ve Evliya Terimleri Üzerine, Haksöz, 11

[389] Geniş bilgi için bkz. Ferit Aydın,  Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik,  s. 285-305

[390] 33/Ahzâb, 21

[391] Geniş bilgi için bkz. Ercüment Özkan, Tasavvuf ve İslâm, özellikle s. 51-100

[392] 7/A’râf, 197

[393] 36/Yâsin, 74-75

[394] 46/Ahkaf, 4-5

[395] 10/Yûnus, 66

[396] A. Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliyâ Menkabeleri, s. 3-4

Pazartesi, 22 Şubat 2021 08:15

KADER

KADER

  • Kader
  • Kader ve Kaza Kavramlarının Anlamı
  • İnsanın Fiilleri
  • Tevekkül; Anlam ve Mâhiyeti
  • Hayır ve Şer Kavramı
  • Kur’ân-ı Kerim’de Hayır ve Şer
  • Her Şeyi Yaratan Allah'tır; Fakat Şer İnsanlardandır
  • Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir âyette “şer” Allah’a nispet edilmez
  • Merhametli Allah'a Rağmen Dünyada Şerlerin Bulunması
  • Hayrın İki Yönü
  • Müslümanın Hayatında Hayır ve Şer
  • Tevekkül ve Kader
  • Bir kimse Başkasının Rızkını Yiyebilir mi?
  • Rızık, Azalıp Çoğalabilir mi?
  • Kısmetimde Varsa, Rızkım Ayağıma Gelir Diyebilir miyiz?
  • Rezzâk (Rızık Veren) Allah'tır; Kader ve Rızık
  • Sorular

 

Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:

* Kader ve kaza kavramlarını açıklayabilmek.

* İnsanın ihtiyârı (tercihi) yönüyle fiillerini sınıflandırabilmek.

* Tevekkül kavramını açıklayabilmek, azimle ilgisini açıklamak.

* Tevekkülle kader arasındaki ilişkiyi izah edebilmek.

* İnsanın tevekküle ihtiyacını açıklayabilmek.

* Hayır ve şerrin mâhiyetini açıklayıp, bunların yaratma ve kesbetme yönünden

    kimlere ve niçin nisbet edilmesi gerektiğini açıklamak.

* Allah’ın niçin şerlere müsaade ettiğini, bunun imtihan ve rızâ kavramlarıyla

   ilişkilerini izah edebilmek.

* Müslümanın hayatında hayır ve şerrin ne gibi roller oynadığını örneklerle açıklayabilmek.

* Rızık kavramının mâhiyetini açıklamak ve Kur’an’da rızık konusundaki önemli

   vurguları izah edebilmek.

* “Rızık azalıp çoğalabilir mi?”, “bir kimse başkasının rızkını yiyebilir mi?” gibi

   sorulara doğru cevaplar verebilmek.

* Çalışmadan rızkın ayağına gelmesini beklemenin doğru olmadığını açıklamak.

* Rızıkla kader arasındaki ilişkiyi izah edebilmek.

* Ecelin ne demek olduğunu ve kısımlara ayrılıp ayrılmadığını izah ederek kaderle

   ilişkisini anlatabilmek.

* Kur’ân-ı Kerim’de ecel ve ölümle ilgili önemli vurgulara örnekler verebilmek.

 

 Kader

“Biz her şeyi bir kader ile (bir ölçüye göre) yarattık.”[1]

Kur’ân-ı Kerim’de “kader” kelimesi, iman esasları içinde sayılan hepimizin bildiği anlamıyla kullanılmamaktadır. Kur’an, bu kelimeyi, evrenin Allah tarafından belirlenmiş kurallar ve ölçüler içerisinde yarattığı; rastgele ve tesadüfî bir şekilde yaratılmadığı anlamında kullanmaktadır. Bu arada Kur’an’ın, kaderi imanın bir prensibi olarak sunmadığı da kabul edilmelidir. Ancak, bu, Kur’an’da kader konusunun yer almadığı anlamına gelmez.

Kur’an’da, hadis rivâyetlerinde iman esasları içinde sayılan kaderin reddedildiğine rastlanmaz; aksine, kaza ve kader inancı ile ilgili çok sayıda âyetler vardır. Bu âyetlerin toplamından, Allah’ın insanlar için bir kaza ve kader tayin ettiğini ve bu takdire iman edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sadece Kur’an’dan yola çıkılınca bile, vahyin belirttiği şekilde kadere iman etmek gerekmektedir. Kaza ve kader konusunda temel esas, Allah’ın bir kaderi, kazâsı ve takdiri olduğuna iman’dır. Fakat, bu kaza ve kaderin ne olduğu ve nasıl cereyan ettiği konuları, tarihten beri tartışılagelmiştir.

Kur’an’da kader konusunun yer alışı, olayların anlatım akışı içerisinde sözkonusu edilmektedir ve bu nedenle anlatım içerisindeki bağlamları gözardı edilmeden, konuyla ilgili bütün âyetler bir araya getirilmek ve onları dikkatli bir değerlendirmeye tâbi tutmak sûretiyle ancak Kur’an’ın kader konusundaki bakış açısı tespit edilebilir. Kur’an’ın değişik yerlerinde kader konusuna değinilirken kimi âyetlerden cebr, kimilerinden de tam bir özgürlük anlamı çıkarılabilir. Nitekim kimi mezhepler kader konusunda cebr ifâde eden âyetleri esas almış ve diğer âyetleri buna göre te’vil etmiş, bazıları tam bir hürriyet ifâde eden âyetleri esas alarak diğerlerini te’vil etmiş, diğerleri de orta bir yol takip etmiştir.

Kur’ân-ı Kerim, kâinatta olup biten her şeyin yüce Allah’ın irâdesiyle ve takdiri ile olduğunu beyan etmekle birlikte; insanın kendi irâdesiyle yaptıklarından yine kendisinin sorumlu olduğunu açıkça belirtmektedir. Kur’an, iman etmek ve inanmamak, iyi ameller işleyip cennete girmek, ya da yaptıkları kötü amel sonucu cehenneme girmeyi bir kader olarak ileri sürmemektedir. Kişinin iman etmesi de, etmemesi de kendi hür seçimine bağlıdır. “De ki: ‘Gerçek, Rabbinizdendir.’ Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Şüphesiz zâlimler için, duvarları çepeçevre onları içine alacak bir ateş hazırladık. Onlar yardım istediklerinde, erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır! İyi hareket edenin ecrini zâyi etmeyiz. Doğrusu iman edip sâlih iş yapanlara, İşte onlara, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada altın bilezikler takınırlar, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyerek tahtları üzerinde otururlar. Ne güzel bir mükâfat ve ne güzel yaslanacak yer!”[2]

Âyetlerde iman etmenin de, inkâr etmenin de insanın hür irâdesine bırakıldığı ve cennete girmenin de, cehennemi hak etmenin de, kişinin yaptıklarının sonuçları olduğu açık bir şekilde anlatılmaktadır. Allah’ın, yaptıklarımızı önceden bilmiş olması, bizi, o yaptıklarımızı yapmaya zorladığı anlamında değildir. Bilakis Allah’ın bilgisindeki o mâlumat, yaptıklarımız sebebiyledir.

 

Kader ve Kaza Kavramlarının Anlamı

Kader: Ezelden sonsuza kadar olmuş veya olacak şeylerin hepsinin zamanının, yerinin ve nasıl olacaklarının Allah tarafından bilinmesidir. Her şey bu bilgiye göre Allah tarafından takdir edilir.

Kader, Allah’ın ilim ve irâde sıfatı ile ilgilidir. Allah ilim sıfatı ile olmuş ve olacak şeyleri bilir. İrâde sıfatı ile şöyle veya böyle olmasını tercih ve takdir eder.

Kazâ: Ezelde Allah tarafından bilinen ve takdir edilen şeylerin, zamanı ve yeri geldiğinde Allah tarafından ortaya çıkarılmasıdır.

Kâinatta her şey kaza ve kadere bağlıdır. Allah’ın takdir ve irâdesinin dışında hiçbir şey olmaz. O’nun takdiri ve irâdesi olmadan bir yaprak bile yerinden kımıldayamaz.

Allah Teâlâ, bu âlem için kanunlar, esaslar ve düzenler koymuştur ve bütün eşya bu kanun ve esaslara göre hareket etmektedir. Bunlar hiçbir zaman zorlama anlamına gelmez. Kaderde icbar (zorlama) diye bir şey yoktur. Kader, kulun işleyeceği şeyleri Yüce Allah’ın ezelde bilmesi ve hayrı yarattığı gibi, insanların şerre dönüştüreceği  şeyleri de O yaratmıştır. Meydana gelecek şeyleri Allah’ın bilmesi ve bu bilmeye göre o şeylerin meydana gelmesinin insan üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Çünkü bilme (ilim), tesir (etki) sıfatı değil; meçhul olan şeyleri açığa çıkarmanın sıfatıdır. Meselâ, güneş veya ay tutulmasının çok önceden astronomi ilmiyle uğraşanlarca bilinip takvimlere yazılması, güneş veya ay tutulmasının sebebi değildir. Bu bilginler bilmeseydi, bu takvimler yazmasaydı güneş veya ay tutulmayacaktı denilemez.    

Allah sonsuz ilmi ile, dünyaya gelen ve gelecek insanların, iyiyi mi yoksa kötüyü mü seçeceklerini bilir. Ancak insanlar, kendilerinin Allah’ın ne şekilde hareket edeceklerini bildiği ve takdir ettiği için hareket ediyor değillerdir. İnsan hak ile bâtılı seçme durumundadır. Hakkı seçerse cennete girecektir; Bâtılı seçerse cehenneme girecektir. Bu kararı imtihan için Allah insana bırakmıştır. İnsan sonucuna katlanmak şartıyla, seçiminde hürdür.

Kadere iman, insana kâinatta her şeyin yüce bir hikmete göre cereyan ettiğini gösterir. Mü’min, kendisine bir zarar geldiği zaman feryadı basmaz. Başarı ve iyilik dokunduğu zaman da her şeyi unutarak sevinip şımarmaz. Böylece mü’min kadere inanmakla dengeli ve mutedil bir olgunluk kazanır.  Dünyada da mutluluğun ve üstünlüğün zirvesine ulaşır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurur: “Gerek yeryüzünde, gerek nefislerinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki, bizim onu yaratmamızdan evvel bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. Allah bunu, elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve O’nun size vereceği ile sevinip şımarmayasınız diye yazmıştır. Allah kendini beğenen kibirli kimseleri sevmez.”[3]

Kaza ve kadere inanmak insanın körü körüne kendini olayların akışına bırakması ve kurtuluş çaresi aramaması değildir. İnsan her şeyin bir sebebe bağlı olduğuna inanarak, sebepleri uygulamalıdır. Meselâ; bir deprem sonrasında, insanlar evsiz kalsa bu durumdan kurtulmanın çarelerini aramalıdırlar.

Rasûlullah (s.a.s.) her zaman kaderi yanlış anlayanlara karşı konulmasını istemiştir. Kader, hiçbir zaman tembelliğin sebebi, masiyetlerin vesilesi ve mecburiyetin varlığını iddia etmenin yolu yapılamaz. Aksine büyük işlerin ardında büyük gayelerin gerçekleştirilmesi için bir yol kabul edilmesi lâzımdır.

Hz. Ömer (r.a.)’in karşısına hırsızın biri getirildiğinde ona niçin hırsızlık yaptığını sorar. Hırsız: “Allah böyle takdir etti, kaderimde hırsızlık yapmak varmış, ne yapayım” deyince, Hz. Ömer: “Buna otuz kamçı vurun ve elini kesin.” diye emir verir. Sebebi sorulduğunda da şöyle cevap verir: “Hırsızlık yaptığı için eli kesilir, Allah’a iftira ettiği için de kamçı vurulur.”

Kader, ancak kader ile önlenir. Meselâ, açlık kaderi, yeme kaderiyle giderilir. Susuzluk kaderi, su içme kaderiyle önlenir. Hastalık kaderi, tedavi ve sağlık kaderiyle önlenir. Tembellik kaderi, çalışma ve gayret kaderiyle önlenir. Dolayısıyla kaderin baskı aracı olması söz konusu olamaz. Mü’min, kaderi bahane ederek tembellik edemez. Mü’min; fakirliğe karşı çalışma ile, cehâlete karşı ilim ile, hastalığa karşı ilaç ve tedavi ile, küfür ve isyana karşı cihad ile karşı koymasını bilen insandır. Mü’min, keder ve hüzünden, âcizlik ve tembellikten her türlü nifak ve şirkten Allah’a sığınır.

Ebû Ubeyde bin Cerrah, veba hastalığından kaçan Hz. Ömer’e şöyle sordu: “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” Bu soruya Hz. Ömer: “Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine sığınıyorum.” diye cevap verdi. “Bulaşıcı veba hastalığından, yine sıhhat ve afiyet kaderine kaçıyorum” demek istemiştir. Sonra, çorak arazi ile verimli araziyi örnek verdi ve develerinin otlaması için çorak araziden verimli araziye geçmesiyle bir kaderden diğer bir kadere intikal ettiğini ifâde etti.

Kader konusunda, bir mü’min için, bunları bilmek yeterlidir. Bunun dışında kader konusunda çatışıp çekişmek, münakaşalar yapmak câiz değildir. Çünkü mutlak kader Allah’ın bir sırrıdır, sınırlı kapasitesi olan insan aklının bu konudaki tüm sırları idrâk etmesi mümkün değildir.

Ebû Hüreyre’nin şöyle dediği rivâyet olunur: “Biz kader konusunda tartışırken Rasûlullah (s.a.s.) yanımıza çıkıp geldi. Kaderi tartıştığımızı görünce, öfkelendi ve yüzü kızardı, sonra şöyle buyurdu: “Size bununla mı gönderildim? Sizden önceki kavimler bunu tartışma konusu yaptıkları için helâk oldular. Bu konuda tartışmanızı istemiyorum.”[4]

 

İnsanın Fiilleri

İnsanın fiilleri 2’ye ayrılır:

a) Gayri ihtiyârî (Kendi isteği dışında) yaptığı fiiller: İnsanın elinde olmadan meydana gelen hareketlerdir. İnsanın açlık hissetmesi, vücudundaki kanın dolaşımı, saçlarının uzaması v.s. gibi işler böyledir. İnsanlar bunlardan ne sevab kazanır, ne de günaha girerler. Dolayısıyla insan bu tür fiillerinden sorumlu değildir.

b) İhtiyârî (İsteği ile yaptığı) fiiller: İnsanın yapıp yapmaması kendine kalmış fiillerdir. Burada insanın nasıl bir harekette bulunacağını seçme şansı vardır. İyi amellerde bulunursa sevab kazanır; kötü amellerde bulunursa günah kazanır. Meselâ, namaz kılmak. Kişi namaz kılarsa Allah’ın rızâsını kazanır, namaz kılmazsa günaha girer. Namaz kılmaya karar vermek insanın kendi isteğine kalmıştır.

 

Tevekkül

Tevekkül: Bir iş için gerekli olan maddî, mânevî sebeplerin hepsini yaptıktan ve başka yapılacak hiçbir şey kalmadıktan sonra, neticeyi Allah’a bırakmak demektir.

İnsan işini götürebileceği noktaya götürdükten sonra, işinin sonunu Allah’a bırakacaktır. Çünkü Allah istemedikten sonra hiçbir şey olmaz. Meselâ; Bir çiftçi tarlasını güzelce sürer, tohumunu eker, gerektiğinde sular, yapabileceği her şeyi yapar, ondan sonra da Allah’a tevekkül eder. Çünkü bilir ki, Allah istemedikten sonra, ne yaparsa yapsın ekin bitmez. Allah Teâlâ Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Bir kere azmettin mi artık Allah’a tevekkül et.”[5] Bu âyet-i kerimede görüldüğü gibi, Allah’a tevekkül etmeden önce azmetme (çalışma, o işin gereklerini yerine getirme) şarttır.

 

Hayır ve Şer Kavramı

Hayır

Türkçe’de “hayır” ve “şer” olarak kullandığımız kelimelerin Arapça asılları “hayr” (noktalı hı ile) ve “şerr”dir. “Hayr” taşıdığı özellik dolayısıyla istenilen, arzu edilen, değerli, dünya ve âhirette faydalı, yarayışlı olan her şeydir. Hayr, ister bir davranış, ister bir ibâdet, ister mal, yani dünyalık yönünden olsun; dünya ve âhirete ait meselelerde faydalı olan, arzu edilen şeyleri ifade eder. Hayır; istenilen, kötü karşılanmayan, kendisine rağbet edilen bir değerdir. “Hayr”ın karşıtı “şerr”dir. Hayr, iyi ve faydalı, rağbet edilen tercihleri ifade ettiği için; ibâdet, iyilik etmek, Allah yolunda harcamak, faydalı mal, kişiye sevap veya şeref kazandıran şeyler hakkında da kullanılmaktadır.

Aynı kökten gelen ‘hayrât’, beğenilen özellikler, davranışlar, sevap amacıyla yapılan iyilikler ve sadaka-i câriye (devam eden sadaka) olan şeyler demektir. Yine aynı kökten gelen ‘ihtiyar’, seçmek, dilemek, irâdesini kullanmak; ‘muhtar’, özgür iradeyle seçilen, beğenilen şey; ‘istihâre’, hayırlı bir işi dilemek; ‘hıyare (çoğulu ahyâr)’, hayırlı kimseler, seçilmişler demektir.

Kur’an’ın geniş kapsamlı kavramlarından biri, hayır kelimesidir. Bu kelimenin hem dünya işlerini, hem de âhiretle ilgili değerleri anlatan birkaç boyutu bulunmaktadır. Hayır ve onun karşıtı olan şer meselesi İslâm tarihinde üzerinde çokça tartışılan konulardan biridir. İslâm ıstılahında “ma’rûf”, her türlü hayrı; “münker” de her türlü şerri ifade eder.

Şer          

‘Şerr’ sözlükte, istenmeyen, arzu edilmeyen, her açıdan kendisinden kaçınılan şey demektir. Bunun yanında fesat, bozukluk, kötülük, kötü şey, zulüm, cezayı gerektiren iş anlamında da kullanılmaktadır. Bazen de sıkıntı, belâ ve musîbet mânâsına gelir. ‘Şerr’in çoğulu “şurûr” ve “eşrâr”dır. Şer her türlü hayrın ve iyiliğin karşıtıdır.

Hayır ve şer ölçüleri, ya mutlak olur, ya da izafi (göreceli) olur. Meselâ, akıl, adâlet, iyilik duygusu her zaman mutlak olarak hayırdır. Zulüm, kötülük, hırsızlık gibi şeyler de mutlaka şerdirler. Bazı şeyler bazıları için geçici olarak hayır veya şer olabilir. Meselâ, mal sahibi olmak şer olmadığı halde, bazıları için şer olabilir. Birisi mal ile kötülük veya zulüm yapıyorsa mal o insan için hayır değildir. Şer, istenmeyen, arzu edilmeyen durumları anlattığı gibi, kötü olan ve insana zararı dokunan şeyleri de ifade etmektedir. Kur’an, akletmeyen sağır ve dilsizleri (inkârcıları) yerde debelenen varlıkların en şerlisi saymaktadır. [6] Çünkü onların yaptıkları hayır olmaz, tuttukları yol yanlıştır. Azgınlıkları yüzünden yeryüzünde hep fesat ve şer olmaktadır.

Şer, bir yönüyle insanın kendisine isâbet eden kötülüktür, yani mutsuzluk veya talihsizlik halidir. İnsan sürekli kendine göre iyi şeyleri ister; ancak, kendisine bir şer (kötülük) dokunursa ümitsizliğe düşer. Biraz rahata kavuşunca da nimetin kimden geldiğini unutur, nankörlük yapar.[7] Hayır, Allah rızâsı düşünülmüş ve takvâya uygun bütün davranış ve işlerdir. Şer ise, Allah’ın rızâsına uymayan bütün işlerdir. Birisi mü’minin halini ortaya koyarken, diğeri de günahı ve kâfirin amellerini nitelendirmektedir. Şirk, küfür, nifak, zulüm gibi tavırların hepsi de şerdir. Bunun sonucu olarak kim zerre miktarı hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre miktarı şer işlerse onun karşılığını görecektir. [8]

Şer, bazen sû’ yani günah işleme duygusunu anlatır. Hayır ve şer kavramları iman ve küfür, itaat ve isyan yerine de kullanılır. Âmentü’de hayrın da şerrin de Allah’tan geldiğine, yani her ikisinin de Allah (c.c.) tarafından yaratıldığına iman ettiğimizi söyleriz. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Hayır ve şer Allah’tan geldiğine göre bizim çabamız ne işe yarar? İnsan, hür irâdeyle yaratılmış ve dünyaya gönderilmiştir. Hayrı da şerri de seçme yeteneği vardır. Allah (c.c.) onu başıboş bırakmamış, hayrı ve şerri anlatan peygamberler de göndermiştir. Bundan sonra dileyen hayır işler, dileyen şer işler. Ancak hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Bu bir anlamda denemek için Allah’ın insana izin vermesi ve onu hareketlerinde serbest bırakmasıdır.

Allah (c.c.) insanı hayır ve şer konusunda denemektedir.[9] Cimrilik edip de mallarını Allah yolunda harcamayanların bu yaptıkları kendileri hakkında bir hayır değil, şerdir.[10] Bazı insanlar mü’minlerden hoşlanmazlar. Allah onlara bundan daha şer olan bir sonucu haber veriyor; Allah’ın lânet ettiği, kızdığı, başka şekillere çevirdiği, tâğuta tapanlar yaptığı kimselerin durumu[11] daha kötüdür. Cehenneme gidecek olanlar, halk arasında en şerli kimselerdir.[12] Mü’minler, şeytanın şerrinden, yaratıkların, gecenin, düğümlere üfleyenlerin, hasetçilerin, vesvese verenlerin şerrinden Allah’a sığınırlar. [13]

Çevremizde olup bitenlere ve insanların işledikleri fillere hayır ve şer hükmünü verebilmemiz için elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü de ancak Allah tarafından bütün insanlara gönderilen son din İslâm’dır. İnsanların aklı ve tarihsel tecrübeleri bu konuda kesin bir ölçü olamaz. Ancak hayır ve şer hükümleri akılla anlaşılır ve uygulanır.[14]

 

Kur’ân-ı Kerim’de Hayır ve Şer

“Hayr” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 176 yerde, türevleriyle birlikte ise toplam 196 yerde geçer. “Şerr” kelimesi ise 31 yerde zikredilir. Kur’ân-ı Kerim’de hayır kavramı, “iyi, güzel, değerli, faydalı ve mal mülk gibi arzulanan şeyler” anlamlarında kullanılır. Hayır, kavram olarak bazen hem mal, hem de o malı Allah yolunda sarf etme iyiliğini veya infak anlayışını ifade etmektedir. Allah’ın insana verdiği mal, -her ne kadar bazıları için şer olsa da) bizzat hayrın kendisidir. Meselâ, Kur’an, Hz. Süleyman’a (a.s.) verilen atlara “hayır” demektedir. Bir başka yerde, ölen birisinin geride bir hayır/mal bırakması durumunda onunla ilgili vasiyette bulunması gerekir denilmektedir. [15]

Mü’minler, Allah yolunda hayırdan ne infak ederlerse; bu, kendileri içindir. Onlar hayır olarak infak ettiklerinin karşılığını tastamam alacaklardır.[16] Görüldüğü gibi burada hayır, hem sahip olunan mal, hem de bu maldan Allah yolunda infak edilen pay, sadaka anlamına gelmektedir. Bir başka âyette ise ‘hayr’ yine ikili bir anlam ifade ederek hem sahip olunan şey, hem takvâya bağlı olarak yapılan amel (iş) yerinde kullanılmaktadır: “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Hayır olarak infak edeceğiniz şey, ana-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir.”[17] Hayır, yine maddî anlamlarda refah, bolluk, zenginlik gibi anlamlarda kullanılır. [18]

 

Hayır kavramı Kur’an’da şu anlamlarda da kullanılmaktadır:

a) Allah’ın sayısız (maddî ve mânevî) nimeti anlamında,[19]

b) Bütün hayırların kaynağı olan vahy ve peygamberlik anlamında, ki vahye uyan mü’minler birçok nimetlere, güzelliklere, sağlam bir inanca ve aralarında kardeşlik duygularına sahip olurlar. Bütün bunlar hayrın ta kendisidir, [20]

c) Gerçek iman, ya da iman etme eğilimi, samimiyet ve iyi niyet anlamında, [21]

d) İman etmenin güzel sonucu, imanın olumlu etkisi anlamında,

e) Sâlih amel, hayırlı iş, kulluk ve sonucu güzel olan işler anlamında, [22]

f) İslâm,[23

g) hikmet[24] anlamında “hayır” kavramı kullanılır. Bütün bu açıklamalardan sonra, hayır kelimesinin Kur'an'da "ma'rûf (iyilik)", şer kelimesinin de "münker (kötülük)" anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz.

Hayır ve karşıtı olan şer, şu âyette birlikte kullanılmıştır: “İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister (Hayra duâ eder gibi şerre de duâ etmektedir). İnsan pek acelecidir.” [25] Âyette aceleci olan insanın, hayrı ister gibi şerri istediği; hayra duâ eder gibi şer için duâ ettiği belirtilmektedir. İnsanın hayrı ister gibi şerri istemesi, üç anlama gelebilir:

1) Bundan kasıt, Kur'an'a inanmayan kişilerin: "Allah'ım, eğer bu hak ise başımıza taş yağdır" gibi sözlerle Hz. Peygamber'le alay edip azap istemelerini kınamaktır. Allah Teâlâ, o insanların Kur'an'a inanıp doğru yola gelecekleri yerde bu hayrı bırakıp şerri istedikleri anlatılmakta, böyle doğru yoldan ayrıldıkları için türlü azaplara, sıkıntılara uğrayan yahûdilerin sonlarına benzer bir cezaya çarpılacaklarını îmâ etmektedir. Âyetlerin söz akışına en uygun mânâ budur.

2) İkinci ihtimale göre, insanın şer istemesi, bunaldığı zaman kendi aleyhine duâ (bedduâ) edip lânet okumasıdır. Bazı insanlar bunalınca "ölsem de kurtulsam!" gibi sözler söyler. Veya çoluk çocuğuna bedduâ eder. Hâlbuki o istediği şey, kendi lehine değil; aleyhinedir, yani şerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.): "Canınız ve malınız aleyhine duâ (bedduâ) etmeyin. Sonra Allah'ın kabul saatine (zamanına) rastlarsınız da duânızı kabul eder." [26] buyurmuştur.

3) Üçüncü ihtimale göre insan, bazen aleyhine olacak bir şeyi hayır sanarak ister, olması için duâ eder, yalvarır, olmayınca üzülür. Gerçekten onun olması, kendi aleyhinedir, şerdir; olmaması hayırdır. Ama insan, işlerin içyüzünü bilmediği için farkına varmadan aleyhine olacak şeyleri ister. Hayrı istediği gibi o şerli şeyi de hayır sanarak ister. Âyette bu üç anlam da muhtemeldir. Daha doğrusu, âyet, bu mânâların hepsini kapsar; fakat siyak ve sibaka göre daha uygun ve temel anlam, birincisidir.[27]“Eğer Allah, insanlara, onların hayrı çabukça istemeleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu (ve hepsi de helâk olurlardı). Fakat Biz, Bize kavuşmayı beklemeyenleri azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız.” [28]

“Hoşunuza gitmediği halde üzerinize savaş yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz.”[29] Bu âyette, hoşlarına gitmese de savaşın, mü'minlere farz kılındığı; hoşlarına gitmeyen bazı şeylerin yararlarına; hoşlarına giden bazı şeylerin de zararlarına olabileceği, işlerin içyüzünü ancak Allah'ın bildiği belirtilmektedir. Evet, insan ne kadar bilgili olsa da, onun bilgisi, ancak duyuların verilerine bağlıdır. Duyulara çarpan olaylardan gelir. Yargısı da görünüşlere göredir. İnsan, olayların iyi veya kötü olduğu, bunlardan doğacak yarar veya zararları deney ile bilir. Çoğu kez bir olayı denemeye imkân olmaz. Denemeye kalkıldığı zaman da iş işten geçmiş olur. İnsan, olayların ancak dışyüzünü bilir; hâlbuki Allah, her şeyi yaratan kendisi olduğundan, her şeyin dışını da içini de bilir. Bu bilgisi uyarınca insanın yararına olan şeyleri emreder, zararına olan şeyleri de yasaklar. O'nun emrettiği her şey, zâhiren hoş görünmese de gerçekte hoştur, hayırdır.

Savaş da görünüşte hoş değildir; çünkü insanın ölümüne sebep olabilir. Ama birkaç kişinin ölümüyle bir toplumun hürriyeti, şeref ve nâmusu kurtarılır. Ölenler de cennette ebedî diriliğe ve mutluluğa erişirler. Peygamberlere arkadaş olmak şerefine ererler. Gerçekten, cihad eden İslâm toplumları yükselmişler, cihadı bırakınca dünya haritasındaki yerleri küçülmeye başlamış, sonunda güzelim ülkeleri yabancılar ve onların güdümündeki yerliler tarafından sömürülmüştür. Cihadı bırakmak, yalnız cepheye gitmemek değildir. Düşmana karşı kuvvet hazırlamayı ihmal etmek, düşman atom bombası yaparken piyade tüfeğiyle yetinmek de cihadı bırakmak demektir.

Âyetten çıkarılacak birinci hüküm, birinci ders cihada katılmak ve cihadı sürdürmektir. İkinci ders de, bazı hoşumuza gitmeyen şeylerin hakkımızda hayırlı olabileceğidir. Nice üzüldüğümüz şeyler vardır ki, sonunda bizim için çok hayırlı olmuş ve nice sevdiğimiz şeyler vardır ki, bizim için kötü sonuç doğurmuştur. O halde, biz elimizden geldiği, gücümüzün yettiği kadar yararlı işler yapıp durumumuzu düzeltmeğe, kötü sonuç doğuracak işlerden kaçmaya, tehlikelerden sakınmaya çalışmalıyız. Fakat Allah'tan başımıza bir olay geldiği, hoşumuza gitmeyen, bizi üzen bir olayla karşılaştığımız zaman da kendimizi üzüntü girdâbına atmak yerine sabretmeli, işin sonunu beklemeliyiz. Bir babanın, küçük çocuğunu bazı şeylerden men etmesi, çocuğun zoruna gitse de onun yararınadır. Doktorun verdiği ilâç acı da olsa hastanın şifasına sebep olabilir. Doktor, zulmünden değil; şefkatinden ötürü o ilâcı hastasına vermektedir. Her arzu ettiğini vermek, hastayı ölüme sürükleyebilir. Şâyet Yüce Allah da sana istediğin bir şeyi vermiyorsa, seni yoksul yaşatıyorsa, seni çocuksuz yapmışsa veya çok sevdiğin bir şeyi elinden almışsa üzülme, sabret; bu hoşuna gitmeyen işlerin içinde senin için kim bilir nice faydalar, hayırlar olabilir. Ya bu vesile ile Allah sana ileride çok yararlı şeyler verecek yahut seni bu olaylarla deneyip ruhunu olgunlaştıracak, mânevî dereceni yükseltecektir.

Biz Rabbimizin her an, her nefes bin türlü nimetiyle besleniyoruz. Bir nefes alış, vücuda oksijen götürür; nefes veriş, vücutta biriken zehirli gazı dışarı atar. Bir nefes alış verişte Allah'ın bize iki lütfu, iki nimeti var. Bir vakit de O'ndan bir sınavla karşı karşıya kalırsak elbette sabretmemiz gerekir. Sabredersek acı olaylar tatlılaşır, Allah olayları hikmetle örmüştür. Bazen hayırlı sonuçları görünüşte insanın hoşuna gitmeyen olaylara bağlamıştır. Şerri hayır yapacak yine O'dur. "Allah tevbe edip güzel iş yapanların kötülüklerini iyiliklere çevirir." [30] Meyveler güneşin karşısında dura dura tatlılaşır. Hakkın rızâsına boyun eğenler de rûhen olgunlaşır, iki cihan mutluluğuna ererler. [31]

Her Şeyi Yaratan Allah'tır; Fakat Şer İnsanlardandır

Her şeyi yaratan ancak Allah’tır. Fakat hayra rızâsı olduğu halde, şerre yoktur. Kaldı ki hayır ve şer dediğimiz, yapılan işin, işlenen fiilin Allah'ın emir ve rızâsına uygun olup olmamasıyla ilgili. Yani, fiilin kendisiyle değil; sıfatıyla alâkalı. Konuşma, görme, işitme, yürüme... hepsi birer fiil; Hayır olsun şer olsun bütün bu fiilleri yaratan Allah'tır. İşlenen fiil, İslâm'a uygun ise hayır; aksi halde şer olur. Zaten Allah'ın birliğine iman eden bir insan, O'nu bütün bu işlerin, bu fiillerin tek yaratıcısı olarak bilmiş olmuyor mu?

İnsan bir işi yapmayı sadece arzu eder ve cüz'î irâdesini o işi yapmaya sarfeder. Neticeyi yaratan ise Allah'tır. Hakikat böyle bilinmezse ortaya şöyle bir tezat çıkar: Aynı fiil hayır olunca Allah tarafından yaratılır, aksi halde... Görme fiilinin yaratıcısı Allah'tır. Göz fabrikası O'nun. Işık ham maddesi O'nun. Görülen bütün eşya da O'nun. O halde bir insan neye bakarsa baksın görmeyi yaratan Allah'tır. Baktığı helâl ise, bu bakış hayır olur, haramsa şer.

Gerek fenalık ve kötülük anlamında olsun; gerek musîbet, belâ, felâket ve sıkıntı anlamlarında olsun insanların şerre dönüştüreceği şeyleri de yaratan Allah'tır. Çünkü her mümkini ve her işi yaratan Allah'tır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Zâtı ekmel olup mutlak kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğu için Allah'ın zat, esmâ (isimler), sıfat ve fiillerinde hiçbir şer yoktur. Şer, insanlarda, insanların işlerinde ve insanın zannına göre yaratıklardadır. Allah insanların şerre dönüştüreceği şeyleri de hikmet ve İlâhî adâletin bir gereği olarak yaratmıştır.

Yüce Allah, insanı bu dünyaya akıl ve irâde vererek imtihan etmek için getirmiştir. Bu sınav âleminde şerrin bulunmaması, dünyanın ve içindeki insanın yaratılış hikmetine aykırı düşerdi. Allah bu evrende insanlara, içlerinden peygamberler göndererek doğru yolu göstermiştir: "Biz ona (insana) iki yol gösterdik."[32] Üstelik insanın ruhuna şerden sakınmanın ve şerri tanımanın bilgilerini koymuş ve ilham etmiştir: "Her nefse (insan ruhuna) ve onu düzenleyene, sonra da ona kötülüğü (n ne olduğunu) ve bundan sakınmayı ilham edene and olsun ki onu (nefsini/ruhunu günah ve şerden) temizleyen felâha ermiştir."[33]

Allah, insanlara şer ve kötülük yaptırmasaydı, zorlasa ve şer için fırsat vermese, onların hepsini kendisine iman eden, tâat ve hayırda/iyilikte bulunan kimseler yapsaydı, daha iyi olmaz mıydı? Allah, böyle yapsaydı, insanın sözgelimi arıdan veya başka herhangi bir hayvandan farkı kalmazdı. Arı, Allah'ın nefsine (canına) koyduğu bir ilham  (içgüdü) ile baldan başka bir şey yapamaz. Onun ne aklı ne de hür bir irâdesi vardır. Fakat Allah, insana akıl, şuur, bilgi edinme ve irâde özellikleri olan bir ruh vererek onu hayvanlardan üstün kılmış ve yeryüzüne halife yapmıştır. İyilik ve hayrın kıymeti, zorlayarak ortaya çıkarılan değildir; şuur ve serbest bir tercih ile yapılmayan hayrın/iyiliğin kıymeti yoktur. "Eğer Rabbim dileseydi, yeryüzünde bulunan bütün insanların hepsi iman ederlerdi."[34] Allah böyle yapsaydı, insanlar akıllarını kullanarak, vicdanlarına tâbi olarak serbest irâdeleriyle hürriyet içinde iman ve hayrı seçmeselerdi, imanın küfre karşı ne değeri olurdu? Küfür ve şer olmasaydı, irâde ve istekle iman ve hayır uğrunda çekilen meşakkatin ne kıymeti kalırdı? Küfrün bilfiil varlığı olmasaydı iman ve kelimetullah nasıl bu kadar yüce ve değerli olurdu? Her şeyin kıymeti, zıddı ile bilinir. Eğer Nuh kavminin küfrü olmasaydı Tûfan mûcizesi meydana gelmezdi. Diğer peygamberlere iman etmeyen kavimlerde helâk âyetleri kendini göstermezdi.

İnsanların şerre dönüştüreceği şeyleri yaratmak şer değildir. Fakat şerri kazanıp şer ile vasıflanmak şerdir. İnsan, aklını kullanarak irâdesini şerre yöneltip kudretini buna sarf ederse, Allah da bunu yaratır. Her şey, Allah'ın dileyip yaratmasıyla vukua geldiği için, kulun irâdesini yöneltip kudretini sarf ederek işlediği işi de sırf husûle gelmesi ve imtihanın gerçekleşmesi için yaratır. Ancak, Allah'ın şerre yardımı ve rızâsı yoktur.

Bazen insan, bir şeyi hayırlı bulmayıp şer zanneder. Fakat Allah kula terbiye olması, aklını başına alması için musîbet verir; günahlarının affolması veya bir kısmından vazgeçilmesi ve o kişinin ecirler kazanması için hastalık, musîbet veya bazı sıkıntılar verir. Allah, bize şer şeklinde görünen sıkıntı ve musîbetleri hayra vesile olması için yaratır. Eşya ve olayların mâhiyet ve kıymetleri, zıtlarıyla anlaşılır. Hastalık olmazsa sıhhatin, cehâlet olmazsa ilmin kıymeti anlaşılamazdı. Yağmur ve karın yağmasında, rüzgârların esmesinde, insanlara zararlı mikrop ve hayvanların yaratılmasında görülen cüz'î şerler, bunların hayır ve faydaları yanında yok gibidir.

Yüce Allah'ın âhirette kâfirler ve günahkârlara vereceği cezalar da adâlet ve hayırdır. Çünkü cezaları hak edenlere verir. Cezayı hak eden ve buna lâyık olan kimselere verilen cezalar, bu kimselere nisbetle şerdir. Çünkü kendilerine acı ve sıkıntı verir.

Eski İran'da mecûsîler ve zındıklar, "âlemdeki bütün hayırları yaratan âlemin tanrısı Hürmüz’dür (Ahura Mazda). Kötülüklerin kaynağı/yaratıcısı ise Ehrimen’dir (Angra Mainyu)" derlerdi. Bunların iddialarına göre, dünyada bu iki kuvvet mutlak hâkimiyeti sağlamak için sürekli mücâdele halindedirler.[35] Her şeyin yaratıcısının Allah olduğu unutulan tahrif edilmiş veya uydurulmuş bâtıl dinlerde hayrı yaratan Allah, şerri yaratmaz denilerek, şer için başka hâlık kabul edilmiştir. Bazıları da şerri şeytanın yarattığını ileri sürmüşlerdir. Bunlar, şerrin yaratılmasını Allah'a yüklemenin hata olacağı düşüncesiyle hareket edenlerdir. Bu yüzden Kur'an, Allah'tan başka yaratıcı bulunmadığını anlatmak için her şeyin hâlıkı Yüce Allah'tır[36] buyurarak, fiilin kulun eseri olduğu bildirilirken, hâlıkının Kendisi olduğunu açıklamıştır. "Ona iki yolu (hayrı ve şerri) göstermedik mi?"[37] buyrulur. Şerri seçenin, kötülüğü yapanın kul olduğu bildiriliyor. O yüzden şerri meydana getirenin Allah olduğunu söylemek doğru olmaz. Şerri meydana getirenin insan olduğunu, Allah'ın ise tek yaratıcı olmasından dolayı insanı ve onun fiillerini yaratan olduğu, birbirine karıştırılmamalıdır. Hayır da şer de kulun fiilidir. Ama imkânları ve fiili meydana getiren kulu, Cenâb-ı Hakk'ın yaratmış olması yönüyle hâlıkı Allah olur.

Kâinatta olan biten her şey Allah’ın meşîeti (yaratması/dilemesi) dâhilindedir. Ama Allah şerri irâde etmez, kâinatta şerrin olmasını, insanların şerde bulunmalarını dilemez. İnsanların hoşuna gitmeyen bazı şeylerin hayır olabileceği Kur’an’da açıklandığı gibi,[38] şerrin de kesb, yani insanların kazanmalarının/amellerinin sonucunda var edildiği belirtilir ve “insanın, işlediği zerre miktarı hayır ve zerre miktarı şerrin karşılığını göreceği”[39]ilân edilir. Dolayısıyla Allah’ın, insanın şerre dönüştüreceği şeyleri yaratması şer değil; tümüyle hayırdır; fakat kulun şerri kazanması, yani kesbi şerdir. Eğer, kulun şerri kesbi neticesinde Allah onu yaratmamış olsaydı, bu defa, kul irâde sahibi olmuş olmazdı.

Kâinatta şeytan gibi, mutlak şer olan (insan açısından mutlak şer değil; hayrı şerrinden fazla olduğundan) yaratıkları da yaratan ve netice itibarıyla onun azmasına fırsat veren de Allah’tır. Yani, şeytanın azması, Allah’ın meşîeti dâhilindeydi. İnsan yeryüzüne imtihan için gönderilmiş ve kendisine irâde verilmiştir; o bu irâdesini kullanarak en alçak bir mevkîye düşebildiği gibi, en yükseğe de çıkabilir. Ortada yüz yumurta olsa, sadece yüz yumurta olarak değer ifade eder; ama bir tavuğun altına konulsa ve yirmisi civciv olup sekseni bozulsa, o zaman yirmi civciv mi daha kıymetlidir; yoksa yüz yumurta mı? Civcivlerin yumurta yanındaki değerleri bir yana, ileride her civciv tavuk olduğunda belki yüzlerce yeni yumurta verecektir. İşte, yeryüzünde insanların belki yüzde sekseni şeytana uyar, ama yüzde yirmisi gerçekten insan olur ve yüceliklere ulaşır; ama hepsi ot gibi kalsa, o zaman insana ne gerek olacaktır? Bu noktada, şeytan gibi mahzâ şer varlıkların varlığı tavzîfîdir (görevlendirme icabıdır). Kaldı ki, şeytanı şeytan yapan, onun kendisidir. Meleklerle birlikte tâbi tutulduğu bir imtihanda bir daha geri dönüşü ve telâfisi mümkün olmayacak bir kayba uğramıştır. Demek oluyor ki, Allah’ın yaratması yönüyle her şey, hayırdır; melekût cihetinde şer yoktur; şer kesb iledir ve mülk cihetindedir.[40]

Allah için yapılan her amel hayır; bunun dışındaki ameller ise şerdir. Kul, Allah Teâlâ'nın yarattığı imkânları, emirlerine uygun olarak kullanırsa, hayır; emrinin aksine kullanırsa şer olur. Bunlardan herhangi birini seçmek ve yapmak, kulun yetkisindedir. Eğer kötülüğü yapmak imkânına sahip olmasaydı, elbette yapamazdı. Şu halde yaratılan, aslında hayır ve şer değil; bunların yapılmasına elverişli imkânlardır. Bu sebeple de bu imkânları yaratan, fiilin hâlıkı olur. Çünkü O’ndan başka yaratan, imkân sağlayan yoktur. Halk etme Allah'a mahsus olduğundan, kulun fiili için bu tâbir kullanılamaz. Çünkü kul, fiilin meydana gelişini sağlayan çeşitli sebeplerden yalnız birinin (işi meydana getiren gücün) sahibidir. Kula fiilin hâlıkıdır demek, işin oluşmasında rol alan diğer bütün âmilleri hesap dışı bırakmak olur.

Kâinatta, gerçek mânâda “şer” vasfına lâyık olanlar, insanların dalâletleri ve günahlarıdır. Bu noktada, “kader sırrı” karşımıza çıkıyor. Dalâlet ve günahlarda insanın fâil ve muhtar olduğunu kabul etmek zorundayız. Bir insan olarak düşündüğümüzde, vicdânî bir muhâsebeye giriştiğimizde, fiillerimizdeki, bu arada kötü eylemlerimizdeki rolümüzü idrâk etmekten kendimizi alıkoyamayız. Yani sorumluluğumuzu ve mahcûbiyetimizi içimizde yaşarız. Fiillerimizin yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna istinad ederek, kötülüklerimizi O’na izâfe etmeye kalksak bile, bunu bir suçluluk hissi ile, aşağılık duygusu ve bahane arama anlayışıyla yaparız.

Kadere inanıyoruz. Ama takdiri önceden bilemediğimize göre ve işlerimizde güç yetirebileceğimizi hissettiğimize göre, kaderi bahane ederek sorumluluğumuzu atamayız. Dünyada hiçbir insan, kendisine yapılan haksızlık ve zulümler karşısında, “ne yapayım, kader böyle imiş!” diye, başına gelene rızâ göstermez; elinden geliyorsa, hakkını almaya uğraşır. Yani, pratikte kader inancı kimseyi bağlamamaktadır. Aleyhimize bir hükmü gerektirdiği zaman, nazar-ı itibara almadığımız bu inancı, Allah'a karşı kullanmak, böylece mes’ûliyeti atmayı ummak, olsa olsa, insan fıtratındaki bencillik ve haksız yere nefsini müdâfaa çabasıdır. O yüzden, insanların kâinatta “şer” olarak isimlendirdikleri keyfiyetler, ya aslında şer değildir; veya, onun sorumlusu insandır. Bundan dolayı bu şerler ile Cenâb-ı Allah’ın rahmân, alîm, hakîm, kadîr, mahlûkatına hiç zulmetmez oluşu bir tenâkuz/zıtlık arzetmemektedir.[41]

 

Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir âyette “şer” Allah’a nispet edilmez:

“Sana gelen hasene/iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir/kendindendir…” [42]

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” [43]

"İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat çıkar. Böylece, onlar yaptıklarının bir kısım karşılığını daha dünya hayatında görürler."[44]

“Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.”[45]

"İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat ortaya çıktı."[46]

"Eğer Allah'ın, insanları bir kısmıyla bir kısmını def edip savması olmasaydı, yeryüzü fesada uğrardı; ama Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir."[47]

“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” [48]

“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” [49]

“Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar. Halkı ıslahatçı kimseler olsaydı, Rabbin o şehirleri haksız yere helak edecek değildi.”[50]

Yine, kötülüğün ve musîbetin insanın kendi yaptığı sebebiyle olduğu konusuyla ilgili bak. 4/Nisâ, 62, 16/Nahl, 34; 28/Kasas, 27; 30/Rûm, 36; 39/Zümer, 51; 42/Şûrâ, 48

 Allah Güzeldir; Her Yaptığı ve Yarattığı da Güzeldir:Allah'ın isim-sıfatlarından biri "muhsin" (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en güzel biçimde yaratmıştır.[51] İnsanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır.

Allah'tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür.[52] Allah, yaratıcıların en güzelidir.[53] Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah'tır.[54] Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır.[55] Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir.[56] Sözün de en güzelini bir kitap halinde indiren O'dur, O'nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir.[57] Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah'ın sözüdür.[58] Bu yüzden, güzel insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır.[59] En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah'a teslim olanların dinidir.[60] Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu'l-hüsnâ) da O'nundur. [61]

 

Merhametli Allah'a Rağmen Dünyada Şerlerin Bulunması

İnsanlar, bazıları meraklarından, bazıları ateist anlayışları için fırsat ve bahane kabul ettiklerinden dolayı, şeytana bir kapı açmışlar ve şu soruya cevap aramaya çalışmışlardır: Merhametli Tanrı’nın şerleri yaratması veya O’na rağmen kâinattta şerlerin bulunmasını nasıl izah ederiz? Hâlbuki, insanların çoğunluk itibarıyla bedbaht ve kötü oldukları, şerrin kol gezdiği bir dünyada yaşıyoruz. Şer, dünyada olanca dehşetiyle vâki olduğuna göre, Allah’ın mutlak kudretini ve sırf hayır olan iyiliğini nasıl telif edebiliriz? Bazıları, bu kapıdan şeytana daha fazla dâvetiye çıkararak, şöyle demeye yeltenmişlerdir: “İnsana Tanrı yokmuş gibi geliyor. Çünkü, eğer iki zıttan birisi mutlak olursa, diğerinin mevcut olmaması gerekir. Bundan dolayı eğer Tanrı var idiyse, şer olmamalıydı. Fakat dünyada şer var, öyle ise Tanrı yok mu?” Bu yoldan giderek bazı insanlar, şerrin varlığının Tanrı’nın yokluğuna delil olduğunu ileri sürmüşler, Tanrı’nın hayır isteyen ve ancak hayırların menbaı olması gerektiğine kail olmuşlardır. Günümüzün ateist, materyalist, hümanist Batı dünyasında bu anlayış(sızlık), giderek yayılıyor.     

Kur’an, şerri bir vâkıa olarak kabul etmektedir. İster insanların isimlendirmelerine göre, ister hakikî mânâsında olsun “şer”, birtakım olay ve eşyanın vasfı olarak Kur’an’da geçmektedir. Fakat Kur’an’ın tenzih esasına dayanan ulûhiyet telâkkisi, bu gerçekle zıt gibidir. Çünkü rahmeti, kudreti, irâdesi ve ilmi sonsuz, zerrece zulmetmekten münezzeh olan Allah Teâlâ’nın, kâinattaki şerleri dileyip yaratmış olması, izaha muhtaçtır. Bu müşkil şu şekilde çözülür:

Şerlerin bulunduğu mekân kâinattır. Allah, kâinatı insan için yaratmıştır. İnsan da, Kur’an’ın ifadesiyle, ibâdet etsin diye yaratılmıştır.[62] İbâdet, çok geniş mânâlara gelmektedir. Bazı âyetlerde, insanın, imtihan içinde olduğu beyan edilmiştir. “İmtihan” ile “ibâdet” içiçedir. İnsana, ibâdet mükellefiyetinden önce, kabiliyetler verilmiştir ve böylece, teklifin icaplarını yerine getirmeye hazırlanmıştır. İnsanın yetenekleri çift yönlüdür; hem hayra, hem şerre imkân verir. İnsan, bu çift özelliğiyle, bir savaş meydanını andırır. İnsanlara, Allah, iyilik yapmalarını emretmiş, kötülüklerden de onları nehyetmiştir. Ama O, iyilik yapmak için, kötülüğe meyilli nefsini ve onun en büyük destekçisi şeytanın vesveselerini altetmesi gerekmektedir. Bunun için, melek ilhamları desteğindeki kalbinin, aklının ve ruhunun kuvvetlendirilmesi şarttır. Peygamberlerin tebliğiyle sınırları belirtilmiş sorumluluklarının îfâsı için Allah’tan istimdât penceresi açıktır.

İnsan, ibâdet dışında, bazı belâlarla denenerek terbiye edilir. Böylece çeşitli merhalelerden geçirilip kendisi için mukadder kemâle yöneltilir. Bunda insanın en büyük silâhı sabırdır. İnsanın terbiyesinde mühim bir yeri olan bu belâlar, şerrin bir çeşididir. Cenâb-ı Allah, insanı hayırlarla ve şerlerle terbiye ederek, rubûbiyetinin “terbiye” vechesini en güzel bir biçimde göstermektedir. Bu, müslümanlar içindir. Her ne kadar buna, insanların perspektifinden bakılarak “şer” ismi verilmişse de, bu belâlar hakikatte sırf hayırdır. Bu durumda, imtihanın bitişi demek olan “ölüm”, mühim iki unsur olarak karşımıza çıkan “nefs” ve “şeytan”, şer olmaktan öte, birçok kemâlâtın tezâhürünü temin eden, hayırlı vesilelerdir.

İnsan, imtihanında ve sorumluluklarında hatalar yapmaktadır. Ya âfâkî ve enfüsî çeşitli sebeplerle Allah’ı inkâr ederek, yaratılış gâyesinden tamamen sapmakta veya inanmakla birlikte, mükellefiyetini hakkıyla yerine getirememektedir. Kur’an’ın telâkkisinde bunlar da “şer”dir. Gerek dalâleti, gerekse kötü fiilleri yaratan bizzat insan olmayıp, Allah Teâlâ ise de, İslâm âlimlerince “kesb” ve “irâde-i cüz’iyye” denilen hisse insana aittir. Dolayısıyla insan fâildir ve yaptıklarından mes’uldür.

Şerrin üçüncü ve sonuncu çeşidi, kötülüklerimizin cezası olarak karşımıza çıkan ve nefsimize “şer” görünen musîbetlerdir. Allah Teâlâ, kâinattaki sünneti çerçevesinde, insanların kötü fiil ve fikirlerine, kalbin mühürlenmesi gibi, aynı cinsten cezâlar vermektedir. Kur’an’da bu kabil “şer”ler, “şu işiniz sebebi ile”, “bu suçunuzdan dolayı” gibi kalıplarla takdim edilmiştir ki, bunların birer cezâ olduğu anlaşılsın. Buna göre de, gerek fert, gerek toplum olarak başımıza gelen felâketler; zelzeleler, kıtlıklar, salgın hastalıklar, seller ve savaşlar, ya şerle imtihanın bir unsuru veya kötülüklerimizin cezâlarıdır. Binâenaleyh bunlar aslında şer değillerdir.

Hâdise ve fiillere “hayır” veya “şer” gibi bir vasıf verebilmek için, elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü, ancak “din”dir. Bu ölçüye göre, şerrin ilk ve sonuncusu esasında şer değildir. İşaret ettiğimiz üzere, imtihan ve özellikle de terbiye vâsıtası olan hiçbir şey, selim akıl sahiplerince “şer” olarak tavsif edilemez. Adâletin tahakkuku demek olan cezâlandırma da, suçlu açısından hoş karşılanmadığı için şer olarak nitelendirilmiş olmakla birlikte, aslında “hayır”dır. Bunların Kur’an’da “şer” diye isimlendirilmesinin, Kur’an’ın bir üslûp özelliği olarak, Allah’ın “tenezzülât-ı ilâhiyye”lerle, bazı kavramları, insanların anladığı veya anlayabilecekleri şekillerde beyan etmesinin neticesi olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bunun yanısıra, (kaynağı beşerî olan ve göreceli hayır ve şer anlayışları açısından) insanların yanılmamaları için, şer olduğu halde hayır zannedilen, hayır olduğu halde şer zannedilen hallerin bulunduğu da hatırlatılmıştır.       

Bu durumda, kâinatta, gerçek mânada “şer” vasfına lâyık olanlar, insanların dalâletleri ve günahlarıdır. Bu noktada, “kader sırrı” karşımıza çıkıyor. Dalâlet ve günahlarda insanın fâil ve muhtar olduğunu kabul etmek zorundayız. Bir insan olarak düşündüğümüzde, vicdânî bir muhâsebeye giriştiğimizde, fiillerimizdeki, bu arada kötü eylemlerimizdeki rolümüzü idrâk etmekten kendimizi alıkoyamayız. Yani sorumluluğumuzu ve mahcûbiyetimizi içimizde yaşarız. Fiillerimizin yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna istinad ederek, kötülüklerimizi O’na izâfe etmeye kalksak bile, bu bir suçluluk hissi ile, aşağılık duygusu ve bahane arama anlayışıyla yaparız.

Kadere inanıyoruz. Ama takdiri önceden bilemediğimize göre ve işlerimizde güç yetirebileceğimizi hissettiğimize göre, kaderi bahane ederek sorumluluğumuzu atamayız. Dünyada hiçbir insan, kendisine yapılan haksızlık ve zulümler karşısında, “ne yapayım, kader böyle imiş!” diye, başına gelene rızâ göstermez; elinden geliyorsa, hakkını almaya uğraşır. Yani, pratikte kader inancı kimseyi bağlamamaktadır. Aleyhimize bir hükmü gerektirdiği zaman, nazar-ı itibara almadığımız bu inancı, Allah'a karşı kullanmak, böylece mes’ûliyeti atmayı ummak, olsa olsa, insan fıtratındaki bencillik ve haksız yere nefsini müdâfaa çabasıdır. O yüzden, insanların kâinatta “şer” olarak isimlendirdikleri keyfiyetler, ya aslında şer değildir veya onun sorumlusu insandır. Bundan dolayı bu şerler ile Cenâb-ı Allah’ın rahmân, alîm, hakîm, kadîr, mahlûkatına hiç zulmetmez oluşu bir tenâkuz/zıtlık arzetmemektedir. [63]

 

Hayrın İki Yönü

Hayrın mânâlarına bakarsak onun iki yönü bulunduğunu görürüz: Birincisi, kaynağı Allah olan hayır; ikincisi, kaynağı insan olan hayır. Bu iki durumda da hayrın anlamı, İslâm’ın bakış açısıyla faydalı, değerli olduğuna hükmedilecek bir şeydir.

Hayır ve şer ya mutlaktır (kesin), ya da izâfîdir (göreceli). Sözgelimi, adâlet, iyilik duygusu, akıl, erdem sahibi olmak gibi şeyler her durumda herkes için hayır’dır. Zulmetmek, haklara tecavüz, yalan, hırsızlık gibi şeyler de herkes için her zaman şerdir. İzâfî (göreceli) hayır ve şer nitelemesi, kişilere ve onların durumlarına göre değişiklik gösterebilir. İzâfî hayrın başında mal sahibi olmak gelir. Mal, servet, dünyalıklar bazılarına hayır olabilir, bazılarına da şer. Helâldan kazanılıp helâla harcanmayan bir mal, sahibi için hayır değildir. Kendisinden İslâm’ın çizdiği sınırlar içerisinde faydalanılmayan mala “hayırlı mal” denilemez. Meselâ, cimrilik yüzünden Allah yolunda harcanmayan bir malda, onun sahibi bir hayr olduğunu sanmamalıdır.[64] Demek ki helâldan kazanılan ve Allah rızâsı uğruna harcanabilen bir mal veya kazanç, az da olsa, sahibi için hayırdır.

Allah (c.c.) mü’minlere gerektiği zaman kendi yolunda, kendi dini uğruna cihad etmeyi, savaşmayı emretmektedir. Mü’minlerden bazıları böyle bir şeyi kendileri için şer (zorluk, meşakkat, ağır bir imtihan, zararlı) sayabilirler. Ancak Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “…Olabilir ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.”[65] Kur’an, kadınlara güzel davranılmasını emrettikten sonra şöyle ilâve ediyor: “…Şâyet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda (sizin için) çok hayr yaratır.” [66]

Kur’an’ın ifadesine göre imtihan için yaratılan insan, çeşitli olaylarla, sıkıntı ve belâlarla imtihan edilir. Başına felâket gelir, zorluğa uğrar, malı elinden gider, yakını ölebilir, zulme uğrayabilir, baskı ve işkence görebilir, dinini yaşamak uğruna zorluklarla karşılaşabilir. Hepsi de denemek içindir. O yüzden insan çoğu zaman kendisi için neyin hayır, neyin şer olduğunu bilemez. Allah (c.c.) insanları bir sınav olmak üzere hayır ve şer ile denemektedir.[67] Bazı insanlar kendisi hakkında hayırlı olanı, faydalı olanı durmadan ister. Bir şerle karşılaştığı zaman ümitsizliğe kapılır. Bir bolluğa ulaştığı zaman da Allah’ın nimet verici olduğunu unutur ve inkârcılığa kalkışır. [68]

Mutlak hayır insan tarafından bilinebilir. Daha doğrusu Büyük Yaratıcı görevlendirdiği elçiler aracılığıyla bütün insanlara hayrı da şerri de açıklamıştır. Bunun dışında olan ve insanların zaman zaman karşılaşacakları olayların, elde ettikleri şeylerin ve kendilerinden kaynaklanan bazı davranışların hayır olup olmadığını bilmek zordur. Ancak iman edip, imanın nuruyla basiret sahibi olan müttakî mü’minler, çoğunlukla kendileri hakkında hayır olan şeyleri anlarlar. Örneğin, bu gibi mü’minler başlarına gelen bir musibeti şer sayıp isyan etmezler. Bilakis onu bir imtihan sebebi sayar, sabreder ve o denemenin gereğini yaparlar.

 

Müslümanın Hayatında Hayır ve Şer

Mü’minler, kendileri şerre sebep olmazlar, şerri üretmezler. Hayır sayılan işlerin takipçisi olurlar. Kendi irâdeleri dışında bir şerle karşılaştıkları zaman sabrederler, ya da şerri hayra çevirmeye çalışırlar. Hayrı ve şerri yaratan Allah’tır. İnsan, kendi özgür irâdesiyle bunlardan birini isteyerek yapar. Ancak onun tercih ettiği hayır ve şer işlerin yaratıcısı Allah’tır. Bir başka deyişle hayır ve şer olan işlerin yapılmasına izin veren, bu konuda insana hürriyet veren Rabbimizdir. Kimilerine göre Allah (c.c.) hayrı yaratır, şerre râzı olmaz. İnsanın hayır ve şer ile denendiğini, onun yaptığı bütün hareketlerden dolayı hesaba çekileceğini düşünürsek; insana şer işleme irâdesinin verilmesini anlarız. Şüphesiz ki mutlak yaratıcı yalnızca Allah’tır.

Hayır, bir anlamda Allah’tan ittika etme (korkup sakınma) şuuruyla işlenen bütün sâlih ameller, yapılan iyilikler, faydalı işlerdir. Bunun zıddı olan şer ise, bütün kötülükler, faydasız ve zararlı işlerdir. Bu bağlamda denilebilir ki, hayır imanın gereği, şer ise, inkârın ve isyânın diğer adıdır. Kur’an şöyle diyor: “Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu(n karşılığını) görür. Kim de zerre ağırlığınca şer işlerse, onu(n karşılığını) görür.”[69]

Allah (c.c.) kullarının şer işlemlerine izin verse bile, şer yapılmasını istemez; buna râzı değildir. O yüzden kullarını sürekli hayra ve hayır işlemeye dâvet eder. Kullarının yanlışlarını ve hatalarını hatırlatarak hayır olanı onlara göstermektedir.[70] Kur’an, bazı amelleri, davranışları ve pozisyonları daha hayırlı saymaktadır. Meselâ, en hayırlı azık, takvâdır.[71] Yetime bakmak,[72] başa kakılan bir sadakadan daha fazîletli olan güzel bir söz,[73] Allah yolunda tasaddukta bulunmak,[74] inkârcıların hilelerine karşı Allah’ın kurduğu tuzak, Allah’ın mü’minlere olan yardımı,[75] âhiret hayatı,[76] rızık verici olarak Allah,[77] eşler arasındaki sulh/barış [78] ve bunlara benzer birçok şey, daha hayırlıdır.

İslâm ümmeti insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı topluluktur. Çünkü onlar Islâma iman eder, ma’rûfu emreder, münkerden sakındırırlar.[79] Kur’an, “Sizden, insanları hayra çağıran bir topluluk bulunsun…”[80] buyurmaktadır. Tefsircilere göre buradaki hayır, İslâm’dır; İslâm’ın ilkeleridir, sâlih ameldir, faydalı olan her türlü iş ve ahlâktır.

Kur’an, her türlü hayrın kaynağı olarak vahyi göstermektedir. Hayra ulaşmak, hayırlı ameller işlemek ve bunların sonunda da hayırlı bir neticeye ulaşmak isteyen insan, vahyin doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Toplumların işlerinin hayır olması da iş başında hayra gönül vermiş kimselerin olmasına bağlıdır. En şerlilerin yönettiği toplumlarda hayır barınamaz. Dünyada da âhirette de gerçek kurtuluşun yolu, hayır sayılan amelleri işlemekle mümkün olur. Bu anlamda hayır, sâlih amelin ta kendisidir. “Ey iman edenler! Rukû edin, secdeye varın, Rabbinize ibâdet edin ve hayır işleyin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.”[81]

İnsanlar farklı farklı hedeflere yönelirler. Kendilerince önemli buldukları işleri yaparlar. Birçokları da kendi yaptıklarıyla övünür. İslâm'a göre ise hayat bir hayır işleme yarışıdır: “Herkesin yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda birbirinizle yarışın…”[82] Mü’minlere düşen Allah’ın gösterdiği hayrı işlemek, hayırda yarışmak, hayrât sahibi olmak, hayırlı mal kazanıp hayra sarfetmek, hayırlı evlat yetiştirmek, ölmeden önce elinden geldiği kadar hayır olan şeyleri tercih etmek ve bütün bu güzel amellerle beraber Kur’an’ın övdüğü “ahyâr”dan/hayırlılardan olmaktır.[83] Mü’min, ölüm gelmeden önce hayırlı ameller konusunda acele eder. [84]

Kur’ân-ı Kerim ve hadislerle diğer İslâmî kaynaklarda hayır kelimesinin, başta mâlî fedâkârlıklar olmak üzere her türlü yardım severliği ifade eden bir anlamda kullanılması ve müslümanların bu tür faâliyetlere teşvik edilmesi, erken dönemlerden itibaren müslümanlar arasında güçlü bir dayanışma ruhu geliştirdiği gibi çeşitli kişi ve kuruluşlarca başta vakıf kurumu olmak üzere, dâruşşifâ (hastane ve sağlık ocağı), dâruleytâm (yetimler yurdu), dârulaceze (düşkünler yurdu, huzur evi), dâruşşafaka (şefkat yurdu, öksüz, yetim ve mağdur çocuklar yurdu ve okulu), imâret (külliye, yoksullara yardım maksadıyla meydana getirilen kuruluş, fakirlere ve öğrencilere yiyecek verilen yer), sebil (yol kenarlarında kurulmuş olan Allah rızâsı için su dağıtılan yapı), köprü, câmi, mektep, medrese, Kur’an Kursu, İmam-Hatip gibi kamuya hizmet veren birçok hayır eserinin meydana getirilmesini sağlamıştır. İslâm dünyasının ekonomik, sosyal, kültürel ve siyâsî krizlere mâruz bulunduğu 20. yüzyılda bu tür faâliyetlerde bir gerileme süreci yaşanmışsa da, yine de hayır faâliyetleri kesilmemiştir. Sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıfları gibi çağdaş yöntemlerle faâliyet gösteren kurumlar günümüzde de oluşturulmakta; bunun yanında özellikle sivil toplum anlayışının yaygınlaşmasına paralel olarak sivil toplum kuruluşu olarak pek çok gayr-ı resmî kişi ve kurumlarca, başta eğitim ve öğretim olmak üzere pek çok alanda hayır faâliyetlerinde bulunan vakıf ve dernekler kurulmaktadır. [85]

 

Azim ve Tevekkül

Azim (azm); Sözlükte “ısrarla istemek, kasdetmek, karar vermek, kesin karar, irâde, sabır” gibi anlamlara gelir. Kur’ân-ı Kerim’de beş âyette[86] “iyilikte sebat ve kararlılık”, dört âyette de[87] fiil şekliyle “kesin karar vermek” anlamında olmak üzere toplam dokuz yerde geçmekte, bunlardan birinde[88] Hz. Peygamber’e “azimli peygamberler” gibi sabırlı olması, acelecilikten sakınması emredilmektedir. Hadislerde azim ve bundan türemiş fiillerle “azme”, “azîme” veya “azâim” gibi müştakları “kararlılık, sabır, niyet, hayırlı iş, farz” gibi mânâlarda kullanılmıştır.

Bir işin yapılmasından önceki aklî teemmüllerle psikolojik arzu ve eğilimlerin doğurduğu tereddüt döneminden sonra o işi şu veya bu şekilde yapmak husûsunda bir tercihe ulaşılırsa bundan azim, ulaşılmazsa tereddüt ve şaşkınlık hali (tehayyür) doğar. Müslüman düşünürler, dinî ve ahlâkî davranışlar için, zihinde tasavvur edilmelerinden başlamak üzere, fiilen gerçekleşinceye kadar birtakım safhalar kabul ederler. Gazzâlî bunları hadis-i nefs (fiilin zihinde doğması), tabii ilgi, hüküm, azim veya kasıt, amel şeklinde sıralamış ve incelemiştir.[89] İlk üç safhada henüz kesin bir karar ve niyet bulunmadığı ve bunlar irâde dışı olduğu için insan, bu safhalarda sorumlu tutulamaz. Azim, aynı zamanda niyet ve kasıt safhası olduğundan insanın sorumluluğu bu noktada başlar. Buna göre kötü bir işe azmetmekle birlikte iyi niyete dayanan bir sebeple bu işi yapmayan veya yapamayan kişi azminden dolayı sorumludur. Ancak, Allah korkusu, günah endişesi gibi dinî ve ahlâkî faktörlerle kötülük yapma kararından dönmek de yeni bir azimdir ve böyle bir kimse, önceki azminden dolayı sorumlu değildir.

Azim insanın hâdis kudretinin eseridir. Böylece fiiller yaratma açısından Allah’a, karar açısından insana nisbet edilir; bu sûretle dinî ve ahlâkî yükümlülük ve sorumluluklar geçerlilik kazanır. Gerçi şeytanın veya bencil arzu ve ihtirasların etkisinde kalan kula, iyilik yönünde kesin karara ulaşabilmesi için Allah tarafından hemen her zaman bir yardım sözkonusudur. Fakat bu yardım, asla cebrî bir müdâhale anlamına gelmez; dolayısıyla kul için İlâhî bir lütuf olan tevfîkın bulunmaması, onu azm-i musammemden mahrum bırakmaz; böylece fâsıkların Allah’ın kazâ ve kaderini günahlarına mâzeret göstermelerinin de anlamı kalmaz.[90] Azim, bütün maddî-mânevî, bedenî-rûhî kuvvetleri toplayıp hedefe yöneltmektir.[91]

 

Tevekkül ve Kader

Tevekkül; Âcizlik gösterme, başkasına güvenip dayanma, Allah'a güvenme, O'nun hükmünün mutlaka meydana geleceğine kesin olarak inanma ve alınması gereken tedbirleri alma anlamında Kur'anî bir terimdir.

 

"Müvekkil" vekil edinen, "tevkîl" ise vekil kılma, vekil edinme demektir. Aynı kökten olan "ittikâl" biraz da tembellik içeren ve boşa gidebilecek bir güvenme ve dayanmayı anlatır. Tevekkülde, kelimenin Arap dilindeki kalıbı gereği bir zorlama vardır. Bu da herhangi bir konuda aklî ve bedenî gücü, yani metot ve eylem fonksiyonunu kullanmayı, dayanılıp îtimat edilecek yere bunun sonucunda dayanmayı ifade eder.

Tevekkülün ıstılâhî/terim anlamı ise: "Kişinin, şartlarını yerine getirerek, işlerini Allah Teâlâ’ya bırakması bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra O’na güvenmesi; kalbin, her işte Allah’a îtimat etmesi, güvenmesidir." Tevekkül, dine veya dünyaya ait herhangi bir hususta, alınacak bütün tedbirler alındıktan, konu ile ilgili tüm girişimler yapıldıktan sonra, o işin neticesinin Allah’a bırakılmasıdır. Tevekkül, insanın kendine yüklenen bütün görevleri yaptıktan sonra işin sonucunu Allah’a bırakması, O’nun yaratacağı neticeyi güven ve rızâ ile karşılayıp, insanlardan bir beklenti içerisinde olmaması; kısaca Allah’a güvenip, âkıbetinden endişe etmemesidir. Tevekkül, kalbin Allah’a tam îtimat ve güveni, hatta başka güç kaynakları düşünmekten rahatsızlık duyması mânâsına gelir. Bu ölçüde bir güven ve îtimat olmazsa, tevekkülden söz edilemez; kalp kapıları Allah’tan başkasına açık kaldığı sürece de hakîkî tevekküle ulaşılmaz.

Tariften de anlaşıldığı gibi tevekkül; müslümanın, yapacağı işlerde tüm zâhirî sebeplere sarılması, alınması gereken tedbirleri alması, çalışıp çabalaması, ama gönlünü bunlara bağlamayıp sadece Allah'a dayanmasıdır; İşin sonucunu Allah’a bırakması, Allah’a güvenip sonuçtan endişe etmemesidir.

Tevekkül, hiç bir zaman, çalışmayı ve sebebe sarılmayı terkedip, “Allah'ın dediği olur” diyerek kenara çekilmek değildir. Nitekim Hz. Peygamber, devesini salıvererek Allah'a tevekkül ettiğini söyleyen bir bedeviye "Onu bağla da öyle tevekkül et."[92] buyurmuştur.

İslâm inancına göre; yaratıkların bütün fiilleri, halleri ve sözleri Yüce Allah'ın kazâ ve takdîri ile meydana gelir. Onun için İslâm alınması gereken tedbirleri aldıktan sonra, insanlara ve aracılara değil, sadece Allah'a dayanma anlamındaki bir tevekkülü emreder. Bir âyette Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Müslümanlar sadece Allah'a tevekkül etsinler, O’na dayanıp güvensinler."[93] Hz. Peygamber de şu sözleri ile müslümanlara tevekkülü tavsiye etmektedir: "Eğer siz Allah’a hakkıyla tevekkül ederseniz, o sizi kuşu rızıklandırdığı gibi rızıklandırır."[94]

Hz. Ömer (r.a.), Medine'de boşta gezen bir gruba: "Siz necisiniz?" diye sordu. Onlar da: "Biz mütevekkilleriz" dediler. Bunun üzerine büyük halife: "Hayır, siz mütevekkil değil, müteekkil (yiyici)lersiniz. Siz yalancısınız, tohumunu yere atıp (toprağa ekip) sonra tevekkül edene mütevekkil denir" dedi.

Bu olay tevekkülden ne anlaşılması gerektiğini çok güzel ifade etmektedir. Gerçek tevekkül güzel bir davranış, ahlâkî bir fazilettir. Cenâb-ı Hak, müslümanlara tevekkülü emretmiş ve mütevekkil olanları sevdiğini haber vermiştir: "Bir de, daima diri olup, hiçbir zaman ölmeyen Allah'a tevekkül et."[95]; "Kim Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter."[96]; "Mü’minler, ancak o kimselerdir ki Allah anılınca kalpleri ürperir, onlara Allah'ın ayetleri okunduğunda o ayetler onların imanlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler."[97]

Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının bir sonucudur. Tevekkül eden kimse, Allah'a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine râzı kimsedir. Fakat, nasıl kadere inanmak tembel tembel oturmayı, herşeyden el etek çekmeyi gerektirmiyorsa, tevekkül de tembellik ve miskinliği gerektirmez. Gerçek mütevekkil, çalışmadan kazanılamayacağını, ekmeden biçilemeyeceğini, amelsiz Cennet'e girilemeyeceğini, ihlâsla ibâdet ve tâatte bulunmadan Allah'ın rızâsına kavuşulamayacağını bilir.[98]

Şüphesiz ki ‘tevekkül’ bazılarının anladığı gibi, havadan ekmek beklemek, gayret etmeden bir başarıya ulaşmak, yerinde oturarak Allah’tan bir şey beklemek değildir. Bu anlamda Allah (c.c.) kimsenin ‘vekil’i değildir. Bazı kimseler, insan olarak üzerlerine düşeni yapmazlar, gerekli çabayı göstermezler, emek sarfetmezler, sonra da işlerini Allah’a havâle ederler. Tâyin ettikleri ‘vekil’in, kendilerinin tüm işlerini görmesini beklerler. İslâm’da böyle bir tevekkül inancı yoktur. Kur’an şöyle diyor: “Allah’tan bir rahmet olarak, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için mağfiret dile ve iş konusunda onlarla danış (müşâvere et). Bir kere azmettinmi (kesin karar verdinmi) de Allah’a tevekkül et. Çünkü Allah, tevekkül edenleri sever.”[99]

Görüldüğü gibi tevekkül’ün oluşum süreci açıktır. Yukarıdaki âyet belli bir konuda yapılması gerekenleri söyledikten sonra tevekkülün gereğine işaret ediyor. “Bir kere azmettinmi” ifâdesi, gerekli kararlılığı ve yapılması gerekli çalışmaları haber veriyor. İman edenler, Rablerinin kendilerini ne ile sorumlu tuttuğunu bilirler. Bunun  şuurundadırlar. Bütün kulluk görevlerinin yerine getirilmesi, bu işin şartıdır. Zaten insan bunun için yaratılmıştır. Görevler yerine gelmeden, sonucu büyük mükâfat ve kazanç olarak beklemek mümkün değildir. Mü’min,  gerekeni yapar, sonuç konusunda Allah’a güvenip dayanır, O’nun vereceği karşılığa râzı olur. İslâm mü’minlere, ilim öğrenmelerini, emirlere uymalarını, rızıklarını aramalarını, Allah yolunda çalışma yapmalarını, düşmana karşı hazırlıklı olmalarını,  din ve dünya işlerinde şûrâya başvurmalarını, işleri kolaylaştıracak metodları bulmalarını, haksızlıktan kaçınıp her işlerinde adâlete uymalarını ve bunlara benzer bir çok güzel şeyi yapmalarını emrediyor. Elbette bu çalışmalar yapılırsa sonuç da güzel olacaktır.

Tevekkül bu anlamda, bütün çalışmaları yaptıktan, bütün görevleri yerine getirdikten sonra duyulan bir iç huzur ve doyumluluk, bir yönden de Allah’ın vereceğine râzı olma ahlâkıdır. ‘Tevekkül’, güçlü bir iman ve Allah’ın emrine uymada sürekli bir kararlılıktır. Tevekkül eden (mütevekkil), yaptığı tevekkülle bir faydayı elde eder, bir zarardan kurtulur. Onun hakkıyla yapacağı tevekkül ona böyle bir sonuç kazandırır ki, böyle bir sonucu başka bir şeyle elde etmek mümkün değildir.

Allah’a tevekkül, O’nun yardım ve desteğine güvenmedir, en uygun çalışmayı yapan, kulluk görevlerini yerine getirenlere iyi sonuç vereceğinden emin olmaktır. Kulun tevekkülü, Allah’ın o kuluna yeterli oluşunun bir sebebidir. Kur’an, mü’minleri tıpkı takvâda olduğu gibi, böyle bir tevekküle teşvik ediyor.[100] Tevekkül, hakka tam bağlılık, azimli ve kararlılık sahibi olma unsurları ile güçlenir, yerine getirilir. Mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül ederler.[101] Onlar sürekli olarak ‘Hasbuna’llahu ve ni’me’l-vekîl; Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ derler.[102] Kur’ân-ı Kerim’de “azm” kelimesi ve türevleri toplam 9 yerde geçer. Tevekkül kelimesinin türediği “v-k-l” ve türevleri ise toplam 70 yerde kullanılır.

Peygamberimiz (s.a.s.) de buyuruyor ki: “Siz Allah’a hakkıyla  tevekkül edebilseydiniz, sizleri de kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı; sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz.”[103] Bu demektir ki kuşlar gibi çaba sarfedenler, bu gayretlerinin sonuçlarını en güzel şekilde görürler.

Her şey bir sebebe bağlıdır. İnsanın kaderi; hedefini, amacını ve bu amacı gerçekleştirecek olan sebebi de içerisine alır. Bu, toprağın mahsul verebilmesi için, onun sürülmesi, ekilmesi, gübrelenmesi ve sulanması gerektiği gibi bir sebep-sonuç ilişkisidir.  “Duâ ve tevekkül, işlerin sonucuna etki etmez!” diyen, amel işlemekle emredilmeyi, sebeplere yapışmayı görmezlikten geliyor demektir. Bir amel işlemeden, bir amaca ulaşmak için bir çaba sarfetmeden, emredilen şeyleri yerine getirmeden bir başarıya veya Allah’ın insana vaad ettiklerine kavuşmak mümkün değildir. Allah (c.c.), mü’min kullarının yalnızca Kendisine tevekkül etmelerini emrediyor.[104]

“Tevekkül”, öteden beri amaçlı ve tek taraflı yorumlara konu ol­muş bir kavramdır. Bunun nedenini, yalnızca tevekkül sözcüğünün ver­diği esnek anlamda değil, bu anlamın insanlar tarafından çarpık al­gı­lanma­sında ara­mak gerekir. Çünkü tevekkülü, kimileri kasıtlı, kimi­leri de ka­sıtsız olarak yanlış yorumlamışlardır. Böylece bu kavram hak­kında ikisi yanlış, biri ise doğru olmak üzere üç ayrı düşüncenin var olduğunu söy­leyebiliriz.

Bu çarpık yorumlardan birincisi, İslâm’a ve Kur’ân’a karşı önyargılı olanlara aittir. Daha çok şartlanmışlık etkisiyle İslâm'a karanlık ba­kan­lara göre tevekkül, kelimenin tam anlamıyla; "her şeyi boşver­mişlik demek­tir. Bu da tembel, miskin, amaçsız ve idealsiz insan tipi­nin hayat anlayı­şıdır. Bu anlayışın kaynağı ise dindir." Tabiatıyla din­den İslâm’ı amaçla­maktadırlar.

Bu görüşün doğruluk derecesini anlayabilmek için Kur'ân-ı Kerim'i in­celemek yeterlidir. Gerçekte de Kur'ân-ı Kerim, bütün emir ve ya­sakla­rıyla ve birçok öğütleriyle müslüman kişiye aktif, hareketli, di­namik ve üretken olması için ruh vermektedir. İslâm'ın ahlâk değer­lerinden ilham alarak yola çıkan müslümanların tarihte elde ettikleri başarılar ve zafer­ler, sanat ve bilim alanında gerçekleştirdikleri eserler de onların tevekkül anlayışının böyle olmadığını ayrıca kanıtlamak­ta­dır. Tevekkülü, her şeyi boşvermek gibi yorumlayanların yanıldı­ğını kanıtlayan bir gerçek de on­ların bu kav­ramı yorumlarken hiç bir kay­nağa dayanmamış olmalarıdır. Nitekim:

“Bu kelimenin mânâsı: Her şeyi kadere ve kısmete bağlayarak gay­ret harcamadan tam bir tevekkül içinde yaşamak demektir”[105] diyen bir ya­zar bu tanımı neye dayanarak yaptığını açıklamamıştır, Çünkü açık­laya­mamış­tır. Ayrıca bu tanımda şöyle bir çelişki vardır: "Her şeyi ka­dere bağ­lamak"ile "gayret harcamadan yaşamak" birbirinden farklı şeylerdir. Çünkü her şeyi kadere bağlamak sanıldığı gibi boşvermişlik değil, bilakis Allah'ın ezelde her şeyi bildiğine inanmaktır. Bu ise,  imanın şartlarındandır. Dolayısıyla Allah’ın (c.c.) ezelde her şeyi bildi­ğine inanmayan insan zâten mü’min değil­dir. "Gayret har­camadan yaşama­"nın ise "her şeyi kadere bağlamak"la hiç bir ilişkisi yoktur. Bu olsa olsa bazı kimselerin bilgisizlikten kaynak­lanan kişisel gö­rüşüdür. Kişisel görüş­lerin ise Kur'ân'ın evrensel de­ğerlerini anlatmak için bir kaynak ya da bağ­la­yıcı bir kanıt olamayacağı açıktır.

Tevekkül konusundaki yanlış görüşlerden ikincisi ise bazı mistik­lere aittir. Bu görüşün temeli, eski stoacı Yunan filozoflarından Antistenes ve Sinop'lu Diogenes’in düşüncelerine kadar dayanmakta­dır. Roma döne­minde de Epiktetos'un ihyâ ettiği bu düşünce İslâm’ın gelişinden sonra bazı tasavvufçular tarafından benimsenmiştir. “Kinizm” denen bu felsefenin zâten adı üstündedir. Çünkü kinik ya­şam tarzı, köpek gibi yaşamak demektir. Bu anlayışa göre: Nasıl ki kö­peğin, ça­lışmak gibi bir gâilesi, bir endişesi ve geleceğe dönük bir amacı ve ideali yoksa -sözde- insan da böyle olmalıdır; Mutluluk böyle bir ya­şam tarzıyla ancak elde edilebilir. Tabiatıyla bir kısım tasavvufçular He­len kökenli mad­deci filozofların bu görüşünü İslâm toplumuna suna­bilmek için onu kendi­lerince İslâmlaştırmış ve bunu da tevekkül kavramını yorumlaya­rak yap­mışlardır.

Tevekkül hakkındaki bu anlayışın yabancı kaynaklardan sızdığı, İslâm'daki tevekkülün ise bu olmadığı noktasında İslâm âlimleri gö­rüş bir­liği içindedirler. Tevekkül kavramının en doğru anlamını Kur'ân-ı Kerim vermek­te­dir. Bunu, özellikle şu âyetten çok iyi anlıyoruz: “… (Bir iş için)  karar verdiğinde Allah'a tevekkül et.”[106]

Bir iş için karar vermek, o konuda gerekli önlemleri almak ve ön ha­zır­lıkları yapmakla olur. Bu zâten doğal bir şeydir. Nitekim insanla­rın, iş­lerine güçlerine gitmeden önce yanlarına birtakım kanıtlayıcı belgeler almaları, araç ve gereçler, ihtiyaç duydukları para, malzeme, silâh, ilâç, ko­ruyucu madde, yiyecek ve içecek gibi şeyleri taşımaları, iş yerlerinde gü­venlik ön­lemleri almaları hep bu gerçeği kanıtlamakta­dır. Herhangi bir konuda karar veren aklı başında bir insanın, o işten bekle­nen sonucu ala­bilmek için ge­rekli ön hazırlıkları yapmış olması en mantıklı şeydir.

Dikkat edilecek olursa, yu­karıda sözü edilen âyet-i ke­rimede iki önemli nokta vardır. Bunlardan bi­rincisi karar vermek, ikincisi ise Allah'a te­vek­kül etmektir. Ancak “tevekkül etmek” âyet-i kerimedeki ifade içinde karar vermeye, (hatta bir anlamda önlem al­maya bağlanmış) ve ondan sonra söz konusu edilmiştir. Bu da kişi­nin boş yere, gaflet içinde ve bilinç­siz olarak Allah'a tevekkül ede­meyece­ğini kanıtlamaktadır. İnsan elbet­te ki önce bir şey planlamış ol­malı ve bunun için birtakım hazırlıklar yapmış, önlemler almış olmalıdır ki gerisini Allah Teâlâ'ya bırakması bir anlam ifade etsin. Bu ölçüler için­deki gerçek tevekkülün aykırı şekline ise “tevâkül” denir.

İnsanın bu dünyadan nasibini alabilmesi için sebeplere sarılması ko­nu­sunda İlâhî öğüt vardır.[107]Ancak Allah Teâlâ mü’­min ki­şiye, alacağı bü­tün önlemlerden ve yapacağı bütün hazırlıklar­dan sonra yine de işini O'na havâle etmesini emretmiş, “Eğer mü’min­se­niz Allah'a tevekkül ediniz.”[108] buyurmuştur. Çünkü şu bir gerçektir ki, insan ne ka­dar tedbirli ve ha­zırlıklı olursa olsun Allah eğer dilerse onun bütün ted­birlerini ve hazırlık­larını boşa çıkarıp işini gücünü altüst edebilir; Bunu, hik­metinin ve takdi­rinin bir sonucu olarak yapabile­ceği gibi, kendine ve al­dığı önlemlere güve­nen gâ­fil insana bir ceza ola­rak da yapabilir. Şu halde yapılacak bütün hazır­lıklar­dan ve alına­cak bü­tün tedbirlerden sonra Allah'a tevekkül etmek İlâhî bir emir­dir. Mü’minin, gaflet içinde olmadı­ğının da ayrıca kanıtıdır. İşte Kur'ân'ın bize öğrettiği ve öğütlediği tevekkül budur.[109]

 

Bir kimse Başkasının Rızkını Yiyebilir mi?

Kimse, kimsenin rızkını yiyemez. Yaşantımız, teferruatı ile bilinmekle, her birimizin neyi elde edeceği, neyi yiyeceği bilinmekle Allah'ın ilminde bellidir. Ona göre kayda geçmiştir. Eğer başka bir şey elde edeceksek, o da kaydedilmiştir. Elde edemeyeceksek, tabii ki kaydı yapılmamıştır. Onun için biri, diğerinin rızkını yiyemez.

 

Rızık, Azalıp Çoğalabilir mi?

Rızkımız azalıp çoğalabilir mi sorusuna, evet cevabı veririz. Çünkü Kur'an, bu konuda net cevap vermektedir: "Allah, kimi dilerse, onun rızkını genişletir, daraltır."[110]; "Allah, rızıkta kiminizi diğer bir kısmınıza üstün kıldı."[111] Allah, kulunun gidişatına göre, mükâfat  olarak  rızkını  çoğaltır  veya  ceza  olarak  daraltır.  "Hatırlayın ki,  Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti."[112]; "Allah, faizi tüketir, sadakaları ise artırır (faiz karışan malın bereketini giderir, sadaka verilen malın bereketini artırır)."[113]

Rızıklarını elde etmede insanların çalışkanlıklarının rolü vardır. Kulun rızkının genişliğinin sebeplerinden birisi de, günahlardan kaçınmak ve namazı dosdoğru ve devamlı kılmaktır. "Kim Allah'tan sakınıp korkar ve günahlardan kaçınırsa, (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a güvenirse, O, ona yeter."[114]"Ailene namaz kılmakla emret ve kendin de ona sebat ile devam et. Biz senden rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırırız. Güzel âkıbet takva ehlinindir."[115]; "Eğer Allah rızkı kulları için bolca yaysaydı, yeryüzünde taşkınlık yapar ve azarlardı. Fakat dilediği kadar bir ölçüyle indirir."[116]; "Allah, kullarından dilediği kimsenin rızkını genişletir ve dilediğine de kısar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilir."[117] Rızıklanmadaki üstünlükte çalışma, sa'y ve gayretin rolü pek büyüktür. Rızkımız, tutacağımız yola göre değişir; tutacağımız yolun Allah'ın ezelî ilmiyle bilinip kaydı ona göre yapılmış olmasıyla, levh-i mahfuz kaydında değişme olmaz.

 

Kısmetimde Varsa, Rızkım Ayağıma Gelir Diyebilir miyiz?

"Kısmetimde varsa, rızkım ayağıma gelir" diyemeyiz. Kısmeti ayağına gönderilenler, kendi imkânlarıyla rızıklarını elde edemeyenlerdir. Meselâ, hareketi sınırlı mikro organizmalar, insan ve hayvan yavruları ki bunlar anaları babaları tarafından beslenir. Yetişkin ve sağlıklı bir insan, çalışarak rızkını elde edecek yeteneğe sahip kılınmıştır. O yüzden kendi gayretiyle rızkını elde etmek zorundadır. Allah'ın koyduğu nizam budur.

Peygamber Efendimiz: “Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı; sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz.”[118] buyurmuştur. Yani kuş, nasıl rızkını aramaya gidip bulmuş ve ondan yararlanmış ise, siz de Allah'a güvenip kuş gibi rızkınızı elde etmeye uğraşırsanız sizi de rızıklandırır buyurmaktadır.

Demek ki rızkın temin edilmesi; aranıp bulunmasına, çalışıp elde edilmesine bağlıdır. Rızkı ayağına gönderilenler; bağırsaklarımızdaki saprofitler, vücudumuzdaki mikroplar, uzuvlarımızı oluşturan hücreler, yapraklarda yaşayan ufak böcekler gibi, kendi gayretiyle bunu elde edemeyecek olanlardır. Yoksa, bu imkâna sahip kılınmış olan canlılar; arayıp bulmak, kendi gayretiyle elde etmek zorundadır. Allah, işlerini koyduğu nizam ve kanunlar çerçevesinde yürütmekte olup hiçbir şeyi başıboş bırakmamıştır. Biz bunların tâbi olduğu nizam ve kanunları öğrenirsek, hareketlerimizi onlara uydururuz. Gerisi kendi bileceği iştir. O kısma bizim aklımız tümüyle ermez. Diler, rızkımızı çoğaltır; dilerse azaltır. İşte, bilmediğimiz; bunu nasıl yaptığıdır. Çalışma, ilk planda gelir, ondan sonrası tevekkülle Allah'a bağlanmaktır.         

Rızık temin etme yollarını, meşru hudutlar içinde aramalıdır. Rızık elde etme yollarından herhangi birisinin ihmali, mü'minleri zor duruma düşürür. Zira her mü'min, kendi rızkını temin ederken, diğer mü'minlerin menfaatine olan hizmetleri de üretmek durumundadır. Ancak en efdal ve en temiz olan rızık elde etme yolunun cihad olduğu unutulmamalıdır. Nitekim Peygamberimiz: "Fâiz yemek için hileli yollara saptığınız, öküzlerin kuyruğuna yapışıp ziraatle geçindiğiniz ve cihadı terkettiğiniz zaman, Allah Teâlâ, üzerinize zilleti musallat kılar. Dininize dönmedikçe o zilleti üzerinizden sıyırmaz."[119] diyerek, cihadın asla terk edilmemesini ısrarla tebliğ etmiştir. 

 

 Kader ve Rızık

Özellikle yiyecek ve içecek cinsinden Allah'ın canlıya ihsan ettiği her besleyici şey rızıktır. Kur'ân-ı Kerim'deki çeşitli açıklamalar bu ta­nımı ka­nıtlamaktadır:

“Allah'tır ki sizi yarattı; Sonra sizi besledi; Sonra sizi öldürecek; Sonra sizi diriltecektir.”[120]; “Nice canlı vardır ki rızkını taşıyamaz. Onları da sizleri de besleyen Allah'dır. O, tümü duyandır, tümü bilendir.”[121];“İnkâr edenlere dünya hayatı parlak gösterilmiştir. Onlar mü’min­lerle alay ederler. Oysa sakınanlar, kıyâmet gününde onlardan üstün­dürler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.”[122]

Rızık da her olay gibi kaderin kapsamına girer. Çünkü canlının hangi şartlarda, nerede, nasıl, hangi yollarla ve ne gibi bir besin madde­sini ala­cağı ve ondan nasıl yararlanacağı ezelde Allah tarafından bilin­mek­tedir. Dolayısıyla onun, yiyecek ve içecek maddesi olarak bir şeyi al­ması, ka­zan­ması ve onu tüketmesi, yaşadığı diğer olaylardan farklı bir şey değil­dir. Ne var ki, insanın örneğin, ağzına koymak üzere eline al­dığı bir lok­mayı her­hangi bir nedenle yiyememesi, insanlar arasında öteden beri çok farklı bir olay gibi algılanmış, bu nedenle de yiyilip içi­len şeylerin rızık adı altında özel bir konu olarak işlenmesi âdet ola­gelmiştir. Bu konuda olup bitenler arasında gerçekten de insanı şaş­kın­lık içinde bırakan bazı olaylar yaşanmış­tır.

Örneğin, bir çocuğun, tam ağzına koymak istediği et lokmasının, o sı­rada kedi tarafından kapılması, ya da elindeki süt bardağının devril­mesi belki pek şaşırtıcı değildir. Ama kazılar sırasında çıkarılan bir insan kafa­ta­sının dişleri arasında henüz çürümemiş bir darı tanesi şaş­kınlık içinde sey­redilir­ken, kenara konduktan az sonra bir kuş tara­fın­dan gagalanarak ka­pılması daha büyük bir şaşkınlığa yol açabilmiş­tir. Bu da rızık mesele­sinin kader olayları arasında özelleştirilmiş bir konu olarak işlenmesine neden olmuş­tur. Hâlbuki rızık da, yaşanan diğer bü­tün olaylar gibi kade­rin sıradan bir parçasıdır. Öyle ki, haram lokma da rızıktır.

Örneğin hırsız­lık malı bir yiye­ceğin, gerek hırsız ta­rafından bi­linçle yenmesi, gerekse -farkında olunma­dan- diğer biri ta­rafından yenmesi ara­sında kader açı­sından hiç bir fark yok­tur. Haram ya da he­lâl, ikisine de ye­dikleri nasip olmuştur. İkisi de kendi irâde ve seçimle­riyle bu fiili işlemiş­lerdir. Aralarındaki fark: Hırsızın so­rumlu, diğeri­nin ise mâsum olmasıdır. Bu ise yenen şeyin, kader ya da rızık olma­sıyla çelişmez. Daha doğrusu böyle bir olayın, Kur'ân'ın üslûbu dı­şında“rızık” olarak adlandırılmasının hiç bir özelliği yok­tur. Çünkü kişi­nin bir şey yiyip içmesi ile onun, giyinip ku­şanması, yürümesi, okuması, ya da herhangi bir hareket yapması ara­sında kader bakımından hiç bir fark yoktur.

Mu'tezilîler bu noktada da Ehl-i Sünnet'ten farklı düşünmüşlerdir. Onlara göre haram lokma rızık değildir. Çünkü "Allah, kötülüğü ve ya­sak­lamış olduğu davranışları yaratmaktan münezzehtir."  Bu ne­denle rı­zık için “Allah'ın, insanı yararlanmaktan yasaklamadığı şey­ler" diye spe­külatıf bir tanım yapmışlardır. Hâlbuki insanlar, Allah'ın yasakladığı bir­çok şeyleri de yiyip içmekte ve bunlardan yasaklı yollarla yararlanmaktadırlar. Dolayısıyla bu tanımın tu­tar­sız olduğu açık­tır.   

Aslında rızık meselesinin taşıdığı önemi, onu, kader zinciri içinde pek anlamı olmayan yorumlarla özel bir konu haline getirmekte ara­ma­mak ge­rekir. Fakat rızkın asıl başka yönden taşıdığı bir önem vardır. O da şudur: Allah (c.c.), rızkın yaratıcısıdır, kişi ise onu, kendi irâdesiyle arayıp kazanan­dır. Helâli de haramı da hikmetiyle yaratan Allah, insana neyin helâl, neyin haram, neyin iyi, neyin kötü, neyin serbest ve neyin yasak olduğunu açık­lamış, ancak onu, istediğini seç­mekte özgür bırakarak ile­ride kendisini he­saba çekmek üzere de so­rumlu tutmuştur.[123]

Rızık hakkında bilinmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Kişi, bilgisini, enerjisini ve imkânlarını seferber ederek, çalışıp di­din­mek, çabalayıp rızkını aramak ve bununla birlikte olanca dikka­tiyle helâ­linden kazanmak durumundadır. Bu, hem iman, hem ah­lâk, hem de hayat açısından zorunludur. Yani kişi her şeyden önce he­lâla helâl, ha­rama da ha­ram olarak inanmalı, bu iki şeyi vicdanında asla bir tut­mama­lıdır; Buna bir toplum baskısı ya da bir gelenek diye değil, bir Kur'ân ger­çeği olarak inan­malıdır.[124]İnsanın böyle bir inançla rızık arayışı içine girmesi ise hem bir ahlâk gereği hem de ya­şayabilmek için kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Çalışmakla rızık arasındaki ilişkiye gelince bu nokta, akılları durdu­ran bir sırla örtülüdür. Bu gizemi sonsuza dek hiç kimse çözemeye­cek­tir. Çünkü bu dünyada canını fedâ edercesine çalışıp çabalayan, akıllı, zeki, bilgili, atıl­gan, enerjik ve ahlâklı insanlar vardır ki, hayatları boyunrca bir türlü iki yakaları bir araya gelmez. Aynı zamanda öyle tembel, sü­nepe, mendebur, geçimsiz ve ahlâktan yoksun kimseler de vardır ki, nimet ve servet içinde âdetâ yüzer­ler.

Öyle ise akıl, zekâ, enerji, disiplin, dürüstlük, ya da iman ve ahlâk ile rı­zık ilişkisinin arka planını deşmek veya merak etmek yerine, Allah (c.c.)'ın, insanlara uyguladığı bu gizemli sınavdan ibret almak ve bu sı­nav için ha­zırlıklı olmak daha doğru olur.[125]

Seni yaratan, seninle beraber rızkını da yaratmıştır. O Rezzâk'tır. Senin için takdir edilen rızkı bir başkasının yemesine imkân ve ihtimal yoktur. Sen, kendi rızkını bitirmedikçe ömrün de son bulmaz. Allah Teâlâ, bir kulunu yaşatmak istemediği zaman rızkını kesiverir; bir kere de rızkı kesince, kimsenin sana rızık vermesine imkân bulunmaz.

 

Ecel ve Kader

Ecel de, insanın hayatında yaşadığı sıradan herhangi bir olay gibi, rızık gibi kaderin bir parçasıdır. Allah Teâlâ her canlının, ne kadar ya­şa­ya­cağını, nerede ve nasıl öleceğini kesinlikle ve ezelî ilmiyle bilir. Dolayısıyla canlı­nın öleceği saatlerde onun hayatının sona ermesi için ge­rekli olan bütün nedenler bir araya gelir. Öyle ki bu nedenler onun yaşa­mını durdurmak için âdetâ birbirlerini tamamlarlar.

Örneğin çok yaşlanmış bazı insanların, hiçbir hastalık belirtisi gös­ter­meden bir mumun yavaş yavaş sönmesi gibi öldükleri bir ger­çek­tir. Bu de­mektir ki, vücutta bulunan sistemler çok eskimiş ve yıp­ranmış olmak­tan dolayı artık normal görevlerini yapamazlar. Bu sis­temlerden bazıları bir süre daha çalışabilecek durumda olsa bile, di­ğer­leri fonksiyon­larını yerine getiremediklerinden, kısa bir süre için bir tür direnip faâliye­tine devam eden sistem de bu genel duraklama­dan olumsuz yönde etki­lenerek o da du­rur. Böylece ezelden beri Allah'ın bilgisi içinde olan ya­şama süresi bitmiş olur ki işte ecel, pek olağan gibi göremediğimiz ancak bu son derece doğal neden­lere bağlı olarak zama­nında gerçekleşir.

Bundan şu sonucu çıkarmalıyız: Bir tek olan ecelin, bir değil; bi­lâ­kis aynı  zamanda birçok zincirleme nedeni vardır. Bunlar Allah'ın ezel­deki takdirine ve O'nun kurmuş bulunduğu kâinât disiplinine bağlı ola­rak se­bep-sonuç zincirinin akışı içinde birbirlerini farklı ölçü­lerde etkiler ve ecel saati yaklaştıkça yoğunlaşırlar.

Örneğin, bir trafik kazasında sürücünün, gideceği yere bir an önce ulaş­mak istemesi, ecel için bir ilk neden oluşturabilir; bu psikoloji içeri­sinde yapa­cağı aşırı hız, onu bir an gelir ki -bir riski atlatmak için- ha­talı sol­la­maya iter. Bu da nedenlerin ikincisi olur; Hatalı sollama ka­çınılmaz bir kaza ile so­nuçlanırsa bu üçüncü bir neden olur; Çarpışma ya da dev­rilme gibi bir olaydan sonra vücutta meydana ge­len ezilme, kırılma ve yara­lanma­lar dördüncü bir nedeni oluşturur; Eğer kan kaybı ya da hasta­neye geç ulaşmak gibi bir du­rum yaşanırsa bu da elbetteki başka bir ne­den olur ve böylece bir hayatın sona ermesi, âdetâ eceli hazırlayan sebeplerin birbirini iz­lemesiyle gerçekle­şir. Ölüm hâ­disesi dâhil, ard arda meydana gelen bu olay­ların hiçbiri, as­lında diğe­rinden farklı değildir. Çünkü bunların her biri, aynı doğrultudaki ka­derin birer halkasıdır. Buna rağmen insanlar, ecel için genellikle (kalp krizi, trafik kazası, ze­hirlenme, boğulma, intihar ve sûikast) gibi bir tek ne­den üzerinde du­rurlar. Bu, ezelî kaderin bir çeşit özet­lenmesidir.

Ecel ve Ömür: Ömür, canlının bu dünyada var olmasıyla başlayan ve ecelinin ge­lip çatmasıyla ya da canlının ölmesiyle son bulan belirli süredir. Bu tanım­dan ha­reket ederek, "öyle ise her canlının ömrü biçilmiştir" demek doğru­dur; an­cak bu, yeterli ve doyurucu bir açıklama değildir. Önce şunu düşün­meli­yiz: Değil yalnız canlılar, Allah'tan başka her şey sürelidir, fânîdir, sonludur. Çünkü her şey Allah Teâlâ'nın ezelî ve kuşatıcı bilgisine, O'nun kurmuş bulun­duğu kâinat disiplinine ve bu disiplini ayakta tu­tan evrensel yasa­lara bağlı olarak (fizik sınırlarda)  sebep-sonuç ilişkisi içinde değişikliğe uğrar.

Her şey, kendi temel niteliklerinin çizdiği sınırlar içinde bağımsız bir bütünlükle ortaya çıkar ve Allah’ın sünneti dediğimiz kâinattaki sistemlerinden birine bağlı olarak aşama­larla ge­lişir, yıpranır, eskir ve sonunda köklü bir değişikliğe daha uğrar. İşte ilk var oluştan sonraki bu iki değişim ara­sında geçen süre her varlığın kesin öm­rünü ifade eder.

Örneğin toprağa atılan bir tohumun, ekildiği andan itibaren yeşerip bir zaman sonra kurumasıyla ya da kesilip biçilmesiyle sona eren süre o bitki­nin ömrüdür. Keza bir sanatkâr tarafından yapılan herhangi bir ese­rin ger­çekleştirildiği andan itibaren kullanımdan kaldırıldığı saate kadar geçen süre yine o eserin ömrüdür. Ancak ömür ve ecel kavram­ları bu ba­sit ve so­yut açıklamayı aşarak insan idrâkinin ulaşamayacağı İlâhî irâdeye bağlı özel bir anlam taşırlar. Bu da, ecel ve ömür, birbirlerin­den pek soyut­lanamayan (ancak materyalıstlerin ileri sürdüğü gibi bir ev­rim olarak değil), Allah'ın izni ve ezelî irâ­de­siyle birbirini doğu­ran, birbirini tamam­layan devr-i dâim içindeki hayat ve kâinât olaylarının birer parçasıdırlar.

"Allah'ın emir ve kazası (izni) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O (ölüm), belli bir süreye/ecele göre yazılmıştır..."[126]İnsan, kendisine tanınan süreden eksik veya fazla yaşayamayacağına göre, ölmemek için savaştan kaçmakla ölümden kurtulamaz.[127]

Toplumların Ecel

Bireylerin belli bir ömrü olduğu gibi, toplumların da belli bir ömrü vardır. İnsan gibi toplum ve devletler de doğar/kurulur, büyür/yükselir ve ölür. Sürelerini dolduran ümmetler ve uluslar, tarih sahnesinden silinir ve egemenliklerini kaybeder, başka ulus ve yönetimlerin egemenliği altına girerler. "Her ümmetin (takdir edilmiş) bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geriye atabilirler, ne de bir an ileriye alabilirler (Allah'ın takdir ettiği vakitte yok olup giderler)."[128]

Yükselme ve egemenlik sürelerini dolduran uluslar, ahlâkî dejenerasyona uğrayınca Allah’ın cezasını hak eder, ya tamamen helâk edilip tarih sahnesinden silinir veya egemenliklerini yitirirler.[129]

Ecel meselesini Allah’ın bilgisi açısından ele alacak olursak; Allah’ın her şeyi nasıl olacaksa öyle bildiğinden; “eceli de, meydana geliş şartları nasıl olacaksa olsun, bütün mâhiyeti ile bilip takdir etmiştir” diyebiliriz.

Ecele inanç, insanları korkaklıktan, haklarının gasbedilmesine karşı tepkisiz olmaktan, zulme seyirci kalmaktan kurtardığı için, sosyal hayat için de çok faydalı bir unsurdur. Kişileri tembelliğe ve tedbirsizliğe değil; aksine, daha cesur ve atak çalışmaya ve gayrete yöneltir. Sebepleri putlaştırmanın önüne geçer. Yakınlarından biri öldüğünde kişinin “keşke”ler içinde boğulmasına, başkalarına ve kendine gereksiz suçlamalar yapmasına engel olur. Ölüm gibi doğal ama ölünün yakınlarına acı veren bir olayı daha rahat kabullenip Allah’a, O’nun kaderine teslim olmayı sağlar. Dolayısıyla ecel inancı, insanın dünya ve âhiret mutluluğuna engel olacak yanlışlıklardan kurtulmasına sebep olur.

 

Sorular

  1.  Kaza ve kader kavramlarını sözlük ve terim olarak tanımlayınız.
  2.  İnsanın ihtiyârı (tercihi) yönüyle fiilleri kaça ayrılır? Açıklayınız.
  3.  Tevekkül kavramını açıklayarak bunun azimle ilgisini açıklayınız.
  4.  Tevekkülle kader arasındaki ilişkiyi izah ediniz.
  5.  İnsanın tevekküle ihtiyacını açıklayın ve tevekkülün faydaları hakkında bilgi veriniz.
  6.  Hayır ve şerrin mâhiyetini açıklayıp, bunların yaratma ve kesbetme yönünden kimlere ve niçin nisbet edilmesi gerektiğini açıklayınız.
  7.  Allah’ın şerlere niçin müsaade ettiğini, bunun imtihan ve rızâ kavramlarıyla ilişkisini izah ediniz.
  8. Müslümanın hayatında hayır ve şerrin ne gibi roller oynadığını örneklerle açıklayın.
  9. Rızık kavramının mâhiyetini açıklayın ve Kur’an’da rızık konusundaki önemli vurguları belirtiniz.
  10. “Rızık azalıp çoğalabilir mi?”, “bir kimse başkasının rızkını yiyebilir mi?” Bu konularla ilgili bilgi veriniz.
  11.  Çalışmadan rızkın ayağına gelmesini beklemenin doğru olup olmadığını açıklayınız.
  12. Rızıkla kader arasındaki ilişkiyi izah ediniz.
  13.  Ecelin ne demek olduğunu ve kısımlara ayrılıp ayrılmadığını izah ederek kaderle ilişkisini açıklayınız.
  14. Kur’ân-ı Kerim’de ecel ve ölümle ilgili önemli vurgulara örnekler veriniz

 

[1] 54/Kamer, 49

[2] 18/Kehf, 29-31

[3] 57/Hadîd, 22 - 23

[4] Tirmizî, Kader 1, Hadis no: 2216; İbn Mâce, Mukaddime 85

[5] 3/Âl-i İmran, 159

[6] 8/Enfâl, 22, 55

[7] 41/Fussilet, 49-50

[8] 99/Zilzâl, 7-8

[9] 21/Enbiyâ, 35

[10] 3/Âl-i İmrân, 180

[11] 5/Mâide, 60

[12] 98/Beyyine, 6

[13] 113/Felâk ve 114/Nâs Sûreleri

[14] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 623-624

[15] 2/Bakara, 180

[16] 2/Bakara, 272-273

[17] 2/Bakara, 215

[18] 6/En’âm, 17; 10/Yûnus, 107; 21/Enbiyâ, 35; 70/Meâric, 21

[19] 3/Âl-i İmrân, 26

[20] 2/Bakara, 105 ayrıca Bk. 16/Nahl, 30

[21] 8/Enfâl, 70

[22] 2/Bakara, 110; 5/Mâide, 48; 21/Enbiyâ, 90

[23] 3/Âl-i İmrân, 104; 68/Kalem, 12

[24] 2/Bakara, 269

[25] 17/İsrâ, 11

[26] Müslim, Zühd 74; Ebû Dâvud, Salât

[27] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 8, s. 29-30

[28] 10/Yûnus, 11

[29] 2/Bakara, 216

[30] 25/Furkan, 70

[31] S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 308-309

[32] 90/Beled, 10

[33] 91/Şems, 7-9

[34] 10/Yûnus, 99

[35] Muhiddin Bağçeci, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 28

[36] 13/Ra'd, 16

[37] 90/Beled, 10

[38] 2/Bakara, 216

[39] 99/Zilzâl, 7-8

[40] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Nil Y. s. 257-258

[41] Lütfullah Cebeci, Kur’an’da Şer Problemi, Akçağ Y., s. 307-311

[42] 4/Nisâ, 79

[43] 42/Şûrâ, 30

[44] 30/Rûm, 41

[45] 8/Enfâl, 53

[46] 30/Rûm, 41

[47] 2/Bakara, 251

[48] 17/İsrâ, 11

[49]8/Enfâl, 25

[50] 11/Hûd, 116-117

[51] Bk. 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4

[52] 4/Nisâ, 79

[53] 40/Mü'min, 14; 37/Sâffât, 125

[54] 2/Bakara, 138

[55] 5/Mâide, 50

[56] 65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75

[57] 39/Zümer, 23

[58] 39/Zümer, 55

[59] 39/Zümer, 18

[60] 4/Nisâ, 125

[61] 7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24

[62] 51/Zâriyât, 56

[63] Lütfullah Cebeci, Kur’an’da Şer Problemi, s. 307-311

[64] 3/Âl-i İmrân, 180

[65] 2/Bakara, 216

[66] 4/Nisâ, 19

[67] 21/Enbiyâ, 35

[68] 41/Fussilet, 49-50

[69] 99/Zilzâl, 7-8

[70] 2/Bakara, 54, 103, 184, 281; 4/Nisâ, 25; 7/A’râf, 85 vd.

[71] 2/Bakara, 198

[72] 2/Bakara, 220

[73] 2/Bakara, 236

[74] 2/Bakara, 280

[75] 3/Âl-i İmrân, 150

[76] 6/En’âm, 32

[77] 5/Mâide, 114

[78] 4/Nisâ, 128

[79] 3/Âl-i İmrân, 110

[80] 3/Âl-i İmrân, 104

[81] 22/Hacc, 77

[82] 2/Bakara, 148

[83] 38/Sâd, 47

[84] Tirmizî, Zühd 3, hadis no: 2306, 4/552; Nesâî, Cenâiz 123;  Kütüb-i Sitte, 15/181; Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 259-262

[85] Mustafa Çağrıcı, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 46

[86] 3/Âl-i İmrân, 186; 20/Tâhâ, 115; 31/Lokman, 17; 42/Şûrâ, 43; 46/Ahkaf, 35

[87] 2/Bakara, 227, 235; 3/Âl-i İmrân, 159; 47/Muhammed, 21

[88] 46/Ahkaf, 35

[89] İhyâ, III/41

[90] İbnü’l-Hümâm, el-Müsâyere, Kahire, s. 133

[91] Mustafa Çağrı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 328-329

[92] Tirmizî, Sıfatü'l-Kıyâme 60

[93] 3/Âl-i İmrân, 122

[94] İbn Mâce, Zühd 14

[95] 25/Furkan, 58

[96] 65/Talâk, 31

[97] 8/Enfâl, 2

[98] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 211

[99]3/Âl-i İmrân, 159

[100] 73/Müzzemmil, 8-9; 17/İsrâ, 2

[101] 3/Âl- i İmrân, 122, 160; 5/Mâide, 11; 9/Tevbe, 51; 12/Yusuf, 67 vd.

[102] 3/Âl-i İmrân, 173

[103]Tirmizî, Zühd, 33, Hadis no: 2344

[104] 5/Mâide, 11; 9/Tevbe, 51; 14/İbrâhim, 11 vd.; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 708-711

[105] Meydan Larousse, Tevekkül Maddesi, H. Rahmi Gürpınar’dan naklen

[106] 3/Âl-i İmrân, 159

[107] 28/Kasas, 77; 53/Necm, 40; 67/Mülk, 15

[108] 5/Mâide, 23

[109] F. Aydın, a.g.e., s. 299-303

[110] 13/Ra'd, 26

[111] 16/Nahl, 71

[112] 14/İbrahim, 7

[113] 2/Bakara, 276

[114] 65/Talak, 2-3

[115] 20/Tâhâ, 132

[116] 42/Şûrâ, 27

[117] 29/Ankebut, 82

[118] Tirmizî, Zühd 33, Hadis no: 2344; İbn Mâce, Zühd 14

[119] Ebû Dâvud, K. Büyû, c. 3, s. 740

[120] 30/Rûm, 40

[121] 29/Ankebût, 60

[122] 2/Bakara, 212

[123] 5/Mâide, 4; 16/Nahl, 114-116

[124] 16/Nahl, 116

[125] Ferid Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 296-298 

[126] 3/Âl-i İmrân, 145

[127] 3/Âl-i İmrân, 145, 154, 156-158, 168-170, 185; 4/Nisâ, 78; 33/Ahzâb, 16; F. Aydın, a.g.e., s. 304-306

[128] 7/A'râf, 34; Aynı konuyla ilgili âyetler için Bak. 10/Yunus, 49; 15/Hicr, 5; 23/Mü’minûn, 43

[129] 7/A’râf, 135, 185; 10/Yûnus, 11; 11/Hûd, 104; 13/Ra’d, 38; 14/İbrâhim, 10, 44; 16/Nahl, 61; 17/İsrâ, 99;  20/Tâhâ, 128-129; 29/Ankebût, 5; 35/Fâtır, 45; 42/Şûrâ, 14

Pazartesi, 22 Şubat 2021 08:06

AHİRETE İMAN

ÂHİRETE İMAN

  •  Âhiret; Anlam ve Mâhiyeti
  • Kur’an-ı Kerim’de Âhiret
  • Âhirete İman
  • Âhiretin Gerekliliği ve Âhirete İnanmanın Faydaları
  • Yakînî Bilgi; Kesin İnanç
  • Kıyâmetin Zamanı
  • Amel Defterleri
  • Mizan
  • Cennet ve Cehennem
  • Âhirete İmanın İnsan Hayatındaki Yeri
  • Âhiret Şuuru
  • Yaratılışa İnanan, Yeniden Yaratılmaya da İman Eder
  • Âhiret Anlayışı Bizi Dirilişe Ulaştırır/Ulaştırmalıdır
  • Gündüz Yaşıyor, Gece Ölüyor, Sabah Diriliyoruz
  • Her Kış Bir Ölüm, Her Bahar Bir Diriliştir
  • Sorular

 Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:

* Âhiretin gerekliliğini ve âhirete inanmanın fayda ve

   hikmetlerini dillendirebilmek.

* Kıyâmetle ve kopma zamanı ile ilgili Kur’an’ın temel

   vurgularını özetleyebilmek. 

* Kur’an’ın âhirete iman konusunu niçin yakîn kelimesi ile

   ifade ettiğini açıklayıp yakînî bilgi ve inancı açıklayabilmek.

* Âhiret inancının insan hayatındaki önemini dillendirebilmek.

* Yeniden dirilmenin akla ters düşmediğini örneklerle açıklayabilmek.

* Ölümü ve ölüm sonrasını Kur’an’ın nasıl değerlendirip

    bizi nasıl ölüm ötesine hazırladığını izah edebilmek.

* Ölüm sonrası, yeniden dirilişle birlikte başlayacak olan haşrin, mizanın

    ve amel defterlerinin mâhiyetleri hakkında bilgi verebilmek. 

* Cennet ve cehennem hakkında doyurucu açıklamalarda bulunabilmek.

* Âhiret şuuruna sahip olup bu bilinçle hayatına çeki düzen

   verecek şekilde nefis muhâsebesinin nasıl yapılabileceğini

   izah edebilmek.

 

Âhiret; Anlam ve Mâhiyeti

Âhiret, kelime olarak Arapçada son, diğer, sonra gelen demektir. Âhiret, dünya hayatını takip eden, ona benzeyen yönler olduğu kadar, benzemeyen yönlerin de olduğu daha değişik ve ölümsüz bir hayattan, ebediyet âlemine ait çeşitli merhaleler ve hallerden ibarettir. "Yakîn" ise, gerçeğe uygun ve herhangi bir şüphe ile ortadan kalkmayacak şekilde şek ve şüpheden uzak olan sabit ve kesin bir inanış, şüphe karışmayan kesin bilgi demektir.

Âhiret inancı, Allah’ın varlığını kabul eden hemen hemen bütün din ve düşünce sistemlerinde (tabii bu arada hıristiyanlık ve yahudilikte de) mevcuttur. Kur’an’da Hz. Nuh, İbrahim, Yusuf, Mûsâ, İsa ve diğer peygamberlerin kendi ümmetlerine âhiret akidesini telkin ettikleri ifade edilir.[1]

 

Kur’an-ı Kerim’de Âhiret

Âhiret kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 115 yerde geçer. Kur’an’da son gün anlamında yevmü’l-âhir şeklinde, dünya ile karşılaştırmalı olarak veya yalın halde geçer. Yalın halde el-âhire şeklinde kullanıldığı yerlerde ed-dâru’l-âhire tamlaması, yani “âhiret yurdu”, “diğer ülke” anlamında olduğu veya âhiret hayatı demek olduğu kabul edilir. Bu kullanılış şekillerinden de anlaşılacağı gibi âhiret kavramı ile dünya kavramı arasında sıkı bir münasebet vardır.

Kur’ân-ı Kerim’de yüzden fazla terim ve deyim kullanılarak âhiret akidesi işlenir. Âhiretle ilgili âyetler hem Mekkî, hem de Medenî sûrelerde sık sık tekrarlanmaktadır. Bu tekrarın, konunun önemini vurgulamak, sorumluluk duygusunu pekiştirmek, dünya ile âhiret arasındaki psikolojik mesafeyi kısaltarak mü’minin ruhunu yüceltmek ve hayatını ebedîleştirmek gibi hedeflere yönelik olduğunu söylemek mümkündür. Birçok sûrede kâinatın, özellikle insanın yaratılışından ve hayatın akışından bahseden âyetlerle âhiret hayatını tasvir eden âyetler yan yana yer almıştır. Kur’an’ın tasvirine göre dünya hayatı bir “oyun ve eğlence”[2] bir “süs ve öğünüş”tür;[3]“mal, evlât ve nüfuz yarışı”dır.[4] Netice itibariyle o geçici bir faydalanış ve aldanış vesilesidir. Asıl hayat, âhiret hayatıdır. Gerçek anlamda huzur ve sükûn sadece ölümsüz âlemdedir.[5] Her ne kadar ölüm, geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir olay ise de, imanlı gönüller için fânîlikten ebedîliğe geçişi sağlayan bir vasıtadır. O yüzden birçok âyette ölüm ve âhiret hayatı “buluşmak, sevdiğine kavuşmak” anlamındaki “lika (likaullah, likau’l-âhire)[6] kelimesiyle ifade edilmiştir.

Asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına iman edenler, ölümün ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken, bu gerçek vatanın, baba yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının özlemini duyar ve ona göre yaşarlar.

Kur’an-ı Kerim’in âhireti ispat metodu, “nereden geldim, nereye gidiyorum?”  sorusuna tatminkâr bir cevap bulmaya dayanır. Düşünen her insanın sormaya mecbur olduğu bu sorunun birinci kısmında, kendisine ve içinde yaşadığı tabiata hâkim, mutlak kudrete sahip bir yaratıcının varlığına inanan kimse, sözkonusu sorunun ikinci kısmında da aynı düşünce tarzını devam ettirerek öbür âlemin ölümsüzlüğünü kolaylıkla benimser. Bundan dolayı Allah'a imanla âhiret gününe iman Kur’an’da sık sık  ve birlikte zikredilmek sûretiyle bunun ne kadar önemli bir ilke olduğuna dikkat çekilmiştir.

Dünyaya ilk gelişinde pek âciz bir canlı olan insan, hayatının daha sonraki devrelerinde fizyolojik ve psikolojik yönden gelişip tabiat içindeki en mükemmel yaratık haline gelir. Ondaki ruhî ve fikrî gelişme devam ederek, fıtratındaki özellik ortaya çıkarak kendisinde ebediyet duygusu meydana getirir. İnsanın, iyi düşünmeden, ilk bakışta yok oluş (fenâ) gibi telakki ettiği ölümden korkması veya öbür âleme inanmayanlarla ona hazırlıklı olmayanların ölümden ürkmesi de bu ebediyet duygusuna bağlanabilir. O halde daha mükemmel ve ölümsüz bir âlem olan âhiretin varlığını benimsemek insanın tabii yaratılışında, fıtratında bulunan bir özelliktir. Ancak, dünya hayatının câzibesi, kişinin fıtratındaki ölümsüzlük duygusunu unutturup tabiatındaki seyri durdurabilir.

 

Âhirete İman

Mü’minlerin akîdelerini teşkil eden iman esaslarından birisi de “âhiret gününe inanmak”tır. Kur’an, bizden gaybî olan âhiret âlemine yakînen, (kesin inançla) inanmamızı istemektedir. İsrâfil (a.s.) birinci defa sura üfürdüğünde kıyâmet kopacak, her şey yok olacaktır. İkinci defa üfürdüğünde ise herkes dirilecektir. İnsanların tekrar dirilmesiyle başlayan ve ebediyyen devam edecek olan zamana âhiret denir. “Sonra siz kıyâmet gününde muhakkak diriltileceksiniz.”[7]; “Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar, âhirete de kesin inanç ile inanırlar.”[8]

Âhiret gününde, dünyada kim ne işlemişse karşılığı tam olarak verilecektir. Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor: “Kâfirler öldükten sonra hiç dirilmeyeceklerini zannederler. Ey Muhammed! De ki, Hayır! Rabbime yemin ederim ki öldükten sonra yeniden dirileceksiniz. Sonra da yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu Allah’a çok kolaydır.”[9]

Her şey gibi dünyanın da bir sonu vardır. Bir gün gelecek her yaratılan şey gibi dünya da yok olacaktır. Her şey yok olduktan sonra insanlar Allah’ın emriyle tekrar dirilecektir. Herkes dünyada işlediğinden sorguya çekilecek, her yaptığının karşılığını görecektir. O gün insana iman ve sâlih amelden başka hiç bir şey fayda vermeyecektir. İslâm’ı seçen ve gereklerini yerine getirenler cennete; bâtılı seçenler ise cehenneme gidecektir.

“Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman;

Yıldızlar düşüp söndüğü zaman;

Doğurması yaklaşmış develer başıboş bırakıldığı zaman;

Yabani hayvanlar bir araya toplatıldığı zaman;

Denizler kaynatıldığı zaman;

Canlar bedenlerle birleştirildiği zaman;

Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman;

Amel defterleri açıldığı zaman;

Gök yerinden oynatıldığı zaman;

Cehennem alevlendirildiği zaman;

Cennet yaklaştırıldığı zaman;

İnsanoğlu ne yaptığını görecektir.”[10]

Âhiret âlemine iman, Kur’an’da çoğunlukla Allah’a imandan hemen sonra zikr edilmektedir. Yani Allah’a iman ile âhirete iman birbirine bağlı olarak ifâde edilmiştir. Biri başlangıç, öbürü ise sonuç. Çünkü yapılan her amel, her iyilik, işlenen her suç, çiğnenen her emir ve reddedilen her hükmün karşılığı ancak o âdil mahkemede hallolunacaktır. O mahkemede hiç bir şey karşılıksız bırakılmayacaktır. “Kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek; kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse, onun cezâsını görecektir.”[11]

Evet, dünya bir imtihan yeri, âhiret de o imtihanın değerlendirileceği bir başka yerdir. O yerde Allah’tan başka  hiç bir yardımcı, O’nun izni olmadan hiç bir şefaatçı bulunamaz. Artık bütün işlemler bitmiş ve bütün hesaplar neticelendirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim bu manzarayı şöyle dile getirmektedir:  “Bir de öyle bir azâb gününden sakının ve korunun ki, o günde (Kıyâmette) hiç bir kimse, hiç bir kimse adına bir şey ödeyemez. Kimseden şefaat da kabul edilmez. Azâbdan kurtulmak için kimseden bedel ve karşılık alınmaz. O kâfirlere yardım da yapılmaz.”[12]

Mü’minler bilmelidir ki, o gün mesuliyet ferdîdir, hesaplar şahsîdir. Herkes kendi nefsinden sorumludur. Hiç kimse başkasının günahını taşıyamaz. Hiç kimse kimseyi kurtaramaz.

Âhirete iman, mü’mine, mutlak adâlete dayanan ferdî mesuliyeti yükler. Bu prensip, mü’mine, kendi değerini öğreten ve iç âleminde uyanıklığı hâkim kılan en kuvvetli bir prensiptir. Âhirette mü’mini kurtaracak, onu himaye edecek ancak sahih imanı ve sâlih amelidir. Hiçbir fidye onu küfür ve masiyetinin cezâsından kurtaramaz. Bunun içindir ki, âhirete imanın, mü’minin hayatında büyük bir etki yapacağı kaçınılmazdır. Öyle ise mü’min, bütün hazırlık ve çalışmasını âhirete yönelik yapmalıdır. İslâmî çalışma ve ibâdet hayatında bunun dışında hiç bir menfaat beklememelidir. Çünkü, icraatında başkasını ortak eden (yani, Allah’tan başkası için ibâdet edip, başkaları takdir etsin diye kulluk yapan) âhirette de kimi ortak yapmış ise, ecrini ondan isteyecektir. Âhirette Allah’tan başkası mükâfat ve cezâ veremeyeceğine göre, o halde mü’min Allah’tan başkası için kulluk yapamaz.

Âhirete iman, insanoğlunun başıboş olmadığını, lüzumsuz yere yaratılmadığını, kendi hevâ ve hevesiyle baş başa bırakılmadığını insana öğretir. Bu akîde, ameli karşılığı ile birleştiren bir inançtır. Bu inanç, insanoğluna kesin olarak bildiriyor ki, mutlak bir adâlet kendisini beklemektedir. Mü’min bu inanç sayesinde hesap ve adâlet gününe kendini hazırlar.

Bu inanç, mü’min ile kâfiri birbirinden yaşantı itibariyle de  ayırır. Mü’min, âhirete inandığı için dünyayı bir imtihan yeri olarak kabul eder ve çalışmasını da ona göre yapar. Kâfirler ise, âhirete inanmadıkları için, hayatı sadece bu dünyadan ibâret sayar ve çalışmasını da hep bu dünyaya ait kılar. Böylece onlar, âhirete eli boş olarak gider ve orada onlara sadece ateş arkadaşlık eder. Başka yardımcıları yoktur onların.

Âhirete iman, onun için çalışmayı da beraberinde getirir. Yani âhirete inandığını iddia eden herkes, çalışmasını ona göre yapmalıdır. Allah’a ve âhirete inanıp mü’min olduğunu iddia eden kimse, karşısındaki kim olursa olsun, onun sevgisi Allah’adır, Rasûlünedir ve mü’minleredir. Kalbinde diğerlerine en ufak bir sevgi besleyemez. Allah’ın mü’minlerden istediği budur.[13]

İnsanın, bir şeyin kârını ve zararını düşünmesi fıtrattandır. Bu âlemden başka âlem tanımayan kimse, yalnızca bu dünyadaki kârı ve zararı düşünür; dünyevî faydalar beklemediği hiç bir işe yanaşmaz. Fakat, âhiret gününe inanan kimse, dünyevî fayda ve zararlara pek aldanmaz. Çünkü onun bütün kazancı âhirete yöneliktir. O mükâfatını sadece Allah’tan bekler. Ona hayırlı bir iş götürüldüğünde, madden kaybedeceği bir şey olsa bile onu kaçırmamaya çalışır.  Karşısına kötü bir iş çıktığında da, maddî faydası ne kadar olursa olsun ondan kaçınır. Kısaca mü’min âhirete yönelik çalışmalarda bulunarak, geçici dünya menfaatinin para, servet, mal, mülk, mevki, şöhret gibi aldatıcı meta’larına aldanmaz. O bilir ki, dünya üzerinde bulunan bütün varlıklar, tüm dünyevî faydalar geçicidir; günün birinde hepsi yok olup gidecektir.

Yine insan,  günün birinde, güneşin soğuyup bütün enerjisini kaybedeceğini, yıldızların dökülüp yok olacağını ve bütün kâinatın altüst olacağını yakinen bilmelidir. Kıyâmetten sonra da insana yeni baştan hayat bahşedileceği, insanların bu dünyadaki fiillerinin kayıtlar altında tutulup, kıyâmet gününde ortaya konulacağı, kıyâmette herkesin Allah tarafından hesaba çekileceği, bir kısım insanların (iman ve amel-i sâlih sahiplerinin) Cennet’e; bir kısım insanların (isyankârların) da Cehennem’e gireceğini yakinen bilir ve inanır.

Kur’ân-ı Kerim’de Cennet ve Cehennem ehlinin tasviri şöyle yapılmaktadır: “Kıyâmet gününde birtakım yüzler ak, birtakım yüzler de kara olacak. O vakit yüzleri kara olanlara şöyle denilecek: ‘İmanınızdan sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrün cezâsı olarak tadın azâbı.’ Ama yüzleri ak olanlar Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada (Cennet’te) ebedî olarak kalacaklardır.”[14]

Mü’min âhirete iman ederken, bunu sözde bırakmayarak  âhiret için ne gerekirse onu yapar, âhiret mutluluğunu kazanabilmek için önceden âhirete yönelik gayret ve çalışmalarda bulunur. Çünkü Alah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim de mü’min olduğu halde âhireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa, işte bunların çalışmaları makbuldür.”[15]

 

Âhiretin Gerekliliği ve Âhirete İnanmanın Faydaları

1-) Dünya insan için bir imtihan yeridir. İnsan akıl ve irâde sahibidir. Allah, gönderdiği peygamberler ve kitaplarla insanlara hakkı ve bâtılı açıklamıştır. İnsan imtihan olunmaktadır, eğer İslâm’ı seçerse cennete girecektir, yok bâtıl bir din seçerse cehenneme girecektir. “Hanginizin daha iyi amellerde bulunacağını denemek için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur.”[16]

 İnsana kendisine verilen nimetleri nerede kullandığı mutlaka sorulacaktır: “Sonra, yemin olsun ki, o gün (Kıyâmet günü) mutlaka nimetlerden sorulacaksınız.”[17]

2-) Dünyada birçok haksızlıklar yapılmaktadır. Yapılan zülumlerin hesabı âhirette, dünyadan çok daha ağır bir şekilde görülecektir.

3-) Yaptığı amellerin hesabını vereceğine inanan kimse hareketlerine dikkat eder. Çünkü, bilir ki yaptığı işlerden mes’uldür, âhirette hesap verecektir. Bu yüzden kendisi ve insanlık için iyi amellerde bulunur.

4-) Âhirete inanmak insanlık için bir huzur ve teselli kaynağıdır. İnsan da her canlı gibi ölecektir. Bu yüzden insan için öldükten sonra dirileceği inancı büyük bir nimettir.

 

Yakînî Bilgi, Kesin İnanç

Yakînî bilgi, kendisinde şüphe olmayan bilgidir. Müttakiler, âhireti gözleriyle görmemişlerdir ama gözlerini yaratan Allah, âhiretin varlığını haber verdiği için şüphesiz iman ederler. Gözün görmesinde yanılma ve yanlışlık olabilir, fakat Allah'ın verdiği haberde yanlışlık olmaz. Çölde su görüp de ona doğru koşan insan, çoğu zaman su yerine serapla karşılaşabiliyor. Bu sebeple biz Allah'ın haberine gözlerimizle gördüğümüzden daha fazla inanırız. "Bu dünya hayatından başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Biz, diriltilecek değiliz."[18] diyen insanlar, mevsimlik böcekler gibi hiç görmedikleri baharı inkâr etmekteler. Ama, bu kışın bir baharı, bu dünyanın da bir âhireti var.

Ana rahmindeki bebeğe "buradan daha geniş bir dünya var" deseniz, gülüp geçebilir. Bu dünya da, âhiretin ana rahmidir. Bu toprak ana üzerinde yaşar, büyür ve ölerek âhirette doğarız. Baharda doğan, yazın gençliğini yaşayan, güz mevsiminde ölen, kardan kefenlerle toprağa gömülen çekirdeklerin baharda İsrâfil'in surunu andıran ılık rüzgârlarla çiçeğe dönüşmeleri, âhiretin varlığını bize hatırlatan âyetlerdir.[19]

Âhiret konusu, İslâm'ın olmazsa olmaz ilkelerinden biridir ve sanıldığından çok daha fazla pratik değerlere sahiptir. Müslümanın arz üzerinde küçük ve büyük günahlardan kaçınabilmesi, dünyayı gözünde küçültüp, şehid cesâretini elde edebilmesi, dünya müstekbirlerine meydan okuyabilmesi ancak bu inancın sağlamlığı ölçüsünde mümkündür. Âhiret inancı, kesin bir kanaat, bir bilinç, bir şuurdur. Yani, insan hayatına yön veren yerleşik bir idrak etmedir. Bu yüzden âhiret kelimesinin geçtiği ilk âyet olan 2/Bakara sûresi 4. âyette "yûkınûn (yakînen iman)" ifâdesi yer almış; Kur’an’ın hidâyetine erip kurtuluşa erecek muttakîlerin özellikleri arasında “âhirete yakînî iman” şartı aranmıştır.

Bir bilginin, ya da fikrin insanda, yakînen iman olması, şuur/bilinç haline gelmesi, o düşüncenin kişi gözüyle görüyor, şâhid oluyor gibi konuyla kendi arasında yakınlık kurmasıyla, o düşüncenin kişiye mal olmasıyla mümkündür. Bir konu hakkında yakîne, şuura sahip olan kişi, o konu hakkında fikrî üretkenliğe ulaşabilir, bunu rahatlıkla başkalarına aktarabilir. Bundan da önemlisi, bundan elde ettiği bakış açısı ve yönelişi kendini ilgilendiren diğer alanlara da taşıyabilir. Öyleyse, çoğu insan tarafından ilme'l- yakîn olarak bilinen âhiret konusunun ayne'l- yakîn seviyesine taşınması gerekir.

Hayata birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra sonsuzluğa uzanan biz insanların ölüm sonrası hakkında ciddi endişelerimiz yoksa; bu, hem dünyevî hayatımız, hem de uhrevî hayatımız için büyük bir tehlikedir. Bugün insanların kafalarında taşıdıkları endişelerine bakın; tamamının veya tamamına yakınının dünyevî endişeler olduğunu göreceksiniz. Kalabalık bir şehrin en yoğun noktasında durun ve oradan geçen binlerce insandan her birine şu soruyu yöneltin: "Şu anda neyi düşünüyordunuz?" Hiçbir insanın, "şu anda, bir gün öleceğimi ve yaşadığım hayatın hesabını vereceğimi düşünüyordum"  dediğini kolay kolay duyamayacaksınız. İnsan, başına yüzde yüz gelecek ölüm olayını ve hesaba çekilmeyi düşünmeden nasıl yaşar? Fakat, maalesef yaşıyorlar; buna yaşamak denirse.

Müslüman, hayata tevhid penceresinden bakmak zorundadır. Tevhid, birlemek demek olduğuna göre, laik bir anlayışla dünya ile âhiret arasını ayırmak bu inanca zıt olacaktır. Âhiretten ayırdığımız dünyayı, tekrar âhiretle birleştirmek zorundayız. Sadece ölüme kadar olan süre olarak algıladığımız istikbal (gelecek) kavramını, ölümden sonrasını da içine alacak şekilde anlamaya ve bu anlayışı gündelik yaşayışa geçirmek, kulluk görevimizdir.

Bir ayağımız âhirette; bir ayağımız dünyada, bir gözümüz âhirette; bir gözümüz dünyada ve bir kulağımız İsrâfil'in surunda; bir kulağımız dünyada olarak yaşarsak dünya-âhiret dengesini kurmuş oluruz. Yoksa hem kendimiz, hem de bizden etkilenen her şey fesada uğrayacaktır. "Öyle binalar ediniyorsunuz ki, sanki içinde ebedî kalacaksınız!"[20]

 

Kıyâmet ve Kıyâmetin Zamanı

Kıyâmetin ne zaman kopacağı, bu düzenin ne zaman bozulacağı konusu insanları çokça meşgul etmiştir. Bu zamanı bilebileceğini tahmin ettikleri kişilere her zaman sormuşlardır. Ama kıyâmetin zamanı, sadece Allah’ın bileceği bir sırdır.

"Sana kıyâmeti sorarlar: ‘Gelip çatması ne zamandır?’ (derler.) Sen onu nereden bilip bildireceksin? Onun nihâî ilmi yalnız Rabbine aittir. Sen ancak ondan korkanları uyarırsın. Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.”[21

“(Ey Muhammed!) Sana, kıyâmet saatinin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki, onu ancak Rabbim bilir, onun vaktini O’ndan başka belirtecek yoktur. Göklerin ve yerin, ağırlığını kaldıramayacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir.”[22]

 

Amel Defterleri

Âhirette insanlara yapmış olduğu ameller, yazılmış bir defter/kitap halinde verilir. Bu defterler Kirâmen Kâtibîn melekleri tarafından yazılmış kitaplardır. Benzetme yerindeyse, dünyada her yaptığımız amel bu melekler tarafından kamerayla videoya çekilmektedir.  Defter veya kitap denilen bu filmler âhirette cennetlik olanlara sağdan, cehennemlik olanlara ise soldan ve arkalarından verilecektir.

Cennetlik olanlar büyük sevinç yaşayacaklar ve herkese kitabını göstermek isteyeceklerdir. Cehennemlik olanlar ise elindeki kitaplarda her şeyin yazıldığını görüp hayret edecekler ve pişman olacaklardır. Bu defterlerde; insanın dünyada yaptığı her şey büyüğüyle, küçüğüyle eksiksiz olarak yazılmış olacaktır. “Kitap ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. ‘Vay halimize! Derler, bu nasıl kitapmış? Küçük-büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!’ Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.”[23]

 

Mizan

Mizan: Âhirette, amellerin tartılması için Allah’ın kıyâmet günü ortaya koyacağı terazilerdir. Âhirette hesaptan sonra insanların amellerini tartacak olan İlâhî adâlet ölçüsü demektir. Her insanın yapmış olduğu ameli bu terazide tartılacak, sevâbı ağır gelenler cennete; hafif gelenler ise cehenneme girecektir.

Mizan, her ne kadar terazi ve ölçü âleti demek ise de mizan, bu dünyadaki ölçü âletlerine benzetilemez. Nasıl olduğunu kavramamız mümkün değildir. Mizan tam mânâsıyla doğru bir terazi olacaktır. Birilerinin hakkının yenmesi veya birilerinin kayırılması asla olmayacaktır. Çünkü, o terazinin sahibi, âdil olanların en adâletlisi Allah (c.c.)’tır. Allah Teâlâ bir âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Biz kıyâmet gününe mahsus adâlet terazileri koyacağız. Artık hiç bir kimse, hiçbir şeyle haksızlığa uğramayacaktır. O şey bir hardal tanesi de olsa onu getirir, mizana koyarız. Hesap görücü olarak Biz yeteriz.”[24]

Allah, âhiret günü tartının hak olduğunu,[25] kimin tartılan ameli ağır gelirse onun râzı edecek bir yaşayış içinde olacağını,[26] kurtuluşa ereceğini;[27] ameli hafif olanların ise hâllerinin yaman olacağını, [28] bunlar Allah’ın âyetlerini inkâr ettikleri için kendilerini ziyana soktuklarını,[29] amellerinin boşa gittiğini, kıyâmet gününde onlar için hiçbir ölçünün tutulmayacağını bildirmektedir.[30]

 

Cennet ve Cehennem

Cennet: Allah’ın iman edenleri ve imanlarının gereklerini yerine getirenleri mükâfatlandıracağı yerdir. Cehennem ise Allah’a isyan edenlerin cezâlarını görecekleri mekândır.

Cennet ebedîdir (sonsuzdur). Cennetin nimetleri hiç sona ermeyecektir. Kur’an âyetlerinden cennetin ve cehennemin sonsuz olduğu ve girenlerin bir daha çıkmayacağı anlaşılmaktadır.

 

Kur’an’da Cehennem Tasviri

Cehennem: Ateşten ve azaptan bir dünyadır. Orada her insan azap yönüyle eşit değildir. Sekiz ayrı cehennem tabakası vardır. Her insan suçunun büyüklüğüne göre farklı seviyede farklı azap görecektir.

Cehennem ve oradaki hayat, Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde tasvir edilir: Suçlular cehenneme vardıklarında, cehennem onlara büyük kıvılcımlar saçar,[31] uzaktan gözüktüğünde onun kaynaması ve uğultusu işitilir.[32] İnkârcılar için bir zindan olan cehennem,[33] ateşten örtü ve yataklarıyla,[34] cehennemlikleri her taraftan kuşatan,[35] yüzleri dağlayan ve yakan,[36] deriyi soyup kavuran,[37] yüreklere çöken,[38] kızgın ateş dolu bir çukurdur.[39] Yakıtı insanlarla taşlar olan cehennem,[40] kendisine atılanlardan bıkmayacaktır.[41]İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serin ve hoş olmayan bir kara dumanın gölgesinde bulunacak cehennemliklerin[42] derileri, her yanışında, azabı tatmaları için başka derilerle değiştirilecektir.[43] Onların yiyeceği zakkum ağacı,[44]içecekleri kaynar su ve irindir.[45] Orada serinlik  bulamadıkları gibi, içecek güzel bir şey de bulamayacaklardır.[46]

Allah'ı görmekten mahrum kalacak kâfirlere[47] Allah rahmet edip bağışlamayacak,[48] cehennem azabı onları kuşatacaktır. “Küfre sapanlar grup grup cehenneme sürülmüştür. Nihâyet oraya gelince kapıları açılmıştır. Onun (cehennemin) bekçileri onlara: ‘İçinizden Rabbinizin âyetlerini size okuyan ve bu gününüze kavuşacağınız hakkında sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?’ derler.”[49]

 

Cennetin Tasviri

Cennette ise mutluluğun her türlüsü vardır. Orada sıcak ve soğuk yoktur, ebedî  yeşilliklerle devamlı ilkbahar mevsimi hüküm sürer. Evler, köşkler, saraylar ve meyvelerin her türlüsü vardır. Orada korku, üzüntü ve keder yoktur. “Rablerinin azâbından sakınanlar da  grup grup cennete sevkolunmuşlardır. Nihâyet oraya geldiklerinde ve kapıları açıldığında cennetin bekçileri onlara: Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık sonsuz kalmak üzere oraya girin derler.”[50]; “İman edip sâlih ameller işleyenlere, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: ‘Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu, derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakilere) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalırlar.”[51]

Genel olarak İslâm âlimlerinin cennet tasviri hakkında benimsedikleri görüş, onun mahiyetinin bilinemeyeceği şeklindedir. Çünkü Kur’an, mü'min kullar için âhiret hayatında hazırlanmış mutluluk vesilelerinin hiç kimse tarafından tahayyül edilemeyeceğini ifade eder: “Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.”[52] Yine, bir hadiste, Allah’ın, sâlih kullar için, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer zihninin tasavvur edemeyeceği mutluluklar hazırladığı."[53] bildirilmiştir. Dünya hayatında beş duyu ve akıl alanlarındaki idrâkler, tabiat şartlarıyla kayıtlı olduğuna göre naslarda geçen tasvirleri aynı şartlar çerçevesinde veya hayal gücüyle değiştirerek algılamak gerekir. Nitekim bazı âyetlerde, cennet ve nimetleriyle ilgili dünya ve âhiret idrakleri arasında benzerliklerin bulunduğu ifade edilmiştir.[54]

Cennetin sekiz kapısının olduğu ilk dönemlerden beri kabul edilegelmiştir. Ancak, cehenneme ait yedi kapının mevcûdiyeti Kur’ân-ı Kerim’de açıkça zikredildiği halde[55] cennetin sadece kapılarının (ebvâb) bulunduğu ifade edilmiş ve sayıları hakkında herhangi bir işarette bulunulmamıştır. Ancak, bazı hadis-i şeriflerde cennetin sekiz kapısı olduğu belirtilmektedir.

Cennet, sadece bağ ve bahçelerden ibaret olmayıp bunların yanında kendilerine has maddelerden oluşan nesneleri ve tesisleri de mevcuttur. İman ve sâlih amel sahibi kimselerin ebediyet âleminde ravzâtü’l-cennâtta (cennetlerin has bahçelerinde) yaşayacaklarını ifade eden ayette[56] yer alan ve sözlük anlamları bakımından her ikisi de bahçe anlamına gelen ravzât ile cennât kelimelerinden ikincisine “tesis” manasını vermek gerekir. Birçok ayette sâlih mü’minlere vaad edilen cennetin çoğul şekliyle kullanıldığına bakılırsa, birden fazla tesisin bulunduğu ve her mü’mine bir mesken hazırlandığı anlaşılır. Cennetin, göklerin ve yerin “arz”ı/genişliği kadar olduğunu ifade eden ayetlerin[57] tefsiri için şu farklı görüşler ileri sürülmüştür: 1- Cennetin tasavvur edilemeyecek kadar geniş olduğunu ifade eden bir benzetmedir. Buna göre arz; en, yani genişlik demektir. Bir alanın dar cephesini genellikle onun genişliği oluşturduğuna göre cennetin uzunluğu bu teşbih çerçevesinde çok daha fazla olacaktır. 2- Cennet, dünya hayatında insanoğlu tarafından kavranabilen kâinat kadar değerlidir. 3- Madde âleminin insan idrâkine sunuluşu gibi cennet de onun bilgi ve idrâkine sunulmuştur. Bu yorumlar içinde en çok tercih edilen, birinci görüştür.

Kur’an-ı Kerim’de cennet için “güzel meskenler”[58], “üst üste kurulmuş konaklar”[59] ve “ev”[60] kavramları kullanılmak sûretiyle onun maddî mânâda eleman ve tesislerden oluştuğu belirtilmiştir. Cennet hayatıyla ilgili bazı tasvirler de bu gerçeği vurgulamaktadır. Naslardan anlaşıldığına göre cennet ehli için çadırlar da kurulacaktır.[61]

Rahmân suresinde, “Rabbinin huzuruna suçlu olarak çıkmaktan korkan kimseler için iki cennet (cennetân) vardır.”[62] denildikten sonra, bu cennetlerin imkânlarından bahsedilmekte, ardından, o iki cennetten başka (veya onların altında) iki cennet daha bulunduğu[63] belirtilerek bunların da benzer imkânları tasvir edilmektedir. Müfessirler, bu iki (veya dört) cennet hakkında cin ve insan türlerine verilecek cennetler, iyiliklerin yapılması ve kötülüklerin terkedilmesine karşılık verilecek iki cennet, iman ve sâlih amel için verilecek cennet ile lutf-ı İlâhî olarak fazladan ikram edilecek cennet gibi bazı yorumlar yapmışlardır.

Dünya hayatında mü’minlerin Allah'a itaat ve bağlılıklarının aynı derecede olmadığı bilinmektedir; bunun sonucu olarak ceza ve mükâfat derecelerinin de aynı olmayacağı haber verilmektedir.[64]

 

Âhirete İmanın İnsan Hayatındaki Yeri

İnsanlara bakıyorsunuz, sulu ve yeşillik bir yer görünce, hemen hafta sonu orada birkaç saat zevkli anlar geçirmek için piknik programları yapıyorlar. Ama nice insan, Allah'ın, altından ırmaklar akan yeşillik mekânında (cennette) ebedî piknik yapmanın programını yapmıyorlar. Veya yazın sıcak günlerinde 40-50 derecelik sıcağa dayanamayıp kaçan insanlar, o dehşetli günün ve yerin (cehennemin) bilmem kaç bin derecelik sıcağından korunmuyorlar. Şu hayatta apartmanlar ve villalar yaptırmaya kalkan insanlar, öbür tarafta bir gecekondu olsun yapmaya kolay kolay kalkışmıyorlar. Sanki bir gün oraya gitmeyeceklermiş gibi. Yine bu insanlar, şu hayatta, boğazlarından kısarak kooperatiflere yazılıyorlar. Yazıldıkları daireyi elde edip içinde rahat bir şekilde oturmak için canları çıkarcasına yıllarca taksit ödüyorlar. İyi, olsun, ev dünyada bir ihtiyaçtır, ama aynı kişiler cennet kooperatifinden bir köşke talip olup da  "taksitlerini düzenli bir şekilde ödeyeyim; günü gelince bana anahtarı teslim edilsin" diye düşünmüyorlar. Yine bu insanlar, mahkemeye düştüklerinde berat etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. En iyi avukatı tutuyorlar, hâkimi görmek gerekiyorsa görüyorlar... Ama aynı insanlar, birgün kurulacak olan İlâhî mahkemede berat etmek için pek de fazla bir çaba harcamıyorlar.

Biz birine iyilik yapsak, adam karşılığında teşekkür etmeden çekip gitse "ne karaktersiz bir adam; o kadar iyilik yaptım, bir teşekkür bile etmedi. Nankör, sen bundan sonra görürsün!" deriz. Ama biz aynı şeyi Allah'a karşı yapmıyor muyuz? Evet, bütün meseleler gelip âhirete ve dirilişe ciddi mânâda iman (yakînî bir bilgi ve kesin bir inanç) noktasında düğümleniyor. "O (Allah), hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yarattı."[65] Bu âyetin ifadesiyle hayata baktığımızda sanki bir terslik varmış gibi görebiliriz. Çünkü biz insanlar, önce yaşar sonra ölürüz; ama âyette önce ölüm, sonra hayat denilmiş. Burada Allah bize şunu ima ediyor: "Hayatı anlamak ve doğru yaşamak istiyorsanız, önce ölümü anlamalısınız." İnsanın hayatı nasıl anladığı, her şeyden önce ölümü nasıl anladığına bağlıdır. Eğer siz ölümü bir bitiş ve yok olma şeklinde anlarsanız, hayatı da "nasıl olsa ölüm var; o halde ölmeden önce ne yaparsam kârdır" şeklinde anlar ve öyle yaşarsınız. Ama ölümü bir bitiş değil de, aksine bir diriliş ve gerçek hayat olarak anlarsanız, o zaman hayatı;  "en ince teferruatına kadar hesabının verileceği bir olay"  olarak anlar ve o şekilde yaşarsınız. Herhangi bir şey yapmadan önce, onun hesabını yapar, hesaba çekileceğiniz bilinciyle hesaplı ve ölçülü davranırsınız.     

 

Âhiret Şuuru

Kur'an'ın, üzerinde en fazla durduğu konuların başında âhirete iman gelir. İnsanların İslâm'a girmeleri, Allah'ın dinine teslim olmaları ancak bu iman ile mümkündür. Bunun için âhiret konusunun en fazla işlendiği sûreler Mekkî sûrelerdir. Bunun böyle olması kaçınılmazdı. Çünkü müşrik, kâfir ya da putçu her ne olursa olsun, insanların her tür şirk, küfür ve cahiliyye düşüncesinden temizlenmeleri ve hayatlarının bütününde İslâm'ı kendilerine bir yaşam biçimi edinmeleri, bu iman ile mümkündür. Her şeyden önce Allah'a ve bu dünyadan sonra gelecek ebedî âhiret hayatına inanmayan bir insanın, yeryüzünde şeytanın oyunlarına karşı sebat etmesi, canı ve malı pahasına mustaz'afların haklarını savunup zâlimlere karşı durması beklenemez. Bu insanlar, yaşadıkları hayat gereği, tüccarca bir felsefeyi kendilerine rehber edinmişlerdir. Yaptıkları her tür iyilik ya da yardımın karşılığını bu dünyada ve dünyanın geçer akçesiyle almak isterler. Oysa İslâm, müslümanlara böyle bir şey va'detmez. Aksine insan, akidesi için sadece malını ve dünyevî zevklerini değil, canını bile feda etse, bunun karşılığını yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah'tan beklemek zorundadır. Allah'a teslimiyet, dünyevî zevk, rahat ve menfaatlerden ferâgat anlamına geldiğine göre sağlam bir âhiret inancı, mü'minde olmazsa olmaz bir özellik demektir.

Sağlam bir âhiret inancına sahip olmayan bir insanın, cahilî düşünce ve yaşayışlardan uzak durması, imkân hâricindedir. Bu yüzden Kur'an, her konuda olduğu gibi, bu konuda da en doğru yolu takip etmiş ve yeryüzünde Allah'ın hilâfetini yüklenecek ve İlâhî adâletini arz üzerinde tesis edecek insanları somut haram ve helâllerden uzaklaştırmadan önce, yakînî bir âhiret (ceza-mükâfat) inancına dâvet etmiştir. Nitekim Mekke'de de böyle olmuş ve namaz, oruç, hac, içki, zina gibi konularla ilgili hükümler gelmeden önce bu inancın sağlamlaştırılmasına uğraşılmıştır.

İnsanın fıtratından uzaklaşıp, gittikçe artan bir hızla nefsini, dünyevî ve hayvanî zevkini öne çıkartan bir anlayışla gücü yettiği her şeye hükmetme istemesi her yerde fesadı artırmıştır. Bunun sonucu olarak, İslâm'dan uzak anlayış ve yaşayış; insandan tabiata, felsefeden bilime, dinden siyasete hemen hemen her şeyin dengesini altüst etmiştir. İşin garibi, modern insan, bu altüst olmuş dengenin hâlâ en iyi olduğunu ve ilerleme felsefesi gereği daha da iyi olacağını söylüyor. Bu dengenin bozulması sonucu adâletin arz üzerindeki tesisi de ortadan kalkmıştır. Ve artık yeryüzünde suç işleyen, zulmeden, milyonlarca mustaz'af insanı sömüren müstekbirler, emperyalistler, çağdaş firavunlar cezalandırılmadan bu dünyadan ayrılıyorlar. İşte bunların nihaî cezasını Allah, âhirete saklamıştır. Adâlet konusu, sadece kâfir ve mücrimlerin suçlarıyla değil, aynı zamanda müslümanların ecirleriyle de ilgilidir. "Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin bir zannıdır. Bu yüzden o inkâr edenlere ateşten helâk vardır. Yoksa biz, iman edip iyi işler yapanları yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttakîleri, yoldan çıkaranlar gibi tutacağız?"[66]

Bu dünyada sırf Rabbinin rızâsını gözeterek her tür meşakkate katlanan, Allah'ın dâvâsı için işkence, hapis, kınanma, işinden edilme gibi her tür zorluğa göğüs geren insanların, Allah'ın bir lütfu olarak âhirette bir karşılığının bulunması gerekir. Gerçi bir müslüman, dünyadasırf Rabbine olan bağlılığından dolayı gördüğü eza ve cefalarla hiçbir zaman alçalmaz; aksine O'nun katında daha fazla yükselir.

Mü’minler Âhirete Kesin Biçimde İman Edip

Hayatı Bu İnanç Ekseninde Yaşarlar

Mü’min olanlar, âhiret gününe iman eden kimselerdir. Âhiret gü­nüne iman, hesap kitap konusuna iman demektir. Âhirete inanan kişi, he­sap kitap konusunda korku sahibi olan kişi demektir. İn­sanlar neden korkarlarsa ona karşı titiz davranırlar. İşte mü'min, böyle bir korkuyu sürekli diri tutan kişidir. Her adım atışında, her duruşunda, yâni olumlu ve olumsuz her eyleminde, Allah’a verilecek hesabı dikkate alarak korku ile umut arasında dengede duran kişidir. Yani mü'min, “Ya bu konuda hesaba çekilir­sem! Ya bu amelim yarın karşıma bir dosya olarak çıkarsa, ya bu hare­ket yarın hesaba çekilirken aley­hime çıkarsa, ya bu duruşum, tutumum beni cehenneme sürük­lerse” diye sü­rekli bir duyarlılık içinde bulunur. Herkes kendisini sorgulamalı, böyle bir korkumuz var mı, yok mu diye. Müslümanım diyenlerin büyük çoğunluğunda, âhirette verilecek hesap korkusundan daha fazla ve daha çok belirleyici olan, “aç kalma kor­kusu, borcumuzu ödeyememe korkusu, ele âleme rezil olma korkusu, dünyevi imkânlarımızın elimizden alınma korkusu, polis korkusu, maliyeci korkusu, hapse girme korkusu, çek-senet protesto korkusu, işten atılma, statümüzü kaybetme korkuları” değil mi?  

Hâlbuki Allah, kitabının başka bir âyetinde müttakıleri an­latır­ken: "Onlar, kesinlikle Rablerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini düşünen ve bunu kabullenen kimselerdir."[67] buyurmuştur. Her ân Allah’la karşı karşıya gelivereceğine ina­nan insanlar. Çünkü samimi ve kesin bir âhiret inancı Allah’la beraber olmayı, her an Allah’la karşı karşıya gelmeyi gündeme getirecektir. Böylece kişi sürekli Allah’la beraber olduğunu hissederek, kendini kontrol edebilme imkânı bulacaktır. Çünkü âhirete iman bunu sadece söz planında söylemek değil, hayat prog­ramını bu inancı belirleyici kılarak yapmak demektir. Ancak, Allah korusun da bugün müslümanım diyenlerin çoğunluğu, diliyle âhirete imanı gündeme getirirken, hayat programlarıyla onu yalanlamaktan çekinmemektedir. Dünyevi hesap, hırs, hedef ve beklentiler, âhiret eksenli hesap ve duyarlılıkları yok etmiş ve âhirete iman iddiasını çürütmüş bulunmaktadır. Maalesef çoğunluk Müslümanlar, âhiret ve hesaba imanı dilleri­yle ikrar ederken, hayatlarıyla yalanladıkları halde, bunun farkında bile değiller. Âhirete gerçek anlamda yakîn bir imanın varlığından söz edilebilmesi için, hem diliyle hem de hayat programıyla âhirete inanmak, hem sözlü hem de fiilî manada imana sahip olmak gerekir. Rabbimiz hepimize bu imanı nasip etsin inşaAllah.

Bu mesele en önemli mesele olup, âhirete iman konusunu, öncelikle kendimiz, sonra da davetimizin muhatabı çevremizdeki tüm insanlar için sü­rekli gündemde tutmak zorunda olduğumuzu, asla ve hiçbir sebeple unutmamalı ve ihmal etmemeliyiz.

 

Yaratılışa İnanan, Yeniden Yaratılmaya da İman Eder

Yaratılış olarak da âhiretin varlığında şüphe edilemez. Müşriklerin kesin inkârlarına getirdikleri en büyük delil; yok olan, toprağa karışan insan bir daha nasıl diriltilebilir? Oysa âlemlerin rabbi olan Allah'ın buna gücü elbette yeter. "Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük (bir şey)dir. Fakat insanların çoğu bilmezler. Kör ile gören bir olmaz. İnanıp sâlih ameller yapanlarla kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz! (Kıyâmet) saat(i) mutlaka gelecektir. Bunda asla şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu inanmazlar."[68]"Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? (Allah) onu yaptı. Kalınlığını (tavanını) yükseltti, onu düzenledi."[69]; "De ki: 'Allah sizi yaşatıyor, sonra sizi öldürüyor, sonra sizi kendisinde şüphe olmayan günde toplayacaktır. Fakat insanların çoğu bilmezler."[70]

Öldükten sonra dirilme; bir de insanın yaratılış felsefesi ile ilgilidir. Peygamberimiz: "insanın dünyada bir yolcu, dünyanın da ağaç altında bir solukluk dinlenme yeri"[71] olduğunu söylemiştir. Yani başı O'ndan gelen ve sonu yine O'na ulaşacak olan bir yolculuk (İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn).[72] Bu yolculukta insan başıboş bırakılmamıştır. "İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?"[73]; "Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?"[74] Allah, insanı boş yere yaratmadığına göre, helâkını da boş yere yapmayacaktır. Bu dünyada kendisine bu kadar nimet ve hasletler verilen, mahlûkatın en şereflisi kılınan ve tüm bunların karşılığında sadece Allah'a kulluk etmesi istenen insanın, tüm bu imkân ve lütufları boş yere harcaması, ya da sırat-ı müstakim doğrultusunda kullanması karşılıksız kalmayacaktır.

"...(O müttakiler) âhirete yakîn olarak iman ederler. İşte onlar, Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de onlardır."[75] Âyette geçen yakînen iman önemlidir. İslâm'ın temel özelliklerinden birisi, insanları, gaybe imana dâvet etmesidir. Bu gaybın varlığı, bizim duyularımızla müşahede edilmez; aklî çıkarsamalar ya da mantıksal önermelerle de bilinmez. Aksine gaybe imanın en sağlam teminatı, sadık habere duyulan güvendir. Kur'an gibi sadık bir haberde herhangi bir yanlışlık ya da tezatlık olmayacağına göre, gaybin varlığı da kesindir. Âhiret gaybî olduğuna göre, ona yakînî iman da ancak Allah'a olan imanla mümkündür. Çünkü gerçek yakîn, bizatihi müşahede iledir. Oysa âhiret konusunda böyle bir imkân yoktur. Dolayısıyla konu, Allah'ın sözüne iman ile alâkalıdır.

 

Âhiret Anlayışı Bizi Dirilişe Ulaştırır/Ulaştırmalıdır

Bugün yaşadığımız toplumda âhiret inancı, bir mit ve hurâfeler yığını olarak yaşamaktadır. İnsanlar bu inancın getirdiği her tür dinamizm, coşkunluk ve gayretten fersah fersah uzaktadırlar. Bu avamî anlayış, tevhid bilincine sahip mücâdeleci müslümanlar için geçerli değildir. Avamdan, ya da ehl-i dünyadan birisi yaşadığı hayat ve sahip olduğu hayat felsefesince âhirete inanmaktadır ve büyük bir ihtimalle de kendini cennette görmektedir.

Gerçek müslümanlar için durum çok farklıdır. Çünkü müslümanlar 'dünyadadırlar'  ama,  'dünyadan ve dünyevî'  değildirler. Dünyada, bütün ömürleri boyunca bir yolcu ya da garip gibidirler. Yani onlar, niçin yaratıldıklarını, nasıl yaşayacaklarını ve buna bağlı olarak sonlarının nereye ulaşacağını bilen insanlardır. İnsan, şu anda yaşadığına göre, öncelikle bilmesi gereken; nasıl yaşayacağı ve sonunun ne olacağıdır. Aslında son dediğimiz şeye, fazla uzak gözüyle bakılmamalıdır. Çünkü "Dünya" kelimesi, denâ'dan gelir ve 'yakınlaştırılmış şey' demektir. Demek ki dünya, insanın akıl ve idrak tecrübesine ve bilincine yakınlaştırılmış bir şeydir. Yakına getirilen şeyin (dünyanın) tabir câizse bizi kuşatması ve etkilemesi gerçeği, bilincimizi, son varış yerimizden (âhiretten) başka yöne çevirir. Bu son gidilecek yer, 'daha sonra' geldiğinden; bize 'uzak' gibi gelir. Hâlbuki bu, 'yakın' olanın (dünyanın) sebep olduğu yanılsama ve şaşırtmacadan dolayı böyledir. Yani, son, âhiret bize o kadar uzak değildir. Uzak sanmamız, duyularımızın bizi yanıltması nedeniyledir. Öyleyse yaşadığımız ile ulaşacağımız sonu düşünmek ve her ânımıza bir muhâsebe yapmak durumundayız.        

Müslüman birey, kendi bilinç ve dimağını devamlı diri tutmak zorundadır. Bir taraftan cahilî yaşamın, diğer taraftan nefsin/şeytanın öne sürdüğü zaaf ve oyalanmalar arasında kalan birey, cihadın her şeyden önce bunlara karşı verilmesi gereken bir mücâdele olduğunu bilmelidir. Bunun sağlanabilmesi ise ancak yaşanılan dünyadan ve hayattan daha yüksek, yüce ilkelere, hedeflere bağlanmakla mümkündür. Bu ilke ya da hedef, günlük yaşamadan ve denîlikten uzak ve yüce olduğu ölçüde bu hayatı anlamlı kılabilecektir. Hangi düzeyde olursa olsun, müslüman birey için mücâdele zorunlu olduğundan, mücâdeleye liyakat için fertlerin dimağlarını her zaman diri tutacak donanımlara, eskimeyen kaynaklara ihtiyacı vardır. İşte bu kaynakların başında âhiret inancı gelir. Kişi, dünyanın geçici zevklerinden, korku ve umutsuzluktan, hedef sapmalarından ve hilâfet görevini unutmaktan, ancak bu inanç ile uzaklaşabilir. İnsanoğlu nisyâna  (unutmaya)  meyillidir  ve  nisyan  arttıkça  isyan  ve  sapma  da  artar.   Dahası,  insanın gönlünde iki ayrı (üstelik zıt) ilkenin, idealin ya da duygunun bulunması mümkün değildir. Bir yandan hilâfet görevini yerine getirmeye çalışmak, özgürlük ve adâlet için mücâdele etmek, bir yandan da dünyanın ve şeytanın geçici oyunları, hileleri karşısında aldanmak, korkmak ve zavallı yaşam biçimlerine istek duymak, bir müslümanın şahsında birleşemez. "Dünya hayatını âhiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür ya da galip gelirse, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz."[76] Allah'ın yolunda mücâdele, -alanı ve biçimi ne olursa olsun- ancak dünya hayatının satılmasından sonradır. Sağlam bir irâde ve direnme duygusuna sahip olmayan insanların, düşmanın güç ve oyunları karşısında kısa zamanda umutsuzluk ve korkuya düşmesi mümkündür. Hâlbuki sorgulama, tahkir edilme, işkence görme ve nihâyet şehidlik ile kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını; aksine cennetlere ve bunun ötesinde temiz ve özgür bir ruha sahip olacağını ve Rabbinin huzuruna bu tertemiz haliyle çıkacağını bilen bir insan için, korku son derece ârızî bir şeydir.

 

Gündüz Yaşıyor, Gece Ölüyor, Sabah Diriliyoruz

"Niçin varsın?" şeklindeki soruya "yok olmak için" şeklinde cevap vermek, var olan ve yaşanılan her şeyi bir anda anlamsız kılmak demektir. Öyle ya, siz bir şey icad eder, bir şey var edersiniz; ardından size sorarlar: "Bunu niçin var ettin?" Cevap verirsiniz: "Var etmiş olmak için var ettim!" Neticede her iki cevap da oldukça anlamsız olup, kişinin kendisini, hayatı ve varlığı tanımadığını, olup bitenlerden gaflet içinde yaşadığını gösterir. "Onlar, ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın (derler). Sen yücesin, bizi ateş azabından koru."[77]

Her şeyin bir anlamı vardır. Hayatın, ölümün, ağaçların, dağların, insanların, hayvanların... Ölümü anlamlandırdığımız zaman, her şey bir anlam kazanacaktır. Ölüm, bir yok olma değil; yeni bir hayatın başlangıcıdır. Ölümlü, fani sıkıntılarla dolu bir diyardan, ölümün olmadığı, ebedî, mükâfatlarla dolu zahmet ve sıkıntının bulunmadığı, sevdiğimiz her şeyin bulunduğu bir diyara yolculuktur. Onun için müslüman ölümden korkmaz; sadece ona hazır olur. Hatta, yeri geldiğinde seve seve canını verir, âhiret karşılığında dünyayı satar. "Ölüm yok olmak değil; bir diriliştir, yeni bir hayata geçiştir" cümlesinden hareketle, yaşadığımız hayatı ve varlıkları seyredelim:

Her gece bir ölüm, her sabah bir diriliştir. Gece olur uyuruz. Uyku, ölümün kardeşidir, ölmenin provasıdır. Bir müddet sonra uyanırız. Yani ölümden dirilişe geçeriz. Bunu her gün tekrarlarız. Gündüz yaşar, gece ölür, sabah diriliriz.

 

Her Kış Bir Ölüm, Her Bahar Bir Diriliştir

Güneşin her batışı bir ölüm, her doğuşu bir diriliştir. Her gün tekrarlanan bu batış ve doğuş gösterileri, bize şu gerçeği fısıldar: Ey insan! Tıpkı benim gibi sen de bir gün böyle batıp sonra tekrar doğacaksın, yani öleceksin ve dirileceksin. Bu gerçeği unutturmamak için Rabbimiz hergün bu manzarayı bize seyrettiriyor. Bakmasını bilenler, baktıklarında görenler için güneşin doğuş ve batışı da âhirete imanı içeren bir âyettir.

Mevsimler de bize ölüm ve ardından dirilişi anlatır. Her kış bir ölüm, her bahar bir diriliştir.  Kış geldiğinde toprağı ve hayatı ölü görürüz. O yeşil yeşil canlı bitkiler ve toprağın üstünde kaynaşan, devinen, gezinen böcekler, hayvanlar yoktur artık. Ama baharın gelip yağmurların inmesiyle birlikte toprağın dirilişe geçtiğini görürüz. Kışın, nice sineklerin kaybolması bir ölüm, baharla ortaya çıkması bir diriliştir. Kışın odun haline gelen ağaç için bu bir ölüm, baharla çiçek açıp meyve vermesi bir diriliştir. Tabiat, kendi diliyle haykırır: "Ey insan! Bir gün sen de böyle ölecek ve dirileceksin!" Rabbimiz, kış ve bahar mevsimlerini yaşatırken aynı zamanda ölümleri ve dirilişleri de aylarca seyrettirir. Tohumların toprağa atılışı bir ölüm, günler sonra topraktan çıkışı bir diriliştir. Tohumun toprağın içinde yok olduğunu zannederiz; hâlbuki yokluk yoktur. O, toprağın altında diriliş sürecini yaşamaktadır. Nihâyet bir müddet sonra, bahar rüzgârı borusunu öttürecek, tohum, kıyâmeti yaşayarak kıyam edecek, yeşillikler içinde yeni bir hayata kalkacaktır. İnsan da böyle bir tohum gibidir. Yaşarken bir gün toprağın altına düştüğünü görürüz. İnsanın düştüğü yer, onun kabridir. Tohum gibi o da bir gün düştüğü yerden kalkacaktır. Kıyâmet günü, zaten kalkış günü demektir. "Gökten bereketli bir su indirdik. Kullara rızık olmak üzere onunla bahçeler, biçilecek taneli ekinler, küme küme tomurcukları olan hurma ağaçları yetiştirdik. O su ile ölü yeri dirilttik. İşte insanların diriltilmesi de böyledir."[78]; "O (Allah), ölüden diri, diriden ölü çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra o canlandırır. Ey insanlar! İşte siz de böyle diriltileceksiniz.![79]

Doğum da bir diriliştir. Doğum, ölü gibi olan bebeklerin ana rahminde dirilişe geçip dünyaya adım atmasıdır. Bakmasını ve görmesini bilenler için bir damla suyun (atılan pis suyun milyonlarca parçasından birinin) dirilişe geçmesidir. "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz; O sizi diriltti. Yine öldürecek, yine diriltecek, sonra O'na döndürüleceksiniz."[80]; "İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: 'şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?' diyor. De ki: 'Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gâyet iyi bilir."[81]

İçinde yaşadığımız hayatın kuruluş düzeni de ölümden sonra dirilişin ve hesaba çekilmenin gerçekleşeceğine başlı başına bir delildir. Çünkü yaşadığımız hayatta güçlü ve zalim insanlar var. Çoğu kez bunlar, "ben istediğimi yaparım ve kimseye hesap vermem!" havası içinde yaşıyorlar. Diğer taraftan zavallı, güçsüz, her türlü haksızlığa maruz kalıp hakkını alamayanlar var. Günün birinde, zalim cezasını, mazlum da hakkını alamadan ölüp gidebiliyor. Hayat, bu kadar dengesiz ve anlamsız, zâlimlerin yaptıklarının yanına kâr kalacağı adâletsiz olamaz. Hemen insanın aklına şu geliyor:  "Ölümden önce haklıya hakkı, suçluya cezası tümüyle verilmediğine göre, demek ki ölümden sonraya bırakılıyor." İşte ancak bu değerlendirmeden sonra hayat anlam kazanıyor. İnsan, dirilişin sancılarını çekmektedir. Vicdan azabının da temelinde  "öldükten sonra bir gün dirilme ve yaşanılan hayatın hesabını vermenin getirdiği endişeler" vardır. 

Sadece bu dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü yaşarsınız. Ama öleceğinizi düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız. Çevremizdeki insanlar hep dirilişin etkisiyle, âhiret şuuruyla yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini. İkinci asr-ı saadet olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada iken yaşamaya başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya yönlendirerek yaşadığımız hayatı ve yeri sahte cennet haline getirmeye koyulunca cenneti de unuttuk. Özlemez olduk. Nasıl özleyebiliriz ki; lüks, israf demeden yaşadığımız hayatı, materyalistlerin uydurma cenneti gibi yapmak için bir ömür boyu gece gündüz koşturunca. Sahabe, cenneti öyle bir özlüyordu ki! Enes bin Nadr, Uhud savaşında "cennetin kokusunu Uhud'un arkasından duyar gibi oluyorum" diyordu. Bilirsiniz, insan çok acıkınca yemeğin kokusunu çok uzaktan duyar. Sahabe de cennete öyle acıkıyordu ki, daha dünyada iken kokuları geliyordu cennetin.

İmam Gazali diyor ki: "Mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor." Ölüm öncesindeki kavgaların ölümden sonra pişmanlık getireceğini hissederek yaşayan insan, hiç pişman olacağı şeyin kavgasını verir mi? Hırsla hayatın ve eşyaların, burada kalacak şeylerin ardına bir ömür boyu düşer mi? "Onlar, geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler, çeşmeler, ekinler, güzel makamlar ve zevk ü sefa sürecekleri nice nimetler. İşte böyle oldu ve biz onları başka topluma miras verdik."[82]; "Ey iman edenler, size ne oldu ki: 'Allah yolunda topluca savaşa çıkın' denildiği zaman yere çakılıp kaldınız? Âhirettense dünya hayatına mı râzı oldunuz? Ama dünya hayatının geçimi (zevki), âhiret yanında pek azdır."[83]

Gerçek özgürlük, Allah'a koşmakta ve Allah'a yakın olmaktadır. İnsan, Allah'a ne kadar yakın olur, O'na ne kadar bağlanırsa o kadar özgür sayılır. Allah'tan uzak yaşayan insanlar köle insanlardır. Meselâ; mobilyalarının ve arabalarının çizilmesine hiç dayanamazlar. Çünkü o çizilen şeylerin kölesi durumundadırlar. Efendilerinin zarar görmesinden rahatsız olurlar. Ama her gün dinleri, imanları, şerefleri, namusları çizilir, hiç rahatsız olmazlar. Başörtüsüne uzanan ellere kızmaz; yeter ki o el, kendi putlarına, efendilerine zarar vermesin. Menfaatine dokunulduğunda etrafı velveleye boğanlar, dinlerine ve âhiretlerine yapılan hücumdan hiç rahatsızlık duymamaktalar. Böyle insanların özgürlükten bahsetmeleri, kölelerin özgürlük dersi vermesine benzer.

Peygamberimiz'in tavsiyesi şöyle idi: "Bu dünyada, sanki gurbete gitmiş, birgün yuvasına tekrar dönecek biri gibi ol veya gelip geçici bir yolcu gibi yaşa."[84] Hayatın geçiciliğini kalbine ve kafasına oturtmuş bir müslüman geçici şeylere sevgi beslemez ve kendini bağlamaz. Zaten şu bir gerçektir ki; Allah'ın dışındaki şeylere olan ilgi ile Allah'a olan ilgi arasında ters orantı vardır. Bir kimsenin Allah'ın dışındaki varlıklara, eşyaya ilgisi ne kadar fazla ise, Allah'a olan ilgisi o kadar azdır. Böyle bir durumda ilgi duyulan şeyler Allah ile kul arasında engel  teşkil ederler. Bu yüzden İslâm, insanın duygularını âhirete yönetmek için Kur'an'da çok sık şekilde ölüm, âhiret, kıyâmet, hayatın geçiciliği üzerinde durur. Mekkî sûrelerin aşağı yukarı tamamında, diğer sûrelerin de genelinde bu havanın verilmeye çalışıldığını görürsünüz. "Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır. (Bu) tıpkı bir yağmura benzer ki, bitirdiği ot ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Âhirette ise çetin bir azab; Allah'tan mağfiret ve rızâ vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir."[85]

Kur'an'a baktığımız zaman âdeta tüm azgınlık, isyan ve başkaldırıların sebeplerinin tek sebebe bağlandığını görürüz. O da âhireti hesaba katmadan ve âhiretten korkmadan yaşamak. "Hayır, doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar."[86] Kur'an, terbiye etmeye çalıştığı insanda ilk etapta âhiret endişesi oluşturmaya çalışır. Bu endişe belli bir boyuta ulaştığı zaman insanların hayatlarında inkılabların gerçekleştiğine şâhit oluruz. Meselâ; içki Medine döneminde ve yaklaşık Uhud savaşı yıllarına kadar yasaklanmamıştır. Fakat o tarihlerde içkiyi kesin olarak yasaklayan âyet inince evdeki şarap küplerinin kırılarak içkili hayata son verildiğini görürüz. Peki, bu neden kaynaklanıyor? Tabii ki âhiret ve Allah korkusundan. O insanlar o güne kadar öyle eğitilmiş ki, yaptıkları işin âhirette kendilerine çok pahalıya malolacağı söylendiği anda hemen o işten vazgeçiyorlar.

Âhirete imanı, âhiret endişelerini, cennet ve cehennem mefhumlarını ortadan kaldırdığınızda insanları gerçek anlamda motive edemezsiniz. Yani iyi şeyleri kendiliklerinden yaptırıp, kötülüklerden de kendiliklerinden vazgeçiremezsiniz. Âhirete iman; en büyük ve gerçek anlamda tek otokontrol mekanizmasıdır. Âhiret ve Allah korkusu olmadan insanları neye göre ahlâklı ve dürüst olmaya sevkedeceksiniz? Eğer bir insan, yaptığı bir kötülüğün cezasını görmeyeceğini bilse, niye o kötülükten vazgeçsin veya yapacağı bir iyiliğin karşılığında mükâfat yoksa niçin o iyiliği yapsın? Denilebilir ki; insanlık için. Ben ölür ölmez bu insanlar çok kısa  bir  süre içinde beni unutacaklar. Unutmasalar bile, öldükten sonra bana ne faydaları dokunabilecek ki?

Ama düşünün ki "bir varlık" var ve "bir gün"  var. O varlık, o günde yaptığınız tüm iyiliklerin karşılıklarını kat kat fazlasıyla verecek ve yaptığınız kötülüklerin de cezasını verecek. O varlık ki, hiçbir iyiliği unutmaz, adâletli, kimseye zerre kadar zulmetmez, hiçbir şeye ihtiyacı yok. Her şeyin yaratıcısı ve sahibi, çok merhametli, çok affedici. İnsan, böyle bir varlığa iman edip sadece O'nun rızâsını kazanmak idealiyle yaşadığı zaman artık siz bu insanları "Allah'ın rızâsını kazanma" amacıyla iyi şeylere kolayca yönlendirebilir ve kötü şeylerden de kolayca sakındırabillirsiniz. Aksi takdirde bütün çabalarınız sonuçsuz kalır. Âhiret korkusu olmadan insanlar, fırsat bulduklarında kötülük yapabilecekleri için kimsenin kimseye güveni olmaz.

İnsanın ve insanlığın kemali, âhirete iman olmadan mümkün olamazdı. Toplumsal huzurun ve ferdin saadetinin âhiret inancına bağlı olduğunu bize saadet asrının örnek toplumu öğretti. Hiçbir ahlâkî kural tanımayan, fuhşun alenen işlenip suç sayılmadığı, birçok insanın  babasının tombala usulü belirlendiği, kokuşmuş gelenek dışında kanun ve nizamın bulunmadığı, hak ve hukukun değil; gücün egemen olduğu, güçlünün hep haklı olduğu, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, faizin ve her türlü haksız kazancın normal sayıldığı, ezmeyene ezilmekten başka bir seçenek tanınmadığı cahiliyye toplumundan dünya tarihinin ender şâhid olduğu faziletli bir toplum çıkarılmasında, âhiret inancının payı sanıldığından da daha büyüktür.

Kur'an ve Sünnette Allah'a iman ile âhirete iman birlikte zikredilir. Zaten ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Ayırdığımız zaman bir anlamı kalmaz. Örneğin, laiklerin inandığı gibi bir Allah'a inanıyorsunuz. Yani Allah'ın, kendi varlığınızı ve her şeyi yarattığını kabul ediyorsunuz. Fakat Allah'ı hayatınıza karıştırmıyorsunuz. Kötülük yaptığınızda ceza vermiyor; iyi ve dürüst davrananlara da ödül vermiyor. Allah aşkına bana söyler misiniz böyle bir Allah'a inanmakla inanmamak arasında ne fark var? Hiçbir fark yok. Ama Allah'ın iyileri mükâfatlandıran, suçluları cezalandıran bir varlık olduğuna iman eden, ayrıca zalimin cezasını görmediği, mazlumun da hakkını şu hayatta alamadıklarını gören bir insan, elbette ölümden sonra bu işlerin tamamlandığı bir günün olduğuna zorunlu olarak iman eder. Zaten âhiret gününün bir başka adı da "din günü"dür. Din'in sözlük anlamlarından birisi de mükâfat ve ceza olduğuna göre din günü; yapılan işlerin karşılıklarının verileceği gün mânâsına gelir.

İki insan düşününüz. Birincisi hep onun bunun hakkını gasbetmiş, başkalarının alın teri ve emeği üzerinde keyif çatmış, ikincisi, başkalarının hukukuna tecavüz etmediği gibi bir ekmeğini ikiye bölerek tasadduk etmiş. Birincisi zulmetmiş, ezmiş, sömürmüş ve semirmiş. İkincisi yardım etmiş, gönül yapmış, onarmış ve mazlumu kollamış. Birincisi cana, mala, ırza tecavüz etmiş; ikincisi canı, malı, ırzı aziz ve muhterem bilmiş  ve  korumuş.  Birincisi  her  türlü ahlâkî kurallardan ve insanî faziletlerden uzak, arzularının ve tutkularının esiri olarak yaşamış; ikincisi Allah'ın kendisi için çizdiği sınırları yine O'nun sevgisi ve korkusuyla çiğnememiş ve hep ahlâkî, insanî değer ve faziletleri koruyarak kuralları yaşamış.

Evet, şimdi bu iki kişinin de öldükten sonra aynı sonuçla karşılaşıp yaptıklarının yanlarına kalacağını düşünmek hangi akla, hangi vicdana ve hangi adâlete sığar?[87]

Dünyanın; ekolojik anlamda tabii dengenin bozulması sınırından; ahlâkî, kültürel, siyasi, ekonomik vb. anlamlarda da toplumsal dengenin deformasyonu sınırına kadar, İlâhî olan her tür dengenin, tabiiliğin, sünnetullahın sınırlarını zorlayıcı bir sona doğru hızla yaklaştığını gördüğümüz bu dünyanın her şeye rağmen  "halifesi" olarak seçilmişleri olan insanlarının, bu İlâhî misyonlarını yerine getirebilmeleri için hâlâ bir fırsatları, bir şansları var.

Batı uygarlığının; insanı ve tabiatı tahrip eden, baş döndürücü bir ilerleme-kalkınma yarışı ile büyüleyici çağdaşlık, modernlik sendromu ile ifsad edici iletişim-medya hegemonyası, iğfal edici gayri ahlâkî yaşam tarzı ile artık âşina olduğumuz bu şeytanî uygarlığın sağına, soluna, ortasına bakmaksızın bütün yorumları, uzantıları ve sonuçları ile dünyayı ve insanlığı tehdit etmesine son verebilmek için hâlâ insanlığın en erdemlilerinin yapacakları bir şeyler var.

Bu erdemlilerin ve daha doğrusu insana üflenen İlâhî ruhun bütün erdemlerini temsil eden İslâm inancının insanlığa sunacağı İlâhî hikmetin bir ayağını tevhid; diğer ayağını âhiret bilinci oluşturuyor. Batının şeytanî hegemonyasına alarak İlâhî olana yüz çevirttiği, hikmeti ve İlâhî bilgiyi unutturduğu, insanî olan, tabii olan, hak olan her şeye sırtını döndürdüğü insanlık, içine düştüğü şeytanî bataktan ancak tevhid ve âhiret ayaklarına basarak doğrulabilir. Bu gerçek, yeryüzünün her yöresinde her gün her saat her an kendini gösteren trajik âkıbetin farkına varan, farkında olan müslümanlar için üstlenilmesi gereken ağır sorumluluklar mânâsına geliyor.

Dünya ve içindekilerin gelip geçici olduğunu, bir sınama ve imtihan aracı olduğunu bilen ve böyle inanan İslâm insanı, bu bilgisini ve bu imanını, kuru ve şematik, içi boş ve vicdanî inanç kofluğundan çıkartıp, olması gereken yere, âlemlerin rabbi olanın, dünya ve âhiretin sahibi olanın istediği yere, hayatın tam ortasına oturtmak zorundadır.

Âhiret inancını hayatın tam ortasına oturtmak ne demektir? Ve bu, nasıl olabilir? Bu sorulara müslümanın, her müslüman topluluğun âhiret inancını gözden geçirmesi, içi boş bir inanç olmaktan çıkartıp, hayatına yön veren bir şuur/bilinç düzeyinde ele alması ve müslüman insanın dünyevî yaşantısının bu bilinçle nasıl şekilleneceğini ortaya koyması ile cevap verilebilir. Bu da, elbette ki dünyaya değer vermeyerek, bir oyun ve eğlence gözüyle görerek dünyevî olana itibar etmeyerek, gelip geçici değerlerden yüz çevirip, o büyük gün için, Rabbimiz'in karşısına tek tek çıkacağımız, titreyerek ya da açık alınla çıkacağımız hesap günü için yaşamakla mümkündür. Bu mümkünü, hayatın tam ortasına oturmuş bir gerçekliğe dönüştürebilmek, yani gerçekten hesap günü için, hesap gününe ayarlanmış bir biçimde yaşayabilmek için de âhiretin bilincine varmış olmak gerekiyor.

Ufukları ölümle sınırlı, ölüme kadar uzanabilen bir yaşam felsefesine inanan, ölüm öncesini de Allah'sız, âhiretsiz, ed-Din'siz beşerî ideolojilerin yaşam projeleriyle tasarlayan şeytanın kemalist ve batıcı dostlarının egemen olduğu bir toplumda hem bu bilince ulaşabilmek, hem de bu bilincin gerektirdiği tarzda yaşayabilmek -işin doğrusu- o kadar da kolay değil. Çünkü iki yüz yıldır ümmetin başına bela olan batı işbirlikçisi egemen güçlerin, ezerek, zulmederek, hile, dolap ve desiseler kurarak, batı batağına sürüklemeye çalıştığı ümmetin ve bir parçası olan yaşadığımız toprakların  insanlarını,  inkârın,  şirkin,  sapmanın,  yüz  çevirmenin,  yalanlamanın, küçümsemenin, hor görmenin anaforundan baktığı İlâhî değerlere, ed-din gerçeğine, felah (kurtuluş) yoluna yeniden, bıkmaksızın, usanmaksızın çağırmak ve bununla birlikte işbirlikçilerin, satılmışların, sömürücülerin, insanlık düşmanlarının, Allah düşmanlarının düzenlerine karşı bitmez tükenmez bir kin pınarından beslenerek savaşmak, bir ve en büyük olan Allah'a, âhiret gününe yakînen iman edenlerin mesleğidir. Âhiret bilincinin gerektirdiği tarzda yaşayabilmek bu mesleği icra etmektir ve onun için kolay değildir.

Yaşadığımız toplumda bir asra yakın ifsad ve inkâr kaynaklı zulüm düzeninin, pozitivist ve modernist paradigmalar temelinde ürettiği kemalist, sağcı, solcu, milliyetçi, kapitalist vb. ideolojilerin kıskacında bulunan insanların arasından çıkan müslümanların, bu kıskacın etkilerini tamamen silebildiğini söyleyebilmek çok zordur. Şu veya bu şekilde tevhid bilincine erişmiş insanların aynı oranda ve önemde âhiret bilincine de ulaşabildiklerini ne yazık ki iddia edemiyoruz. Eğer tevhid bilinci insanlara beyinlerdeki ve kalplerdeki putları, tâğutları yıktırıyorsa; âhiret bilinci de hayattaki putları ve tâğutları yıkma mücâdelesine sevkeder. Dünyayı değiştirmenin, toplumu değiştirmenin, insanı değiştirmenin en doğal, en sıradan faturası ve bedeli olan ölümü göze almanın, ölüme atılabilmenin, ölümden korkmamanın insanı dâvâsı uğruna mücâdeleye sevkeden en güçlü sâik olduğunu görürüz.

Eğer insanlar tevhid bilinciyle yorumlayabildikleri dünyayı değiştirebilmek için kıllarını dahi kıpırdatmıyorlarsa, ya da sadece kıllarını, ya da dillerini kıpırdatıyorlarsa, işte o zaman insanların iç dünyalarına inip oradaki tortuyu, toplumun kültüründen kalmış gizli kalıntıları, yani o çıplak ölüm korkusunu, o açık dünya sevgisini bulup çıkarmak gerekir; zira insanları, tevhide ulaştığı halde yerinde tutacak olan, hâlâ yaşamaya, yalnızca yaşamaya sevkedecek olan tek sebep, bütün teorik, ilmî, fikrî izahların, yorumların, anlayışların aldatıcı perdesi arkasına gizlenen tek sebep; dünya sevgisi ve ölüm korkusudur. İslâmî bilincine rağmen bu içgüdüsel tortuyu barındıran insanların ölüm korkusu diğer insanlardan daha fazla, dünya sevgisi diğer insanlarınkinden daha yoğun ve kalıcı olur. Çünkü, bir içgüdü olarak, bilinçaltında sürekli beyin, kalp ve dildeki gerçeklerin perdesiyle örtülüp, bir biçimde bu gerçeklere inanıyor olmanın rahatlatıcı, yeterli gördürücü, tatmin edici işleviyle oyalanıyor olarak dünyayı sevmek daha meşrû, ölümden korkmak daha doğal hale gelir ve bu insanlar âhiretin bilincine daha uzak bir noktaya düşerler. Çünkü bu bilinci de taşıdıklarını var saymakta ve kendilerini de başkalarını da buna inandırabillmektedirler. Oysa âhiret bilincini sıradan bir insana kavratabilmek daha kolay; bu tür insanların yeniden kavrayabilmeleri daha zordur.

"Lâ ilâhe illâllah"ın bütün bir tarihi, bütün bir dünyayı, bütün bir toplumu izah eden esprisini kavrayıp da, yeryüzünde işlenen bunca zulme, bunca haksızlığa, bunca iğrençliğe şâhid olup da, içinde yaşadığı toplumda ne yapmasını ve ne yapmamasını açık ve net bir şekilde kavrayıp da, hiçbir şey yokmuş gibi yaşamanın, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmanın, hiç bir sorumluluğa sahip değilmiş gibi ömür tüketmenin başka bir izahı yoktur. Mücâdelesiz, kavgasız, çilesiz, hapissiz, işkencesiz, kansız, şehidsiz geçen günlerin; daha fazla küfür, daha fazla zulüm, daha fazla tuğyan, daha fazla zillet demek olduğunu bilen insanların, bilmesi gereken insanların hâlâ yerlerinde durabilmeleri, hâlâ mücâdeleye atılmamaları, hâlâ kavgayı yarınlara erteleyici çözümlere sarılmaları, hâlâ kolay ve rahat yolları bayraklaştırabilmeleri, başka bir şeyle izah edilemez. Mücâdelenin, kanın, şehidin olmadığı yerde âhiret bilinci de gereği kadar yoktur demektir. Âhiret bilincinin gereği kadar olduğu bir yerde insanlar günlerini meydanlarda, sokaklarda, karakollarda, mahkemelerde, cezaevlerinde, mezarlarda ya da mezar başlarındaki şehâdet andlarında doldururlar.

Oysa düşmanın açık seçik belli olduğu, kavganın bütün yakıcılığıyla kendini dayattığı, inancın kan, ter ve gözyaşı ile ispat istediği bir zamanda, insanlar hâlâ kaybetmekten korkacakları şeyleri biriktirmekle meşgullerse, hâlâ sıradan bir vatandaş olarak yaşamak için çaba gösteriyorlarsa, hâlâ hayatın yutucu gerçekleri hesap gününün ürpertici gerçeğinin önüne geçebiliyorsa, hâlâ şerefsizce yaşamanın sermayesi olan dünyalık şeyler peşinde koşmak, âhiret kazanma çabasına girmemenin mazereti olabiliyorsa, o zaman Allah'ın ipine tutunarak ayağa kalkabilmenin bir ayağı yani âhiret bilinci eksik demektir. Zaten yüce Rabbimiz de Kur'an-ı Kerim'de sık sık "Allah'a ve âhiret gününe iman edenler" diyerek, iki ayağın kopmaz birliğini vurgulamıyor mu?

Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında özellikle ölümü, dirilişi, kıyâmeti, mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah'ın nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı derin derin düşünelim. Bunu kendimize görev edinelim. Bu dünyadaki rahatımızdan fedakârlık yapalım. Hem burada tam bir rahat etme, hem de orada rahat etme gibi imkânsız ve gülünç olan sevdadan vazgeçelim. Sahâbeler, Hz. Peygamber'e, biraz rahatına bakması, kendini fazla yormaması yolunda birtakım şeyler söyleyince, Önder ve Örneğimiz'den şu cevabı alırlar: "Nasıl refah ve nimetin tadını bulurum ki, boynuz sahibi (İsrâfil) boynuz (sur)u ağzına koymuş, alnını eğdirmiş ve kulağını vermiş, ne zaman üfleyeceğine dair emir bekliyor."[88]

Kabirlere, hele gece karanlığında gidip, oralarda ölümle kolkola yaşayacağımız günleri düşünelim. Ölüm ve şehâdet râbıtası yapalım. Allah'ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım. Mezarlarda ve hayalinde düşünerek canlandırdığın kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik çukur, içinde birkaç kemik parçası ve mezar taşında da senin adın, evet senin adın, benim adım yazılı. Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük kıyâmetin kopmasını bekliyordun veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin kıyâmetin koptu. İşte bu kıyâmete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını? Sakındın mı yapmaman gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-harçların, ümitlerin, beklentilerin, yatırımların... neresi için? Ölüm... Ne zaman? Evet ey insan! Tohumun toprağın üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi bir gün kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin huzuruna gidip yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını vereceğini düşün ve hayatını ona göre düzenle: Çünkü, ölüm bir yok oluş değil; diriliştir. Ölüm uzakta değil; çok yakınımızdadır. 

Âhirete iman etmiş olmak, âhiret bilincine erişmiş olmak, yalnızca kafalarda âhiretle ilgili bilgileri arttırmakla, kalplerde âhirete olan inancı tazelemekle gerçekleşmez. Çünkü âhiret bilinci kafa ve kalpte başlayıp biten işlevsiz bir olgu değil; insan hayatının bütün boyutlarını ve ömrünün bütün anlarını belirleyen canlı ve dinamik bir olgudur. O yüzden Bakara sûresi 4. âyette Kur'an'ın doğru yola kılavuzluk edeceği muttakîlerin vasıfları sayılırken "âhirete inananlar" değil;  "âhirete yakînen (şuurlu / bilinçli olarak) iman ederler." denilir. O yüzden âhiret bilincinin varlığını ve derecesini ölçebilmenin bir yolu sürekli olarak kafa ve kalbi gözden geçirmekse, bir diğer yolu da bizatihi yaşanan hayatı gözden geçirmek ve hesap günündeki İlâhî sorguya uyup uymadığının muhâsebesini yapmaktır. Bu muhâsebe de, dünya ve içindekilere bağlılık, dünyevî zevk ve değerlere iltifat, ölüm duygusu ve gerçeğinden uzaklaşmak olumsuz; âhirete ve hesap gününe ayarlı bir hayat yaşamaya çalışmak, dünyadan, içindekilerden, geçici zevk ve değerlerden -Allah'ın istediği vasatın dışında) uzaklaşabilmek ve hayatı, enerjiyi, yetenekleri, bilgiyi, gücü, bedeni, kafayı Allah'ın dâvâsı için harcamak olumlu olarak değerlendirilmelidir. Birey olarak muhâsebesinde olumsuz hanesi ağır basanlar istedikleri kadar tevhid bilincine ulaştıklarını iddia etsinler, yaşadıkları hayatın yüzlerine çarpılacağını unutmamak zorundadırlar.

Muhâsebesinde olumlu hanesi ağır basanlar ise, zaten içiçe yaşadıkları ölümle gerçek hayata geçtikleri andan itibaren Rablerine kavuşmanın mutluluğunu tadarlar. Ne mutlu onlara! Ne mutlu, ölümden korkmayan, ölümü sevebilen, ölümü arzulayabilen, ölümle dostluk kurabilen, ölümün koynunda ömür tüketebilen Allah erlerine! "Rabbinizin mağfiretine (bağışına) ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!"[89]Âhiret bilinci; ölümü sevmek, ölümle bir yaşamak ve nasıl gelirse gelsin, ama müslümanca yaşayış üzerine gelsin, müslümana yakışır şekilde ölüme, yani cennete koşabilmektir.[90]

 

SORULAR

1- Âhirete imanın faydaları, insan hayatındaki önemi ve hikmetleri nelerdir?

2- Kıyâmet ne zaman kopacaktır? Bu konuda kim veya kimler bilgi sahibidir?

3- Amel defterleri ve mizan hakkında bilgi veriniz.

4- Cennet ve Cehennemi âyetlerle açıklayınız. 

5- Kur’an, âhirete iman konusunu niçin yakîn kelimesi ile ifade etmiştir? Bunun hikmeti ne olabilir? Yakîni bilgi ve yakînen inanmak ne demektir?

6- Yeniden dirilmenin akla ters düşmediğini örneklerle açıklayınız.

7- Ölümü ve ölüm sonrasını Kur’an nasıl değerlendirip bizi ölüm ötesine nasıl hazırlamaktadır? Âyet mealleriyle izah ediniz.

8- Ölüm sonrası, yeniden dirilişle birlikte başlayacak olan haşr, mizan ve amel defterlerinin mâhiyetleri hakkında bilgi veriniz. 

9- Cennet ve cehennem hakkında Kur’an’dan âyet mealleri ışığında doyurucu bilgi veriniz.

10- Âhiret şuuruna sahip olup bu bilinçle hayatına çeki düzen verecek şekilde nefis muhâsebesinin nasıl yapılabileceğini açıklayınız.

 

[1] Bak. 12/Yûsuf, 101; 19/Meryem, 33; 20/Tâhâ, 55; 26/Şuarâ, 81-102; 71/Nuh, 17-18

[2] 6/En’âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36; 57/Hadîd, 20

[3] 57/Hadîd, 20

[4] 57/Hadîd, 20

[5] Bak. 29/Ankebut, 64 ; 40/Mü’min, 39; 57/Hadîd, 20

[6] 6/En’âm, 31; 7/A’râf, 147…

[7] 23/Mü’minûn, 16

[8] 2/Bakara, 4

[9] 64/Teğâbûn, 7

[10] 81/Tekvîr 1-14

[11] 99/Zilzâl, 7-8

[12] 2/Bakara, 48

[13] Bak. 58/Mücâdele, 22

[14] 3/Âl-i İmran, 106 - 107

[15] 17/İsrâ, 19 

[16] 67/Mülk, 2

[17] 102/Tekâsür, 8

[18] 6/En'âm, 29; 23/Mü'minûn, 39; 45/Câsiye 24

[19] Mahmut Toptaş, Şifâ Tefsiri, Cantaş Y., 1/87

[20] 26/Şuarâ, 129

[21] 79/Nâziât, 42-46

[22] 7/A’râf, 187

[23] 18/Kehf, 49

[24] 21/Enbiyâ, 47

[25] 7/A’râf, 8

[26] 101/Karia, 6-7

[27] 7/A’râf, 8

[28] 101/Karia, 8-9

[29] 7/A’râf, 9; 23/Mü’minûn, 103

[30] 18/Kehf, 105

[31]77/Mürselât, 32-33

[32]25/Furkan, 12

[33]17/İsrâ, 8

[34]7/A'râf, 40-41

[35]18/Kehf, 29

[36]14/İbrahim, 50; 23/Mü'minun, 104

[37]70/Meâric, 16

[38]104/Hümeze, 7

[39]101/Karia, 9-11

[40]66/Tahrim, 6; 2/Bakara, 24

[41]50/Kaf, 33

[42]56/Vâkıa, 42-44

[43]4/Nisâ, 56

[44]37/Saffat, 64-66

[45]56/Vâkıa, 53-55; 78/Nebe', 25

[46]78/Nebe', 24

[47]83/Mutaffifin, 15

[48]4/Nisâ, 137, 168

[49] 39/Zümer,  71

[50] 39/Zümer, 73

[51] 2/Bakara, 25

[52] 32/Secde, 17

[53] Buhâri, Tefsir 1; Müslim, Cennet 2-5

[54] 2/Bakara, 25; 47/Muhammed, 6

[55] 15/Hıcr, 44

[56] 42/Şûrâ, 22

[57] 3/Âl-i İmran, 133; 57/Hadîd, 21

[58] 9/Tevbe, 72; 61/Saff, 12

[59] 39/Zümer, 20

[60] 66/Tahrim, 11

[61] 55/Rahman, 72; Müslim, Cennet 23-25

[62] 55/Rahmân, 46

[63] 55/Rahmân, 62

[64] 4/Nisâ, 96; 8/Enfâl, 4

[65] 67/Mülk, 2

[66] 38/Sâd, 27-28

[67] Bakara, 2/46.

[68] 40/Mü'min, 57-59

[69] 79/Nâziât, 27-28

[70] 45/Câsiye, 26

[71] İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4109; Tirmizî, Zühd 44, hadis no: 2377

[72] 2/Bakara, 156

[73] 75/Kıyâme(t), 36

[74] 23/Mü'minûn, 115

[75] 2/Bakara, 1-5

[76] 4/Nisâ, 74

[77] 3/Âl-i İmran; 191

[78] 50/Kaf, 9-11

[79] 30/Rûm, 19

[80] 2/Bakara, 28

[81] 36/Yâsin, 77- 79

[82] 44/Duhân, 25-28

[83] 9/Tevbe, 38

[84] Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, hadis no: 2334

[85] 57/Hadîd, 20

[86] 74/Müddessir, 53

[87] Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Y., s. 287-288

[88] Tirmizî

[89] 3/Âl-i İmran, 133

[90] Bu konunun son bölümü, Hüseyin Özhazar (Bengisu Y.) ve Hasan Eker'in (Denge Y.) Âhiret Bilinci adlı eserlerinden kısmen yararlanılıp birkaç sayfası yer yer özetlenerek oluşturulmuştur.

Pazartesi, 22 Şubat 2021 07:49

PEYGAMBERLERE İMAN

PEYGAMBERLERE İMAN

 

  • Nebî ve Rasûl; Anlam ve Mâhiyeti
  • Kur’ân-ı Kerim’de Nebî ve Rasûl Kavramı
  • Peygamberlerin Özellikleri
  • İnsanların Peygamberlere İhtiyacı
  • Peygamberlerin Gönderiliş Gâyeleri
  • Peygamberlerin Dâvetlerinin Özellikleri
  • Son Peygamber
  • Mütenebbî/Sahte Peygamber
  • Peygamberlerin Sıfatları
  • Kur'ân-ı Kerim'de İsmi Geçen Peygamberler
  • Peygamberlere İman
  • Peygamberlere İman, Onları Örnek ve Önder Kabul Edip Onlara İtaat Etmek İçindir
  • Peygamberlere Vâris Olabilmek
  • Nebî ve Rasûl Kelimeleri Arasında Fark Var mıdır?
  • Sorular

 

Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:

* Nebî, Rasûl ve  mütenebbî kavramlarını açıklayabilmek.

* Peygamberlerin özelliklerini listeleyebilmek.

* İnsanların peygamberlere ihtiyacını ve peygamberlerin

   gönderiliş amaçlarını izah edebilmek.

* Peygamberlerin sıfatlarını listeleyip açıklayabilmek.

* Kur’an’da ismi geçen peygamberlerin isimlerini listeleyebilmek.

* Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında doyurucu

   bilgiler verebilmek.

* Tarihte ve günümüzde sahte peygamberlere örnekler verebilmek.

* Peygamberleri örnek almanın nasıl olacağını ve peygamberlere  nasıl vâris olunacağını açıklayabilmek.

 

 Nebî ve Rasûl; Anlam ve Mâhiyeti

"Nebî" sözlükte haber getiren, haberci demektir. Nebe’ fiilinin fâil ismidir. "Nebe’", kendisiyle ilim meydana gelen, çok faydalı ve önemli haber demektir. "Nebî", önemli ve faydalı, aynı zamanda sağlam bir haber getiren elçi demektir. Bazılarına göre nebî kelimesi, yükseklik anlamına gelen "nübüvvet" kelimesinden türemiştir. Buna göre "nebî", her bakımdan yüksek bir makam sahibi, insanlara doğru ve önemli haber getiren kimse demektir.

"Rasûl" kavramı "risl" kökünden türemiştir. "Risl" sözlükte; yerine getirmek üzere gitmek, yumuşaklık ve kolaylık üzere göndermek demektir. "Rasûl", hem gönderilen mesaj, hem de mesaj yüklenip götüren anlamında kullanılmıştır. Kur’an’da daha çok ikinci anlamda geçmektedir. Allah (c.c.) insanlar arasından bazılarını seçer ve onları özel bir görevle gönderir. Bu gönderme işine "irsâl",  gönderilen elçiye "rasûl", rasullerin görevlerine de "risâlet" denir. İslâm literatüründe "nebî" ile "rasûl" aynı anlamı ifade ederler. Kur’an her iki kelimeyi de aynı anlamda kullanmaktadır.

Türkçe’de ise, Farsçadan gelen "peygamber" kelimesi daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Sözlükte (Allah’tan) haber getiren demektir. Her üç kelime de "Allah’ın elçisi" anlamında kullanılır. Nebî’nin çoğulu "enbiyâ" ve "nebîyyûn"dur. Kur’an’da, nebîlerden/peygamberlerden çokça bahseden 21. sûrenin adı: "Enbiyâ" sûresidir. "Rasûl"  veya "mürsel", haber ve mesaj götüren anlamında elçi demektir. "Rasûl"ün çoğulu; rusül, mürsel’in çoğulu ise; mürselîn’dir.

Rasuller tıpkı nebîler gibi Allah’ın seçtiği elçilerdir. Ancak nebîler, haber getiren anlamında yalnızca insanlardan seçilirken; rasuller hem insanlar arasından, hem de insan dışındaki varlıklardan seçilebilir. Rasûle aynı zamanda mürsel de denilmektedir. "Rasûl", risâlet görevini Allah ile insan arasında yürüten kimsedir. Rabbimizin mesajlarını bir plana bağlı olarak, yumuşaklıkla, ürküntüye yer vermeden yerine ulaştıran elçidir.

Rasuller haberci anlamında elçi oldukları için bazen şuursuz varlıklar arasından da seçilmiş olabilirler. Şuursuz elçilere yağmur ve rüzgâr, şuurlu rasullere melekler ve nebîler örnek olarak verilebilir. “Allah, meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah, işitendir, görendir.”[1] Kur’an, rüzgârın aşılayıcı elçi olarak gönderildiğini ifade etmektedir.[2] Elçi, bir işle görevlendirilen ve görevi konusunda yetkisi olan kimsedir. O, kendisini gönderen makama karşı sorumludur. Hangi iş için gönderilmişse, o işi yapmaya memurdur. Nitekim rüzgârın veya yağmurun elçi olarak gönderilmesi, onların belli bir işlevi yerine getirmeleri ile sınırlıdır. Rüzgâr aşılayıcı, yağmur yeryüzünü diriltici bir fonksiyon  gösterir;  onların elçilikleri bunlarla sınırlıdır.

Nebî, Allah’ın kendisine vahyettiği şeyleri insanlara aktaran, onları bu vahye inanmaya ve itaat etmeye dâvet eden kişidir. Onlar insanları, vahiyle terbiye eden terbiyecidirler. Onlar, Allah tarafından seçildikleri için, en temiz insanlardır. İnsanlık için örnek kişilerdir. Onlar, Allah’ın kendilerine vahyettiği şeyi canlı olarak yaşıyorlardı. Peygamberler, aldıkları vahyin canlı örnekleridir. Her nebî, kendi döneminin insanları için, Allah tarafından seçilmiş örnek (numûne) idi. Nebîler, Allah’a hakkıyla kulluk yaparlar ve ubûdiyyetin (kulluğun) nasıl yapılması gerektiğini gösterirler.

Allah’ın insanlar arasından seçtiği elçiler de belli bir mesajı insanlara ulaştırmak, bazı şeyleri haber vermek ve aldıkları vahiyle insanlara örnek olmak üzere görevlidirler. Risâlet, bir anlamda nübüvvettir ve Allah’ın insanlara haber ulaştırma yoludur. İnsanları hidâyete götürmenin, onları dünya hayatında yaşantılarını düzenlemenin, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmanın, onları âhiret hayatına hazırlamanın bir yoludur. 

Risâlet, insanları Allah’ın vahyi ile terbiye etmenin sistemidir. İnsanlık bu kurum sayesinde Allah’a kulluğu ve fıtratındaki güzelliği keşfedebilir. Rasuller, aldıkları vahiy ve yüklendikleri görevle; insan fıtratının derinliklerindeki güzellikleri, iyilikleri ve Hakk’a bağlılığı pratik hayata geçirirler; insan hayatından çirkinlik ve kötülükleri uzaklaştırmaya çalışırlar.

 

Kur'ân-ı Kerim'de Nebî ve Rasûl Kavramı

Kur'ân-ı Kerim'de "nebî" kelimesi, tekil ve çoğul olarak 75 defa, "nübüvvet" 5 defa geçer. Bu sayı, aynı kökten fiillerle toplam 160'a çıkar. "Rasûl" ve "mürsel" kelimeleri ise Kur'an'da toplam 383 yerde kullanılır. Buna aynı kökten fiiller de eklenince bu sayı 513'e yükselir. Nebîlerin soyları, ahlâkları, hayatları ve yürekleri pak ve aydınlıktır. Onlar selâm üzerine doğar, selâm ile ölürler.[3] Yani onlar her türlü kirden ve pislikten, isyandan ve sapıklıktan korunmuşlardır. Emniyet ve güven, itimat ve barış onların karakteridir. Çevrelerine selâm (güven ve barış) ortamı sunarlar. “Ve selâmün ale’l mürselîn = Gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun!”[4]

Peygamberler, insanları cennet ve Allah’ın nimetleriyle müjdelemek, cehennem ve Allah’ın azabıyla korkutmak için gönderilmişlerdir.[5] En güzel biçimde yaratılan insan,[6] irâde sahibidir. Tüm davranışlarından mes'uldür. Allah’ın verdiği nimetlere karşı şükretmek ve O’na ibâdet etmekle yükümlüdür. İnsan, tek başına, nasıl şükredileceğini, nasıl kulluk yapılması gerektiğini  bilemez; bu görevlerini yerine getirme noktasında birçok engelle ve zorluklarla karşılaşır. O yüzden insanın bir mürşide, rehber ve kılavuza ihtiyacı vardır. İşte bu mürşid ve rehber, peygamberdir.[7]

İnsanlar arasından seçilmiş rasullerin görevleri, diğer elçilerden farklıdır. Şu âyet onların işlevini en güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Nitekim, kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden (temizleyen), size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten rasuller gönderdik.”[8]Rasuller, açık deliller ile gelirler. Yanlarında ilâhî adâletin ölçüsü vardır. Kitab'ı ve onunla gelen gerçekleri mü’minlere öğretirler. Gücün, kuvvetin ve malın nasıl kullanılacağını bildirirler. Allah (c.c.), bu anlamda insanlardan kimin peygambere yardım edeceğini, kimin onun dâvetine uyup uymayacağını  imtihan etmektedir.[9]

Allah (c.c.) bazı peygamberlere, nasıl yaşayacaklarını, hangi prensiplere göre hareket edeceklerini ve ibâdetlerini nasıl yerine getireceklerini bildiren şeriatler göndermiştir.[10] Ama bütün peygamberler, insanlara yalnızca Allah’ın dini olan İslâm'ı anlatmakla görevli idiler. Allah’ın rasulleri arasında da bir ayrım yoktur; Hepsi de seçilmiş, şerefli elçilerdir.[11] Mü’minler, peygamberlerin tümüne iman ederler. Peygamberlere itaat etmek Allah’a itaat etmektir.[12] Peygamberler bir şeye hüküm verdikleri zaman mü’minler "işittik ve itaat ettik" derler. Son Peygamber’e iman eden mü’minler, O’nun herhangi bir konuda verdiği hükme itirazda bulunmazlar ve O’nun verdiği hükme teslimiyetle rızâ gösterirler.[13]

Mü’minler, Allah’ı sevdikleri için son Peygamber’e uyarlar, onu tâkip ederler.[14] Peygamberler, insanlar için seçilmiş en güzel örneklerdir.[15] Mü’minler, Peygamber’in getirdiği her şeyi almak, yasakladığı her şeyden de kaçmak zorundadırlar.[16] Son peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.s.), mü’minleri sever, onların üzerine titrer, sıkıntıya düşmelerinden dolayı üzülür.[17] Bütün peygamberler rahmet; Son Peygamber de âlemlere rahmettir.[18]

"Kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti getirip size bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik."[19]

"İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları indirdi."[20]

"Gönderilen peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü'minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) Allah'ın peygamberlerinden hiç birini ayırmayız (hepsine inanırız). Onlar 'işittik, itaat ettik; ey Rabbimiz mağfiretini niyaz ederiz, dönüş yalnızca sanadır' dediler."[21]

"Hiç bir beşerin, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kul olun' demesi mümkün değildir. Bil'akis (şöyle demesi gerekir ve der:) Okumakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz."[22]

"İçlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir  peygamber  göndermekle  Allah, mü'minlere büyük bir lütfuta bulunmuştur."[23]

"Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik."[24]

"Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar."[25]

"Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların, peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah azizdir, hakîmdir."[26]

"Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez."[27]

"İşte o peygamberler, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy."[28]

"Şüphesiz her ümmete bir peygamber gelmiştir. Peygamberleri geldiğinde, aralarında  adâletle hümolunur. Onlara asla zulmedilmez."[29]

"Andolsun Biz, 'Allah'a kulluk edin, tâğuttan sakının' diye (emretmeleri için) her kavme bir peygamber gönderdik."[30]

"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona; 'Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım."[31]

"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlü'ne dâvet edildiklerinde, 'işittik ve itaat ettik' demek, sadece mü'minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat eder, Allah'a saygı duyar ve O'ndan sakınırsa, işte asıl bedbahtlıktan kurtulanlar onlardır."[32]

"O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: 'Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Ne yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim.' Çünkü zikir (Kur'an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip, sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta."[33]

"Andolsun, size, Allah'ı ve âhiret gününü umanlara ve Allah'ı çokça zikredenlere Allah'ın rasûlü'nde güzel bir örnek vardır."[34]

"O peygamberler ki Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar."[35]

"Muhakkak ki Biz, peygamberlerimizi açık delillerle/mûcizelerle gönderdik. İnsanlar, aralarında adâleti hâkim kılsınlar diye, o peygamberlere kitap ve ölçü/nizam indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah'ın, dinine ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür."[36]

Nebî, “değeri Allah tarafından yükseltilmiş kişi” anlamına gelir. Nebî olmak insanın elinde değildir. Allah bu makama getirdiklerine Kitap ve hikmet verir. En’âm 83 ve devamı ayetlerde Nuh’tan İsa’ya kadar 18 nebînin[37] adı sayılmış, sonra şöyle buyrulmuştur:

“Bunların babalarını, soylarını ve kardeşlerini de seçtik; onlara doğru yolu gösterdik.”

Sayıları 124 bin olarak rivayet edilen[38] nebîlerden her biri, âyette adı geçen 18 nebînin ya babalarından ya kardeşlerinden ya da soylarındandır. Böylece kendine işaret edilmemiş nebî kalmamaktadır. Allah Teâlâ daha sonra şöyle buyurmuştur:

 

Nebîlere Kitap Verilmiştir

“Seçilenlerin hepsi, kendilerine kitap, hikmet ve nebilik verdiğimiz kimselerdir.” [39]

Gelenekte dört ilahi kitabın indiği kabul edilir. Bunlar Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an’dır. Nebîmize dayandırılan bir rivayette Âdem’e 10 suhuf, Şît’e 50 suhuf, İdris’e 30 suhuf ve İbrahim aleyhimusselama 10 suhuf olmak üzere 100 suhufun indiği de iddia edilir.[40] Böylece toplam sekiz nebîye kitap verilmiş olur. Hâlbuki yukarıdaki âyetler, bütün nebîlere kitap ve hüküm verildiğini açıkça bildirmektedir. Onlara verilen hüküm, diğer âyetlerde hikmet diye ifade edilmiştir.[41] Buradaki hüküm kelimesinin ne anlama geldiğini şu âyet açıklamaktadır:

“İnsanlar tek bir toplumdu. Allah, onlara müjde veren ve uyarılarda bulunan nebîler gönderdi; onlarla birlikte, gerçekleri içeren kitap da indirdi ki ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında o kitap hükmetsin. Kendilerine kitap verilenlerden başkası ayrılığa düşmedi.  Açık belgeler geldikten sonra birbirlerine hâkimiyet kurmak istedikleri için böyle oldu. Sonra anlaşamadıkları konuda, Allah, müminleri, kendi onayıyla doğruya ulaştırdı. Allah, doğruları tercih edeni doğru yola yöneltir.” [42]

Kitaba göre verilecek hüküm, hikmet olur.

İsmail (a.s.) şu âyete göre o, hem nebî hem de resuldür:

“Bu Kitap’ta İsmail’i de anlat. O, sözünü tutmuştu;  nebi olan(resul) elçiydi.[43]

Muhammed aleyhisselâm da hem nebî, hem rasul olarak zikredilir:

“Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları bu rasûle, bu ümmî  nebîye uyanlardır. O, onlara marufa uymayı emreder, münkeri yasaklar. Temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Isr’larını, üzerlerindeki bağları/yükü kaldırır/söküp atar. Ona güvenen, onu destekleyen, ona yardımcı olan ve onunla birlikte indirilen nûra (Kur’ân’a) uyanlar umduklarına kavuşacak olanlardır.” [44]

Muhammed aleyhisselam’dan sonra nebî gelmeyecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Muhammed, içinizden her hangi bir erkeğin babası değildir, ama Allah’ın elçisi ve nebîlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir”.([45])

Bundan sonra kim, Allah’tan vahiy aldığını iddia eder veya kendi kitabını, bir şekilde Allah’ın kitabı gibi göstermeye çalışırsa şu âyetin kapsamına girer:

Mütenebbîlere Büyük Azap Vardır

Uydurdukları bir yalanı Allah’a mal eden veya kendisine bir şey vahiy edilmediği içine bir şey doğmadığı halde “Bana bildirildi” diyen yahut “Allah’ın indirdiği gibisini ben de indireceğim” diye bir söz söyleyen kişinin yaptığından daha büyük yanlışı kim yapabilir? Ölümün bütün etkileri ortaya çıktığında yanlışlar içindeki o kimseleri bir görsen! Melekler ellerini uzatıp şöyle derler: “Çıkarın ruhlarınızı! Bugün alçaltıcı bir ceza ile karşılanacaksınız. Bu ceza, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylemiş olmanıza ve büyüklük taslayarak âyetlerinden uzaklaşmanıza karşılıktır.”[46]

 

 Peygamberlerin Özellikleri

Peygamberler, "nübüvvet/peygamberlik" kurumunu hayata geçiren elçilerdir. Onlar, Allah’tan aldıkları dini, insanlara öğretirler. Her türlü zorluğa katlanarak insanları tevhîde, kurtuluşa dâvet ederler. Bu dâvetleri için insanlardan hiç bir karşılık beklemezler. Kendilerini dinlemeyen inkârcıların ve haddi aşanların kınama ve eziyetlerine aldırmazlar. Peygamberleri, insanı ve insanla ilgili her şeyi bilen Allah seçer. İnsanlar kendi istekleriyle peygamber olamazlar. Peygamberleri insanlar kendi aralarından seçselerdi, şüphesiz en uygununu değil; belki en kuvvetlisini, kendilerine hoş geleni veya makam sahiplerini, üstünlük taslayan zorbaları seçerlerdi.

İnsanlara önderlik etmeye kalkışan nice bilginler, filozoflar, nice sultanlar, onları bölmüşler, onları lâyık olmadıkları halde kendilerine itaate çağırmışlar, hatta zorlamışlardır.  Üstünlük ölçüsü olarak renkleri, zenginliği, sosyal statüleri temel almışlardır. Peygamberler ise insanları yalnızca Allah’a ve takvâya çağırmışlardır. Allah (c.c.) bütün insanlara peygamberler göndermiştir. Bütün peygamberler de, insanlara tevhid dinini anlatmıştır. Hiç bir peygamber diğer nebîleri yalanlamamış; bir sonra gelen bir öncekini doğrulamıştır.

Peygamberler insanları en doğru yola, ahlâka, şerefe, insanlığa, dünya ve âhiret mutluluğuna dâvet etmişlerdir. Kendileri en yüce ahlâka sahip oldukları gibi, insanları da o üstünlüğe çağırmışlardır. Onlar, insanların hayatına güzellikleri, adâleti, yardımlaşmayı hâkim kılmaya çalışmışlardır. Zulmü, haksızlığı, sömürüyü, cehaleti, düşmanlığı, ahlâksızlığı kaldırmaya gayret etmişlerdir.

Onlar, peygamber olarak gönderildikleri toplumun öncüsü idiler. Kavimlerine hem vahyi öğretiyor, hem de din ve dünya işlerine ait sorunlarını çözüyorlardı. Peygamberler birer beşer/insandırlar. Hepsi de Allah’ın kullarıydı. Ancak onların peygamber olmalarına sebep olacak üstün özellikleri vardı. Bu özellikleri (sıfatları) sebebiyle, diğer insanlardan farklılaşıyorlar ve risâlet (peygamberlik) görevini yükleniyorlardı.

Nübüvvet kurumu Allah’a aittir. Rabbimiz, yarattığı insanın tüm ihtiyaçlarını ve zayıf taraflarını bildiğinden dolayı, onun için gerekli İlâhî bilgileri, şeriatleri ve prensipleri nübüvvet yoluyla göndermiştir. Bu kurum, Rab ile O’nun kulları arasında  haberleşmenin yoludur. Bu haberleşme Allah’tan insana doğru "vahy" ile; insandan Allah’a doğru "duâ ve ibâdet" ile olmaktadır.

Bütün Rasûller, Toplumlarının En Çok Yozlaştığı Konuyu Öne Çıkararak Mesajlarını Gündemleştirmişlerdir

Her ümmete bir Rasûl gönderildiğinde, o Rasûl tevhidi daveti götüreceği toplumun öne çıkan sapma noktasına dikkat çekip uyarmakta ve topluma tebliğ yaparken bu ağırlıklı sapma noktasını hedef yaparak mesajını aktarmaya özen göstermektedir. Çünkü toplumun hevasını ilahlaştırıp şeytana uyarak yaşadığı sapma bu noktadan bütün toplumu kuşatmış bulunmaktadır. Tevhid, teoride kalmakla yetinilecek bir düşünce değil; değil hayatın içinde her an yaşanan ve yaşanması gereken bir inançtır. Toplumsal sorunlardan ve toplumsal pratikten soyutlanmış teorik bir tevhide davet, hayat içindeki fesada dikkat çekmeden, toplumun sapma noktalarına itiraz edip eleştirmeden yapılacak teorik bir tebliğ, hiçbir peygamberin mücadelesiyle örtüşmemektedir.

Kur’an’dan birkaç örnek verecek olursak: Mesela Lût kavmi, ağırlıkla cinsel sapkınlık ve ahlaksızlık konusunda isyan etmiş, cahiliye bu zaviyeden toplumu kuşatmıştı. Bu sebeple Lût (a.s.) Bu sapma konusunda uyarılarda bulunup bu ahlaksızlığı hedef yaparak toplumuna tevhidi mesajı götürmüştür.

“Lût'u da Peygamber olarak gönderdik. Hani o kavmine şöyle demişti: ‘Sizden önce âlemlerden hiçbir kimsenin yapmadığı çirkin işi mi (hayâsızlığı/ahlaksızlığı mı) yapıyorsunuz?"[47] "Hakikaten siz kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Hayır, siz haddi aşan bir toplumsunuz."[48]

Medyen kavmi ise, adaleti çiğneyip insanların mallarını haksızlıkla sahiplendiler, ölçüyü tartıyı tam yapma ilahi emrini çiğneyip haksız kazanç peşine düştüler. Onların azgınlığı, tuğyanı da bu konuda ortaya çıkmıştı ve bu sebeple tevhidi davet de bu konu öne çıkarılarak gündemleştirildi. Hz. Şuayb (a.s.) ise, “İnsanların mallarını ve haklarını kısanlara” karşı mücadeleyi tevhid bağlamında öne çıkarmıştır.

"İnsanların mallarını ve haklarını eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın." [49]

“Medyen halkına da kardeşleri Şu'ayb'ı peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Rabbinizden size açık bir delil gelmiştir. Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın. İnsanların mallarını eksiltmeyin. Düzene sokulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk etmeyin. İnananlar iseniz bunlar sizin için hayırlıdır."[50]

“Dediler ki: ‘Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın."[51]

Musa (a.s.) da, kardeşi Harun ile birlikte Firavun’un karşısına dikildiğinde, “biz âlemlerin Rabbi’nin elçileriyiz” diyerek öz bir tevhîdi tebliğden hemen sonra “zulmün durdurulmasını”, Firavun tarafından köleleştirilmiş olan İsrailoğullarının “köleliğinin sona erdirilmesini” öne çıkarmış ve onların serbest bırakılıp kendileriyle birlikte gönderilmesini istemişti. Üstelik “Âlemlerin Rabbi’nin elçisi” oldukları hatırlatması dışında henüz kapsamlı bir tebliğ bile yapmadan kölelik sorununu gündeme getirip Allah’ın hükmü gereği bu zulme son vermesini istemiştir.

“Mûsâ dedi ki: ‘Ey Firavun! Şüphesiz ki ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim." “Bana, Allah'a karşı sadece gerçeği söylemem yaraşır. Ben size Rabbinizden açık bir delil (mucize) getirdim. Artık İsrailoğullarını benimle gönder.”[52]

"Firavun'a gidin ve deyin: ‘Şüphesiz biz âlemlerin Rabbi’nin elçisiyiz’, İsrailoğullarını serbest bırakıp bizimle birlikte göndermen için (sana geldik).”[53]

Hayattan kopuk soyut kelâmî tartışmalar yerine, ezilen, zulüm ve işkence gören, köleleştirilen insanların, Allah için ve ancak O’nun adına kurtarılması, mücadelenin merkezini oluşturmuştur. En büyük ve şüphesiz en tesirli tebliği de, pratikte, hayatın içinde, haksızlığa ve zulme karşı adalet mücadelesi vererek peygamberler yapmışlardı. En tesirli, en güçlü tebliğ; pratiğin içinde yapılan, en verimli bilgilenme ve bilgilendirme de bu şekilde hayatın içinde yaşanarak elde edilendir. Bu sebeple Kur’an, ilk inen ayetlerden itibaren tevhide davet ettiği insanları, toplumsal hayat içinde İslami kimliği tezahür ettirecek eylemlere ve toplumsal, siyasal, sosyal olaylar, durumlar karşısında imanın gerektirdiği tavırları almaya da yönlendirmiştir. İnsanların arasında ve toplumsal sorunların tam ortasında yer alarak ve ilgilenerek, paylaşarak vahyin şahidliğini yapmak, şüphesiz fildişi kuledeki seyircinin teori üretmesinden daha üstün, tesirli, verimli ve başarılıdır. Allah’ın rızasına da daha uygun olandır.

Şuayb (a.s.) kavminde öne çıkan “ekonomik ifsad”a, Lût (a.s.) kavminde yaygın olan “cinsel-ahlâkî ifsad”a, Musa (a.s.) ise kavminde egemen olan “kölelik ve insanın temel hakları konusundaki ifsad”a karşı çıkmak suretiyle, yani kavimlerindeki ifsadın en temel ve en yaygın noktasına dikkat çekip ıslah mücadelelerini gündemleştirmiş ve tevhîdî mesajı muhataplarına yaymaya çalışmışlardır. Bütün bu ifsad örneklerinin hepsinin birlikte ve ilaveleriyle geçerli olduğu Mekke’de ise, Rasûlullah (s), davetinin ilk muhatabı olan Mekke cahiliye toplumunda tevhide çağrısını gündemleştirirken, bir yandan o günün geleneksel cahiliyesi olan ve ataları İbrahim’e nispet ettikleri “Atalar dini”ne karşı çıkarak mesajını aktarmaya çalışmıştır. Mekke müşriklerinin bu dini, tıpkı bugün bid’at ve hurafelerle tahrif edildiği halde Hz. Muhammed’e nispet edilip “İslam” olduğu iddia edilen geleneksel din gibi, Hz. İbrahim’in (a.s.) tevhîdî mesajını ürettikleri bid’at ve hurafelerle tahrif ederek, gaybı bilme, insanlara zarar ya da fayda verme ve şefaat etme yetkisini Allah’tan gayrı ilah edindikleri bazı varlıklara tanıyan, onlardan yardım ve medet umarak dua eden, hem İbrahim’in dininden bazı unsurları hem de putperestliğe dair unsurları sentez etmek suretiyle oluşturdukları bir şirk dinidir. İşte Rasûlullah (s), bir yandan bu geleneksel cahiliye dinine karşı çıkıp İbrahim’in dininin de kendi tebliğ ettiği “İslam” olduğunu vurgulayarak tevhid dinini, Hak mesajı gündemleştirmekte ve uydurulmuş bid’at ve hurafelere eleştiri getirmektedir. Diğer yandan da, o günün modern cahiliyesi olarak nitelenebilecek “kabilecilik taasubuna dayalı çatışma kültürü”, “kölelik zulmü”, “müstekbirlerin, mutaz’af (zayıf bırakılmış) kesimlere yönelik sömürü ve adaletsizliklerine”, “yetimin itilip kakılması, hakkının, malının gasbı”, “birbirlerinin malını haksız yere yemeleri, ölçü ve tartının tam yapılmaması, faizle sömürü”, “kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi” vb. haksızlıklara, zulümlere ve putların arkasındaki “tağutlara” “müstekbirlere” karşı mücadele gibi hususlarda eleştirel bir tutum ve ıslah çabasıyla vahyin mesajını yaymaya çaba sarf etmiştir. Ama en temelde o günün bâriz ve yaygın sapması olan “putperestliğe” karşı çıkarak tevhidi mesajı yaymaya çalışmıştır. Ayrıca, Rasûl’ün, toplum içinde “emin, güvenilir, adil ve insanlara hayırlı” bir tutumla “Muhammedü’l Emin” kimliğini daha vahiy öncesi hayatından beri kazanmış olduğu da unutulmamalıdır.

Bugün de Toplumun En Yaygın Sapma Alanı Olan Sekülerleşme ve Demokratikleşmeyi Hedef Alarak Tevhidi Gündemleştirmeliyiz

Bizler de, öncelikle Rasûlullah’ın “emin” kimliğinin nasıl oluştuğunun bilincine vararak, o kimliği, o tavrı ve onun güvenilir, adil, emin şahsiyetini çağımıza taşımayı başarmalıyız. Müslümanlar olarak bilmeliyiz ki, İslami kimliğimizin imajını oluşturacak olan, hayat ve onun sorunları karşısında koyacağımız tavırlardır. İnsanlar için yapmakla yükümlü olduğumuz “şahid”lik, ancak bu şekilde verimli, tesirli ve fonksiyonel olabilecektir. Bu sebeple, tıpkı Mekke’de inen sûre ve ayetlerden anlaşıldığı, Rasûlullah’ın (s) ve bütün peygamberlerin örnekliğinde görüldüğü gibi, tüm toplumsal sorunlarla ilgilenmek de gerekmektedir.

O halde bizler de, tevhidi davet, eğitim ve yanlış din anlayışlarını ıslaha yönelik çalışmalarımızın yanında, Allah rızası için, tevhidi ve adaleti ikame yükümlülüğümüzün bir gereği olarak ve ibadet bilinciyle tüm toplumsal sorunlarla yakından ilgilenmeliyiz. Zalimleri ifşa edip, mağdurlarına sahip çıkıp haklarını savunmak, gücümüz yettiği kadar yardım etmek sorumluluğumuzu idrakle, gereğini en güzel biçimde ve Kur’an ölçüleri içerisinde yerine getirmeliyiz. En önemlisi de, içinde bulunduğumuz toplumun en çok hangi noktalarda saparak vahye aykırı konumlara sürüklendiği hususunu doğru teşhis edip tevhîdî davetimizin zemini haline getirmeliyiz. Tıpkı bütün Rasûllerin yaptıkları gibi, öncelikle bu temel sapma konularında net bir muhalif ve eleştirel tutum takınarak, bu zemin üzerinden topluma vahyin mesajını götürmeye çalışmalı ve ıslah mücadelemizi de işte bu temel sapma konuları üzerinden gerçekleştirmeliyiz.

Özellikle Türkiye toplumunda ve bugünkü tüm Müslüman halklardaki bozulma ve ifsad, temelde iki kanaldan toplumları kuşatmış ve İslam’ın akıdevi ve ameli istikametinden sapmalarına yol açmıştır. Bunlardan birincisi, yüzyıllar boyunca Kur’an ve sünnet terk edilerek üretilen ve aktarıla gelen “bid’at ve hurafelere dayanan, tasavvuf ve saltanat kültürünü de içeren” “geleneksel cahiliye”dir. İkincisi ve bugün toplumu en yaygın biçimde ifsad etmiş olan ise, “sekülerleşme ve protestanlaşma, laikleşme ve rasyonalizm, ulusçuluk ve ulus devletçilik, kapitalistleşme ve demokratikleşme” olarak özetlenebilecek “modern cahiliye”dir. Rasûlün davetine muhatap olan toplumda var olan bütün sapmalar bugünün toplumlarında da yaygın olarak vardır. Günümüz toplumlarında, geleneksel ve modern sapmaları kuşatan en temel ve en yaygın sapma noktası ise, hevayı ilah edinen sekülerleşme, laiklik ve demokrasi putperestliğidir.

Geleneksel muhafazakâr kitleleri ve hatta Müslüman kesimleri demokratikleştirme ve laikleştirmede en etkili iktidar, suret-i haktan görünmesinden dolayı AKP iktidarı olmuştur. Bunu bizzat kendileri de itiraf etmiş bulunmaktadırlar: AKP kurucusu ve milletvekili Mehmet Ali Şahin’in “Dindarları biz laikleştirdik” dediği gibi bir sonuç oluşmuş ve “dindar muhafazakâr kitleler (büyük oranda) laikleştirilmiştir”. İşte M. Ali Şahin’in o sözleri: “Bir kere laiklik, devletin, herhangi bir dinin kurallarıyla yönetilmemesidir. Zaten İslam dininin muhatabı devlet değil, insandır. İslam insanı olur ama İslam devleti olmaz… Artık halkımızın cumhuriyetle, başta laiklik olmak üzere onun temel ilkeleriyle hiçbir sorunu yoktur… Büyük Atatürk, arkadaşlarıyla birlikte cumhuriyeti kurarken ve onun temel niteliklerini belirlerken son derece isabetli hareket etmiştir…”  “Benimki ‘tahkiki laiklik’tir, ‘taklidi’ değil. Tahkik ederek devletin laik karakter taşıması gerektiği sonucuna vardım ve bunu her yerde, en radikal uçların bulunduğu yerde söylerim. İtiraz eden olursa ona derim ki ‘söylediğin tipte bir toplumda herkes din adına birbirini keser. Yakın bölgemizde bunu görüyoruz. Bırak bunları.’ Genel Başkanım başta olmak üzere tüm arkadaşlarımın da bu düşüncede olduğunu görmekten memnuniyet duyuyorum.”[54]

AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Mahir Ünal da 10. 08. 2017 tarihinde "Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinin ve kendisinin Mustafa Kemal Atatürk’le uzaktan yakından bir ilgisi yoktur… Atatürk’ün ortaya koyduğu ideali kim gerçekleştirmiştir diye dönüp bakın, AK Parti gerçekleştirmiştir." “Cumhurbaşkanımız devletin uzun yıllar mağdur ettiği Müslümanları, dindarları, öfkesi ve kızgınlığı artmış bir kesimi, sorunsuz bir şekilde rehabilite etti, sisteme dâhil etti."[55] Zaten Tayyip Erdoğan’ın, bölgeyi Batı seküler kültürü, küresel kapitalizm ve laiklik ile uyumlu “ılımlı İslam” anlayışı istikametinde dönüştürmek amacıyla uygulamaya konan BOP’un (Büyük Ortadoğu Projesinin) eşbaşkanı yapılmasının sebebi de, ülkede sağladığı bu dönüşümü Türkiye modelliği üzerinden bölgeye de yaymaktı. Filistin, Mısır, Tunus ve Libya başta olmak üzere bütün ülke ve bölge müslümanlarına laikleşmeyi “İslam ile bağdaştığı” iddia ve tahrifiyle ve “laikliğin demokrasinin güvencesi olduğu” yani “laiklik olmadan demokrasinin olamayacağı” doğru beyanıyla yaymaya çalışan AKP iktidarı bu konuda epey başarılı olmuş görünmektedir.

O halde, bugün kendini İslam’a nispet eden, ancak geleneksel ve modern iki ifsad kaynağı tarafından kuşatılarak İslâmî kimlik, değer, ölçü ve ilkelerden saptırılıp uzaklaştırılmış bulunan iyi niyetli ama bilmeyen topluma, Kur’an ve sünnete dayalı sahih İslam’ın tevhîdî mesajını, Allah’ın yardımını da hak ederek etkili biçimde ulaştırabilmek için, mutlaka iki ifsad kaynağından da, geleneksel ve modern cahiliyeden de açıkça ve net bir biçimde berî olmak, ayrışmak ve asla ikisiyle de yakınlık kurmamak, uzlaşmamak gerekmektedir. Davetçi mü’minler, bu iki ifsad kaynağına karşı da aynı derecede mesafeli, muhalif ve açık biçimde karşıt tutum içinde olmadıkça, kendilerince ürettikleri birtakım maslahatlarla birine ya da diğerine yakınlık kurmanın sağlayacağı kirlilikten uzaklaşıp arınmadıkça, bugünün toplumunun tevhîdî mesajla buluşmasına asla vesile olamazlar, olamamaktadırlar.  

Ancak maalesef, günümüzde tevhidi uyanış süreci bakıyesi grupların ve şahsiyetlerin çok büyük ekseriyeti bu bağımsız İslami kimlikli duruşu koruyamamışlardır. Büyük çoğunluk, kendilerince ürettikleri birtakım maslahatlar ve abarttıkları bazı “kazanım”lar uğruna ve İslâmi ölçülere aykırı bir duygusallıkla; bizzat kendisi laik-demokratik, ulusçu neo-kemalist ve kapitalist olan AKP iktidarının yanında yer almışlardır. Kimisi “demokrasiden başka çaremiz mi var?” diyerek, kimisi “demokrasiyi ödünç alıp kullanacağız” diyerek, kimisi de “demokrasi seçim yöntemidir ya da şûradır” hakikate aykırı söyleminin arkasına gizlenerek demokratik siyasete destekçi bir konuma savrulmuşlardır. Hâlbuki, demokrasi ideolojik boyutu olan bir kavram olarak, vahyin mutlak belirleyiciliğini reddederek insanın ve toplumların kendi hayatları üzerinde nihâi belirleyici olduğuna inanan, yani heva ve hevesi ilahlaştıran bir hayat tarzıdır. Müslüman zihin, siyasal alanda demokratikleşip hevayı nihai belirleyici yaptığında, zihne giren demokrasi kavramının dönüştürme etkisiyle, zamanla diğer hayat alanlarında da heva ve hevese tabi olmaya yönelir ve bütün hayat alanlarından vahyi dışlayıp hevasına tâbi olarak tam anlamıyla sekülerleşip yozlaşır. Yaşanan büyük yozlaşmanın sebebi, işte öncelikle bu zihinsel değişim, sonra da ahlaki dönüşüm ve bâtıla benzemedir.

Hâlbuki, Rasûlullah (s) Müslüman olmayanlara benzeme konusunda şöyle uyarmıştır: "Her kim, bir topluluğa benzerse o da onlardandır."[56] “Kâfirlere benzeyen, onları yüceltmiş, onlardan olmuş olur.[57] “(İnançta ve amelde) Bizden başkasına benzeyen Bizden değildir.”[58] Kur’an’da birçok âyette vurgulandığı üzere, Hak din olan İslam, bâtıla benzemek ve bâtıl ile iç içe geçen yönetimlerle birlikte olmak için değil, bâtılı zâil etmek, Hakk’ı bâtıla üstün kılmak, bâtılı yok edip Hakk’ı ikame emek üzere gelmiştir. De ki: ‘Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl, yok olmaya mahkûmdur."[59] “Müşrikler istemese de O dini (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur.”[60]

AKP iktidarı ise, bir yandan geleneksel kesimleri, “tasavvuf ve Osmanlı saltanat kültürüne” dayalı geleneksel cahiliye ekseninde yeniden inşa eden ve diğer yandan da toplumu geçmişe göre en fazla sekülerleştirip kapitalist tüketim kültürüyle yozlaştıran, laikleştirip demokratikleştirerek ve Hak ile bâtılı karıştırıp Hak diye sunarak bireyi, aileyi ve toplumu ifsad etmede zirveyi yakalayan bir iktidar olmuştur. Böyle olmasına rağmen, bu müfsid iktidara sözde tevhidî uyanış süreci bakıyesi olan bu kesimler, yukarıda belirtilen mesnetsiz ve delilsiz uyduruk düşünce ve “maslahat”larla yıllarca “aktif destekçilik” yapmışlardır. Bu sebeple de, Rasûllerin örnekliğinden kopmak suretiyle hem tevhîdî daveti yayma inisiyatifini kaybederek istikamet krizine sürüklenmişlerdir, hem de AKP yandaşı görünerek yıpranmaları sebebiyle davetin muhataplarının yaşanan büyük ifsaddan korunmalarına vesile olmak yerine tam tersine bu ifsadın daha etkili olmasına ve yaygınlaşmasına sebep olarak büyük bir vebalin altına girmişlerdir.

Böyle bir fecaatin gerçekleştiğini, söz konusu kesim içinde yer alan birçok öncü şahsiyet ve yazar da artık itiraf ve şikâyet etmeye başlamışlardır. Ama olan olmuş ve büyük bir yozlaşma Müslümanları kuşatmıştır. Mesela, uzun yıllar AKP destekçisi Anadolu Platformu çevresinin bir yazarı olan ve şimdi de AKP’ye eklemlenmiş çevrelere yakın duran, “İslamcı”lığı olumlu tanımlamadığı halde hâlâ AKP’yi de “İslamcı” olarak niteleyecek kadar İslam konusunda netlikten uzak olan Abdülaziz Tantik bile itiraf etmiştir: “İslamcılık muhalif bir hareketti ve devletle çok fazla örtüşmezdi. Ve hep eleştirel bir tavır takınırdı. O yüzden de sürekli kavgalıydı. AK Parti süreç içerisinde devletle İslamcılığın psikolojisini uzlaştırdı. Psikolojik olarak uzlaşınca devlet meşru bir zemine geldi. Devlet meşru bir zemine geldiyse ve ben de devlette artık görev alıyorsam, devleti de zihnimde meşrulaştırmışsam, doğal olarak o imkânları kullanmak gibi bir meşruiyet de kendiliğinden geliyor. Modernizmle birlikte zaten bir yozlaşma vardı. İslamcılık ya da bizim İslami davet dediğimiz gruplar, bu yozlaşmaya karşı panzehir olarak faaliyet gösteriyorlardı, ulaşabildikleri insanları o tip şeylerden koruyorlardı. Sonra bu gruplar da siyasal olana eklemlenince, bu sefer daha iyiye, daha güzele daha ahlaklı olana davet edecek bir zemin kalmadı. Yozlaşma diyelim ki yüzde 50 olacaksa, yüzde 80-90’a çıktı.”[61]

Abdülaziz Kıranşal ise, yaşanan büyük yozlaşmayı ibret verici bir içerikle özetlemiş. Son derece isabetle vakıayı yansıtan bu doğru tespitleri olduğu gibi alıntılamak istiyorum:

“Uzun bir nöbetti bizimkisi… Ümmetin umudu olmak için çıkılan uzun ve zorlu bir yolculuğun nöbeti… Şehir şehir, mahalle mahalle, ev ev tutulacak bir nöbet... Kimimiz terk etti tepeyi, ganimetlerin peşinden koşup gittik. Ne zafere ulaşabildik, ne de ganimet toplayabildik… Ne evlerimizi koruyabildik, ne şehirlerimizi, ne de nesillerimizi... Tüm tepeleri kaybettik… Kimimiz karaya çıkınca Allah’ı unuttu... Ne gemide verdiğimiz sözü tutabildik ne de karada adam gibi durabildik… Kimimiz bahçe sahiplerinin imtihanına tutuldu… Kimse görmeden toplayacaktık mahsulümüzü. Büyük bir musibete duçar olduk. Ne mahsul toplayabildik, ne de kimse gördü bizi… Her şeyimizi kaybettik… Kimimiz amansız bir “vehn” hastalığına yakalandı bu yolda… Dünya sevgisi ve ölüm korkusu kapladı yüreklerimizi. Yürürken mal, makam, şan, şöhret, güç, kuvvet ne varsa topladık yoldan. AVM’lerin, lüks İslami otellerin, milyarlık iftar sofralarının pençesinde tükenip gittik… Dünya selinin önünde sürüklenen çer çöp gibi olduk… Allah düşmanımızın kalbinden söküp aldı korkumuzu… Dünyalık kazanımlarımızı kaybetmeme adına, ahiretimizi kaybettik…

“Kimimiz Tâlut ordusunun imtihan edildiği nehirle imtihan edildi yolda… Bir avuç içmemiz gereken nehirden kana kana, tıksıra tıksıra içtik... Ne sabit kalabildi ayaklarımız, ne de gökten sabır yağdı üzerimize… Dizlerimizin bağı çözüldü… Bizim bu zalimlerle, bu kalabalıklarla başa çıkacak takatimiz yok, biz bu medeniyet karşısında yenildik demekten başka bir şey gelmedi elimizden… İzzetimizi kaybettik… Onurumuzu kaybettik… Kimimiz Samiri’lerle karşılaştı yolda… Buzağıların peşine takılıp gittik… Sahte böğürtülerin, göz kamaştıran parıltıların büyüsüyle yoldan çıktık. Yola çıktıklarımızı, yolda bulduklarımızla değiştirdik. Düşmanlarımızı yakın, dostlarımızı uzak tuttuk. Yakınlaşan düşman dost olmadı amma uzaklaşan dostlarımızı düşman ettik sonunda… Kardeşliğimizi kaybettik…

“Kimimiz Züleyha’lara rastladı yolda… Nefsimizin ardına düşüp gittik. Ne Yusuf olabildik ne de ben Allah’tan korkarım dedik… Zindanlar bize göre değildi, yırtılmasına bile fırsat vermeden çıkarıp attık gömleklerimizi… Apart dairelerin tek odalarında, gizli nikâhlarla ve sonu gelmez yalanlarla tükenip gittik… Ahirete bir şey bırakmadan ne varsa yaşadık bu dünyada… İffetimizi kaybettik…

“Kimimiz Salebe’lere katıldı yolda… Dava için çıktığımız yolda davarların peşine takılıp gittik. Vadi dolusu mallar doyurmadı gözümüzü… Tırnaklarımızla kazanmıştık her şeyi… Allah’ın verdiğini itinayla esirgedik onun yolundan… Daha çok biriktirdik, biriktirmekten vakit bulamadık dağıtmaya, her şeyi anladığımız zaman dağıttığımızı kabul edecek kimse kalmamıştı yanımızda… Şuurumuzu kaybettik… Kimimiz Kuzman’lara dönüştü yolda… Nice Uhud’lar gördük amma, desinler, görsünler, bilsinler, sevsinler, övsünler diye savaştık… Reklamcılık kapladı tüm benliğimizi… Şan ve şöhretin ardında eriyip gittik… Canımız dâhil her şeyimizi verdik ancak ne şehit olabildik sonunda, ne de kimse övdü bizi… İhlâsımızı kaybettik… Allah’ın rızasından başka kaybedecek bir şeyi olmayanlardık yolun başında… Şimdi ellerimizde kaybetmekten korkacağımız çok şey var amma her şeyimiz olan “o bir şeyi” kaybettik sonunda…”[62]

İşte bu büyük yozlaşma, dünyevileşip sekülerleşerek, hevayı esas alıp demokratikleşme sürecinde zihnî ve ahlâkî dönüşüm yaşayarak, zevklerin, hazların, hırsların, servet, şöhret ve servetin, makam, mevki sahibi olmanın, mal, mülk biriktirmenin peşinde savrularak İslami kimlik ve ilkeleri terk edenlerin serüvenidir. Topluma Kur’an mesajını tebliğ edecek mü’min davetçilerin, demokrasi ve laik siyaset karşısında net bir karşı tavır ve bağımsız İslami kimlikli muhalif bir duruş sergilemek konusunda zaaf göstermeleri, üstelik laik demokratik siyasete aktif destekçi olmaları, hem demokratik siyasete toplum nezdinde meşruiyet sağlayarak toplumun en fazla şirke sürüklendikleri sapma alanında daha da mutmain olarak kalmalarına yol açmıştır. Hem de tevhîdî uyanış süreci kesimlerinin de bir kısmının zamanla yaşadıkları gibi inanmaya başlayarak sapmalarına, büyük çoğunluğun da en azından kirlenmelerine sebep olmuştur.

 

İnsanların Peygamberlere İhtiyacı

Nübüvvet, insanın yeryüzündeki konumunu, görevlerini, geliş yerini ve varacağı yeri, gücünü ve kapasitesini gösterir, öğretir. Bu durum, insanlık için bir okul gibidir. Hayatın nasıl yaşanacağını insan bu okulda öğrenir. Nübüvvet, insanlar için bir "örneklik" kurumudur. İnsanın Allah karşısındaki konumunu bu kurum tanıtır. İnsanın nasıl olması gerektiğini bu kurum canlı örnekler halinde ortaya koyar. Vahy, insanları hayal olan bir hayata değil, önlerinde canlı olarak kendi cinslerinden (beşer) peygamberlerin gösterdiği somut örneğe dâvet eder.

İnsan, fıtrattan/yaratılıştan getirdiği birtakım duygulara sahiptir. İrâdesiyle bu duygularını istediği gibi yönlendirir. Kendisine verilen nefis, iyi şeyleri de isteyebilir; kötü şeyleri  de.  Toplu olarak yaşayan insanlar belli kurallara bağlı olmazsa; huzur olmaz, haklar yerini bulmaz. İnsan, tutkularının esiri olarak haddi aşabilir, mal ve dünyalığa haksız yere sahip olmak isteyebilir, diğer insanlara hükmetmek, onları sömürmek isteyebilir. Bu aşırı davranışlar ise insanlar arasında düşmanlığa ve huzursuzluğa sebep olur. Bu karışıklığın çaresi topluma adâletin yerleştirilmesidir. Peki bu nasıl olacaktır ve bunu kim gerçekleştirecektir?

Adâletin sağlanması için birtakım ölçülere, kurallara ve prensiplere ihtiyaç vardır. Bu ölçüleri koyan, insan mı olmalı, yoksa insandan daha farklı bir üstün güç mü? Bu ölçüleri insan kendisi koyarsa, şu ihtimaller akla gelebilir: Bu ölçüleri koyan, diğer insanlar üzerinde haksız, bazen de sınırsız otorite kurar. Ölçüyü koyanlara, kendi  koydukları ölçü genellikle uygulanmaz. Konulan ölçülere uymak zorunda olanlar arasından daha güçlü birisi çıkar, o ölçüleri tanımaz ve kendisi yeni ölçüler koymak ister. İnsanlar hiç bir zaman mutlak adâlet ölçülerini bulamazlar. Çünkü insanın zayıf tarafları ve kapasitesinin yetersizliği söz konusudur.

İnsanlar için ölçü koyan öyle birisi olmalı ki, bütün bu sorunlar olmasın. O, insanı tamamen bilen ve insandan güçlü biri olsun. Ölçüye uyanlara mükâfat, uymayanlara ceza verebilsin. Gücü ve kudreti tartışılmaz ve hükmünde asla yanılmasın. Hiçbir noksanı bulunmasın, mutlak ve gerçek adâlet sahibi olsun. Böyle birisi elbette insanlar arasından çıkmaz. Bu sıfatları ancak âlemlerin rabbi Allah taşımaktadır. O Allah, insanın dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacak İlâhî prensipleri, yeryüzünün halifesi olarak yarattığı insanlar arasından seçtiği peygamberleri aracılığıyla bildirmektedir. 

Peygamberlik kurumu olmasaydı, şüphesiz insanlar doğru yolu bulamazlardı. İnsan, beşer olması dolayısıyla kendi aklı ve irâdesiyle nasıl hareket edeceğini, nasıl kulluk yapacağını bilemez. Üstelik zayıf tarafları vardır, hırs ve aşırı isteklere sahiptir. Bu şekilde yaratılan insanın sürekli "irşâd" edilmesi gerekir. Kendisine doğru yol gösterilmeli, iyi ve kötü şeyler anlatılmalı, fenalıklardan sakındırılmalı, hayırlı olan şeylere ve kulluğa teşvik edilmeli. İnsana, hiç şaşırmayacağı, mutlak doğru olan prensipler verilmeli. Peygamberler bu anlamda insanları irşâd eden mürşidlerdir. Öyleyse nübüvvet, İlâhî irşâd kurumudur.

Risâlet veya nübüvvet, Allah’ın insana olan rahmetinin bir tecellisidir. Başıboş bırakılan insan tek başına, ne hidâyeti ne de güzel davranışları bulabilir. İnsan, kendi kendine İlâhî güzelliklere ulaşamaz. Yaratılışı gereği bir rehbere, üstün nitelikli bir imama/öndere muhtaçtır. Peygamberler, bu mânâda insanların önderleridir.

Peygamberler, yeryüzünde canlı vahiylerdir. Allah’ın kullarından istediği insan tipinin somut örnekleridir. Risâlet/peygamberlik görevi çalışılarak, okuyarak elde edilebilecek bir makam değildir. Allah (c.c.) kulları içerisinden üstün niteliklere sahip kimseleri elçi olarak seçer ve onlar vasıtasıyla insanlara mesajını gönderir. Elçilerinin diğer insanları vahiyle terbiye etmesini ister.

Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren postacı benzeri,  yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular. Daha doğrusu vahyin hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini öğrenirler. Rasûl, Allah’ın mesajını insanlara ulaştırırken her türlü eziyet ve sıkıntıya göğüs gerer. Gerekirse vahyin düşmanları ile mücâdele de eder.

Peygamberler, insanlar arasında en emin/güvenilen insanlardır. Ahlâk ve davranış bakımından üstün özellikleri vardır. Onlarda herhangi bir ahlâk düşüklüğü, çirkin bir davranış veya günah işlemek yoktur. Onlar Allah’ın vereceği mükâfâtın müjdecisi, azgınlara vereceği cezanın da korkutucusudurlar (beşîr ve nezîrdirler).[63]İnsanların sorunları ancak onların getirdiği ölçülerle çözülebilir. İnsanlık ancak onların getirdiği mesaj ile gerçek huzura, insanlığa ve kurtuluşa ulaşabilir.

Dünya hayatını nasıl yaşayacağımız konusundaki prensipler Allah tarafından, peygamberleri ile bize bildirilmeseydi, insanların hepsi bugünkü İslâm dışı görüşlere sahip olanlar gibi; kendi kafalarına, yani kendi hevâlarına uyacaklar ve sayısız uydurma dinlerin peşinden gitmek zorunda kalacaklardı.[64]

Peygamberlerin Gönderiliş Gâyeleri

1- Allah'a Dâvet:İnsanoğlunun dünyaya gönderilmesindeki asıl gâye, Kur'an'ın da bize bildirdiği gibi, Yaratıcı'sını tanıyıp O'na hakkıyla kulluk etmektir. "Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım."[65] İşte peygamberlerin gönderiliş sebeplerinin başında, bu kulluğun nasıl yapılacağı, en açık bir şekilde insanlara öğretmek gelmektedir. Aslında Allah'a inanmak, her doğan insanın fıtratında var olan bir gerçektir.[66] Her insan, fıtratında, kendinden yüce, güçlü ve kuvvetli birine inanmayı ihtiyaç olarak hisseder. Bazıları bu yüce varlığı, “tabiat güçleri” olarak algılarken, diğer bazıları, kendi elleriyle yapıp taptıkları “put” olarak telakki eder. Gönderilen her peygamber, kendi kavmini bu yüce gerçeğe dâvet etmiş, onlara, inanılması gerekli olan Zât'ı bildirmiştir. "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona; 'Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım."[67]; "Andolsun Biz, 'Allah'a kulluk edin, tâğuttan sakının' diye (emretmeleri için) her kavme bir peygamber gönderdik."[68]

 

Tarih de açıkça ortaya koymuştur ki, insan, tek başına doğru bir şekilde Yaratıcı'sını tanıyamamakta, O'na kulluk yollarını bilememektedir. Gönderilen peygamberler arasındaki devrede bile insan, pek çok bâtıl ve hurâfelere tapmış, herhangi bir fayda ve zararı olmayan putlara, cansız varlıklara, yıldızlara vs. ibâdet etmiştir. Gönderilen her peygamber, ümmetini Allah'a dâvet etmiş, bu konuda büyük gayretler sarfetmiş, onlara gerçek Mâbud'u anlatmıştır. Bütün peygamberler, hayatları boyunca bunun mücâdelesini vermiştir. Hz. Nûh'un 950 sene gece-gündüz, gizli-açık bir şekilde, bütün yolları deneyerek kavmini hidâyete çağırdığını, ancak toplumun buna yanaşmadıklarını[69] örnek verebiliriz.

2- Allah'ın Emirlerini Tebliğ: Peygamberlerin gönderiliş amaçlarından bir diğeri, dini tebliğdir. Eğer onlar gelmeseydi biz,  ibâdete ait meseleleri bilemez, Allah’ın emir ve yasaklarını hiçbir zaman alamaz ve mükellefiyetlerimizi kavrayamazdık. Namaz, oruç, zekât, hac gibi görevlerimizi; içki, kumar, zina, ihtikâr/karaborsa ve faiz gibi haramları bilemezdik. Bütün bunları ve bunlara benzer birçok meseleleri peygamberler vâsıtasıyla öğrenmiş bulunuyoruz.

Hayat ve medeniyetle beraber insan düşüncesinin de ilerlediği öne sürülür. Asırlar içerisinde ve nesiller boyunca insanda meydana gelen değişikliğe rağmen, ilk insanla bugünkü insan, insan olma bakımından müşterek, hatta aynı mâhiyete sahiptir. İlk insanlarla günümüz insanının ortak ihtiyaçları ve ortak kaderleri vardır. İnsanda değişmeyen bu ihtiyaçların çözümü için, insanlığın ebedî kurallara bağlanması ve öyle tanzim edilmesi bir zarûrettir. Bu ihtiyacın, durmadan değişen ve olgunlaştığı kabul edilen akıl ve ilim yoluyla değil; mutlak ve ebedî esaslara sahip olan din yoluyla tanzim edilmesi gerekmektedir.

İlâhî emir ve yasakları insanlara ulaştıracak bir insana ihtiyacın varlığı inkâr edilemez. Ve aynı zamanda bu elçinin bir insan olması da gereklidir. Allah da bu elçileri insanlardan seçmiştir. Seçilen bu peygamberler, bu yüce görevi tamamen yerine getirmiş, hiçbiri insanları Allah'a dâvetten geri kalmamışlardır. "O peygamberler ki Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar."[70]; "Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez."[71]

3- İnsanları Doğru Yola Dâvet: İnsan, kendisinde bulunan birtakım özelliklerden dolayı, zaman zaman "sırât-ı müstakim" dediğimiz, doğru  yoldan  sapabilir.  Ancak  ona,  bu  sapmasını haber vererek, onun yeniden fıtratına dönmesine, iyilikleri yakalayıp onları işlemesine yardımcı olacak birtakım uyarıcılar gelmiştir. İşte bunlar, Allah'ın kendilerini seçip görevlendirdiği peygamberlerdir. Evet, gelen her peygamber, etrafındaki insanları uyarmış, yanlış yolların kötülüğünü izah etmiş, onları sırât-ı müstakime yönlendirmeye çalışmıştır. "Elif Lâm Râ. (Bu Kur'an,) Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan nûra/aydınlığa, yani her şeye gâlip (ve) övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır."[72]

4- İnsanlara Örnek Olmak: Peygamberlerin gönderiliş gâyelerinden birisi de, her konuda insanlara örnek olmalarıdır. Nebîlerin fıtratları temiz, rûhî yönden pek yüksek, irâdeleri ise, çok güçlüdür. Kur'an da Rasûlullah'a, diğer peygamberlerin yolunu takip etmesini emretmekle, aynı zamanda diğer insanları da bu konuda uyarmıştır. "İşte o peygamberler, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy!"[73] Buradan da, her konuda peygamberlere uymanın ve onları örnek almanın, insanlar için bir emir olduğunu anlıyoruz.

Her şeyden önce, peygamberlerin kendi hayatları, hakikaten çok büyük bir ahlâkî temizlik ve dürüstlük örneğidir. Bunlar, insanlara dinî ve ahlâkî hakikatleri bildirmekten, onlara her bakımdan faydalı olmak ve hizmet etmekten başka bir şey düşünmemişler, hiçbir menfaat hırsı gütmemişlerdir. Onların hayatlarını ve davranışlarını düşünürken, insan gerçekten heyecan duymaktadır. Sonra onların din ve ahlâk namına getirdikleri ölmez prensiplerin doğruluğu, asırlar sonra dahi meydandadır. Kur'an, "onların hepsi de sâlih kimselerdendi."[74] demekle, peygamberlerin bütünü hakkında değer hükmünü bildirmiştir.

Allah, olgunluk ve fazilette, onları birer örnek ve numûne kılmıştır. Çünkü onlar, akıl yönüyle mükemmel, hedef ve yöneliş yönüyle tertemiz, şeref ve rütbe yönüyle de bütün insanlardan üstündürler. "Andolsun, size, Allah'ı ve âhiret gününü umanlara ve Allah'ı çokça zikredenlere Allah'ın rasûlü'nde güzel bir örnek vardır."[75] Peygamberler, bütün insanlık için, en güzel birer önder, en güzel birer örnektirler. Herkes, onlara uymak ve onların metodlarını tâkip etmekle yükümlüdür.

5- İnsanları Bâki Âleme Yönlendirme: İnsanoğlu, yaratılışı gereği dünyaya karşı aşırı bir şekilde sevgi beslemektedir. Hz. Peygamber'den rivâyet edilen şu hadiste de, onun bu yönüne dikkat çekilmiştir: "Şâyet insanoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, yine o, iki vâdi dolusu olmasını arzu eder. İnsanoğlunun ağzını (aç gözlülüğünü) topraktan başkası doyurmaz."[76] Âhiret hayatı, peygamberler olmaksızın aklın hakikatini anlayamayacağı, gaybe âit işlerdendir. İşte peygamberler, devamlı olarak dünyaya meyilli olan insanları, bu âleme doğru yönlendirmeye çalışmışlardır.

Kur'ân-ı Kerim'in pek çok âyetinde, dünya hayatının bir aldanma metâı olduğu,[77]insanlar için çok süslü gösterildiği,[78] oyun ve oyalanmadan ibaret olduğu,[79] dünyadaki nimetlerin geçici olup asıl bitmeyen ve tükenmeyenlerin âhiret yurdunda olacağı[80] üzerinde durulmuştur.

Günümüzde şu gerçeğin görülmemesi mümkün değildir: Âhiret inancının olmadığı toplumlarda, huzur ve mutluluktan söz etmek hiç de kolay değildir. Zira insanoğlunun hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere karşı dayanabilirler ve bu ümitle sevinçli bir şekilde yaşayabilirler. İnsanlığın azımsanamayacak bir bölümünü teşkil eden ihtiyarlar, uhrevî hayatla yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül gösterebilirler. Toplumun önemli bir kesimini  oluşturan  gençler,  delikanlılar  aşırı  bir  şiddette olan duygularını, nefislerini, hevâ ve isteklerini; tecavüzlerden, zulüm ve haksızlıklardan, ancak cennet düşüncesi ve cehennem korkusuyla dizginleyebilirler. Böyle mutlu bir toplumu da ancak, getirmiş oldukları prensiplerle insanları istikamete götüren peygamberler kurabilmişlerdir.

6- Dünya-Âhiret Dengesini Sağlama: Peygamberler, dünya ve ukbâ dengesini kurmak için gelmişlerdir. Onların getirdiği muvâzene/denge ile insanoğlu, ifrat ve tefritten kurtulacak ve istikameti bulacaktır. Ne papazlar ve ruhbanlar gibi bütün bütün dünyayı terkedip manastırlara çekilme, ne de her şeyiyle dünyaya dalıp ona kul-köle olma değil; sürekli orta yolu bulma ve yaşama ki, bu da ancak vahyin aydınlık dünyasında elde edilebilecek bir nasiptir. Yoksa akıl ve vicdanla böyle bir denge kurulamaz.

İslâm'da insanın dünyadan tamamen çekilmesi ve kendini sadece namaza oruca vermesi istenmediği gibi; aynı zamanda kendini tamamen maddeye kaptırıp onun arkasından devamlı koşması da tavsiye edilmemiştir. Bilakis, dünya-ukbâ uygunluğu, dünyanın âhirete bir tarla kılınması tavsiyesinde bulunulmuştur. Mü'minin dünya ve âhiret mutluluğunu beraber istemesi,[81] Karun gibi sadece dünyaya takılıp kalınmaması,[82] ama bununla birlikte, çeşitli nimetlerden istifade edilebilmesi[83] de, yine İslâm'ın, dolayısıyla bütün peygamberlerin prensipleri arasındadır.                

7- İtiraz Kapısını Kapatma: Peygamberlerin gönderiliş sebeplerinden biri de, insanların âhirette Allah'a karşı herhangi bir itirazlarının olmasını önlemektir. "Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler (gönderdik) ki, insanların, peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah azizdir, hakimdir."[84] Yani iman ve itaat edenlere, âhirette ecir ve sevap ile müjde vermek; küfür ve isyan edenlere, cehennem azâbını haber verip çekindirmek üzere elçiler gönderilmiştir ki, azâbı gördükleri zaman mâzeretleri kalmasın: "Eğer Biz, bundan önce onları helâk etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi:  'Ey Rabbim! Bize bir peygamber gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce âyetlerine uysaydık!"[85] Peygamber gönderilmemiş olsaydı, demek ki insanlar, bunu bahane edeceklerdi: "Vaktiyle bize bunları bildirseydin, hükümlerini, şeriatını, kanunlarını bildiren bir peygamber gönderseydin de, bilmediklerimizi öğrenip onlara tâbi olsaydık ve felâketler başımıza gelmeseydi ne olurdu; bize bir elçi gönderseydin de böyle alçak ve rezil olmadan önce, senin âyetlerine uysaydık" diyebileceklerdi. İşte bu mâzeret kapısını Allah, peygamber göndermekle kapatmıştır.

Kıyâmet gününde Allah, bütün insanları toplayacak, her peygamberi de aynı zamanda kendi ümmetine tebliğde bulunduğuna dair şâhit olarak getirecektir: "Kıyâmet gününde, her ümmete bir şâhit getirdiğimizde halleri ne olacaktır? O gün, inkâr edip peygambere isyan edenler, yerle bir olmayı isterler. Allah'tan hiç bir sözü gizleyemezler."[86] Yine onlar, kıyâmet gününde, cehenneme atılmadan önce, o korkunç âkıbete götürülürken, kendilerine işlemiş oldukları suçlardan sorulur da, onlar, bunu itiraf ederler: "Cehennem, öfkeden parçalanacak bir hale gelir. Cehenneme her topluluk atıldığında, zebâniler onlara: 'Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?' diye soracaklardır. Onlar da: 'Evet, uyarıcı gelmiş, fakat biz yalanlamıştık ve Allah hiçbir şey indirmedi; siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz' demiştik diye cevap verirler. 'Eğer dinlesek veya düşünseydik, alev alev yanan cehennemin ehlinden olmazdık' derler. İşte böylece günahlarını itiraf ederler. Kahrolsun alev alev yanan o cehennem ehli!"[87]

Her peygamber, insanları inandırmak ve inanmayanların da bahanelerine meydan vermemek için bazı mûcizelerle gelmiştir. Artık bundan böyle kimsenin itiraza hakkı yoktur. Allah, inanmamızı istediği hakikatleri, peygamberleriyle gâyet açık bir şekilde gözler önüne sermiştir. Zaten bu da, onların gönderiliş gayelerinden biridir. Ayrıca önemli bir nokta da, Allah, "Biz, peygamber göndermedikçe azab edici değiliz."[88] buyurmaktadır. Demek ki, peygamberler gönderildiği için mizan ve terazi kurulacak ve kimsenin mâzeretine (daha doğrusu bahanesine) bakılmadan herkesin hesabı sorulacaktır.

8- İnsan Fıtratına Uygun Olan Gerçek Din Duygusunu Öğretme:  İlk insanla beraber ortaya çıkan Hak din, çağlar boyunca inanların rûhunu tatmin etmiş, meraklarını gidermiştir. Dinin bu vasfı, kaynağının sağlamlığındandır. Günümüz dünyasında da, bütün eski dönemlerde olduğu gibi, insanların büyük çoğunluğu Allah'a inanmakta ve tüm varlıkları O’nun eseri olarak kabul etmektedir. Din, insanlığın en önemli gereksinimlerindendir.

İnsanlar, İlâhî ve uhrevî hakikatleri, kendi akıllarıyla idrâk edemezler. Zira aklın kapasitesi sınırlıdır. Akıl, insanları çeşitli yollara götürebilir. Büyük hakikatlere dair söz söylemek iddiasındaki filozofların, insanlığa ne kadar değişik, hatta birbirini yalanlayan, zıt yollar çizdikleri bilinir ve bilinmesi gerekir. Allah, lütfu ile zaman zaman yeryüzünün çeşitli bölgelerinde, İlâhî tebliği alıp kavimlerine ulaştıracak insanlar seçmiştir. Zira, hayatın, yaşayış tarzının, İlâhî tâlimata göre tanzim edilmesi gerekmektedir. İnsan fıtratı da, bu evreni var eden bir yaratıcıya ibâdet etmekle donatılmış gibidir ki, bunu, Kur’ân-ı Kerim, şu âyetiyle kullara ifade etmektedir: “Sen, yeryüzünü, hanîf (tevhid eri, Allah’ı birleyici) olarak dine, yani Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise o fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”[89]İnsanlar, fıtraten sağlam, fikir ve düşünce yönüyle düzgün oldukları müddetçe, dine yönelmeleri devam edecektir. Çünkü insanın duygu ve düşüncelerinin yöneldiği en kıymetli şey, dindir. Aynı zamanda onu, diğer yaratıklardan ayıran en belirgin öge de din ve onu yaşamadır. İşte peygamberler de, insanların muhtaç oldukları gerçek dini getirerek, onların bu ihtiyaçlarını en güzel bir şekilde karşılamışlardır.

9- İnsanlara, Doğru Kuralları Gösterme: Nübüvvet görevlerinden birisi de, Allah’tan almış oldukları dosdoğru kurallar vasıtasıyla, hem bu, hem de öbür dünyada insanları saâdete götürecek, faziletli davranışlara yönlendirmektir. İnsanların tek başlarına, iyi şeylerin tamamını kavrayıp onların gerektirdiği doğrultuda hareket etmeleri söz konusu değildir. Zira insanların arzu, istek ve menfaatleri farklı farklıdır. Buna en büyük delil, bugünkü dünyanın içinde bulunduğu durumdur. Pek çok zulüm işlenmesine, haksızlıklar yapılamasına, insan hakları çiğnenmesine rağmen birçokları, medeniyetin zirvesinde olduğunu pek rahat bir şekilde söyleyebiliyorlar. İşte bundan dolayıdır ki, peygamberlerin risâleti, toplumu düzeltip insanları Allah'a kul olma noktasına getirecek kuralları açıklamak ve yine toplumu felâkete sürükleyip Allah’ın gazabını gerektirecek, kötü hareketlere dikkat çekmektir.

Kur’ân-ı Kerim’i incelediğimizde, her peygamberin, kendi dönemindeki insanları doğruya sevk edip, kötü şeylerden sakındırdığını görürüz. Hz. Nûh, insanları putlara tapmaktan sakındırmış, tutmaları gereken yolu göstermiş,[90] Hz. İbrahim, kavmiyle büyük mücâdeleler vermiş, akıl yönünden değişik metodlar kullanarak doğruları göstermeye çalışmış,[91] Hz. Sâlih, kavmini kötü şeylerden ve kötü kimselere uymaktan sakındırmış,[92] Hz. Lût, kavmi arasında yaygın olan livâtadan (homoseksüellikten)  vazgeçirmeye çalışmış ve bu uğurda çetin mücâdeleler vermiş,[93] Hz. Şuayb, ölçü ve tartıda eksiklik yapan kavmini bu davranışlarından caydırmaya uğraşmıştır.[94] Netice itibariyle her peygamber, kavmiyle buna benzer nice mücâdelelerde bulunmuştur. "Şüphesiz her ümmete bir peygamber gelmiştir. Peygamberleri geldiğinde, aralarında  adâletle hümolunur. Onlara  asla  zulmedilmez."[95]"Muhakkak ki Biz, peygamberlerimizi açık delillerle/mûcizelerle gönderdik. İnsanlar, aralarında adâleti hâkim kılsınlar diye, o peygamberlere kitap ve ölçü/nizam indirdik.”[96]

10- Ahlâk Eğitimini Gerçekleştirme: İnsan için hem iyilik, hem de kötülük yolu açıktır. “Biz, ona her iki yolu da (hayır ve şerri) göstermedik mi?”[97]; “Gerçekten de nefis, kötülüğü emreder.”[98] Ancak insan, arzu ve isteklerini yönlendirme, sınırlama ve frenleme gücüne sahiptir. “Rabbinin azametinden korkup kendini şehevî arzulardan koruyana gelince, onun da varıp kalacağı yer mutlaka cennettir.”[99] Fakat her insan, nefsine hâkim olamayabilir. Demek ki insanda, bir şeyi emreden veya yasaklayan gizli bir güç vardır. Kötülüklere karşı insanı dizginleyen en önemli faktör, Allah'a inanma ve yaptıklarının hesabını verme düşüncesidir. Ahlâk eğitimi de diyebileceğimiz bu davranışları en iyi, peygamberler vermiştir. Onlar, getirdikleri kanunlarla,insanlar arası münasebetleri en iyi bir şekilde ayarlamaya çalışmışlar, onları güzel ahlâka yönlendirmişler ve bu konuda en güzel birer örnek olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerim de, peygamberimizin bu yönüne dikkatleri çekmiş, O’nun yüce bir ahlâkla yaratıldığını vurgulamıştır.[100] Ayrıca peygamberimiz de, kendisinin, “güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini”[101] ifade etmiştir.[102]

 

Peygamberlerin Dâvetlerinin Özellikleri

 

1- Rabbânîlik: Kur’an’da peygamberlik, Allah’ın kulları arasından seçtiği şahıslara verdiği bir lütuf ve rahmet olarak takdim edilir. İnsanların kendi istek ve çabalarıyla bu unvânı elde etmeleri mümkün değildir. Peygamberlerin, Allah tarafından bu görev için tercih edildiğini,[103] onların seçkin[104] kişiler olduğunu belirten âyetlerin yanında; Allah’ın, peygamberliği dilediği kimselere vereceğini ifade eden âyetler de vardır.

Hiçbir peygamber, düşünüp taşınıp kendi aklına göre, “şöyle bir sistem ortaya koyayım” diyerek işe başlamamıştır ve başlamaz. Doğrudan doğruya Allah, insanlar içinden bir kimseyi peygamber yapmayı diler. Vakti gelince, tamamen peygamberlik için yaratılmış bu seçkin insana, peygamberlik vazifesini duyurur, o da peygamberliğini ilân eder. Nübüvvet, Allah’ın istediğine verdiği bir görevdir. O, ne akıl, ne çalışma, ne çok ibâdet ve ne de verâset yoluyla ulaşılacak bir şeydir. Onların getirmiş olduğu her şey, vahiyden ibarettir. Onlardan her biri, şöyle der: “Ben yalnızca bana vahy olunana uyuyorum.”[105]

Bulundukları çevre şartları, ekonomik ve sosyal hâdiseler, onların konumlarını asla değiştiremez. Onlar, bildikleri yolda hedeflerine varmaya çalışırlar. Vazifelerini yaparlarken de, muhâtaplarının kabul veya reddi onları pek bağlamaz. Onların vazifesi, sadece tebliğ edip anlatmak ve İlâhî emirleri tatbik etmekten ibarettir. Muhâliflerin dedikleri, söyledikleri veya yaptıkları, onların tavırlarını değiştirmez. Mesajlarını, çarpıtmadan, eğip bükmeden net bir şekilde toplumlarına iletirler. Dâvâları adına tâviz vermeleri, kat’iyyen düşünülemez. “Ayı bir eline, güneşi diğer eline koysalar, peygamberler, bu dâvâlarından kesinlikle vazgeçmezler.”

 

2- Tevhide Çağrı:  Bütün peygamberlerin tebliğ ettiği din olan İslâm’da temel nokta, tevhid bayrağı altından toplanmaktır. Bunun da esası, kelime-i tevhiddir. “...Yalnız Allah'a kulluk edelim ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayalım...”[106] Bütün peygamberlere baktığımızda, hepsinin temel gayeleri olan, insanları Allah’ın varlığına ve  birliğine  çağırdıklarını görürüz. Her peygamber, çevresindekilere şunları söylemiştir: “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur.”[107

Bütün peygamberlerin dâvetlerindeki esas tema, temel vurgu, insanları sadece Allah'a kulluğa ve O’na inanıp teslim olmaya yöneliktir. “Andolsun Biz, her ümmet/millet içinde; ‘Allah'a kulluk edin; tâğuttan (ona itaatten) kaçının’ diyen bir rasûl gönderdik.”[108] Bunlardaki söz birliği ve hepsinin tevhid hakikatiyle gelmesi de, yine peygamberlik kurumuna ait bir özelliktir. Onun içindir ki, Allah Rasûlü: “Ben ve benden evvel gelen bütün peygamberlerin söylediği en faziletli söz: ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke lehû”(Bir tek olan ve hiç ortağı bulunmayan Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur) sözü  veya bu anlama gelen sözdür.”[109] buyurmuştur.

 

3- Ücret İstememe: Peygamberlerin, yaptıkları hizmetler karşılığında insanlardan hiçbir beklentileri yoktur. Diğer insanların böyle bir şeyi arzulamaları mümkün olabilir. Ancak Kur’an, peygamberlerin böyle bir istekte bulunmadıklarını söylemektedir. Onlardan her birinin, bu konudaki yegâne sözü: “Ben sizden hiçbir ücret/karşılık istemiyorum. Benim ücretim/mükâfatım ancak Allah'a aittir.”[110] cümlesi olmuştur. Onlar, bunun karşılığını Allah’tan beklerler. Nasihatleri ve irşadları karşılığında, insanlardan bir övgü de beklemezler. Yegâne istekleri, Allah rızâsı ve âhiret sevabıdır.

 

4- Kavimlerinin Diliyle Gelme: Allah, insanlara olan merhametinden dolayı, gönderdiği her peygamberi, insanlar ondan, anlaşılması gerekli olan şeyleri kolaylıkla kavrayabilsinler ve anlasınlar diye, kendi kavminin diliyle göndermiştir. Allah’ın âdeti, sünneti böyledir. Öteden beri, her peygamber, gönderildiği ümmetin ve özellikle içlerinde oturduğu topluluğun dili ile gönderilmiştir. Tâ ki, tebliğine emredilmiş olduğu şeyleri kavmine anlatsın, anlattırsın. Çünkü bir peygamberin peygamberliği, gerek kavmine ait olsun ve gerek daha başkalarını da kapsasın, mutlaka o peygamber, öncelikle kavmini dâvet edecek ve ilk işi onlara peygamberliğini anlatmak olacaktır. Bu ise, onların en iyi, en kolay anlayabilecekleri kendi dilleriyle açıklamaya bağlıdır. Şâyet Kur’an, başka bir dille indirilseydi, peygamberin de içlerinde bulunduğu ve ilk önce hitap edeceği kavmi anlamayacaktı. Kur’an, bu durumu şöyle dile getirir: “Eğer Biz bu Kur’ân’ı, yabancı bir dille indirseydik, iman etmeyenler, mutlaka diyeceklerdi ki,  ‘âyetleri uzun uzadıya açıklamalı değil miydi? Arap bir peygambere yabancı dil, öyle mi?”[111] Peygamberler, içinden çıktıkları toplumlarının diliyle gönderilmeseydi, diğer kavimlere tebliğ etmek ve mesajı umûmileştirmek için, ilk neşredenler yetişmeyecek ve bundan dolayı, hiçbir topluluk hakkında Allah’ın kesin delili gerçekleşmeyecekti. “Allah, her peygamberi kendi kavminin diliyle göndermiştir.”[112]

 

5- Hedef ve Gâyenin Açıklığı: Bütün peygamberler, insanların fıtratlarına uygun bir şekilde hareket eder, onlara akıllarının alabileceği sadelikte hitap ederlerdi. Çünkü dâvetçinin, konuşmalarında, sohbetlerinde sözünün muhâtapları tarafından anlaşılır netlikte ve sadelikte olması gerekir. Aksi takdirde dediği anlaşılmaz, sözleri hedefini bulamaz. “(Ey peygamber!) Sen, insanları Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et.”[113]

İnsanlar, çoğu hususta birbirinden farklıdır. Zekâ ve ilimleri farklı olduğu gibi, karakter ve duyguları da farklıdır. Ayrıca düşünce ve tasavvurlarında farklı oldukları gibi, eğilim ve yönelişlerinde de farklılık gösterirler. Bütün bu farklılıklar, dâvet ve dâvetçilerin, onları etkileyecek ve karakterlerine münasip düşecek bir şekilde giriş yapmalarını mecburi kılmaktadır. Bu noktayı çok iyi bir şekilde bilen peygamberler, gâyet açık ve net bir şekilde, aktaracakları şeyleri aktarmış, insanların anlamakta güçlük çekecekleri bir metottan uzak durmuşlardır. Tekellüfe/zorluğa girilmemiş,[114] en kolay ve açık deliller ileri sürülmüş,[115] anlatılacak şeylerde bir kapalılık bırakılmamıştır.[116]

 

6- İhlâs ve Samimiyet: İhlâsı, “yapılan bir şeyi Allah için yapma ve bunu Allah’tan başkasının görmesini istememe” şeklinde tanımlayabileceğimiz gibi, “yapılan bir harekette, diğer insanların değerlendirmelerini göz ardı etme ve onların düşüncelerinden kaçınma”  diye  de  tarif edebiliriz. İşte peygamberler, bütün işlerinde ihlâsa erdirilen şahsiyetlerdir. İhlâs ve samimiyetin zirvesini onlar tutmuştur. Kur’an, onların bu yönlerini bazı peygamberlerin şahsında şöyle anlatmaktadır: “Kitab’da Mûsâ’yı da an! Gerçekten o, ihlâsa erdirilmiş bir rasûl, nebî idi.”[117] Hz. Yusuf için: “Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır.”[118] Ve Hz. Peygamber’e ise: “Şüphesiz ki Kitab’ı sana hak olarak indirdik. (O halde sen de) dini O’na has kılarak, ihlâs ile Allah'a kulluk et!”[119]; “De ki: ‘Ben dinimde ihlâs ile (dini O’na has kılarak) ancak Allah'a ibâdet ederim.”[120]

 

Son Peygamber

Allah son peygamber olarak Hz. Muhammed (s.a.s.)’i göndermiştir. Ondan sonra artık peygamberlik kapısı kapanmıştır. Yani, bir daha peygamber gelmeyecektir. Peygamberlerin en üstünü ve en faziletlisi Hz. Muhammed’dir. Biz Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[121]  “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’i överler/salât getirirler).  Ey iman edenler! Siz de O’nu övün (O’na yardım edin), O’na salât ve selâm getirin.”[122]

Müslümanların örnek alması gereken kişi, tek önderimiz Hz. Muhammed’dir. Müslümanlar yaşayış tarzını, en ufağından en büyüğüne bütün hal ve hareketlerini O’nu örnek alarak düzenlerler. Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için Rasûlullah  en güzel örnektir.”[123]

Peygamber’e itaat Allah’a itaattir. Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed) de  ki, Allah’ı  seviyorsanız  bana  uyun  ki, Allah  da  sizi    ve  günahlarınızı  bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder. De ki Allah’a ve Peygamber’e itaat edin. Yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah, inkâr edenleri sevmez.”[124]

 

Mütenebbî/Sahte Peygamber

Mütenebbî: Son peygamber olarak Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gelmesi ve O’ndan sonra başka peygamberin gelmeyecek olmasına  rağmen, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den sonra peygamberlik iddiasında olan kimselere verilen isimdir. Bunlara yalancı peygamber de denir. Bu kişiler; ya deli, ya şöhret düşkünü veya basit çıkar peşinde koşan insanlardır.

İlk mütenebbi, Peygamberimiz zamanında ortaya çıkan Müseylimetü’l-Kezzab’tır. Bu yalancı peygamber, Hz. Ebu Bekir’in halifeliği zamanında yapılan savaşta öldürülmüştür. Son zamanların sahte peygamberlerinden Hindistan’da Sör Seyyit Ahmet nice fitnelere sebep olmuş bir İngiliz ajanıdır. Yine 20. asrın mütenebbîlerinden Reşad Halife de, Amerika’daki bir mescidde meçhul birisi tarafından öldürülmüştür. Ankara’daki İskender Evrenesoğlu (İskender el-ekber) gibi, içinde Demirel’den, bazı bakanlardan isim isim bahseden Allah’tan “kitap” getirdiğini iddia eden meczup insanlar da câhil halkı kandırarak bu tür komik iddialarda bulunabilmektedir. 

 

Peygamberlerin Sıfatları

1-)  Sıdk;  Doğruluk demektir. Peygamberler, hem sözlerinde hem de işlerinde doğru sözlüdürler. Asla yalan söylemezler. "Kitapta İbrahim'i de an. O, dosdoğru (sıddîk) bir nebî idi."[125] Yine bütün peygamberlerin doğru olduklarını, örneklendiren benzer âyetlerde, Hz. İsmâil,[126] Hz. İdris,[127] Hz. Yusuf[128] için sıdk sıfatı verilir; diğer peygamberlerin de sâdık oldukları başka ifadelerle anlatılır.

2-) Emanet; Güvenilir olmak demektir. Peygamberler güvenilir insanlardır. Peygamberler asla emanete hıiânet etmezler. “Bir peygamber için, emanete hiyanet etmek olur şey değildir.”[129] Mekke müşrikleri Peygamberimize “Muhammedü’l-emîn” diyorlardı. Peygamberimizin en azılı düşmanı olan bu müşrikler, en değerli eşyalarını Peygamberimize emanet ediyorlardı.

3-) Fetânet; Peygamberler, insanların en zekileri ve en akıllılarıdır.

4-) İsmet; Günah işlememek demektir. Peygamberler küçük veya büyük günah işlemezler. Ancak, insan olduklarından dolayı “zelle” denilen çok küçük hatalar yaparlar. Bu küçük hatalar derhal Allah tarafından düzeltilir.

5-) Tebliğ;  Bildirmek demektir. Peygamberler Allah’tan almış oldukları emirleri mutlaka insanlara bildirmişlerdir. Hiçbir şeyi gizlememişler; hiçbir şey ilave etmemişlerdir. "O peygamberler ki Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar."[130]

Bütün peygamberler, tebliğ görevini yapmak için büyük meşakkat ve çilelere göğüs germişlerdir. Hatta bazıları bu uğurda canlarını feda etmişlerdir. Peygamberler, gördükleri tüm kötülükleri mutlaka elleriyle veya dilleriyle düzeltmeye çalışmışlardır.

Peygamberler âdil kimselerdir. Adâlete ters hiçbir iş yapmazlar. Peygamberler, görevlerinden azl olunmazlar. Peygamberlik çalışmakla elde edilmez. Allah, onu dilediğine vermiştir. Peygamberler seçilmiş, seçkin insanlardır; soyları temizdir. Güzel ahlâk sahibidirler. Yaratılışları ve sûretleri de güzeldir. Allah’tan başkasından korkmazlar. Bütün bunlarla birlikte, peygamberler, beşerdir, yani bizim gibi insandırlar. İnsanlar için tabii olan yeme-içme, evlenme, uyuma, yanılma, unutma, hastalanma... gibi hususlar peygamberler için de mümkündür. Fizikî bünye ve ihtiyaçları itibariyle diğer insanlardan farksızdırlar.[131]                            

                                                                      

Kur’an’da İsmi Geçen Peygamberler

Peygamberlik makamı Hazreti Adem ile başlayıp Hazreti Muhammed Mustafa ile son bulmuştur. Bu iki peygamber arasında ne kadar peygamber gelip geçtiğini Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Bütün peygamberler Kur’an-ı Kerim’de açıklanmamıştır. “Bir kısım peygamberleri sana anlattık, bir kısmını ise anlatmadık.”[132] Fakat, her ümmete (topluma) peygamber gönderildiği ifade edilmektedir. Kur’an’da ismi geçen 25 peygamber vardır. Bu peygamberler şunlardır:

Âdem, İdris, Nuh, Hud, Sâlih, Lut, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Harun, Mûsâ, Davud, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yunus, İlyas, Elyasa, Zekeriyya, Yahya, İsa, Muhammed Mustafa (s.a.s.).

Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de ismi geçtiği halde peygamber olup olmadıkları hakkında bilgi bulunmayanlar vardır. Bunlar: Uzeyir, Lokman ve Zülkarneyn’dir.

 

Peygamberlere İman

Bilindiği gibi, peygamberlere inanmak imanın esaslarından biridir. Peygamberlerin birini bile inkâr eden kişi dinden çıkar. Yüce Allah, her topluma İslâm’ı tebliğ için peygamberler göndermiştir ki, Allah’ı bilsinler ve O’ndan başkasına kulluk etmesinler. Allah, kendilerine peygamber göndermediği bir topluma azab etmez. “Biz bir peygamber göndermedikçe azab etmeyiz.”[133] Peygamberlere imanla alâkalı olarak Kur’an-ı Kerim’de birçok âyet vardır. “Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve peygamberlerden hiç birisi arasında (kendisine iman etme bakımından) fark gözetmeyen kimselere gelince, işte onların mükâfatını Allah kıyâmette verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.”[134]

“O kimseler ki, Allah’ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olurlar. Allah ile peygamberlerinin arasını açmak isterler. Ve ‘peygamberlerden bir kısmına inanırız, bir kısmını inkâr ederiz!’  derler. Böylece iman ile küfür arasında bir yer tutmak isterler.”[135] Peygamberlere imanla ilgili çok sayıda âyet vardır.[136] Peygamberlere itaat etmeyenlere azâbın ulaşacağı konusunda Kur’an uyarıda bulunur.[137]

Kendilerine peygamber gönderilen toplumların çoğu, peygamberlerini yalanlamış ve onlara uymamışlardır. Bugün olduğu gibi, geçmişte de peygamberlerine tâbi olan insanlar çok az olmuştur. Meselâ Hz. İsa’ya on iki kişilik “havâriler” dediğimiz kimseler inanıp tâbi olmuştur. Diğer insanlar, tâbi olmadığı gibi onu öldürmek istemişlerdir.

Bütün peygamberlerin getirdiği dinin adı İslâmiyet idi. Ne Hz. İsa’nın dini hıristiyanlık; ne de Hz. Mûsâ’nın dini yahudilikti. Hz. İsa’nın da Hz. Mûsâ’nın da, bütün peygamberlerin de dini ancak İslâm idi ve bütün peygamberler müslüman idiler. Bu gerçek, Kur’an’ın dilinden şöyle ifade edilir: “İbrahim ne bir yahudi, ne de bir hıristiyandı. Fakat Allah’ı bir tanıyan gerçek bir müslümandı. Ve müşriklerden de değildi.”[138]“Mûsâ da kavmine şöyle dedi: Ey kavmim, siz gerçekten Allah’a iman ettiyseniz O’nun birliğine teslim olmuş müslümansınız. Artık Allah’a tevekkül edin.”[139]“Hani havarilere (Hz. İsa’ya bağlı olanlara): ‘Bana ve peygamberlerime iman edin’ diye ilham etmiştim de onlar, ‘iman ettik, bizim hakiki müslümanlar olduğumuza şâhid ol’ demişlerdi.”[140]

Görüldüğü gibi, Allah tarafından gönderilen bütün dinlerin adı İslâm, peygamberlerinin ve onlara tâbi olanların da adı müslüman idi. Fakat sonradan, bu saf ve temiz olan isim  (İslâm), çeşitli isimler adı altında değiştirilmiştir. İslâm, her asır ve her peygamberin dinidir. Fakat çoğu peygamberin şeriatı ayrıdır. Buna göre din (İslâm) geniş, şümullü bir kavram; şeriat ise, bu dinin içerisinde her bir peygamberin tâkip  ettiği yoldur.

Bu ümmet ile geçmiş ümmetlerin şeriatları ayrı olabilir; fakat bizim ile onlar arasında müsavi (aynı) olan bir kelime vardır ki o özdür, temeldir, hiç bir zaman ve hiç bir şarta göre değişmez. Bu gerçeği Yüce Allah şöyle beyan ediyor: “De ki, ey ehl-i kitap, hepiniz bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin; şöyle diyerek: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim; O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler tanımayalım.”[141]; “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: ‘Benden başka ilah yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”[142]; “Andolsun ki her ümmete; ‘Allah’a ibâdet edin ve tâğutlardan kaçının’ diye peygamberler gönderdik.”[143]

İşte, Hz. Adem’den kıyâmete kadar her insanın ve her cinnin, hatta bütün kâinatın uyması gereken kural ve gerçek budur. Mü’min bilir ve inanır ki, geçmişte ne kadar nebî ve rasûl varsa, onlara uyanlarla beraber müslüman idiler. Onlar Allah’tan başkasına kulluk etmiyorlardı.

Tevhid dininin (İslâm’ın) son halkasını Hz. Muhammed (s.a.s.) teşkil etmektedir. Artık Rasûlullah gönderildiğinden itibaren, Rasûlullah’sız bir din, Rasûlullah’sız bir akîde ve inanç olamaz. Öyleyse, yeryüzünde Allah’a bağlanmak isteyenlerin ve müslüman olarak kalmak isteyenlerin rehberi, kılavuzu Rasûlullah’tan başkası olamaz. Zira Rasûl’e itaat Allah’a itaattır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kim Rasûl’e itaat ederse, muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, bu seni üzmesin. Zira seni onlara koruyucu ve gözetici olarak göndermedik (ancak tebliğci olarak gönderdik).”[144]

Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede Rasûlüne itaat edenin Allah’a itaat etmiş olduğunu, Rasûl’e isyan edenin de Allah’a isyan etmiş olduğunu haber veriyor. Bunun sebebi, Rasûlullah (s.a.s.)’in kendi hevâ ve hevesinden konuşmaması ve Allah’ın dinini tebliğ etmesidir.[145] Rasûlülah, hiç bir zaman Allah adına kendi kafasından bir şey konuşmaz; kendisine vahyedileni bildirir. Onun için Allah ile Rasûlü’nün hükümleri arasında ayrılık, zıtlık, farklılık olamaz.

İslâm akîdesi açısından peygamberlik kurumu gerçekten büyük değer taşır. Bu müessese, akîdenin ikinci yarısıdır. Peygambere iman, tevhid kelimesinin ikinci kısmıdır. Peygamberlik inancının tezahürleri pratik hayatta mutlaka görülmelidir. Normalde her insan, peygamberlere inandığını söyleyebilir. Fakat bu akîde gerçeklere dayandırılırsa görülür ki,  mü’min olduklarını iddia eden pek çok insan bu bağdan kopmuştur. Rasullere iman olsun, diğer iman esaslarına iman olsun, her zaman kulluk ve itaat gerektirir. İtaat ve kullukla beslenmeyen bir iman, iman olarak kalamaz. Günün birinde tamamen söner veya yön değiştirir. Bunun içindir ki, itaat imana bağlı kılınmıştır. Böylece, Allah’a inanan kimse, Rasûl’e bağlanmak zorundadır. Rasûl’e bağlanmayanlar, Allah’a da bağlanmamışlardır.

Kur’an-ı Kerim,  peygamberler ve itaat konusunu şöyle açıklıyor: “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre (emir sahiplerine) de. Eğer bir hususta çekişirseniz, onu Allah’a ve Rasûlüne götürünüz. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanmışsanız; bu hem hayırlı ve hem de netice itibariyle en güzeldir.”[146];“Hayır, Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olamazlar.”[147]; “Biz peygamberleri ancak itaat olunsunlar diye gönderdik.”[148]; “Allah’a ve O’nun rasûlüne itaat edin ve onların emirlerine ve yasaklarına aykırı hareket etmekten sakının. Eğer itaat etmekten yüz çevirirseniz, bilin ki, Peygamberimiz’e düşen sadece açık bir tebliğdir.”[149]

Bu âyetlerde mü’minlerin, Allah ile beraber Rasûlü’ne de itaat etmeleri şart koşuluyor. Rasûl’e itaat etmeden İslâm yaşanamaz. Zira, “Rasuller sadece kendilerine itaat edilsin diye izn-i İlâhî ile gönderilmişlerdir.”[150]  İtaat, imanın ve İslâm’ın şartı ve hudududur. İman edip de Allah’a ve Rasûl’e itaat etmemek boş bir iddiadan başka bir şey değildir. Bu yalan, tâğutla hükmetmek isteyen her yalancının iddiasıdır. Çünkü, münâfıkların alâmeti, devamlı sûrette itaatten kaçınmaktır. Zira Yüce Allah münâfıklar hakkında şöyle buyurur: “Onlara Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin denildiği zaman, senden büsbütün kaçtıklarını görürsün.”[151] İtaat, bir akîde meselesidir. Mü’min, akîdesini sağlam temeller üzerine oturtmalıdır. İslâm’ın ve imanın hududunu çok iyi bilmelidir.

 

Peygamberlere İman, Onları Örnek ve Önder Kabul Edip Onlara İtaat Etmek İçindir

Peygamberlerin en büyük ve en önemli görevleri, insanların, hakkında ihtilâfa düşerek kendi imkânlarıyla hakkı bulamayacakları alanlarda ihtilâflarını çözümleyici hükümler getirmeleridir: "İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları indirdi."[152] İşte bunun için Yüce Allah, her bir kavim için bir nezîr/uyarıcı göndermiştir.[153] Peygamberlere iman, onların çağrısını kabul etmek, onların izinden gitmek, “olsa da olur, olmasa da”  kabilinden insanların tercihine bırakılmış bir tutum değildir. İnsanlar, peygamberlere iman etmekle, onların izinden gitmekle yükümlüdürler. Aksini yaptıkları takdirde her peygamberden ümmeti hakkında şâhitlik etmesi de istenecek ve bu şehâdet, onların kesinleşmiş ceza ve azaplarını daha bir pekiştirici anlam taşıyacaktır. “Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti. Dinde size güçlük vermedi. Babanız İbrahim’in milletine/dinine (uyun). Sizi daha önceden ve bunda (Kur’an’da) ‘müslümanlar’ diye adlandırdı ki Peygamber size şâhit olsun; siz de insanlar üzerine şâhitlik edesiniz. O halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah'a güvenin. O’dur sizin Mevlânız. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.”[154] Böylece peygamberler, ümmetlerine karşı, peygamberlere iman edenler de diğer insanlara karşı şâhitlik edecek ve hakkında şehâdet ettikleri kimselerin peygamberlerin gösterdikleri yoldan gidip gitmedikleri hususunda beyanda bulunacaklar; ya da bulunmaları istenecektir.

Peygamberlere uymakla yükümlü olmanın yanında, insanın başka sorumlulukları da vardır: Peygamberlerin mesajını yaymak, bu mesajı insanlar arasında uygulanan yegâne din ve şeriat haline getirmek yolunda, peygamberî metod istikametinde cihad etmek, gereken gayreti gösterip hakkıyla mücâdele vermek.

Peygamberlerin gösterdiği yoldan başka yolda gitmenin, dünya hayatında sayılamayacak kadar çok olumsuz sonucu ve cezasından ayrı olarak, âhirette de büyük bir cezası vardır. Bu ceza o kadar büyük olacaktır ki, kâfirler dünyada iken peygamberlerin izinden gitmediklerinden, kendilerinden farklı hiçbir meziyetleri olmayan, haktan uzak sapık önderlere uyduklarından dolayı, -faydasını göremeyecekleri bir zamanda) pişman olacaklar ve pişmanlıklarını dile getireceklerdir. Bu durumu  Yüce  Rabbimiz  şöyle  tablolaştırmaktadır: “...O  gün  kâfirlere  çok zordur. O günde zâlim, ellerini ısırıp: ‘Keşke peygamberle birlikte yol almış olsaydım!’ der. ‘Eyvah bana, keşke filanı dost edinmeseydim. Andolsun ki o, bana geldikten sonra beni haktan saptırdı.’ Şeytan insanı yardımsız ve zelil bırakandır.”[155] İşte bu dünyada şeytanın ardından giderek peygamberlerin yolunu terk edenler, âhirette bu dünyada iken uydukları kimselerden uzaklaşmak isteyecekler; böylelikle azaptan kurtulmayı deneyeceklerdir. Ancak bunun da kendilerine bir faydası olmayacaktır.[156]

Allah, insanlara insan olarak, kendi aralarından peygamberler göndermiş ve onların yolundan gitmelerini, peygamberlerine her hususta itaat etmelerini emretmiştir. Peygamberlerin izinden gitmeyenlere uymak, ya da onların izinden gidilmeyen hallerde baştakilere, ileri gelenlere itaat, Allah’ın yolundan sapmak için gösterilecek geçerli bir mâzeret değildir. Yüce Rabbimiz, peygamberlerin yolundan sapmak için gösterilecek hiçbir mâzereti kabul etmeyecektir. Peygamberlerin getirdikleri yola aykırı yol izleyenlere itaat, -kim olursa olsunlar- meşrû bir itaat değil; “Yaratan’a isyanı gerektiren hususlarda yaratılmışa itaat yoktur”[157]şeklindeki nebevî düstur ile ve “mârufu emredip münkeri nehyetmek” ilkesi gereğince böylelerini hizaya getirmek gerekir; Onların sapıklıklarının peşinden gitmek değil. Peygamberlerin dışında, uyulan kimsenin büyük yanılgılara düştüğü önemli bir husustur. Uyulan kimselerin peygamberlerin yolundan gitmemeleri halinde kimlikleri, sıfatları, nitelikleri, makamları, yakınlıkları ne olursa olsun, uyanlara âhirette hiçbir fayda sağlayamayacakları, ebedî azaptan kurtaramayacakları herkes tarafından gâyet açık ve net bir şekilde bilinmelidir. “Yüzleri ateşte (bir taraftan bir tarafa) çevrileceği o günde diyeceklerdir ki: ‘Ne olaydı, biz Allah'a ve Rasûl’e itaat etseydik!’ Ve diyecekler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz başkanlarımıza, efendilerimize itaat ettik de, onlar da bizi saptırdılar. Rabbimiz, onlara azaptan iki kat ver ve onları en büyük lânet ile lânetle!”[158]

İşte âhirette durum böyle olacaktır; peygamberlerden başkalarının yolunu izleyenler için. Dünyada her iki tür önderliğin ve bu önderliğe tâbi olmanın farklı sonuçları olduğu gibi; âhirette de aynı farklılık sözkonusu olacaktır; hatta daha da geniş boyutlarda...

Gerçekten akıl sahibi olanlar, peygamberlerden başkalarının yolundan gitmeyi düşünmek, akıllarının en ücra köşesinden geçirmek şöyle dursun; bu hayırlı ve biricik doğru yoldan gitmeyenleri gafletlerinden uyandırmak için peygamberlerin açtıkları yolda, gösterdikleri istikamette ve onların metoduyla mücâdele eder, cihad ederler...

Peygamberlerin ve -günümüz için söyleyecek olursak- son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirmiş olduğu şeriate aykırı bir hüküm ya da hükümleri, düzen ya da düzenleri, kurum ya da kurumları, değer ya da değerleri alternatif olarak göstermek, kabul etmek, onlara çağırmak; bunlar insanlara hükmetmekte iseler, bunları kabul edip rızâ göstermek, izâleleri için çalışmamak, onlara gereken tepkiyi göstermemek; bütün bunlar peygamberin getirdiği şeriatı reddetmek anlamına geleceğinden, iman ile bağdaşamaz. Yani, böyle bir tutum, anlayış ve davranış küfürdür. Çünkü İslâm’ın ve Kur’an’ın üzerinde hassasiyetle durduğu “peygamberlere iman” ilkesine ve kelime-i şehâdetin ikinci bölümü olan “Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın Rasûlü” olduğunu kabul ve ikrar etmeye aykırıdır.

Peygamberlere iman, onlara karşı belli bir edeple edeplenmeyi de gerektirir. Onların dâvetlerini kabul etmek, onların izinden gitmek, uymakla yükümlü olduğumuz bütün hususlarda, yani peygamberlik makamları gereği, kendilerine has olan hususlar dışında kalan bütün alanlarda onlara uymak, bu edebin en önemli yanıdır.

Peygamber Efendimiz’e karşı -hayatta iken- ümmet fertleri seslerini yükseltmemekle[159]  yükümlü  oldukları  gibi,  vefatından   sonra  da   kayıtsız   şartsız   ona   uyarak, hükmüne teslim olarak, önüne geçmemekle yükümlüdürler.[160] Hiçbir zaman kendilerini ona tercih edemezler. O kendilerine öz canlarından daha yakındır. Onun zevceleri, mü’minlerin anneleridir.[161] Bu bakımdan onun hanımları, mü’minler için bir kadının saygı ve ihtiram noktasının en zirvesindedirler. Mü’min bir kimsenin onlara annelik nazarından başka türlü bakması mümkün değildir.[162]

Mü’minin Allah’ın peygamberlerine ve özellikle de son peygamber Hz. Muhammed Mustafâ’ya (s.a.s.) karşı konumu şudur: Katıksız, şeksiz, şüphesiz tam bir tasdikin yanında; ona tam anlamıyla uymanın mutlak bir farz olduğunu kabul etmeli; hükümlerini tam bir tasdik ve teslimiyetle karşılayarak dünyada hidâyet üzere olmanın, âhirette de vaad olunan cennete girmenin onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmakla mümkün olacağına tam bir yakîn ile inanmalı ve bunu amelî hayatında da ortaya koymalıdır. Onun dışında hiçbir yol gösterici ve önder aramamalı; kendisini, kendisine emir verenleri, emri ve sorumluluğu altındakileri hep onun gösterdiği yol ile, getirdiği şeriat ile, uyguladığı ve söylediği sünnet ile ölçüp değerlendirmelidir. Kendisinde ve çevresinde bu ölçülere aykırı gördüklerini ilk fırsatta ve en güzel yolla düzeltme yoluna gitmelidir.[163]

 

Rasulullah’ın Hüküm Koyması

Sünnet, Allah Rasûlü'nün, ümmetine örnek olmak üzere ortaya koyduğu uygulama, dini doğru anlama ve yaşamada örnek alınacak davranışlar bütünüdür. Sünnet, Kur'an'ın yaşanmış en doğru tefsiri, İslâm'ın pratik ve örnek tatbikidir. Peygamberimiz tefsir olunmuş canlı bir Kur'an’dı, yaşayan bir İslâm’dı. Hz. Âişe (r.a.) anamızın meşhur sözünü hatırlayalım. Ona Hz. Peygamber'in ahlâkından sorulunca şöyle cevap vermişti: "O'nun ahlâkı Kur'an'dı."[164] Kur'an ve sünnet bir bütünlük arzetmektedir. Sünnet bir taraftan delil olma özelliğini Kur'an'ın onayından almakta, öbür taraftan da Kur'an'ın beyânı, onun açılımı, fiilî hayata geçirilişi olmaktadır.

İnsanlar arasından seçilmiş rasûllerin görevleri, diğer elçilerden farklıdır. Şu âyet onların işlevini en güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Nitekim, kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden (temizleyen), size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten rasûller gönderdik.”[165] Rasûller, açık deliller ile gelirler. Yanlarında İlâhî adâletin ölçüsü vardır. Kitab'ı ve onunla gelen gerçekleri mü’minlere öğretirler. Gücün, kuvvetin ve malın nasıl kullanılacağını bildirirler. Allah (c.c.), bu anlamda insanlardan kimin peygambere tâbî olup ona yardım edeceğini, kimin onun dâvetine uyup uymayacağını imtihan etmektedir.[166]

Mü’minler, peygamberlerin tümüne iman ederler. Peygamberlere itaat etmek Allah’a itaat etmektir.[167] Peygamberler bir şeye hüküm verdikleri zaman mü’minler "işittik ve itaat ettik" derler. Son Peygamber’e iman eden mü’minler, O’nun herhangi bir konuda verdiği hükme itirazda bulunmazlar ve O’nun verdiği hükme teslimiyetle rızâ gösterirler.[168]

Mü’minler, Allah’ı sevdikleri için son Peygamber’e uyarlar, onu tâkip ederler.[169] Peygamberler, insanlar için seçilmiş en güzel örneklerdir.[170] Mü’minler, Peygamber’in getirdiği her şeyi almak, yasakladığı her şeyden de kaçmak zorundadırlar.[171]

Kur’an’ın Peygamberimiz’e yüklediği görevlerden biri vahyi/mesajı okuma ve beyan/açıklamadır “Ve Biz sana da bu Kitabı indirdik ki, kendilerine indirdiğimiz mesajı onlar(ın anlaması, yaşaması) için beyan edesin ve onlar da böylece belki düşünürler.”[172] Peygamberimiz, beyan görevini ya eyleme dönüştürülerek açıklanması gereken mesajları eylemle açıklamak veya eylemi desteklemek amacıyla veya farklı konularda söylemle açıklayarak eksiksiz yerine getirmiştir.

Bazı insanlar, Kur’an’cılık/mealcilik yaparak Kur’an adına sünneti reddetmeye kalkmışlardır. Bu tavır, öncelikle Kur’an’ın reddettiği bir tavırdır. Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren postacı benzeri, yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular. Daha doğrusu vahyin hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini öğrenirler.

Sünnet nedir? Bu konuda da ifrat ve tefrit olarak iki aşırı yaklaşım sözkonusudur. Peygamberimizin her davranışının sünnet olduğunu savunmak veya sünnet denilince birkaç davranış ve şekilsel özelliği anlamak, ya da daha ileri giderek sünneti dışlamak. Peygamberimiz, kendisinin her davranışının sünnet sayılmaması gerektiği ile ilgili açıklamalar yapma ihtiyacını duymuştur.[173] Peygamberimiz de bizim gibi bir insandı. Onun da beşer olarak, Arap toplumunun miladî 7. asırda yaşayan bir ferdi olarak yediği, giydiği ve yaşadığı bazı şeyler vardı ki, bunlar dinî bir amaçla yapılmamıştı. Meselâ Peygamberimiz sıcak iklimde yaşayan bir kimse olarak kavminin diğer insanları gibi hiç çorap giymemiştir. Çorap giymemek sünnet olarak kabul edilemez. Bir eş olarak hanımlarının bazı tavırlarına gücendiği için, bir kimsenin eşine gücenmesi sünnet olarak değerlendirilemez.

Rasûlullah’ın hüküm koyması ve o hükümlere uyulması gerektiğiyle ilgili âyetleri görelim:

"Allah ve Rasûlü bir konuda hüküm verdiği zaman artık mü’min bir erkeğin veya kadının o işi kendi isteklerine göre seçme yapmaya (farklı bir alternatif arama) hakkı yoktur. Zira kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur."[174]

"Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne dâvet edildikleri zaman mü’minlerin cevabı "işittik ve itaat ettik" sözünden başka bir şey olmaz. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'nun azâbından korunursa, işte sonunda kazanacak olanlar onlardır. Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir." [175]

"Hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarındaki ihtilâflı konularda seni hakem yapıp, sonra da içlerinde hiçbir hoşnutsuzluk duymadan senin verdiğin hükme boyun eğip tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." [176]

Peygamberimizin Hükümleri, Kur’an’dan Bağımsız mıdır?

Peygamberimizin hükümleri, sünneti, Kur'an'dan bağımsız değildir. Ya Kur'an'daki hükümlerin izahı veya Kur'an'daki hükümlere kıyasla, Kur'an'dan yola çıkarak Rasulullah'ın ortaya koyduğu uygulamalardır. Yönetimle ilgili olarak; "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler"in hükmü Kur'an'da vurgulanır.[177] Diğer hükümler câhiliyye hükmü olarak damgalanır. Rasulullah da Kur'an kanunlarına tâbi olmuş, o kanunları uygulamıştır. Rasulullah'ın hükümleri/kanunları da Kur'an'dan direkt veya endirekt alınmadır. Peygamberimizin hükümleri/kanunları Kur'an kanunu (onun açılımı, onun günlük hayata yansıması) olduğundan, Kur'an başka kanunlara kapısını tümüyle kapatır: "O, hiç kimseyi hükmüne (kanunlarına) ortak yapmaz."[178]; "Hüküm (kanun koyma yetkisi), ancak Allah'ındır."[179]; Bu iki âyet, mutlak olarak hüküm hakkına sadece Allah’ın sahip olduğunu bildirir. “İnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiğine göre hükmedesin diye hakkı içeren kitabı sana indirdik; hainlerden taraf olma!”[180] Bu âyet, Kur’an’ın ve Rasulullah’ın temel fonksiyonlarını belirtir. Bu âyet, Rasûlullah’ın nasıl hükmettiğini açıklıyor. Rasul, Allah’ın Kitapta gösterdiği şekilde hükmetsin diye Allah, Kitabını göndermiştir.

Bu ayet, mutlak hüküm koyma hakkının son tahlilde yalnızca Allah’a ait bir hak olduğunu gösteriyor. Peygamberimiz “sünnet” dairesinde hüküm koyma yetkisine sahip ise, bu, Allah’ın ona verdiği bir yetkidir ve Allah’ın ona gösterip öğrettiği gibi hükmetmek zorundadır. Hüküm konusunda Peygamberimizin (s.a.s.) durumu bu iken, diğer insanların durumu, kendi başlarına hüküm koymaya kalkışmaları ne ile izah edilebilir.

 

Peygamberlere Vâris Olabilmek

İnsanları ıslahın bedeli ağır, fiyatı çok yüksektir. Bu yüksek fiyatı ödeyecek bir varlık vardır ki o da Yüce Allah’tır (c.c.). Rabbi ile irtibatı zayıflamış veya kopma noktasına gelmiş yahut da tamamen kopmuş olan insanları tebliğ ve dâvetleriyle irşad eden bu güzel insanlar, ücretsiz gönül erleridir. Ücretleri tamamen Rabbimiz’e aittir.

İlk peygamber Hz. Âdem’den, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e kadar gelmiş olan peygamberler bugün yine tüm tazelikleriyle insanları irşad etmekte, onları Yüce Allah’ımızla barıştırmanın mücâdelesini vermektedirler. Gerek hayatları ve gerekse temiz sicilleri bizzat Rabbimiz tarafından açıklanmış olan bu gönül erleri kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de sık sık anlatılır ve tüm insanlığa numune olarak gösterilir.

Her biri Allah’ın yolu dediğimiz sırât-ı müstakimin kenarlarında bir nevi nöbet tutmakta ve bu mübarek yoldan çıkmak ve sapmak isteyenlere güzel usulleriyle, temiz tavırlarıyla engel olmaktadırlar.

Gün olmuş insanlar kendi içlerinden bazı büyükleri rab edinmişler, bu sapıtmış kimselere Hz. Nuh gönderilmiş... Gün olmuş insanlar dünyaya meyletmiş, köşk ve saraylarda, yüzme havuzları olan villalarda zevk ve sefaya dalmışlar, Rabbimiz Hz. Sâlih’i görevlendirmiş. Yine gün olmuş insanlar cinsî sapıklığa düşmüş, nikâh yoluyla meşrû olan kadın ve kızları dışlayarak hemcinsleriyle düşüp kalkmaya başlamışlar, derhal Hz. Lut görevlendirilmiş. Saltanat ve müstekbir yaşayışlarıyla yoldan çıkmış olanlara Hz. Süleyman; Allah’a göklerin hâkimiyetini verip yeryüzü egemenliğini vermeyen Firavun’a Hz. Mûsâ; ölçü, tartı ve adâlet mekanizmasını tahrip eden bir topluma Hz. Şuayp; köleliğin, insanı sömürmenin ve sınıfsal bir toplumun yapısını ortaya koymanın zirvesini yaşayan bir topluma Hz. Yusuf; akla ve hayale gelebilecek tüm kötülükleri hayatlarına geçirmiş olan bir başka topluluğa ve hak yol arayışında olan tüm insanlığa ise Hz. Muhammed (s.a.s.) gönderilmiştir.

Gönderilmiş olan tüm peygamberler, sırât-ı müstakimde yürüyen yolcuları, Allah adına kollamak ve sapmalara karşı ikaz ve irşad görevlerini noksansız olarak ifa etmişlerdir. Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun.

 

Batının kendi toplumsal problemlerini çözmek için geliştirdiği formül ve çözüm yollarını olduğu gibi aynen müslüman bir ümmete uygulamak için baskıcı ve dayatmacı zihniyete karşı çıkmak, bir iman borcudur. Bu borcu ödemek durumunda olan her İslâm tebliğcisi ve dâvetçisi bir peygamber vârisidir/olmalıdır.

Sözgelimi, fâize yenik düşmüş bir toplumu, kapitalist sisteme karşı reaksiyoncu bir seviyeye getirmeye çalışan, İslâm’ın bölünmez bir bütün olduğunu söyleyerek bunu icabında hayatıyla ödeyen bir müslüman, peygamber vârisidir.

“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.”[181] buyuran Rasûlullah Efendimiz’e tam mânâsı ile vâris olmak meselesine gelince; Kur’ân’ı öğrenip öğreten, insanları İslâmî yaşayış esasları üzerinde eğiten, nefisleri şirkten ve diğer hastalıklardan temizlemek mücâdelesini sürdüren, bütün bunları gerçekleştirmek için ilim, amel, kesin tavır ve numûne olmayı ihmal etmeyen, tefsir, hadis, fıkıh halkaları kurarak, insanları sohbet ve dersleriyle yetiştiren insanlar, peygamberin vârisleridir.[182]

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin hayatından bazı enstantaneler, kesitler sunar. Bundaki temel amaç, o örnekleri müslümanlar güncelleştirsin, benzer konumdaki örnekleri yaşayışlarına geçirsinler; böylece peygamberlerin bıraktığı mirası bölüşsünler. O miras, öyle büyük bir hazinedir ki, o birikimle hem dünyanın hem âhiretin tüm güzel kapıları açılacak, her hastalığa nebevî reçeteler şifâ verecek, her probleme nebevî çözümler çare olacaktır. Nu mutlu peygamber vârislerine!   

 

Sünnet’e Yaklaşımımız

Sünnet; Yüce Peygamber’in Kur’ân-ı Kerim’i hayata aktarış pratiğidir. Sünnet; evrensel nitelikte bir model, bir yaşayış tarzı, bir dünya görüşüdür. Sünnet; Kur’an’ın amaç ve ilkeleri istikametinde, Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu uygulamaların bütününü teşkil eder. Sünnet; İslâm’ı sadece fert planında Hz. Peygamber gibi yaşamak olduğu kadar, aynı zamanda -hem de daha önemli olarak- toplumsal bir var oluş modelidir. Sünnetin temel amacı; sadece iyi ahlâklı birer Müslüman birey yetiştirmek değildir. Çünkü Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bütün gayretleri, Kur’an’ın ilkelerini esas alan, Kur’an’a dayalı bir toplum oluşturma gayesine yönelikti. Âşikârdır ki, bu gayenin günümüzde gerçekleşmesi, sadece Müslümanların bireysel düzeyde iyi birer Müslüman olmalarıyla mümkün değildir. Bilâkis Müslümanların oluşturduğu bir toplum; siyasî, ictimaî, iktisadî, hukukî vb. gibi alanlarda, yani toplumsal planda da Hz. Peygamber’in göz önünde bulundurduğu ilkeleri esas almadıkça ve bu ilkelere dayanarak onun gerçekleştirdiği hedefleri gerçekleştirmedikçe, o toplumun ve toplumu oluşturan fertlerin “sünnet”e tâbî olduklarından bahsetmek mümkün değildir.

 

Sünnetin Bağlayıcılığı    

Sünnetin mü’minleri bağlayıcı olduğu, genel olarak kabul edilmekle birlikte, sünnete uymaktan kasıt, Hz. Peygamber’den gelen her şeyi, hiçbir ayrıma tâbi tutmaksızın ve bağlayıcılık açısından hepsini aynı düzeyde görerek, harfi harfine ve âdeta robot gibi taklit etmek değildir. Sünnetin, bağlayıcı olan ve olmayan türleri bulunduğunu göz önünde bulundurmak ve bunları birbirinden ayırt etmek büyük bir önem arzetmektedir. Sünnet, aslında, Hz. Peygamber’in “f           arz, mendup, mubah, mekruh, haram” türünden davranış ve hükümlerini içeren bir şemsiye kavramdır. Dolayısıyla sünnetin uyulması kesin gerekli olan farz ve haram kısımları yanında, yapılması zorunlu olmayan “mendup, müstehap, mubah,” kısımları da bulunmaktadır.

Sünnet; Hz. Peygamber’in (s.a.s.) akîde, ibâdet, tebliğ, eğitim, ahlâk, hukuk, siyaset, ekonomi gibi hayatın her alanında, kısacası bireysel, toplumsal, evrensel olmak üzere bütün hayatta, yönlendirip yönetmede esas aldığı ilkelerin oluşturduğu bir dünya görüşüdür. Sünnet, sadece bir şekil, lafız değil; şekil ve lafzın altında yatan mânâ, ruh, ilke, hikmet ve amaçtır.

 

Şekilci Sünnet Anlayışına Örnek

Meselâ, Hz. Peygamber’in (s.a.s.); zekâtın sadece buğday, arpa, hurma ve kuru üzümden alınmasını emrettiğine dair bir rivâyetin zahirî anlamına takılarak, tarım ürünlerinden zekât sadece bu dört hububata hasredilmiştir. Oysaki, zekâttan maksat, üreticilerin elde ettikleri ürünlerin bir kısmını fakirlere dağıtmalarıdır. Durum bu olunca; Hz. Peygamber’in buğday ve arpa üreticilerine zekâtı vâcip kılıp da, pirinç, nohut, mercimek gibi diğer ürünlerden üreticileri bu farziyetten muaf tutması düşünülemez.

Günümüzdeki işçi hakları, asgarî ücret, çalışma şartları gibi konularda sünnetin öngördüğü ilkeler nelerdir? Bu soruya benzer nice güncel konuların sünnetle, sünnetin güncel hayatla bağlantı kurulup sünnetin güncellenmesi hususunda ilkesel rehberliğe büyük ihtiyaç duyulduğu kesindir.

 

Hadisler

Hadislerin, sünneti bize aktaran araç olarak güvenilir olanlarının tespiti meselesi, ümmetin en çok tartışa geldiği alanlardan birisini oluşturur. Hadis ilminin başta gelen amacı, hadislerin, Peygamber’e aidiyet sorununu çözmektir. Bu konuda ifrat ve tefrit olarak iki uca kaymalar olmuştur. Bazı illetli hadislerden hareketle bütün hadisleri toptan reddetmek uçlardan birini, sahih-zayıf ayırt etmeksizin hepsini Peygamber’e söylettiren taraf da diğer bir tarafı teşkil etmektedir.

Âhad hadis, zannî bilgi ifade eder. Onun için Akaid’de delil olmaz. Bununla birlikte, akaid hükümlerinde Kur’an’dan delili olan bir konunun açıklanması ve yorumu hususunda âhad haberlerin birinci derecede önceliği ve önemi vardır. Mütevâtir hadislerin dışındaki hiçbir hadis'e “bu rivayet, bu lafızlarla kesinlikle, hiç şüphesiz Peygamber’in sözüdür” denilemez. Ancak Peygamberin sözü olma ihtimali vardır denilebilir, ihtimaller de inanca esas teşkil etmeyeceğine göre[183] hadislere ancak yararlanma amacıyla gidilmelidir. Bu anlayış, sünneti ve hadisi dışlayıcı bir anlayış değil; tam aksine onlara gerçek anlamlarını, işlevlerini kazandıran bir anlayıştır.

Amelî konularda şâz bir durum yoksa, bu hadislerle amel edilebilir. Âhad haberlerin Peygamber’e âidiyetinde tam bir kesinlik bulunmaması, bu haber ya da hadislerin toptan reddine yol açmamalıdır.

Haber-i vâhidin toptan reddini kabul etmediğimiz gibi, herhangi bir ilmî gerekçe olmadan herhangi bir hadisin ulu orta ya da sadece basit gerekçelerle, delilsiz, mesnetsiz reddini de hoş görmemekteyiz.

 

Kur’an-Sünnet İlişkisi

Klasik bazı tanımlarda Kur’an ve Sünnet, birbirinden ayrı ve müstakil iki ayrı kaynak gibidir. Hatta Sünnet teşrîde müstakil (bağımsız) bir delil olarak gösterilmektedir. Oysa bizce doğru olan; Kur’an ve Sünnet’in iç içe olduğu, daha doğrusu, Sünnet’in merkezinde, çekirdeğinde Kur’an’ın yer aldığı ve Kur’an merkezli bir hayat tarzı, dünya görüşü ve yaşam biçimi olduğu yönündedir. Diğer bir deyişle Sünnet, kendisinin çekirdeğini oluşturan Kur’an’ın yaşanan hayatta açılımı, pratik bir tezâhürüdür.

Kur’an’ı Sünnetsiz, Sünneti Kur’ansız anlamaya çalışmak, yanlışlara götürür. Dinin teorik kaynağı Kur’an, pratik kaynağı da Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Kur’an’la Peygamberimizin sünnetini birbirinden ayırmaya kalkmak, dinin sadece teori sistemi halinde kalıp hayata yansımasına engel olmak demektir. Kur’an’la sünnet, insan açısından etle kemik gibidir. Sünnete karşı tavır, Kur’an’ın hayata geçirilmesine karşı olmak demektir.

Kur’an, bütünüyle bir hükümler manzûmesidir; hükümlerin hayata geçirilmesi, uygulanır hale gelmesi Sünnet’le mümkündür. Çünkü, eğer hükmün uygulanması, hayata geçirilmesi her ferdin kendi anlayışına bırakılmış olsa idi, bu durumda Kur’an’ın uygulanmasında birçok farklı biçimler, birçok sünnetler çıkardı ki, bu durum da İslâm toplumunda vahdet oluşması mümkün olmazdı. Kur’an, vahdeti öngörmekte ve emretmektedir. O halde, pratiklerde de, uygulamalarda da bir vahdet örnekliği gerekir. İşte, Sünnet, herkesin kendi Kur’an yorumuyla gittiği anarşik bir toplum değil; Kur’an’ın ortak bir yaşama modeli olarak fonksiyon gördüğü homojen bir toplum kurmanın da teminatı olmaktadır. [184]

Bazı insanlar, mealcilik yaparak Kur’an adına sünneti reddetmeye kalkmışlardır. Bu tavır, öncelikle Kur’an’ın reddettiği bir tavırdır. Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren postacı benzeri, yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular. Daha doğrusu vahyin hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini öğrenirler.

Kur’an, Hz. Peygamberin (s.a.s.) hükümlerine boyun eğmeyi em­reder.[185]

Kur’an, Hz. Peygambere isyan etmemeyi, ona karşı çıkmamayı emreder. Sünnete karşı çıkan azâbı hak eder.[186]

 

Kur’an Adına Sünneti İnkâr Edenlere, Öncelikle Kur’an Karşı Çıkıyor                               

Dinin iki temel kaynağından biri Kitab, diğeri Sünnet’tir. Sapık sayılanlar dışındaki bütün İslâm mezhepleri dinin iki temel kaynağının Kur'ân ve Sünnet olduğu görüşünde ittifak halindedir. Dinin teorik kaynağı Kur’an, pratik kaynağı da Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Kur’an’la Peygamberimizin sünnetini birbirinden ayırmaya kalkmak, dinin sadece teori sistemi halinde kalıp hayata yansımasına engel olmak demektir. Kur’an’la sünnet, insan açısından etle kemik gibidir. Sünnete karşı tavır, Kur’an’ın hayata geçirilmesine karşı olmak demektir. Sünnet, Kur’an’ın öz kardeşidir. Sünnet, şer'î hükümleri beyan bakımından Kitab’ın/Kur'an'ın yardımcısıdır. Peygamberimiz Kur’an’ı en güzel şekilde hayata dönüştüren örnek şahsiyettir, canlı vahiydir. O, yok sayıldığı zaman, vahyin hayata yansıması, her şahsın kendi anlayışına göre olacağından, dinde anarşi ve kaos ortaya çıkacaktır. Peygamberin sünneti devreden çıkınca, Kur’an’ın doğru anlaşılması ve hayata doğru şekilde geçirilmesi nasıl gerçekleşir? İster istemez, bu boşluk doldurulacak; sünnet görevi üstlenmeye kalkan anlayışlar ve peygamberlik/örneklik görevi yapmaya kalkan insanlar ortaya çıkacaktır. Gerçeğini reddedince sahtelerine davetiye çıkarılacaktır. Sünneti reddeden zihniyet, kendi anlayış ve pratiğini sünnet yerine koymaya kalkacak; bilinçli veya bilinçsiz, hevâsını sünnetleştirecek, kendini de önder ve örnek olarak sunmuş olacaktır.

Sünnet, Allah Rasûlü'nün, ümmetine örnek olmak üzere ortaya koyduğu uygulama, dini doğru anlama ve yaşamada örnek alınacak davranışlar bütünüdür. Sünnet, Kur'an'ın yaşanmış en doğru tefsiri, İslâm'ın pratik ve örnek tatbikidir. Peygamberimiz tefsir olunmuş canlı bir Kur'an’dı, yaşayan bir İslâm’dı. Hz. Âişe (r.a.) anamızın meşhur sözünü hatırlayalım. Ona Hz. Peygamber'in ahlâkından sorulunca şöyle cevap vermişti: "O'nun ahlâkı Kur'an'dı."[187] Kur'an ve sünnet bir bütünlük arzetmektedir. Sünnet bir taraftan delil olma özelliğini Kur'an'ın onayından almakta, öbür taraftan da Kur'an'ın beyânı, onun açılımı, fiilî hayata geçirilişi olmaktadır.

 

Kur’ân-ı Kerim’de Peygamberlerin Konumu

Peygamberler, insanları cennet ve Allah’ın nimetleriyle müjdelemek, cehennem ve Allah’ın azabıyla korkutmak için gönderilmişlerdir.[188] En güzel biçimde yaratılan insan,[189] irâde sahibidir. Tüm davranışlarından mes'uldür. Allah’ın verdiği nimetlere karşı, şükretmek ve O’na ibadet etmekle yükümlüdür. İnsan, tek başına, nasıl şükredileceğini, nasıl kulluk yapılması gerektiğini bilemez; bu görevlerini yerine getirme noktasında birçok engelle ve zorluklarla karşılaşır. O yüzden insanın bir mürşide, rehber ve kılavuza ihtiyacı vardır. İşte bu mürşid ve rehber, peygamberdir.[190]

İnsanlar arasından seçilmiş rasûllerin görevleri, diğer elçilerden farklıdır. Şu âyet onların işlevini en güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden (temizleyen), size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten rasûller gönderdik.”[191] Rasûller, açık deliller ile gelirler. Yanlarında İlâhî adâletin ölçüsü vardır. Kitab'ı ve onunla gelen gerçekleri mü’minlere öğretirler. Gücün, kuvvetin ve malın nasıl kullanılacağını bildirirler. Allah (c.c.), bu anlamda insanlardan kimin peygambere tâbî olup ona yardım edeceğini, kimin onun dâvetine uyup uymayacağını imtihan etmektedir.[192]

Mü’minler, peygamberlerin tümüne iman ederler. Peygamberlere itaat etmek Allah’a itaat etmektir.[193] Peygamberler bir şeye hüküm verdikleri zaman mü’minler "işittik ve itaat ettik" derler. Son Peygamber’e iman eden mü’minler, O’nun herhangi bir konuda verdiği hükme itirazda bulunmazlar ve O’nun verdiği hükme teslimiyetle rızâ gösterirler.[194]

Mü’minler, Allah’ı sevdikleri için son Peygamber’e uyarlar, onu tâkip ederler.[195] Peygamberler, insanlar için seçilmiş en güzel örneklerdir.[196] Mü’minler, Peygamber’in getirdiği her şeyi almak, yasakladığı her şeyden de kaçmak zorundadırlar.[197] Son peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.s.), mü’minleri sever, onların üzerine titrer, sıkıntıya düşmelerinden dolayı üzülür.[198] Bütün peygamberler rahmet; Son Peygamber de âlemlere rahmettir.[199]

Bazı insanlar, Kur’an’cılık/mealcilik yaparak Kur’an adına sünneti reddetmeye kalkmışlardır. Bu tavır, öncelikle Kur’an’ın reddettiği bir tavırdır. Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren postacı benzeri, yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular, vahyin hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini öğrenirler.

Sünnet nedir? Bu konuda da ifrat ve tefrit olarak iki aşırı yaklaşım sözkonusudur. Peygamberimizin her davranışının sünnet olduğunu savunmak veya sünnet denilince birkaç davranış ve şekilsel özelliği anlamak, ya da daha ileri giderek sünneti dışlamak. Peygamberimiz, kendisinin her davranışının sünnet sayılmaması gerektiği ile ilgili açıklamalar yapma ihtiyacını duymuştur.[200] Peygamberimiz de bizim gibi bir insandı. Onun da beşer olarak, Arap toplumunun miladî 7. asırda yaşayan bir ferdi olarak yediği, giydiği ve yaşadığı bazı şeyler vardı ki, bunlar dinî bir amaçla yapılmamıştı. Meselâ Peygamberimiz sıcak iklimde yaşayan bir kimse olarak kavminin diğer insanları gibi hiç çorap giymemiştir. Çorap giymemek sünnet olarak kabul edilemez. Bir eş olarak hanımlarının bazı tavırlarına gücendiği için, bir kimsenin eşine gücenmesi sünnet olarak değerlendirilemez. 

Sünneti reddedenlere karşı çıkan genel yaklaşım, aynı tavrı sünneti birkaç şekilsel özelliğe indirgeyen anlayışa maalesef göstermemiştir. Takvâ sahibi kabul edilenlerin sünnet adına savunup diğer insanları dâvet ettikleri şeyler iki elin parmağını geçmeyecek şeylerdir ve din açısından da özü, Kur’an’ın hayata geçirilmesi cinsinden olmayan tâlî (sünnet olup olmadığı tartışılabilecek olan Kur’an’ın önemsemediği) şeylerdir. Sünnet diye çoğu insanın ısrarla yapıp başkalarına tavsiye ettiği şeyler: Yemeğe tuzla başlamak, yedikleri şeyleri tek sayıya uygun düşürmek, sakal, sarık, çarşaf, bazı nâfile namazlar ve ilâve edilebilecek bunlara benzer bir-iki şeydir; ha bir de erkek çocukların küçük yaşta hıtan denilen operasyon yani sünnet etmek ve yemek tabaklarını sıyırmak yani yemekleri sünnetlemek. Halk açısından sünnet denilince akla gelen ya sünnet düğünüdür, ya yemekleri sünnetlemek veya farz namazların öncesinde veya sonrasındaki sünnet namazlar, bir de (belki) sakal. Kur’an’ın hayata hâkim kılınması için gayretler, putlarla ve putçularla cihad, İslâmî devlet oluşturma çabaları, Kur’an hükümlerinin topluma hâkim kılınması için nebevî tavırlar, Kur’an’ın şirke karşı nasıl tavır alınması gerektiğine ilişkin emirlerinin hayata geçirilmesi, toplumun hayra doğru değiştirilip dönüştürülmesi gibi hususlar hiç de “sünnet” kavramı içinde değerlendirilmez ve insanlar bunlara dâvet edilmez. Hâlbuki sünnet, Peygamberimizin ahlâkî, amelî, şahsî, siyasal ve sosyal davranışlarının tümünü kapsar. Peygamberimizin sîreti, hayatın her safhasını içerir. Bütün hayata şâmildir. Hz. Peygamber'in din olarak ortaya koyduğu her şey de­mek olan Sünnet, Allah’ın kitabıyla gönderdiği dinin hayata yansıması, Kur’an’ın pratize edilip uygulama alanına Nebevî metodla uygulama alanına çıkmasıdır. Sünnet anlayışının, hayatı bir bütün olarak kucaklaması gerekir. Dolayısıyla ''sünnet" kavramı: "Rasûl-i Ekrem'in Kur’an’da Allah tarafından emredilen hususları nebevî tarzıyla hayata geçirmesi, davranış ve sözleriyle orta­ya koyduğu örnek/model" diye en geniş mânâsıyla kullanılmalıdır.

Bugün çekilen bütün problem ve sıkıntıların sebebi, Kur’an ve sünnetin bireysel, sosyal ve siyasal hayatımıza yeterince hâkim olmayışıdır. Kur’an’ı temel ölçü ve Peygamber’i de model ve örnek almadığı için toplum bin bir problemle karşı karşıyadır. Bir peygamber sadece kurye vazifesi gören bir postacı değil, fakat kâmil bir modeldir. Kur'ân'da Hz. Peygamber'e birtakım görevler verildiği anlaşıl­maktadır. Bu görevler: Şâhit olma, uyarıcı olma, müjdeleyici olma, öğüt verme, dâvet etme, tebliğ etme,  tilâvet etme, ta’lim etme, beyan etme, tezkiye etme şeklinde sayılabilir.[201] Bu görevleri kendisine yükleyen de Allah'tır. Zira, görevlendirmenin olduğu yerde, görevlendirenin varlığını görmemek mümkün değildir.

Dinin yaşanmasında, bir modelin, bir sünnetin varlığı gereklidir. Peygamberlere iman, onlara itaat etmek içindir.[202] Müslümanlığın özü ve esası kelime-i tevhidle ifade edilir. Tevhid kelimesinin ikinci bölümü, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın rasûlü/elçisi olduğunu kabul etmektir. Bu inanç, bizi peygamberin örnek ve önderliğinin kabulüne götürür.   

Peygamberlere iman, onları örnek ve önder kabul edip onlara itaat etmek içindir. Kur’an’da mü’minlerin, Allah ile beraber Rasülü’ne de itaat etmeleri şart koşuluyor. Rasül’e itaat etmeden İslâm yaşanamaz. Zira, “Rasüller sadece kendilerine itaat edilsin diye Allah’ın izniyle gönderilmişlerdir.”[203] Kur’an’a ve sünnete itaat, imanın ve İslam’ın ilkelerindendir. İman edip de Allah’a ve Rasül’e itaat etmemek boş bir iddiadan başka bir şey değildir. Bu yalan, tâğutla hükmetmek isteyen her yalancının iddiasıdır. Çünkü münâfıkların alâmeti, devamlı sûrette itaatten kaçınmaktır. Zira Yüce Allah münâfıklar hakkında şöyle buyurur: “Onlara Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin denildiği zaman, senden büsbütün kaçtıklarını görürsün.”[204] Kur’an ve Sünnete itaat, bir akîde/inanç meselesidir. Mü’min, akîdesini sağlam temeller üzerine oturtmalıdır.

Peygamberlerin gösterdiği yoldan başka yolda gitmenin, dünya hayatında sayılamayacak kadar çok olumsuz sonucu ve cezasından ayrı olarak, âhirette de büyük bir cezası vardır. Bu ceza o kadar büyük olacaktır ki, kâfirler dünyada iken peygamberlerin izinden gitmediklerinden, kendilerinden farklı hiçbir meziyetleri olmayan, haktan uzak sapık önderlere uyduklarından dolayı, -faydasını göremeyecekleri bir zamanda- pişman olacaklar ve pişmanlıklarını dile getireceklerdir. Bu durumu Yüce Rabbimiz şöyle tablolaştırmaktadır: “...O gün kâfirlere çok zordur. O günde zâlim, ellerini ısırıp: ‘Keşke peygamberle birlikte yol almış olsaydım!’ der. ‘Eyvah bana, keşke filanı dost edinmeseydim. Andolsun ki o, bana geldikten sonra beni haktan saptırdı.’ Şeytan insanı yardımsız ve zelil bırakandır.”[205] İşte bu dünyada şeytanın ardından giderek peygamberlerin yolunu/sünnetini terk edenler, âhirette bu dünyada iken uydukları kimselerden uzaklaşmak isteyecekler; böylelikle azaptan kurtulmayı deneyeceklerdir. Ancak bunun da kendilerine bir faydası olmayacaktır.[206]

Allah, insanlara insan olarak, kendi aralarından peygamberler göndermiş ve onların yolundan gitmelerini, peygamberlerine her hususta itaat etmelerini emretmiştir. Peygamberlerin izinden gitmeyenlere uymak, ya da onların izinden gidilmeyen hallerde baştakilere, ileri gelenlere itaat, Allah’ın yolundan sapmak için gösterilecek geçerli bir mâzeret değildir. Yüce Rabbimiz, Peygamberimizin yolundan sapmak için gösterilecek hiçbir mâzereti kabul etmeyecektir. Peygamber’in getirdiği yola aykırı yol izleyenlere itaat, -kim olursa olsunlar- meşrû bir itaat değildir. “Yaratan’a isyanı gerektiren hususlarda yaratılmışa itaat yoktur”[207] şeklindeki nebevî düstur ile ve “mârufu emredip münkeri nehyetmek” ilkesi gereğince böylelerini hizaya getirmek gerekir; onların sapıklıklarının peşinden gitmek değil. Peygamberlerin dışında, uyulan kimselerin büyük yanılgılara düşme ihtimali büyüktür. Uyulan kimselerin peygamberlerin yolundan gitmemeleri halinde kimlikleri, sıfatları, nitelikleri, makamları, yakınlıkları ne olursa olsun, uyanlara âhirette hiçbir fayda sağlayamayacakları, ebedî azaptan kurtaramayacakları herkes tarafından gayet açık ve net bir şekilde bilinmelidir. “Yüzleri ateşte (bir taraftan bir tarafa) çevrileceği o günde diyeceklerdir ki: ‘Ne olaydı, biz Allah'a ve Rasûl’e itaat etseydik!’ Ve diyecekler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz başkanlarımıza, efendilerimize itaat ettik de, onlar da bizi saptırdılar. Rabbimiz, onlara azaptan iki kat ver ve onları en büyük lânet ile lânetle!”[208]

Gerçekten akıl sahibi olanlar, Peygamber’den başkasının yolundan gitmeyi düşünmek, akıllarının en ücra köşesinden geçirmek şöyle dursun; bu hayırlı ve biricik doğru yoldan gitmeyenleri gafletlerinden uyandırmak için peygamberlerin açtıkları yolda, gösterdikleri istikamette ve onların metoduyla mücadele eder, cihad ederler...

Peygamberlerin ve -günümüz için söyleyecek olursak- son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirmiş olduğu şeriate aykırı bir hüküm ya da hükümleri, düzen ya da düzenleri, kurum ya da kurumları, değer ya da değerleri alternatif olarak göstermek, kabul etmek, onlara çağırmak; bunlar insanlara hükmetmekte iseler, bunları kabul edip rızâ göstermek, yok edilmeleri için çalışmamak, onlara gereken tepkiyi göstermemek; bütün bunlar Peygamber’in getirdiği şeriatı reddetmek anlamına geleceğinden, iman ile bağdaşamaz. Yani, böyle bir tutum, anlayış ve davranış küfürdür. Çünkü İslâm’ın ve Kur’an’ın üzerinde hassâsiyetle durduğu “peygamberlere iman” ilkesine ve kelime-i şehâdetin ikinci bölümü olan “Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın Rasûlü” olduğunu kabul ve ikrar etmeye aykırıdır.

          

Nebî İle Rasûl Arasında Fark Var mıdır?

(Geleneğin Yanlışından Modern Küfre/Sahte Peygamberliğe)

Nebî ve Rasûl kavramları müteradif, yani eşanlamlı ifadelerdir. Kur’an’da  “nebî”  ve “rasûl” kelimeleri peygamberler için kullanılmıştır. Ancak klâsik anlayışa göre, ikisi arasında şöyle bir fark olduğu belirtilir: Rasûl, kendisine kitap ve şeriat gönderilen peygambere denir. Nebî ise, kendisine kitap ve şeriat gönderilmeyip, kendisinden önceki rasûlün kitap ve şeriatını insanlara tebliğ eden peygambere denir. O halde her rasûl aynı zamanda nebîdir, ama her nebî rasûl değildir. Çağımızda bazı yalancı peygamberler ve onları savunanlar da bu farkları tersine çevirirler.

Modern mütenebbiler, sahte peygamberliklerinin dine ters düşmediğini güya kanıtlamak için, nebî ile rasûl kavramı arasında olduğunu kabul ettikleri farktan yola çıkarlar. Nebî, kitap verilenlere; rasûl ise, bu mesajı taşıyanlara verilen ad olduğunu ileri sürerler. Hindistan'da Sör Seyyit Ahmet'in başını çektiği modernist akım, bunu iddia eder. Bunlara göre, her nebî aynı zamanda rasûldür; fakat her rasûl nebî değildir. Nebî, hem kendinden önceki kitapları doğrulayıcı, hem de aldığı yeni kitabı insanlara ulaştırıcıdır. Her kitap verilen nebî bir elçidir/rasûldür; fakat her elçiye/rasûle kitap verilmemiştir. Kur'an'dan uydurma deliller bulmaya çalışan bu sahtekârlar, Peygamberimiz (s.a.s.)'in "hâtemu'l enbiyâ/nebîlerin sonuncusu"[209] olduğunun kesin biçimde ifade edildiğini görüp bir teville bunu çürütemedikleri için, sahte peygamberlerini, nebî değil de rasûl olarak isimlendirirler. Nebî ve rasulle ilgili geleneksel yanlışı, tersinden başka bir yanlışla sürdüren bu kimseler, yalancı peygamberlik kurumunu yeniden işletmeye çalışırlar. Hâlbuki Kur'an, nebî ile rasûl arasında bir fark gözetmiyor.

Kur'an'a Göre Nebî ile Rasûl Arasında Fark Yoktur. Nebî, peygamberlerin haber alma, vahiy alma vasıflarına, rasûl ise, alınan mesajın elçiliğini yapma, aktarma vasıflarına işaret etmektedir. Tıpkı adâletli davranmayı ve takvâlı olmayı şahsında birleştiren mü'min gibi. Yani nasıl bir mü'minin aynı anda âdil ve muttakî olması, çelişki arzetmiyorsa, bir peygamberin de aynı anda nebî ve rasûl olması da tenâkuz teşkil etmez. Nebî ile rasûl arasındaki fark, sadece kelime anlamları itibariyledir. Yoksa, şeriat alıp almaması, kitap getirip getirmemesi açısından aralarında anlam farkı yoktur. Geleneksel bazı iddialara göre, Hz. İsmail gibi peygamberler sadece nebîdir; kendilerinden önceki rasûlü tekrar ederler. Oysa Kur'an, Hz. İsmail için, hem rasûl, hem de nebî sıfatlarını kullanmaktadır: "Kitap'ta İsmail'e dair anlattıklarımızı da an. Çünkü o sözünde duran rasûl nebî idi."[210] Hz. Hârun için de Kur'an, Hz. Mûsâ ile beraber her ikisine rasûl demektedir: "Fir'avn'a giderek (ona) deyin ki: 'Biz âlemlerin Rabbinin rasûlüyüz."[211]

Geleneksel görüşün nebî'yi önceki kitabın ve rasûlün mukallidi durumuna indirgemesi çok yanlıştır. Çünkü birçok âyette nebî kavramına kitap nispet edilmiştir. "Allah, nebîlerden şöyle söz almıştı: 'Bakın, size kitap ve hikmet verdim, şimdi yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir rasûl geldiğinde, ona mutlaka yardım edeceksiniz; bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?' demişti. Kabul ettik dediler. O halde şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım dedi."[212] Bu âyetten kesin olarak anlaşılmaktadır ki, nebî, kitap ve şeriatı olmayan biri değildir. Yine Kur'an'da kendilerine kitap verildiği muhkem olarak Kur'an'da anlatılan peygamberleri nebî olarak vasfetmektedir. "Nebîlerden söz almıştık. Senden, Nuh'tan, İbrâhim'den, Mûsâ'dan, Meryem oğlu İsâ'dan sağlam bir söz (misak) almışızdır."[213] Dolayısıyla Kur'an, nebî ile rasûl arasında kitap alıp almamak açısından bir ayrım yapmamaktadır. Kur'an, bazı nebîlere kitap verildiğini belirttiği gibi,  rasullere de kitap verildiğini açıklar: "Andolsun Biz rasullerimizi açık delillerle gönderdik. Ve onlarla beraber Kitab'ı, mizan'ı/nizâmı indirdik ki, insanlar adâleti yerine getirsinler."[214] Görüldüğü gibi âyet-i kerimede rasûl kavramına kitap nispet edilmiştir. Bu da gösteriyor ki, Kur'an, nebî ile rasûl arasında kavramsal fark gözetmemektedir. Fakat peygamberlerin genel Kur'anî tanımı nebîdir; rasûl, gönderilmekle (irsâl) ve tebliğle, görevin icrâsıyla ilgili bir kavramdır.

Kur'an, Hz. İsmail, Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'e aynı âyetlerde hem nebî, hem rasûl demektedir.[215] Hâtemiyetin (son nebî olmanın) sadece nebîlik için söz konusu olduğunu, rasûllük için söz konusu olmadığını iddia etmek, hastalıklı kalplere sahip olanların bir tahrif çabasından ibarettir. Kur'an nebî ile rasûl arasında bir ayrım gözetmediği gibi, şu peygamberler nebî; şunlar da rasûldür diye Kur’an’ın bir beyanı da yoktur. Nebî, genellikle peygamberlerin haber alma, vahiy alma yönünü, rasûl ise genellikle, alınan vahyin elçiliğini yapma yönünü ifade eden kavramlardır. Her peygamber vahiy almıştır (nebî); ve aldığı vahyi tebliğ etmiştir (rasûl). Bu iki vasfı bünyesinde bulundurmayan birine de peygamber denemez. Yani kalbine indirilen vahyin elçiliğini (rasûllüğünü), insanlara iletimini üstlenmeyen birine nebî denemeyeceği gibi, vahiy almayan (nebî olmayan) birine de rasûl denemez. Hz. Muhammed (s.a.s.)'den sonra bir insan, kavramsal anlamda ister rasûl olduğunu, isterse nebî olduğunu iddia etsin, yalancı peygamberdir, müseylimetü'l kezzâbtır. Çünkü nebî de rasûl de ıstılahî açıdan peygamberliğe delâlet etmektedir. Her nebî rasûldür; her rasûl de nebîdir.[216]

 

Nebî’ye İtaat Gerekmez Görüşü

Bu başığın açılımı olarak değerlendirmemizi birinci cildin ilk ünitesi Akaidin Usûlü başlığında işledik. Oraya bakılabilir

 

SORULAR

1- Nebî, Rasûl ve mütenebbî kavramlarını açıklayabilmek.

2- Peygamberlerin gönderiliş amaçları nelerdir?

3- İnsanlar içerisinden peygamberleri kim seçer?

4- Nebî ile Rasûl arasındaki fark nedir?

5- Peygamberlerin sıfatları nelerdir?

6- Son peygamber kimdir ve özellikleri nelerdir? Onun hakkında doyurucu bilgiler veriniz.

7- Kur’an’da ismi geçen peygamberlerin isimlerini sayınız.

8- Kur’an’da ismi geçtiği halde peygamber olup olmadıkları şüpheli olanlar  kimlerdir?

9- Tarihte ve günümüzde sahte peygamberler çıkmış mıdır? Çıktıysa bunlara örnekler veriniz.

10- Peygamberleri örnek almanın nasıl olacağını ve peygamberlere nasıl vâris olunacağını açıklayınız.

11- Aşağıdakilerden hangisi peygamberlerde bulunması gereken sıfatlardandır?

a) Tebliğ b) Yalan söylemek

c) Günah işlemek d) Emânetlere riâyet etmemek

12- Aşağıdakilerden hangisi peygamberlerin gönderiliş amacı olamaz?

a) İnsanları Allah’ın dinine dâvet etmek

b) İnsanlara Allah’a nasıl ibâdet edeceklerini göstermek

c) İnsanların eski inanç, adet ve geleneklerini devam ettirmek

d) İnsanlara ahlâki yönden güzel örnek olmak

13- “Peygamberler insanların en zeki ve en akıllılarıdır.” Bu ifâdede geçen özellik,  peygamberlerin hangi sıfatıdır? 

a) sıdk       b) emânet       c) fetânet       d) ismet

 

[1] 22/Hacc, 75

[2] 15/Hicr, 22

[3] 19/Meryem, 15, 33

[4] 37/Sâffât, 181

[5] 5/Mâide, 19; 7/A’râf, 184, 188; 11/Hûd, 2, 12; 4/Nisâ, 165

[6] 95/Tîn, 4

[7] 5/Mâide, 16

[8] 2/Bakara, 151

[9] 57/Hadid, 25

[10] 42/Şûrâ, 13

[11] 2/Bakara, 285

[12] 4/Nisâ, 59, 64

[13] 24/Nûr, 51; 33/Ahzâb, 36

[14] 3/Âl-i İmrân, 31

[15] 33/Ahzâb, 21

[16] 59/Haşr, 7

[17] 9/Tevbe, 128

[18] 21/Enbiyâ, 107

[19] 2/Bakara, 151

[20] 2/Bakara, 213

[21] 2/Bakara, 285

[22] 3/Âl-i İmrân, 79

[23] 3/Âl-i İmrân, 164

[24] 4/Nisâ, 64

[25] 4/Nisâ, 65

[26] 4/Nisâ, 165

[27] 5/Mâide, 67

[28] 6/En'âm, 90

[29] 10/Yûnus, 47

[30] 16/Nahl, 36

[31] 21/Enbiyâ, 25

[32] 24/Nûr, 51-52

[33] 25/Furkan, 27-29

[34] 33/Ahzâb, 21

[35] 33/Ahzâb, 39

[36] 57/Hadîd, 25

[37] Ayetlerdeki sıralama şöyledir: “İbrahim, İshak, Yakub, Dâvûd, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun, Nuh, Zekeriya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut. (aleyhimusselâm).

[38] Ahmed b. Hanbel, Müsned V. S. 266.

[39] 6/En’âm, 89

[40] Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (310 h.), Tarih’ul-Umem ve’l-Mülûk (Tarih’ut-Taberî) Beyrut 1407, c. I s. 187, ez-Zemahşerî (467-538 h.), el-Keşşaf, A’lâ Suresinin tefsiri.

[41] Bkz. 3/Al-i İmran, 81

[42] 2/Bakara, 213

[43] 19/Meryem, 54

[44] 7/A’râf, 157

[45] 33/Ahzab, 40

[46] 6/En’am, 93

[47] Â’raf, 7/80. 

[48] Â’raf, 7/81.

[49] Şuara, 26/183.

[50] Â’raf, 7/85.

[51] Hud, 11/87. 

[52] Â’raf, 7/104-105.

[53] Şuara, 26/16-17.

[54]Haksözhaber.net.  http://www.haber7.com/siyaset/haber/175647-bakan-sahin-dindarlari-laiklestirdik. - http://www.gazetevatan.com/-dindarlari-biz-laiklestirdik--83315-gundem/

[55] http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/serpil-cevikcan/-ataturk-un-idealini-ak-parti-2499341/

[56] İmam Ahmed, hadis no: 2/50. Ebu Davud, hadis no: 4/314.

[57] Tirmizî, hadis no: 2696.

[58] Tirmizî, hadis no: 2696; Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5347.

[59] İsra, 17/81.

[60] Tevbe, 9/33; Fetih, 48/28.

[61] Abdülaziz Tantik, “İslamcılar Nereye Koşuyor”, Sevda Dursun Röportajı, Gerçek Hayat Dergisi, Ekim 2018.

[62] https://www.milligazete.com.tr/makale/1223049/abdulaziz-kiransal/okcular-tepesini-terk-edenlere

[63] 6/En’âm, 48

[64] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 487-489; 506-508

[65] 51/Zâriyât, 56

[66] Buhâri, Cenâiz 92; Ebû Dâvud, Sünnet 17; Tirmizî, Kader 5

[67] 21/Enbiyâ, 25

[68] 16/Nahl, 36

[69] 29/Ankebût, 14; 71/Nûh, 9, 21

[70] 33/Ahzâb, 39

[71] 5/Mâide, 67

[72] 14/İbrahim, 1

[73] 6/En'âm, 90

[74] 6/En'âm, 85

[75] 33/Ahzâb, 21

[76] Buhârî, Rikak 10; Tirmizî, Menâkıb 32, 64

[77] 3/Âl-i İmrân, 185; 13/Ra'd, 26; 31/Lokman, 33

[78] 2/Bakara, 212; 3/Âl-i İmrân, 14; 57/Hadîd, 20

[79] 6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36

[80] 4/Nisâ, 77; 16/Nahl, 96; 35/Fâtır, 5

[81] 2/Bakara, 200-201

[82] 28/Kasas, 81

[83] 7/A'râf, 31-32, 157

[84] 4/Nisâ, 165

[85] 20/Tâhâ, 134

[86] 4/Nisâ, 41-42; 16/Nahl, 89

[87] 67/Mülk, 8-11

[88] 17/İsrâ, 15

[89] 30/Rûm, 30

[90] 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73...

[91] 6/En’âm, 76-79, 80-83; 21/Enbiyâ, 58-67...

[92] 7/A’râf, 73-79; 11/Hûd, 61-68...

[93] 7/A’râf, 80-82; 11/Hûd, 77-80...

[94] 7/A’râf, 85-86; 11/Hûd, 84-85...

[95] 10/Yûnus, 47

[96] 57/Hadîd, 25

[97] 90/Beled, 10

[98] 12/Yûsuf, 53

[99] 79/Nâziât, 40-41

[100] 68/Kalem, 4

[101] Ahmed bin Hanbel, II/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 8

[102] Muhittin Akgül, Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber, Işık Y., s. 28-36 

[103] 3/Âl- İmrân, 33; 7/A’râf, 144...

[104] 27/Neml, 59; 38/Sâd, 47

[105] 6/En’âm, 50; 7/A’râf, 203...

[106] 3/Âl-i İmrân, 64

[107] 5/Mâide, 72, 117; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85...

[108] 16/Nahl, 36

[109] Muvattâ, Kur’an 32, Hacc 246

[110] 10/Yûnus, 72; 11/Hûd, 29, 51...

[111] 41/Fussılet, 44

[112] Ahmed bin Hanbel, V/158

[113] 16/Nahl, 125

[114] 38/Sâd, 86

[115] 2/Bakara, 258

[116] 12/Yûsuf, 108

[117] 19/Meryem, 51

[118] 12/Yûsuf, 24

[119] 39/Zümer, 2

[120] 39/Zümer, 14; Muhittin Akgül, a.g.e., s. 37-40              

[121] 21/Enbiyâ, 31

[122] 33/Ahzâb, 56

[123] 33/Ahzâb, 21

[124] 3/Âl-i İmrân, 31-32

[125] 19/Meryem, 41

[126] 19/Meryem, 54

[127] 19/Meryem, 57

[128] 12/Yusuf, 46

[129] 3/Âl-i İmrân, 161

[130] 33/Ahzâb, 39

[131] bak. 25/Furkan, 20; 13/Ra’d, 38

[132] 4/Nisâ, 164

[133] 17/İsrâ, 15

[134] 4/Nisâ, 152

[135] 4/Nisâ, 150

[136] Bu konudaki âyetler için bak. 2/Bakara, 4-5; 4/Nisâ, 14-15, 59, 80; 7/A’râf, 35

[137] Bu konu ile ilgili bak. 6/En’âm, 11; 13/Ra’d, 32; 5/Mâide, 33; 3/Âl-i İmrân, 32.

[138] 3/Âl-i İmrân, 67

[139] 10/Yunus, 84

[140] 5/Mâide, 112

[141] 3/Âl-i İmrân, 64

[142] 21/Enbiyâ, 25

[143] 16/Nahl, 36

[144] 4/Nisâ, 80

[145] Bak. 53/Necm, 3-4

[146] 4/Nisâ, 59

[147] 4/Nisâ, 65

[148] 4/Nisâ, 64

[149] 5/Mâide, 92; Ve yine bak. 3/Âl-i İmrân, 132; 47/Muhammed, 33.

[150] 4/Nisâ, 64

[151] 4/Nisâ, 61

[152] 2/Bakara, 213

[153] 35/Fâtır, 24

[154] 22/Hacc, 78

[155] 25/Furkan, 26-29

[156] Bak. 2/Bakara, 165-167

[157] Müslim, İmâre 38-40, hadis no: 1839; Buhârî, Cihad 107, Ahkâm, 4; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2863-2865

[158] 33/Ahzâb, 66-68; ve yine bak. 7/A’râf, 38

[159] 49/Hucurât, 2

[160] 49/Hucurât, 1

[161] 33/Ahzâb, 6

[162] 33/Ahzâb, 53

[163] M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, Şafak Y., s. 59-91

[164] Müslim, Müsâfirûn 139; Ebû Dâvud, Salât 316; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 2; Ahmed bin Hanbel, VI/54, 111

[165] 2/Bakara, 151

[166] 57/Hadid, 25

[167] 4/Nisâ, 59, 64

[168] 24/Nûr, 51; 33/Ahzâb, 36

[169] 3/Âl-i İmrân, 31

[170] 33/Ahzâb, 21

[171] 59/Haşr, 7

[172] 16/Nahl, 44

[173] Bu konuyla ilgili bkz. Müslim, Edâhî 35/5; Ebû Dâvud, Salât 90, Hacc 50; İbn Mâce, Hacc 81 vb.

[174] 33/Ahzâb, 36

[175] 24/Nûr, 51-52

[176] 4/Nisâ, 65

[177] 5Mâide, 44, 45, 47

[178] 18/Kehf, 26

[179] 12/Yusuf, 40

[180] 4Nisâ, 105

[181] Keşfü'l-Hafâ, hadis no: 1751

[182] Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, Suffe Y., s. 79-80

[183] 10/Yûnus, 36; 53/Necm, 28

[184] 33/Ahzâb, 21

[185] 4/Nisâ, 59; 33/Ahzâb, 36; 24/Nûr, 51-52; 4/Nisâ, 65

[186] 4/Nisâ, 13-14; 4/Nisâ, 115; 8/Enfâl, 13

[187] Müslim, Müsâfirûn 139; Ebû Dâvud, Salât 316

[188] 5/Mâide, 19; 7/A’râf, 184, 188; 11/Hûd, 2, 12; 4/Nisâ, 165

[189] 95/Tîn, 4

[190] 5/Mâide, 16

[191] 2/Bakara, 151

[192] 57/Hadid, 25

[193] 4/Nisâ, 59, 64

[194] 24/Nûr, 51; 33/Ahzâb, 36

[195] 3/Âl-i İmrân, 31

[196] 33/Ahzâb, 21

[197] 59/Haşr, 7

[198] 9/Tevbe, 128

[199] 21/Enbiyâ, 107

[200] Bu konuyla ilgili bkz. Müslim, Edâhî 35/5; Ebû Dâvud, Salât 90, Hacc 50; İbn Mâce, Hacc 81 vb.

[201] 2/Bakara, 125, 129; 3/Âl-i İmrân, 164; 5/Mâide, 67; 16/Nahl, 44; 62/Cum'a, 2 vb

[202] 4/Nisâ, 64

[203] 4/Nisâ, 64

[204] 4/Nisâ, 61

[205] 25/Furkan, 26-29

[206] Bkz. 2/Bakara, 165-167

[207] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839

[208] 33/Ahzâb, 66-68 ve yine bkz. 7/A’râf, 38

[209] 33/Ahzâb, 40

[210] 19/Meryem, 54

[211] 26/Şuarâ, 16

[212] 3/Âl-i İmrân, 81

[213] 33/Ahzâb, 7

[214] 57/Hadîd, 25

[215] 19/Meryem, 54, 51; 7/A'râf, 157; 33/Ahzâb, 40

[216] Fevzi Zülaloğlu, Nebî İle Rasül Arasındaki Fark, Haksöz, sayı 66

 

Cuma, 19 Şubat 2021 15:01

KİTAPLARA İMAN

KİTAPLARA İMAN VE KUR’AN

  • Kitaplara İman
  • Suhuf (Sayfalar -Küçük Kitaplar-)
  • Büyük Kitaplar
  • Kitapların Gönderiliş Amacı
  • Vahy ve Vahyin Çeşitleri
  • Kitabımızda “Kitab” Hangi Anlamlarda Kullanılır?
  • Kur’an; Anlam ve Mâhiyeti
  • Kur’ân-ı Kerim’in Tanımı
  • Kur’ân-ı Kerim’in Özellikleri
  • Tefsir, Te'vil, Tercüme ve Meal 153
  • Kur’ân-ı Kerim’in Doğu ve Batı Dillerindeki Tercemeleri 156
  • Kur’ân’ın Tedrîcî Olarak İnzâl Edilmesi 156
  • Kur’an’ın Muhtevâsı ve İşlevi 157
  • Kur’an’ın Bölümleri 157
  • Kur’an İlimlerine Dair Kimi Kavram ve Terimler 158
  • Kur’an Konuları
  • Kur’an’da Kur’an
  • Kur’an’ı Kim Göndermiştir?
  • Kur’an Niçin Gönderilmiştir?
  • Kur’an Neyi Anlatmaktadır?
  • Gerçek Anlamda Çağ Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur’an’dır
  • Huzurun Kaynağı Kur’an
  • Kur’an’ı Nasıl Nasıl Okumalı, Ona Nasıl Yönelmeliyiz?
  • Kendini Kur’an’a Açmak
  • Kur’an’ı Yaşamak, Kur’anla Yaşamak
  • Nesh; Yaşanmaması Gereken, Formalite Olarak Kur’an’da Yer Alan Âyetler!
  • Nesh Konusunun Önemi
  • Kur’an-ı Kerim’de Nesh Kavramı
  • Nesh Konusunda İhtilâflar (Kur’an Hükümleri Arasında Nesh Var mıdır?)
  • Kur’an Âyetleri Arasında Neshin Varlığını Savunanların Delilleri
  • Kur’an Âyetleri Arasında Neshin Olmadığıyla İlgili Deliller
  • Nesh Anlayışının Ortaya Çıkışı
  • Kur’an Hükümleri Ebediyyen Geçerlidir
  • Nesh, Eski Şeriatlerin Kur’an Âyetleri Tarafından Geçersiz Kılınmasıdır
  • Sorular

 

Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:

* İlâhî mesajın peygamberler vâsıtasıyla kitap ve suhuf/sayfalar halinde

insanlara ulaştırılmasının hikmetini dillendirebilmek.

* Suhuf hakkında bilgi verebilmek.

* Kur’ân-ı Kerim’de “Kitab” kavramıyla nelerin kast edildiğini belirtebilmek.

* Büyük Kitapların hangi peygamberlere gönderildiğini listeleyebilmek.         

* Kur’an’ın temel özellikleri ve gönderiliş amacı hakkında doyurucu bilgi

   verebilmek ve günümüzdeki durumu tahlil edebilmek.

* Vahyin anlam ve çeşitlerini ifadelendirebilmek.

* Kur’an’ın ana konularını listeleyebilmek.

* Kur’an’ı nasıl okumamız gerektiğini, ondan nasıl yararlanılabileceğini

açıklayabilmek.

* Neshin ne anlama geldiğini ve akaid açısından önemini açıklayabilmek.

* Kur’an âyetleri arasında neshin var olduğunu ve olmadığını savunanların delillerini izah edebilmek.

*Neshin, Kur’an âyetleri arasında değil; eski şeriatlerin Kur’an âyetleri tarafından geçersiz kılınması anlamına geldiğini açıklayabilmek.

 

Kitaplara iman

“O takvâ sahipleri ki, onlar sana indirilene de, senden önce indirilene de iman ederler.”[1] İman esaslarından biri de Kur’an’a ve Kur’an’dan önceki kitap ve suhuflara (küçük kitaplara) inanmaktır. O kitaplar ki Allah tarafından Rasullerine gönderilmiş ve Rasuller de hiçbir kapalılık bırakmadan o kitaplardaki hükümleri insanlara tebliğ etmişlerdir. Bu kitaplarda Allah insanlara emirlerini, yasaklarını, mükâfatını ve azâbını açıklamıştır. Müslümanlar Allah’ın indirdiği kitaba göre hayatlarını düzenler.

Biz müslümanlar, peygamberlere gönderilen kitapların hepsine inanırız. Ancak, Kur’ân-ı Kerim hâricindeki kitaplar sonradan insanlar tarafından bozulmaya uğramışlardır. Bu sebeple biz onların bozulmuş haline değil bozulmamış haline inanıyoruz.

Mü’minlerin Kur’an’a ve önceki kitaplara inanması, Hz. Âdem’den kıyâmete kadar insanların tek bir dini, tek bir Rabbi olduğunu ispatlıyor. Onun için de bu inanç büyük bir değer taşır. Bu akîde,  mü’minlerin ruhlarından kötü taassubu kökünden söküp attığı için büyük öneme sahiptir. Bu akîde sahibi her mü’min, hak olan geçmiş bütün din ve peygamberlere inanır.

Bu inanca sahip olan insanlar, peygamberden peygambere intikal eden tek dini (İslâm’ı) bulmuş olurlar. Böylece sağlam bir akîdeye sahip olduktan sonra Kur’an’a uymaları ve onu pratik hayatlarında yaşamaları kaçınılmaz bir görevdir. Çünkü hayat tarzını ancak Kur’an tesbit eder. Kur’an’ın dışındaki bütün hayat modelleri yanlıştır ve sapıklıktır. Eğer Kur’an ölçüsüne göre değil de, insanların akıllarına göre hayat modelleri tesbit edilmeye çalışılırsa, o zaman ne kadar insan kafası varsa o kadar da hayat modeli ortaya çıkar. Bu modellerin hiçbiri vahye dayanmadığı gibi, aynı zamanda her biri değersizdir. Mü’minin hayat modeli, onu yaratan Allah tarafından çizilmiştir. Mü’min ondan başkasını kabullenemez. Bu gerçeği Allah Teâlâ şöyle ifâde ediyor: “Kim İslâm’dan başka bir din (yol) ararsa, o istediği din kendisinden kabul olunmayacaktır. Ve o, âhirette de ebedî zarar çekenlerdendir.”[2]

Mü’minler bilmelidir ki, İslâm dille söylenen laflardan ibâret olmadığı gibi, sadece kalple tasdik edilen bir inanç da değildir. İslâm, Allah’ın dinine teslimiyet demektir. Bu teslimiyet pratik hayatta bizzat görülmelidir. Yukarıdaki âyette görüldüğü gibi, mü’minin dini sadece İslâm’dır; İslâm’ın ana kaynağı da Kur’an’dır.           

Kur’ân-ı Kerim, kendinden önceki kitapları tasdik eder, fakat onlarla amel etmeyi emretmez. Kur’an geldikten sonra artık önceki kitapların hükmü tamamen neshedilmiştir (kaldırılmıştır).

Allah Teâlâ hiçbir insanı tebliğsiz bırakmamıştır. Her topluma kendi dinini bildirmiştir. Beşer hayatını peygamberlerine gönderdiği kitaplarla tanzim etmiştir. Her topluma itikad, şeriat, ahlâk ve edeplerini gösteren hak kitaplar göndermiştir.

Tarih boyunca kimileri bu kitapları alıp kabul etmişler, kimileri de reddetmişlerdir. Kimileri ise alıp kendilerine göre değiştirmişlerdir. Bugün yahûdilerde bulunan Tevrat ve hıristiyanlarda bulunan İncil tamamen değişikliğe uğratılmıştır. Birçok kısımlar çıkartılmış, birçok kısımlar da ilave edilmiştir. Dolayısıyla önceki İlâhî kitapların aslı kalmamıştır. Allah Teâlâ da onları neshetmiştir. Öyleyse bu kitaplara tabi olan hiç kimse hak yolda (İslâm’da) değildir. Hatta bir defasında Hz. Ömer’in elinde Tevrat sayfalarını veya Tevrat’ın tefsiri kabul edilen rivâyetleri içeren Mişna kitabını gören Rasûlullah (s.a.s.): “Ey Ömer, vallahi Hz. Mûsâ da aramızda olsaydı bana uymaktan başka bir şey yapmazdı.”[3] diyerek  onun elindeki Tevrat (veya onun yorumunu içeren) sayfalarını yok etmesini buyurmuştur.

Öyleyse Mü’min de Kur’an’dan başka hiçbir kaynağa bağlanamaz. Çünkü, Kur’an geldikten sonra -ister değiştirilsinler, ister değiştirilmesinler- hiçbir eski kitabın hükmüne uyulmaz. Onların hükmü kalmayıp nesholunmuşlardır. 

Allah’ın peygamberlerine indirdiği kitaplar büyüklüklerine göre iki kısımda incelenirler: Suhuflar (Küçük Kitaplar) ve Büyük Kitaplar.

Mü’minler, Hayat Programı Olduğunu Kabul Ederek, Anlamak ve Uygulamak Zorunda Oldukları Bilinciyle Kitaba İman Ederler

 Mü’minler ve birr sahipleri, Allah’ın kitaplarına da iman eden kimselerdir. Ki­taba iman demek; hayatı onunla düzenlemek üzere kitaba iman demektir. Kitaba iman demek; içindekilere iman demektir. İçinde­kilerin doğruluğuna ve uygulanılırlığına, uygulanması gerektiğine iman de­mektir. Kitaplara iman Allah’ın vahiy gönderdi­ğine iman demektir. Allah’ın bizi kanun­suz, yolsuz, yordamsız, plansız, programsız bırakmadığına iman demektir. Onlarla sorumlu olduğu­muza, Onların içindekilere göre bir hayat yaşamaya ve onlardan he­saba çekilmeye imandır. Kitaba iman demek; Allah kitabında böyle buyurdu, ben de bunu aynen anladım ve kabul ettim demektir. Yâni Allah kita­bında ne dedi? Bizzat Allah’la diyalog kurarak, Allah’ın kelâmıyla diyalog kura­rak, ama bunu Peygamber örnekliğinde anlayarak onu amele dö­nüştürmektir.

Kitaba iman için, Kitapla yol bulabilmek, Kitabı hayat prog­ramı yapabilmek için Kitabı tanımak zorundayız. Kitabı tanımayan bir ada­mın onunla amel etmesi ve onu hayat programı yapması mümkün değildir. Bilelim ki, ancak uygulayacak kadar Kitaptan tanıdığı­mız âyetler, bi­zim âyetlerimizdir. Hani bizim külli bir imanımız vardı. İslâm’a ilk gi­rişteki imanımızdı bu. Ben bu Kitabın tümüne inandım demiş ve böy­lece müslüman olmuştuk. Hani ya bu Kitabın tümü­nün nesine inan­dık? Ya Rabbi şu anda onu tanıyamadığım için toptan inandım! Ama inşallah birim birim, tek tek, âyet âyet onu tanıyıp hayatıma uygulaya­cağım diye inanmıştık. Hani öyleyse? Toptan inandığımız bu kitaba imanımız, Kitabın bütünü hayatımızın bütününe egemen kılınıp amele dönüşme­dikçe bilelim ki; o imanın bir anlamı kalmayacaktır. Kaldı ki, inandık dedikten sonra da denenecektik, değil mi? Sınanmadan sadece iman ettik demekle bırakılmayacaktık,[4] öyle değil mi?[5]

“…O’nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine... inandılar, `O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız' dediler." [6]

 

Suhuf (Sayfalar -Küçük Kitaplar-)

Allah tarafından gönderilen kitaplardan bazıları birkaç sayfadan meydana gelen küçük kitaplardır. Bunlara sahifeler (sayfalar) anlamına gelen “suhuf” denilir.

Kur’ân-ı Kerim’de açıklanan bazı öğütlerin “es-suhufu’l-ûlâ (ilk suhufta/sayfalarda)” mevcut olduğu[7] bildirilmiştir. Yine benzer öğüt ve hükümlerin İbrâhim ve Mûsâ’nın suhufunda/sayfalarında[8] da bulunduğu bildirilerek suhuf denilen küçük ebatlı İlâhî kitapların mevcûdiyeti Kur’ân-ı Kerim’de ifâde edilmiştir. Sayfalar halinde kayda geçirildiği için Kur’an, Kur’an’a da suhuf der.[9] Bununla birlikte hangi peygambere ne kadar suhuf verildiği açıklanmamıştır. Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrâhim’in soyundan İshak, Yakup, Süleyman, Yusuf, Zekeriyya, Yahya Peygamberler’e kitap verildiğini belirtir.[10]

Meşhur 100 suhuf ve Peygamberlere bu sayfaların dağılımı ile ilgili rivayete dayanılarak “şu kadar sayfa şu peygambere…” diye taksim yapılması doğru olmaz. Bu konuda Kütüb-i Sittede bir hadis yoktur. Hadislerde de suhuf hakkında fazla bilgi yoktur. Bazı rivâyetlerde Hz. Âdem’e 10, Hz. Şit’e 50, Hz. İdris’e 30, Hz. İbrâhim’e 10 sayfa (suhuf) verildiği nakledilirse de, bu konuda kesin bilgi ifâde eden sahih hadisler mevcut değildir.

Kur’an’da ismi bile geçmeyen ve peygamber olduğu kesin bilinmeyen Şit gibi bir zâta suhuf verildiği gibi hususlar Kur’an’dan ve sahih hadislerden onay almaz. Kütüb-i Sitte’de ve ikinci dereceden önemli hadis kitaplarının hiçbirinde 100 suhufdan ve kime kaç sayfa verildiğinden bahsedilmez. Kur’an’da anlatılanlardan yola çıkarsak Hz. Musa’ya da suhuf (Tevrat’ın bir bölümü) verilmiştir.[11]

Peygamberlerin sayısını bilemediğimiz gibi suhuf ve kitapların tümü ve hangi peygamberlere ne miktarda verildiği de Kur’an’da bildirilmemiştir. Peygamberlere indirilen küçük-büyük bütün kitaplara (suhuf ve büyük kitaplara) icmâlî olarak iman şarttır.

 

Büyük Kitaplar

Kur’ân-ı Kerim’in haber verdiği büyük kitaplar dört tanedir. Bu kitaplar şu peygamberlere gönderilmiştir:

1) Tevrat(’ın bir bölümü -Kitab-) Hz. Mûsâ’ya,

2) Zebûr, Hz. Dâvud’a,

3) İncil, Hz. İsa’ya,

4) Kur’ân-ı Kerim, Hz. Muhammed’e indirilmiştir.

Zebûr, Tevrat ve İncil’in aslı bozulmuş, insanlar tarafından tahrif edilip değiştirilmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim, kendinden önceki kitapların hükmünü nesh etmiş, yani ortadan kaldırmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ’ya kitap verildiğinden ve Mûsâ’nın sahifelerinden bahsedilir, ama hiçbir âyette Tevrat ona nisbet edilmez. Tevrat da Mûsâ (a.s.)’dan bağımsız şekilde ayrı yerlerde bahsedilir. Bizim Tevrat dediğimiz Ahd-i Atîk’in bugünkü Hıristiyan ve yahûdilerin kutsal kitabında çoğunun bir peygambere nisbet edildiği 39 ayrı kitabın ilk beş kitabının Hz. Mûsâ’ya indirilen kitap olduğuna inanılır. Tevrat (Ahd-i Atîk) diye Benî İsrâil’e gönderilen kitapların tümü kast edilir. Onun bir bölümü (39 kitabın 5’i) Hz. Mûsâ’ya indirilen kitap (suhuf) kabul edilir.  

 

Kitapların Gönderiliş Amacı

Kitapların gönderiliş amaçlarının başında insanların dünya ve âhiret mutluluğunu sağlamak gelir. İnsanı yaratan Allah, insanın hayatı boyunca takip edeceği itikat, ibâdet, ahlâk, emir ve yasakları içine alan kitap ve sahifeleri ilk insandan itibaren göndermiştir. Bu kitaplar sayesinde insanlar hidâyeti, dünya huzuru ve âhiret saâdeti gibi pek çok gerçeği anlamışlardır.

 

Vahy ve Vahyin Çeşitleri

“Vahy”in sözlük anlamı: Bir şeyi gizli ve çabuk bildirmek demektir. Vahyin terim anlamı: Allah Teâlâ tarafından doğrudan doğruya, ya da elçi melek vasıtası ile peygamberlere bildirilen ve kesinlik ifâde eden bilgilere vahiy denir.

 

Vahyin Çeşitleri

1) Sâdık Rüya: Allah dilediği bilgileri doğru bir bilgi ile peygamberlerine bildirmiştir. Peygamberlerin rüyalarında gördükleri şeyler aynen gerçek çıkmıştır. Peygamber Efendimize de zaman zaman vahiy böyle gelmişti.

2) İlham Yoluyla Vahiy: Allah’ın dilediği şeyleri peygamberin kalbine koyması şeklindeki vahiy çeşididir.

3) Perde Arkasından Vahiy: Allah ile peygamber arasında bir vasıta olmadan ve söyleyeni görmeden Allah kelâmının işitilmesidir.

4) Melek Aracılığı İle Gelen Vahiy: Allah Teâlâ’nın, bildirmek istediği bilgileri bir melek ile peygamberine bildirmesi şeklidir. Bu melek Cebrâil (a.s.)’ dir.

 

Kitabımızda “Kitab” Hangi Anlamlarda Kullanılır?

Kur'an'ın temel kavramlarından biri olan "kitab" Kitabımızda 255 yerde geçmektedir. Türkçedeki 'kitap' anlamı yanında; yazılı şey, yazı, yazılan ve yazdırılan anlamlarına da gelir. "El-Kitab": Allah'ın Kitabı demektir. Kur'an ıstılahında Kitab; Allah tarafından yazdırılan şey anlamında kullanılır vebu anlamda imanın temel konularından biri de Kitaplara imandır.

Kur'an'ın  "kitab" la ilgili ifâdelerinden şunların kast edildiği anlaşılır:

  • Genel anlamda vahy[12]
  • Son Peygamber'e gelmiş bulunan vahiyler toplamı[13]
  • Bütün kâinat
  • İnsan
  • Levh-ı Mahfuz'daki Evrensel kayıt kitabı (evrensel kompütür)[14]
  • Her ferdin fiillerinin kaydedildiği bireysel disket[15]

Kur'an'a göre insanın önüne, okunmak üzere konan üç temel kitap vardır: Kâinat kitabı, vahy kitabı (Kur'an) ve insanın bizzat kendisi. Kur'an, diğer iki kitabın gereğince okunup değerlendirilmesini kolaylaştıran bir nurdur (ışık). Evren ve insan adlı kitapların gerektiği şekilde okunabilmesi için, bizzat Allah, vahy kitabı aracılığıyla insana yardımcı olmak için devreye girmektedir. Kur'an, bu üç kitabın belirli pasaj ve parçalarını "âyet" olarak anmaktadır. Kur'an, bir âyetler topluluğu olduğu gibi, kâinat ve insan da âyetler topluluğudur.[16] Ne vahy kitabı, insan ve eşyaya ait ilimler olmaksızın çözülebilir; ne de eşya ve insan, vahy kitabı olmadan layıkıyla anlaşılabilir.

 

Kur’an; Anlam ve Mâhiyeti

Kur'an, Allah'ın Kitabı'nın özel adıdır. Kur'an'da, Kur'an için birkaç isme daha yer verilmekle birlikte; en çok Kur'an adı geçmektedir. Bu ad Kur'an'da 70 defa geçer. Kur'an kelimesi için iki ayrı kök gösterilir. Bunlardan biri, okumak anlamındaki kıraat; ikincisi toplamak, kompoze etmek anlamındaki karn köküdür. Kur'an, ilk emri olan  "ikra' "  yani oku anlamındaki kelimeyle aynı kökten bir isim taşıyarak okumaya ve ilme en büyük değeri verdiğini belirttiği gibi, neyi ve nasıl okumamız gerektiğini de gösterir. Birçok inceliği ve gerçeği topladığı için de toplamak mânâsındaki bir köke dayanması ayrı bir hikmet sergiler.  

Allah’ın kendisine hitap ettiği en son peygamber, Hz. Muhammed (s.a.s.); insanlığa gönderilen son kitap ise Kur’ân-ı Kerîm’dir.[17] Kur’an, İslâm’ın ortaya koyduğu her tür inanma, düşünme ve davranma biçimlerini belirleyen tek temel dayanaktır. Hz. Peygamber, bu dayanağa istinaden ve onun doğrultusunda hareket etmiş, insanlara ulaştırmakla görevli olduğu bu mesajı öncelikle hayatında kendisi uygulayarak fiilî hâle getirmiştir. Bu hususta Hz. Âişe’nin şu tanıklığı yeterli ve anlamlıdır: “Allah Resulü’nün ahlâkı, Kur’an’dı.”[18] Bundan daha doğal bir sonuç olamazdı; zira genelde bütün elçiler, özelde de Hz. Peygamber, aldığı haberi/mesajı sadece duyurmakla görevli bir postacı değildir. Aldığı mesajı öncelikle kendi hayatına dinamik bir şekilde yansıtabilmelidir ki ancak o zaman söylediği ile eylediği arasındaki uyum gün gibi âşikâr olabilsin. Dolayısıyla “Kitab”ı, “peygamber”den kopuk ve ayrı bir metin olarak algılamak, en başta bu metnin kendisine ihânet olacaktır. Peygamber, insanlar için hem bir “uyarıcı”, hem de “en iyi model”dir. [19]

 

Kur’an’ın Tanımı

Allah’ın, Hz. Peygamber’e indirdiği Kur’an ile ilgili olarak çeşitli tanımlar yapılmıştır. Âlimler tarafından yapılan bu tanımlardan her biri Kur’an’ın belirli yönlerini vurgulamaktadır. Bunlar arasından en kapsamlı olan tanım şudur: Kur’an; Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla indirilmiş, mushaflarda yazılmış, Hz. Peygamber’den bizlere tevâtür yoluyla nakledilmiş, okunmasıyla ibâdet edilen, benzerini getirmekten insanların âciz kaldığı Allah kelâmıdır.

Bu tanımda yer alan temel özellikleri şimdi ayrıntısıyla ele alalım:

Allah’ın Kelâmı: Kur’an’ın en önde gelen bu niteliği, hiç şüphesiz onun sahip olduğu hakikatlerin ve bilgilerin kaynağına işaret etmektedir. Bu da ona inanmanın en temel gerekçesidir. Yaratan tarafından söylenmiş bir söz elbette ki diğer bütün sözlerin üstündedir ve bu özelliğinden dolayı bir kutsallık kazanır. Zira yaratan, diğer bütün lütuf ve ihsanlarına ilâveten, yarattığı insana tenezzül buyurarak söz söyleme lütfunda bulunmuş ve bu vesileyle de insan diğer yaratıklar arasında bir imtiyaza sahip olmuştur. Kur’an’ın, Allah’ın Kelâm’ı oluşunda dikkat edilmesi gereken bir husus da onun bir beşer tarafından uydurulmadığı, dolayısıyla da ihtivâettiği hakikatlerin herhangi bir beşerin ortaya koyabileceğinin çok ötesinde olduğudur. Kur’an’a, peygamber de olsa hiçbir insanın sözü karışmamıştır, karışamaz da: “Eğer o (peygamber), bize birtakım sözler isnat etmiş olsaydı onu sağ elinden yakalardık ve şah damarını koparırdık ve hiçbiriniz onu koruyamazdı.” [20]

Hz. Muhammed’e İndirilmiş: Bu ifade Allah’ın, daha önce başka peygamberlere indirmiş olduğu kitapları (Tevrat, Zebur, İncil gibi) dışarıda tutarak yalnızca Peygamber Efendimiz’e indirilen vahyin Kur’an olarak isimlendirileceğini vurgulamaktadır. [21]

Mushaflarda Yazılmış: Mushaf terimi iki kapak arasında toplanmış sayfalar anlamına gelir ki Kur’an’ın elimizde tuttuğumuz kitap biçimini ifade eder. Kur’an, Hz. Peygamber’den sonra kitap hâline getirilmiş; ezberlenmesinin yanı sıra yazıya da geçirilerek günümüze kadar ulaştırılmıştır.

Tevâtür Yoluyla Nakledilmiş: Bir haber veya sözün, bir araya gelerek yalan söylemeleri mümkün olmayan çok sayıda kimse tarafından aynı şekilde aktarılmasına tevâtür denir. Kur’ân-ı Kerîm, mushaflarda yazılı olmasının yanı sıra ayrıca ezberlenmiş ve insanlarca kuşaktan kuşağa şifâhen/sözlü olarak da aktarılmıştır. Kur’an, bu özelliğiyle yeryüzünde hiçbir kitaba -ne İlâhî, ne de insanî hiçbir kitaba) nasip olmayan bir ayrıcalığa sahiptir.

Okunuşuyla İbadet Edilen: Kur’an, insan hayatının her alanıyla ilgili temel ilkeleri ortaya koyarak bunların uygulanmasını talep eder. Bununla birlikte Kur’an bir ibâdet dilidir de aynı zamanda. Onun içindir ki namazın, namaz olması Kur’an’dan bir parçanın -kişinin güç yetirebildiği kadarının- [22] okunmasıyla mümkündür. Kur’an dışında bir şeyin okunması bu şartı yerine getirmez.

İnsanları Âciz Bırakan: Kur’an, hem lâfız hem mana hem de bu ikisinin oluşturduğu nazım/düzen/armoni itibarıyla bir bütünlük oluşturur. Gerek indiği dönemde gerekse sonraki dönemlerde ne lâfız ne de mânâ açısından onun benzeri bir kitap meydana getirilmemiştir, getirilememiştir. Kendisinin İlâhî kaynaklı olduğunu iddia ederken Kur’an, bir sûresinin benzerini getirmelerini isteyerek hasımlarına meydan okumuş, bunu yapamadıklarını ve de yapamayacaklarını kesin bir dille ifade etmiştir.[23] Kur’an’ın bu özelliği, onun en son kitap oluşunu ve Kıyâmete kadar da bu şekilde devam edeceğini göstermektedir.

Kur'an'ın önsözü durumundaki Fâtiha'dan sonra, Kitab’ı ilk açan okuyucu için; "Bu Kitap kendisinde şek ve şüphe bulunmayan bir Kitaptır. Müttakîler için rehber/kılavuzdur (huden)."[24] açıklaması yapılarak okuyucunun Kitap hakkında endişe etmemesi gerektiği âdeta teyid edilmiştir. Lâ raybe fih denilerek Kitabın varlığı; Huden denilerek de kitabın ne amaçla gönderildiği anlatılmaktadır. Böylece Kitabı eline alan mü'min, Allah'tan olduğu kesin olan Bu Kitab'ı rehber/kılavuz edinerek yolunu bulabilecektir.

Devam eden ikinci âyette yapılması gerekenler topluca özetlenmiştir. Gayb diye ifâde edilen çıplak gözle göremediği, kendini aşan birkaç konuya kesin iman edecek, Salât şeklinde anılan amellerden ilkiyle bazı görevleri yerine getirmeye başlayacaktır. İnfak şeklinde ifâde olunan inandığı ve bağlandığı bir dine hizmet için çaba ve gayretlerinin ilkiyle bu esasları başkalarına da götürecektir. Bunlara ilk kendisinin inanmadığını, devam edegelen tarihî mücâdelenin izleyicisi olduğunu hatırlaması için kendinden öncekilerle de irtibatını kuracak, son olarak inzal olunan Bu Kitab'a, Kitabın indiği şahsa (Hz. Muhammed (s.a.s.) ve önceden inzal olan Kitaplara ve Rasullere de iman edecektir. Bütün bu inanç, amel ve gayretleri hayatın ikinci ve ebedî bölümü olan Âhiret için yapacak, onun varlığına sanki görüyormuşçasına inanacaktır. Eğer böyle yaparsa hayatın dünyadaki bölümünün imtihanını başaracak ve kurtulmuş olacaktır.

"Bu o Kitaptır ki, kendisinde hiçbir şüphe yoktur. Müttakîler için rehber/kılavuzdur (huden)."[25] Bu âyet, Kur'an açıldığında Fatiha'dan sonra ilk okunan âyettir. Kur'an'ı eline alan okuyucu için elinde tuttuğu Kitabın ne olduğu, ne işe yarayacağı ve kime fayda vereceğinin açıklanmasıyla başlamaktadır. Bu Kitap, "lâ raybe fih", kendisinde şüphe bulunmayan bir Kitaptır. Allah’tan (c.c.) geldiği kesindir. Kitabı okuyan kişinin ilk öğrenmesi gereken onun bir Allah kelâmı olduğunu şeksiz ve şüphesiz kabul etmesidir. Allah'tan geldiği konusunda meydana gelebilecek bir "acaba?" endişesi, Kitap ile kul arasındaki irtibatı zayıflatacağından, öncelikle bu konudaki endişenin giderilmesi ve tam bir güvenle Allah ile konuşuyormuşcasına Kitapla uyum sağlanılmalıdır. Zira tüm Kitap boyunca birçok açıklama yapılacak, yol gösterilecektir. Ona yaklaşan kişinin, Kitabı bu bakışla değerlendirmesi gerekir.

Rayb; r-y-b kökünden şu anlamda kelimeler geliyor: Râbehû-rayben: Şüpheye düşürmek, şüphe vermek; Rayb: Zan, şüphe, töhmet; İrtâbe: Şüphe etti, itham etti. Âyette geçen "Lâ raybe fih (onda şek, şüphe yoktur)"un anlamı, "Bu Kitabın Allah'tan olduğunda en ufak bir tereddüt bile geçersizdir" şeklinde olmalıdır. Zira Kitabı eline alan bir okuyucu ilk önce bu Kitabı kimin yazdığını ve nereden geldiğini merak eder. İşte bu şüphe, daha ilk cümlede ortadan kaldırılıyor. Bu Kitap açık, apaçık bir hakikat olarak işte elimizin altındadır.

“Lâ raybe fih” ifâdesiyle Kitabın "hak" olduğu; “huden” ifâdesiyle "ne işe yarayacağı", “li'l-muttekıyn” ifâdesi ile de "kime" yarayacağı açıklanmış oluyor.

H-d-y kökünden şu anlamlarda kelimeler geliyor: Hidâyet: Doğru yolu bulmak, yoluna girmek. Huden (li): Yol tarif etmek, yol göstermek; Ehda: Mekke'ye kurbanlık sevketmek; Hâdâ: Hediyeleşmek, sulh yapmak; İhtedâ: Doğru yolu buldu, doğru yol üzerinde durdu; Hâdî: Yol gösteren, boyun, aslan; Hâdiye: Önde olan; Hudâ: Yol gösterme, itaat ve kulluk; Hedy: Saygıdeğer kişi, hal ve gidiş. Bu kitabın ne işe yarayacağının "Huden" lafzı ile anlatılışı genel bir yol gösterme ve rehberlik-kılavuzluk fonksiyonuna işaret etmektedir. Ayrıca şu veya bu konuda diyerek kısıtlama yapılmayarak sadece yol göstericidir denilmesi, akla gelebilecek her alanı kapsamaktadır. Arapçada, devenin önünde yularını tutup ona çölde yol gösteren kişiye "Hâdî" denilmektedir. Bu Kitab'ın yol gösterişi genel ve temel esaslardadır. O her şeyin genel rotasını çizer. Temel yönleri belirtir. Meselâ; doğu, batı, kuzey, güney gibi temel yönleri bildirir. Rasuller, güneybatı, kuzeydoğu vb. ara yönleri gösterir. Bunlar doğrultusunda müttakî fakih de daha iç yönleri bulabilir.

Bu Kitabın kime yararlı olacağı ise li'l-muttekıyn (Allah'tan sakınanlar için) ifâdesi ile açıklanır. V-k-y kökünden şu kelimeler gelmektedir: Vekaa: Sakınmak, korkmak, korumak, düzene koymak; İttikaa: Korku, saygı; et-takvâ: Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınma; Muttekıy: Allah'tan sakınan; Takıyye: Korkmak, gerçek durumunu gizlemek. Bu kitap Allah'tan sakınan, O'nun koyduğu kuralları çiğnemekten çekinen ve bu hissi taşıyan kişilere fayda verecektir. Diğerleri için ise sadece okunan, ezberlenen, araştırılan, bilgi sahibi olunan bir Kitap konumunda kalacaktır.

Bu kitabın gerçekten Huden olabilmesi, onu eline alan kişinin niyet ve hisleri ile gerçekleşebilecektir. Zira burada canlı olan okuyucudur. Niyeti ne ise, ameli de ona göre olacaktır. Kitabı eline almaktan, okumaktan maksadı ne ise, yararı da ona göre olacaktır.

Bu Kitabın fayda verişi kişinin kasdına göre değişmektedir. Eğer kasdı kafasında önceden edindiği bir fikre delil bulmaksa, kasdı beğenmediği ve uymak istemediği bir ilkeyi, kuralı değiştirmekse, kasdı bilgi sahibi olmaksa, kasdı Bu Kitabı sermaye yapıp üzerinden geçinmekse, bu niyetler ona zarar vermeyecek; bu kasdı taşıyana zarar verecektir. Kasdı Allah'tan sakınmak, kalbi titreyerek gerçekten hayatına onunla yön çizmekse Bu Kitap işte bu kişiye huden olacak, fayda verecektir. Bütün bunlar Bu Kitaba hiçbir zarar vermeyecek, o tazeliğini ve zindeliğini daima koruyacak, ona yaklaşanlar eskiyecek, gelip geçecek; Bu Kitap ebediyete kadar yaşayacaktır.

"Rablerinden korkanların derileri ondan ürperir. Sonra derileri de kalpleri de Allah'ın zikriyle yumuşar. İşte Bu Kitap Allah'ın insanlar için gönderdiği bir rehberdir (huden). Allah onunla dilediğini hidâyete erdirir. Kimi de Allah saptırırsa ona hidâyet edecek yoktur."[26]

 

Kur’ân-ı Kerim’in Özellikleri        

Kur'an; âlemlerin Rabbi tarafından son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirilen kitabın en çok söylenen ismidir. Kur'an'ın diğer isimlerinden bazıları da şunlardır: Zikir, Furkan, Mushaf, Kitabu'l-Mübin, Kelâmullah, Nur, Hüdâ, Şifa, Mev'ize... Bazı müfessirler, Kur'an veya Kitaba sıfat olarak gelen tabirleri de sıralayarak, bu isimlerin sayısını yüze kadar çıkarmışlardır.

Kur'an-ı Kerim, yirmi üç senede peyderpey nazil olmuştur. Kitab'ın hepsi bir defada indirilmemiştir. Kur'an, bölüm olarak 114 sûreye ayrılır. Bu sûrelerin hepsi aynı uzunlukta değildir. Elli sayfalık bir sûre olduğu gibi, bir satırlık sûre de vardır. Sûreler de âyetlere ayrılır. En kısa sûre üç âyet, en uzun sûre de iki yüz seksen altı âyettir. Âyetlerin uzunlukları da eşit değildir. Bir sayfalık bir âyet olduğu gibi bir kelimelik âyetler de vardır. Kur'an, sayfa adedine göre de cüzlere ayrılır. Her cüz yirmi sayfadır. Kur'an, toplam otuz cüzdür. Her cüz de kendi içinde dört hizb'e ayrılır. Her hizb, beş sayfadır.

Kur’ân-ı Kerim, Peygamberimize verilen tek mûcizedir. Kur’ân-ı Kerim Allah’ın koruması altındadır. O’nun bir kelimesi bile değiştirilmemiştir ve değiştirilemeyecektir. Dünyanın bir ucundaki Kur’an (Mushaf) ile diğer ucundaki Kur’an aynıdır. Allah, Kur’an’da şöyle buyuruyor: “O’nu Biz indirdik, O’nun koruyucusu elbette Biziz.”[27]

Kur’ân-ı Kerim’in Peygamberimize gönderilmesi 23 senede tamamlanmıştır. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Ebû Bekir zamanında yazılı sayfalar birleştirilerek mushaf haline getirilmiş, Hz. Osman zamanında çoğaltılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de 114 sûre vardır. Kur’ân-ı Kerim, yeryüzünde en çok okunan, ezberlenen ve yazılıp basılan kitaptır.

Kur’an’ın âyetleri ruhları çoşturur, kalplere huzur verir. Kur’an, insanları dalâletten hidâyete, karanlıklardan nûra, bâtıldan hakka kavuşturur. Kur’ân-ı Kerim baştan sona hikmet hazinesidir. O’nun delilleri açık ve ikna edicidir. Haberleri doğru, hükümleri sağlamdır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim Allah kelâmıdır. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim’de çelişki veya hatalar bulunmaz.  Kur’ân-ı Kerim insanlar için bir rehber, bir yol göstericidir. Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Bu kitapta asla şüphe yoktur. O müttakîler (Allah’tan korkanlar) için yol göstericidir.”[28];“Sana indirdiğimiz bu kitap mübârektir; âyetlerini düşünsünler, aklı olanlar da öğüt alsınlar.”[29]

Kur’ân-ı Kerim’deki sûreler Mekkî ve Medenî olmak üzere ikiye ayrılır. Mekkî sûreler; Peygamberimiz Medine’ye hicret edene kadar nâzil olan sûrelerdir. Medenî sûreler; hicretten başlayarak Peygamberimizin vefatına kadar nâzil olan sûrelerdir.

Mekkî sûrelerde daha çok inancı kuvvetlendirici âyetler nâzil olmuştur. Medenî sûrelerde ise, daha çok ahkâm âyetleri, yani dinin dünyada nasıl yaşanacağını gösteren âyetler nâzil olmuştur.

İlk inen âyetler Alak sûresinin ilk 5 âyetidir. Son inen âyet ise (müfessir ve araştırmacıların çoğunluğuna göre) Mâide sûresinin 3. âyetidir. Kur’ân-ı Kerim Fâtiha sûresi ile başlar, Nâs sûresi ile sona erer.

Kur’ân-ı Kerim’in birçok ismi daha vardır. Bu isimlerden bazıları şunlardır: Furkan (hak ile bâtılı ayıran), Hüdâ (hidâyet veren), Hakîm (hüküm koyan), Nûr, Şifâ, Rahmet, Zikir...

Kur’ân-ı Kerim Allah kelâmıdır. Hiç kimse Kur’ân-ı Kerim’in dengi bir kitap meydana getirememiştir ve getiremeyecektir. Kur’ân-ı Kerim bu konuda birçok âyette insanlara ve cinlere meydan okumaktadır: “Bu Kur’an gibi bir kitap meydana getirmek için bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler ve birbirlerine yardım etseler, yine O’nun bir eşini meydana getiremezler.”[30]

 

Tefsir, Te'vil, Tercüme ve Meal

Tefsir, İlâhî muradı kesin olarak beyan ettiği için çok daha hassâsiyet ve itinâ gerektiriyor. Aynı zamanda tefsiri yapanı derin ve ağır bir sorumluluk altına sokmuş oluyor. Bu yüzden, Hz. Peygamber'den veya sahâbeden sahih bir rivâyetle menkul olmayan haber ve izahlara itibar edilmemelidir.

Te'vil, muhtemel mânâlardan birini tercih etmek olduğuna göre, burada te'vili yapanın tercihi önem kazanıyor. Şüphesiz ki, âyeti te'vil eden kişinin bilgi ve kabiliyeti, İlâhî kelâma ve Hz. Peygamber'in sünnetine vukufu, Arap dili ve edebiyatına hâkimiyeti, bağlı bulunduğu mezhebi, hatta yaşadığı çevrenin sosyo-ekonomik ve politik yapısı, kurumsal faktörler... onun tercihinde etkili olacaktır. Burada beşerî bir tercih söz konusu olduğu için, tercümesinin de daha rahat ve endişeden uzak olarak yapılabileceği söylenebilir.

Her biri Kur'an ilimlerinin birer dalı olan Tefsir, Te'vil ve Tercüme; bunların üçü de, İlâhî mesajın insanlara en güzel şekilde anlatılıp kavratılmasını hedeflemektedir.

Tefsir

Bir şeyi iyice açıklamak, keşfetmek anlamında "el-Fesr" masdarından tef'il babında bir kelime. Istılâhta beşerî takat oranında, Allah Teâla'nın muradına delâlet etmesi yönünden Kur'ân-ı Kerim'i inceleyen bir ilimdir.

Konusu, Kur'an ayetleridir. Gâyesi, iki cihanda selâmete ve mutluluğa ulaşmak için Allah Teâla'nın kitabını yine O'nun murâdına uygun bir şekilde anlamak, anlatmak ve yararlı hükümler çıkarmaya kudret kazanmaktır.

Tefsir ilminin şerefi: Bu ilmin şerefi, bilinen bir gerçektir. Allah Teâlâ; "Dilediğine hikmeti verir, hikmet verilen kimseye çok şeyler verilmiştir"[31] buyurur. İbn Abbas (r.a.)'dan gelen bir rivâyete göre ayet-i kerimede geçen "hikmet" kelimesi, Kur'an'ın nâsihini, mensûhunu, muhkem ve müteşâbihini, ilk ve son inen âyetlerini, helâl ve haramını, mesellerini bilmek anlamındadır. Âlimlerin icmâ'ına göre Tefsir ilmini öğrenmek farz-ı kifayedir. Bu itibarla Tefsir ilmi Şer'î ilimlerin en yücelerindendir. Mevzû, gâye ve kendisine duyulan ihtiyaç yönünden de ilimlerin en şereflisidir. [32]

 

Tefsire olan ihtiyaç: Kur’ân-ı Kerîm'in tefsirine büyük bir ihtiyaç vardır. Vakıa, Kur’ân-ı Kerîm bir belâğat mûcizesidir, birçok meseleleri, hükümleri pek açık lafızlarla beyan buyurmuştur. Fakat ilmî, edebî, ahlâkî, hukukî, sosyal hakikatlerine kadar açık bir tarzda yazılmış olurlarsa olsunlar; yine bunları herkes gereği gibi anlayamaz; bu hususta şerhlere, izahlara ihtiyaç görülür. Bunun içindir ki, en beliğ ediplerin, en güçlü yazarların eserleri hakkında birçok şerhler, haşiyeler yazılmıştır.

Bununla beraber, herhangi bir mesele, birçok meselelerle ilgili olabilir. Mütehassıs olmayanlar bu ilgiyi göremezler. Bu meseleleri bir arada düşünmeye ve mütalâaya muktedir olamazlar. Müfessirler ise, her meseleyi izah eder ve o mesele ile ilgili olan diğer meseleleri de ortaya koyar. Artık bu hususta bilinmesi gereken maddeler bir tablo halinde gözler önüne serilir. Böylece mütalâa sahipleri fazla araştırmalardan kurtulmuş olur; az zamanda çok bilgi sahibi olurlar. Bir de herkes, Kur'an lafızlarının, ibarelerinin inceliklerini anlayamaz ve en ibret verici noktasına işaret edilen bir kıssanın, bir olayın teferruatına vakıf olamaz. Müfessirler ise, lafızlara ait incelemeleri yaparlar, kelimelerin ve terkiplerin hakiki, mecazî ve kinayeli mânâlarını, işaretlerini, delâletlerini gösterirler, Kıssalara, olaylara dair yeterli derecede bilgi verirler. Böylece Kur'an'ın hakikatları, güzellikleri büyük bir açıklıkla ortaya çıkarmış olur.

 

Tefsirler başlıca iki kısma ayrılır:

1- Rivâyet tefsirleri: Bu tefsir, selefden nakledilegelen eserlere dayanan tefsir-i naklîdir ki, buna et-Tefsir bi'l-me'sur veya Bi-Tariki'r-Rivâye Tefsir de denir. Bu tefsirlerde ayetlerin mânâları, nüzûl sebepleri, nâsıh ve mensuh olanları gösterilir. Böylece rivâyet yolu ile yapılan tefsirlerin başlıca kaynakları, Hadis-i Şerif kitapları ile Siyer ve Tarih kitaplarıdır. Bunlara muhalif, aklın hükmüne aykırı olan rivâyetlere itimat edilmez.

2- Dirâyet Tefsirleri: Buna rey ile tefsir de denir. Bu tefsirde müfessir, ayet hakkında açıklayıcı bir nakil bulamayınca reye başvurur. Yani ictihad eder, ve Lugat, Belâğat gibi lisan ilimlerinden yararlanır. Müfessir bunu yaparken, müfessirde aranan bazı şartları taşıması tabiidir. Gerek rivâyet ve gerekse dirâyet sahasında oldukça faydalı birçok tefsir te'lif edilmiştir.

Terceme: Bu kelimenin kökü dört harfli (rubâî) “Terceme” fiilidir. Cevheri bu kelimenin “Raceme”den geldiğini söylemektedir. Lügat mânâsı bir çok manaya gelmekle birlikte; bir kelâmı, bir dilden başka bir dile çevirmek, demektir. Istilâhi mânâsı ise, bir kelâmın mânâsını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir. Tercüme yapılırken, kelâmın bütün mânâ ve maksatlarına itina gösterilmesi icab etmek gerekir. [33]

 

Terceme iki kısımda incelenebilir:

1) Harfi veya lafzi terceme: Aslına benzemesi gözetilen, başka bir deyimle eş anlamlılardan birinin yerine konulmasını hedefleyen tercemedir. Lafızları çeşitli yönlerden incelenmesini gerektiren zor bir terceme türüdür. Kur’an için mümkün değildir. Çünkü bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler benzerini meydana getiremezler. Aksi taktirde Kur’an’ın belâğat hususiyetleri ve i’cazı kaybolur.

 2) Mânevî veya tefsiri terceme: Nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilmeyen tercemedir. Bunda asıl gaye, mânânın güzel bir şekilde ifade edilmesi olduğu için uygulaması kolaydır. Üstelik harfi tercemeye tercih edilmiştir. 

 

Kur’an’ın Tercemesi yapılabilir mi?: Bu hususta alimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Fakat hepsinin ittifak ettikleri nokta Kur’an’ın harfi tercemesinin yapılamıyacağıdır. Buna karşılık tefsiri tercemenin yapılacağına izin verilmiştir. Çünkü bu tün terceme, lafzın mânâsını daha geniş bir sözle mümkün olduğu kadar ifade etmektedir. Üstelik bu terceme aslının da aynı sayılmamaktadır.Yalnız yapılan tercemenin Kur’an’ın yerine geçmeyeceği ve Kur’an’ın değer hükmünü taşımayacağı da bilinmelidir. Kur’ân-ı Kerim’in zengin olan Avrupa lisanlarına yapılan tercümeleri bile, asıl mânâyı ifade etmekten çok âcizdir. [34]

 

Meal

Yaşadığımız ülkede Kur'ân-ı Kerim tercümesi yerine, daha çok "meal" lafzı kullanılmaktadır. Özellikle son zamanlarda yapılan Kur'an tercümelerinin hemen hepsi "meal" diye isimlendirilmişlerdir. Meal kelimesi, "döndü, aslına rucû etti" anlamına gelen âle  fiilinden türemiştir.[35] Meâl; "Evl" kökünden mimli masdardır. Bir şeyin varacağı yer ve gâye mânâsında ism-i mekân da olur.[36] Mânâsı ise, "bir şeyin hülâsası, zübdesi, neticesi", âkıbeti ve dönüp varacağı yer (masîr) demektir. "İşte dayanamadığın işlerin te'vili/içyüzü budur."[37]Bu âyette geçen te'vilin aslının "meal" olduğu ve bu mânâda kullanıldığı da söylenmiştir. [38]

Meal kelimesi lügatte “evl” kökünden mimli mastardır. Bir şeyin varacağı yer ve gâye mânâsına mekân ismi de olur. Bir şeyin koyulaşıp katı hale gelmesine de meal denir. Istilâhta ise, bir sözün mânâsının her yönüyle aynen değil de, biraz noksanıyla ifade edilmesine meal denir. İşte Kur’ân-ı Kerim’in tercemesi için kullanılan meal kelimesi, onu aynen terceme etmeye imkan olmadığını, daha doğrusu yapılan işte bir eksikliğin mevcud olduğunu belirtmek içindir. Arapça bilmeyen müslümanlara, mümkün mertebe Allah’ın kelâmını kendi dilleriyle anlatmak ve müslüman olmayanlar arasında İslâm’ı yaymak için Kur’ân-ı Kerimin tercemesi zaruridir. Salahiyetli veya salahiyetsiz şahısların yaptıkları tercemelerde, fahiş hatalar yapıldığı göz önünde bulundurulacak olursa, müslümanlar tarafından doğruya en yakın bir şekilde, Kur’an’ın bütün dillere tercemesi şartı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunun da selâhiyetli heyetler tarafından yapılması gereklidir. [39]

Buraya kadar serdedilen mâlumattan, Kur'an'ın bütün özellik ve inceliklerini, mânâ ve maksatlarını edâ ederek tercümesinin mümkün olmadığı anlaşılıyor. Bu durumu ileri sürerek Kur'an'ın başka dillere çevrilmesine itiraz edenler olabilir. Nitekim böyle de olmuştur. Ancak, unutmamak gerekir ki, Kur'an sadece Araplara nâzil olmamıştır. Hz. Peygamber evrensel bir mesaj sunmuştur. Onun bu misyonu, Kur'ân-ı Kerim'de "âlemlere rahmet",[40]"tüm insanlara beşîr/müjdeleyici ve nezîr/uyarıcı"[41]olarak gönderilmiş olmak gibi ifâdelerle belirtilmektedir. Tebliğ ettiği Kur'an'ın da bütün beşeriye indirildiğini beyan eden pek çok âyet mevcuttur. [42] Dolayısıyla, Kur'an'daki emir ve yasaklar, kural ve kaideler, hüküm ve hikmetler Araplar kadar, dilleri farklı olan diğer müslümanları da, hatta bütün insanları da ilgilendirmektedir. O halde Kur'an, Arapların dışındaki müslümanların onu anlayıp kavramalarıy, emir ve yasaklarına şuurlu bir şekilde uymaları, kıssa ve hikmetlerinden ibret almaları... diğer insanların da üzerinde düşünüp tedebbür etmeleri, tahkik ve tedkiklerde bulunmaları... için, eksik ve yetersiz de olsa onların dillerine tercüme edilmeli; ancak bunun "meal" olduğu da belirtilmelidir.

Kur'ân-ı Kerim, sadece Türkçe değil; hiçbir dile aynen çevrilemez. Her ne kadar Farsça, Fransızca, İngilizce gibi bazı diller, kelime hazinesi açısından zengin iseler de, yine de Kur'an'ın tüm mânâ ve maksatlarıyla bu dillere tercüme edilmesi mümkün olmamakta, bu açıdan bu diller de yetersiz kalmaktadır. Buna rağmen, hemen hemen tüm bu dillere yapılan çevirilere "Kur'an tercümesi" denmiş, sadece içinde yaşadığımız toplum, Kur'an'a duyduğu sevgi ve saygının bir gereği olarak tercümeye "meal" deme nezâket ve inceliğini göstermiştir. [43]

 

Kur’ân-ı Kerim’in Doğu ve Batı Dillerindeki Tercemeleri

Kur’ân-ı Kerim’in İslam’ın ilk devrinden itibaren başka dillere tercüme edildiğine dair örneklere rastlamaktayız. Kur’ân-ı Kerim hemen hemen bütün Avrupa dillerine terceme edilmiştir. Doğu ve Afrika dillerinin de çoğuna tercüme edilen Kur’an’ın hemen her dilde meali vardır. Osmanlı Türkçesiyle yazılmış ve kelime kelime yapılmış olan tercemelerin, muhtelif kütüphanelerimizdeki sayısının 60’a vardığını biliyoruz. Latin harfleriyle yapılmış meallere gelince, sayıları hayli çoktur ve gittikçe artmaktadır. Günümüzde yayınlanan Türkçe meal sayısının 200’ün üzerinde olduğunu ifade edebiliriz. Türkçe yazılmış veya Türkçeye tercüme edilip yapılanmış tefsir sayısının da 50 civarında olduğunu belirtelim. 

 

Kur’ân’ın Tedrîcî Olarak İnzâl Edilmesi

Kur’an, peyderpey, parça parça indirilmiştir. Kur’an, Hz. Peygamber’in yirmi üç yıllık risaleti süresince âyet âyet, bazen birkaç âyet, bazen de kısa sûreler hâlinde, ama aralarında mutlaka zaman boşlukları bulunarak nâzil olmuştur. Bunun önemli bir yönü bulunmaktadır; zira Kur’an’ın bu şekilde indirilişi, bizlere, onun anlaşılması ve uygulanmasına dair bir yöntem/usul de sunmaktadır.

Kur’an, Hz. Peygamber’e ilk defa Ramazan ayında,[44] mübârek bir gecede,[45] Hira mağarasındayken indirilmeye başlanmıştır. Hz. Peygamber’e inen ilk âyetler Alâk Sûresi’nin ilk âyetleridir.[46] Kur’an’ın bu ilk inişinin -yaklaşık olarak- hicretten önce on üçüncü yılda (ki milâdî Temmuz veya Ağustos 610 tarihine denk gelmektedir), Hz. Peygamber kırk yaşlarında iken gerçekleştiği belirtilir.

Kur’an’ın peyderpey indirilişinde, önemli hikmetler mevcuttur. Kur’an’ın peyderpey indirilişine, bizzat Kur’an’ın kendisi tanıklık etmektedir: “Kâfirler ‘Kur’an ona bir bütün olarak bir kerede indirilseydi ya!’ derler. Oysa Biz onu kalbine iyice yerleştirelim diye indirdik ve böyle belli bir düzen içinde ağır ağır okuduk.” [47]

 “Biz bunu (Kur’an’ı) hakikatle indirdik ve o da sana hak olarak indi. Biz seni yalnızca bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Ve ayrıca onu insanlara yavaş yavaş okuyasın diye bir okuma/kur’an olarak bölüm bölüm ayırdık ve parça parça indirdik”[48]

“Parça parça inene (Kur’an’a) ant olsun!”[49]

“(Kur’an’ın) parçalar hâlinde indirilişini tanıklığa çağırırım. Eğer bilirseniz bu büyük bir yemindir. O gerçekten değerli bir okumadır/kur’andır. Sağlam korunan kelâm içindedir. Ona ancak arındırılmış olanlar dokunur. Âlemlerin Rabbinden indirilmedir!”[50]

Bu âyetler hem Kur’an’ın Hz. Peygamber’in yirmi üç yılı bulan peygamberliği süresince peyderpey (müneccemen) vahyedilmiş olmasındaki tarihî gerçeği, hem de bununla birlikte kendi içinde tutarlı bir bütün olduğunu[51] ve dolayısıyla ancak bir bütün olarak ele alınırsa, yani her bölümü diğer bütün bölümler göz önünde bulundurularak okunursa tam olarak anlaşılabileceğini ifade etmektedir.

 

Kur’an’ın Muhtevâsı ve İşlevi

Bütün peygamberlerin getirdiği din, İslâm/Teslimiyet olduğundandır ki onlara uyanları da Allah “Müslüman/Teslim olan” diye adlandırmıştır: “Ve Allah uğrunda gösterilmesi gereken çabayı gösterin. O sizi seçti ve din konusunda üzerinize bir zorluk yüklemedi. Atanız Ibrâhim’in milletini/inancını izleyenler olarak, elçinin size, sizin de bütün insanlara tanık olmanız için sizi önceden Müslüman/Teslim olanlar diye isimlendirdi. Öyleyse namaz kılın ve zekât verin ve sımsıkı Allah’a bağlanın. Sizin efendiniz odur. O ne yüce Efendi, ne yüce Yardımcıdır.”[52]

Allah’ın, Müslümanlar olarak adlandırdığı kimselerin oluşturduğu topluluğun, çevresinde halkalandığı inanç merkezi (ümmet) de ortaktır: “Gerçek şu ki bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir; çünkü hepinizin Rabbi benim. Öyleyse bana kulluk edin.”[53]; “Muhakkak ki bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir, çünkü hepinizin Rabbi benim. Öyleyse Benden sakının.” [54]

Farklı zamanlarda ve farklı coğrafyalarda yaşamalarına rağmen, kendilerini Allah’a teslim edenlerin, içinde yaşadıkları şartlar gereği getirilen özel durum ve uygulamalar dışında (“Biz her biriniz için bir yol/sistem (şir’a) ve bir hayat tarzı/yöntem (minhac) belirledik. Eğer Allah dileseydi hepinizi bir tek topluluk yapardı, ama size indirdikleri aracılığıyla sizi sınamak için böyle diledi. O hâlde hayırlı işlerde yarışın! Hepinizin dönüşü Allah’adır; o zaman Allah farklı olduğunuz hususları size bildirecektir.”[55] tek Allah inancına dayanan bütün dinler, evrensel bir bütünlüğe ve ortak bir yapıya sahiptir: “O, sizin için dinden Nûh’a emrettiğini ve sana vahyettiğimizi, Ibrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya emrettiğimizi teşrî buyurdu. Dini tastamam yerine getirin ve bu konuda ayrılığa düşmeyin.”[56]

Allah’ın bütün peygamberleri aracılığıyla gönderdiğive adına İslâm dediği bu dinin temel ilkelerini de yine Allah kendisiaçıklamaktadır. Bu ilkeler kurtuluşun temel ve yegâne şartıdır. Bu şartlarpeygamberlere gelen bütün vahiylerin ortak paydasıdır.Bu sebeple Kur’an’ın getirmiş olduğu her türlü mesaj, emir, nehiy ve açıklama,bu şartlar altında ele alınabilir. Işte bütün inananların ortak olaraküzerinde birleştikleri şartları Kur’an bize şöyle açıklar: “Hiç kuşku yok ki (bu ilâhî kelâma) inananlar ile Yahûdi inancının takipçilerinden, Hristiyanlardan ve Sâbiîlerden her kim Allah’a ve âhiret gününe inanır ve (bu inanca) uygun ve doğru işler yaparsa elbette onların, Rableri yanında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur. Ve onlar üzülmeyeceklerdir de.”[57]

 

Kur’an’ın Bölümleri

Âyet: Sözlükte işaret, delil, alâmet anlamlarına gelen âyet kelimesi Kur’an’da mûcize, alâmet, ibret, delil ve benzeri anlamlarda kullanılır. Kâinatta bulunan her şey bir âyettir; zira Allah’ın varlığına ve yüceliğine işaret eder. Kur’an’ın en küçük birimi de âyettir; zira o da Allah’ın mesajını göstermektedir. Bazı sûrelerin başında bulunan müstakil harflerin (hurûf-ı mukattaa) âyet sayılıp sayılmamasından ve iki âyeti birbirinden ayıran durakların tespitindeki değişik yaklaşımlardan dolayı Kur’an âyetlerinin sayısı hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlere göre âyetlerin sayısı, 6204, 6214, 6219 şeklinde farklılık göstermektedir ki, elimizde mevcut olan Kur’ân-ı Kerîm mushafları 6236 âyetten oluşmaktadır. Bir sûrenin içindeki âyetlerin sıralanışı/tertibi Hz. Peygamber’in talimatına dayanmaktadır.

Sûre: Sözlükte yüksek rütbe, mevki, yüksek bina, etrafı surlarla çevrili şehir anlamlarına gelen sûre kelimesi Kur’an’ın, en az üç âyetten oluşan, farklı uzunluklara sahip her bir özel bölümüne verilen addır. Kur’an’da 114 sûre bulunmaktadır. En uzun sûre 286 âyetli Bakara, en kısası ise 3 âyetli Kevser’dir. Mushaflarda ilk sûre Fâtiha, son sûre de Nâs’dır. Sûrelerin isimleri tevkıfî (Hz. Peygamberin emri ve işaretine bağlı) olmadığından bazen bir sûrenin birden fazla ismi bulunmaktadır.

Cüz: Altı yüz sayfalık Kur’an mushafının yirmi sayfalık her bir bölümüne denir. Kelime anlamı parça, bir bütünü oluşturan bölüm demektir. Kur’an otuz cüze bölünmüştür.

Aşr veya Rukû‘: Her bir sûrenin içinde bir pasaj tarzında konu bütünlüğüne sahip olan ve âyet sonundaki duraklarda “ayn” harfiyle gösterilen kısa bölümlerin adıdır. Yaklaşık onar âyetten oluşurlar.

 

Kur’an İlimlerine Dair Kimi Kavram ve Terimler

Kur’an’ın inişinden itibaren, ona inananlar bu İlâhî kelâmı anlamaya ve hayatlarındacanlı kılmaya çabalamışlardır. Ancak Kur’an’ın inişinin üzerinden zamangeçtikçe Kur’an’ın indiği dönemde yaşayan insanların karşılaşmadığı kimianlama sorunları ortaya çıkmaya başlamıştır. Her kuşak kendinden öncekinesillerin Kur’an’a dair anlayış ve yorumlarını öğrenmiş ve kendinden sonrakilereaktarma ihtiyacı duymuştur. Kur’an’ın indiği dönemde yaşayan insanlar(sahabe) elbette bu inişe tanıklık etmiş; hangi şartlarda hangi âyetlerinindiğini, dolayısıyla âyetlerin delâlet ettiği anlamların neler olduğunu herhangibir sorun yaşamadan anlamışlardır. Zaten Kur’an, onların kullanageldiklerive hiçbir sûrette yabancılık çekmeyecekleri bir dil formunda nâzil olmuştur.Ancak yıllar geçtikçe ve farklı din ve milletlerden insanlar İslâm’a girdikçeİslâm toplumunda çeşitli görüşler ortaya çıkmaya ve bunlar tartışma konusuyapılmaya başlanmıştı. Bu etkiyle insanlar sorunları çözmek üzereKur’an’a başvurmak durumunda kalmış; ancak her düşünce sahibi kendi düşüncesiniKur’an’da bulmaya ya da kendi görüşünü Kur’an’a dayanarak benimsetmeyekalkışmıştı. Bu ve benzeri sebeplerden ötürü sahabeden itibarenher çağda yaşayan ilim adamları Kur’an’la ilgili çalışma ve araştırmalar yapmayave bu çalışmalarını belirli bir yönteme göre ortaya koymaya çaba göstermişlerdir.Yapılan bu çalışmalara Ulûmu’l-Kur’an/Kur’an Ilimleri denmiş,bu ilimlerde takip edilen yönteme de Usûl-i Tefsir/Tefsir Yöntemi adı verilmiştir.Şimdi Kur’an Ilimlerine dair birtakım kavram ve terimlere değinelim:

 

Sebeb-i Nüzûl: Kur’an âyetlerinin iniş sebebi demek olan bu ifade, Kur’an’ın peyderpey inen parçalarının, belirli bir olgu veya olay üzerine belirli bir maksadı elde etmek üzere indirildiğini işaret etmektedir. Kur’an’ın ahkâm (hukukî hükümler) ve ahlâka ait olan âyetlerinin çoğu, sebeb-i nüzûl adı verilen ortamlarda inmiştir. Kur’an’ın yirmi üç yıllık bir süre zarfında bölük bölük, âyet âyet inmesindeki çeşitli hikmetlerden biri de yeni oluşmaya başlamış bir İslâm toplumunun, gelen vahiyleri özümsemesini kolaylaştırmak ve bu suretle insanları tekâmülî bir tarzda yavaş yavaş, tedricen eğitmek ve biçimlendirmektir. İşte sebeb-i nüzûl, vahyin hangi durumlarda nasıl bir tavır aldığını göstermektedir ki bu da âyetler arasındaki münasebetleri anlamamızı kolaylaştırıcı bir etkiye sahiptir.

Âyetlerin inişiyle ilgili olarak bahsedeceğimiz iki kavram daha bulunmaktadır:

  1. Mekkî âyetler: Hicretten önce inen ve genellikle iman ve ahlâkla alâkalı olan âyetlerdir.
  2. Medenî âyetler: Hicretten sonra inen ve genellikle ibâdet, hukuk ve diğer semavî din mensuplarıyla münasebet gibi konuları ele alan âyetlerdir.

Bu ayrımın bilinmesi hangi hükümlerin hangi olgu ve şartlara göre nâzil olduğunu öğrenmeyi sağlar ki bu da Kur’an metnini daha iyi anlamamıza yardımcı olur.

 

Muhkem ve Müteşâbih: Âl-i Imrân Sûresi’nin yedinci âyetinde Kur’an âyetleri iki kısma ayrılmıştır:

  1. Muhkem: Kelime mânâsı sağlamlaştırılmış, berkitilmiş demek olan muhkem, mânâsı ve lâfzı itibarıyla herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde belirgin ve belli olan anlamına gelir.
  2. Müteşâbih: Sözlükte birbirine benzeyen, benzeşen anlamına gelir. Müteşâbih âyet ise ya lâfız ya da mana yönünden başkasına benzemesi sebebiyle anlaşılmasında kapalılık bulunan, bu sebeple ilk anlaşılan mânâsı kastedilmeyen âyetler demektir.

Bu durumda muhkem, lâfzın zahirî anlamı itibarıyla yoruma ihtiyaç duymazken müteşâbih, ilk bakışta anlamı kapalı geldiği/göründüğü için ancak muhkeme başvurarak anlaşılabilir. Müteşâbih âyetleri, genellikle, gayb âlemiyle ilgili olan durum ve olguların sembolik ve benzetme yoluyla anlatımı şeklinde ifadelendirmek daha uygun bir anlayış olacaktır. Allah’ın sıfatları ile âhiretteki mükâfat ve azap durumlarını anlatan âyetler müteşâbih grubuna girer. Örneğin, bize cennet ve cehennemden bahseden âyetler, tamamıyla bizim bildiğimiz ve idrâk dünyamıza dâhil olan olgu ve olaylardan yola çıkarak yapılan tasvir ve anlatımları içermektedir. [58]

 

Hurûf-ı Mukattaa: Kelime anlamı bölünmüş, ayrık harfler demek olan hurûf-ı mukattaa, Kur’an’ın yirmi dokuz sûresinin başında bulunan ve elifbâ (alfabe) harflerinin tek olarak kullanılmasıyla ya da ikili, üçlü, dörtlü veya beşli bir kompozisyon çerçevesinde bir araya gelmesiyle oluşan; harflerin sesleriyle değil, kendi adlarıyla “Nûn”, “Yâ. Sîn”, “Elif. Lâm. Mîm”, “Tâ. Sîn. Mîm.”, “Elif. Lâm. Mîm. Râ.”, “Kâf. Hâ. Yâ. Ayn. Sâd.” şeklinde okunan harf-sembollerdir. Bu harfler hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu tür bir kullanımın o dönemki Arap şiir/söz söyleme geleneğinde mevcut olduğu, hatibin/şairin muhatabın dikkatini söze/şiire çekmek gayesiyle eserine alfabenin bir veya birkaç harfiyle başladığı bize kadar ulaşan bilgiler arasındadır. Dolayısıyla Arap diliyle inen bir kitabın diğer durumlarda olduğu gibi burada da Arap edebiyat kültüründen faydalanması kadar tabiî bir şey düşünülemez. Ayrıca şunu da hemen belirtelim ki hurûf-ı mukattaa hakkında ileri sürülen her türlü düşünce ve yorum nihayetinde birer içtihattır. Bu harflerin aslını ve esasını Allah bilir.

 

Kur’an Konuları

 

Kur'an'ın dış yapısıyla ilgili bu bilgileri verdikten sonra iç yapısına, konularına geçebiliriz. Kur'an, ülûhiyet ve ubûdiyet konularını içerir. Rabbimiz ve sıfatları, yaratıklar, özellikle de insan ve onun Rabbiyle ve diğer yaratıklarla ilişkileri Kur'an'ın ana konusudur. Kur'an, Rabbimizin bize mesajları olduğu için, konuları da kul ile Rab arasındaki ilişkiler bağlamında, kulun varlık âlemindeki konumu, kendisini yaratan Rabbin özellikleri, insanın ilişki içerisinde olduğu ve olabileceği her şeyi içermektedir. Kısaca maddeler halinde sıralayacak olursak:          

  •  Allah Teâlâ,
  • İnsanlar,
  • Tabiat ve evren,
  • Rasuller, Nebîler ve iyi kulların örnekliği,
  • Toplum ve tarih,
  • Göremediğimiz, fakat etkilendiğimiz varlıklar (melek, cin),
  • Kötülük örnekleri, isyancı kullar (şeytan, Fir'avun, Karun, Ebu Leheb, kâfirler, müşrikler, zâlimler, fâsıklar, münâfıklar...),
  • Helâklar, kıyâmet, âhiret, cennet, cehennem,
  • Allah'ın gönderdiği kitaplar ve konuları,
  • İnsandan yapması istenen emirler, tavsiyeler; yapmaması istenen yasaklar, uyarılar ve sakındırmalar,
  • Dünya, evren ve hayatla ilgili hükümler.

 

Kur’an’da Kur’an

Kur'an, kendisini bir kılavuz, rehber olarak tanıtıyor. Kur'an, insanlara hayatları boyunca takip etmeleri gereken esasları, yasaları gösteren ve onları teşvik eden bir kitaptır. Kur'an, akleden insanlar için bir öğüt ve hatırlatmadır. Kur'an'ı, kendi dilinden tanımaya çalışalım:

"Elif Lâm Râ; Bunlar, gerçeği açıklayan Kitab’ın âyetleridir. Biz, onu anlayasınız diye Arapça bir Kur'an olarak indirdik. Biz, bu Kur'an'ı sana vahyederek en güzel kıssaları anlatıyoruz. Oysa, daha önce sen bunlardan habersizdin."[59]

"Bu, Allah'ın izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa, güçlü ve hamde lâyık olan, göklerde ve yerde olanların sahibi Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz kitaptır." [60]

"Kur'an, âlemler için bir öğüt ve hatırlatmadan başka bir şey değildir."[61]

"Bu Kitap, hiç şüphesiz müttakîler için rehberdir."[62]

"Bu Kur'an, onunla uyarılsınlar, tek bir İlâh bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir."[63]

"De ki, Kur'an'ı Ruhul Kudüs (Cebrâil) Rabbinin katından mü'minlerin imanlarını pekiştirmek, müslümanlara doğruluk rehberi ve müjde olmak üzere hak olarak indirmiştir." [64]

"Bu Kur'an, insanlara bir açıklama, müttakîlere yol gösterme ve bir öğüttür."[65]

 "Doğrusu size Allah'tan bir nûr/ışık ve apaçık bir Kitap gelmiştir. Allah, rızâsını gözetenleri onunla selâmet yollarına eriştirir ve onları, izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları doğru yola iletir."[66]

"O halde Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Allah'ın sana indirdiği Kur'an'ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın. Onların heveslerine uyma. Eğer yüzçevirirlerse bil ki, Allah, bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktırlar."[67]

"Biz sana onu böyle Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda tehditleri türlü biçimlerde açıkladık. Belki sakınırlar veya onlara bir öğüt olur."[68]

 "Andolsun, bu Kur'an'da insanlara her çeşit misali türlü şekillerde açıkladık. Ama insanların çoğu inkâr ederek yüzçevirirler."[69]

"Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna hak ile bâtılın arasını ayıran ölçüyü indiren ne yücedir!"[70]

"De ki, bu, mü'minlere doğruluk rehberi ve şifâdır."[71]

"Kur'an'ı insanlara ağır ağır okuman için bölüm bölüm indirdik." [72]

"Rabbinizden size indirilen Kitaba uyun; ondan başka velîler edinerek onlara uymayın. Pek az öğüt dinliyorsunuz." [73]

"O gün zâlim kişi ellerini ısırıp 'keşke Peygamber'le beraber bir yol tutsaydım, vay başıma gelene, keşke falancayı dost edinmeseydim, and olsun ki beni, bana gelen Kur'an'dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor.'  der. Peygamber: 'Ey Rabbim, doğrusu kavmim/toplumum bu Kur'an'ı terk etmişti.' der."[74]

"Benim Kitabımdan yüzçeviren bilsin ki, onun dar bir geçimi olur ve kıyâmet günü de onu kör olarak haşrederiz. O zaman,  'Rabbim, beni niye kör olarak haşrettin? Oysa ben gören bir kimseydim'  der. Allah: 'İşte böyle, âyetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun (önemsememiştin, arkana atmıştın) bugün de öylece unutulursun'  der."[75]

"Gerçekten, indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu Kitapta insanlara açıkladıktan sonra, onu gizleyen kimselere hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edenler lânet ederler. Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler hâriç. Onların tevbesini kabul ederim." [76]

"Gerçekten, Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi gizlemede bulunup da onu az bir değere değişenler var ya, onların karınlarına tıkındıkları ancak ateştir. Allah, kıyâmet günü onlarla konuşmaz ve onları günahlarından arındırmaz. Onlara elem verici bir azap vardır."[77]

"Kur'an'ı işlerine geldiği gibi bölenlere de azabı indirmişizdir. Onlar Kur'an'ı bölüp ayıranlardır. Rabbine and olsun ki mutlaka yaptıklarının hesabını hepsine soracağız. Sana emrolunanı açıkça söyle ve müşriklerden yüzçevir!" [78]

"Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyâmet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir."[79]

"Onlar Kur'an'ı düşünmezler mi, yoksa kalpleri mi kilitli?"[80]

 

Kur’an’ı Kim Göndermiştir?

Şu âyetlere dikkatle göz atalım: "Bu Kur'an, Allah'ındır. O'ndan başkasına nispet edilemez. Ancak o daha önceki inen Kitapları tasdik edici ve hükümleri açıklayıcı, âlemlerin Rabbinden indirilmiştir. Bunda hiç şüphe yoktur."[81]

"Onlar hâlâ Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu ve mânâsını düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı muhakkak ki içinde birbirini tutmayan çok söz ve ifâdeler bulurlardı."[82]

"Bu Kur'an, sana, hükmünde hikmet sahibi olup her şeyi bilen Allah katından veriliyor."[83]

"Bu Kur'an, Rahman, Rahim tarafından indirilmedir."[84]

“O, bir şâir sözü değildir, bir kâhin sözü de değildir. Siz pek az düşünüyorsunuz. O âlemlerin Rabbinden indirilmedir."[85]

"Eğer o peygamber bazı sözler uydurup bize isnat etmeye kalkışsaydı, biz onu kuvvetle yakalar ve ondan intikam alırdık. Sonra da onun kalp damarlarını keserdik. O vakit, sizden hiç biriniz ona siper de olamazdınız."[86]

"Kur'an'ı şeytanlar getirmedi; Kur'an'ı indirmek onlara uygun düşmez; hem de buna güçleri yetmez."[87]

Bu Kitab'ın Allah'tan geldiğinde şüphesi olanlara lâ raybe fih ifâdesini teyid için yukarıdaki âyetlerle tafsilatlı açıklamalar yapılmaktadır. Kur'an'ın Allah kelâmı olmadığı, olamayacağı yolundaki itirazlar şu noktalarda toplanıyordu: Onun bir şair sözü olabileceği, Onun bir kâhin sözü olabileceği, Onun bir şeytan ilhamı ve vesvesesi olabileceği, Peygamberin uydurması olduğu. Yukarıdaki âyetlerde bu iddialara bir bir cevap verilerek reddedilir. Ve doğru olan ortaya konur. İnanan inanır; inanmayan inanmaz. "Bu Kur'an, bir Peygamberin (Allah'tan) getirdiği sözdür." [88]

Rasûlullah (s.a.s.) bir toplum içinde yaşıyordu. Onlardan biriydi. Ancak ona vahy olunuyordu. O da aldığı vahyi açıklıyor, insanları buna çağırıyordu. Ona iman edenler, karşı çıkanlar oluyordu. Rasûl (s.a.s.) bu şekilde toplum içinde 23 yıl yaşadı. Bunun 13 yılını Mekke'de; 10 yılını Medine'de geçirdi. Kur'an bu süre içerisinde peyderpey nâzil oldu. Onun ölümü ile birlikte Bu Kitap tamamlanmış oldu.

Kur'an'daki âyetlerin olaylarla iç içe nâzil olduğunu bilmemiz bize Kitabın indiği toplum ve çevreden bağımsız anlaşılmayacağı gerçeğini öğretir. Zira o bir toplum hareketine öncülük etmiş, yönlendirmiş Kitaptır. Onu masa başı kitabı olarak ele almak yanlış sonuçlara götürür.

İlâhî vahy insana ve içinde yaşadığı topluma hitap etmektedir. Onu anlayacak, hayata geçirecek, toplum düzeni olarak bir sisteme dönüştürecek insandır. Bu Kitap'ta insanın düşünce, duygu, irâde ve ünsiyet gibi yeteneklerini harekete geçirici âyetler vardır. Bu yeteneklerini kullanan insan, toplum içinde diğer insanları da etkileyecek, Şeytanın ilhamına kulak verenlerle Allah'tan gelen vahy ile mücâdele edecek; canını, malını bu yolda feda edecektir. Böylelikle İlâhî vahye olan bağlılığını ve imanını ispat etmiş olacaktır. Mücâdele, Allah'ın sözünün Şeytanın sözüne galebe çaldığı, İlâhî vahyin toplumda "ekber" hale geldiği âna kadar devam edecek, sonra dünyadaki tüm toplumlarda da bu İlâhî hedef gerçekleşinceye kadar sürecektir. İşte Allah'ın kitabı Kur'an, bütün bunları yapacak insana-topluma hitap etmektedir. İnsan bu mücâdele içinde yetişecek, olgunlaşacak, kemal noktasına ulaşacaktır.

 

Kur’an Niçin Gönderilmiştir?

"Elif, Lâm, Râ. Bu Kur'an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle zulumâttan nura, her şeye galip ve hamde layık olan Allah'ın yoluna çıkarmak için onu sana indirdik."[89]

"O (Kur'an) sizi zulumâttan nura çıkarmak için apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber'e) indirilmiştir."[90]

"O bir peygamber gönderdi; Allah'ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki iman edip sâlih amel işleyerek zulumâttan nura çıkasınız."[91]

 Bu Kitab'ın niçin gönderildiğini açıklayan birçok âyetten bazıları bunlar. Buna göre Kitabın inzal amacının şu esaslar üzerine kurulduğu söylenebilir:

 Âyetlere göre şeytanın egemenliği altına giren herhangi bir durum zulumât (karanlıklar) olarak vasıflandırılmaktadır.

 Rasuller bu zulumâttan nura çıkışı gerçekleştirmek (dönüşüm-değişim) için seçilmişlerdir. Kitap ve âyetler bu ihrac (çıkış)ın sağlanması için gönderilmişlerdir.

 Bu çıkış, Allah'ın izniyle Kur'an ve sâlih amelle, yani çaba ile gerçekleşecektir. "Zulumâttan nura çıkarmak için" ifâdesi  bu Kitabın niçin gönderildiğini en veciz bir şekilde açıklamaktadır. Kur'an'a göre, aslolan toplumun karanlıklardan aydınlığa çıkmasıdır. Faziletli toplumun inşa edilmesidir. Bu arada fertler de bu mücâdele esnasında yetişip ahlâkî faziletlerle donanacaklardır.[92]

Zulumât, karanlıklar demektir. Zulüm kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Dolayısıyla Nur kaynağından gelen aydınlığı kendine veya başkalarına engelleyip karanlıkları tercih, bir zulümdür aynı zamanda. O yüzden "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir."[93]Nur, tek olduğu halde; karanlıklar, yanlışların sayısı kadar çoktur. Allah, yeryüzünü maddî ışık kaynağı güneşten mahrum yaratmadığı, bir an olsun mahlukatını ışıksız bırakmadığı gibi; gönlümüzü ve yolumuzu aydınlatan nur'dan da bizi mahrum bırakmamış, elçi ve Kitap göndermiştir. Karanlık, fıtrî değil; ârızîdir. Karanlıklar, ışık kaynağıyla irtibatın kesilmesi olduğundan zâlim insanın nur düşmanlığının neticesi oluşturduğu zindanlardır. Zindan; ışıktan, nurdan uzak yaşansın diye insanın kendi eliyle ördüğü duvarlardır.  Âhiretteki cezanın sebebi, dünya hayatını kendine ve başkalarına zindan etmektir. İnsan, asr-ı saadetteki insanı mutlu eden kuralları değil de; zindanı, zindanları tercih ediyorsa, kendisi bilir. Ama, başkalarına zindan hayatı yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur. Saâdet asrı insanının saâdetine benzer bir mutluluğu, burada başlayıp orada bitmeyen mutluluğu, insana çok gören tâğutlar tarafından binâ edilmiştir zindanlar. "Allah, mü'minlerin dostudur, onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. İnkâr eden kâfirlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlığa götürür." [94] Zâlim insan, ışığa karşı gözlerini kapatmış, karanlıklar içinde yaşamayı tercih etmiş, Allah'ın "gözleri vardır, onlarla (görülmesi gerekeni) görmezler"[95] dediği körlüğü seçmiş, kendine de yazık (zulüm) etmiş insandır. Zâlimlerin en büyükleri olan tâğutlar ise, gören göze düşman olan, başkalarını da körlüğe zorlayan ışık (nur) düşmanı vahşilerdir.

Karanlıklar, korkuyu meydana çıkarır. Bu korku, yanlış bir korkudur. Allah korkusu, yani takvâ değil; vehimlerden oluşan korkudur; fobidir, aç kalmaktan, insanlardan... kısacası korkulmaması gerekenlerden korkmaktır. Karanlıklar, şeytanların faaliyetleri için uygun bir ortam oluşturur. Karanlıklar, insanın önünü ve ilerisini (istikbalini) görmesine engeldir. Yolda ne gibi tehlikelerin olduğunu görüp bilemez karanlıkların insanı. Işığın yardımını reddettiğinden, nurla, göz nuruyla görerek işini yapamaz; yapıp ettiklerini ancak el yordamıyla yapar, körebe gibi tuttuğunu yakalar. Fili de tuttuğu yeriyle tanır ve tanıtır.  

Aydın insan, münevver insan, câhiliyye karanlıklarını reddedip, bir adı da "Nur" olan Allah'ın Kitabıyla nurlanıp başkalarını aydınlatmaya çalışan insandır. Kur'an'la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların kapkara adamıdır. Kur'an'sız hayat, karanlıkların nuru boğduğu vahşi bir hayattır, zindan hayatıdır, körlerin hayatıdır. "Kim Benim zikrimden (Kur(an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz. O: 'Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!' der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Âhiret azâbı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir."[96]

Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa "Kitapsız!" denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul eder ama, yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur câhiliyye toplumu. Devlet, Kitapsız devlettir. Öldükten sonra "Kitabın ne?" diye sorulunca, kitapsız şekilde yaşayan günün insanı ne cevap verir dersiniz? "O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şâhitlik eder."[97] “Kitabın ne?” sorusuna o gün ellerimiz "falan gazete", "filânın nutku", "falan anayasası", ya da "şu kanal", "bu televizyon"... diyebilir. Yani, Kitabımız diye iddia ettiğimiz Allah'ın Kitabı yerine, bize yön veren, bizim O Kitap'tan fazla okuyup baktığımız, etkilendiğimiz, uyduğumuz ne ise vücudumuz yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir. "Kitabım Kur'an" sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz.        

 

Kur’an Neyi Anlatmaktadır?

Tüm peygamberler ve Allah'tan getirdikleri kitapların anafikri insanoğlunu ulûhiyet ve ubûdiyet konusunda aydınlatmaktır. Hz. Adem ve Havva'nın yeryüzüne indirilişinden bu yana binlerce sene geçmiş ve insan nüfusu altı milyara ulaşmıştır. Bu rakam şu anda diri olanların sayısıdır. Geçmişte yaşayıp ölenler de eklenince milyarları bulmaktadır. Allah, yeryüzünü hiçbir zaman rehbersiz ve kılavuzsuz bırakmamış, daima elçilerle kitaplar göndererek insanlara yol göstermiştir. Kitaplar bu rehberliğin yazılı metinleridir. Allah'ın insanlara çağrısı ve onlar için gösterdiği hayat tarzı kitaplara kaydedilerek insanoğlunun elinde vesika olarak bulunması sağlanmıştır. Ancak bu rehberlik en son "Bu Kitap" ile sona ermiştir. Bir daha Nebî seçilmeyecek, yazılı metinlerden oluşan Kitap gönderilmeyecektir. Artık insanlık son Rasûl’ün (s.a.s.) getirdiği Kitapla yükümlü olacaklardır.

Kur'an, Hz. İsa'dan 610 yıl sonra yeni ve son bir Rasûl (s.a.s.) ile başlayan zulumâttan nura çıkış hareketinin kılavuz kitabıdır. 23 yıl süren bir devrim hareketinin yol gösterici metinlerinin (âyetlerinin) bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Bu açıdan Kur'an 23 yıllık bir toplumsal değişme mücâdelesi içinde anlaşılabilir. Âyetlerin inmesiyle beraber Rasûlullah harekete geçmiş, içinde yaşadığı toplumu bu âyetlerle değiştirmek için gece gündüz çalışmıştır. Nihâyet çağrısı kendi doğup büyüdüğü Mekke'de değil; Medine'de yankı bulmuştur. Orada toplumun lideri olarak Peygamberliğine devam etmiş, 10 yıl içinde insanlık için örnek bir toplum modeli kurulmuştur. Bu esnada yüzlerce âyet nâzil olmuş, ilk günden son güne kadar harekete sürekli Kur'an rehberlik etmiş, Rasûlullah da uygulamış, âyetlerin pratiğe geçirilmesinde Kur'an'ın mücessem bir ifâdesi olmuştur. 

Kur'an, Peygamberimiz'e verilen tek mûcizedir. Diğer peygamberlere verilen mûcizeler, belirli bir zamanda ve belirli bir yerde yaşayan sınırlı sayıdaki insanın şâhid olduğu olağanüstülükler olduğu halde; Kur'an, her coğrafyada, Peygamberden sonra her tarih diliminde yaşayanlar için apaçık görülen bir mûcizedir. Edebiyat yönüyle mûcizedir, benzerinin yazılamayacağı için mûcizedir, problemlere çözüm getirip ölümcül hastalıklara şifa olduğu için mûcizedir, evrensel hakikatleri ihtiva etmesi yönüyle mûcizedir. Değiştirilmesi gerekmeyen, eskimeyen ve en âdil kanunları içermesi yönüyle mûcizedir.

Tarih, coğrafya, cinsiyet, maddî farklılıklara rağmen tüm insanları her yönüyle kuşatması, her topluma ve her bireye çıkış yolları göstermesi yönüyle mûcizedir. Okunmasıyla, kolay öğrenilmesiyle, okunuşunda ruhları arındıran, dinlendiren âhengi, musikisi ile, ruhları huzura kavuşturan, gönülleri titreten nağmeleriyle mûcizedir. En çok okunan kitap olması, en çok ve en kolay ezberlenen kitap olması yönüyle mûcizedir. Anlamlarının derinliğiyle mûcizedir. En doğru, en güzel kelâm olması, bıktırmaması, okundukça güzelliğinin artması yönüyle mûcizedir. Bitmeyen hazineleriyle, gaybdan verdiği haberlerle mûcizedir...   

Bütün mûcizelerinin yanında Kur'an, tarihin akışını değiştirmiş, en köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan bir ağaçtır. Kendisine yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam bir sofradır. Göklere doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah'ın uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şâhid olduğu en büyük devrim, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılabdır. Kur'an, kişileri kısa zamanda,  tepeden tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nuruyla ihya etmiş, diriltmiş, değiştirmiş, dönüştürmüştür.

Fert planında sözgelimi, Ebu Cehil'in samimi arkadaşı, eli silahlı katil adayı Ömer, Peygamber'i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği Kur'an onu bir anda değiştirivermiştir. Kızını toprağa diri diri gömen Ömer, Kur'an sayesinde insanları ihya eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet ve adâlet timsali Hz. Ömer oluvermiş. Fert planında tek tek yaşanan bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur'an, toplumu da, düzeni de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine saldıran, o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılap sayesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada at koşturan, en büyük devlet ve medeniyet olmuşlar.

 

Gerçek Anlamda Çağ Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur’an’dır

Kur'an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, câhiliyyenin çağ anlayışı da câhilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak değerlendirir. İslâm'ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü'l-azm denilen büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını yeniden oluşturan inkılabın köşe taşıdır. Mûsâ (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılab, Kur'an'ın yaptığı inkılab; en büyük inkılabçı da Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. Kur'an'la câhiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur'an'la birlikte Kur'an'ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saadet; inkılabçı insanın adı da müslüman'dır artık. Diğer devrimler, adına inkılab denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye başlanmıştır. Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin adına devrim; kaçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman dilimlerinin adı çağ olamaz.         

İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı câhiliyye çağının karanlıklarında yaşıyor. Kur'an'da "câhiliyye" kelimesi dört yerde geçer. Bu dört âyet, câhiliyyenin dört özelliğini belirtir. Câhiliyye, İslâm'a zıt, putçu bir inanç sistemidir.[98] Câhiliyye bir hayat felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir.[99] Câhiliyye ahlâksızlık, hayâsızlıktır.[100] Ve câhiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir: "Yoksa onlar, câhiliyye hükmünü, idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü Allah'tan daha güzel kim var?"[101] Câhiliyyenin temel vasıflarından kölelik hâlâ hükmünü sürdürmektedir. İnsanlar bugünkü modern câhiliyyede şeytanın, nefislerinin, heva ve heveslerinin kölesi durumunda yaşarlarken; bir yandan da kullara kulluk-kölelik yapmaktalar. Yabancı emperyalistler ve yerli sömürücüler modern köleliği devam ettiriyorlar. Eski câhiliyye devrinde bazı insanlar kızlarını diri diri toprağa gömüyorlar, kızlarının dünya hayatlarını yok ediyorlardı. Günümüzdeki modern câhiliyyede kız-erkek bütün çocuklar, öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor. Çocukların fıtratları bozulduğu ve mü'mince yaşatılmadığı için âhiretleri, ebedî hayatları mahvediliyor (Tabii, kürtaj,  intihar, uyuşturucu gibi şeyleri saymaya gerek görmüyorum). Kısaca, Kur'an gelip câhiliyyeyi değiştirmeden neler varsa, modern biçimde bugün de, buralarda da arz-ı endam etmektedir. 

 Peki, Kur'an, aynı Kur'an olduğuna göre, bugünkü câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur'an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur'an, niye artık inkılab yapamıyor? Kur'an değişmemiştir ama, Kur'an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur'an anlayışı, Kur'an'a bakış, Kur'an'a yaklaşım değişmiştir. Kur'an, aynı Kur'an'dır ama, Kur'an'a yönelmesi gereken insan, Kur'an'a sahabe gibi yönelmiyor. Çeşme, bindört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları farkeden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.           

Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya  prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez.  "Kur'an şifadır."[102] Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşamıza. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor. 

 

Huzurun Kaynağı Kur’an

Kur’an anlamamız için kolaylaştırılmıştır. Bunu bize haber veren bizzat Allah’tır.[103]   Anlaşılması için kolaylaştırılan Kur’an, hayata aktarıldığı ve canlı kılındığı durumda insana mutluluk ve huzur verir; sıkıntı ve darlık değil: “Kur’an’ı sana, bedbaht olasın diye indirmedik. Yalnızca saygısı olana, yeri ve yüce gökleri yaratan Allah katından bir öğüt, bir uyarıcı olsun diye indirdik.” [104]

 

Kur’an’ı Nasıl Okumalı, Ona Nasıl Yönelmeliyiz?

Kur’an’ı okumaktan bahsederken burada onu Arapçasından ezbere veya yüzüne okumayı kastetmiyoruz. Elbette yerine getirene bu tarz bir okuyuşun faydası vardır. Ancak bizim burada üzerinde durduğumuz husus, Kur’an’ın anlaşılması olduğundan dolayı Arapça bilmeyen ya da Arapça bilgisi Kur’an’ı orijinal metinden okuyup anlayacak bir düzeyde olmayan kişinin bu okuyuşu bizim konumuz dışında kalmaktadır. “Kur’an’ı okumak” ifadesiyle onun mushaftan, yani Arapçasından anlamaksızın yüzünden veya ezbere okunmasını değil, anlamının okunmasını kastettiğimizin altını çizmek istiyoruz.

Kur’an, anlaşılmak için okunur. Zira Allah’ın, Rasûlullah’a Kur’an’ı indirmesinin amacı onu insanlara duyurması ve iletmesidir.[105] İnsanlar da kendilerine duyurulan ve iletilen bu mesajı anlamakla yükümlüdürler.[106] Zira hayatlarını Allah’ın istediği istikamette düzenlemekle sorumlu tutulan insanlar bunu ancak kendilerinden isteneni anladıkları zaman yerine getirebilirler. Bu yüzden Kur’an okumak farzdır: “Bir de Kur’an’ı okumakla emrolundum.”[107]

Kur'an okuyor veya dinliyor olmamız, tek başına, bizi aldatmasın. O İlahi Kelâm'ı okurken, dinlerken, üzerinde düşünürken, sahih bir niyet taşıma gereği de unutulmasın. Bilelim ki Kur'an'a gerçekten muhatap olmamız, doğru bir niyetle, samimiyet ve ihlasla ona yönelme şartına bağlanmış bulunuyor.

Bizatihi Kur'an'ın tarifiyle, âlemlerin Rabbinden gelen;[108]insanları hidâyete erdiren ve hakkı bâtıldan ayıran;[109] sonsuz hikmetler yüklü;[110] sonsuz derecede kerim[111] bir ezelî Kelâm'dır Kur'an. "Onun ahlâkı Kur'an'dı"[112]diye tarif edilen Ümmî Nebî (s.a.s.) kendi hayatıyla, Kur'an'ın bu sıfatlara hakkıyla mazhar olduğunun en birinci delilidir. Keza, ondan aldıkları hidâyet dersiyle bütün insanlık tarihine manidar ubûdiyet örnekleri sunan sahabiler de. Ve her biri ondan aldığı hakikat nuruyla kemale eren milyonlarca asfiya ve sâlih kullar ile, hayatları onunla nurlanan yüz milyonlarca mü'min de onun tüm bu  özellikleri hakkıyla taşıdığının şâhidi ve delilidir.

Fakat, bizatihi Kur'an, muhatabı olan bizleri, kendisine sahih bir niyet ve sağlam bir itikad ile, samimiyet ve ihlas içinde muhatap olma konusunda uyarır. Meselâ Âl-i İmran sûresinin yedinci âyetinde, kalbinde 'kaypaklık'  taşıdığı halde  'saptırma ve fitne için'  onu okuyanların varlığına dikkat çeker. Bir sonraki âyette ise, hidâyet bulduktan sonra kalbimizi eğriltmenin mümkün olduğunu bildiren bir duâyla yüz yüze geliriz. Böylesi dehşetli bir tehlikeye karşı insan, acziyet ve tevazu içinde Rabbine sığınma durumundadır: "Ey Rabbimiz! Bize doğru yolu gösterdikten sonra kalbimizi kaydırma, bize katından bir rahmet ver. Gerçekten her şeyi veren Sen'sin."[113] Tüm bu hususlar şunu açıkça gösterir:

Kur'an, gerçekten âlemlerin Rabbi namına bir İlâhî hitaptır. Bütün kâinatın Sahibi, bütün mahlûkatın Hâlikı namına bir ezelî konuşmadır. Hakîm, Kerîm ve Rahîm bir Rabbin kelâm-ı Ezelîsi olarak sonsuz hikmet, kerem ve rahmet yüklüdür. Furkan'dır ve mu'cizü'l-beyandır. Dolayısıylaonu okumak, okumaların en güzelidir. Onu dinlemek, dinlemelerin en güzelidir. Onunla düşünmek, tefekkürün en güzelidir. Ona göre yaşanan bir hayat, hayatların en güzelidir. Tüm bunlarla birlikte, unutulmaması gereken husus, eşsiz bir hidâyet rehberi olan Kur'an'ın doğru bir niyetle okunmasıdır.

Kur'an'dan öğrendiğimize göre, ona yönelirken dikkat edilecek hususlar şunlardır: İyi niyet, istiaze, Kur'an'a temiz olarak dokunup yaklaşmak, Kur'an'a kulak verip susmak, onu tane tane, özümseyerek okumak.

Kur'an'a yönelirken dikkat edilecek ilk husus, recmedilmiş şeytana karşı, Rabbimize sığınmaktır: "Kur'an okumaya başladığın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın."[114] İlk iş budur. Neden? Çünkü Kur'an'ın defaatle ders verdiği üzere, şeytanı şeytan kılan şudur: O, kendince bir  'üstünlük'  vehmi üreterek Allah'ın yarattıklarını iyi-kötü, eksik-mükemmel ayrımına tabi tutmuştur. Bu şekilde, hem kendine bir üstünlük vermiş, hem de Allah'ın kudretine kusur ve noksan yüklemeye kalkışmıştır. Kendince açtığı bu yoldan yürüyerek, nefis ve esbab şirkine zemin hazırlamış; böylece, Rabbine karşı isyan ve inkâr cür'etini bulmuştur. İnsanı nefisperest olmaya sevkeden de, esbabperestliğe meylettiren de odur. Bütün kötülüklerin, bütün bâtıl düşünce ve hayat tarzlarının gerisinde şeytanın bir dahli vardır. Bu bakımdan şeytandan istiaze etmek, tüm kötülüklerden uzaklaşma anlamını taşır.

Kur'an'ı böylesi bir sığınma içinde okumak, onu bütün menfiliklerden Allah'a sığınarak okuma anlamını barındırır. Şahsi bir menfaat için okuma da bu anlama dâhildir; bir dünya menfaati için okumak da. Onu okurken nefsin aldatmalarından uzak durma da bunun içindedir; dünyevî bir ideolojinin gözlüğünü takmak da. Ona şöhret için muhatap olmak da bunun içindedir; kendi aklına güvenip, aklını doğrulama mercii, Kur'an'ı ise aklın kölesi kılmak da. Zaten istiaze'nin bir esprisi, acziyetin kabulüdür. Acziyetini kabul etmeyip sadece kendisine güvenen kimse, başkasına sığınmaz. Dolayısıyla istiaze eder etmez, şeytanın bacağını Allah'ın izniyle kırmış oluruz. Kendisi bir üstünlük vehmiyle Allah'a isyan eden, Kur'an'da belirtildiği üzere kibirlenerek kâfir olan şeytanın ürettiği en büyük tuzak, bizde de böyle bir üstünlük vehmi ve bir kibir hali uyandırmak; nefsimizi okşayarak, enaniyetimizi kamçılamaktır. "Şeytanlar ene'nin gaga ve pençesiyle akılları havaya kaldırıp insanı dalâlet derelerine atıyorlar."  İstiaze sayesinde, bu tehlike,  yolun daha başında bertaraf edilmektedir.

İkinci bir husus, ona  'temiz'  olarak yönelmektir. "Temizlerden başkası ona (Kur'an'a) dokunamaz."[115] Yani  'ancak temiz olanlar ona dokunabilir.'  Bu âyetle emredilen bu temizlik, iki yönlü bir hazırlık niteliğindedir. En basit anlamıyla, bu temizlik şartı, insana sıradan bir kitap ve sıradan bir hitap ile yüzyüze olmadığını hatırlatır. O âna dek iştigal olunan ve muhtemelen nefsânîlik ve dünyevîlik karışmış hallerden arınma tâlimi yapılır. Böylece, kalpler ve akıllar, Rabbin pak, saf, temiz, bozulmamış, münezzeh, mukaddes ve ulvi Kitab'ına lâyıkınca muhatap olmaya hazırlanır. Bu arınma gerçekleşmeden o muhâtabiyetin sağlanması zaten mümkün değildir. Onun nuruna açılmamız, ancak dünyevîlik ve nefsânîliklerden temizlenmemizle mümkün olacaktır.

Âyette geçen 'dokunma'yı bu açıdan da dikkate almak gerekir. Bu ifâde, dünyevî kirlerden, nefsânî vehimlerden âzâde olamayan bir insanın, okusa bile onun hakikatini kavrayamayacağını da ihsas eder. Temiz bir kalple, selim bir fıtratla ona muhatap olmayan, o hakikat okyanusundan maalesef hissesiz kalmaktadır.

Kur'an'a yaklaşım konusunda bir üçüncü husus: "O Kur'an okunduğunda ona kulak verin ve susun ki rahmet edilesiniz."[116] Bu âyette,  'okuma'  ve  'dokunma' nın yanına, iki husus daha eklenir: 'Dinleme' ve 'susma.' Dinlemek, tüm Kur'an'da en çok sözkonusu edilen insanî fiillerden biridir. Anlamanın ilk şartı odur. Kur'an okunurken dinlemeyen biri, onu nasıl anlayabilir ki? Yine dinleme, saygılı olmanın ve ciddiye almanın işaretidir. Kulun edebine yakışan da budur. En küçük bir âmiri konuşurken dahi dinlemeye memur olan insan, bütün âlemlerin Rabbi, bütün yaratıkların yaratıcısının kelâmı karşısında nasıl dinlemez, nasıl susmayıp konuşmayı sürdürür?

Âyette zikredilen  'dinleme'  ve  'susma'  yalnız şu maddî kulağımıza ve dilimize ait değildir. İstenen, aynı zamanda, her vakit şeytanı dinleyen nefsin, hep gelip geçici zevklerin zebunu olan hevâ ve hevesin susmasıdır. Ayrıca, semavî bir hitap karşısında dünyevî fikriyat ve felsefelerin asıl tutulmamasıdır. Hüdâ'nın karşısına dehâ(!) ile çıkmamaktır. Bütün bir felsefe tarihinin ana tavrı olan, vahye sırtını çevirip yalnızca kendi aklıyla hakikatı bulma iddia ve inadında olmamaktır. Bilakis, bizi yaratan, bize bu sûreti, bu sîreti, bu fıtratı, bu aklı ve tüm bu duyguları veren; bizim yüz yüze olduğumuz, her bir mevcudundan gerek gözümüzle, gerek dilimizle, gerek fikrimizle, gerek kalbimizle istifâde ettiğimiz şu kâinatı da yaratan bir Rabbin bir âlet olarak yarattığı aklı o şekilde kullanmaktır. Onu sürücü değil, binek; hâkim değil, hizmetkâr yapmaktır.

Diğer bir husus, tüm bu şartlara azamî derecede riâyet gayretiyle okumaya başladığımız Kur'an'ı, her bir harfine hakkını vererek, tane tane okumaktır. "Kur'an'ı tertil ile, tane tane oku."[117] Her sûresi, her âyeti, her kelimesi ve her harfi böylesine i'cazlı ve îcazlı bir Kitab, ancak ve ancak tane tane okunur. Düşüne düşüne, sindire sindire okunur. Onu hızla okuyup geçmek, dil kıpırdarken aklı, kalbi ve pek çok duyguyu hissesiz bırakmak demektir. "Kur'an'ı tertil ile, tane tane oku" buyrulması; sözkonusu özümsemenin usûlünü de bildirmektedir. Hızlıca okunup geçilen hangi şey özümsenir ki? Tane tane okuma, okunan şeyi özümseme, sindirme, benimseme ve hayatının her anını ona göre yaşama niyetini yansıtır. Nitekim, Kur'an, nûrânî sırlarını, "fıtratımın kemâli sensiz olamaz" diyerek ona ciddiyetle muhatap olanlara açmaktadır.[118]

 

Kendini Kur’an’a Açmak

Kur’an’ı okumaya niyetlenen kişinin ondan faydalanması için öncelikle kendisini Kur’an’a açması gerekir. Bu da ancak kendisine yapılan uyarı ve hatırlatmaya kulak veren için söz konusudur: “Sen ancak uyarıyı/hatırlatmayı izleyeni ve gıyaben Rahmân’dan korkan kişiyi uyarabilirsin.”[119]Bu sebeple, Kur’an okumaya yönelen kimsenin onu okumakla neyi amaçladığını çok iyi belirlemesi gerekir. Kur’an’ı anlamak için okumalıyız; kendi düşünce ya da emellerimizi destekleyeceğini umduğumuz âyetleri bulmak için değil.

"Gerçekten bu Kur'an, insanları en doğru yola iletir. (Bildirdiği) hayırlı amelleri yapan mü'minlere kendileri için pek büyük mükâfatın olduğunu da müjdeler."[120] İnanmak ve kanunlarına göre yaşamak mecburiyetinde olduğumuz Kur'an nedir?

Kur'an; Allah'ın insanlığa son peygamber ve önder olarak gönderdiği Hz. Muhammed'in, Cebrail isimli melek aracılığı ile Yüce Rabbimizden vahiy yoluyla alıp insanlığa sunduğu hayat nizamıdır. Hayatın başlangıcı ve sonucunu açıklayan âyetleri, sunduğu hayat kanunları, felâket ve mutlulukla neticelenen yaşayış şekillerine ait tarihî belgeleri, kâinatla ilgili ilmî mûcizeleri ve Hakk'ı, bâtıllardan ayırıcı düsturları ile Kur'an-ı Kerim bütün akıl sahipleri için hidâyet kaynağıdır.  

Kur'an; kâinat nizamının son bulacağı zamana kadar yaşayacak bütün insanların muhtaç olacakları itikadî, ictimaî, iktisadî, hukukî ve ahlâkî en üstün hayat kanunlarını ihtiva eden bir Hak Kitaptır. Kur'an; bütün insanlığın bilginleri, aydınları, teknokratları, sosyologları, hukukçuları, edebiyatçıları, ahlâkçıları ve devrimcileri ile bir araya gelseler dahi bir benzerini meydana getiremeyecekleri İlahî kanunlar manzumesidir. Kur’an; lafızları ve insanlığı kuşatıcı hayat düsturları ile İlâhî, edebî ve ebedî bir Hak Kitap olduğu içindir ki, zaman aşımı, mekân değişimi onu eskitemez, yürürlükten düşüremez. O, her zaman yeni, her dem taze, her devirde eksiksiz ve mükemmeldir. Bunlara rağmen, yaşadığımız câhiliyye toplumunda Kur'an'ın sunduğu hayat düsturlarına göre yaşanılması, egemen güçlerce engellenmekte, otoritesi yıkılmaya çalışılmakta ve o, nesillerimize bir mâzi ve ölü kitabı şeklinde tanıtılmak istenmektedir.    

Mü'min, Kur'an insanıdır. O'nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur. İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur'an'a karşı mü'minin ilk vazifesi, O'nu sık sık okumaktır. Kur'an'ın ilk emri "oku"  iken O'nu okuyamamanın mâzereti olamaz. Her mü'min, asgari olarak günde beş defa namaz aracılığı ile Kur'an'la doğrudan doğruya bir bağlantı kuracaktır. İslâm'ın iman, ahlâk, iktisat, hukuk vs. düsturlarını teşkil eden Kur'an âyetlerini, Rabbinin huzurunda, Rabbinden indirildiği şekliyle okuyarak ve dinleyerek Allah'a ibâdet edecektir. Kur'an'ı okumak, mü'min için ne derece lüzumlu ise, öğrendiklerini korumak ve unutmamak da o nisbette zarûrîdir. Kur'an'ı okumaktan asıl gaye, onu anlamaktır. İslâm, ana kanunlarını teşkil eden Kur'an'ın anlaşılmasını belirli bir zümrenin tekeline bırakmamıştır. Kur'an, her bir kişi için gönderilmiştir ve Kur'an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından anlaşılacak kadaraçıktır."Andolsun ki Biz, Kur'an'ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır. O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?"[121] Kur'an'ı biraz olsun anlayarak okumuş olmak için, Kur'an'ın orijinal harfleriyle yazılmış metnini ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler takip etmeliyiz. Bir sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve tefsirini okumalıyız. Ayrıca, çeşitli konulardaki Kur'an âyetlerini açıklayan ilmî eserleri de ciddi bir gayretle takip etmeliyiz. Kur'an'ı okumanın, onu anlamak için olacağı gerçeğini kavrayamayan birçok mü'min, Kur'an'ı yıllarca okudukları, defalarca hatmettikleri halde, meal ve tefsirlere rağbet etmedikleri için, Kur'an'ın mânâ zenginliklerinden feyz alamamışlar, ellerindeki Kitab'ı hayatlarına geçirememişlerdir. Biz, bu duruma düşmemeliyiz.

 

Kur’an’ı Yaşamak, Kur’anla Yaşamak

Kur’an okumaktan maksat onu anlamak, onu anlamaktan maksat ise onu yaşamak, pratiğe dökmek, “yap” dediklerini yapmak, “yapma” dediklerinden de kaçınmaktır. Okuyup anladığımız hâlde eğer onu uygulamaz isek Peygamber’in Kur’an’da zikredilen şu sitemine maruz kalanlardan oluruz: “Ve (o gün) Resul şöyle diyecek: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı terk edilecek bir şey olarak gördü.”[122]

Kur'an'ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü'minin Kur'an'a imanı, zaten onu yaşamak içindir. "İşte bu Kur'an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır. Artık Kur'an'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız."[123] Mü'min, Kur'an'ı, musikisinden yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir. "Allah, şu Kur'an'la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır."[124]

Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur'an'dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. "Benim zikrimden (Kur'an'ımdan) yüzçeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır."[125]

Bir ilke, bir kanun fert ve cemiyet hayatında ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır. Yok sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum hayatının akışına yön vermiyorsa onun mevcudiyetinin fiilî bir önemi yoktur. İnanılan ve kabul edilen bu ana kaideyi iman ve amel hayatımıza uygulayarak şu soruları kendimize yöneltebiliriz:

Yüce Allah'ın varlığına, birliğine, yaratıcılığına, bilgisi ve gücü sınırsız, ortağı olmayan bir Rab olduğuna inanmamızın hayatımızdaki rolü nedir? Onun bildirdikleri, emirleri ve yasaklarını ihtivâ ettiğine inandığımız Kur'an-ı Kerim'in kişisel ve sosyal hayatımızdaki etkinliği nedir? Kur'an-ı Kerim vicdanların hâkim düzeni ve pratik hayatın tatbik edilir nizamı olmadan mâziyi, hali, istikbali bilen Allah'ı fiil ve hayatımızda biricik ma'bud; ortaksız ilâh tanımamız mümkün müdür? Elbette ki değildir. Zira Allah'ın haram kıldıklarını helâl kılan, helâl kıldıklarını da haram kılan kişileri ve sosyal kurumları meşrû tanımak, onları ma'bud edinmektir. İlâhî yasaları yürürlükten düşürmek ve bu yasalarla çelişen prensipleri yüceltmek ise Allah'a şirk koşmaktır.

Devrimiz müslümanları, ilâhlar edinip Allah'a ortak koşmayı, sadece putlara tapmak gibi eksik ve kısır bir anlayış içinde kabul eder olmuşlardır. Bu kabulden ötürüdür ki, Allah'ın ferdî, ailevî ve ictimaî hayatı tanzim edecek emir ve yasaklarını içeren Kur'an-ı Kerim, düzenleyicisi olması gereken günlük hayattan çekilmiştir. Dirileri canlılığa ve ebedîlik aşkına erdirmesi gerekirken mezarlık kitabı olmuştur. "Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucu olanı, Allah'a şirk koşmalarıdır. Dikkat edin, ben size onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat Allah'tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklar. (Bu da onlar için Allah'a bir nevi şirk koşmak olacak.)"[126]

Allah'ın yanı sıra ilâhlar tanımak, bağışlanmayacak ve cehennem azabına uğratacak pek büyük bir suç olduğu içindir ki, ilk mü'minler ilâhlar edinme anlamına gelebilecek davranışlardan şiddetle kaçınıyorlardı. Bu sebepledir ki Kur'an'la bildirilen helâllar ve haramlarla çelişen inançları, gelenekleri ve uygulamaları hemen bırakıyorlardı. Kur'an-ı Kerim'in yasalarına uymayı Allah'ı ma'bud tanımanın gereği görüyorlardı. Bu şuurlarından ötürüdür ki Rabbimizin Kur'an'da "Namaz kılınız" emri gelince bütün mü'minler namaz kılmaya başlamıştı. "Zekât veriniz" emri gelince, şartlarını taşıyan mü'minler, vermeyi bir iman zevki ve vicdan neşesi haline getirmişlerdi. "Savaşınız" buyruğu ise bütün mü'minleri iman saflarında savaşmaya hazırlamıştı.

Allah'ı biricik ma'bud; ortaksız İlâh kabul etmeyi, O'nun kitabı Kur'an'ın düsturlarına göre yaşamak mânâsına anlayan ilk mü'minlerin hayatından iki örnek verelim:

Asrımızın câhiliyyeti gibi karanlık bir câhiliyyet hayatı yaşayan miladi 6.-7. asır Araplarında alkollü içkiler her dudağın sevgilisi, her merasimin protokol gereğiydi. Böyle bir cemiyetin insanı olan Ebû Büreyde şöyle nakleder: "Bir gün oturmuş içki içmeye başlamıştık. Ben bir ara kalktım, Peygamber'in huzuruna çıktım, selâm verdim ve orada içkinin haram edildiğini bildiren âyetin indirildiğini öğrendim. Derhal arkadaşlarımın yanına döndüm ve alkollü içkileri içme yasağını bildiren âyetleri "... Artık bu iptilâdan vazgeçersiniz değil mi?" [127]cümlesine kadar okudum. Arkadaşlarım hemen kadehlerindeki içkileri döktüler, küpleri devirdiler ve 'Vazgeçtik ya Rabbi! Vazgeçtik ya Rabbi!'  dediler."[128]

Kur'an'ın bu yasağından sonra Medine yolları günlerce içki aktı. Artık İslâm toplumunun içki diye bir problemi kalmamıştı. Annemiz Hz. Aişe (r.a.) de şöyle anlatıyor:"Allah'a yemin ederim ki ben Allah'ın Kitabına iman ve onu tasdik etme bakımından Ensar kadınlarından daha gayretlisini görmedim. Nur sûresinin 'Baş örtülerini yakalarına vursunlar (başlarını, saçlarını, kulaklarını, gerdanları ve sinelerini sımsıkı örtsünler)'[129]anlamındaki âyeti nâzil olup da erkeklerin her biri evlerine dönerek karısı, kızı, kızkardeşi ve akrabasına Allah'ın indirdiği âyeti okuyunca onların her biri Allah'ın Kitabına iman ve onu doğrulamakiçin örtülerine büründüler. Bu âyetin nüzûlünü takip eden sabah örtülerine bürünmüş olarak Hz. Peygamber'in arkasında namaza durdular. Örtülerine sımsıkı büründükleri için sanki başlarında kargalar varmış gibiydiler."[130]

Kısaca kadın ve erkek, Peygamber devrinin her mü'mini, Kur'an'ın ferdî ve ailevî hayatı tanzim eden her emrini, sosyal, iktisadî ve hukukî münâsebetleri düzenleyen her düsturunu aynı iman ve şuurla derhal tatbik ediyor ve Kur'an'ı yaşanan bir nizam haline getiriyordu. Onlar biliyorlardı ki, Kur'an'ın yüce emir ve yasaklarını tatbik etmemek; şanlı Peygamber'in önderliğinde yaşamamak, imanı anlamsız kılmak, hayatı gayesiz bir mâceraya sürüklemek, âhiret saâdetini putperestliğe feda etmektir. Biz de bugün kişilerin putlaştırıldığı, düzenlerin ilâhlaştırıl-dığı modern câhiliyette yaşıyoruz. Dünya ve âhirette hor ve hakir olmaktan kurtulmak için ashâbın Kur'an'a yaklaştığı gibi yaşamalıyız. Sadece Allah'a kul olabilmek, özgürlüğe kavuşup yükselmek için Kur'an'ı harfiyyen ve aynı heyecanla hayatımıza geçirmeliyiz. "(Siz) O'nun Kitabı Kur'an'a uyun. O'nun emirleri ve yasaklarına aykırı gitmekten de sakının ki merhamet olunasınız (da dünya ve âhirette mutluluğa eresiniz)."[131]

Ne mutlu Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an’lara!

Nesh; Yaşanmaması Gereken, Formalite Olarak Kur’an’da Yer Alan Âyetler!

Nesh; lügatta bir şeyi iptal etmek ve onun yerine başka bir şeyi getirmek, yok etmek, nakletmek, kaldırmak, hükümsüz kılmak, istinsah etmek, yazdırmak, değiştirmek gibi anlamlara gelir. Istılahta ise, şer’î bir delil ile sâbit şer’î bir hükmün daha sonra gelen yeni şer’î bir delille kaldırılması, ilgâsı, değiştirilmesidir. Bu şekilde kendinden önceki hükmü kaldıran delile “nâsih”, hükmü kaldırılan delile de “mensûh” denilir. Mensuh olan hükümle amel edilmez.

Klâsik görüşte nesh, genel olarak bu şekilde anlaşılmakla birlikte, bazı âlimler, bu kavramı başka anlamlarda kullanmışlardır. Meselâ, İbn Mes’ud’a göre müteşâbih âyetler mensûh, muhkem âyetler nâsih olarak isimlendirilmiştir. Zerkeşî ise, Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’dan indirilişini nesh olarak tanımlamıştır. İbn Hazm ise, beyan ve istisnânın nesh olduğu konusunda ısrar etmiştir. Kendisine Tercümanü’l-Kur’an denilen İbn Abbas, “muhkem” ve “müteşâbih”i nesh saydığı gibi, bazı rivâyetlerde “istisnâ”yı bile nesh saymıştır. Şâtıbî’nin Muvâfakat’ında belirttiği gibi, İbn Abbas, içinde istisnâ edatı bulunan birçok âyete mensûh demiştir. İbn Mes’ud’a göre de, müteşâbih âyetler mensûh; muhkem âyetler nâsih olarak isimlendirilmiştir. Hz. Âişe ve Abdullah bin Zübeyr’in nesh anlayışları da bunun gibidir. Zerkeşî ise Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’dan indirilişini nesh olarak tanımlamıştır.  İbn Hazm, beyan ve istisnânın nesh olduğu konusunda ısrar etmiştir. Yani, klâsik anlayıştaki nesh kavramı üzerinde bile tam bir ittifak yoktur. Neshin câiz olup olmadığı ve vukuu konusunda İslâm âlimleri arasında değişik görüşler vardır.

 

Nesh Konusunun Önemi

Nesh, Kur’ânî hükümlerin hayata geçirilme çabası ile -aynı zamanda akîde ile- ilgili bir meseledir. Ve Kur’an’ın hükümlerini yaşama azmi taşıyan herkesin bu konu ile yüzyüze gelmesi kaçınılmazdır. Genelde, Kur’an’da bir âyetin hükmünü diğer bir âyetin iptal etmesi şeklinde yaygın kabul gören “nesh” anlayışının gerek tanımında, gerekse kapsamı hususunda âlimlerin ittifak sağlayamamış olmaları ve yine konunun Kur’an’ın “ebediyete kadar hükmü geçerli” olma özelliği ile çelişiyor olması, meselenin önemini ve doğru tahlilini zorunlu kılmaktadır.

Kur’an’ın çelişkisizliği açısından akîdevî bir boyut taşımakta ve şer’î hükümlerin sürekliliği bakımından hayatî öneme hâiz bulunmaktadır. Nesh konusunda Somali’deki hükümetin 1970’lerdeki uygulaması, ibret vericidir. Somali’deki tâğutî iktidar, geleneksel tefsir usûlünün yargılarından kalkarak Kur’an’ın bazı âyetlerinin nesh edildiğini iddia etmiş ve geleneksel ulemânın bu iddiasına dayanarak, Kur’an’ın bazı muhkem âyetleriyle çelişen kanunlar çıkartmıştır. Bu iddialara karşı çıkan bazı müslümanlar ise idam edilmiştir. Bu olay karşısında Kahire Ezher Üniversitesine bağlı İslâmî İlimler Araştırmalar Akademisi, Şubat 1975’te bir toplantı düzenleyip idamları kınamış ve konuyu tartışmıştır.[132]

 

Kur’an-ı Kerim’de Nesh Kavramı

Kur’an’da “nesh” kelimesi ve türevleri 4 âyette geçer. Bu âyetler: 2/Bakara, 106, 7/A’râf, 154, 22/Hacc, 52 ve 45/Câsiye, 29 âyetleridir. “Nesh” kelimesi geçmemesine rağmen, neshten bahsettiği kabul edilen bir başka âyet de, 16/Nahl, 101 âyetidir. Kur’an’ın hiçbir yerinde “şu âyet veya âyetler neshedilmiştir”  diye açık veya işaretle anlatılan bir ifade yoktur. 

“Biz, bir âyeti nesh eder (yürürlükten kaldırır) veya onu unutturursak (ertelersek), mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kadirdir.” [133]

“Mûsâ’nın öfkesi dinince, levhaları aldı. Onlardaki yazıda (nüshada) Rablerinden korkanlar için hidâyet ve rahmet vardır.” [134]

“(Ey Muhammed!) Biz, senden önce hiçbir rasûl ve nebî göndermedik ki, o, bir temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de (beşerî arzular) katmaya kalkışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal (nesh) eder. Sonra Allah, kendi âyetlerini (peygamberlerin kalbinde ve zihninde) sağlam olarak yerleştirir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” [135]

“Bu bizim kitabımızdır; sizin hakkınızda gerçeği söylüyor. Çünkü Biz, yaptıklarınızı kaydediyorduk (istinsah ediyorduk)." [136]

“Allah neyi indireceğini çok iyi bildiği halde, Biz bir âyeti başka bir âyetin yerine değiştirdiğimiz (tebdîl ettiğimiz) zaman, ‘sen ancak bir iftirâcısın’ derler. Hayır, onların çoğu bilmezler.” [137]

 

 Nesh Konusunda İhtilâflar (Kur’an Hükümleri Arasında Nesh Var mıdır?)

1-Nesh konusunda başlıca üç mesele ortaya çıkmaktadır:

2-Prensip olarak nesh keyfiyeti, aklen câiz midir?

3-Câiz ise, herhangi bir şekilde vuku bulmuş mudur?

4-Kur’ân-ı Kerim âyetleri arasında nesh var mıdır?

İlk iki madde konusunda İslâm âlimleri arasında pek tartışma olmamış; esas ihtilâf, Kur’an’ın ahkâmla ilgili bazı âyetlerinin, başka bir âyet veya hadisle nesh edilmesi konusunda ortaya çıkmıştır.

Neshin Aklen Câiz Olması ve Eski Şeriatlerde Vuku Bulması: Neshin aklen câiz olmasıyla ilgili günlük hayatımızdan bazı misaller verilir. Doktorun hastalarını tedâvi ederken uyguladığı prensipler, annesinin çocuğunu büyütürken tatbik ettiği büyütme usûlleri, öğretmenin öğrencilerini eğitirken basitten zora doğru bir yöntem uygulaması ileri sürülen aklî deliller arasında yer almaktadır.

İlk peygamber Hz. Âdem ile son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) arasında görev yapan her peygamberin tebliğ ettiği iman esaslarının bir olduğu bilinmektedir.[138] Her peygamber inanç konusunda aynı hakikatleri insanlığa iletmiştir. Bu temel meselede nesh mümkün değildir. Diğer taraftan iman esasları aynı kalmakla beraber; her peygambere gelen emirler arasında birtakım farklılıklar olduğu bilinir. Tevrat, İncil ve Kur’an arasında da bunu görmek mümkündür. Meselâ, Tevrat’ta Hz. Âdem’in çocukları hakkında birbirleriyle evlenmesi câiz görülmüşken, sonradan bu neshedilmiştir. Yine yahûdiler için cumartesi günleri iş yapmak yasaklanmışken, İncil’de böyle bir yasak mevcut değildir. İşte bu gibi örnekler neshin pratik olarak şeriatler arasında vuku bulduğunu göstermektedir. Son olarak Kur’ân-ı Kerim gönderilir. Kur’an, kendinden önceki kitap ve şeriatlerdeki hüküm ve âyetleri neshetmiştir. Kur’an’ın ehl-i kitabın elindekileri tasdik edici olarak geldiğini söylemesi [139] bu tesbitle çelişmez. Çünkü genel esaslar bakımından peygamberlerin tümünün mesajı aynıdır. Bunlarda nesh sözkonusu olmaz. Nesh, muâmele ve pratik yaşayışta olur. Bu anlamda her peygamber yeni hükümler getirmiştir. Kur’an’ın kendinden öncekileri tasdik ediciliği genel ve temel hükümler bakımındandır; muâmelât sözkonusu olduğunda Kur’an, kendinden önceki bütün hükümleri neshetmiştir. Bunun aksini söylemek, “Kur’an olsa da olurdu, olmasa da” şeklinde bir sonuca götürür ki, bu, Kur’an’ın gereksizliğini ilân etmektir.  

Kur’an’ın gelmesiyle önceki ilâhî kitapların yürürlükten kalkmış olması, tabiî olmaktadır. Zira Yüce Allah; “Muhammed, Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir.”[140] buyurur. Dolayısıyla Kur’an’ın diğer kitapları nesh ettiğinde müslümanların ittifakı vardır. Bu anlamdaki neshi kabul etmeyenlerin başında yahûdiler gelir. Onlar, kendi kitaplarının geçerliliğini ileri sürerler. Nesh konusundaki en önemli iki âyet [141] âyetlerinin siyak ve sibakları ile (önceleri ve sonralarıyla) değerlendirildiğinde, yahûdilerin bu itirazlarına cevap mâhiyetinde ve bu anlamda (eski din ve şeriatlerin neshedildiği şeklinde) neshin vuku bulduğu anlaşılır.   

Yüce Allah, insanlara önce iman esaslarını emir buyurmuş, daha sonra tedrîcî emirler göndermiştir. Kur’an’ın 23 sene gibi bir zamanda gönderilmesi, insanlığın kabulünü daha da kolaylaştırmış olmaktadır. Kötülükleri yavaş yavaş kaldırması, birden haram kılmayışı, İslâm’ın uygulanabilirliğini kolaylaştırdığı gibi, iman edenlerin bağlılığını artırmıştır. Bunlar, Allah’ın, kullarına olan rahmetinin neticesi olmaktadır.

Hz. Muhammed (s.a.s.)’in son peygamber olması, getirdiği dinin/şeriatin en üstün oluşu, bütün insanlığı İslâmî emirlerden sorumlu kılmaktadır. İslâm’ın herkesi kapsadığı açık şekilde bilinmektedir. Bu durumda diğer dinlerin tamamı nesh edilmiş olmaktadır. Nesh, aklen mümkün olmamış olsaydı, sözkonusu ilâhî dinlerin de yürürlükte olması gerekirdi. Bunun sonucu Hz. Muhammed (s.a.s.)’in risâleti, belirli bir kavme münhasır olurdu ki, bu, İslâm’ın bünyesine ters düşmektedir. Oysa Allah; “Allah indinde tek din İslâm’dır”[142] buyurmakta, ancak İslâm’dan râzı olacağını[143] ifade etmektedir.

Kur’an âyetleri arasında neshin olup olmadığı konusuna gelince; Kur’an’da neshi kabul etmeyenler olduğu gibi; Kur’an’ın yüzlerce âyetinin mensûh olduğu, hükmünün uygulanamayacağını ileri sürenler de olmuştur. Hatta sadece “seyf (kılıç) âyeti”yle,[144] üç yüz âyetin neshedildiğini savunanlar olmuştur. Klâsik eski İslâm müfessirlerinin cumhûru (çoğunluğu) Kur’an âyetleri arasında neshin vuku bulduğunu kabul ederler. Fakat, özellikle sahâbe ve tâbiîn âlimlerinin nesh konusundaki tanımları, yer yer farklı olduğu için, Kur’an’da nesh olduğunu söyleyen mütekaddimîn ulemâ, bununla Kur’an’da istisnâ, tahsis ve müteşâbihin mevcûdiyetini kasdetmiş olabilirler. (İstisnâ, bir kısım âyetlerin hükmünü “illâ” gibi bir edatla hâriç bırakma demektir. Tahsis ise, âmm (genel) olan bir sözü, içine aldığı fertlerden bazılarına hasretmektir. “Namaz her müslümana farzdır, fakat bâliğ olmayanlara farz değildir” denilince, yalnız ergenlik çağına gelenlere farz olduğu anlaşılır. Müteşâbih de, lafzı ve mânâsı anlaşılamayan, anlamı çeşitli ihtimaller taşıyan, akıl ve mantık bakımından açıklanması güç olan âyetler anlamında kullanılır.) Ayrıca, hadis-i şerifin veya genel olarak sünnetin âyeti neshetmesi konusunda, müctehid ve âlimler arasında ihtilâflar bilinmektedir.

Eski âlim ve müfessirlerden, Ebû Müslim el-İsfahanî, Kur’an’da neshin olmadığını kesin bir şekilde savunmuştur. Bazı âlimler, Fahreddin Râzi’nin de -çok belirgin bir şekilde ifade etmemiş olsa da) nesih konusundaki üslûbundan dolayı, Kur’an’da neshi aslında kabul etmiyor değerlendirmesini yapmışlardır. Son devir Kur’an araştırmacıları, müfessir ve âlimlerinden ise Kur’an’da neshin varlığını kabul etmeyenler hayli çoktur. Muhammed Gazâli şöyle der: “Karşılaştığım, dinlediğim veya kitaplarını okuduğum bütün çağdaş âlimlerin nesh konusundaki görüşü, neshi Kur’an’da bulunan bazı âyetlerin iptali olarak algılayan müteahhir müfessirlerin görüşünden farklıdır.”[145] Muhammed Ebû Zehra, Muhammed Esed, Muhammed Draz, Muhammed el-Behiy, Muhammed Gazâli, İzzet Derveze, Seyyid Ahmed Han, Muhammed el-Hudarî, Eslem Cayrapûrî, Reşid Rıza, Mustafa İslâmoğlu, M. Sait Şimşek, Süleyman Ateş, Ömer Rıza Doğrul, Ali Ünal, Abdullah Yıldız, Şemseddin Özdemir, Arif Özel, Necmettin Şahinler... gibi bu konuyla ilgili araştırma yapan, eser yazan niceleri klasik anlayışın yanlışlığını vurgulamış, kesin bir dille Kur’an’da, bir hükmün diğer bir hükümle neshinin olmadığı görüşünü savunmuşlardır.

Bunlardan Süleyman Ateş ve Mustafa İslâmoğlu, Kur’an’da neshin sadece Peygamber’in unuttuğu, Allah tarafından unutturulan ve o yüzden Kur’an’a geçmeyen vahiyle sınırlı olduğunu kabul etmişler, bunun dışında, Kur’an’daki hiçbir âyetin hükmünün neshini kabul etmemişlerdir. Diğer ismi geçen isimler ise böyle bir unutma ile de olsa, Kur’an’da neshin gerçekleşmediği görüşündedirler denebilir. İsimleri çoğaltılabilecek bu araştırmacı ve âlimlere göre, nesh, eski şeriatlerin hükümlerinin Kur’an’la nesh edilmesi şeklinde gerçekleşmiştir.              

Klasik Usûl-i Fıkıh ve Tefsir Usûlünde nesih meselesi ayrıntılarıyla incelenir ve şu sınıflama yapılır:

a) Hem lafız (söz, metin) ve hem hüküm bakımından neshedilip kaldırılan, ilgâ edilen âyetler. Bunların hükmü kalmamış, Kur’an’a lafızları da geçmemiştir. (Bu konu hakkında münâkaşa yoktur.)

b) Lafızları (sözleri, metinleri) Kur’an’da olduğu halde hükümleri nesh edilmiş, geçersiz kılınmış âyetler olduğu (Esas tartışma, bunlar hakkındadır).

c) Lafızları (sözleri) Kur’an’dan silinmiş, Kur’an’da lafızları olmayan fakat hükümleri bâki ve geçerli olan Kur’an dışında âyetlerin olduğu. Buna Hz. Ömer’e atfedilen recm âyeti denilen bir rivâyetle örnek verilir. Arapça dil kullanılışı yönüyle bile hatalı ve farklı kelimelerle rivâyet edilen bu ifadenin âyet olduğu, ama Kur’an’a geçmediği (Bu konu da tartışmalıdır).

 

Neshin şartları: Usûl kitaplarında, neshin şartlarıyla ilgili bazı bilgiler yer alır. Bu şartları taşımayan âyetlerin nesh edilemeyeceği kabul edilir. Bu şartları şöyle sıralayabiliriz:

 a) Neshedilen hüküm, şer’î bir hüküm olmalı, mensûh âyetin ebedî olduğuna dair bir ifade bulunmamalıdır. (Cihad hükmünün nesh edilemeyeceği, kıyamete kadar bâki olduğu örnek verilir.)

 b) Nâsih-mensûh arasında zaman bakımından fark olmalıdır. İkisi de aynı anda gelirse nesh olmaz. İki emrin bir arada kullanılması mümkün olmadığı zaman, tarih yoluyla âyetlerin nüzûlü tesbit edilir. Tarih itibarıyla daha sonra gelen emir nâsih olarak kabul edilir.

 c) Her iki nass arasında neshi gerektirecek bir zıtlığın bulunması gerekmektedir. Nasslar arasında neshe konu olabilecek zıtlık yoksa, nesh mümkün görülmez. Diğer taraftan nâsihin de şer’î bir delil olması gerekmektedir.

 d) Neshe konu olan hüküm, iyi ve kötü olduğuna dair, akıl erbâbının üzerinde ittifak ettiği şeylerden olmamalıdır. Ana-babaya iyilik, zulüm ve ahlâksızlık gibi hükümlerin neshi sözkonusu değildir.

 

Kur’an Âyetleri Arasında Neshin Varlığını Savunanların Delilleri

Allah, kullarını çok sevmektedir. Herhangi bir hükmü geçici olarak onlara emreder, onları eğittikten sonra fıtratlarına ve bulundukları ortama uygun diğer yeni bir hükmü emretmesi maslahata aykırı değildir. Kaldırılan hükmün tilâvet edilmesi de onlara önceki durumlarını hatırlatması açısından yarardan hâlî değildir. Allah’ın bazı âyetleri kaldırıp yerine başkasını koyması, hikmetinin gereği kabul edilmekte, bu durum zâtının yüceliği ve kullarına olan merhametinin sonsuzluğunu ifade ettiği belirtilmektedir. Neshin Kur’an’da varlığını savunanlar, Kur’an’dan şu âyetleri delil getirirler:

“Biz bir âyeti başka bir âyetin yerine değiştirdiğimiz (tebdîl ettiğimiz) zaman, ‘sen ancak bir iftirâcısın’ derler.”[146];“Biz, bir âyeti nesh eder (yürürlükten kaldırır) veya onu unutturursak (ertelersek), mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz.”[147];“Allah istediğini silip iptal eder, dilediğini de sâbit bırakır, ana kitap (bütün kitapların aslı) O’nun yanındadır.” [148]

İmam Şâfiî’nin kabul etmemesine karşılık, Kur’an’da neshin varlığını kabul edenlerin hemen hepsi, sünnetin/hadisin de âyeti nesh edebileceğini kabul ederler. 24/Nûr sûresinde yer alan zina edenlere yüzer değnek vurulması emri, Hz. Peygamber’in hadisinde (ki, bazıları bunu lafzı neshedilmiş ama hükmü bâki kalmış âyet kabul eder) ve sünnetinde yer alan “recm” cezâsıyla nesh edildiği değerlendirilir.  

 

Kur’an Âyetleri Arasında Neshin Olmadığıyla İlgili Deliller

Kur’an âyetleri arasında nesih yoktur diyenlerin delilleri, şu maddelerle özetlenebilir:

1- Nesh, Kur’ân-ı Kerim’de bilfiil vaki olmamıştır.

2- Mensûh âyetlerden maksat, Tevrat ve İncil’deki, yani eski şeriatlerdeki hükümlerdir.

3- Neshi kabul edenler, mensûh âyetin önce, nâsihin ise sonradan nâzil olduğuna dair çok defa kesin bir delile sahip değillerdir.  

4- Kur’ân-ı Kerim’de şu veya bu âyetin, şu veya bu âyeti nesh ettiğine dair bir ifade yoktur. Şüphesiz ki Allah, kitabının hangi âyetinin geçerli, hangisinin geçersiz olduğunu kullarının ictihadına bırakmamıştır. O’nun kitabının tümü, “Âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da güzelce açıklanmıştır.”[149] O’nun kitabı, içinde hiçbir tenâkuz ve eğrilik,[150] şüphe olmayan [151] ve içine bâtılın karışmadığı,[152] eşsiz[153] bir kitaptır.  

5- Şu veya bu âyetin, şu veya bu âyet ile neshedildiğini açık ve kesin bir şekilde ifade eden Hz. Peygamber’den rivâyet edilen sahih hiçbir hadis-i şerif yoktur. 

6- Nâsih ve mensuh âyetlerin sayıları hakkında bile ittifak hâsıl olmuş değildir.

7- Neshi kabul edenler, bir taraftan neshin ancak emir veya nehiylere ait hükümlerle sınırlı olduğunu iddia ederlerken; diğer taraftan “ahbâr”a (haberler) ait lafızların bile nesh olduğunu kabul etmektedirler. Meselâ “Ademoğlunda mal dolu iki vâdi de olsa...”

8- Âhad rivâyetle Kur’ân-ı Kerim’im âyetleri isbat olunamadığı gibi, inkâr da olunamaz. Bu sebepten, bazı âyetlerin vahiy olarak Peygamber’e indiği halde, Kur’an’a yazılmadığı veya Kur’an’da olduğu halde hükmünün geçersiz olduğuna dair rivâyet ve görüşler, Kur’an’ın korunmuşluğuna, eksiklik ve fazlalıktan uzak olma inancına aykırıdır.

9- Bu nesh anlayışı, Kur’an’ın ebediyete kadar hükmünün geçerli olma özelliği ile çelişmektedir.

10- Hz. Peygamber, kendisine nâzil olan Kur’ân-ı Kerim’i halka tebliğ etmiş, kâtiplere yazdırmış, diğer bazı sahâbiler de kendileri için bu mukaddes metni çoğaltmış, birçoğu da ezberlemiş bulunuyordu. Kurân-ı Kerim metinleri namazlarda, hutbelerde ve diğer durumlarda Hz. Peygamber tarafından pek çok defa tekrarlanmış olduğu gibi, esasen daha hayatta bulunduğu sıralarda bütün sûrelerin hangi âyetlerden teşekkül ettiği de tesbit edilmiş bulunuyordu. Hz. Peygamber’in vefatından sonra da Kur’an metinleri bir araya toplanmıştı. Hz. Osman döneminde elimizdeki şekilde yazılıp çoğaltıldı, muhtelif bölgelere gönderildi. Bu mushaflar, Hz. Peygamber tarafından tebliğ edilen Kur’an’ın aynısıdır. Bu konuda en küçük bir ihtilâf, tartışma sözkonusu değildir. İçinde mensûh ve nâsih âyetlerin mevcut olduğunu isbat etmek için, ileri sürülen delillerden çok daha kuvvetli deliller getirmek icap eder.  

Şimdi, bu konuları biraz daha açalım; Kur’an bünyesinde neshin varlığını savunanların delil olarak getirdikleri âyetleri inceleyelim: 

“Allah neyi indireceğini çok iyi bildiği halde, Biz bir âyeti başka bir âyetin yerine değiştirdiğimiz (tebdîl ettiğimiz) zaman, ‘sen ancak bir iftirâcısın’ derler. Hayır, onların çoğu bilmezler.” [154] Bu âyet hakkında ilk dikkate alınacak husus, âyetin Mekkî oluşudur. Emir ve nehiy bildiren âyetler ise genellikle Medenîdir. Dolayısıyla bunların yer değiştirmesi (neshi) sözkonusu olamaz. Nesh meselesini Kur’an’a dayandırmak isteyenlerin bu âyeti delil getirmeleri bu yüzden geçerli değildir. Nitekim bu âyetler, İslâm’dan önce gönderilen şeriatlerin neshinden ve İslâm’ın onların yerine gelmesinden bahsetmektedir. Âyetin indiği sıralarda yahûdi ve hıristiyanlar kendi dönemlerinin ve büyük oranda tahrif edilmiş bulunan dinlerinin son bulmasını kabullenemedikleri için Hz. Peygamber’e karşı çıkıyorlar ve çeşitli ithamlarda bulunuyorlardı. Yine bütün bunlarla ilgili olarak, bu âyet, onların şeriatlerinin yerine artık Hz. Muhammed’in şeriatinin geldiğini ve onun geçerli olduğunu bildirmiştir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da “âyet” kelimesinin kullanılmasıdır. Âyet kelimesi, Kur’an'da tekil sigayla kullanıldığında “delâlet, hüccet, mûcize, işâret ve geçmiş risâletler” anlamı kastedilir. Bu âyette de bu kelime, geçmiş risâletler anlamında kullanılmıştır. Nitekim İbn Abbas’ın talebesi müfessir Mücâhid, buradaki âyetin “şeriat” anlamında olduğunu söyler. Buradan da âyetteki değiştirmenin/neshin önceki risâletlere işaret ettiğini rahatlıkla anlayabiliriz. Dolayısıyla bu âyet, Kur’an’daki âyetlerin birbirini iptal etmesi anlamında neshe delil olamaz. Kur’an’da neshin varlığını kabul edenler, burada geçen  “âyet” kelimesini Kur’an âyeti mânâsında anlayarak hataya düşmüşlerdir. Hâlbuki, Kur’an dilinde âyet, sadece Kur’an’ın belirli parçaları değil; varlık ve oluştaki her şey anlamındadır. Allah’ın varlığının ve söylediklerinin ispatı olan her şey için “âyet” lafzı kullanılır. Kur’an’a göre Allah’ın yarattığı her şeyde, bitkilerde, insanda, eski kavimlerin başlarına gelenlerde, gece ile gündüzde “âyet”ler vardır. “Ayet” kelimesinin çoğulu olan “âyât”, Kur’an’da, mûcize, belge, delil, işaret, Kur’an âyetleri mânâlarında kullanıldığı halde; bu kelimenin tekili olan âyet kelimesi, Kur’an’ın hiçbir yerinde Kur’an âyeti mânâsında kullanılmamıştır. Âyetteki nesh/değiştirme ve daha iyisini getirmenin, kâinattaki sürekli oluşun Kur’an diliyle bir ifadesi olduğu anlaşılır. Nesh, sürekli yaratış ve oluşun, tekâmül seyri boyunca her an bir öncekinden daha iyiyi ortaya koymasını da ifade eder.  

Bu âyet-i kerîmeye dikkat edersek, Peygamberimiz'in burada hasımları tarafından iftirâcı olarak itham olunduğunu görürüz ve hasımlarının onu bu tarzda itham etmelerinin sebebi, Kur’an’dan şu veya bu âyetin nesholunmuş olması değildi. Söylediği sözün ilâhî vahy olduğunu bildirmesi idi. Hasımların buna karşı iddiâlarını da biliyoruz. Bunlar aynı sûrenin 103. âyetinden anlaşıldığına göre şu sözleri söylüyorlardı: “Muhammed'e bütün bunları öğreten bir beşerdir.”[155] Hz. Peygamber, Kur’ân-ı Kerim’i bildiriyor ve bunun Allah tarafından vahyolunduğunu söylüyordu. Hasımları ise bunu kabul etmiyor, bunun uydurma bir şey olduğunu, Peygamber’in ancak bir başkasından öğrendiği şeyleri tekrarladığını iddiâ ediyorlardı. Buna mukabil, Hz. Peygamber de bunun bir uydurma olmadığını, bilâkis Allah tarafından daha önce gönderilen kitapların yerini tutacak yeni bir kitap olduğunu anlatıyordu. 

Konuyla ilgili delil olarak gündeme gelen diğer âyet de Bakara sûresinde, içinde “nesh” kelimesi geçen âyettir: “Biz, bir âyeti nesh eder (yürürlükten kaldırır) veya onu unutturursak (ertelersek), mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kadirdir.”[156] Burada “nesh”, “daha iyisini veya benzerini getirme” şartına bağlanıyor. Daha iyisi veya benzeri getirilince zâten o âyetin iptali demek olmaz; aksine sağlamlaştırılması sözkonusu olur. Dolayısıyla buradaki nesh, bizim anladığımız şekilde -ıstılahî mânâdaki, klasik anlayıştaki- nesh değildir. O halde burada neyin neshi anlatılıyor? Âyeti, siyak ve sibakıyla ele alır, nüzul ortamını da göz önünde bulundurursak, buradaki neshin de daha önceki âyette[157] olduğu gibi, geçmiş risâletlerin iptali anlamında olduğunu kolaylıkla anlarız. Şöyle ki, âyet, yine yahûdilerin durumlarının anlatıldığı bir ortamda geçiyor. Kendi şeriatlerinin geçerliliğinin kaldırılmasına, Peygamber’in kendi soylarından gelmemesini bir türlü hazmedemeyen yahûdiler, çeşitli şekilde itham ve itirazlarda bulunuyorlardı. “Allah yaptığını bozar mı? İndirdiğini iptal eder mi? Öğretilerinin unutulması mümkün mü?” şeklinde karşı çıkıyorlardı. Kıblenin değiştirilmesi olayını da dillerine dolamışlar, “Muhammed ashâbına bir şey emrediyor, ertesi gün ondan vazgeçiyor” diyorlardı. Rabbimiz bu âyetle onların şeriatlerinin son bulduğunu, onun yerine gönderdiği Hz. Muhammed (s.a.s.)’in şeriatine uymaları gerektiğini emir buyurmuştur. İslâm’dan önceki şeriatin sembolü olan Kudüs’ün kıbleliğinin neshedilmesi, değiştirilmesi de bunun bir işaretidir.

Bakara sûresinin, Hicretin ilk yıllarında Medine’de nâzil olduğu bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla âyet, müşriklerin iddialarına cevap olarak inmiş olmamalıdır. Kurân âyetlerini anlamak için, âyetin nüzûl ortamını, hem de içinde bulunduğu âyet grubuyla irtibatını iyi tahlil etmek gerekir. Bakara sûresinde insanlar; mü’min, kâfir ve münâfık olarak, Allah ile, İslâm ile irtibatlarının kuvvet ve zaafına göre sınıflandırıldıktan ve dünyada varoluş amaçları bildirildikten sonra, tarihin ikinci perdesinin aktörleri olan İsrâiloğulları sözkonusu edilir ve onların din karşısında sergiledikleri tutumlar, yalpalamalar derinlemesine tahlillerle ele alınır. Bakara sûresi, 40-141 âyetleri benî İsrâilin yahûdileşme sürecini anlatır. İşte, nesh âyeti de, bu âyetler grubu arasında yer alır. O yüzden, âyetin bağlamı, nüzul ortamı bu gerçeklerden koparılırsa, yanlışlığa yol açabilir.     

Kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye değiştirilmesiyle birlikte, özellikle yahûdiler açısından gündemin ilk sırasına oturan bir sorun ortaya çıktı: Yeni bir şeriatin gelmesi ve Tevrat’ın bazı hükümlerini geçersiz kılması. Yahûdiler, Allah’ın irâdesinin tek olduğunu, indirmiş olduğu hükümlerde bir değişiklik olmaması gerektiğini söylerler. Gerekçe olarak da, böyle bir değişmenin, İlâhî irâdede bir değişmeyi doğuracağını; değişmenin, yaratılmışların bir niteliği olduğu ve ulûhiyetin şânına halel getirdiğini ileri sürüyorlardı. Onlara göre bunun diğer bir anlamı da, ilm-i İlâhînin kemâlini inkâr etmek, Allah'a -hâşâ- câhillik atfetmektir. Madem Allah, hükümlerin değiştirileceğini biliyor; o halde neden önceki hükmü vaz’etmiştir? Veya, önceki hüküm doğruysa neden ikinci hükmü indirmiştir? Bu gibi sorularla Hz. Peygamber’i sıkıştırarak, geçmiş şeriat(ler)in bâki olduğunu, neshin vukuunun mümkün ve câiz olmadığını isbâta çalışmışlar ve neticede Hz. Muhammed (s.a.s.)’in onlara göre çelişkilerini ızharla, O’nun peygamberliğini inkâr etmeye ve ettirmeye gerekçe göstermişlerdir. İşte, “Eğer Biz bir âyeti nesheder veya...” âyeti, bunlara cevap teşkil etmektedir.

Âyetteki “nunsihâ” kelimesi hakkında iki anlam zikredilir: 1- Unutturursak, 2- Erteler, bırakırsak. Rivâyete göre, İbn Abbas, “hükmünü bırakır, değiştirmez ve kaldırmazsak” şeklinde anlam vermiş[158] ve neshedilmeyen hükümleri ifade ettiğini söylemiştir. “Unutturulma” anlamını verenler ise, eseri kalmayan sayfalardaki hükümlerin veya sürgün ve hicretler yüzünden yurtsuz kalan İsrâiloğullarının ellerinde kaybolan, yazılı kültürün olmadığı uzun bir dönemden sonra unutulan Tevrat sayfalarının kastedildiğini söylemişlerdir. Çoğunluk, “hem hükmen, hem de metin olarak kaldırılan, dolayısıyla Allah tarafından unutturulan âyetlerden bahsederler. Ama bunun âyetin bağlamı ve olayın bize göre imkânı yönüyle doğru olmadığı kanaatini taşıyoruz. Bu âyette geçen “insâ (unutturulma)”  kelimesi, Kur’an için düşünülmez. Bilâkis Kur’an’ın saklanmış ve korunmuş olduğu[159] bildirilmekten başka, Hz. Peygamber’e “Biz sana Kur’an’ı okutacağız ve sen asla unutmayacaksın.”[160] deniliyor. Esasen Kur’ân-ı Kerim’in âyetleri vahyoldukça hemen yazıldığı ve çok sayıda insan tarafından ezberlendiği için, onun unutulmasına imkân yoktur. Buna mukabil, İslâm’dan önceki dinlerden ve şeriatlerden mühim kısımların unutulmuş olduğu tarihî bir gerçektir. Onun için Kur’an, bu âyetle, daha önce gönderilen şeriatlerin unutulmuş ve neshedilmiş, fakat ondan daha hayırlısının İslâm dini ile gönderilmiş olduğunu bildirmektedir.    

“Biz, bir âyeti nesh eder veya onu unutturursak (ertelersek), mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz.” Klasik anlamda neshi kabul edenler, nâsih ile mensûh âyetler arasında benzerlik değil; tenâkuz, telif edilemeyen bir çelişki olması gerektiğini belirtirler. Hâlbuki, neshedilen âyetle yeni âyet (nâsih) arasında bir aykırılık sözkonusu değildir. Öyle olsaydı, ikincisi birincisinin “benzeri” olmazdı. Âyette belirtildiği gibi benzeri olduğuna, olması gerektiğine göre, önceki ile sonraki arasında anlam karşıtlığı yoktur. Yani âyetin bu cümle parçası da klasik nesh anlayışına müsaade etmez.

Ayrıca, bir önceki âyette; “Kitap ehlinden kâfirler ve müşrikler, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Hâlbuki Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük fazl/lütuf sahibidir.” [161] buyuruluyor. Fahreddin Râzi, bu âyetteki “rahmet” kelimesinin “vahy” demek olduğunu söylüyor ve “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?” [162] âyetini de buna delil getiriyor [163]. Yani yahûdiler kendi soylarından olmayan birine “rahmet”in indirilmesini kıskanıyorlar. Allah ise rahmetini dilediğine tahsis edeceğini haber veriyor. Zaten âyetin siyak ve sibakı da bunları tamamlayıcı bir seyir çiziyor. Kısacası bu âyette de Kur’an bünyesindeki nesh değil; geçmiş şeriatlerin neshi ve unutturulması anlatılmaktadır. Nitekim 6/En’âm sûresinin 146. âyetinde yahûdilere tırnaklı her hayvanın, sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hâriç, iç yağlarının haram kılınmasından bahsedilir. Bu hükümler Hz. Muhammed (s.a.s.)’in risâletiyle neshedilmiştir ve bu yiyecekler müslümanlara helâl kılınmıştır. Âyetin Medine dönemi başlarında, yani neshe konu olacak âyetlerin henüz inmediği bir ortamda inzâl edilmesi de bu görüşü kesinleştirmektedir.

Kur’an’da klasik anlamda neshin olduğunu ileri sürenlerin delilerinden biri de; “Allah istediğini silip iptal eder, dilediğini de sâbit bırakır, ana kitap (bütün kitapların aslı) O’nun yanındadır.”[164] âyetidir.  Bu âyete geçmeden, bir önceki âyeti de okumamız yerinde olur: “Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik ve onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber için mûcize (âyet) getirme imkânı yoktur. Her müddetin (yazıldığı) bir kitap (hüküm, son) vardır.”[165] Burada yine Allah Teâlâ, tespit edilmiş bir sürenin sonundan haber veriyor. Yani yine Kur’an’ın vahyedilmesine itiraz eden ehl-i kitaba dönemlerinin son bulduğu ve Allah’ın dilediğini silip dilediğini bırakacağı haber veriliyor. Âyetin Mekkî oluşu da üzerinde durduğumuz neshe delil olamayacağı konusunu belirlemektedir.

Şurası açıktır ki, âlimlerin âyet üzerinde tartışıp ihtilâf etmeleri, hükmü kalkmış veya kalkmamış şeklinde görüş bildirmeleri, Kur’ân-ı Kerim âyetleri üzerinde herhangi bir değiştirme ve tesir gücüne sahip değildir. Tüm İslâm âlimleri, bir âyete mensûh deseler, onu Kur’an’dan çıkarma yetkisine sahip olamazlar. Ancak, “bu âyetin hükmü kaldırılmış, fakat gözlere şifâ olması için Kur’an’da vardır” demenin de hiçbir anlamı yoktur. Kaldı ki Kur’an’da herhangi bir âyetin hükmünü kaldırma yetkisi Hz. Peygamber’e bile verilmemiştir. Rasûlullah’tan bize ulaşan haberlerin hiçbirinde, “şu âyet, şunu neshetmiştir” şeklinde tek bir hadis-i şerif nakledilmemiştir. Bunun aksine; Rasûlullah (s.a.s.), bir âyet hakkında tartışan bir cemaatin yanına gelmiş ve “size ne oluyor? Sizden evvelki milletler böyle davranmakla ve peygamberlerine muhâlefet etmekle ve kitabın bir kısmını bir kısmıyla çarpıştırmakla helâk oldu. Muhakkak ki Kur’an, bir kısmı bir kısmını yalanlar olarak inmedi. Aksine birbirini doğrular olarak indi. Ondan anladığınızla amel edin ve bilmediğinizi bilene havâle edin.” [166] buyurmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber, ashâbının bir âyet hakkında ortaya çıkan anlaşmazlığı, diğer bir âyet-i kerîme ile gidermiş olduğunu kasdetmiştir.[167]

Kur'an âyetlerinde neshin vuku bulduğu anlayışı, müslümanların ve İslâm’ın önüne iki temel açmaz çıkarmaktadır: Birincisi, İslâm’ın evrensel karakterine gölge düşürmekte, onun her zaman ve zeminde müslümanların sorunlarına çare olma özelliğine zaafiyet, hatta zâiliyet düşürmektedir. “İşte bu Kur’an, en doğruya hidâyet eder.”[168];“O ancak âlemlere bir öğüt/hatırlatmadır.”[169] İkincisi, Kur’ân-ı Kerim’i bir çelişkiler ve anlamsızlıklar hazinesi durumuna düşürmektedir. “Hâlâ Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, onda birçok ihtilâf (tutarsızlık, çelişki) bulacaklardı.”[170] Mevcut haliyle, içinde bulunduğumuz döneme çözümsüzlükten başka bir şey önermeyen “nesh” konusu, Kur’an’ın şâmil ve hâdî vasıflarıyla ortaya konacak şekilde, yine Kur’an’ın mantukuna göre açıklanıp yorumlanması mutlak bir zorunluluktur.

 

Nesh Anlayışının Ortaya Çıkışı

Nâsih-mensûh ilişkisi içerisinde değerlendirilen âyetlerde ikinci âyet, birinci âyetin ya müşkilini beyan etmekte, ya mutlaklığını kayıtlamakta veya genel hükmü tahsis ya da ondan istisnâ etmektedir. Yahut her iki âyet de farklı durumların hükümlerini bildirmektedir. İddialar birleştirildiğinde 564 rakamını bulan mensûh âyetler üzerinde geçmiş âlimler, tahkikte bulunarak bu rakamı 5’e kadar indirmişler ve diğer âyetlerde tahsîs, takyîd vs. olduğunu ortaya koymuşlardır. Ancak, yine de Kur’an içinde neshin vukuuna çoğunlukla muhâlefet etmemişler, azaltma yoluna gitmişlerdir. Nesh teorisinin farklı anlaşılmış olması, birçok karışıklığa yol açmıştır. Ashâbın bir kısmının ve ilk devir ulemânın neshi; istisnâ, tahsîs veya âyetin kendinden önceki bir âyeti açıklaması şeklinde anladıkları biliniyor. Böylece, bir âyetin başka birini neshettiğini söyledikleri zaman onlar, onu açıklamayı ve belli bir âyeti onunla ilgili başka bir âyetle karşılaştırmaktan doğabilecek bir yanlış anlamayı gidermeyi amaçlamakta idiler. Yoksa birinci âyetin ikinci âyet tarafından tamamıyla neshedilip hükmünün kaldırılmasını kasdetmiyorlardı. Ne var ki, kelimenin bu farklı anlamları, daha sonraki yüzyıllarda karıştırıldı ve nesh kavramıyla kullanılan ifadeler aralarında hiçbir fark görülmedi. Kur’an’ın bazı ifadelerinin âmm (genel) olduğu ve diğerlerinin bunları açıkladığı âşikârdır. Kur’an’ın, Kur’an’ı tefsir etmesi de zaten budur. Rivâyetler doğru ise, ilk devirlerde, bu açıklayıcı (müfesser) âyetlere nâsih adı veriliyordu. Şâtıbî bu konuya Muvâfakat’ta başlıbaşına bir bölüm ayırmış ve bu görüşü açıklamak için çok sayıda örnek vermiştir. Bu örnekler, bazı ashâbın ve tâbiînin neshi, kelimenin daha sonraki anlamından çok farklı bir anlamda kullandıklarını ortaya koymaktadır. Bu karışıklık, nesh teorisinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Şah Veliyyullah’a göre nesh teriminin ilk nesillerce genel anlamında kullanılması mensûh âyetlerin sayısını fazlasıyla artırıp beşyüze kadar çıkmasına sebep oldu. Buna dayanarak o, daha sonraki yüzyıllarda, mensûh âyetlerin sayısının daha öncekilere göre daha az olduğunu düşünmektedir.

Ashâbın hangi âyetlerin nesh edildiğinde kendi aralarında ittifak etmedikleri rivâyet edilmiştir ki, bu sahâbenin nesh konusuna verdikleri anlam açısından da farklılıklar olması yönüyle doğrulanan bir özelliktir. Ashâbın konuyla ilgili ihtilafları, onların Peygamber’den bu konuda bir bilgi almadıklarını göstermektedir. [171]

Aslında neshin bu derece yaygınlık kazanmasında etkili sebep, bir kısım sahâbinin ve onları tâkip eden ulemânın tutumu olmuştur. Onlar neshi bir Kurânî ıstılah olarak değil; günlük dilin bir kelimesi olarak kullanmışlar ve Kur’ân-ı Kerim’in, geçmiş şeriatlerin bazı hükümlerini neshini genişleterek, Kur’an âyetlerine de teşmil etmişler ve tenâkuz/çelişki gördükleri hususları bu yolla izah etmişlerdir. Tabii ki Hz. Peygamber’in, zamana ve zemine uygun olarak hükmettiği bazı konular da, böyle düşünmelerinde etkili olmuştur. Meselâ, kabir ziyaretinin ve şarap saklanan kapların kullanımının önce yasaklanıp sonra câiz görülmesi, hükmü belli olmayan konularda “Biz önceleri şöyle şöyle yapardık, sonra Hz. Peygamber şöyle emretti veya bunu yasakladı” şeklindeki rivâyetlerden anlaşılan Hz. Peygamber’in aldığı tavır değişiklikleri, mümkün ve câiz iki tür uygulamada bulunması.

Sahâbeden bazıları, eski hükümlerin geçerli olduğu ortamı bir daha yaşamadıkları için, yeni hükümlerin asıl, bâki ve tek geçerli hüküm olduğu gibi bir düşünceye kapılmış olmalıdırlar. Şurası unutulmamalıdır ki, zaten nesh konusunda gelen haberler, yalnızca belli sayıdaki sahâbilerden gelmekte ve biz, diğer sahâbilerin bu hususa nasıl yaklaştıklarını bilmemekteyiz. Gelen rivâyetlerden anlaşıldığına göre sahâbe, o dönemde usûl ıstılahları/terimleri oluşmadığı için; tahsis, beyan, istisnâ, takyîd gibi âyetler arası münâsebetleri, hep “nesh” kelimesiyle karşılamışlardır. Asr sûresinin 3. âyetinin, 1. ve 2. âyetini neshettiğinin söylenmesi, bu konuda ilginç bir örnektir. Hicrî 3. ve 4. yüzyıllarda da müfessirlerin ve fakihlerin eserlerinden anlaşıldığına göre, bu nesh telâkkisi egemen olmuştur.[172] Kur’an’ı Kur’an’la tefsir etmeyi ihmal eden ve Kur’an hükümlerinin tedrîc özelliğine sahip olduğunu unutan bazı bilginler, birbirini tutmadığını zannettikleri iki âyet karşısında, bunlardan birinin diğerini neshettiğini sanmışlardır. Hâlbuki Kur’an, nasıl tefsir edilmesi gerektiğini anlatan kuralları beyan ederken bütün Kitap’ta birbirine uymayan, birbirini tutmayan iki âyet bulunmadığını belirtmiştir.[173] Mâdemki Kur’an içinde hiçbir ayrılık, âhenksizlik, tutarsızlık ve çelişki yoktur, nâsih ve mensûhun da bulunmaması icap eder. Allah’ın kitabının bir kısım âyetlerinin diğer bir kısmını hükümsüz ve geçersiz ilan ettiğini ileri sürmek, Kur’an’da çelişmenin varlığını peşinen kabullenmek olur. Allah’ın kitabı böyle şeylerden uzaktır.    

 

Kur’an Hükümleri Ebediyyen Geçerlidir

Kur’an’da neshedilmiş gibi görünen âyetler, bir boyutta hükmü değişmiş bir manzara arzederken, daha başka boyutlarda birinci derecede hüküm ifade edebilir. Bir durum, şart ve mekâna, ortama göre kullanamadığımız bir hüküm, başka şartlar ve zeminlerde en ileri derecede kullanma alanı bulabilmektedir. Burada sözkonusu olan nesh değil; değişik ortamlara cevap verme esnekliğidir, Kur’an’ın evrenselliği ve çağlar üstülüğüdür, hayat kitabı olmasıdır. Bu da Kur’an’ın kelâm mûcizesi olmasının özelliklerinden biridir.

Kur’an, 23 yılda inmiştir ve kıyâmete değin her müslümanın, her müslüman toplumun her çağda, her dönemde ve her yerde sorunlarına cevap verecek niteliktedir. Kur’an İslâm’ın hem yönetim dini olmadığı Mekkî dönemi, hem de yönetim dini olduğu Medenî dönemi içermekte ve her iki dönem için de kurallarını sergilemektedir. Sözgelimi, inanmayan, imanın gerçeğini bilmeyen bir insana “içki içme, kumar oynama, çalma!” demek abes olur. İslâm’ın tevhidî düzlemde hâkim olmadığı, İslâm’ın yasakladığı bir siyasal ve ekonomik düzenin egemen olduğu yerde de, şeriatın haddlerini uygulamaya kalkmak, hırsızlık yapanların elini kesmek, zina edenlere ağır cezalar vermek İslâm adına en büyük zulmü işlemektir. O halde nesh konusu oldukça önemlidir ve neshin çok iyi kavranılması gerekmektedir.

Kur’an’da mensûh âyetler, hükümler bulunduğunu kabul etmek, İslâm’ı belli bir zamana ve yere mahkûm etmek anlamına geleceği gibi; İslâm’ın dinamizmini de kavramamak anlamına gelir. Aslında, nesh konusu Kur’an’da oldukça açıktır.

Cihad, İslâm’ı yaşayıp yaşatma mücâdelesine verilen addır. Cihad, gerektiğinde salt sözle olur, gerektiğinde kalple olur, gerektiğinde elle olur. Elle, kılıçla yapılan cihadın adı “kıtâl”dir. Kur’an, Medine’de kıtâle izin vermiş, belirli durumlarda bu izni “farz” hale getirmiştir. Ama, bu âyetler, bir yandan da, sözlü cihadın gerektirdiği durumlarda, yeni bir Mekke’de veya kıtâlin gerekmediği durumlarda sözlü cihadı şart koşar ve kıtâlin yasak olduğunu ortaya kor. Zamanı gelir, kıtâl gerekir; öyle bir zaman da gelir ki, kıtâl zulüm olur. Aynı şekilde, Kur’an, “kâfirler üzerinde ezici bir üstünlük sağlayıncaya kadar, özel olarak, savaşta onları iyice perişan edinceye kadar esir almayı yasaklar” [174]. Ama, kâfirler karşısında ezici üstünlük sağlandığında bu yasak kalkar ve esir alma izni doğar. Bütün bunlar, İslâm’ın hükümlerinin her zaman ve şartlardaki uygulanabilirliğini ve dinamizmini ortaya koymaktadır. Nesh gerçeğinin iyi kavranmaması, İslâm’ı en açık ve bilinmesi en gerekli yanlarından birinden yoksun bırakmak olacaktır.[175]

“Biz (Kur’an’ı) kısımlara ayıranlara azabı indirmişizdir. Onlar ki Kur’an’ı bölüp ayırdılar, parça parça yaptılar. Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz.”[176];“Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?...”[177];“Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku. O’nun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O’ndan başka bir sığınak da bulamazsın.” [178]

Mustafa İslâmoğlu, klasik nesh anlayışını kabul etmez ve şöyle der: “Allah’ın hükümlerinden bazılarını tutmamanın ya da geçersiz saymanın adı; Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek” olarak konulmaktadır. Ümmet-i Muhammed de “nesh” meselesinde İsrâiloğullarının düştüğü yanlışa düştü. Bazılarına göre nesh üç tür olur: 1) Metni bâki hükmü mensûh, 2) Metni mensûh hükmü bâki, 3) Metni de hükmü de mensûh. Bu görüşte olanlar (Kur’an’da, hükmü mensuh olan âyetler olduğunu kabul edenler) nesih konusunda öyle aşırı şeyler söylemişler, öyle iddialarda bulunmuşlardır ki, bu görüşün kabulü halinde Kur’an’dan onlarca, hatta yüzlerce âyetin hükmünün kalktığını kabullenmek gerekecektir.

Hayatta nesh vardır. Gecenin gündüzü, yazın baharı, sonraki neslin önceki nesli neshetmesi bunun bâriz delilleridir. Şeriatler arasında nesih vardır. Yahûdiler Rasûlullah’ın peygamberliğini reddetmek için neshi inkâr ettikleri halde Tevrat’ta neshin olduğuna dair birçok örnek vardır. Örneğin önceki şeriatlerde Cumartesi yasağı yokken Tevrat’ta Cumartesi gün dünya işi yapmak yasaklanmıştı.[179] Hz. Nuh şeriatinde kan hâriç tüm hayvanlar helâl iken Tevrat’ta bazı hayvanların eti yasaklanmıştır.[180] Tevrat’ta buzağıya tapanların öldürülmeleri emredildikten sonra, bu emir sonradan neshedilmiştir.[181] İncil de Tavrat’ın bazı hükümlerini neshetmiştir. Bunun en bâriz örneği, Tevrat’ta Cumartesi yasağı olduğu halde İncil’de bu yasağın neshedilmiş olmasıdır.[182]

İslâm şeriatinde nesh vâki olmuştur. Ancak, bu tamamen kaldırılma ya da unutturulma şeklinde gerçekleşmiştir. Sahâbe ve tâbiinden birçokları da bu görüştedir. Kur’an’ın iki kapağı arasında yazılı olup da hükmü geçersiz olan hiçbir âyet yoktur. Şeriatlerin maksatlarından biri olan "tedrîcîlik” sünnetini göz önüne almayan bir kısım ulemâ, bazı âyetler arasında çelişki olduğunu zannedip bir kısmını bir kısmıyla mensûh addetmişlerdir. Lâkin, Hz. Peygamber’den Kur’an’da metni bulunan hiçbir âyet için “bu âyet mensûhtur” biçiminde sahih bir rivâyet gelmemiştir. Bizce bu, çok önemlidir. Ayrıca, mensûh olduğu üzerinde tüm ümmet âlimlerinin ittifak ettikleri bir tek âyet yoktur. Bu durumda, nasıl zannî bir delil ya da yaklaşımla subûtu kat’î olan bir âyetin hükmü iptal edilir? Bu, eğer iyi düşünülürse çok büyük bir vebaldir. Hele zannî bir delil olan “hadis” ile kat’î bir delil olan “âyet”i neshetmenin ne şer’î ne de aklî izahı yapılabilir. “Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman, Bizimle buluşmayı ummayanlar: ‘Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir’ derler. De ki: ‘Onu kendi tarafımdan değiştiremem. Ben sadece bana vahyolunana uyarım. Şâyet ben Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azâbından korkarım!”[183] âyeti de Peygamber (s.a.s.)’e, kendisine vahyedilene uymasını emretmiş ve ona vahyi değiştirme yetkisi vermemiştir.

Eğer Kur’an’a farklı bir yaklaşımla “tedrîcilik” ilkesi göz önünde bulundurularak yaklaşılırsa, neshçi ulemâ tarafından mensûh sayılan tüm âyetlerin Kur’an’ın bütünlüğü ve İlâhî vahyin evrenselliği içerisinde muhakkak bir yere oturtulacaktır. Neshçi ulemâ nezdinde dahi mensûh addedilen âyet sayısı ihtilâflıdır. Bu gruptan bazılarına göre Kur’an’da neshedilen âyet sayısı 300’e ulaşmaktadır. Bu gruptan öylesine ilginç görüşler ileri sürenler olmuştur ki, örneğin Pezdevî’ye göre savaşa izin veren 2/Bakara, 216 âyeti, kendisinden önce nâzil olup sabrı, dâveti, öğüdü, güzel davranmayı emreden 100 küsür âyeti neshetmiştir. Nesh konusundaki bu keşmekeş, “Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek” gibi bir sonucu getirmektedir. İşte bize bu âyeti hatırlatan garip yaklaşımlara bir örnek: Kadı İbn el-Arabî; “Ey iman edenler, siz nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapıtan kimse size zarar veremez. Tümünüz Allah’a döneceksiniz. O size ne yapacağınızı haber verecektir.”[184] âyetinin son tarafı baş tarafındaki “siz nefislerinizi ıslah etmeye bakın” cümlesini neshetmiştir. Aynı müellife göre “Af yolunu tut, iyiliği emret, câhillerden yüz çevir”[185] âyetinin başı ve sonu mensûh, ortası muhkemdir.[186] İbn el-Arabî, 9/Tevbe, 5 âyetindeki “haram ayları çıktığı zaman” cümleciğinin Kur’an’dan tam 114 âyetin hükmünü geçersiz kıldığını söyler.”[187]

Başka bir müfessir Süleyman Ateş de bu konuda sert ifadelerle Kur’an âyetlerinin birbirini nesh etmesi anlayışına karşı çıkar. “Bazı müfessirler, metni Kur’an’da durduğu halde hükmün kaldırılması ve hükmü durduğu halde âyetin metninin Kur’an’dan kaldırılması şeklinde iki nesih türünden söz ederler ve bunlardan örnekler verirler. Bu görüşler Allah’ın kitabına iftirâdır. Evvelâ, “Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı.”[188] âyetine göre Allah’tan gelen sözde ihtilâf (çelişki) olmaz. Çelişki olmayan yerde müfessirlerin ortaya attıkları türden bir nesih de olmaz. Çünkü bu tür nesh, ancak çelişkili sözler arasında olabilir. Ayrıca Allah’ın, sözünü değiştirmeyeceği de vurgulanmıştır: “Lâ mübeddile li kelimâtillâh; Allah’ın kelimelerini değiştirecek yoktur.”[189] Allah’ın kelimelerini başkası değiştiremeyeceği gibi, kendisi de sözlerini ve kararlarını değiştirmez: “Benim katımda söz değiştirilmez.”[190]“Allah’ın kelimeleri değişmez.”[191] Görüldüğü üzere Kur’an, Allah katında sözün değiştirilmeyeceğini, Allah’ın sözlerinde birbirine aykırı şeyler bulunmadığını vurguluyor. Allah’ın buyruğu ile, indirilen Kur’an’da çelişki yoksa, mevcut bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırma anlamında bir nesih de yoktur.

Hükmü uygulandığı halde âyetin metninin kaldırılmasının hiçbir hikmeti olamaz. Çünkü önemli olan, âyetin anlamı, hükmüdür. Hükmü uygulanırken âyetin metni neden Kur’an’dan çıkarılsın? Bu konuda recm âyeti adı altında verilen örnek doyurucu değildir. Çünkü Kur’an âyetleri, bir iki kişinin rivâyeti ile değil; tevâtürle sâbit olmuştur. Kur’an âyetinin neshedilmiş olduğu, ancak Peygamber tarafından bildirildiği takdirde geçerli olur. Bu konuda Peygamber’den gelen tek sağlam söz yoktur.

Metni Kur’an’a yazılmış olan bir âyetin hükmünün kaldırılmış olduğu iddiâsının da sağlam bir delili yoktur. Bu, müfessirlerin kendi görüşlerinin yayılmasından doğmuştur. Bu konuda da Hz. Peygamber’den sağlam bir söz gelmemiştir. Nesh sorununa kendilerini iyice kaptırmış olanlardan kimi, neshedilen âyetlerin sayısını artırma gayretine girmişler, kimi bunları 200’e, hatta 565’e kadar çıkarma başarısını göstermişken(!), kimi 20’ye kadar indirmiştir. Bu meseleyi inceleyen Şah Veliyyullah Dehlevî, aslında neshedilmiş âyetlerin sadece 5 olduğunu söylemektedir ki, Ömer Rızâ Doğrul’un da söylediği gibi, bu beş âyetin de uygulanacak hükmü vardır. Bunlar, kendilerini neshettiği söylenen âyetlere aykırı değildir.”[192]

Muhammed Esed, Bakara 106. âyeti yorumlarken, klasik nesh anlayışını şiddetle eleştirerek şöyle der: “Bu pasajda ortaya konulan prensip –Kitab-ı Mukaddes öğretisinin, yerini Kur’an’ın getirdiği öğretiye bırakması- birçok müslüman âlimin yanlış yorumlarına sebep olmuştur. Bu bağlamda kullanılan “âyet”(mesaj) kelimesi, aynı zamanda Kur’an’ın bir “hükmü”nü ifade etmek için de kullanılmaktadır (Çünkü bu hükümlerin her biri, bir mesaj taşır). Âyet terimini bu sınırlı anlamda alan bazı âlimler, yukarıdaki pasajdan,[193] Kur’an’ın bazı âyetlerinin vahiy tamamlanmadan önce Allah’ın tâlimatı ile “nesh” edildiği (yürürlükten kaldırıldığı) sonucunu çıkarmaktadırlar. Bu iddianın –ki, yazdıklarını tashih için ikinci defa okurken bazı bölümleri atan veya başkaları ile değiştiren herhangi bir yazarı akla getirmektedir- saçmalığının yanısıra, Kur’an’ın herhangi bir âyetinin “nesh” edilmiş olduğunu bildiren tek bir sahih hadis bile bulunmamaktadır. Sözde “nesh doktrini”nin temelinde bazı eski müfessirlerin Kur’an’ın bir pasajını diğeri ile uzlaştırmadaki yetersizlikleri yatmaktadır: Sözkonusu âyetlerden birinin “neshedildiği” yargısına vararak altından kalkılmaya çalışılan bir yetersizlik. Bu keyfî değerlendirme, “nesh doktrini”nin taraftarları arasında kaç Kur’an âyetinin ve hangilerinin neshedildiği; ayrıca bu sözde nesih ile, sözkonusu âyetin Kur’an’ın tertibinden tamamen çıkarıldığı mı yoksa yalnızca o âyet ile konulan özel hükmün veya beyanın mı iptal edildiği konusunda neden hiçbir görüş birliği olmadığını da açıklamaktadır. Kısacası, “nesh doktrini” hiçbir tarihsel olguya dayanmamaktadır ve bu nedenle de reddedilmelidir. Diğer taraftan, yukarıdaki Kur’an pasajını[194] yorumlamadaki zâhirî güçlük, âyet teriminin “mesaj” olarak anlaşılması ve bu âyetin, yahûdilerin ve hıristiyanların Kitab-ı Mukaddes’in yerini alan herhangi bir vahyi kabul etmediklerini ifade eden önceki pasaj[195] ile bağlantılı olarak okunması halinde derhal ortadan kalkar; çünkü onu bu şekilde okumamız halinde, neshin, bizzat Kur’an’ın herhangi bir bölümü ile değil; sadece geçmiş ilâhî mesajlar ile ilgili olduğunu görürüz.[196]

Çağımız âlimlerinden Muhammed Gazâli de neshi, sadece eski şeriatlerin kaldırılması şeklinde anlar ve Kur’an âyetleri arasındaki klasik nesh anlayışını kabul etmez: “Kur’an’ın ebedîliği (metninin bâki ve korunmuş kalacağı ve hükmünün sonsuza kadar geçerliliği), onun her durum ve şarta cevap verebileceği anlamına gelmektedir. Âyetler ebedî olduğu gibi problemler de süreklidir. Böylece problemlerle âyetler arasında bir denge bulunmaktadır. Bundan dolayı, küfür, nifak, gerileme, yükselme arasında bocalayan beşeriyetin Kur’an’a ihtiyacı devam etmektedir. Asr-ı saâdetteki, âyetlerin indiği durum ortadan kalktığı için bazı âyetlerin neshedildiğini kabul edersek, bu inançla İslâm nasıl ebedî olabilir?

Kur’an’ın indiği eski toplum, beşerî bir toplumdur. Bu toplumun yaşamış olduğu durumlar, insan hayatı sona erene kadar beşeriyetin yaşayıp geçireceği durumların bir benzeridir. Herhangi bir durum hakkındaki hüküm, tabiatı nedeniyle ebedîdir; çünkü bu hüküm, kıyâmete kadar yenilenecek olan her benzer durum için de aynıyla geçerlidir. Kur’an’ın ebedîliği buradan gelmektedir. Çeyrek asır süren Hz. Peygamber devrinde insanlığın yaşadığı durumlar, (daha sonraki) tarih boyunca da devam edecektir. Çeyrek asırda nefret ve sevginin neler yaptığının örnekleri sunulabilmiştir. Her insanın karşılaştığı durumlar, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in çevresinde birer örnekti. Bu örnekler, âdetâ gelecekte olacağı gayb âleminden bildiren somut birer temsilci gibiydi. Böylece bunlar, yakın ve uzak gelecekte meydana gelecek olayların ihtiyaç duyabileceği şeyleri Hz. Peygamber döneminde bildirmektedir. Bu gerçek, İslâm risâletinin (şeriatinin) insanî olduğunun sırrıdır. Hz. Peygamber döneminde insanlığın karşı karşıya kaldığı durumlar kıyâmete kadar da devam edecektir. Kur’an bu durumların tamamına hitap etmekte, sorunlar için kıyâmete kadar aynı çareleri sunmaktadır. Bundan dolayı zaman içerisinde meydana gelecek şeylere, Kur’an’ın çözüm bulamayacağına inanmıyorum; çünkü iniş yöntemi onu problemler için çözüm kılmıştır.

“Bir âyet, belirli bir meseleyi çözümlemek için gelen başka bir âyeti, Hz. Peygamber döneminde mesele geçerliliğini yitirdiği için neshetti” demek, o meselenin artık bir daha tekrarlanmayacağı ve neshedilen çözüme de ihtiyaç duyulmayacağı anlamına gelmez mi? Böyle bir şeyin Kur’an’da bulunması mümkün değildir. Geçerliliği sonara erdiği, ilgili şahıs veya hâdise bertaraf olduğu için hükmü kaldırılan bir âyet, kesinlikle Kur’an’da bulunmamaktadır. Belirli bir dönemde, herhangi bir soruna çözüm içeren veya bir olaya binâen nâzil olan bazı âyetlerin, daha sonraki dönemde toplumun ilerlemesinden dolayı neshedildiğini söyleyenler bulunmaktadır. Hâlbuki sonraki toplumlarda, neshedildiği söylenen benzer durumlar sürekli tekrarlanmaktadır.

Bu, Hz. Peygamber’in kurban etlerini muhâfaza etmeyi yasaklamasına benzemektedir. Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle demişlerdir: “Kurban eti yemenizi -üç günden sonra) zayıf insanların gelmesinden dolayı yasaklamıştım. Artık kurban etlerinizden yiyip muhâfaza edebilir ve sadaka da verebilirsiniz!”[197] Hz. Peygamber (s.a.s.)’in kurban eti muhâfaza etmeyi (depolamayı) yasakladığı yıl, halk arasında sıkıntı vardı. Bundan dolayı kurban kesenlerin kesmeyenlere yardım etmelerini istediği için etlerin depolanmasını yasaklamıştır [198]“Kurban etleri depolanamaz!” denmiştir. Neden? Çünkü bu söz söylendiğinde insanlar sıkıntı içerisinde olup yardıma ihtiyaçları bulunmaktaydı. Daha sonra “etlerinizi depolayabilirsiniz” denmiştir. Çünkü insanlar artık kesilen her ete muhtaç değillerdir. Bundan dolayı, “ikinci söz, ilk sözü neshetti” denildi. Hâlbuki gerçek hüküm şudur: Toplum ihtiyacı açısından mevcut et az ise depolanmayıp ihtiyaç sahiplerine dağıtılır; çok ise depolanabilir. Ebedî hüküm budur. “Eti depolamak yasaktı, sonra serbest bırakıldı” demek ise yanlış ve cüz’î (parçacı) bir hükümdür. Bu doğru değildir ve neshin varlığını iddia edenlerin bir ayıbıdır. Onlar aynı meselenin tekrarlanmayacağı düşüncesiyle hükmünün sona erdiğini zannediyorlar. Hâlbuki şartlar tekerrür ettiğinde ona bağlı olan hüküm de tekerrür eder. Ebedî âyetleri, sürekli hâdiseler karşılamaktadır. Neshedildiği iddia edilen âyetlere ihtiyaç duyabileceğimiz problemlerle karşılaşabiliriz. Karşılaştığım, dinlediğim veya kitaplarını okuduğum bütün çağdaş âlimlerin nesh konusundaki görüşü, neshi Kur’an’da bulunan bazı âyetlerin iptali olarak algılayan müteahhir müfessirlerin görüşünden farklıdır. Meselâ fakîh ve tarihçi üstad Muhammed el-Hudarî neshi tamamen reddetmektedir. O neshi, umûmî bir hükmün tahsîsi, mutlak bir emrin takyîdi veya mücmel bir âyetin tafsîli olarak görmektedir. Şeyh Reşid Rızâ da aynı görüşü daha net ifade eder.

Seyf âyetinin,[199] 120 âyeti neshettiği sözü tipik bir aptallık örneğidir. Bu söz, müslümanların gerek düşünce ve gerekse uygulama açısından gerilediği dönemlerde Kur’an’ı anlamadıklarının göstergesidir. Nesh, başka bir deyişle bazı âyetlerin, Kur’an’da bulunmasına rağmen hükmü geçerli olmayarak âdetâ mumyalanması yanlıştır, kabul edilemez. Kur’an’da hükmü kaldırılarak ölüme terkedildiği söylenebilecek hiçbir âyet yoktur. Aksi bir görüş bâtıldır. Her âyetin hükmü geçerlidir. O âyetin geçerli olabileceği şartları ancak hikmet sahipleri bilir. Böylece Kur’an âyetleri, insanların durumlarına göre onlara hikmet ve güzel sözle hitap etmektedir. “Bir âyeti neshedersek veya onu unutturursak...”[200] âyetinin siyâkı, geçmiş şeriatlerin yeni bir şeriat ile neshedildiğine işaret eder. Bu âyet, teklifî ahkâm ile ilgili olmayıp kudret ile ilgilidir. Yoksa Cenâb-ı Hak, âyetin devamında “...bilmedin mi ki, Allah her şeye kaadirdir.” yerine “Allah her şeyi bilmektedir ve hikmet sahibidir” derdi. Yani Kur’an, önceki peygamberlere vermiş olduğu mûcize destekli kitaplardan farklı bir kitaple yeni bir risâlet vermiştir. Kevnî âyetlerin neshi yanısıra, Kur’an’ın nüzûlü, ehl-i kitabın bazı şeriatlerinin de neshedilmesi demektir. [201]

 

Nesh, Eski Şeriatlerin Kur’an Âyetleri Tarafından Geçersiz Kılınmasıdır

İlk insandan günümüze insan toplumunun içinde bulunduğu şartlar sürekli değişmelere mâruz kalmıştır. İlk dönemlerdeki toplumların sosyal yapıları, ihtiyaçları ve onları kuşatan şartlar, günümüz toplumlarındakinden farklıdır. Bu farklılıklar vâki oldukça toplumların hukuk, iktisat ve benzeri sosyal kurumlarının da ihtiyaç oranında değişmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu sebeple insanlara hak yolu göstermek; dünya ve âhiret saâdetini temin etmekle görevli peygamberlerin sosyal kurumlar açısından farklı ilkelerle gönderilmeleri doğaldır. Risâletle gönderilen her peygamber, önceki risâletin sosyal kurumlarla ilgili ilkelerini kısmen veya tamamen yürürlükten kaldırmıştır. İşte sonraki bir peygamberin, öncekinin risâletini yürürlükten kaldırmasına nesh diyoruz. Kur’an, bu anlamdaki neshin vuku bulduğundan bahseder.

Her ne kadar yahûdilerin büyük bir kesimi ile hıristiyanlardan bazıları, sonraki bir peygamberin, öncekinin risâletini yürürlükten kaldıramayacağını; Allah neyi emretmişse bunun kıyâmete kadar kalıcı olması gerektiğini savunmuşlarsa da, insanlığın tarihî seyri içerisinde yeni birtakım problemlerle karşılaşması; toplumlara hâkim şartların değişmesi bunu zorunlu kılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’in inişinden kıyâmete kadar geçecek dönem içerisinde toplum ihtiyaçlarının farklılıklar göstereceğini de şüphesiz hesaba katmamız gerekiyor. Bunun bir sonucu olarak birtakım hükümlerinin bazı zaman ve mekânlar açısından askıda kalacağını kabul etmemiz gerekir. Ancak bu askıda kalma işi kıyâmete kadar devam etmez. Yani, askıya alınan hüküm, tümden yürürlükten kalkmaz. Onları gerektiren şartlar sözkonusu olduğunda aynı hükümler tekrar yürürlüğe girer. [202]

Klasik nesh teorisi, Kur’an’ın sonsuza dek geçerliliğine aykırıdır. Bundan şu sonuç çıkmaktadır: Kur’an’ın neshedilmiş olan hükümleri neshedilişlerinden önce ebediyyen yürürlükte sayılıyordu, ama neshedilmekle ebedîliklerini yitirmiş oldular. Kur’an’da bulunmakla birlikte bu âyetler, şimdi fonksiyonlarını yitirmiş, kullanılmaz durumdadırlar. Pratik bir değer taşımadıkça, bu âyetlerin sırf Kur’an’daki varlıkları ile ebedî olamayacakları belirtilmelidir. Kur’an’ın ebedîlik kavramı, onun bütün hükümlerinin ümmet içinde sonsuza kadar yürürlükte kalmasını gerekli kılmaktadır. İşte bu yüzden, bazı âyetlerin ilgâ edilmiş olduğu iddiasının makul bir temeli olmadığı ortaya çıkmaktadır.

Kur’an, yirmi üç yılda parça parça vaheyedildi. Genellikle her âyet, kendine ait sosyal şartları içinde indi. Oluşum halindeki İslâm topluluğu geliştikçe, Kur’an vahyi de değişen şartlara ve çevreye ayak uydurmakta idi. Belli durumlarda inen âyetler daha sonra değiştirildiklerinde ve geliştirildiklerinde neshedildiklerini belirtmediler. Bu yüzden Kur’an’ın hükümlerini farklı zaman ve yerlerde uygulamak için, her âyetin vahyedildiği tarihî ortam öğrenilmeli ve daha sonra, Kur’an bir bütün olarak uygulanmalıdır. Böylece, Kur’an hükümlerinin belli bir durumda vahyedildiğini genelleştirebiliriz. Bir hükmü, ardından gelen ile neshetmek yerine; onu, vahyedildiği andakine benzer şartlarda uygulamak daha doğru görünmektedir.

Bir örnek vermek gerekirse; Mekkî sûrelerde müşriklerin saldırılarına karşı müslümanlardan sabırlı ve tahammüllü olmalarını isteyen birçok âyet vardır. [203] Buna mukabil Medenî sûrelerde, müslümanları müşriklere saldırmayı ve buldukları yerde onları öldürmeye çağıran birkaç âyet vardır. Bu iki grup âyet arasında açık bir fark vardır. Müfessirlerin bu iki grup âyeti uzlaştıramadıkları ve bu yüzden, öncekinin sonra gelen tarafından neshedildiğine kail oldukları anlaşılmaktadır. Bu noktada şu soruyu sormak gerekir: Sözkonusu Mekkî âyetler gerçekten ilgâ edildiler mi? Başka bir deyişle, müslümanlar hiçbir durumda, gayri müslimlerin saldırılarına savaş dışında başka türlü tavır alamazlar mı? Ya da, şartlar ne olursa olsun, daima onlarla dövüşüp savaşmalı ve onları öldürmeliler mi? Kur’an’ın amacının bu olduğunu düşünmüyoruz. Sabır ve tahammülü, cihadın savaş dışındaki boyutlarını emreden Mekkî âyetlerin, müslümanların, müşriklerin saldırılarına karşılık veremeyecek durumda ve zayıf oldukları zaman vahyedildiği bilinmektedir. Oysa savaşı emreden âyetler, müslümanların güçlerinin hayli büyüdüğü bir döneme aittir. Görülüyor ki, bu farklı hükümler farklı durumlara aittir ve bu yüzden bunlar arasında bir çelişki yoktur. Buradan ilk olarak şu sonuca varılabilir: Müslümanlar bir yerde güçsüz iseler müslüman olmayanların saldırılarına geçici olarak tahammül edebilirler, savaşın dışında farklı tavırlar sergileyebilirler. Ancak aynı anda, hazırlık yapmalı ve güçlerini geliştirmelidirler. İkinci olarak ise, güçlendiklerinde, savaşa hazır bir durumda bulunmaları ve İslâm düşmanlarının güçlerini kırmaları gerekmektedir. Böylece farklı şartlarda vahyedilmiş hükümlerin, vahyedildikleri zaman içinde bulundukları şartlar ve bakış açıları göz önünde tutularak uygulanabilecekleri açıklıkla ortaya çıkmaktadır.[204]

 

Klasik nesh anlayışının Kur’an’a ve Kur’an’ın ruhuna uygun olmadığını şöyle özetleyebiliriz:

Kur’ân-ı Kerim, kendisinin her türlü çelişkiden uzak olduğunu söylüyor: “Hâlâ Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, onda birçok ihtilâf (çelişki) bulacaklardı.”[205] Nâsih ve mensûh âyetlerin varlığı, çelişkili hükümler anlamına gelir ve bu âyetle çelişir.

Bazı âyetleri ebediyyen mensûh kabul etmek, Kur’an’ın muhkem oluşuyla, yani evrensellik vasfıyla uyuşmaz ve onu, yalnızca milâdî 7. yüzyılın şartlarına hapseder. Hâlbuki 23 yıllık bir nüzul süreci, Peygamber toplumuna hasredilmemeli, tedrîcîlik prensibi, tarihin bütün zamanları için uygulanmalı; Kur’an, her şartın müşküllerine derman olmalıdır. Bu bağlamda siyer ve esbâb-ı nüzûl ilimleri, yardımcı unsurlardır. Neshin varlık nedeni olarak ileri sürülen toplumsal değişim olgusu, Hz. Peygamber’in vefatı ile sona ermiş değildir. İlâhî irâde bunu, bir sünnetullah olarak bütün insanlık için öngörmüştür.

Kur’an’da ve hadis-i şeriflerde, bu konuya delil olacak açık bir nass yoktur. İddia edilenler de geçmiş şeriatleri konu edinmektedir. Sahâbeden bazı rivâyetler, bize kadar gelmişse de, birkaç âhad rivâyetle, mütevâtir olan Kur’an âyetleri mensûh sayılamaz.

Neshin vâki olduğu iddia edilen âyetlerden bazısında Kur’an’da mensûh hüküm bulunmamaktadır. Neshedildiği iddia edilen uygulama, ya bir örftür ya da İbrâhim veya Mûsâ şeriatinin devamıdır. Meselâ, kıblenin tahvîli, âşûra orucu, oruç gecesinde kadınlara yaklaşmak vs.

Âyetlerin nesh bağlamında kategorizasyonu da ilâhî kelâmın korunmuşluğu esasına aykırıdır. Şöyle ki: Usûl kitaplarında ve tefsirlerde âyetler, hüküm ve metnin neshi yönüyle dört kategoriye ayrılır:

a) Hem hükmü, hem tilâveti mensûh âyetler: Sahâbeden âhad bir rivâyet: “Ahzâb sûresi, Bakara sûresi uzunluğundaydı. Sonra Ahzâb sûresinden birçok âyet neshedildi.” [206]. Hz. Âişe’den rivâyet edildiği iddia olunan aşağıdaki rivâyetse, bu madde ve gelecek madde için bir örnek teşkil etmektedir: “Bilinen on emzirme, hurmete yol açar.” âyeti, Kur’an’da indirilenler arasında idi. Sonra bu âyet, “bilinen beş emme” ile neshedildi. Hatta Rasûlullah (s.a.s.) vefat etti. Bu “bilinen beş emme” insanlar arasında okunuyordu [207] (Hanefîler ve Mâlikîler, bu rivâyeti nazar-ı itibara almamışlardır).

b) Tilâveti mensûh, hükmü bâki âyetler: Hz. Ömer’den rivâyet edildiği ve Nur sûresi’nin bir âyeti olduğu iddia edilen âyet(!), bu maddeye örnektir: “Şeyh ve şeyha (-ihtiyar- evli erkek ve kadın) zinâ ederlerse, hemen ikisini de Allah’tan bir ceza olmak üzere recmedin. Allah azizdir, Hakimdir.” Hem Kur'an'a, hem de, "Ömer Kur'an'a ilâve ediyor' denmesinden korkmasam, bu recm âyetini Kur'an'a yazardım" dedirterek, Allah'tan değil de insanlardan korktuğu iddia edilerek Hz. Ömer'e iftira edilen bu recm âyeti(!) ile ilgili rivâyetler için bkz. Buhârî, 93/21; Müslim, Hudûd 8, hadis no: 1431; Ebû Dâvud, 41/1. Bu recm âyetini nesheden, rivâyete göre bir keçidir. "Keçi, Hz. Âişe'nin evinde bulunan 'recm âyeti'ni yedi, böylece nesh oldu." [208]

c) Hükmü mensûh, tilâveti bâki âyetler.

d) Hem hükmü, hem tilâveti bâki âyetler.

Ayrıca, Kunut duâlarının Kur’an sûreleri olduğu ile ilgili Ubeyy bin Kâ’b’ın sözleriyle, Muavvizeteyn sûreleri ile ilgili Abdullah bin Mes’ud’un sözleri, rivâyetler doğru ve bu sözler onlara aitse, kendi kanaatleri olmaktan öteye gitmez. Ancak bu tür rivâyetlerde, Kur’an’ın korunmuşluğunu zedelemek ve İslâm’dan öç almak kasdıyla sinsi İslâm düşmanları eliyle bunların uydurulup piyasaya sürüldüğünü söylemek gerçeğe daha uygundur. [209]

Kur’an’ın bütünlük ve çelişmezlik ilkesine uygun olarak, âyetler arasında nesh cereyan etmemiştir. Nesh olduğu iddia edilen âyetler, genellikle ya iki ayrı konuyu ifade etmektedir ya da hükümler, içinde bulunulan şartlara uygun olarak zaman, önem sırasıyla ve kesinliğe doğru bir seyirle tedrîcî olarak indirilmiştir. Buna da nesh denmemelidir. Şeriatler arasında da akîdeyle ilgili hükümler, temel hak ve hürriyetler, temel ahlâk kuralları ve tarihî ve melekûtî gayb haberleri konularında neshin cereyan etmesi düşünülemez. Nesh, bazı alâmetlerde (kıblenin değişmesi), imtihana yönelik vaz edilen hükümlerde (Cumartesi günü yasağı), ilişki biçimlerinin değişmesi sonucu yeni düzenleme lüzumunda (boşanmanın cevâzı) veya bazı yiyeceklerde (deve etinin veya içyağının helâl kılınması) cereyan etmiştir.

Eldeki Kur’an’ın bütün âyetleri, hem hükmen, hem de metin olarak geçerlidir, bâkîdir. Farklı gibi görünen hükümler, farklı toplumlarda, farklı şartlarda uygulanabilecek hükümlerdir ve hiç kimsenin, Kur’an’a leke sürmeye veya bazı âyetlerinin formalite icabı, süs olarak durup hükmünün geçersiz olduğunu ifade edip Kitabın bir kısmını reddetmeye hakkı yoktur. Allah’ın kelimeleri, insan düşüncesi ile nesh edilemeyecek kadar yücedir.   

 

SORULAR

1- Kitapların ve suhufun gönderiliş amaçları, hikmetleri nelerdir?

2- Suhuf ne demektir?

3- Kur’ân-ı Kerim’de “Kitab” kavramıyla neler kast edilmektedir, sayarak açıklayın.

4- Kur’ân-ı Kerim’in özelliklerini açıklayınız.

5- Kur’ân-ı Kerim’in temel konularını maddeler halinde açıklayın.

6- Kur’an’ı nasıl okumamız gerektiğini, ondan nasıl yararlanılabileceğini izah ediniz.

7- Vahyin sözlük ve terim anlamlarını açıklayınız.  

8- Vahyin çeşitlerini yazarak her birinin hakkında bilgi veriniz.

9- Aşağıdakilerden hangisi vahyin çeşitlerinden değildir?

a) Velîlerin elinden olağan üstü olayların meydana gelmesi

b) Meleğin görünmeden getirdiği hükümler

c) Cebrâil (a.s.)’ın kendi şekliyle gelerek getirdiği hükümler

d) Arada hiçbir araç olmadan Peygamberimiz’in (s.a.s.) direkt Allah’tan aldığı hükümler.

 10- Tevrat, Zebûr, İncil, Kur’ân-ı Kerim; Bu dört büyük kitap, sırasıyla hangi peygamberlere gelmiştir?

a) Hz. Mûsâ, Hz. İsa, Hz. Dâvud, Hz. Muhammed.

b) Hz. İsa, Hz. Dâvud, Hz. Mûsâ, Hz. Muhammed.

c) Hz. Mûsâ, Hz. Dâvud, Hz. İsa, Hz. Muhammed.

d) Hz. Muhammed, Hz. İsa, Hz. Dâvud, Hz. Mûsâ

11- Kur’ân-ı Kerim hakkında aşağıdaki seçeneklerden hangisi yanlıştır?

a) Kur’an bizzat Allah’ın koruması altındadır.

b) Kur’an’da 114 sûre vardır.

c) Kur’an Fâtiha sûresi ile başlar, İhlâs sûresi ile sona erer.

d) Peygamberimiz’in en büyük mûcizesi Kur’an’dır.

                              

[1] 2/Bakara, 4

[2] 3/Âl-i İmran, 85

[3] Ahmed bin Hanbel, III, 378

[4] Ankebut, 29/2.

[5] Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an Tefsiri.

[6] 2/Bakara, 285

[7] 20/Tâhâ, 133; 87/A’lâ, 18

[8] 87/A’lâ, 19

[9] 80/Abese, 13; 98/Beyyine, 2

[10] 4/Nisâ, 54; 6/En’âm, 89; 57/Hadîd, 26

[11] 87/A’lâ, 19

[12] 43/Zuhruf, 4; 13/Ra'd, 39

[13] 2/Bakara, 2; 38/Sâd, 29; 41/Fussılet, 3; 43/Zuhruf, 2; 44/Duhan, 2

[14] 18/Kehf, 47-49; 45/Câsiye, 29

[15] 17/İsrâ, 13-14

[16] 51/Zâriyât, 20-21; 41/Fussılet, 53

[17] 33/Ahzâb, 40

[18] Buharî, Edeb 309; Müslim 1/514, 746; Hâkim, 2, 342

[19] 33/Ahzâb, 21

[20] 69/Haakka, 44-47

[21] 2/Bakara, 185; 10/Yûnus, 37; 17/Isrâ, 73-75

[22] 73/Müzzemmil, 20

[23] 2/Bakara, 23-24; 11/Hûd, 13; 17/Isrâ, 88; ayrıca Bak. 15/Hicr, 9

[24] 2/Bakara, 2

[25] 2/Bakara, 2

[26] 39/Zümer, 23

[27] 15/Hıcr, 9

[28] 2/Bakara, 2

[29] 38/Sâd, 29

[30] 17/İsrâ, 66

[31] Bakara, 269

[32] Mennâ' el-Kattan, Mebâhis Ulumi'l-Kur'an, Beyrut, 1408/1987, s. 327

[33] Cevherî, Sıhah, 5/1928; Zebidî, Tâcu’l-Arûs, 8/211; Menâhil, 2/16; Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirîn, 1/23; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 215-216

[34] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 217-218; Ali Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları,  222-223

[35] İbn Teymiyye, Meccmeu' Fetâvâ, 13/291; Mennâ' el-Kattan, Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'an, 325

[36] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I (Mukaddime, 30; Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I/33

[37] 18/Kehf, 80

[38] Mennâ' el-Kattan, 326

[39] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 220-221

[40] 21/Enbiyâ, 107

[41] 7/A'râf, 158; 34/Sebe', 28; 35/Fâtır, 24

[42] Bak.2/Bakara, 158; 6/En'âm, 19; 17/İsrâ, 82, 89; 18//Kehf, 54; 30/Rûm, 58; 39/Zümer, 27; 41/Fussılet, 44

[43] Hidâyet Aydar, Kur'ân-ı Kerim'in Tercümesi Meselesi, s. 73-75

[44] 2/Bakara, 185

[45] 49/Duhân, 3; ayrıca Bak.97/Kadr, 1

[46] Buharî, Bed’ü’l-vahy, 1

[47] 25/Furkân, 32

[48] 17/Isrâ,105-106

[49] 53/Necm, 1

[50] 56/Vâkıa, 75-80

[51] 4/Nisâ, 82

[52] 22/Hac, 78

[53] 21/Enbiyâ, 92

[54] 23/Mü’minûn, 52

[55] 5/Mâide, 48

[56] 42/Şûrâ, 13

[57] 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69

[58] 13/Ra‘d, 35; 47/Muhammed, 15

[59] 12/Yûsuf, 1-2

[60] 14/İbrahim, 1-2

[61] 68/Kalem, 52

[62] 2/Bakara, 2

[63] 14/İbrahim, 52

[64] 16/Nahl, 102

[65] 3/Âl-i İmran, 138

[66] 5/Mâide, 16

[67] 5/Mâide, 49

[68] 20/Tâhâ, 113

[69] 17/İsrâ, 89

[70] 25/Furkan, 1

[71] 41/Fussılet, 44

[72] 17/İsrâ, 106

[73] 7/A'râf, 3

[74] 25/Furkan, 27-30

[75] 20/Tâhâ, 124-126

[76] 2/Bakara, 159-160

[77] 2/Bakara, 174

[78] 15/Hicr, 90-94

[79] 2/Bakara, 85

[80] 47/Muhammed, 24

[81] 10/Yûnus, 37

[82] 4/Nisî, 82

[83] 27/Neml, 6

[84] 41/Fussılet, 2

[85] 69/Haakka, 41-43

[86] 69/Haakka, 44-47

[87] 26/Şuarâ, 210- 211

[88] 69/Haakka, 40

[89] 14/İbrahim, 1

[90] 39/Zümer, 39

[91] 65/Talâk, 11

[92] İhsan Eliaçık, İtikad Üzerine, Şafak Y., s. 20 vd.

[93] 5/Mâide, 45

[94] 2/Bakara, 257

[95] 7/A'râf, 179

[96] 20/Tâhâ, 124-127

[97] 36/Yâsin, 65

[98] bak. 3/Âl-i İmran, 154

[99] bak. 48/Fetih, 26

[100] bak. 33/Ahzâb, 33

[101] 5/Mâide, 50

[102] 10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44

[103] 54/Kamer, 17, 22, 32, 40; 19/Meryem, 97; 44/Duhân, 58

[104] 20/Tâhâ, 2-4; ayrıca Bak.13/Ra’d, 28; Kur’an Anlaşılsın Diye, Heyet, Yekder Y., s. 10-39

[105] 16/Nahl, 44, 64; 5/Mâide, 15,19; 14/Ibrâhîm, 4

[106] 2/Bakara, 219, 221, 243, 266; 24/Nûr, 61; 7/A’râf, 176; 10/Yûnus, 24; 16/Nahl, 44; 38/Yâsîn, 29; 4/Nisâ 82; 47/Muhammed, 24; vd.

[107] 27/Neml, 92

[108] 56/Vâkıa, 80

[109] 2/Bakara, 185

[110] 36/Yâsin, 2

[111] 56/Vâkıa, 77

[112] Müslim, Musâfirîn, B. 18, Hds. 139; Ebû Dâvud, Tatavvu, B. 26, Hds. 1342; Nesâî, K. Leyl, B. 2, Hds. 1601; Dârimî, Salât B. 165, Hds. 1342

[113] 3/Âl-i İmran, 8

[114] 16/Nahl, 98

[115] 56/Vâkıa, 79

[116] 7/A'râf, 204

[117] 73/Müzzemmil, 4

[118] Metin Karabaşoğlu, Kur'an Okumaları, Karakalem Y., s. 15 vd.

[119] 36/Yâsîn, 11

[120] 17/İsrâ, 9

[121] 54/Kamer, 17

[122] 25/Furkan, 30

[123] 6/En'âm, 155

[124] Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II, 341

[125] 20/Tâhâ, 124

[126] İbn Mâce, Hadis no: 4205

[127] 5/Mâide 90

[128] İbn Kesir, 5/Mâide 90 âyetinin tefsiri

[129] 24/Nûr, 31

[130] İbn Kesir, 24/Nûr, 31. âyetinin tefsiri

[131] 20/Tâhâ, 98; 6/En'âm, 155; Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Y., 1/88-92

[132] Ezher Dergisi, 48/3; s. 265-268, Mısır, 1975

[133] 2/Bakara, 106

[134] 7/A’râf, 154

[135] 22/Hacc, 52

[136] 45/Câsiye, 29

[137] 16/Nahl, 101

[138] 16/Nahl, 36; 21/Enbiyâ, 25 vb.

[139] Bkz. 2/Bakara, 41, 91, 97; 4/Nisâ, 47; 5/Mâide, 48

[140] 33/Ahzab, 40

[141] 2/Bakara, 106 ve 16/Nahl, 101

[142] 3/Âl-i İmrân, 19

[143] 5/Mâide, 3

[144] 9/Tevbe, 5

[145] M. Gazâlî, Kur’an’ı Anlamada Yöntem, s. 107

[146] 16/Nahl, 101

[147] 2/Bakara, 106

[148] 13/Ra’d, 39

[149] 11/Hûd, 1

[150] 18/Kehf, 1

[151] 2/Bakara, 2

[152] 41/Fussılet, 42

[153] 41/Fussılet, 41

[154] 16/Nahl, 101

[155] 16/Nahl, 103

[156] 2/Bakara, 106

[157] 16/Nahl, 101

[158] Sâbûnî, Kur’an İlimleri, s. 82

[159] 15/Hıcr, 9

[160] 87/A’lâ, 6

[161] 2/Bakara, 105

[162] 43/Zuhruf, 32

[163] F. Râzi, T. Kebir, 3/295

[164] 13/Ra’d, 39

[165] 13/Ra’d, 38

[166]Ahmed bin Hanbel, Müsned II/181

[167]F. Candan, Nesh Tartışması Akîdevî Bir Konudur, Haksöz, 13

[168]17/İsrâ, 79

[169]81/Tekvîr, 27

[170]4/Nisâ, 82

[171]Ahmad Hasan, Nesh Teorisi, İslâmî Araştırmalar, sayı 3, s. 108

[172]Arif Özel, Nesh Meselesi, Evrensel Mesaj, Haziran 99

[173]4/Nisâ, 82

[174]Bkz. 8/Enfâl, 67

[175]Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, 97-98 

 

[176]15/Hıcr, 90-93

[177]2/Bakara, 85

[178]18/Kehf, 27

[179]Çıkış, 16/25-30

[180]Levililer, 7/22-26; 6/En’âm, 146

[181]Çıkış, 32/21-33

[182]Markos, 2/23-28; 3/Âl-i İmrân, 50

[183]10/Yûnus, 15

[184]5/Mâide, 105

[185]7/A’râf, 199

[186]İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an, 1/388

[187]A.g.e, 1/102; Mustafa İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, 195-200

[188]4/Nisâ, 82

[189]6/En’âm, 34, 115; 18/Kehf, 27

[190]50/Kaf, 29

[191]10/Yûnus, 64

[192]Süleyman Ateş, Kur’an’da Nesh Meselesi, s. 21-23       

[193]Bakara, 206 âyetinden

[194]Bakara, 106. âyeti

[195]Bakara, 105

[196]Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, İşaret Y. 1/30-31

[197]Müslim, Edâhî 5, hadis no: 1971

[198]Buhârî, Edâhî 16

[199] 9/Tevbe, 5

[200] 2/Bakara, 106

[201]Muhammed Gazâli, Kur’an’ı Anlamada Yöntem, 105-111

[202]M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Anlaşılmasında İki Mesele, s. 83-84

[203]Meselâ, 16/Nahl, 126

[204]Ahmad Hasan, Nesh Teorisi, İslâmî Araştırmalar, sayı 4, s. 106-107

[205]4/Nisâ, 82

[206]Ubey bin Kâ’b’dan, Sahih-i İbn Hibbân

[207]Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî

[208]İbn Mâce, Nikâh 36, hadis no: 1944; Ahmed bin Hanbel, 5/131, 132, 183; 6/269

[209]Arif Özel, Nesh Meselesi, Evrensel Mesaj, Haziran 99, s. 29-30

Cuma, 19 Şubat 2021 14:30

MELEKLERE İMAN

MELEKLERE İMAN

 

  •  Melek; Tanımı ve Mâhiyeti
  • Meleklerin Mâhiyetleriyle İlgili Kur'an'daki Tasvirler
  • Meleklerin Özellikleri
  • Meleklerin Görevleri
  • Meleklerin Sayıları ve Çeşitleri
  • Melekler İnsanlardan Daha Faziletli midirler?
  • Gayba ve Meleklere İman
  • Melek İnancının Etkileri
  • Melekler Hakkında Tashih Edilmesi Gereken Bazı Yaklaşım ve Bâtıl İnançlar
  • Sorular

 

Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:

* Gayba imanın izahını yapabilmek.

* Meleklerin nasıl bir varlık olduklarını tanımlayabilmek.

* Gaybî varlıklardan olan meleklerin özelliklerini açıklayabilmek.

* Bazı meleklerin isim ve görevlerini listeleyebilmek.

* Hafaza, mukarrabûn, kirâmen kâtibîn gibi melekleri ve bunların

   vazifelerini açıklayabilmek.

* Meleklerin faziletini ve insanlardan üstün olup olmadıklarını

    izah edebilmek.

* Meleklerin insanlar tarafından dünyada görülüp görülemeyeceği

   hususuna açıklık getirebilmek.

* Meleklere iman etmenin insan hayatı üzerinde nasıl etkiler

    uyandırdığını açıklayabilmek.

* Melekler hakkında günümüzdeki yanlış inanç ve kabulleri

   örneklerle izah edebilmek.

 

 

Melek; Tanımı ve Mâhiyeti

Melek kelimesi, “elûk”, “elûke” veya “mülk” kelimesinden türemiş Arapça bir kelimedir. Türediği bu kelimeler, risâlet, yani elçilik, (postacılık, aracılık) ve kudret, kuvvet anlamlarına gelir. Dolayısıyla “melek” de, elçi, güçlü, kuvvetli idare eden anlamındadır. Bundan dolayı Allah, bu kelimeyi; kulları, peygamberleri ve diğer yaratıkları ile kendi arasında elçilik-habercilik görevini yapan ve evrendeki olayların meydana gelmesi için verilen görevleri yerine getiren güçlü-kuvvetli yaratıklarına isim olarak vermiştir. Çoğulu “melâike”dir. Istılahta melekler, Allah tarafından yaratılmış, çeşitli şekillerde peygamberlere görünebilen, zor işlere gücü yeten, yemeyen içmeyen, erkeklik ve dişilikleri olmayan, Allah’a devamlı ibâdet ve itaatten ayrılmayan lâtif varlıklar olup İslâm’da iman esaslarından birini oluşturmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de tekil ve çoğul olarak 87 yerde melek kavramı geçmektedir. “Melek” kelimesi yanında Kur’ân-ı Kerim’de, çoğu âyette, meleklerden aynen peygamberler gibi, “rasûl” ve bunun çoğulu olan “rusul” diye de söz edilmektedir. Bu kelimeler, elçi ve elçiler mânâsındadır. Aynı zamanda bu kelimeler, meleklerin esas vazifelerinin, elçilik olduğunu da gösteriyor. Bu elçilik, bazen Allah ile peygamberler arasında, bazen de Allah ile diğer varlıklar arasında oluyor. Onlar, vahiy getiriyor, kâinattaki hâdiseleri, Allah Teâlâ’dan aldıkları emirler çerçevesinde yürütüyor ve böylece aracılık-elçilik görevini çok değişik şekillerde yerine getiriyorlar. [1]

Allah, bir âyet-i kerimede iman edilmesi gerekli olan esasları özlü bir şekilde bildirerek şöyle buyurur: “Peygamber de, mü’minler de kendilerine Rablerinden indirilene iman ettiler. Her biri Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti.”[2]İman edilmesi gereken şeylerin âyetteki sıralanışı içinde meleklerin yeri, onlara imanın önemini göstermektedir. Bu sıranın, Allah isminden sonra, kitaplar ve peygamberler’den önce oluşu, meleklerin Allah ile peygamberler arasında elçilik-habercilik yaptıklarına, Allah’ın kitaplarını getirmede aracı olduklarına, yani vahiy getirme görevlerine işaret eder mâhiyettedir. Melekler, Allah'ın insanlara bir lutfu ve keremi sayılan "peygamberlik müessesesi"nin temeli olan Allah'ın ilâhî vahyini, görülmeyen gayb âleminden insanlara, onlar arasından seçilen peygamberlere indiren Allah'ın İlâhî elçileridir. 

Kur’an’da meleklerin varlığını kabul etmeyenler açık bir şekilde kâfir ve sapık olarak nitelendirilmiştir: “Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederek kâfir olursa, hiç şüphesiz ki uzak bir dalâletle sapıp gitmiştir.”[3]

Vahye ve peygamberliğe, hatta âhirete ve gaybiyyât denilen âhiret hallerine, cennet ve cehenneme inanmak, ancak meleklere iman etmekle mümkün olur. O halde peygamberlere ve onlara indirilen semavî kitaplara inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren, vahyi ve kitapları indiren "meleklerin varlığı"na kesin olarak inanmak şarttır. Meleklere gerektiği şekilde iman etmeyen, diğer tüm iman esaslarını kabul etse bile mü’min vasfını kaybeder. Zaten böyle bir kimse, melekler aracılığıyla gerçekleşen diğer iman esaslarına da ister istemez inanmamış olacaktır. Melekleri inkâr eden kimse, dolayısıyla vahyi, İlâhî kitapları, peygamberleri, ruhları ve kıyâmeti inkâr etmiş olur.

İman, ibâdetten önce geldiğine ve gerçek anlamda iman etmeyen kimsenin ibâdetleri de geçersiz olacağına göre, müslümanlar için meleklere iman, diğer tüm inanç esaslarıyla birlikte öncelikli bir öneme sahiptir.

Melekler, gaybiyyât denilen görülmeyen âlemde mevcut nuranî latif varlıklar olduklarından; biz onları göremezsek de, var oldukları, dinî-naklî delillerle sâbit olduğundan, insan aklı da onların varlığını inkâr edemez. Gerçi akıl, meleklerin ne varlığını, ne de yokluğunu kesin delillerle isbat edemez. Fakat, akl-ı selim, gözle görülmeyen bu gibi latif varlıkların varlığının imkânsız olmadığına, aksine onların da, vücudu câiz olan şeylerden olduğuna delalet eder. Çünkü, meleklerin varlığını inkâr edebilmek için, aklî, felsefî veya ilmî verilere dayanan hiçbir delil ortaya konulamaz. Aksi halde; gözümüzle göremediğimiz ve bu gün ilmin mâhiyet ve hakikatini tesbit edemediği hayat cevherinin, insan ruhunun ve aklımızın da varlığını inkâr etmemiz gerekir. Fakat göremiyoruz veya mâhiyetini bilemiyoruz diye ne ruhu, ne aklı, ne hayat gerçeğini ve ne de görünmeyen, fakat varlığı ilmen bilinen kuvvet ve enerji gibi gerçekleri inkâr edemeyiz. O halde, ruh ve akıl gibi maddî olmayan ve maddeden mücerret soyut, mânevî, gaybî varlıklara da inanmaya mecburuz. Bu gibi soyut varlıklar, gözlem ve tecrübeye dayanan müsbet ilmin sınırları dışında kalan fizik ötesi, gaybî, mânevî yaratıklardır.

Nitekim, özellikle Sokrat ve Eflatun gibi birçok eski filozoflar, fizik ötesi ruhanî varlıkların var olduğuna inanmak zorunda kalmışlardır. Bu günkü müsbet ilimlerle uğraşan meşhur bilginlerin büyük çoğunluğu, fizik ötesi birtakım kuvvet ve varlıkların bu maddî-kevnî âlemde görülen bazı olayların meydana gelmesine sebep olduğunu kabul ve itiraf etmektedirler. Bütün bu gerçekler ve ilmî veriler, meleklerin varlığının aklen câiz ve mümkün görüldüğüne kesin olarak delalet etmektedir. Özet olarak diyebiliriz ki, melekler de, aklımız ve ruhumuz gibi vardır. Gerçi biz onları göremiyoruz ama, peygamberler görmüşler ve büyük bir melek olan Cebrâil (a.s.)'in elçiliği ile Allah Teâlâ'nın vahyine mazhar olmuşlardır. Onlar, vahiy meleği aracılığı ile Allah'ın emir ve yasaklarını alıp öğrenmişler ve insanlığı hidâyete ve saadete yöneltmişlerdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim de, Peygamberimiz'e aynı şekilde indirilmiş ve bize meleklerin varlığını haber vermiştir. Onun içindir ki bütün müslümanlar, Kur'an'ın haber verdiği ve aklın da varlığını inkâr edemediği meleklere iman ederler.

Kur'an'da geçen pek çok âyetlerde meleklerin çeşitli görevleri belirtilmiş, yaptıkları işlerin önemine ve özelliğine göre aldıkları özel isimler beyan olunmuştur. Yerlerde ve göklerde, Kürsî'de ve Arş etrafında, Beytu'l Ma'mur ve Sidre-i Müntehâ'da, cennet ve cehennemde sayısız melekler vardır. Kur’an’da isimleri geçen Cebrâil ve Mîkâil, meleklerin büyüklerindendir.

Mü’minler, Meleklere ve Allah’ın Onlar Vasıtasıyla Hayatımıza Müdahil Olduğuna İman Ederler

Meleklere iman, Allah’ın melekleri vasıtasıyla sürekli bizimle di­yalog halinde olduğuna iman etmek demektir. Allah’ın dünyayı yaratmış, sonra da “ne haliniz varsa görün! Ben sizinle ilgilenmiyorum. Hukuku­nuz, ticaretiniz, kılık kıyafetiniz, kazanıp harcamanız, eğitiminiz nasıl olursa olsun, nasıl bilirseniz, keyfinize nasıl uygun gelirse öylece yaşayın!” diyerek kendi köşesine çekilmiş bir ilâh olmadığına ve her ân me­lekleri vasıtasıyla bizi kontrol altında tuttuğuna, dünya işlerini idare ettiğine iman etmek demektir. Melekleri vasıtasıyla her ân yanı­mızda olduğuna, bu melekleri vasıtasıyla yeryüzüne karıştığına, yeryüzünde seçtiği peygamberlerine bu melekleri vasıtasıyla bizim hayatımızı düzenle­mek üzere mesajlar gönderdiğine, vahiy gön­der­diğine ve bizi bununla sorumlu tuttuğuna iman demektir. Me­lekler vasıtasıyla bizim amellerimizi tespit ettiğine, melekleri vası­tasıyla bizi bize isabet edecek be­lâlar ve musîbetlerden koru­du­ğuna iman etmek demektir. Meleklere iman, bu demektir. Yoksa sadece meleklerin varlığına iman demek değildir.[4] Rabbimiz bu hususu âyetlerinde açıkça ifade etmiş bulunmaktadır:

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız. Üstelik, biri insanın sağ tarafında, biri sol tarafında oturmuş iki alıcı melek de (onun yaptıklarını) alıp kaydetmektedir. İnsan hiçbir söz söylemez ki onun yanında (yaptıklarını) gözetleyen (ve kaydeden) hazır bir melek bulunmasın. O, ölüm sarhoşluğu, bir gerçek olarak gelip de, (insana) ‘İşte bu, senin yan çizip kaçmakta olduğun şeydir’ (denildiği zaman da).  (İnsanlar öldükten sonra tekrar dirilmeleri için) Sûr'a üfürülecek. İşte bu, tehdidin gerçekleşeceği gündür. Herkes beraberinde bir sevk edici, bir de şahitlik edici (melek) ile gelir. Beraberindeki (melek) şöyle der: ‘İşte bu yanımdaki hazır’."[5]

“O'nun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri (melekler) vardır, onu Allah'ın emriyle gözetip korumaktadırlar…”[6]

Meleklere iman, onlar tarafından sürekli amellerimizin tespit edil­diğine iman demektir. Meleklere iman hesap ve kitaba iman de­mektir. Meleklere iman âhiret hesabına göre bir hayat yaşamak ge­rektiğine iman demektir. Sonra bu melekler vasıtasıyla Allah’ın gönderdiği kitaplara da iman etmişlerdir o mü'minler.

 

Meleklerin Mâhiyetleriyle İlgili Kur'an'daki Tasvirler

Meleklerin hangi şeyden yaratıldığına dair Kur’ân-ı Kerim’de herhangi bir bilgi yoktur. Fakat bir hadis-i şerifte “cinlerin ve şeytanların ateşten, Hz. Âdem’in Kur’an’da  bildirildiği gibi toprak ve çamurdan, meleklerin ise nurdan yaratıldığı”[7] bildirilmektedir. Kur’an’dan, meleklerin insanlardan önce yaratıldıkları[8], güçlü ve kuvvetli oldukları[9], Allah’ın hitabına muhatap olup O’nunla konuştukları[10], Hz. İbrahim, Lût, Zekeriyyâ ve Meryem ile konuştukları[11] ve âhirette cehennemliklerle konuşacakları[12], arşın etrafında tavaf ettikleri[13], iri gövdeli ve sert tabiatlılarının bulunduğu[14] kanatlarının ve ellerinin mevcut olduğu[15] anlaşılmaktadır. Kur’an ve hadislerde yer alan bu ve benzeri ifadeler yanyana konulduğu zaman meleklerin farklı ve özel varlıklar oldukları anlaşılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim'de meleklerin "kanatlı" oldukları belirtilir."Gökleri ve yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamd olsun. O, yaratmada dilediğine artırır. Muhakkak ki Allah her şeye kaadirdir."[16] Bu âyetten anlıyoruz ki, meleklerin, nurânî mâhiyetlerine uygun (yaptıkları iş ve vazifelerine göre) ikişer, üçer, dörder kanatları vardır. Ancak; gayb (görülmeyen) âlemden olan, maddî kesâfetten soyutlanmış, mâhiyeti bilinmeyen melekleri kuşlar gibi kanatlı, maddî varlıklar olarak tasavvur etmek, yanlış bir anlayıştır. Çünkü onlar Allah Teâlâ'nın irâde ve takdiri ile bizim gözlerimizle görülecek şekilde yaratılmamış, Kur’ân-ı Kerim'de bu konuda açık bilgi verilmemiştir. Sözü edilen kanat, meleğin yaratılış gayesi ve nurânî mâhiyeti ile bağdaşan, vazifelerini en süratli bir şekilde yerine getirmelerine delalet eden mânevî bir kanat, bir kuvvet ve iktidar sembolüdür. Bu söz, temsilî ve mecazî bir ifade tarzıdır.  

Kur'an'da kanat anlamına gelen "cenah" kelimesi, kuşların kanatları gibi somut ve maddî varlık anlamına alınabileceği gibi, mânevî varlıkların görevlerini en serî şekilde yapabilmelerini sağlayan kudretin sembolü olarak da anlaşılabilir. Kuşlar için kanat, nesneler için taraf anlamına gelen "cenah" kelimesi, insan için kullanıldığında “el” ve “yardım” gibi anlamlara gelir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Peygamberimiz'e "Mü'minlere kanat ger"[17] emri, onları "himaye et" anlamındadır. Din ve dünya ilimlerine sahip olan bir kimseye, mecazen "zü'l-cenâhayn/iki kanat sahibi" dendiği gibi, anaların çocukları için şefkat ve merhamet kanatlarından  bahsedilir. "Çocukların ana babaları üzerlerine kanat germeleri"[18]istenir. Hıristiyanlar ise melekleri, bir kuş gibi kanatlı olarak düşünür ve tasvir ederler. Onların İslâm itikadından ayrıldıkları bir husus da budur. 

Kur'an ve hadis metinlerinde yer alan bazı ifadelerde meleklerden tabiat kanunlarının kast edildiğini söyleyenler yanında, onları maddenin mikrodalga boyutundan salt enerji boyutuna kadar uzanan kuantsal bir yapı olarak niteleyenler de bulunmaktadır. Bu yorumlar, çağın teknik terimlerini kullanarak melekleri tanımlama çabaları ve bilinmeyen şeyleri merak edip gaybın sınırlarını zorlama gayretleridir. Hâlbuki kaynaklardaki melek kavramına dikkatli ve doğru bir çerçeve içinde bakıldığında onların vahiy getirme, suçluları cezalandırma, eylemleri yazma, insanlara yardım etme, canları alma, cehennemi koruma, cenneti yönetme gibi görevleri bulunduğuna ilişkin ifadeler bir araya getirilince, mâhiyetlerinin böyle çağdaş bilimsel yaklaşımlar doğrultusunda olmadığı, gerçek yapılarının hiçbir zaman şimdiye kadar bilinemediği ve bundan sonra da keşfedilemeyeceği ortaya çıkar.

 

Meleklerin Görülüp Görülmemesi

Meleklerin mâhiyetiyle ilgili farklı görüşler, beraberinde onların görülüp görülemeyeceği tartışmasını getirmiştir. Kur’ân-ı Kerim'de meleklerin önce Hz. İbrahim'e gelip onu bir erkek evlat ile müjdeledikleri, ardından Lût (a.s.)'a giderek adamları ile şehri terketmelerini söyledikleri[19], Cebrâil'in Hz. Meryem'e insan şeklinde görünerek ona tertemiz bir erkek çocuk bağışlaması için Allah'ın elçisi olduğunu söylediği[20] ve Hz. Peygamber'in onu apaçık ufukta ve sidretü'l-müntehânın yanında gördüğü haber verilmektedir.[21]

Bununla birlikte Kur'an, Peygamber'e itiraz ederek bir melek görmek istediklerini, yahut peygamber/elçi olarak melek gönderilmesinin gerektiğini söyleyenlere cevap olarak meleklerin görünür varlıklar olmadığını, eğer dünyada insanlar değil de melekler yaşasaydı ancak o zaman elçi olarak gönderilebileceğini, meleklerin fermân-ı ilâhî ile indirildiği zaman onlara mühlet verilmeyeceğini ve meleklerin görüleceği gün günahkârlara hiçbir sevinç haberinin olmayacağını vurgular.[22]İnsanlara, görmedikleri askerler gönderildiğini[23], aynı türden varlıklar olan cin ve şeytanların da insan gözüyle görülmediğini beyan eder.[24]

Ancak, yukarıda ismi geçen zatların meleklerle yaptıkları görüşmelerin keyfiyeti bilinmemektedir. Bu olaylar, tartışmayı meleklerin görülüp görülmemesinden çıkarıp, peygamber olmayan kişilerin onları görüp göremeyeceği noktasına getirmiştir. Zira peygamber, meleği görmekle kalmaz, sesini de işitir. Bu sebeple melek onun için elle tutulur, gözle görülür bir realitedir. Melek, gayr-i maddî bir varlık olduğu için peygamber onu bazen insan şeklinde, bazen de başka şekillerde görür. Cebrâil, ekseriya insan şeklinde görülmüştür. Fakat Peygamber'in onu kendi şekliyle gördüğü de olmuştur.[25] Ancak bunun nasıl gerçekleştiği belirtilmemiştir. Belki de bu mânevî gözle ve tasviri imkânsız bir şekilde olmuştur. Bir defasında da Peygamber, Cebrâil'i altı yüz kanadı ile birlikte görmüştür.[26] Bu da meleğin muazzam kudretine bir işarettir. Bir başka seferinde ise melek, bulutun içinde görülmüştür.[27]

Bu rivâyetlere temas eden bazı âlimler, Cebrâil'i Hz. Peygamber dışındaki insanların göremedikleri yorumunu yapmaktadırlar. Bizce, melekler mâhiyet itibariyle bizim görme duyumuzun sınırları dışında bir yapıda yaratılmış varlıklardır. Zaten bu özellikleri dolayısıyladır ki onlara iman, bir âmentü esası olmuştur. Duyularımızın gayb âlemine ait varlıkları müşâhedesi bir kenara, madde âlemine ait birçok varlığı görme eşiği dışında olması dolayısıyla müşâhede edemediğini bildiğimize göre, "görememe" gibi bir savunma ile onları inkâra kalkışmak tutarlı ve ilmî değildir. Aksi takdirde görülemeyen şeylerin hepsini inkâr etmek gerekir ki bu müşâhede ettiğimiz fizik âlemin kat kat fazlasını inkâr demektir.

Gaybî konularda akîdenin kaynağı Kur'an olup melek inancı da Kur'an'ın kesin bildirimleri ile sâbit bir konudur. Temel itibariyle melekler, insanoğlunun beşerî idrak vasıtalarıyla tanınamayacak yapıda varlıklardır. Bu nedenle onların yaratılış biçimleri, cevherleri, görünme şekilleri gibi konulara dalmamak gerekir. Böyle teferruatlardan sorumlu olmadığımız gibi sâdık haber dışında geliştirilecek bütün yorumların herhangi bir yararı ve dinî değeri de yoktur.[28]

 

Meleklerin Özellikleri

Meleklerin kendilerine has yapı ve özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

  1. Nurdan yaratılmış olup erkeklik-dişilik, yeme-içme, yorulma, usanma gibi maddî özelliklerden arınmış varlıklardır.[29]
  2.  İtaatkâr varlıklar olup Allah'ın kendilerine verdiği görevleri yaparlar, O'nun emrinin dışına çıkmazlar.[30]
  3.  Son derece güçlü, kuvvetli ve süratle hareket edebilen varlıklardır.[31]
  4.  Allah'ın emir ve izni ile çeşitli şekillere girebilmektedirler.[32]
  5.  Normal şartlarda gözle görülmezler. Peygamberler onları aslî sûretleri ve büründükleri biçimleri ile görebilirler.[33]
  6.  Gaybı, bilgisi sadece Allah'a ait bulunan konuları bilemezler. Onlar, Allah'ın tâlim ettiği hususları, öğrettiği kadarıyla bilebilirler. Kur’ân-ı Kerim mutlak gayb bilgisinin Allah'a has olduğunu beyan etmekte ve O, bu bilgileri meleklerle bile paylaşmamaktadır. Nitekim Hz. Âdem'in yaratılışını dile getiren âyetlerde melekler "Bizim, Senin bize öğrettiklerinden başka bilgimiz yoktur" demek sûretiyle acziyetlerini itiraf etmişlerdir.[34]

"Onlar, Allah'ın şerefli kullarıdır. Onlar, Allah'ın sözünden önce söz söylemezler ve O'nun emrettiklerini (hemen) yaparlar."[35]

"Onlar, Allah'ın emirlerine (isyan edip) karşı gelmezler ve emr olundukları şeyleri (aynen) yaparlar."[36]

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun katındakiler O'na ibâdet etmekte (asla) kibir göstermezler ve (asla) yorulmazlar. Gece ve gündüz durmadan (yorulmadan) O'nu tesbih (ve takdis) ederler."[37]

"Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de Ruhumuzu (Cebrâil'i) ona gönderdik. (O,) ona düzgün bir insan şeklinde göründü."[38]

 

Meleklerin Görevleri

Melekler, Allah tarafından verilen görevleri eksiksiz yerine getiren itaatkâr varlıklardır. İnsanlarla ilgili görev alanlar ise, onların ruhî ve mânevî hayatı ile ilgilenmektedirler. Bazıları ortak, bazıları da müstakil olmakla beraber, Allah tarafından meleklere verilen görevler şöyle sıralanabilir:

  1. Allah'ı hamd ile tesbih etme, O'na secdede bulunma[39], Allah'ı gece gündüz övme[40] ve takdis etme[41], emr olundukları diğer şeyleri yapma.[42]
  2. Peygamberlere vahiy getirmek. Allah Teâlâ insanlar gibi meleklerden de elçiler seçtiğini[43], Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahiy indirildiği gibi Hz. Muhammed'e de vahiy gönderildiğini[44] ve Cebrâil'in, Kur'an'ı Peygamber'in kalbine indirdiğini[45] haber vermektedir.
  3. Peygamberleri salât ve selâm ile yüceltmek, mü'minlere âhirette şefaat etmek ve bütün insanlara dünyada hayır duâda bulunmak."Allah ve melekleri Peygamber'e salevat getirirler. Ey iman edenler! Siz de O'na salât ve selâm getirin"[46] Şefaat, kıyâmet gününde günahkârlar hesabına Allah'a yalvarmak olup Kur'an'da, "Göklerde nice melekler vardır ki Allah dilemedikçe onların şefaatleri hiçbir fayda vermez"[47] buyurulmakta, hadiste de meleklerin şefaatlerinden söz edilmektedir.[48] Bunun yanında meleklerin bu dünyada da insanlar için duâ ettikleri ifade edilmektedir: "Melekler yerde bulunanlar için mağfiret dilerler. 'Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kapsamıştır. Artık tevbe edip yolunda gidenleri bağışla. Ey Rabbimiz! Onların babalarından, zevcelerinden, zürriyetlerinden salâh halde bulunanlara vaad ettiğin cennete sok. Onları kötülüklerden koru' derler."[49]

Onların duâlarının sonucu olarak sâlih kulların her çeşit karanlıktan aydınlığa çıkarıldığı bildirilmektedir: "Sizi zulumâttan nûra (karanlıklardan aydınlığa) çıkarmak için lutuf ve inâyette bulunan O'dur. Melekler de sizin için salât getirir, rahmet ve merhamet dilerler."[50] Ayrıca melekler, şeytanların aksine insanları iyi işlere sevkederler. Her insanın biri melek, biri de şeytan olmak üzere iki arkadaşı bulunmakta olup, Kur'an, birincisine "şâhid", ikincisine "sâik" (sevkeden) demektedir.[51] Hadiste ise insana refakat eden bir melek ve bir de şeytanın olduğu ve her ikisinin de insana telkinde bulunduğu[52] beyan edilmektedir. Ayrıca hem Kur'an'da[53] hem de hadislerde insanı takip eden bir refakatçinin ("karîn"in) bulunduğundan söz edilmektedir. 

       4.Peygamberlere ve mü'minlere destek olup mânevî güç vermek, onları sıkıntılı ve üzüntülü anlarında teselli etmek, kâfirleri ise sıkıntıya sokmak.[54] Kur'an'da Hz. İsa'nın Rûhulkudüs ile desteklendiği[55], meleklerin Allah'a inanıp doğru yolda istikametle yürüyenlerin üzerine inerek onlara moral ve mânevî güç verecekleri[56], Allah'ın, kendisine ve âhiret gününe inananları katından bir ruh ile desteklediği[57], melekler göndererek düşmanlarına karşı mü'minleri takviye ettiği[58], iman edenlere destek olmalarını, kâfirlerin boyunlarına ve parmaklarına vurmalarını emrettiği[59] haber verilmektedir.

       5.İnsanı koruyup, ona bir anlamda hizmet ederler. Kur'an'da önünde ve arkasında insanı koruyan takipçilerin bulunduğu bildirilmektedir.[60]

      6.İnsanların fiillerini kaydederler. Kur'an'da, üzerinde bir koruyucu ve denetleyici bulunmayan hiçbir kimsenin bulunmadığı[61], insanların üzerinde muhafızlık eden değerli kâtiplerin mevcut olduğu ve onların yapmakta olduklarını bilip yazdıkları[62] haber verilmektedir. İki melek, kişinin yaptıklarını yazmaktadır. İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.[63]"Sizden söz gizleyen ileonu açığa vuran, geceleyin gizlenen ile gündüzün yürüyen eşittir. Onun önünde ve arkasında Allah'ın izniyle kendisini koruyan takipçileri vardır."[64]

      7.Kâinatın idaresi ve İlâhî kanunların icrâsıyla görevlidirler. Kur'an'da çeşitli fonksiyonlarıyla âlemi idare edenlere yemin edilmesi[65], insanların canını alan "ölüm meleği"nden söz edilmesi[66], meleklerin yalancı peygamberlerin ve kâfirlerin canını pençelerini onlara uzatarak[67], yüzlerine ve arkalarına vurarak ve "tadın yakıcı cehennem azabını" diyerek[68] alacaklarının bildirilmesi; hadiste ana rahminde teşekkül eden her canlı  için   bir   doğum  meleğinin   mevcut   olduğundan   söz edilmesi[69], Cenâb-ı- Hakk'ın insanı yaratacağı zaman bu irâdesini meleklere açması ve yarattığında ona secde etmelerini istemesi[70]  onların dünya ile irtibatlarının bulunduğunu ve İlâhî irâdenin yerine getirilmesinde vasıta olarak kullanıldıklarını gösterir. Aksi takdirde kendilerine insanın yaratılacağı isteğinin açıklanmasının bir anlamı olmaz. Ayrıca arşı taşıyan ve arşın etrafında dolaşan meleklerin[71] fonksiyonları da düşünüldüğünde meleklerin tabiat kanunlarının yerine getirilmesinde çok etkili oldukları görülür. Çünkü arş, kâinatın İlâhî varlık tarafından idaresini gösteren bir semboldür ve bunu taşıyan melekler de bu idarenin temini hususunda kullanılan vasıtalardır.

     8.Melekler, İlâhî cezaları icrâ eden elemanlardır. Mü'minlere destek oldukları gibi; kâfirler hakkında takdir edilen cezaları da icra etmektedirler. Kur'an, kendilerine elçi olarak melek gönderilmesini isteyen kâfirlere[72] şöyle cevap vermektedir: "Gökyüzünün beyaz bulutlar ile yarılıp meleklerin bölük bölük indirildikleri gün, gerçek mülk, çok merhametli olan Allah'ındır. O gün kâfirler için de pek çetin bir gündür."[73]Bu âyet, meleklerin inmesi ile söz konusu olan şeyin günahkâr kulların başına geleceği söylenen ceza olduğunu gösterir. Başka bir yerde ise, "Meleklerin, kâfir olanların canlarını aldıkları zaman, yüzlerine, arkalarına vurup 'cayır cayır yakıcı ateş azabını tadın' dediklerini"[74], onların yüzlerine, arkalarına vurarak canlarını alacakları[75], "meleklerin ancak hak ile indirileceği ve o zaman onlara mühlet verilmeyeceği"[76] bildirilmektedir.[77]

 

Meleklerin Sayıları ve Çeşitleri

Meleklerin sayısını ancak Allah Teâlâ bilir. Kur’ân-ı Kerim'de cehennem işleri ile görevli melekler bulunduğu belirtildikten sonra onların sayısının on dokuz diye belirlenmesinin sadece bir imtihan vesilesi olduğu beyan edilmekte ve "Rabbinin ordularını, kendisinden başkasıbilemez"[78] buyurulmaktadır. Bu ifadelerden meleklerin sayısının çok fazla olduğunu anlamakla beraber herhangi bir rakam vermenin mümkün olmadığını ve onların sayısını ancak Allah Teâlâ'nın bildiğini anlamaktayız.

Meleklerin çeşitlerine gelince, Kur'an, göklerin ve yerin ordularının Allah'a ait olduğunu[79], mü'minleri görünmeyen ordularla desteklediğini[80] beyan etmekte; göklerde ulular meclisi anlamına gelen "mele-i a'lâ"nın bulunduğunu[81], cin ve şeytanların burada olup bitenleri ve meleklerin kendi aralarındaki konuşmaları dinlemelerine mâni olmak üzere göklerin muhâfaza altına alındığını[82] kaydetmektedir. Bununla beraber naslarda çeşitli görevlerle vazifeli meleklerin bulunduğu beyan edilmiş, bunların bir kısmı özel adlarla isimlendirilirken (Cebrâil, Mikâil gibi), bir kısmı da görevleri ile zikredilmiştir (Ölüm meleği, arşı taşıyanlar gibi). Şimdi bunları sıralayarak kısaca görev ve özelliklerinden söz edelim:

 Cebrâil: Vahiy meleğinin özel adıdır. Kur’ân-ı Kerim'de üç yerde Cibrîl şeklinde geçmektedir.[83] Ayrıca Cibrîl kast edilmek üzere er-Rûh,[84] Rasûlün kerîm,[85] Rasûlü rabbik,[86] er-Rûhu'l-emîn[87] ve Rûhulkuds[88] isimleri de zikredilmektedir. Hadiste ise Cebrâil, bunlara ilâveten "en-Nâmus" diye isimlendirilmektedir.[89]

Mîkâil: Kur’ân-ı Kerim'de sadece bir âyette Mîkâil ismi geçmekte olup şöyle buyrulmaktadır: "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cibrîl'e ve Mîkâil'e düşman olursa bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır."[90]

Azrâil: Ölüm meleğinin özel adı olduğu genel kabuldür. Kur’ân-ı Kerim'de Azrâil ismi geçmez. Bunun yerine ölüm meleği anlamında melekü'l-mevt,[91] eceli gelen ve vadesi yetenlerin ruhunu kabzeden meleklerden söz edilir.[92]

İsrâfil: Kur'an'da İsrâfil adı geçmemektedir. Birçok yerde, sûra üfleneceği haber verilmektedir.[93] Kıyâmetin kopması ve yeniden diriliş ve mahşerde toplanılması için sûra iki defa üfleyecek olan melek olduğu hadis rivâyetlerinde ifade edilmektedir. Hadis-i şeriflerde onun adı dört büyük melek içinde zikredilmiştir.[94]

Mukarrabûn Melekleri: Bunlara "illiyyûn" ve "kerûbiyyûn" melekleri de denilmektedir. Nisâ sûresinin 172. âyetinde Mesih ve Allah'a yakın meleklerin (el-melâiketü'l-mukarrabûn) Allah'ın kulu olmaktan çekinmedikleri bildirilmektedir. Enbiya sûresinde ise göklerde ve yerde bulunanların O'nun hizmetinde oldukları beyan edildikten sonra; O'nun huzurunda bulunanların O'na ibâdet hususunda kibirlenmedikleri, ibâdetten usanmadıkları, gece gündüz O'nu tesbih ettikleri bildirilmektedir.[95] Kur'an'da arşı taşıdıkları ve onun çevresinde bulundukları[96] ifade edilen, Allah'ı hamd ve tesbih eden melekler de bunlar içinde sayılmaktadır.

Hafaza ve Kirâmen Kâtibîn Melekleri: İnsanların iyi ve kötü fiillerini kaydeden, onları koruyan meleklerdir. Kur'an'da "hafaza"[97], "muakkıbât"[98], "rusulünâ... yektubûn"[99], "el-mütelekkıyân"[100], "rakıybun atîd"[101], "hâfizıyn"[102], "kirâmen kâtibîn"[103] kelimeleri ile ifade edilmektedirler. 

Cennet ve Cehennemde Görevli Melekler: Kur'an'da meleklerin cennetlikleri "İşte bu, size vaad edilmiş olan (mutlu) gününüzdür"[104] diye karşılayacakları, müttakîler bölük bölük cennete sevkedilip kapılar kendilerine açıldığında, "Onun bekçileri (hazenetuhâ): Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya!"[105] diyecekleri, meleklerin adn cennetlerine babalarından, eşlerinden ve çocuklarından sâlih olanlarla beraber gireceklerin yanına her kapıdan vararak, "Sabrınıza karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun sonu ne güzeldir!"[106] diyecekleri haber verilmektedir. İnkâr edenleri ise bölük bölük cehenneme sürülecekleri, kapıların açılacağı ve cehennem bekçilerinin onlara, "Size, içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi?"[107] diyecekleri, cehennemin başında iri gövdeli, sert tabiatlı, Allah'ın buyruklarına karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan meleklerin bulunacağı[108] ifade edilmektedir.

Hazene-i Cennet ve Cehennem de denilen bu melekler cennet ve cehennemin bekçileri durumundadır. Cennet meleklerinin başındaki meleğin adı “Rıdvan” dır. Cehennem meleklerine  “Zebânî” denir. Başındakine ise  “Mâlik” adı verilir.

Hârût - Mârût: Bunlar hakkında farklı görüşler olmakla beraber, "Babil'de insanlara bilgi öğretmek sûretiyle onları imtihan etmek üzere gönderilen iki melek" oldukları, en yaygın görüştür. Kur’ân-ı Kerim, bu olayla ilgili daha başka bilgi vermemektedir. Mûteber hadis kitaplarından Buhari'de Kitabu't-Tıbb'ın sihre tahsis edilen 47. babının başlığında Bakara sûresinin 102. âyeti zikredilmekte, bu münâsebetle âyet içinde Hârût ve Mârût adı geçmektedir. Bunun dışında söz konusu isimlerle ilgili bir bilgiye rastlanmamaktadır. Ahmed bin Hanbel'de ise, insanlar gibi birtakım arzu ve istekleri bulunan varlıklar olarak tasvir edildiği görülmektedir.[109]

Fakat bu rivâyeti, müfessirler bozuk ve merdûd kabul edip reddederler.[110] Kur'an, bu iki melekle ilgili olarak yahûdiler arasında meşhur olan hikâyeleri onaylamaz.

 

Melekler İnsanlardan Daha Faziletli midirler?

Bütün peygamberler, meleklerin rasulleri sayılan dört büyük melek dâhil tüm meleklerden efdal; yani Allah katında dereceleri daha yüksek ve daha faziletlidir. İnsanlardan takvâ sahibi olan mü’minler de, meleklerin rasulleri hâriç tamamından daha faziletli, dereceleri daha yüksek sayılmıştır. Çünkü melekler, yaratılış bakımından günah işleyemezler. Allah'a itaat ve ibâdet etmek onlar için fıtrî ve zorunludur. Onları böyle olmaktan alıkoyacak hiçbir iç ve dış tesir yoktur. Hâlbuki insan,  akıl  ve  nefis  sahibi  olup,  her  türlü iç ve dış etkiler altındadır. Buna rağmen insan, bütün menfî engelleri aşar, Allah'a itaatli ve takvâ sahibi bir kul olursa, elbette meleklerden daha faziletli olur.   

 

Gayba ve Meleklere İman

Meleklere iman gaybîdir. Gayb: Hislerle veya akılla bilinmeyen, görülmeyen şeydir. Mü’min gayb âlemine inanmakla yükümlüdür.[111] Allah’ın ve Rasûlünün bildirdikleri ister zâhirî, isterse gaybî olsun mü’min ona inanandır. Bazı kâfirlerin gaybe iman etmediklerini, “ben gözümle göremediğim varlıklara inanmam;  melek, cin gibi varlıklar uydurmadan ibarettir” dediklerini biliyoruz. Gaybe iman büyük bir imtihandır. Çünkü insanlar gördükleri şeylere inanmak zorundadırlar; Bunlara karşı gözlerini yumamazlar. Fakat Hz. Allah’ın imtihanı öyle değildir. İnsanların görmediği ve göremediği şeyleri yaratması ve sonra da bunlara  ‘inanın’  demesi büyük bir imtihandır. Mü’min, sadece Allah’ın ve Rasûlünün haber vermesiyle onlara inanır ve teslim olur. Mü’minlere düşen ‘dinledik ve itaat ettik’ demeleridir. Zaten, gözüyle göremediğinin varlığını kabul etmeyenlere; akıllarını, duygularını, düşüncelerini, rüzgârı, elektrik akımını... göremedikleri halde varlıklarını nasıl kabul edip kendileriyle çelişkiye düştükleri sorulabilir. Böylece görülecektir ki, onlar görmedikleri için inkâr etmiyorlar, görseler bile hakkı kabul etmeyecek sapıklar olduklarından şeytana ve nefislerine uyarak küfrü tercih ediyorlar.

Mü’minler gaybe inanmakla yükselme ve ilerleme yolundaki ilk adımlarını atmış olacaklardır. İnsanlar, hevâ ve hevesinden, hayvanlık mertebesinden ancak bu ilk adımla kurtulabilir ve gerçek insanlık mertebesine yükselirler. Bir hayvana gaybı anlatamazsınız. O daha kıymetli de olsa göremediğini tercih etmez; önündeki otları her şeye tercih eder. Kâinat, mevcut olan, bilinen ve görünen varlıklardan ibaret değildir. Bu görünüp bilinen şeylerden daha başka varlıklar da mevcuttur; ki biz bunları görmeden sadece doğru haber üzerine verilen bilgiyle bilir ve kabul ederiz.

İnsan aklının bilinmeyen âlemleri/evrenleri idrâk edememesi, onların mevcûdiyetinin inkârını gerektirmez. Bu konuda mü’mine düşen; işi, akıl kuvvetinin üstündeki diğer kudrete (doğru habere) bırakmasıdır. Mü’min, öğrenmek istediklerini Alîm ve Habîr olan, görüneni ve görünmeyeni, gizli ve âşikârı bilen Allah’tan ve O’nun Rasûlünden öğrenmesi lâzımdır. Fakat eskiden olduğu gibi, bugün de materyalist kafalılar Allah’ın ilmini önemsemeyerek, insanoğlunu gerilere, hayvanlık mertebesine götürmek istemektedirler. Mü’min, sadece meleklere değil, gaybî olan ne varsa hepsine Allah ve Rasûlünün bildirdiği şekilde iman eder. “Onlar ki, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.”[112]

 

Melek İnancının Etkileri

İnsan, yeryüzündeki diğer canlılardan farklı olarak irâde sahibi bir varlık şeklinde yaratılmıştır. İrâde, “farklı seçeneklerden birini tercih etmek” demektir. Allah, insana irâdî fiillerinde farklı alternatifler sunmuş ve onun dünyaya gelişinin gayesini “imtihan olmak”[113] şeklinde tespit etmiştir. İnsan, bu imtihana giren alanda kendisini iyilik veya kötülüğe teşvik eden, irâdesini daha özgürce kullanmasını sağlayan mânevî menajerlerle (yardımcı, düzenleyici) karşı karşıyadır. Allah insanı şerre ve kötülüğe çağırmak üzere şeytanı, iyilik ve  hayra  dâvet etmek üzere de melekleri yaratmıştır. İnsanın meleklere inanması demek, önünde şeytan ve meleklerin sunduğu seçeneklerle dolu ruhî bir hayat olduğunu, meleklerin telkin ve teşviklerine göre hareket edip mevcut yeteneklerini bu yönde yükseltmesi gerektiğini kabul etmesi, Allah’ın görevlendirdiği meleklerin kendisini daima gözetlediğini ve yaptıklarını kaydettiklerini unutmaması demektir. İnsana iyi düşünceler aşılayan meleklerin yanı sıra, ona vesveseler telkin eden şeytanın varlığı da bir gerçek olmakla beraber, Kur’an, şeytana değil; meleklere imanı öne çıkarmak[114], tâğutu inkâr edip Allah'a iman edenin sağlam bir kulpa sarılmış olacağını bildirmek sûretiyle[115] şeytanın varlığını ikinci dereceye almış, onunla hemhal olmayıp aksine meleklere kulak vermeyi öngörmüştür.

“Onu (insanı), önünden ve ardından izleyiciler vardır; Onu Allah’ın emrinden (kazalarından, belalarından ve musibetlerinden) korurlar.”[116] Gerçekten de  insan, risklerle ve tehlikelerle dolu  bir  dünyada  yaşamaktadır.  Bunlara,  ayrıca  kötülüklerin karşılığı olarak Allah’tan her an gelebilecek intikam darbelerinin ihtimallerini de ekleyecek olursak, onun, yaşadığı yıllar boyu ne büyük bir mânevî koruma altında bulunduğunu kestirebiliriz. Bu girift olayın içyüzünü daha derinlemesine bilmek bizim için mümkün değildir.

Ancak bu kadarıyla bile Rabbimizin bizi ne çetin bir sınavdan geçirdiğini, bizzat hayatımıza karşı yaratmış bulunduğu tehlikelerin bile gelip bizi bulmasına melekleri engel yaparak bu sınavda bize nasıl süre tanıdığını bu âyetlerden ibretle öğreniyoruz. Doğrusu bu bize bir İlâhî lutuf ve bir müjde olsa gerektir. Dolayısıyla insanın, bu hârika nöbetçilerini her zaman hatırlayarak özellikle kuytu köşelerde, zifiri karanlıklarda ve tehlikelerle burun buruna olduğu anlarda onların kendisini korumaya devam etmeleri için Allah'a dilekte bulunması, Allah’ın izniyle belaların bertaraf olmasına bir vesile oluşturabilir. Bu, aynı zamanda insanın, Rabbiyle olan irtibatının güçlülüğünü ve sürekliliğini kanıtlamış olur. Kur’an’da “Kesinlikle üzerinizde koruyucular vardır. Onlar değerli yazıcılardır. Yaptığınız her şeyi bilirler.”[117] diye kendilerinden söz edilen melekler vardır ki, bunlar söylediğimiz her sözü yazarlar. Dolayısıyla insanoğlunun havada kaybolup giden tek kelimesi bile yoktur.

Evren öyle kesin bir disiplin içindedir ki, bu disiplinin gözümüzle görebildiğimiz veya daha doğrusu ilmin ve aklın kanıtlayabildiği bir cephesi vardır, bir de ilmin ve aklın asla ulaşamayacağı, açıklayıp tanımlayamayacağı diğer bir cephesi daha vardır. İşte bu görünmeyen cepheyi melekler ordusu oluşturmaktadır. Mü’min olabilmenin olmazsa olmaz şartlarından biri de bu gerçeğe inanmaktır. Dolayısıyla meleklere inanmamak, Allah'a, peygamberlere, kitaplara ve âhiret gününe inanmamakla eş değerdedir.

Meleklere inanan bir müslüman, meleklerin kendisini takip ettiğini, gözetlediğini, iyilik ve kötülüklerinin yazıldığını bilir. Ve bu bilinçle davranışlarına çeki düzen verir. Böylece, meleklere olan inancımız bizi kötülük ve günah yapmaktan vazgeçirir.   

           

Melekler Hakkında Tashih Edilmesi Gereken Bazı Yaklaşım

ve Bâtıl İnançlar

Müşrikler Allah’a şirk koşarlarken, bazıları görünen maddî cisimleri, bazıları da görünmeyen mânevî cisimleri Allah’a eş tutuyorlardı. İşte, mü’minin melek kabul ettiği varlığı müşrikler tanrı, tanrı çocukları veya tanrı kızları olarak kabul edebilmektedir. Mü’min, onların dişi veya erkek olmadıklarına inandığı gibi,  o meleklerin kendi nam ve hesaplarına hiç bir yetkiye sahip bulunmadığına da inanır. Onlara tapmak, onlardan yardım istemek, yani onlara duâ etmek insanlar için küçüklük olur. Çünkü ilk insanın yaratılışında Allah, onları Âdem (a.s.)’in önünde secde ettirdi. Ve Hz. Âdem’e onlardan fazla bilgi verdi. Sonra da Hz. Âdem’i yeryüzüne halife yaptı. İnsan için, kendisine secde etmiş bir mahlûktan yardım istemek ve ona tapmaktan daha büyük bir zillet olur mu?

Meleklerin erkeklik ya da dişilik gibi bir özellikleri sözkonusu değildir. Buna rağmen câhiliyye döneminde meleklerin dişi olduğu ileri sürülüyor, hatta onlara -hâşâ- Allah’ın kızları deniliyordu. Allah, bu yakışıksız isnadları şu âyetlerle reddetmiştir: “Onlar Rahmân’ın kulları olan melekleri dişi sayıyorlar. Yoksa nasıl yaratıldıklarını mı gördüler?! Bu (yalan) şâhitlikleri yazılacak ve onlar sorgulanacaklardır.”[118]; “Şimdi de sor onlara: ‘Rabbine kızlar da onlara oğlanlar mı?!”[119] Günümüzde de batılılardan esinlenerek melekleri bayan gibi düşünen, kızlarına “Melek” ismi veren, güzel bir bayanın meleğe benzediğine dair şiirler yazıp söyleyen, şarkılar mırıldanan insanlara rastlayabilmekteyiz. Bunlar, İslâm itikadı açısından çok vahim manzaralardır.

Ölüm meleği olduğu için Azrâil’in adı insanlar arasında adeta korku sembolü haline gelmiştir. Dolayısıyla bazı kimselerin bu meleğe karşı duyguları olumsuzdur. Ancak bu düşünce hem yersizdir, hem de iman gerçeğiyle uyuşmaz. Çünkü iman, ayrıca sevgi, saygı, bağlılık ve teslimiyet ister. Azrâil, Allah’ın, can almak için görevlendirdiği bir melektir. Dolayısıyla can almak onun görevidir. Her şey gibi, canımızın da sahibi Allah’tır. Can, Allah’ın bize bir çeşit ödünç olarak verdiği bir emanetidir. Emanet, bir gün gelir, asıl sahibine iade edilir. “Her nefis, ölümü tadacak, her emanet sahibini bulacaktır. Ölüm meleği, bu konuda sadece görevini yapmaktadır. Onun hiç kimseye karşı özel bir düşmanlığı da yoktur. Bu nedenle, Allah’ın bütün elçileri gibi Ölüm meleğini de saygıyla anmak imanımızın gereğidir. Allah’ın selâmı O’nun ve diğer bütün elçilerinin üzerine olsun.

Ölüm meleğinin bu kadar kalabalık bir dünyada kıtalar ve ülkeler arasındaki büyük mesafeleri nasıl aştığı ve aynı anda birçok insanın ruhunu nasıl alabildiği bazı kimseler tarafından daima merak konusu olmuştur. Mânevî âlemi, maddî durumlara bire bir uydurmanın getirdiği yanlıştır bu. Eski çağların insanları için düşünce ve teknik açılımları yönüyle bu soru, bir yönüyle mâkul olsa bile; günümüzün baş döndürücü açılımları, dünyanın bir ucundan bilgisayarlara bilgi aktarılabildiği veya virüsler ulaştırılabildiği bir zaman diliminde bu tür soruların cevap vermeye değmeyecek yersizlikte olduğunu vurgulamak gerekmektedir.  

 

SORULAR

1- Gaybe iman ne demektir? İman edilecek gayb alanına neler girer?

2- Gaybî varlıklardan olan meleklerin özelliklerini açıklayınız.

3- Hafaza, mukarrabûn, kirâmen kâtibîn meleklerinin görevlerini açıklayınız.

4- Meleklerin faziletini ve insanlardan üstün olup olmadıklarını belirtiniz.

5- Melekler, insanlar tarafından dünyada görülebilir mi?

6- Melekler hakkında günümüzdeki yanlış inanç ve kabulleri örneklerle izah ediniz.

7- Dört büyük meleği görevleri ile beraber açıklayınız.

8- İsmi bilinen bazı melekleri, görevleri ile beraber açıklayınız.

9- Meleklere inanmanın faydaları nelerdir?

10- Mutlak gaybı kimler bilebilir?

a) Melekler b) Allah ve melekler

c) Cinler d) Sadece Allah

11- Aşağıdakilerden hangisi meleklerin özelliklerindendir?

a) İnsanlar gibi yer, içer, çoğalır ve ölürler.

b) Allah’a karşı gelme irâdeleri vardır.

c) Gaybı bilirler.

d) Allah’a daima itaat ederler, O’na karşı gelmezler.

12- Aşağıdakilerden hangisi melekler için doğru değildir?

a) Melekler nurdan yaratılmış varlıklardır.

b) Güzel kokulardan, güzel sözlerden hoşlanırlar.

c) Erkeklik ve dişilikleri yoktur.

d) Bazen günah işleyebilirler.

13- Aşağıdakilerden hangisi, Cebrâil (a.s.) adlı meleğin görevidir?

a) Sura üflemek

b) Tabiat olaylarını düzenlemek.

c) Allah’ın emir ve yasaklarını peygamberlere ulaştırmak.

d) Eceli gelenlerin ruhlarını bedenlerinden ayırmak.

14- Tabiat olaylarını düzenlemek aşağıdakilerden hangi meleğin görevidir?

a) İsrâfil b) Azrâil                   c) Cebrâil                    d) Mikâil

 

[1] Lutfullah Cebeci, Kur’an’a Göre Melek Cin Şeytan, Şûle Y., s. 25

[2] 2/Bakara, 285

[3] 4/Nisâ, 136

[4] Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an Tefsiri.

[5] Kaf, 50/16-23.

[6] Rad, 13/11.

[7] Müslim, Zühd 10; Ahmed bin Hanbel, VI/168

[8] 2/Bakara, 30-34

[9] 53/Necm, 53

[10] 2/Bakara, 30; 7/A’râf, 11

[11] 15/Hicr, 59-69; 11/Hûd, 77-82; 3/Âl-i İmran, 39, 42-45

[12] 4/Nisâ, 97

[13] 39/Zümer, 75

[14] 66/Tahrim, 6

[15] 35/Fâtır, 1; 6/En’âm, 93

[16] 35/Fâtır, 1

[17] 15/Hıcr, 88; 26/Şuarâ, 285

[18] 17/İsrâ, 24

[19] 15/Hicr, 59-69; 11/Hûd, 77-82

[20] 19/Meryem, 17-21

[21] 81/Tekvir, 23; 53/Necm, 13-17

[22] 17/İsrâ, 92-95; 15/Hicr, 8; 25/Furkan, 21-22; 6/En'âm, 8

[23] 9/Tevbe, 26; 33/Ahzâb, 9

[24] 7/A'râf, 27

[25] Buhâri, Bed'ü'l-halk 7

[26] Buhâri, Bed'ü'l-halk 7

[27] Buhâri, Bed'ü'l-halk 6

[28] B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, İslâm'da İnanç Esasları, İFAV Y., s. 234 ve devamı

[29] Bak. 11/Hûd, 70; 21/Enbiyâ, 19-20; 37/Sâffât, 149-153; 43/Zuhruf, 19; Müslim, Zühd 10; Ahmed bin Hanbel, IV/168

[30] Bak. 16/Nahl, 50; 21/Enbiyâ, 27; 66/Tahrim, 6

[31] Bak. 35/Fâtır, 1; 69/Hâkka, 17; 70/Meâric, 4

[32] 11/Hûd, 69-70; 19/Meryem, 16-17; 15/Hicr, 51-52; 51/Zâriyât, 24-28; Buhâri, İman 37; Müslim, İman 1

[33] Bak. 7/A'raf, 27; 17/İsrâ, 92-95; 9/Tevbe, 26; 33/Ahzâb, 9; Buhâri, İman 37; Müslim, İman 1; Ebû Dâvud, Sünnet 15

[34] Bak. 2/Bakara, 30-33

[35] 21/Enbiyâ, 26-27

[36] 66/Tahrim, 6

[37] 21/Enbiyâ, 19-20

[38] 19/Meryem, 17

[39] 42/Şûrâ, 5; 7/A'râf, 206

[40] 21/Enbiyâ, 19

[41] 2/Bakara, 30

[42] 16/Nahl, 50; 66/Tahrim, 6

[43] 22/Hacc, 75

[44] 4/Nisâ, 163

[45] 2/Bakara, 97; 26/Şuarâ, 193-194

[46] 33/Ahzâb, 5-6

[47] 53/Necm, 26

[48] Buhari, Tevhid 24

[49] 40/Mü'min, 7-9)

[50] 33/Ahzâb, 43

[51] 50/Kaf, 21

[52] Tirmizî, Tefsir 2, 364

[53] 50/Kaf, 23

[54] 16/Nahl, 28, 32

[55] 2/Bakara, 253; 5/Mâide, 110

[56] 41/Fussılet, 30-32

[57] 58/Mücadele, 22

[58] 3/Âl-i İmran, 124-125

[59] 8/Enfâl, 12

[60] 13/Ra'd, 11

[61] 86/Târık, 4

[62] 82/İnfitar, 10-12

[63] 50/Kaf, 17-18

[64] 13/Ra'd, 10-11

[65] 79/Nâziât, 5

[66] 32/Secde, 11

[67] 6/En'âm, 93

[68] 8/Enfâl, 50

[69] Buhâri, Bed'ü'l-halk 6

[70] 2/Bakara, 30-34; 15/Hicr, 28-31

[71] 39/Zümer, 75; 40/Mü'min, 7

[72] 25/Furkan, 21; 2/Bakara, 210

[73] 25/Furkan, 25-26

[74] 8/Enfâl, 50

[75] 47/Muhammed, 27

[76] 15/Hicr, 7-8

[77] B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, a.g.e., s. 239 ve devamı       

[78] 74/Müddessir, 31

[79] 48/Fetih, 4, 7

[80] 9/Tevbe, 26, 40; 33/Ahzâb, 9

[81] 37/Sâffât, 8; 38/Sâd, 69

[82] 37/Sâffât, 6-10; 15/Hicr, 18; 67/Mülk, 5

[83] 2/Bakara, 97, 98; 66/Tahrim, 4

[84] 70/Meâric, 4; 78/Nebe', 38; 97/Kadr, 4; Rûhunâ: 19/Meryem, 17

[85] 81/Tekvir, 19

[86] 19/Meryem, 19

[87] 26/Şuarâ, 193

[88] 2/Bakara, 87, 253; 5/Mâide, 110; 16/Nahl, 102

[89] Buhâri, Bed'ü'l-vahy 3

[90] 2/Bakara, 98

[91] 32/Secde, 11

[92] 4/Nisâ, 97; 6/En'âm, 61, 93; 8/Enfâl, 50; 47/Muhammed, 27

[93] 6/En'âm, 73; 18/Kehf, 99; 20/Tâhâ, 102...

[94] Müslim, Müsâfirîn 200; Ebû Dâvud, Salât 119

[95] 21/Enbiyâ, 19-20

[96] 40/Mü'min, 7-8; 69/Haakka, 17

[97] 6/En'âm, 61

[98] 13/Ra'd, 11

[99] 43/Zuhruf, 80

[100] 50/Kaf, 17

[101] 50/Kaf, 18

[102] 82/İnfitar, 10

[103] 82/İnfitar, 12

[104] 21/Enbiyâ, 103

[105] 39/Zümer, 73

[106] 13/Ra'd, 23

[107] 39/Zümer, 71

[108] 66/Tahrim, 6; 43/Zuhruf, 77; 40/Mü'min, 49-50; 96/Alak, 18

[109] Ahmed bin Hanbel II/134

[110] Bak. Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 2/Bakara, 102. âyetin tefsiri

[111] Bak. 2/Bakara, 3

[112] 2/Bakara, 3

[113] 67/Mülk, 2

[114] 2/Bakara, 177, 285

[115] 2/Bakara, 256

[116] 13/Ra’d, 11

[117] 82/İnfitar, 10-12

[118] 43/Zuhruf, 19

[119] 37/Sâffât, 149

Cuma, 19 Şubat 2021 08:10

ALLAH'A İMAN

ALLAH’A İMAN

 

  • Allah’a İman
  • Müslümanın Allah İnancı
  • Nasıl Bir Allah’a İman Ediyoruz?
  • Nasıl Bir Allah’a ve Nasıl İman Etmemiz Gerekiyor?
  • Allah Teâlâ’nın Sıfatları
  • Allah’ın Zâtî Sıfatları
  • Allah’ın Subûtî Sıfatları
  • Esmaü’l-Hüsnâ (Allah Teâlâ’nın Güzel İsimleri)
  • Esmâü’l-Hüsnâ Konusunda Doğru Yoldan Sapmak
  • Esmâü’l-Hüsnâyı Saymak ve Ezberlemek
  • Sorular

 

Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:

 * Temel iman esaslarıyla ilgili bir âyet meali ve Cibril hadisini mealen ifâde edebilmek.

* Bir müslümanın Allah'a nasıl inanması gerektiğini anlatabilmek.

* Halkın Allah inancı Kur’an’ın bizden istediği Allah inancı arasındaki farkları açıklayabilmek,

* Allah Teâlâ’nın sıfatlarını ve beşerî sıfatlardan farklarını izah edebilmek.

* Allah’ın zâtî ve subûtî sıfatlarını sayıp kısaca açıklayabilmek

* Esmâü’l-Hüsnâ konusundaki âyet mealini ifâdelendirerek, Esmâü’l-Hüsnâ’ya açıklayıcı örnekler verebilmek.

* Esmâü’l-Hüsnâ’yı saymak ve hıfzetmek kelimelerini ve bu konudakendilerini terk etmemiz gereken ilhâd edenleri açıklayabilmek.

 

 Allah’a İman

“Rasûlullah, Rabbinden kendisine indirilene (Kur’an’a) iman etti, mü’minler de. Hepsi; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler.”[1]

“Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, muhakkak ki hidâyetten uzak bir sapıklığa düşmüştür.”[2]

 Bir insanın mü’min olması için, Rasûlullah (s.a.s.)’in Allah’tan getirdiği dinin tümüne inanması şarttır. Bir mü’min, Kur’an’da belirlenen inanç esaslarının tümüne inanmak zorundadır. Cibril hadisi diye meşhur olan Peygamberimiz’in imanı tarif etmesinden, bu akîdenin ana muhtevâsını öğrenmekteyiz. Bu ifâdenin izah edilip açıklanması iman esaslarını oluşturur.

İman esasları: Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere (her şeyin Allah’tan geldiğine) inanmaktır. Bunlar topluca mü’minin akîdesini teşkil eder. Fakat sayılan bu esasın ayrıntıları vardır. Dolayısıyla “imanın şartı altı” yerine; “iman, altı ana maddeden oluşur” demek daha doğru olur.

 

Allah’a İman: İslâm’da inanılması gereken esasların birincisi Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaktır. Allah inancı olmadan O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve diğer iman esaslarına inanmak mümkün olmaz. Bunların hepsi Allah inancına bağlıdır.

 Akıl sahibi olup da ergenlik çağına gelmiş olan her insana düşen ilk görev, yaratıcısı olan Allah Teâlâ’yı tanımak, O’na iman edip kullukta bulunmaktır. “O göklerin, yerin ve bunların arasındaki her şeyin Rabbidir. O’na kulluk et ve O’na kullukta sabret. Hiç O’nun adıyla anılan (başka) birini biliyor musun?”[3]

Mükellef olan herkese ilk önce farz olan; Allah’a iman etmektir. Bu iman Allah’ın varlığına ve birliğine, O’ndan başka ilâh olmadığına imandır.

Mü’minler Kur’an’ın Tanıttığı Biçimde O’na İman Ederler

Allah'a iman etmenin en öncelikli şartı Allah'ı doğru tanımak ve zihnimizde, kalbimizde ve hayatımızda doğru biçimde konumlandırmaktır. Sahih bir imanın oluşması için, öncelikle Allah'ı gerçek nitelikleriyle ve bir ilme dayalı olarak tanımak ve O’na kendisini tanıttığı biçimde iman edip teslim olmak şarttır. Çünkü ilah ve rab edinilmeye layık tek otorite Allah’tır. Bu yüzden çeşitli ilahlar türeterek, Rabbimizden başka varlıklarda ilmî hiçbir dayanağı olmayan zanna dayalı üstünlükler vehmedenler, beşeri ölçüler içinde en büyük bilim adamı unvanını da alsalar cahildir. “Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şey üzerinde vekildir. Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler var ya, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir. De ki: ‘Ey cahiller! Siz bana Allah'tan başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz?"[4] Bu ayetlerde de ifade edildiği üzere, Rabbimiz, hevâ ve zanna uyup yalan üreterek ve dünyanın geçici menfaatlerini arzulayarak sahte ilahlar ve putlar üretenlerin cahil olduklarını beyan etmektedir.

Gerçek birr sahibi, gerçek iyilik ve takva sahibi kimse; Allah’a, Allah’ın istediği gibi iman eden kimsedir. Allah Kur’an’da kendisini nasıl tanıtmışsa o içerikle Allah’a iman gerekir. Aristo’nun inandığı gibi değil, Ebu Cehil’in inandığı gibi değil, şeytanın inandığı gibi, ya da müşrik ehl-i kitap dünyanın inandığı gibi değil. “Eğer onlar (Hıristiyan ve Yahudiler de), sizin inandığınız gibi inanırlarsa şüphesiz doğru yolu bulmuş olurlar; yüz çevirirlerse de derin bir çıkmaza saplanmış olurlar. Bu takdirde de Allah onlara karşı, sana yeter. Zira yalnız O'dur her şeyi işiten ve her şeyi bilen.” (2/Bakara,137). Bunlar da Allah’a inandıklarını iddia ediyorlardı. Meselâ Aristo, Allah’a inandığını iddia ediyor ve inandığı Allah’ı bakın bize şöyle tarif ediyor: “Benim inandığım Allah, dünyayı yarattı. Sonra yarattığı dünyaya dönüp bir baktı ve beğenmedi onu. Dünyayı çok basit, çok bayağı buldu ve on­dan geri durdu, el etek çekti, onunla ilgilenmekten vazgeçti ve dünya işini bize bıraktı, ne haliniz varsa kendiniz görün dedi.” İşte sekülerizm, laiklik, Kemalizm, demokrasi, kapitalizm, sosyalizm vb. bütün beşeri ideoloji ve modeller bu zihniyetin ürünüdür. Demokratik ülkelerin Tanrısı, Aristo’nun Tanrısıdır. Dünyayı yaratan, ama onunla ilgilenmeyip dünya işlerini insanlara, insanların egemenliğine bırakan bir Tanrı anlayışına sahiptirler. Hâşâ hukuktan, ekonomiden, yönetimden anlamayan, eğitim konusunda bilgi sahibi olmayan, yaşantıya, kılık kıyafete ka­rışmayan, dünya işiyle ilgilenmeyen ve dünyanın idaresini insanlara bırakan bir Tanrı!

Yahut Ebu Cehil’in inandığı gibi yeryüzünde birtakım put­lara, birtakım tâğutlara yönelik kulluğa da ses çıkaramayacak, gök­lerin ve yerin yaratılışı konusunda söz sahibi olan; ama hayata karış­mayan, yerde birtakım varlıkların hâkimiyetine de rıza göstermek zo­runda olan bir Tanrı. Peki, şeytan nasıl bir Allah’a inanıyordu? Hayatının bazı bölümle­rine karışan; ama bazı bölümlerine karışmayan bir Allah’a inanıyordu. Kendisini tekliften âzâde sayıyor, bazı emirle­rini yok farz edi­yor, hayatının bazı bölümlerinde kendisini özgür zannediyordu. Bugün müslümanlardan pek çoğu da sanki şeytanın inandığı gibi inanıyor Allah’a. Müslümanım diyen insanlardan pek çoğu, tıpkı şeytan gibi kendilerini tekliften âzâde sayıyorlar. Hayatlarının bazı bölümlerinde sanki o konuda Allah’ın bir teklifi, emri, hükmü yokmuş gibi davranı­yorlar. Meselâ kimi müslümanların hayatında namaz, tesettür, yalan söylememek, ölçüyü tartıyı tam yapmak vb. ibadetler ancak hacca gidip geldikten sonra başlar. Bu yüzden hacca gidip gelinceye kadar bu konularda kendisine Al­lah’ın bir teklifi, emri yokmuş gibi hevasına göre davranır. Hatta biraz genç yaşta hacca gidecek olanlara, “ne acelen var biraz yaşlan öyle gidersin, şimdi hacca gidersen gelince onu nasıl muhafaza edeceksin, namaz kılman vb. Allah’ın emirlerine uyman gerekecek.” diye cahilce uyarılar bile yapılır. Veya kimi müslümanların hayatında İslâm, kırk yaşından sonra başlar. Sanki o yaşa kadar Allah sorumlu tutmuyormuş ya da ölmeyecek ve hesaba çekilmeyecekmiş gibi serbestçe hareket edilir.

Kimi müslümanlar Ebu Cehil gibi hayatlarının bazı bölümle­rine Allah’ı karıştırırlar; ama hayatlarının bazı bölümlerine kesinlikle Allah’ı karıştırmamaktan yanadırlar. Kimileri öyle bir Allah’a inanıyor ki, nereden kazanacağına, nerede harcayacağına karışmaz. Kimileri öyle bir Al­lah’a inanıyor ki; ne iş yapacağına, nasıl yaşayacağına, nasıl evlenip nasıl bir aile oluşturacağına karışmaz. Yemesine içmesine, okumasına yaz­masına, alışverişine, ticaretine karışmaz. İnandıklarını iddia ettikleri Allah’ın, tüm bu alanlarda bir ölçü koymadan ve bir hudut belirlemeden kendilerini şeytanları ve hevâlarıyla baş başa serbest bıraktığına inanırlar.[5]

Hâlbuki, Rabbimiz bu tür bâtıl bir Allah inancını, Allah’ın dünya hayatına ya da bu hayatın bazı alanlarına karışmadığı iftirasıyla bu alanlarda başka ilahlar edinen eski ümmetler, müşrikler ve kitap ehli üzerinden “Allah’ı hakkıyla takdir edememek” ifadesiyle önemli bir sapkınlık olarak nitelemiş ve kınamıştır: “Ey insanlar! Size bir örnek verildi. Şimdi ona iyi kulak verin. Sizin Allah'tan başka taptıklarınız bir sinek dahi yaratamazlar, hepsi bunun için toplansalar bile. Eğer sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan kurtaramazlar. İsteyen de âciz, istenen de. Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir. Allah, meleklerden elçiler seçer ve insanlardan da. Şüphesiz Allah, işitendir, görendir. O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Bütün işler Allah'a döndürülür.”[6]

 "Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yer, bütünüyle O'nun avucu (kabzası)ndadır; gökler de sağ eliyle dürülüp bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir.”[7]

Yani, onlar Allah'ın yüceliğini idrak edemedikleri için, en hakir mahlûkları O'na ortak koşmakta ve Allah'ı bırakarak onlara kulluk etmektedirler. Yerin ve göğün, Allah'ın kudret ve tasarrufu altında olduğunu izah etmek için, arzın Allah'ın avucu içinde olacağı, göklerin de sağ elinde dürüleceği, bunun da O'na hiç güç gelmeyeceği şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Tıpkı bir kimsenin küçük bir topu eline almasının ve mendili buruşturmasının zor olmayacağı gibi. "Bugün inkar etmekte oldukları Allah'ın kudretini, o gün geldiğinde öyle göreceklerdir ki, yer ve gök O'nun elinde basit bir top ve mendil gibi olacaktır." İmam Ahmed, Buhari, Müslim, Nesei, İbn Mace, İbn Cerir'in Abdullah b. Ömer’den naklettiklerine göre, Hz. Peygamber bir gün bir hutbe irad ederken bu ayeti okumuş ve şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ gök ve yıldızları küçük bir çocuğun topu elinde çevirdiği gibi çevirecek ve o gün şöyle diyecektir: "Ben bir tek ilahım, Hükümdarım, Cebbarım, Kibriyayım. Yeryüzündeki hükümdarlar nerededirler? Nerededirler, yeryüzündeki cebbarlar, mütekebbirler?’ Hz. Peygamber (s) bunları söylerken öyle titremeye başladı ki, biz minberin yıkılacağını sanarak korktuk."[8]

Rabbimiz, kendisini hakkıyla takdir edemeyenlere, akılla kavranamayacak kadar muazzam olan gücünü aklımızın alabileceği boyutlara indirgeyerek hatırlatıyor: “Göğü kitap dürer gibi düreceğimiz gün, ilk defa yaratmaya başladığımız gibi yine onu tekrar ederiz. Söz veriyoruz, elbette bunu yapacağız.”[9]

Allah’ı hakkıyla takdir edip kadrini bilen gerçek bir iman, Allah’a Allah’ın istediği biçimde ina­nmak, yâni kitabında bizden istediği biçimde, tüm bu muhteşem evreni yaratıp yönettiği gibi evren içinde bir zerre bile olamayacak kadar küçük olan bizim hayatımızın da tümüne karışan, hayatımızın tümünde bizden kulluk isteyen, ilahlık ve rablikte tek olan, bir Allah’a iman etmektir. Bu da ancak tevhid inancıyla mümkündür. Bir şeyi tevhid etmek, o şeyi birlemektir. Şirkin zıddıdır. Lugat anlamıyla Tevhid; bir şeyin tek olduğunu bilmek ve buna hüküm vermektir.[10] Kavram olarak ise, Allah'ı yaratılmışların bütün tasavvurlarından ve tahayyüllerinden tenzih etmektir. Tevhidin insanlarla ilgili yönü ise, kulların yaratıcı ile olan ilişkilerinde istiğnadan vazgeçip takva ile Rabbine boyun eğip O'ndan başka boyun eğilecek güç, O’ndan başka ilah ve rab tanımamasıdır.

Hayatımızın tümünde; yiyip içerken, kazanıp harcarken, soyunup giyinirken, alıp satarken, sevip küserken; özetle tüm hayatımızda yalnız kendisini dinlememizi isteyen ve kendi­siyle birlikte başkalarını da dinleyip onlara da itaat etmememiz konusunda bizi ciddi biçimde uyaran bir Allah’a inanmak demektir. Gerçek iman sahipleri, gerçek birr ve takva sahipleri Al­lah’a Allah’ın istediği şekilde, Allah’ın razı olduğu biçimde iman edenler­dir.

 Allah’a iman, Allah’tan gelenlerin tümüne iman demektir. Allah’a iman, O’nun tüm evreni ve evrendekileri yaratıp hepsine emrettiği gibi yarattığı insana da emredeceğine ve insanın hayatına çeki düzen verecek bir hayat tarzı belirleyeceğine iman etmek demektir. Allah’a iman, O’nun Rab, Melik ve İlah oluşuna, dünya ve âhiretin tek sahibi, maliki, hükümranı, ilahı ve Rabbi olduğuna ve sadece kendisine itaat ve ibadet edilmesi gerektiğine iman etmek demektir. Allah’a iman, Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde bir hayat yaşama sorumluluğuna iman etmek demektir. Allah’a iman, Al­lah’ın belirlediği hayat programına uyma mükellefiyetine iman etmek demektir. Allah’a iman, insanın sadece O’na kulluk yapmak için yaratıldığına iman etmek demektir.

"Hepsi birlikte Allah'a... inandılar." Allah'a iman, O'nun ulûhiyet, rubûbiyet ve kulluk edilme hususunda birlenmesi, dolayısıyla insanın vicdanına ve hayatla ilgili herhangi bir konudaki tavrına tek başına O'nun egemen olması-anlamına gelmektedir. Buna göre ulûhiyet ya da rubûbiyette ortağı olmadığı gibi, yaratma ve düzenlemede, tasarrufunda da ortağı yoktur. Varlık âlemi ve hayat üzerindeki tasarrufuna kimse müdahale edemez. İnsanlara onunla birlikte rızık veren başka biri yoktur. O'nun dışında kimse zarar ya da yarar dokunduramaz kimseye. O'nun izni ve rızası olmadan varlık âleminde küçük-büyük hiçbir şey meydana gelemez. Gerek sembolik kulluk davranışları şeklinde olsun, gerekse boyun eğme ve itaat etme şeklinde olsun insanların kullukta yönelecekleri ortaklar yoktur. Bu imana göre, insanların vicdanları ve davranışları üzerindeki egemenlik tek başına Allah'a aittir. Buna göre şeriat, ahlâk kuralları, toplumsal ve ekonomik düzen tek başına egemenlik sahibi olan yüce Allah'tan alınmalıdır. İşte Allah'a imanın anlamı budur. Artık insan; Allah'ın dışında herkesin yanında özgür, Allah'ın koyduğu şeriatten kaynaklanmayan sınırlamaların bağından serbest ve otoritesini Allah'tan almayan her gücün karşısında son derece güçlü olur.[11]

 

Müslümanın Allah İnancı

Müslümanlar Allah’a Şöyle İnanır: Allah vardır ve birdir. Varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. Allah yaratıklardan hiçbirisine benzemez. Allah’ın varlığı kendisindendir. O hiçbir şeye muhtaç değildir, bütün her şey ona muhtaçtır.

Allah daima diridir. Her şeyi bilir, görür, işitir, dilediğini yapar. Allah sonsuz kudret (güç) sahibidir, yaratıcıdır, dilediğini yoktan var eder.

Allah’a böyle inanan kimse, hiç kimsenin görmediği bir yerde bile olsa ahlâksızlık yapamaz. Çünkü Allah’ın onu gördüğünü, duyduğunu ve cezâlandıracağını bilir ve ona göre hareket eder.

 

Nasıl Bir Allah’a İman Ediyoruz?

Daha çok politikacıların halkın ağzını tatlandırmak için sunmak istedikleri şerbet cinsinden topluluklara konuşurken söyledikleri bir söz vardır: “İnandığımız Allah bir, peygamber bir, kitap bir… Aynı Allah’a, aynı peygambere ve aynı kitaba iman eden insanlarımız…”  Keşke öyle olsa ama, kesinlik hayır! Bu toplumun bireylerinin, cemaatlerinin ve hocalarının inandıkları Allah, aynı Allah değildir. O kadar farklı Allah anlayışı ve inancı var ki… İnsanlarımız Allah inancını da Allah’tan, yani direkt olarak Kur’an’dan öğrenmiyorlar, “nasıl bir Allah?” sorusunu Kur’an’a sorarak Kur’an’ın verdiği cevabı en doğru cevap olarak görmüyorlar. Atalarının aktardıkları, toplumun birbirinden öğrendiği, kulaktan dolma bilgilerle Allah inancını oluşturuyorlar. Bu Allah inancının içinde doğrular olduğu gibi, nice yanlışlar da var. 

 

Nasıl Bir Allah’a ve Nasıl İman Etmemiz Gerekiyor?

Diri olan, ilmi her şeyi kuşatan (bilmediği hiçbir şey bulunmayan, gelmişi de geleceği de, olmuşu da olacağı da bilen, kişinin kiminle evleneceğini daha evlenmeden bilen, Kendisi için zaman mefhumu olmayan), her şeyi görüp işiten, dilediğini yapma kudretinde olan, her şeye gücü yeten (güç geçiremeyeceği hiçbir şey olmayan), Hiçbir şeye ihtiyaç duymayan, her şeyin Kendine muhtaç olduğu ezelden beri var olan, sonu olmayan, bir olan, babası ve oğlu, ortağı ve yardımcısı olmayan, sonradan yaratılanlara hiçbir şekilde benzemeyen zât…  

Esmâü’l-Hüsnâsı olan, en güzel isimlerin ve en güzel vasıfların Kendisine ait olduğu,

Rahmân ve Rahim olan,

Tek ilâh,

Tek rab olan,

Şirki yasaklayıp tevhidi emreden,

İbâdet edilmeye, tapılmaya sadece Kendisinin Hakkı Olan,

Bütün varlıkların kendisine itaat (secde) ettiği zat olan,

Kur’an’ı indiren,

Peygamberleri gönderen,

Mutlak şekilde ve en fazla sevilen, Kendisinden mutlak olarak korkulan ve ümit edilen,

Yeisi/ümitsizliği (Kendi rahmetinden ümit kesmeyi) kâfirlik olarak ilan eden, 

Kendisiyle çok kârlı ticaret yapılması gereken,

Kendisine tevekkül edilen, vekil kabul edilen,

Dinin ve Din Gününün Sahibi,

Nimet veren,

İmanı sevdiren, küfrü, fâsıklığı ve isyanı çirkin gösteren,

Tevbeleri kabul eden,

Öldüren, dirilten,

Tabiat güçlerine, yere göğe, tüm evrene ve tüm varlıklara hükmedip boyun eğdiren, Hüküm sahibi, Hükmü ve hâkimiyeti her yerde geçen,

Yaratan,

Emreden, 

Rızık veren, zengin veya fakir kılan, mülkün tek sahibi olan,

Cennet ve cehennemin sahibi,

Şifa veren,  

Gazap ve Rahmet sahibi,

Azab eden ve Affeden,

Dini Kolay kılan, kolaylık dileyen,

Bireyken cemaat, cemaatken vahdet içinde tek ümmet olmamızı isteyen,

Kâfirleri ve küfrü sevmeyen ve bize de sevdirmeyen,

Zulmü sevmeyen, zâlimlere düşman olan,

Kitap indiren,

Peygamber gönderen,

Tevekkül edilen,

Kendisiyle ticaret yapılması gereken,

İnsanı yeryüzünde halife kılan,

İhsâna ihsanla cevap veren,

İhtilâfı, özellikle tefrikayı yasaklayan ve vahdeti emreden,

Duâ edenin duâsına icâbet eden,

İzzet ve şefaatin tümü O’na ait olan,

Uğrunda cihad edilmesi gereken,

Uğrunda infak edilmesi gereken, Kendisi için feda edilemeyecek hiçbir şey olmayan,

Mü’minlerin velîsi olan, onlara yardım ve zafer vaad eden,

Gâlibiyet ve mağlûbiyet elinde olan, dilediğini gâlip kılan ve dilediğini mağlûb edecek olan,

Haram ve Helâl koyma yetkisi Kendisinde olan,

Gayb bilgisi sadece Kendisine ait olan,

İtaat edeni ödüllendirip isyan edeni cezalandıracak olan,

Hamdin kendisine ait olduğu,

Hayır ve şerle imtihan eden, her şeyle herkesi her zaman imtihana tâbi tutan,

Hesap Gününün tek sahibi, Yaptıklarımızdan (ve yapmadıklarımızdan) hesap soracak olan,

Hidâyet veren, Hidayet ettiği kimseyi yoldan çıkaracak kimsenin bulunmadığı,

Sapıtmayı hak eden kimseyi saptırınca, ona hidayet edecek kimsenin bulunamayacağı,

Dünya bir araya gelse O istemeyince kimsenin kimseye zerre kadar fayda veya zarar veremeyeceği,

Tâğutları inkârı emreden,

İlmi, cihadı ve takvâyı insanlar için fazilet ölçüsü kılan,

Her türlü olumlu özelliğin sahibi, hiçbir olumsuz özelliğinin bulunmadığı,

Hiçbir yaratığın kendisine hiçbir şekilde benzemediği, baba, oğul gibi bir özelliğinin bulunmadığı bir zât…

Her şeyden önce tek rabbimiz ve tek ilâhımız olan, Kendinden başka rab ve ilâh olmayan zâta iman ediyoruz.

Kur'an'da Rab ismi, sonsuz kudreti ile her şeyi idaresi altına alan, yöneten, terbiye eden ve bunları yapabilecek kudrete mâlik olan Allah anlamına gelmektedir. Ayrıca, Rab ismi, her şeyi idare eden, koruyup gözeten, hâkimiyeti altında bulunduran ve gerçek Rab olan Allah'a, O'nun rubûbiyet bağına, mutlak tevhid ve tam bir kulluk şuuru ile bağlanmayı da ifade etmektedir. Allah'tan başkasının hükmünü hüküm edinmemek, O'nun dinini her şeyden üstün tutmak, bütün mahlûkatı O'nun mutlak hâkimiyetine teslim olmuş bilmek, Allah'ı gerçek Rab olarak tanımak demektir.

Allah, kendi katında tek geçerli din olan İslâm'ı, insanları, kullara ve diğer varlıklara ibâdet etmekten kurtarıp, Allah'a kulluk etmeleri için göndermiştir. İslâm, insanları kulların zulmünden, Allah'ın adaletine götürür. Tevhid gerçeğinin birinci şartı, Rubûbiyette tevhiddir. Yani gerçek Rab ve Hâkim olanın tek bir Allah olduğuna inanmaktır. İkinci şartı da, kullukta tevhiddir; bu da Allah'tan başkasına kulluk etmemektir. İnsan, Rabbine ibâdet etmekle yükümlüdür. Müslüman, yalnızca Allah'a ibâdet eden kimsedir. Sadece Allah'a ibâdet ise, Allah'tan başkasını rab edinmemek, O'na hiçbir varlığı ortak koşmamak demektir.

Kur'an'da rabliğin belirgin özellikleri açık olarak bildirilmiştir. Bunların başında, insanlardan mutlak itaat ve kulluk istemek, insanlık hayatını ve varlıklar âlemini düzenleyen ilâhî nizamlar koymak, mutlak değer ölçüleri belirtmek gibi özellikler gelir. Bunlardan birini kendine tahsis eden insan, rablik iddiasında bulunmuş olur. Allah, Kur'ân-ı Kerim’de, ibâdet edilecek tek rab olduğunu açık bir şekilde bildirmiş ve kendisine bu konuda şirk/ortak koşulmamasını istemiştir. Buna rağmen, insanların yine de Allah'tan başka varlıkları rab edindikleri görülmektedir. Bir kısım insanlar çıkıyor, Rabbe ait olan özellikleri kendilerine mal etmeye kalkışıyorlar. Sonra da insanları gerçek Rabbin emir ve yasakları dışında kendi koydukları kurallara, ilkelere, değer ölçülerine ve kendi düşüncelerine kayıtsız şartsız uymaya çağırıyorlar. Oysa bu durum, rablik iddia etmenin ta kendisidir. Bazı insanlar her ne kadar onlar için secdeye varmasalar da Allah'ın koyduğu hükümleri bırakıp, onların gayr-ı meşrû emirlerini benimseyerek dinlemek suretiyle onlara kul olma derekesine düşerler. Onların bu durumu Allah'tan başkalarını rab edinmeleri demektir. Kur'an'daki rable ilgili âyetler bu konuyu açıkça ortaya koymaktadır.  

Kur’ân-ı Kerim, sık sık, insanların ve bütün evrenin Rabbinin Allah olduğunu vurgulamaktadır. O, kendi irâdesiyle evreni ve içindekileri yaratıp şekil vermiş, biçimlendirmiştir. Yarattığı her şeyin tek sahibi ve maliki O’dur. O aynı zamanda yarattığı evreni ve içindekileri yönetmektedir, her şeye tasarruf etmektedir. Bu tasarruf etmenin içerisinde elbette yaratılmışların ihtiyacı olan şeyleri onlara karşılıksız vermek de vardır.

 

Allah Teâlâ’nın Sıfatları

Allah’a iman etmek için Allah’ı bilmek lâzımdır. Fakat Allah’ın zâtı ve mâhiyeti bilinemez. İnsanlar bu konuda düşünmekten men olunmuşlardır. Allah ancak isimleri, sıfatları ve fiilleri (yaratmak, rızık vermek gibi) ile bilinir. O halde Allah’a iman O’nda bulunması ve bulunmaması gereken sıfatları ve O’na mahsus isimleri bilmek ve inanmaktır. Allah Teâlâ’ya doğru olarak inanmak ve yüce varlığını iyi tanıyabilmek için O’nun sıfatlarını ve isimlerini bilmek gerekir.

Sıfat konusunda selefiyye, mutezile, şia ve ehl-i sünnet farklı sayıda ve farklı sıfatları öne çıkarmışlardır. Ehl-i Sünnetin meşhur sınıflamasına göre Allah Teâlâ’nın (aslında sonsuz sayıda olan) sıfatlarından 14 tanesi bize bildirilmiştir. Bunlardan 6 tanesi zâtî, 8 tanesi ise subûtî sıfatlarıdır. Zâtî sıfatlar sadece ve sadece Allah Teâlâ’da bulunan, O’nun hâricinde hiçbir varlıkta bulunmayan sıfatlardır. Ama subûtî sıfatları ise, Allah’tan başka bazı varlıklarda da  sınırlı bir şekilde bulunabilen sıfatlardır.

 

a) Zâtî Sıfatlar (Sıfat-ı Selbiyye)

Sıfat-ı Zâtiyye: Yüce Allah'ın zâtı için vâcib olan, zorunlu olan sıfatlar. Bunlara sıfât-ı nefsiyye de denir. Diğer bir tabirle "zâtî veya nefsî sıfatlar" da denilen bu sıfatlar, Yüce Allah'ın varlığını ve hakikatini anlayıp kavramada biz kullarına yardım eden sıfatlardır. Bu sıfatlar sayesinde Allah Teâlâ'nın yüce zâtını ve varlığını O'na yaraşır bir tarzda anlayıp, imanımızı da o oranda kuvvetlendirebiliriz. Yüce Allah'ın kendine mahsus bir zâtı vardır ve bu zâtının gereği olan, bu zâtından ayrılması düşünülmeyen sıfatları vardır. Bunlardan bir kısmına "Zâtî sıfatlar" , bir kısmına da "sübûtî sıfatlar" denir.

Zâtî sıfatlar, hiç bir sebebin eseri olmayan, Allah Teâlâ'nın hakikatini ortaya koyan sıfatlardır. Bu sıfatlar Yüce Allah'ın zâtıyla, varlığıyla doğrudan doğruya alâkalı oldukları için ve sadece Allah'ın yüce zâtına mahsus oldukları için zâtî sıfatlar diye isimlendirilmişlerdir. Zat veya varlık olmadan bu sıfatların varlığını düşünmek ve bu sıfatlardan söz etmek imkânsızdır. "Sıfât-ı Zâtiyye" denilen bu zâtî sıfatlar 6 tanedir:

 

1) Vücud: Var olmak demektir. Bütün bu kâinatı yaratan ve düzenleyen Allah vardır. Vücûd sıfatı; Yüce Allah'ın mevcûdiyeti, varlığı demektir ki; bazı âlimlere göre, asıl zâtî veya nefsî sıfat budur. Zira Yüce Allah'ın mevcûdiyeti, varlığı kabul edilmeden, diğer sıfatlarından bahsetmek mümkün olmaz. Yüce Allah'ın varlığına, mevcûdiyetine işaret eden pek çok âyet-i kerime mevcuttur.[12] Bunlardan birisi şöyledir: "O Yüce Allah, görüleni de görülmeyeni de bilen, Kendisinden başka ilâh olmayan, ancak kendisi var olan Allah'dır."[13]

Allah Teâlâ'nın varlığı, mevcûdiyeti kendi zâtının gereğidir. O'nun yüce zâtı, yaratıklarda olduğu gibi başkasından dolayı değildir. O kendi zâtı ile vardır, kendi zâtıyla kaimdir, varlığı için bir başkasına, bir başka şeye muhtaç değildir. Zira muhtaç olan, İlâh olamaz.

 

2) Kıdem: Allah’ın varlığının öncesinin olmamasıdır. Yani, önceden yok iken sonradan yaratılmış değildir. Allah Ezelîdir, öncesi yoktur. Her yaratılan şeyin muhakkak evvelî vardır. Allah Teâlâ tek yaratıcı olduğundan O’nun evvelî yoktur. Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “O ilktir (kendinden önce hiçbir varlık yoktur.), sondur (kendinden sonra bir varlık yoktur, her şey yok olurken O  kalacaktır), O zâhirdir (varlığı aşikârdır), bâtındır (gerçek mâhiyeti insan için gizlidir). O, her şeyi bilir.”[14]

 

3) Beka: Allah’ın varlığının sonu olmaması demekıir. Allah Teâlâ ebedîdir. O’nun ne geçmişte ne gelecekte var olmadığı ve var olmayacağı bir zaman düşünülemez. Tek yaratıcı olan Allah’tan başka bütün her şey yok olmaya  mahkûmdur ve yok olacaktır. “Yer üzerinde bulunan her canlı fânîdir (sonludur), yok olacaktır; Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacak.”[15]“Allah ile birlikte başka bir ilâha tapıp yalvarma! O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. O’nun zâtından başka her şey helâk olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.”[16]

 

4) Vahdâniyyet: Bir olmak demektir. Allah zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) eşi, dengi ve benzeri olmayan birdir. “De ki: O, Allah birdir.”[17]O'nun eşi ve ortağı, yardımcısı yoktur; O bir ve tek'tir. Allah Teâlâ mutlak birdir. Bir kağıdı veya tebeşiri ikiye, üçe, dörde veya daha fazla parçaya bölebilirsiniz. Alah Teâlâ iki veya daha fazla olması düşünülemeyen birdir. Hıristiyanlar Allah’ın; kutsal ruh, oğul, ve babadan meydana geldiği inancı yüzünden sapıtmışlar ve şirke düşmüşlerdir. 

Allah Teâlâ sıfatlarında da birdir. Allah’tan başka hiçbir varlık sıfatlarında tek/bir değildir. Mutlaka bir veya birkaç sıfatıyla diğer varlıklarla ortak durumdadır. Meselâ, güneş ve ay bir tanedir. Fakat onlar gibi parlak ve yuvarlak başka gök cisimleri vardır ve onlara benziyordur. Allah Teâlâ böyle değildir, O’nun sıfatları öyle “bir”dir ki, aynı sıfatların başka bir varlıkta bulunmasına imkân yoktur.   

Allah, fiilleri itibariyle de birdir. Meselâ, yaratmak Allah’ın fiillerindendir. O’ndan başka hiçbir varlığın, bir şeyi yoktan var etmesi düşünülemez. O'nun hiç bir benzeri, ortağı, örneği ve cüzleri (parçaları) ve yardımcıları yoktur. İbâdete lâyık yegâne tek mâbud, Allah'tır. İşte "Vahdâniyet" sıfatını bütün bu hususları içine alan bir teklik (ehadiyet) olarak anlamak gerekir. O her bakımdan en mükemmel, bütün eksiklik ve noksanlıklardan uzak (münezzeh) bir varlıktır.

 

5) Muhâlefetün lil-havâdis: Sonradan var olanlara benzememek demektir. Allah (c.c.) sonradan var olanlara, yani yaratılmış varlıklardan hiçbirine, hiçbir yönden benzemez. Yüce Allah'ın benzeri hiç bir şey yoktur. O'na eşit ve denk olan hiç bir varlık yoktur. Zaten kadîm, bâkî ve bir tek olan varlığın sonradan olanlara benzememesi, yine O'nun bu sıfatlarının bir sonucudur ve O'nun yüce zâtına mahsustur. İnsanın aklına geldiği, düşüncesinin ulaşabildiği her şeyden Allah mutlak sûrette başkadır.  İnsan aklı Allah’ın zâtının mâhiyetini anlayamaz. Bu yüzden insanlar bu konuda düşünmekten men olunmuşlardır. Başka şeyler mümkin, varlıklarında muhtaç, hâdis ve fânîdirler. Cenâb-ı Hak ise, vâcib li-zâtihî (zâtından dolayı varlığı zorunlu), ihtiyaçsız, ezelî ve ebedîdir. Her şey O'na muhtaçtır. Yüce Allah, mümkin olan varlıkların bütün özelliklerinden münezzehtir. "O'nun benzeri hiç bir şey yoktur. O her şeyi işiten ve görendir."[18]

 

6) Kıyam bi-nefsihî: Allah’ın varlığı ve varlığının devamlı olması kendindendir. Allah Teâlâ, var olması ve varlığını devam ettirmesi için hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah, İhlâs Sûresinde de belirttiği gibi Samed’dir, yani bütün varlıklar O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir. Yine Kur’ân-ı Kerim’de Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah elbette bütün âlemlerden ganî ve müstağnîdir.”[19]; "Allah, O'ndan başka ilah olmayan, diri ve kendi kendine kaim (var) olandır."[20]; “Allah, O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. O, hayydir, kayyûmdur.”[21]

Vâcibu'l-vücûd (varlığı zorunlu, varlığı kendi zâtının gereği) olan Allah'ın zatı düşünüldüğü zaman, bu varlıkla beraber bu zâtî sıfatların da düşünülmesi zaruridir (vâcibtir). Varlık, yani mevcudiyet ve sıfatlar O'ndan ayrılmaz. Allah Teâlâ kadîm, ezelî, ebedî ve her yönden en mükemmel olduğu için, ne zamana, ne mekâna, ne bir yardımcıya muhtaçtır. O bunların hepsinin üstünde, varlığı zâtının gereği, mutlak ve en mükemmel ve vâcib bir Allah'tır.[22]

 

b) Subûtî Sıfatlar

Sıfat-ı Sübûtiyye: Yüce Allah'ın zatının gereği olan ve bu zattan ayrılmayan, ezelî ve ebedî olan vâcib sıfatlar. Bu sıfatların hepsi Kur'an âyetleriyle sabit oldukları ve bu âyetlerden çıkarıldıkları için ve varlıkları Yüce Allah'ın zâtında isbat edilmiş olduğu için, "sübûtî sıfatlar" diye isimlendirilmişlerdir. Bu sıfatlardan her biri Yüce Allah'ın zâtıyla kaimdir. O'nun Yüce zâtı ve varlığı düşünülmeden bu sıfatlardan bahsetmek de mümkün olmaz. Allah Teâlâ’nın subûtî sıfatları 8 tanedir:

 

1) Hayat: Allah’ın canlı, diri, yani hayat sahibi olması demektir. O devamlı olarak diridir, ölümsüzdür. Sonsuza kadar diri olarak kalacaktır. Allah, canlı olarak hayatta kalması  için, yaratılmış varlıklar gibi bazı şeylere muhtaç değildir. Bu sıfatın zıddı olan ölü ve cansız olmak, Allah hakkında düşünülemez, mümtenîdir. Allah Teâlâ'nın bu sıfatına işaret eden pek çok âyet vardır. Bunlardan biri şu âyettir: "Ölümsüz, diri olan Allah'a güven ve O'nu hamd ile tesbih et!..."[23]

Her şeye can veren, ölü gibi görünen toprağa, kuru sanılan ağaçlara can, hayat ve tazelik veren Allah Teâlâ'dır. Bütün canlıların hayatı sonradandır ve Yüce Allah'ın yaratmasıyladır. Hâlbuki Yüce Allah'ın "Hayat" sıfatı da; zâtı gibi kadimdir, ezelî ve ebedîdir; zâtından ayrılmayan, zâtı ile var olan vâcib bir sıfattır. Zira hayat olmadan diğer sıfatları düşünmek, onlarla Allah'ı vasıflandırmak abes olur. Bu bakımdan sübutî sıfatların ilki "hayat" sıfatıdır.

 

2) İlim: Allah’ın, geçmiş ve gelecekteki her şeyi en küçük ayrıntısına kadar bilmesidir. Allah; olmuşu olacağı, açığı gizliyi, kalplerden geçenleri, her şeyi ezelî ilmiyle bilir. O'nun ilmi, kâinattaki her şeyi kuşatmıştır. Evrendeki hiç bir şey O'nun ilminin dışında meydana gelemez. O'nun ezelî olan ilim sıfatıyla muttasıf olduğunu gösteren pek çok âyet-i kerime vardır: "İçinizde (sinelerinizde) olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanları da yerde olanları da bilir..."[24]

Şu halde Allah'ın ilmi gizli açık her şeyi kuşatmıştır. Kalplerimizden geçenler de O'na mâlumdur. Bütün gayb âlemi, bizim sınırlı ve sonradan kazanılma bilgimizin ulaşamadığı o âlem, Allah'ın bilgisi dâhilindedir. O'nun ilmi, zâtı ile kaim olan, ezelî ve ebedî, bilinenlerle değişmeyen bir ilimdir. Kulların ilmi gibi kazanılmış, sonradan elde edilmiş bir ilim değildir.

 

3) Semî’: Allah’ın her şeyi işitmesidir. O’nun duymayacağı hiçbir ses, hiçbir fısıltı yoktur. İnsanların duyamadıkları, ama gerçekte var olan tüm sesleri duyar. O, her çeşit, her kuvvette ve zayıflıktaki sesleri işitir, duyar. İşitilmek şânından olan her şeyi işitir. Allah Teâlâ'nın işitip duyması, kulların işitmesi gibi, birtakım kayıt ve şartlara, vâsıtalara ve organlara bağlı değildir. O, işitilme özelliğinde olan her şeyi, en gizli ve pek hafif sesleri, fısıltıları bile duyar. Özellikle kullarının duâlarını, zikirlerini, gizli ve âşikâr niyazlarıyla yalvarışlarını işitir, kabul eder ve mükâfatlandırır. Bu sıfatla ilgili pek çok âyet vardır, ekserisi görmek sıfatıyla beraber yer almaktadır. "...Allah her şeyi işiten ve görendir."[25]

 

4) Basar: Allah’ın her şeyi görmesidir. Allah Teâlâ küçük büyük, gizli açık, uzak yakın, her şeyi görür. Hiçbir şey O’na gizli kalmaz. O görmek için hiçbir araç, organ ve bağıntılara ihtiyaç hissetmez. O'nun görmesi, göz gibi bir organa, ışığa, uzaklığa ve yakınlığa bağlı değildir. Yüce Allah'ın görme sıfatı da ezelîdir, sonradan olma değildir. Bu sıfat da bütün mevcûdâta, görmek şânından olan her şeye tealluk eder. O'nun görmesinin dışında kalan hiç bir mahlûk yoktur.

İnsanın görmesi sınırlıdır, görme organından mahrum olanlar göremezler: Ayrıca aydınlık, karanlık, uzaklık, yakınlık ve daha dünyadaki nice olay, görmeye veya görmemeye etki etmektedir. Allah Teâlâ'nın görmesi hiç bir şeyden etkilenmez. Bu sıfatla ilgili Kur'ân-ı Kerim'de yüzlerce âyet yer almaktadır. Meselâ;. âyet meâlen şöyle son bulmaktadır:  "...Biliniz ki, Allah, şüphesiz yaptıklarınızı görür."[26]

 

5) İrâde: Dilemek demektir. Allah dilediğini yaratır, O’nun irâdesi (dilemesi) dışında hiçbir şey olmaz. İrâde, Allah’ın istediğini dileyip tercih etmesi demektir. Yani O'nun, bir işin şöyle olmasını değil de, böyle olmasını veya böyle olmasını değil de, şöyle olmasını dilemesi, dilediği gibi tâyin ve tahsis etmesidir. Evrende olmuş ne varsa, hepsi O'nun dilemesi, irâdesi ile olmuştur. O'nun irâdesi ve isteği dışında hiç bir şey var veya yok olamaz. Cenâb-ı Hakk'ın "irâde" sıfatı, mümkün veya câiz olan şeylere tealluk eder. O'nun irâdesi, bir şeyin olması veya olmaması şıklarından birini tercih eder. Tercih ettiği yöne irâdesini tealluk ettirince, o şey de ya hemen oluverir veya olmamasını tercih etmiş ise, o şey olmaz, yok olur.

Bu anlamda Yüce Allah'ın irâdesini iki şekilde anlamak kabildir:

a) Tekvinî (kevnî) irâde: Bu irâdeye "meşiyyet" de denir ki; bütün yaratılmışlara şâmildir. Bir şeye tealluk edince, o şey olmamazlık edemez, her durumda vuku bulur. Bu anlamda Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, sözümüz ona sadece ‘ol!’ demektir ve o hemen oluverir."[27]

b) Teşrîî (dinî) irâde: Bu irâde Cenâb-ı Hakk'ın muhabbet ve rızâsı demektir ki; bu mânâda irâde ettiği şeyin her durumda meydana gelmesi vâcib değildir. Çünkü kulların işleriyle ilgilidir. Bu mânâda Yüce Allah; "...Allah size kolaylık murat eder, zorluk istemez"[28] Bunun anlamı "şâyet siz kullar, Allah'ın rızâ ve muhabbetinin hilâfına zorluk, kötülük isterseniz; kendisi bunları istemediği (râzı olmadığı) halde, siz istediğiniz için yaratır; zorluğa ve kötülüğe rızâsı yoktur" demektir.

Allah’ın irâde sıfatı ile ilgili Kur’an’da birçok âyet vardır.[29]

 

6) Kudret: Gücü yetmek demektir. Allah’ın her yerde her şeyi yaratma güç ve kuvveti. Allah’ın gücü, dilediği her şeyi yapmaya yeter. Gerçek anlamda güç ve kuvvet, ancak, sadece Allah’a aittir.  

Kudret sıfatı, Allah Teâlâ'nın bütün mümkünâta gücünün yetmesi, her türlü tasarrufta bulunması demektir. İrâdesiyle bütün mümkünâtı kuşattığı gibi, kudretiyle irâde ettiklerini bir fiil meydana getirerek, yaratarak bunlara kadir olur. Allah Teâlâ'nın nihâyetsiz, bitmek tükenmek bilmeyen kudreti vardır. Bu sıfat da diğerleri gibi ezelî ve ebedîdir. Ezelî olan bu kudret sıfatıyla, herhangi bir şeyi dilediği gibi yapmaya kadirdir. O'nun kudretinin erişemeyeceği, bu kudretin dışında kalan hiç bir şey yoktur. "Muhakkak ki, Allah her şeye kaadirdir, gücü yetendir."[30]

 

7) Kelâm: Söylemek, konuşmak demektir. Allah’ın harften ve sesten münezzeh olarak konuşması. Allah Teâlâ dile ihtiyaç duymadan dilediğini söyler. Allah’ın "Kelâm" sıfatı, ezelî ve ebedîdir. O'nun söz söyleyememesi, konuşamaması düşünülemez. İşte Yüce Rabbimiz bu sıfatıyla peygamberlerine vahyederek sözlerini söylemiş, emirler vermiştir. Kitablarını ve şeriatini bu kadîm kelâmıyla bildirmiştir. O, kelâmını dilediği zaman, kendi zâtına ve şânına lâyık bir şekilde meleklerine bildirir, işittirir ve anlatır. Bunu yaparken harflere, seslere, hecelere ve yazıya muhtaç değildir.

Yüce Allah'ın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını peygamberlerine ya Cebrâil vasıtasıyla veyahut doğrudan doğruya vahy ve ilham etmiş olması da bu "kelâm" sıfatının bir tecellisidir. Cenâb-ı Hakk'ın, peygamberleriyle tekellüm ettiğini (konuştuğunu) gösteren âyetler vardır. Meselâ; Cenâb-ı Allah meâlen şöyle buyurmaktadır: "Allah Mûsâ'ya hitabetti, onunla gerçekten konuştu"[31]; "...Onlardan (peygamberlerden) Allah'ın kendilerine hitab edip konuştuğu, derecelerle yükselttikleri kimseler vardır..."[32]

 

8) Tekvîn: Allah’ın yoktan var etmesi, yaratması. Her şeyi Allah yaratmıştır. Allah, yaratmak istediği şeye “ol” der ve hemen o şey oluverir. Tekvin sıfatı, irâde sıfatının muktezâsına göre, Allah mümkünâta tesir eder, yaratır ve icad eder. Nitekim Allah Teâlâ meâlen şöyle buyurur: "Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu, sadece o şeye ‘ol!’ demektir ve o, hemen oluverir"[33]İşte bütün bu kâinatın ve içindeki varlıkların yaratanı, icad edeni Yüce Allah'tır. Bunları varedip etmemeye muktedir olan (gücü yeten) Allah Teâlâ, "irâde" sıfatıyla ezelî ilmine uygun olarak; var olmasını, icad edilmesini irâde buyurmuş (dilemiş) ve tekvîn sıfatıyla yaratıp icad eylemiştir. Yüce Allah'ın âlemleri yaratmak, rızık vermek, nimetler ihsan etmek, yaşatmak, öldürmek, diriltmek, azab etmek, mükâfatlandırmak gibi bütün fiilleri tekvîn sıfatına râcîdir. Allah’ın tekvîn sıfatıyla ilgili çok sayıda âyet-i kerime vardır.[34]

Bütün bu sıfatlar Allah Teâlâ'nın yüce zâtına mahsustur. O'nun yüce zâtı için vâcib olan sıfatların hepsi, görüldüğü gibi, âyetlerle sâbit olduğundan, bütün İslâm âlimleri arasında bu konuda ittifak vardır. O'nun bu sıfatlarla ezelde muttasıf olduğunda şüphe yoktur.

Yüce Allah, zâtında, sıfatlarında, fiillerinde/işlerinde bir tekdir; O'nun eşi, ortağı ve benzeri yoktur. O'nun sıfatları ve işleri de yüce zâtına mahsustur. O'nun yüce zâtı ve varlığı kabul edilip tasdik edilmeden, yukarıda sayılıp açıklanan sıfatlardan ve O'nun güzel isimlerinden sözetmek de mümkün olamaz. Zira bu sıfatlar ve isimler, O'nun yüce zâtının ve varlığının zorunlu bir gereğidir. Ne bu zat, bu sıfatlarsız; ne de bu sıfatlar, bu zatsız olur. Yine dikkat edilecek olursa, bu sıfatların her biri açık ve seçik olarak Kur'ân âyetlerine dayanmaktadır. Yani, bizzat Yüce Allah, kendisini bu sıfatlarla vasıflandırmıştır. Böylece O'na olan inancımız daha da kuvvetlenmektedir. Çünkü bu sıfatlarıyla O'nu daha iyi anlayabiliyoruz. Bütün bu sıfatlar O'nun yüce zâtına yaraşır bir tarzdadır. Biz bütün bu sıfatların asıllarına iman ederiz; fakat keyfiyetlerine, nasıl ve nice olduklarına dair herhangi bir şekilde söz söylemeyiz. Bu konuda söz etmeye de bilgilerimiz yeterli değildir.[35]

 

Esmâü’l-Hüsnâ (Allah Teâlâ’nın Güzel İsimleri)

Kur’an, marifetullah (Allah’ı tanıma) bilgisini Allah’ın isim ve sıfatları yoluyla vermektedir. Kur’an’da yüz civarında isim ve sıfat bulunmaktadır.

Bu isim ve sıfatların birçoğu müşrik ve münkirlerin Allah (c.c.) hakkındaki düşüncelerini reddetmek ve doğrusunu göstermek için zikredilmiştir. Birçoğunda da Allah, kendi kendisini tanıtmaktadır. “Nasıl bir Allah?” sorusu, Kur’an’da zikredilen “esmâü’l-hüsnâ ve sıfatların bildirdiği ve tanıttığı Allah” şeklinde cevaplandırılabilir. Allah’ın isimleri konusunda da temel kaynak kabul ettiğimiz Kur’ân-ı Kerim’deki isimlerle ilgili değerlendirmeye geçmeden, halk arasında çok meşhur olan Tirmizî’nin Ebû Hüreyre’den rivâyet ettiği hadisteki[36] sıralamaya göre 99 isim şunlardır:

1) ALLAH: Kâinatı yaratıp yöneten, bütün övgü ve ibâdetlere lâyık, varlığı zorunlu olan, ulûhiyete mahsus sıfatların hepsini kendinde toplamış bulunan Yüce Zât’ın, Rabbimiz’in özel ve en kapsamlı adı, lafza-i celâl. Kur’ân-ı Kerim’de 2697 kez tekrar edilmiştir. “Bil ki, Allah’tan  başka ilâh  yoktur.[37]

2) er-RAHMÂN: İlâhî rahmet, lütuf ve koruyuculuğu bütün mahlûkatı kapsayan, dünyada iman eden ve etmeyen herkese merhamet edip nimetlendiren. “Rahmân” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 57 yerde geçer. “(O) Rahmândır.”[38]

3) er-RAHÎM: Çok merhamet edip bağışlayan, dünyada kendisine iman edip emirlerine uyanları âhirette ebedî nimetlerle mükâfatandıracak olan. “Rahîm” ismi Kur’an’da 115 yerde tekrar edilir. “O, size (mü’minlere) karşı merhametli (rahîm) olandır.”[39]; “(O) Rahmândır, Rahîmdir.”[40]

4) el-MELİK: Görünen ve görünmeyen bütün âlemlerin sahibi ve yöneticisi. “De ki insanların Rabbine sığınırım. İnsanlarınmelikine.”[41]; “O Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Melik’tir...”[42]

5) el-KUDDÛS: Her türlü eksiklik ve noksanlıktan münezzeh (uzak), bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf bulunan. “Göklerde ve yerde olanların tümü, Melik, Kuddûs, Azîz, Hakîm olan Allah’ı tesbih etmektedir.”[43]; “O Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Melik’tir, Kuddûs’tür...”[44]

6) es-SELÂM: Esenlik veren, barış ve emniyetin kaynağı, kullarını tehlikelerden selâmete çıkarıp sâlim kılan. “O Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Melik’tir, Kuddûs’tür, Selâm’dır...”[45]

7) el-MÜ’MİN: Güven veren, vaadine güvenilen, güven kaynağı; Kendine sığınanları rahata, huzura erdiren. Gönüllerde iman ışığı uyandıran. “O Allah’tır ki O’ndan başka ilâh yoktur... Mü’mindir.”[46]

8) el-MÜHEYMİN: Evrenin bütün işlerini düzenleyen, gözeten ve yöneten; insanları murâkabe edip koruyan. “O, Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur… Müheymin’dir.”[47]

9) el-AZİZ: Eşi, benzeri ve dengi bulunmayan; değerli, şerefli ve güçlü; hiçbir zaman yenilmeyen, daima gâlip olan; İzzetli, değerli ve güçlü olan. Bu ism-i celâl, Kur’ân-ı Kerim’de 99 yerde geçer. “Sen, o güçlü ve üstün (Azîz), çok merhametli olan (Rahîm) (Allah)’a tevekkül et/güvenip dayan.”[48]

10) CEBBÂR: Mutlak irâdesini her durumda yürüten, dilediğini zorla yaptırmağa muktedir olan;  düzeni bozulan her şeyi tanzim eden, her güçlüğü kolaylaştıran. “O Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur… Cebbâr’dır.”[49]

11) el-MÜTEKEBBİR: Her şeyde ve her işte azamet ve yüceliğini gösteren; büyüklükte eşi ve benzeri olmayan. “O, Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur… Mütekebbir’dir.”[50]; “Göklerde ve yerde büyüklük (el-Kibriyâ’) O’nundur, O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.”[51]

12) el-HÂLİK: Her şeyi takdirine uygun şekilde yaratan, yoktan var eden. “O Allah ki Hâlik’tır, (en güzel biçimde) kusursuzca var edendir, şekil ve sûret verendir.”[52]; “İşte Rabbiniz Allah O’dur. O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır (Hâlik). Öyle ise O’na kulluk edin…”[53]

13) el-BÂRİ’: Herhangi bir modele bağlı kalmadan, örneksiz olarak bütün varlıkları yaratan; eşyayı, her şeyin âzâ ve cihazlarını birbirine uygun olarak yaratan. “O Allah’tır ki Hâlik’tır, Bâri’’dir...”[54]

14) el-MÛSÂVVİR: Yarattığı her varlığa ayrı bir şekil ve özellik veren. “O Allah’tır ki Hâlik’tır, Bâri’’dir, Mûsâvvirdir...”[55]; “Ana rahminde size dilediği gibi sûret veren (yusavviruküm) Allah’tır.[56]

15) el-ĞAFFÂR: Mağfireti, affı çok; daima affeden, tekrarlanan günahları da bağışlayan. “Gerçekten Ben, tevbe eden, iman eden, sâlih amellerde bulunup da sonra doğru yola erişen kimseyi şüphesiz mağfiret ederim, bağışlarım (Ğaffâr’ım).”[57]

16) el-KAHHÂR: Yenilmeyen, yegâne gâlip; varlıkları emir ve irâdesi altında tutan. “O, kulları üzerinde Kahhâr’dır/kahredici olandır.”[58]

17) el-VEHHÂB: Her çeşit nimeti hiçbir karşılık beklemeden bol bol bağışlayıp veren. “Yoksa güçlü ve üstün olan, karşılıksız bağışlayan (el-Vehhâb) Rabb’inin hazineleri onların yanında mıdır?”[59]

18) er-RAZZÂK: Ruh ve bedenlerin gıdasını yaratıp veren; yaratılmışlara faydalanacakları şeyleri ihsan eden. “Şüphesiz rızık veren (Razzâk) güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”[60]; “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın.”[61]

19) el-FETTÂH: İyilik kapılarını açan; kullarına rahmet kapılarını açan ve müşkülleri çözüp kolaylaştıran. “De ki: ‘Rabbiniz (Kıyâmet günü) bizi, bir araya  toplayacak, sonra da hak ile aramızı ayıracaktır. O, (gerçek hükmü vererek, hak ile bâtılın arasını) açan (el-Fettâh)’dır, (her şeyi hakkıyla) bilendir.”[62]

20) el-ALÎM: Her şeyi hakkıyla (en doğrusunu, en iyi şekilde) bilen. İlminde sınır olmayan. “Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (el-Alîm) Allah’ın takdiridir.”[63]

21) el-KĀBIZ: Daraltan, rızkı belli ölçüde tutup veren; canlıların rûhunu alan. Kābız ismi Kur’an’da geçmez. Ancak, Allah’ın bu ismi fiil olarak Kur’an’da zikredilir: “Allah, daraltır (yakbizu) ve genişletir ve siz, O’na döndürüleceksiniz.”[64]

22) el-BÂSIT: Açan, genişleten, rızkı, lütuf ve keremini bol bol veren, ruhları bedenlere yerleştirip yayan. Bâsıt ismi de bu şekilde Kur’an’da geçmez. Ancak, Allah’ın bu ismi fiil olarak Kur’an’da zikredilir: “Allah dilediğine rızkını genişletir, yayar (yebsutu) ve daraltır da...”[65]

23) el-HÂFID: Alçaltan, zillete düşüren. “O, alçaltan ve yükseltendir (Hâfidatun Râfiah).”[66]

24) er-RÂFİ’: Yücelten, izzet ve şeref bahşeden. Aynen bu şekilde Kur’an’da geçmiyorsa da, benzer kelime ve anlamda birkaç âyette bu isim Allah için kullanılır: “Derecelerle yükselten (Rafî’), Arş’ın sahibi Allah…”[67]; “Allah buyurdu ku: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim (râfiuke)…”[68]; “O, sizi yeryüzünün halifeleri kıldı ve size verdikleriyle sizi imtihan etmek için kiminizi kiminize göre derecelerle yüceltti (rafea).”[69]; “…Rafe’nâhu/Onu üstün kıldık.”[70]

25) el-MUİZZ: Aziz kılan, yücelten, izzet ve şeref veren. Bu isim de bu şekilde Kur’an’da yoktur. Ama Allah’ın aziz kılıp yüceltmesi, yani muız olması fiil şeklinde Kur’an’da kullanılır: “De ki: ‘Ey mülkün sahibi Allah’ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın, dilediğini aziz kılar yüceltirsin (tuızzu), dilediğini alçaltırsın. Hayır Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye güç yetirensin.”[71]

26) el-MÜZİLL: Alçaltan, zillete düşüren, hor ve hakir eden. Bu isim de bu şekilde Kur’an’da geçmez. Ancak, Allah’ın zelil kılıp alçaltması, yani müzill olmasını ifade eden âyetler vardır: “De ki: ‘Ey mülkün sahibi Allah’ım… dilediğini alçaltırsın (tüzillü)…”[72]; “Hiç şüphesiz, Allah’a ve Rasûlü’ne karşı başkaldıranlar, işte onlar en çok zillete düşenler (ezellîn) arasındadır.”[73]

27) es-SEMÎ’: Her şeyi hakkıyla işiten, işitmesinde sınır olmayan. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de 47 yerde geçer. “Rabbimiz, bunu bizden kabul buyur. Sen (her şeyi) işiten (es-Semî’) ve (her şeyi) bilensin (el-Alîm).”[74]; “Yoksa onlar, gerçekten Bizim, sır tuttuklarını ve aralarındaki fısıldaşmalarını işitmediğimizi mi  (lâ nesmeu) sanıyorlar? Hayır (işitiyoruz) ve onların yanlarındaki elçilerimiz de (her şeyi) yazıyorlar.”[75]

28) el-BASÎR: Her şeyi hakkıyla gören; Görmesinde hiçbir sınır olmayan. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de 51 yerde geçer. “Siz, her nerede iseniz, O, sizinle beraberdir. Allah, yapmakta olduklarınızı görendir (Basîr).[76]

29) el-HAKEM: Hükmeden, hakkı yerine getiren; Hüküm verme yetkisini elinde tutan; son hükmü verecek olan. “De ki: ‘Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım?”[77]; “O, hâkimlerin en iyisidir (Hayru’l-hâkimîn).”[78]

30) el-ADL: Mutlak adâlet sahibi, hiçbir şeyde aşırılığa düşmeyen; her şeyi yerli yerinde yapan. “Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da, adâlet (adl) bakımındanda tastamamdır.[79]

31) el-LATÎF: Sonsuz lütuf ve kerem sahibi; Yaratılmışların ihtiyaçlarını en ince noktasına kadar bilip karşılayan. Kur’ân-ı Kerim’de bu isim 7 yerde geçer. “Allah, kullarına karşı lütuf sahibi olandır (Latîf), dilediğini rızıklandırandır. O, kuvvetlidir, Aziz’dir.”[80]

32) el-HABÎR: Her şeyin içyüzünden haberdar olan. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de 45 yerde geçer. “Allah, işlediklerinizden haberi olandır (Habîr’dir).”[81]

33) el-HALÎM: Acele ve kızgınlıkla davranmayan; cezâ vermede acele etmeyen, teenî sahibi. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de 15 yerde geçer.  “Allah bağışlayandır, yumuşak davranandır (Halîm).”[82]

34) el-AZÎM: Azamet sahibi, büyük; Zâtının ve sıfatlarının mâhiyeti tüm kapsamıyla anlaşılamayacak kadar ulu. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de 107 yerde geçer. “O, çok yücedir (Aliyy), çok büyüktür (Azîm).”[83]

35) el-ĞAFÛR: Mağfireti çok; bütün günahları bağışlayan. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de 95 yerde geçer. “Senin Rabbin rahmet sahibi (ve ) bağışlayandır (el-Ğafûr).[84]

36) eş-ŞEKÛR: Az iyiliğe bile çok mükâfat veren. Şükredene nimetlerini arttırarak karşılık veren. Bu ism-i şerif, Kur’ân-ı Kerim’de 10 yerde geçer. “Çünkü (Allah) ecirlerini noksansız öder ve kendi fazlından onlara arttırır. Şüphesiz O, bağışlayandır, Şekûr’dür/şükrü kabul edendir.”[85]

37) el-ALİYY: İzzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de 11 yerde geçer. “Doğrusu Allah,  yücedir (Aliyy), büyüktür (Kebîr).[86]

38) el-KEBÎR: Çok büyük; Ululuğu karşısında her büyüğün küçüldüğü mutlak büyük; zat ve sıfatlarının mâhiyeti tüm kapsamıyla anlaşılamayacak kadar ulu. Bu kelime, çoğunluğu Allah’ın ismi olarak kullanılmak üzere Kur’ân-ı Kerim’de toplam 36 yerde geçer. “Gerçekten Allah  yücedir (el-Aliyy), büyüktür (el-Kebîr).”[87]

39) el-HAFÎZ: Koruyup gözeten ve dengede tutan; Belâdan saklayan. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de 11 yerde geçer. “Doğrusu benim Rabbim her şeyi gözetip koruyandır (Hafîz).”[88]

40) el-MUKIYT: Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren, her şeyi koruyan. “Kim güzel bir aracılıkla aracılıkta (şefaatte) bulunursa ondan, kendisine de bir hisse vardır. Kim de kötü bir aracılıkla aracılıkta bulunursa, ondan da kendisine bir  pay vardır. Allah her şeyin karşılığını verendir, her şeyin üzerinde koruyucudur (Mukît).”[89]

41) el-HASÎB: Kullarını hesaba çeken ve onlara kâfi gelen, yeten; herkesin ve her şeyin hesabını en iyi bilen. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de 4 yerde geçer. “…Hesap sorucu olarak da (Hasîb) Allah yeter.”[90]

42) el-CELÎL: Azamet ve ululuk sahibi. Kur’ân-ı Kerim’de bu isim geçmez. Buna yakın anlamda Zü’l-celâl-i ve’l-ikrâm (Büyüklük ve ikrâm sahibi) ismi 2 yerde geçer: “Celâl ve ikram sahibi Rabbinin yüzü (zâtı) bâkî kalacaktır.”[91]

43) el-KERÎM: Keremi bol ve sonsuz; Fazilet türlerinin hepsine sahip. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de, çoğu Allah’a nisbet edilerek toplam 27 yerde geçer. “Gerçekten benim Rabbim Ğaniy’dir (zengindir), Kerîm (çok cömert) olandır.”[92]

44) er-RAKIYB: Murâkabe eden, her şeyi gözetleyip kontrolü altında tutan. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de 5 yerde geçer. “Şüphesiz Allah sizin üzerinizde Rakıyb’dir/gözeticidir (Rakîbâ).”[93]

45) el-MÜCÎB: Dilek ve duâlara karşılık veren; Kendine niyaz edip yalvaranlara isteklerini veren. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de 1 yerde geçer. “… Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı. Ve sizi orada yaşattı. O halde O’ndan mağfiret isteyin; sonra da O’na tevbe edin. Çünkü Rabbim (kullarına) çok yakındır, (duâlarını) kabul edendir (Mucîb).”[94]; “Kullarım Beni, sana soracak olurlarsa, işte Ben (onlara) pek yakınım. Bana duâ ettiği zaman, duâ edenin duâsına cevap veririm (kabul ederim -ucîbu-).[95]

46) el-VÂSİ’: İlmi, ihsanı, mağfiret ve merhameti her şeyi kuşatan. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de 9 yerde geçer. “Şüphe yok ki Allah, Vâsi’’dir/kuşatandır, bilendir (Alîm).[96]

47) el-HAKÎM: Bütün emir ve işleri yerli yerinde olan. Hüküm ve hikmet sahibi. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 97 yerde geçer. “Size apaçık deliller geldikten sonra, yine de kayarsanız (isyâna ve küfre dalarsanız), şunu iyi bilin ki Allah azizdir, hakîmdir.”[97]

48) el-VEDÛD: Çok seven ve çok sevilen. Bu ism-i şerif, Kur’ân-ı Kerim’de 2 yerde geçer. “Rabbinizden istiğfâr ederek bağışlanma dileyin; sonra O’na tevbe edin. Muhakkak ki Rabbim çok merhametlidir, (mü’minleri) çok sever (Vedûd).”[98]; “O (Allah), Ğafûrdur/çok bağışlayandır, Vedûd’dur/çok sevendir.[99]

49) el-MECÎD: Yüce, şanlı ve şerefli; lütuf ve keremi bol. Mecîd ismi Kur’ân-ı Kerim’de 2’si Kur’an’ın özelliği ve ikisi de Allah’ın isim-sıfatı olarak toplam 4 yerde geçer. “Şüphesiz O, övülmeye lâyık olandır (Hamîd’dir), Mecid’dir.”[100]; “(O Allah) Arş’ın sahibidir, çok yücedir (el-Mecîd).”[101]

50) el-BÂİS: Ölümden sonra dirilten; ölüleri diriltip kabirlerinden çıkaran. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de geçmez. Ancak, anlamı fiil olarak Kur’an’da geçer. Allah’a nisbet edilerek O’nun ölüleri dirilten (Bâis) olduğu belirtilir. “Kıyâmet vakti de gelecektir; bunda şüphe yoktur. Ve Allah kabirlerdeki kimseleri diriltip kaldıracaktır (yeb’asu).”[102];  “Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir kasabaya uğradı. ‘Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba?!’ dedi. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti (bease)…”[103]; “De ki: ‘Onları bir defa yaratıp inşâ eden (ölümden sonra) diriltecek. O, her türlü yaratmayı gâyet iyi bilir.”[104]

51) eş-ŞEHÎD: Her şeyi gözleyip bilen; her zaman ve her yerdeki mahlûkatını bilip gören. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 35 yerde geçer. “Şüphesiz Allah, her şeye şâhit olandır (Şehîdâ).”[105]

52) el-HAKK: Fiilen var olan, varlığı ve ulûhiyeti gerçek olan; Hiç değişmeden duran; Hakkı izhar eden. El-Hakk kelimesi, çoğu Allah’ın ismi olarak Kur’an’da toplam 227 yerde geçer. “İşte böyle hiç şüphesiz Allah, Hakk’ın tâ kendisidir (huve’l-Hakku).”[106]

53) el-VEKÎL: Kendisine güvenilip dayanılan; Kendisine havale olunan işleri, kulların işini düzeltip onların yapacağından daha iyi temin eden. Vekîl ismi, çoğu Allah’ın ismi olarak Kur’an’da toplam 24 yerde geçer. “Allah’a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter.[107]; “…Sana Rabbin vekîl olarak yeter.”[108]

54) el-KAVÎ: Kudretli, her şeye gücü yeten. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de 11 yerde geçer. “Şüphesiz Allah, en büyük kuvvet sahibidir (Kaviy), sonuçlandırması da pek şiddetlidir.[109]

55) el-METÎN: Çok sağlam ve çok güçlü; Her şeye gücü yeten, kudretli. İkisi Allah’ın tuzağının özelliği ile ilgili olmak üzere bu isim 3 yerde geçer. “Şüphesiz rızk veren, metîn (kuvvet sahibi) olan Allah’tır.[110]

56) el-VELÎ: Yardımcı ve dost. Kur’ân-ı Kerim’de bu isim 43 yerde kullanılır. Bu ismin çoğulu evliyâ kelimesi ise 42 yerde zikredilir. “Allah iman edenlerin velîsidir (dost ve yardımcısıdır), onları karanlıklardan nûra (aydınlığa) çıkarır.[111]

57) el-HAMÎD: Her bakımdan övgüye lâyık. Bütün varlığın diliyle övülen. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 17 yerde geçer. “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan infak edin/hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Bilin ki Allah zengindir (Ğaniy), övgüye lâyıktır (Hamîd).”[112]

58) el-MUHSÎ: Her şeyi tek tek bütün ayrıntılarıyla bilen; İlmiyle her şeyin sayısını bilen. El-Muhsî ismi, bu şekliyle Kur’an’da geçmez. Ancak, fiil şeklinde Allah’ın muhsî olduğu ifade edilir. “Andolsun onların tümünü kuşatmış ve onları sayı olarak  da saymış bulunmaktayız (ahsâhum).”[113]; “O gün Allah onların hepsini diriltecek ve yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allah onları (onların yaptıklarını) bir bir saymıştır (ahsâhu). Onlar ise unutmuşlardır. Allah her şeye şâhiddir.”[114]; “Şüphesiz ölüleri ancak Biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (levh-i mahfûz’da) sayıp yazmışızdır (ahsaynâhu).”[115]

59) el-MÜBDÎ: Varlıkları orijinal şekilde yaratan; Mahlûkatı maddesiz ve örneksiz olarak ilk baştan yaratan. Bu isim de Kur’an’da geçmez. Ama Allah’ın eşsiz şekilde yaratması (mübdî olması), fiil olarak birkaç yerde zikredilir. “O, ilkin var eden (yübdiü), (sonra dirilterek) döndürecek olandır.[116]

60) el-MUÎD: Ölümden sonra tekrar yaratan. Bu isim de Kur’an’da geçmez; fiil olarak Allah’ın ölümden sonra tekrar yarattığı (muîd olduğu) ifade edilir. “Allah’ın gerçek bir vaadi olarak hepinizin dönüşü ancak O’nadır. Çünkü O, mahlûkatı önce (yoktan) yaratır (yebde’ü), sonra da iman edip sâlih/iyi ameller yapanlara adâletle mükâfat vermek için (onları huzuruna) geri çevirir (yuîduhû)…”[117]; “(Rasûlüm!) De ki: (Allah’a) şirk/ortak koştuklarınız arasında, (birini, yokken) ilk defa yaratacak, arkasından onu (ölümünden sonra hayata) yeniden döndürecek biri var mı? De ki: Allah ilk defa yaratıp (yebdeü) (ölümünden sonra) onu yeniden (hayata) döndürür (yuîduhû). O halde nasıl saptırılırsınız?”[118]

61) el-MUHYÎ: Can veren, hayatı halk eden, sağlık ve afiyet veren. Muhyî ismi Kur’an’da 2 yerde geçer. “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümünün ardından nasıl diriltiyor?! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltendir (Muhyî). O, her şeye kadirdir.”[119]; “Ona (yeryüzüne) can veren, elbette ölüleri de diriltendir (Muhyî). O, her şeye kadirdir.[120]

62) el-MÜMÎT: Ölümü yaratan, ecelleri geldiğinde canlıları öldüren. Mümît ismi de Kur’an’da yoktur. Fakat, Allah’ın eceli gelen canlıları öldürmesi (mümît olduğu) birçok âyette bahsedilir. “Dirilten (yuhyî) ve öldüren (yumît) Allah’tır.[121]

 63) el-HAYY: Ezelî ve ebedî hayatla daima diri; her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten. Kur’an’da bir kısmı Allah’ın isim-sıfatı olarak geçen Hayy kelimesi toplam 19 yerde geçer. “Allah, O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur.”[122]; “Sen asla ölmeyen  ve daima diri olan (Allah)’a (el-Hayy) tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbih et.”[123]

64) el-KAYYÛM: Her varlığın kendisine bağlı olduğu, kâinatı yöneten en yüce varlık; Her şeyi tutan. Kayyûm ismi Kur’an’da hepsi Allah için olmak üzere toplam 3 yerde geçer. “Allah, O’ndan başka ilâh yoktur. Hayy’dır, Kayyûm’dur.[124]; “Hayy ve Kayyûm olan Allah’tan başka ilâh yoktur.”[125]

65) el-VÂCİD: Dilediğini dilediği zaman bulabilen, hiçbir şeye muhtaç olmayan, müstağnî. El-Vâcid ismi Kur’an’da yoktur. Ama, Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp, istediğini bulup yapması anlamında Kur’an’da bazı âyetler vardır. “Bir  yoksul iken, seni bulup (vecede-ke) zengin etmedi mi?”[126]

66) el-MÂCİD: Şanlı, şerefli; kadri ve keremi bol olan. Bu ism-i şerif Kur’ân-ı Kerim’de geçmemektedir. Aşağı yukarı aynı anlamda olan ve aynı kökü paylaşan el-Mecîd ismi 2 yerde Allah’ın isim-sıfatı olarak kullanılır: “Şüphesiz O, övülmeye lâyık olandır (Hamîd’dir), Mecid’dir.”[127]; “(O Allah) Arş’ın sahibidir, çok yücedir (el-Mecîd).”[128]

67) el-VÂHİD: Tek, zâtında, sıfatlarından, işlerinde, isimlerinde, hükümlerinde asla ortağı veya benzeri olmayan; Bölünüp parçalara ayrılmaması ve benzerinin bulunmaması anlamında tek. Çoğu Allah’ın isim-sıfatı olarak kullanılan Vâhıd kelimesi Kur’an’da toplam 30 yerde geçer. “… De ki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir (el-Vâhid), karşı durulamaz güç sahibidir (el-Kahhâr).”[129]; “Sizin İlâhınız tek bir İlâhtır (İlâhun vâhid), O’ndan başka ilâh yoktur. O bağışlayandır, merhametlidir.[130]

68) es-SAMED: Arzu ve ihtiyaçları sebebiyle her varlığın kendisine yöneldiği, ancak kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan. İhtiyaçların giderilmesi için tek mercî. Kur’an’da 1 yerde geçer: “Allah, samed’dir.[131]

69) el-KAADİR: Her şeye gücü yeten, tam kudret sahibi; İstediğini istediği gibi yapmaya gücü yeten. Bu isim, Kur’an’da 7 yerde geçer. Bu ismin bir benzeri (aynı kökten ve aynı anlamda olan) Kadîr ismi de Kur’an’da toplam 45 yerde geçer. “De ki: ‘Allah’ın size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeye ya da birbirinize düşürüp bazınıza bazınızın hıncını tattırmaya gücü yeter (el-Kaadir).”[132]; “Gerçekten O, her şeye güç yetirendir (Kadîr).[133]

70) el-MUKTEDİR: Her şey gücü yeten, kudretli; Kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf eden. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de 2 yerde geçer: “Onlar bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları güç ve kudretimize lâyık bir şekilde (muktedir) yakaladık.”[134];“Takvâ sahipleri cennetlerde ve ırmakların kenarlarında, Muktedir/Güçlü ve Yüce Allah’ın huzurunda hak meclisindedirler.”[135]

71) el-MUKADDİM: Öne alan; Arzu ettiğini ileri geçiren, Cennet’e yaklaştıran. Bu ism-i şerif Kur’an’da geçmez.

72) el-MUAHHİR: İstediğini geriye koyan, arkaya bırakan. Bu ism-i şerif de Kur’an’da geçmemektedir, ancak hadis-i şerifte geçmektedir.[136]

73) el-EVVEL: İlk, O’ndan öncesi olmayan evvel; Varlığının başlangıcı olmayan. Evvel kelimesi, bazısı Allah’ın isim ve sıfatı olarak Kur’an’da toplam 23 yerde kullanılır. “O, Evveldir.[137]

74) el-ÂHİR: Son, Bâki olan, O’ndan sonrası olmayan son; Varlığının sonu olmayan. Bazısı Allah’ın isim ve sıfatı olarak, çoğunluğu da farklı durumları anlatan şekilde Kur’an’da âhir kelimesi toplam 28 yerde zikredilir. “…Ve Âhirdir.[138]

75) ez-ZÂHİR: Varlığını ve birliğini belgeleyen birçok delilin bulunması açısından apâşikâr; Kudret ve saltanatıyla âşikâr olan/gizli olmayan. “…Ve Zâhirdir.[139]

76) el-BÂTIN: Gizli; Zâtının görülmesi ve mâhiyetinin bilinmesi açısından gizli. El-Bâtın ismi, Kur’an’da 1 yerde geçer:“…Ve Bâtındır.[140]

77) el-VÂLÎ: Kâinatın hâkimi ve yöneteni. “Vâl” şeklinde bu isim, Kur’an’da 1 yerde geçer: “Onlar için O’ndan (Allah’tan) başka vâlî  yoktur.”[141]

78) el-MÜTEÂLÎ: İzzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, erişilmesi mümkün olmayan. El-Müteâl ismi, Kur’an’da 1 yerde geçer: “O, gaybı da, müşâhede edileni de bilendir. Çok büyüktür, yücedir (el-Müteâl).”[142]

79) el-BERR: İyilik ve ihsânı bol olan. Kullarına karşı iyiliği ve bahşişi bol olan. Bütün  iyilik, güzellik ve ihsânın tek kaynağı. Kur’ân-ı Kerim’de el-berr kelimesi toplam 12 yerde geçer. Fakat bunların çoğu kara (yeryüzü) anlamındadır. Sadece 1 âyette Allah’ın sıfatı olarak kullanılır: “Gerçekten O, iyiliği  bol (el-Berr) merhameti çok olandır.[143]

80) et-TEVVÂB: Tevbeleri çokca kabul edip günahları bağışlayan; Kullarını tevbeye teşvik edip onların tevbelerini kabul eden. Tevvâb ismi Kur’an’da toplam 11 yerde geçer. “Şüphesiz O Tevvâb’dır/tevbeleri kabul edendir, merhametlidir (Rahîm’dir).”[144]

81) el-MÜNTAKIM: Suçluları lâyık ve müstahak oldukları şekilde adâleti ile cezâlandıran. “Gerçekten Biz, suçlu günahkârlardan  intikam alıcılarız (müntakımûn).”[145]

82) el-AFÜVV: Çok affedici; İnsanların günahlarını kendilerinde sorumluluk kalmayacak şekilde affeden. Afüvv ismi Kur’an’da toplam 5 yerde geçer. “Şüphesiz Allah affedendir (Afüvv), güç yetirendir (Kadîr).[146]

83) er-RAÛF: Şefkatli, çok merhametli, pek müşfik. Raûf ismi Kur’an’da toplam 11 yerde geçer. “Çünkü O, onlara (karşı) çok şefkatlidir (Raûf), çok merhametlidir (Rahîm).[147]

84) MÂLİKÜ’L MÜLK: Mülkün hakiki ve ebedî sahibi. Bu isim Kur’an’da 1 yerde geçer: “De ki: ‘Ey mülkün sahibi (Mâlike’l-mülk) Allah’ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın, dilediğini Aziz kılar, dilediğini alçaltırsın, hayır Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye güç yetirensin.[148]

85) ZÜ’L-CELÂLİ VE’L-İKRÂM: Azamet ve kerem sahibi; Büyüklük ve ikram sahibi. Bu isim, Kur’ân-ı Kerim’de 2 yerde geçer. “(Yer) üzerindeki her şey yok olucudur, Celâl ve ikram sahibi (zü’l-celâli ve’l-ikrâm) Rabbinin yüzü (zâtı) bâki kalacaktır.[149]; “Büyüklük ve ikram sahibi (zü’l-celâli ve’l-ikrâm) Rabbinin adı yücelerden yücedir.”[150]

86) el-MUKSIT:  Adâletle hükmeden, bütün işlerini denk ve birbirine uygun ve yerli yerinde yapan. Kur’ân-ı Kerim’de el-Muksıt ismi geçmez. Ama, Allah’ın kıst ile davrandığı (yani muksit olduğu) ifade edilir. “Oysa onlar, haksızlığa uğratılmadan aralarında adâletle (bi’l-kıst) hükmedilmiştir.[151]

87) el-CÂMİ’: İstediğini istediği zaman istediği yerde toplayan; Bütün övgü ve erdemleri zâtında toplayan; evrendeki tüm varlıkları tüm bir âhenk içinde toplayıp düzenleyen; bütün mahlûkatı hesaba çekmek üzere kıyâmet gününde bir araya getiren. Câmi’ ismi Kur’an’da 2 yerde kullanılır. “Rabbimiz, kendisinde şüphe olmayan bir günde insanları muhakkak Sen toplayacaksın (câmiu’n-nâs). Doğrusu Allah, va’dinden cayıp dönmez.[152]; “O (Allah,) Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (başka konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münâfıklarları ve kâfirleri Cehennemde bir araya getirecektir (câmi’).”[153]

88) el-ĞANÎ: Çok zengin; Kendisi her şeyden müstağnî, kendi dışındaki her şey O’na muhtaç. Ğanî ismi Kur’an’da toplam 20 yerde geçer. “Şüphesiz Allah hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır (el-Ğaniyy), övülmeye lâyık olandır.”[154]

89) el-MUĞNÎ: Zenginlik veren; kullarından dilediğini keremiyle zengin eden. Muğnî ismi Kur’an’da geçmez. Fakat, Allah’ın zengin kılması (muğnî olması) bazı âyetlerde vurgulanır. “Allah dilerse sizi kendi fazlından  zengin  kılar (yuğnîkümullah).”[155]

90) el-MÂNİ’: Bir şeyin olmasına mâni olan; Kötülüklere engel olan, hikmeti gereği dilemediği şeylerin gerçekleşmesine izin vermeyen. Bu isim de Kur’ân-ı Kerim’de geçmez. Ancak, bu anlamda âyetler vardır: “Allah sana, bir zarar dokunduracak olursa, O’ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir  hayır isterse O’nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bunu isâbet ettirir. O, bağışlayandır, merhametlidir.”[156]

91) ed-DÂRR: Zarar verici olanlar dâhil olmak üzere her şeyi yaratan. Bu isim de Kur’ân-ı Kerim’de geçmez. Ancak, bu ism-i celilin mânâsı, bazı âyetlerde beyan buyrulur.[157] Hadis-i şerifte de şöyle buyrurlur: “Zarar verene Allah zarar verir. Güçlük çıkarana Allah güçlük çıkarır.”[158]

92) en-NÂFİ’: Fayda veren; Faydalı ve menfaat verici şeyleri yaratan. Bu ism-i celil de Kur’an’da geçmez. Ama, mânâsı bazı âyetlerde kullanılır: “De ki: Allah’ın dilemesi dışında kendim için zarardan veya faydadan (hiçbir şeye) mâlik değilim.”[159]

93) en-NÛR: Nurlandıran, nûr kaynağı; Âlemleri ve gönülleri nurlandıran. Nûr kelimesi Kur’an’da Allah’ın kitabı, aydınlık gibi anlamlarla birlikte Allah’ın nûru anlamında da kullanılır. Toplam 43 yerde geçer. “Allah, göklerin  ve  yerin  nurudur.”[160]

94) el-HÂDÎ: Yol gösteren, murada erdiren; Hidâyet yaratan, istediği kulunu hayırlı yollara muvaffak kılan. Hâd(î) kelimesi Kur’an’da toplam 10 yerde geçer. “Hiç şüphe yok ki Allah, iman edenleri dosdoğru yola yöneltip iletmektedir (hâd).[161]

95) el-BEDÎ’: Bütün varlıkları eşi ve örneği olmadan sanatkârâne bir şekilde yaratan; hayret verici âlemler icad eden. Her ikisi de “Bedî’u’s-semâvâti ve’l-arz” şeklinde olan Bedî’ ismi Kur’an’da 2 yerde geçer. “(O,) Gökleri ve yeri eşsiz yaratandır (Bedî’). O, bir işin olmasını dilediğinde, ona yalnızca ‘ol’ der, o da hemen oluverir.”[162]; “O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır.”[163]

96) el-BÂKÎ: Varlığının sonu olmayan, daima var olan. Bâkî ismi de Kur’an’da bu şekilde geçmez. Ancak anlamı bazı âyetlerde zikredilir: “Allah, daha hayırlıdır ve daha süreklidir, kalıcıdır (ebka).”[164]

97) el-VÂRİS: Varlığının sonu olmayan; Varlığı devamlı olan servetlerin hakiki sahibi; Her şey yokluğa döndükten sonra da varlığı ve saltanatı devam eden. El-Vâris kelimesinin çoğulu el-Vârisûn ve el-Vârisîn şeklinde Allah’ın isim-sıfatı olarak 2 yerde geçer. “Şüphesiz Biz, gerçekten Biz yaşatır ve öldürürüz ve vâris olanlar Biziz (Vârisûn).”[165]“…Sen vârislerin en hayırlısısın (her şey sonunda Senindir).”[166]

98) er-REŞÎD: Bütün işleri isâbetli ve hedefine ulaşan, kullarını doğru yola irşad edici. Birkaç âyette başkası için kullanılan reşîd kelimesi, Allah için Kur’an’da kullanılmamıştır. Ama, bu ismin anlamı, Kur’an’ın bazı âyetlerinde geçer: “Andolsun, bundan önce İbrahim’e rüşdünü (ruşdehû) vermiştik ve Biz, onu (doğruyu seçme yeteneğinde olduğunu) bilenlerdik.”[167]

99) es-SABÛR: Çok sabırlı. Esmâü’l-Hüsnâ hadisinde yer alan bu ism-i celil, Kur’ân-ı Kerim’de geçmez. Şu âyet-i kerime, es-Sabûr ism-i celilinin mânâsını beyan etmektedir: “Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yer yüzünde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı. Ancak onları, adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilir ne de öne alınabilir.”[168] Allah’ın çok sabırlı, yani sabûr olduğundan bahseden bir hadis-i şerif de şöyledir: “Yüce Allah’tan daha sabırlı ve aleyhinde (bâtıl iddiaların verdiği)  ezâya hilimli hiçbir kimse, yahut hiçbir şey yoktur. Çünkü insanların bir kısmı O’na oğul isnad edip çağırıyorlar. Böyleyken şüphesiz Allah, onları âfiyette kılıyor ve onları  tüm türlü nimetlerle  rızıklandırıyor.”[169]

Âlimlerin ittifakıyla Güzel İsimler 99’a münhasır değildir. Allah’a ait her şey sınırsız ve sonsuz olduğu gibi, isimleri de sınırsızdır. Kur’ân-ı Kerim’de isim sigası halinde bulunduğu halde, Tirmizî’nin yukarıda saydığımız meşhur listesinde görülmeyen vasıflar/isimler vardır. Bunlar 27 adettir. Bilmekte fayda var: Tirmizî, kendi rivayet ettiği, isimlerin tek tek sayıldığı 99 isimli hadise “garîb” demektedir. Garîb hadis: Bir râvînin yalnız başına rivâyet ettiği, rivâyette tek kaldığı hadis demektir.

Yukarıdaki listenin dışında, Kur’an’daki Diğer İsimler:

  1.  er-RAB: Varlıklar âlemini yaratan, terbiye ederek geliştiren, onları maddî ve mânevî olgunluğa götüren, terbiyenin bütün gereklerine mâlik ve her şeye sahip olan. (Kur’an’da 970 yerde kullanılır) “Hamd (övülme), âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”[170]; “Yaratan Rabbinin adıyla oku.”[171]
  2.  el-İLÂH: İbâdet edilen, mâbud, ilâh. Kur’an’da çoğu Allah için, bazen de müşriklerin sahte tanrıları için olmak üzere toplam 147 yerde geçer. “Sizin ilâhınız tek bir İlâhtır.”[172]; “Allah’tan başka ilâh yoktur; O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.”[173]
  3.  el-MUHIYT: Kuşatan, ilim ve kudretle ihâta eden. Muhıyt ismi, Allah’ın isim-sıfatı olarak Kur’an’da 8 âyette geçer. “…Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.”[174]
  4.  el-KADÎR: Kudreti tam olan, Her şeye gücü yeten. Hikmetin gereğine göre istediğini yapan. Kur’an’da 45 yerde geçer. “Allah, şüphesiz her şeye kadirdir.”[175]
  5.  el-KÂFÎ: Kifâyet eden, yeten, üzerine alan. Kullarına yardım eden, vekil olan, yol gösteren, yaptıklarını bilen, gören, hesaba çeken. O, her şeye kâfi olduğundan ibâdet, ümit, rağbet, tevekkül ve duâ yalnız O’ndan olur. El-Kâf(î), Kur’an’da yalnız 1 yerde Allah hakkında zikredilir. “Allah kuluna kâfi değil midir? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onun yolunu doğrulayacak, hidâyet verecek biri yoktur.”[176]
  6.  eş-ŞÂKİR: Kullarına, yaptıkları ibâdet ve şükürlerinin karşılığı olarak çok mükâfat ve nimet veren, az veya çok her itaati ödüllendiren, bol, çok ve devamlı nimet ihsan eden. Kur’an’da 4 âyette geçen şâkir kelimesinin 2’si insanlar hakkında kullanılır. 2 âyette Allah’ı tavsif eder. “Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah kabul eder (şâkir) ve (yapılanı) hakkıyla bilir.”[177]
  7.  el-HAKÎM: Hâkim olan, karar veren, hükmeden, hikmetli, her şeyi yerli yerince yapan, yöneten, men eden, sağlam yapan. Kur’an’da toplam 97 âyette geçen el-Hakîm kelimesi, 91 âyette Allah’ı tavsif eder. “… Allah dileseydi, sizi de zahmet ve meşakkate sokardı. Çünkü Allah güçlüdür (Azîz), hakîmdir (Hakîm).”[178]
  8.  el-KĀHİR:Gâlip gelen, zelil eden, istediğini yapan, üstün gelen, gücü her şeyi kuşatan, kuvvet ve kudretine güç yetirilemeyen, yarattıklarını dilediği gibi yöneten, dilediğini yapmaktan hiçbir şey kendisini âciz bırakamayan. Allah’ın sıfatı olarak 2 âyette geçer. “O, kullarının üstünde tam gâliptir, her türlü tasarrufa sahiptir (kāhir). O, hüküm ve hikmet sahibidir (Hakîm), her şeyden haberdardır. (Habîr).”[179]
  9.  el-MEVLÂ: Rab, dost, yardım eden, ihsân eden. Kur’an’da 18 yerde geçen mevlâ kelimesi, 12 yerde Allah’ın isim-sıfatı olarak zikredilir. “Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işleri yükleme. Bizi affet. Bizi bağışla. Bize acı. Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”[180]; “… Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır (O).”[181]
  10.  en-NASIYR: Çok yardım eden, sürekli yardım eden, te’yid ve takviye eden, kurtaran, zafer veren. Kendisinin yardımından mahrum etmeyeceğinden emîn olunan. Nasıyr kelimesi Kur’an’da toplam 24 yerde geçer. Çoğu Allah için isim-sıfat olarak kullanılır. Rabbin yol gösteren (hâdî) ve yardım eden (nasıyr) olarak yeter.”[182]; “Sizin Allah’tan başka ne dostunuz (velîy) ne de yardımcınız (nasıyr) vardır.”[183]
  11.  el-HÂLIK: Yaratıcı, Düzgün biçimde takdir edip bir şeyi örnek almaksızın icad etmek. Allah’ın hâlık sıfatı, Kur’an’da 8 âyette geçer ve her şeyi yaratanın Allah olduğu bildirilir. “De ki: Allah, her şeyin yaratıcısıdır (hâlık). O tektir, kahhârdır.”[184]; “Allah’tan başka yaratıcı mı var?”[185]
  12.  el-MELİK: Kâinatın mâliki, sahibi ve yöneticisi. Kur’ân-ı Kerim’de çoğu Allah’ın isim-sıfatı olmak üzere toplam 13 yerde geçer. “Hak/gerçek melik Allah, yücedir.”[186]; “De ki: İnsanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahip ve hâkimine), insanların İlâhına sığınırım.”[187]
  13.  el-KEFÎL: Şâhit, vekil, referans. Kur’ân-ı Kerim’de 1 yerde geçer. “Antlaşma yaptığınız zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin ve Allah’ı üzerinize şâhit tutarak (Kefîl), pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri çok iyi bilir.”[188]
  14.  el-HALLÂK: Mükemmel yaratan, devamlı yaratan. Kur’ân-ı Kerim’de 2 yerde geçer ve Allah’ın isim-sıfatı olarak kullanılır. “Şüphesiz Rabbin hakkıyla yaratan (Hallâk), çok iyi bilendir (Alîm).”[189]
  15.  el-EKREM: Çok ikram eden, ikrâmı en çok olan. Allah’ın sıfat-ismi olarak Kur’ân-ı Kerim’de bu isim, 1 yerde kullanılır. “Oku ve Rabbin, en büyük kerem sahibidir (el-Ekrem).”[190]
  16.  el-A’LÂ: Çok yüce, en şerefli, Şânı ve kadri yüksek, kudreti çok büyük olan. Kur’an’da toplam 2 âyette Allah’ın isim-sıfatı olarak kullanılır. “Yüce (A’lâ) Rabbinin adını tesbih (ve takdis) et.”[191]
  17.  el-MÜBÎN: Varlığı âşikâr olan, hakkı izhar eden, gerçeği beyan eden. Mübîn kelimesi, değişik birçok şeyin sıfatı olarak Kur’an’da toplam 119 yerde geçer. Bunlardan sadece 1 âyette Allah’ın sıfatı olarak geçer: “…Ve bilirler ki Allah haktır, apaçıktır (Mübîn).”[192]
  18.  el-HAFÎ: Çok ikram eden, son derece iyilik ve lütuf sahibi, her şeyi bilen. Kur’an’da 2 yerde geçer. Bunlardan biri Allah’ın sıfat-ismi olarak kullanılır. “…O (Allah) bana karşı çok lütufkârdır (Hafî).”[193]
  19.  el-KARÎB: Yakın; Affı, mağfireti, rahmeti, bilmesi, görmesi ve duyması itibariyle kullarına yakın olan. Karîb kelimesi Kur’an’da 25 âyette geçer, bunlardan 5’i Allah’ın sıfatı olarak kullanılır. “(Ey Peygamberim! Kullarım, sana Benden sorarlarsa (onlara bildir ki): Ben (onlara) yakınım (karîb). Bana duâ edince, duâ edenin duâsına icâbet ederim…”[194]; “… Şüphesiz O, işitendir (Semî’), yakındır (Karîb).”[195]
  20.  el-EHAD: Bir, tek, yegâne. Eşi,benzeri ve ikincisi bulunmayan bir tek. Allah’ın Ehad ismi sadece 1 âyette geçer: “De ki: ‘O Allah tektir/birdir.”[196]
  21.  ĞÂFİRU’Z-ZENB: Günahları bağışlayan. Kur’an’da 1 âyette geçer. “… (Allah,) Günahı bağışlayandır (Ğâfiru’z-zenb)…”[197]
  22.  ŞEDÎDU’L-IKAAB: Cezalandırması çok şiddetli olan. Bu isim-sıfat, Kur’ân-ı Kerim’de 14 yerde geçer. “Bilin ki, şüphesiz Allah, cezalandırması şiddetli olandır…”[198]; “Allah, kuvvetlidir, azâbı şiddetlidir.”[199]
  23.  FÂTIRU’S-SEMÂVÂTİ VE’L-ARD: Yeri ve gökleri yaratan; Yoktan var eden. Kur’an’da 6 âyette geçer. “De ki, gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen fakat, kendisi beslenmeyen Allah’tan başka dost mu tutayım?...”[200]
  24.  RAFÎU’D-DERECÂT: Dereceleri yükselten; Peygamber ve mü’minlerin itibar, derece, şan ve şereflerini artıran. Gökleri tabaka tabaka yükselten, kullarının dünyada derecelerini veya cennetteki mevkilerini yükselten. Kur’an’da 1 âyette geçer. “Dereceleri yükselten, Arş’ın sahibi Allah, kavuşma günüyle korkutmak için kullarından dilediğine irâdesiyle ilgili vahyi indirir.”[201]
  25.  ĞÂLİB ALÂ EMRİH: Emrinde, işinde ve hükmünde gâlip olan, üstün gelen. Kur’an’da 1 yerde Allah’ın sıfatı olarak geçer. “Allah emrinde gâliptir, fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler.”[202]
  26.  KĀİM ALÂ KÜLLİ NEFS: Varlıkları, tüm yaratıkları görüp gözeten, koruyan ve yöneten. Allah’ın sıfatı olarak Kur’an’da 1 yerde geçer. “Her nefsin kazandığını görüp gözeten, koruyan (Allah), hiç böyle olmayan gibi olur mu?”[203]
  27.  HAYRUN HÂFIZAN: En iyi koruyup gözeten. Allah’ın sıfatı olarak Kur’ân-ı Kerim’de 1 yerde geçer. “Allah en hayırlı koruyucudur. O, acıyanların en merhametlisidir.”[204]

İbn Mâce[205] rivâyetinde bulunup da, yukarıda sayılıp açıklanan Tirmizî’nin[206] meşhur rivâyetinde bulunmayan esmâü’l-hüsnâ şunlardır:

1- el-BÂRR: Kullarına iyilik yapan, çok lutufkâr, çok merhametli, çok şefkatli demektir. Bârr şeklinde Kur’an’da geçmez; aynı anlamda Berr şeklinde Allah için 1 âyette geçer.[207] Kıta ve geniş kara parçası anlamında 12 âyette berr kelimesi kullanılmıştır.

2- el-CEMÎL: Allah’ın söz, fiil ve işlerinin iyi ve güzel, O’nun iyilik ve ihsan sahibi olduğunu ifade eder. Allah’ın her eseri, her yaptığı ve her davranışı güzeldir. Allah’ın ismi olarak Kur’an’da geçmez. Bir hadiste şöyle buyrulur: “Allah cemîldir/güzeldir, cemâli/güzeli sever.”[208]

3- el-KÂHİR: Kur’an’da Allah’ın sıfatı olarak 2 âyette geçmiştir: “O, kullarının üstünde tam gâliptir, hakîmdir.”[209]

4-  el-KARÎB: Yakın. Zaman, mekân ve cihet itibarıyla değil; kullarına onların hallerini, yaptıklarını, söylediklerini, düşündüklerini, duâlarını bilmesi, görmesi, duyması, şâhit olması, yardım etmesi, koruması itibarıyla yakın demektir. Karîb kelimesi Kur’an’da 25 yerde geçmiş ve bunlardan 5 tanesi Allah’ı nitelemede kullanılmıştır. “Kullarım, sana Benden sorararlarsa (onlara bildir ki): Ben (onlara) yakınım (karîb).”[210]

5- er-RÂŞİD: Söz ve fiillerinde isâbetli olan, hakîm, doğru yolu gösteren, öğreten; yardımcısı olmadan bütün işleri en güzel bir şekilde yöneten, tedbirli olan demektir. Allah’ın isim veya sıfatı olarak bu şekilde geçmemekle birlikte; Allah’ın doğru yolu gösterici olduğu birçok âyette bildirilmiştir.

6- er-RABBU: Kur’an’da 970 yerde geçer. Varlıklar âlemini yaratan, terbiye ederek geliştiren, onları maddî ve mânevî olgunluğa götüren, terbiyenin bütün gereklerine mâlik ve her şeye sahip olan.

7- el-MÜBÎN: Varlığı gizli olmayan, apaçık olan, hakkı izhar eden, gerçeği beyan eden demektir. Kur’an’da 119 yerde geçer. Allah’ın sıfatı olarak sadece 1 âyette kullanılır: “… Ve bilirler ki Allah haktır, mübîndir/apaçıktır.”[211]

8- el-BURHÂN: Hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı ayıran, bütün şüpheleri gideren kesin delil anlamında Kur’an’da 8 âyette geçer. Kur’an’da Allah’ın sıfatı olarak kullanılmaz.

9- eş-ŞEDÎD: Şiddetli olan demektir. Allah hakkında Kur’an’da “Şedîdu’-azâb” (1 âyette,[212] “Şedîdu’l-ıkâb” şeklinde ise 14 âyette geçer. Her ikisi de cezalandırması, azâbı şiddetli olan anlamına gelir.

10- el-VÂKIY: Allah’ın yaratıklarını tehlikelerden koruduğunu ifade eder. Mü’minleri dünya ve âhirette koruyup kollayan. Kur’an’da Allah’ın sıfatı olarak bu şekilde geçmez.

11- ZÜ’L-KUVVETİ: Kadir, çok güçlü, kuvveti tam olan, asla âcizliği bulunmayan demektir. Kur’an’da Allah’ın sıfatı olarak 1 âyette geçer: “Gerçekten rızık veren, sağlam, kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”[213]

12- el-KAİM: Her şeyi görüp gözeten, koruyan. Kur’an’da Allah’ın sıfatı olarak 1 âyette geçmiştir: “Her nefsin kazandığını görüp gözeten, koruyan (Allah), hiç böyle olmayan gibi olur mu?”[214] Kayyûm şeklinde ise 3 âyette geçer.

13- Ed-DÂİM: Sürekli var olan, ölümlü olmayan, Bâki. Kasas sûresinin 28 ve Rahmân sûresinin 26-27. âyetleri Allah’ın bu sıfatına delâlet eder.

14- el-HÂFIZ: Koruyan, esirgeyen/merhamet eden, gözeten, gizliyi bilen anlamına gelir. Kur’an’da tekil ve çoğul olarak 28 defa kullanılmıştır. “Kur’an’ı Biz indirdik ve Onu koruyacak olan da Biziz (Hâfızûn).”[215] “En hayırlı koruyucu Allah’tır. O, merhametlilerin en merhametlisidir.”[216]

15- el-FÂTIR: Yaratan, icad eden, yokken var eden demektir. Kur’an’da 6 yerde geçer. Hepsi de gökleri ve yeri yaratmasıyla ilgilidir. “De ki, gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah’tan başka dost mu tutayım?”[217]

16- es-SÂMİ’: Sözlerin açığını da gizlisini de işiten demektir. Allah, insanların fısıltılarına varıncaya kadar iyi veya kötü her sözünü işitir ve gereğini yapar, duâ ve niyazları duyar ve icâbet eder. Sâmi’ şeklinde Kur’an’da geçmez. Aynı anlamda Semî’ şeklinde Kur’an’da 47 âyette geçer.

17- el-MU’TIY: Nimet veren, ihsanda bulunan demektir. Allah’ın bu vasfı, Kur’an’da “a’tâ - yu’tî” fiiliyle ifade edilmiştir: “(Ey Muhammed!) Biz sana kevseri verdik.”[218]

18- el-KÂFÎ: Yeten, koruyan demektir. Allah’ın kuluna kâfi olması; hem yardım etmesi, vekil olması, yol göstermesi, hem de yaptığını bilmesi, görmesi, şâhit olması, günahından haberdar olması ve hesaba çekmesi demektir. Allah’ın sıfatı olarak 1 âyette geçer: “Allah kuluna kâfi değil mi?”[219]

19- el-EBED: Sonsuz olarak yaşayan, ölümü olmayan demektir. Bâkî ve Dâim sıfatlarıyla aynı anlamı ifade eder.

20- el-ÂLİM: Çok bilen, her şeyi bilen demektir. Bu sıfat, Allah’ın sırları, gizli olanları, olmuşu ve olacağı, görünen ve görünmeyen âlemi, yerde ve göklerde olup bitenleri, geçmişi, hali ve geleceği, canlı ve cansız bütün varlıkları, insanların gizli ve âşikâr bütün yaptıklarını, küçük ve büyük her şeyi bildiğini ifade eder. Âlim ismi Kur’an’da 13 âyette geçer. “Allah, göklerin ve yerin gaybını bilendir. O göğüslerin özünü çok iyi bilendir.”[220]

21- es-SÂDIK: Söz, iş, vaad ve vaîdinde doğru olan; her sözünü yerine getiren; yalanı, yanlışı, hilesi, aldatması bulunmayan demektir. Allah’ın bu sıfatı, Kur’an’da azamet çoğulu olarak “sâdıkûn” şeklinde bir âyette geçer: “Biz şüphesiz sâdık olanlarız.”[221]

22- el-MÜNÎR: Aydınlatan, nurlandıran. Varlıklara nurunu veren, nurlandırıcı olan Allah’tır. Nur kelimesi Kur’an’da 43 âyette geçer. Allah’ın sıfatı olarak Münîr Kur’an’da geçmez.

23- et-TÂM: Tam ve kâmil olan, eksiksiz ve mükemmel. Allah’ın zât, isim, sıfat ve fiilleriyle mükemmel olduğunu; eksiksiği, kusuru, acziyeti ve za’fiyeti olmadığını, her şeyi ile tam olduğunu ifade eder. Kur’an’da geçmez.

24- el-KADÎM: Önlerine geçmek, cesur olmak, eski olmak, bir işe yönelmek ve râzı olmak anlamındaki “k-d-m” kökünden türeyen kadîm; eski, evvelî olmayan, her şeyin önü ve evvelî demektir. Kadîm; Allah’ın evvelînin, başlangıcının olmadığını, yaratılmadığını ve ezelî olduğunu ifâde eder.  

25- el-VİTR: Tek ve eşsiz. Allah’ın sıfatı olarak Kur’an’da geçmez. Hadis-i şerifte şu şekilde geçer: “Şüphesiz Allah tektir (vitr), teki sever.”[222]

26- el-EHAD: Bir, tek, yegâne, biricik. Kur’an’da 85 defa geçer. “De ki O Allah tektir.”[223]

Tirmizî[224] rivâyetinde bulunup da İbn Mâce’de[225] yer almayan isimler de 25 tanedir. Bunlar: el-Kuddûs, el-Ğaffâr, el-Kahhâr, el-Fettâh, el-Hakem, el-Adl, el-Kebîr, el-Hafîz, el-Mukıyt, el-Hasîb, er-Rakîb, el-Vâsi’, el-Hamîd, el-Muhsî, el-Muktedir, el-Mukadim, el-Muahhir, el-Berr, el-Muntekım, Mâlikü’l-Mülk, zü’l-Celâli ve’l-İkrâm, el-Muğnî, el-Bedî’, er-Reşîd, es-Sabûr.

Yukarıda sayılan (Tirmizî, İbn Mâce ve ilâve olarak Kur’an’daki 27 isim), yani toplam 145 isimle, yine Kur’an ve hadislerden derlenen 138 isimle birlikte 283 isim Esmâü’l-Hüsnâ olarak değerlendirilebilir. Tabii, Allah’ın tüm isimlerinin bunlardan ibâret olup başka isminin olmadığını söylemek doğru olmaz. Allah’ın her şeyi sonsuz olduğu gibi isimleri de sonsuz ve sınırsızdır.    

Esmâü’l-hüsnâ, en güzel isimler demektir. Bu tâbir âyet ve hadislerde geçer. “Allah, O’ndan başka  ilâh yoktur. En güzel isimler O’nundur.”[226]“Esmâü’l-Hüsnâ (En güzel isimler) Allah’ındır. O’nu o isimlerle duâ edin, çağırın (adlandırın)...[227]; “Allah, O’ndan başka  ilâh yoktur. En güzel isimler O’nundur.”[228]

Tirmizî’nin Ebû Hureyre’den rivâyetine göre o şöyle demiştir: ‘Allah’ın Rasûlü (s.a.s.) dedi ki: “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları öğrenir bellerse (ahsâhâ / hayatı boyunca Allah’ı bu şekilde tanıyarak yaşar ve bu iman ve yaşayış üzere ölürse, inşâallah) Cennete girer.”[229](Hadis rivâyetinin devamında, yukarıda sayıp Türkçe anlamlarını verdiğimiz 99 İlâhî isim sayılır.)

Buhârî, Müslim ve İbn Mâce, hadisin sadece baş tarafını rivâyet eder, isimleri ayrı ayrı sıralamazlar. Hadis-i şerifte Ebû Hureyre’nin (r.a.) rivâyetiyle Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu nakledilir: “Allah’ın doksan dokuz, yani bir müstesna olmak üzere yüz ismi vardır. Bunları (şirk koşmadan, mânâlarına uygun tarzda amel etmek sûretiyle) ezber eden her bir kişi muhakkak Cennet’e girer. Yüce Allah tektir, tek olanı sever.”[230]

Âyet ve hadislerde zikredilen esmâü’l-hüsnâ, Allah’ın nasıl bir varlık olduğunun, O’nun niteliklerini, özelliklerini ve hangi vasıflara sahip olup olmadığını beyan eden isim ve sıfatlardır.

Allah’a ait olan bu isimlerin aynen bir başkasında da olduğuna inanmak insanı şirke götürür. Tevhidin bir anlamı da Allah’ın isim ve sıfatlarında tek bir olduğunu, başkalarının Allah’a, Allah’ın da başkalarına (yarattığı varlıklara) benzemediğine inanmaktır. “O’nun (Allah’ın) benzeri gibi olan hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.[231]

“Esmâü’l-Hüsnâ (En güzel isimler) Allah’ındır. O’nu o isimlerle duâ edin, çağırın (adlandırın). O’nun isimleri konusunda ilhâd’a (eğriliğe) sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezâsını göreceklerdir.”[232]

 

Esmâü’l-Hüsnâ Konusunda Doğru Yoldan Sapmak

Kur’an, esmâü’l-hüsnâ konusunda ilhad adını verdiği tavrı yasaklamıştır.[233] Bu ilhâd kavramıyla, Allah’ın isimleri ve nitelikleri konusunda ciddiyet göstermeyen, lâubâli davranan, Allah hakkında zan ile konuşan ve bilmediğini söyleyenler[234] kast edilmiştir. Birçok müfessir, âyette dile getirilen ilhâdı, “Allah’ı kendi zâtına vermediği, naslarda yer alan esmâü’l-hüsnâ içerisinde bulunmayan isimlerle adlandırmak” şeklinde anlamışlardır.

Allah’ın isimleri konusunda doğru yoldan sapmak, hiç şüphesiz, sadece isimlerin lafızlarıyla ilgili bir durum değildir. Belki de âyetin sakındırdığı asıl sapma, Allah tasavvuru konusundaki sapmadır. Zaten isimler konusundaki sapma, tasavvurdaki sapmanın bir sonucudur. Tasavvurdaki sapma muhtevâya yönelik, isimlerdeki sapma ise biçime yöneliktir. Allah’ın isimleri konusunda doğru yoldan sapmanın farklı boyutlarını şu başlıklar halinde toplayabiliriz:

1- Allah’a isim koyma yoluyla, Allah’ı tanımlamaya kalkmak: Bu Allah’ı tanımanın önündeki en büyük engeldir. Kul, haddini aşmadan, bu işe kalkışamaz.

2- Allah’ın kendi zâtı için seçip beğendiği isimleri veya onların mânâlarını reddetmek: Birinci maddenin tersi bir sapmadır. Zaten Allah’a O’nun şânına yaraşmayan isimler ve sıfatlar yakıştıran biri, O’nun kendi zâtı için seçip beğendiği isim ve sıfatlarla sorunlu demektir.

3- Allah’ın isim ve sıfatlarını, onların içeriklerini görünür görünmez varlıklara vermek: Allah dışında herhangi bir varlığa, sadece Allah’a ait olan mükemmelliklerden birini veya birkaçını yakıştırmak. Yakıştırılan ister bir peygamber, ister bir aziz, ister bir velî, isterse bir put olsun, fark etmez.

4- Allah’ın isimlerinin anlamlarını tahrif etmek ve onlara kendilerinde bulunmayan anlamlar yüklemeye veya var olan anlamlarını eksiltmeye yeltenmek: Bu tahriftir ve tahriflerin en büyüğü, Allah hakkında yapılanıdır.

5- Esmâü’l-hüsnânın içeriğini boşaltmak: Bu, genellikle mutlak tenzihe sapanların ihlâdıdır. İsimsiz ve vasıfsız bir Allah tasavvuru, Allah’ın âlemden bağımsız varlığını inkâra çıkar. Böyle bir tasavvurda Tanrı, sanal bir varlık halini alır.

6- Allah’ın, esmâsıyla hayatın tüm alanlarına tecellisini inkâr edip O’nu hayattan dışlayan bir tasavvura sapmak: Modern sekülerlik/laiklik, sapmanın bu türünü içinde en yoğun bir biçimde barındırmaktadır. 

Allah’ın isimleri konusunda doğru yoldan sapmamak için bu konuda doğru yolun ne olduğunu bilmek gerekir. Peki, Allah’ın isimleri konusunda doğru yol nedir? Bu sualin cevabını birkaç maddede sıralayalım:

1- Allah’a isimler koymak Allah’ın hakkıdır.

2- Allah’ın kendisi için seçip beğendiği isimler İlâhî kelâmda (ve sahih hadislerde) yer almışlardır.

3- Allah’ın kendisi için kullandığı isimler Kur’an’da isim kalıbıyla gelenlerdir. Kur’an’da Allah’a izâfe edilen fiiller, ismin yerini tutmazlar.

Kur’an’da Allah’a izâfe edilen fiillerden isim türetmenin baştan beri bir usûlü ortaya konamamıştır.[235]

Esmâü’l-Hüsnâ ile ilgili bu âyette geçen “eğriliğe sapanlar” diye tercüme olunan “yulhıdûn”, genel olarak Allah’a isim ve vasıf vermekte kayıtsız, lâubali kimseleri ifâde eder. İlhâd: Allah’ı, Kendisini isimlendirmediği, hakkında Kur’an’da veya sahih sünnette nass gelmemiş olan bir isimle adlandırmaktır. 

Allah’ı güzel isimleriyle tanımak ve anmak, O’na lâyık olmayan nitelikleri isnat etmemek, insanın başta gelen görevidir. Allah’ın isimleri hakkında Allah’a lâyık olmayan isimler isnat etmek, Allah’a “baba” veya “oğul” gibi Allah’a yanlış isimler takmak, Kur’an’da ve sahih sünnette beyan edilen Allah’ın bazı isimlerini kabul etmemek veya Allah’a özgü isimleri Allah’tan başka varlıklara vermek Kur’an’da ilhâd, yani doğru olandan, haktan sapmak demektir. Allah’a cisim, cevher, akıl ve illet gibi isimler vermek ilhaddır.

 

Esmâyı Saymak ve Ezberlemek

Hadislerde geçen ihsâ (saymak)[236] ve hıfz (ezberlemek)[237] kelimeleri ile maksat; Allah’ı güzel isimleriyle tanımak, O’na O’nun istediği şekilde ibâdet ve itaat etmektir. Yoksa bu isimleri anlamadan ezberlemek ve tekrarlamak değildir. Meselâ bir insan yaptığı bir işte Allah’ın kendisini gördüğünü, yaptıklarını bildiğini, ameline göre ödül veya ceza vereceğini düşünmesi ve ona göre hareket etmesi Allah’ın isimlerini hıfz ve ihsâdır.

Esmâü’l-Hüsnâya gönülden bağlanmak, mânâlarını düşünmek, davranışlarına bu isimler istikametinde yön vermek isimler konusunda mü’minlerin görevi ve cennet vesilesidir. Meselâ Allah’ın Basîr (her şeyi gören), Semî’ (her şeyi işiten) ismini unutmayıp gönülden bu inanca sahip olan kişi, elini ve dilini kötülüklere uzatmaya devam eder mi?

Tirmizî, Ebû Hüreyre’den yaptığı bir rivâyette, Allah’ın 99 ismini zikretmiş ve bu hadis için “garib” demiştir.[238] Tirmizî Ebû Hüreyre’den aynı anlamda iki hadis daha rivâyet etmiş, ancak bu rivâyetlerde isimler sayılmamıştır. Buhârî ve Müslim’in esâmü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetlerinde de isimler sayılmamıştır. İbn Mâce, esmâü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetinde 101 isim zikretmiştir.[239]

Tirmizî ve İbn Mâce’nin esmâü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetlerinin dışında başka hadislerde de Allah’ı tanıtan isim ve sıfatlar geçmektedir. Hadislerde geçen Kâbid, Bâsıt, Hâfid, Râfi’, Mu’ızz, Müzill, Sabûr; Muhsî, Mübdî, Mümît, Vâcid, Reşîd, Mukaddim, Muahhir, Muğnî, Mâni’, Dârr, Nâfi’ ve Mâcid gibi bazı sıfatlar, isim şeklinde Kur’an’da geçmemektedir. Ancak bu sıfatların ifade ettiği mânâlar, fiiller ile ifade edilmiştir. Yukarıda da belirtildiği ve sayıldığı gibi Allah’ın isimleri/sıfatları 99 adetten ibâret değildir. 99 Rakamı çokluktan kinâyedir. Nitekim esmâü’l-hüsnâ ile ilgili hadisler, Allah’ın isimlerinin 99’dan ibaret olduğunu da belirtmemekte, sadece bu isimleri sayanların cennete gireceklerini bildirmektedir. Ayrıca hadislerde geçmeyen, ancak, Kur’an’da geçen yukarıda sayıldığı gibi Allah’ın güzel isim ve sıfatları vardır. Bu isim ve sıfatların sayısı, bizim tesbit ettiğimiz kadarıyla 283 civarındadır.

Bütün bu isimleri alfabetik olarak sayarsak şöyle bir tablo çıkar:     

Allah, A’lâ, A’lem, Adl, Aduvvun li’l-Kâfirîn, Afüvv, Âhızu’n bi Nâsiyetih, Âhir, Ahkemu’l-Hâkimîn, Ahsenu’l-Hâlikîn, Akrabu, Alîm, Âlimu Ğaybi’s-Semâvâti ve’l-Ard, Âlimu’l-Ğaybi ve’ş-Şehâdeti, Âlimu’l-Ğaybi, Aliyy, Allâm, Allâmu’l-Ğuyûb, Asdaku Hadîsen, Asdaku Kıylen, Asdaku Mekren, Azîm, Aziz, Bâis, Bâkî, Bâliğu Emrih, Bâri’, Bârr, Bâsıt, Basîr, Bâtın, Bedî’, Bedîu’s-Semâvâti ve’l-Ard, Berîün mine’l-Müşrikîn, Berr, Burhân, Câıl(ûn), Câmi’, Câmiu’n-Nâs, Cebbâr, Celîl, Cemîl, Cevâd, Dâim, Dârr, Dehr, Deyyân, Ebed, Ebkā, Ehad, Ehlü’l-Mağfire, Ekber, Ekrem, Erhamu’r-Râhımîn, Esra’u Ferahan, Esra’u’l-Hâsibîn, Eşeddü Be’sen, Eşeddü Kuvveten, Eşeddü Tenkîlen, Evvel, Fa’âlun Limâ Yürîd, Fâil(ûn), Fâliku’l-Habbi ve’n-Nevâ, Fâliku’l-Isbâh, Fâtın, Fâtır, Fâtıru’s-Semâvâti ve’l-Ard, Ferd, Fettâh, Ğaffâr, Ğâfir, Ğâfiru’z-Zenb, Ğafûr, Ğâlib Alâ Emrih, Ğâlib, Ğanî, Habîr, Hâdî, Hâfıd, Hâfız, Hafî, Hafîz, Hakem, Hâkim, Hakîm, Hakk, Hâlık, Hâlik, Halîm, Hallāk, Hamîd, Hannân, Hasbü, Hasîb, Hâsib, Hayî, Hayr, Hayru’l-Fâsılîn, Hayru’l-Fâtihîn, Hayru’l-Ğâfirîn, Hayru’l-Hâkimîn, Hayru’l-Mâkirîn, Hayru’l-Münzilîn, Hayru’l-Vârisîn, Hayru’n-Nâsırîn, Hayru’r-Râhımîn, Hayru’r-Râzikîn, Hayrun Hâfızan, Hayy, Hüvallahullezî Lâ İlâhe İllâ Hû, İlâh, İlâhü’n-Nâs, Kadir, Kābız, Kābilü’t-Tevbi, Kādî, Kādî’l-Umûr, Kadîm, Kadîr, Kâfî, Kahhâr, Kāhir, Kāim, Kāim Alâ Külli Nefs, Kâin, Karîb, Kâşif, Kâşifu’l-Azâb, Kâtib(ûn), Kavî, Kayyûm, Kebîr, Kefîl, Kerîm, Kuddûs, Latîf, Mâcid, Mâhid(ûn), Mâlik, Mâlikü Yevmi’d-Dîn, Mâlikü’l Mülk, Mâni’, Mecîd, Melîk, Melik, Melîk, Mennân, Metîn, Mevlâ, Mu’tıy, Muahhir, Muazzib(în), Muğîs, Muğnî, Muhıyt, Mûhinü Keydi’l-Kâfirîn, Muhîtun bi’l-Kâfirîn, Muhric, Muhsî, Muhsin, Muhyî, Muhyî’l-Mevtâ, Muhzî’l-Kâfirîn, Muîd, Muizz, Mukaddim, Mukallibü’l-Kulûb, Mukıyt, Muksıt, Muktedir, Musavvir, Mûsi’(ûn), Mutahhir, Mü’min, Mübdî, Mübîn, Mübrim(ûn), Mübtel(în), Mücîb, Müdebbir, Müheymin, Mühlik, Mükevvin, Mümidd, Mümît, Müneccî, Münezzil, Münîr, Münşi(ûn), Münzil(în), Müntakım, Münzilü’t-Tevrâti ve’l-İncîli ve’l-Furkan, Münzir(în), Mürsil(în), Müsa’ır, Müsteân, Müstemi’(ûn), Müteâlî, Mütekebbir, Müteveffî, Mütimmü Nûrihî, Müzill, Nâfi’, Nâsır, Nasîr, Nazîf, Nûr, Rab, Rabbü Külli Şey’in, Rabbü’l-Âlemîn, Rabbü’l-Ard, Rabbü’l-Arş, Rabbü’l-Felak, Rabbü’l-Izzeti, Rabbü’n-Nâs, Rabbü’s-Semâvâti, Rabbü’ş-Şi’râ, Râfi’, Rafî’,Rafîu’d-Derecât, Rahîm, Rahmân, Rakıyb, Râşid, Raûf, Razzâk, Refîk, Reşîd, Sabûr, Sâdık, Sâil, Samed, Sâmi’, Sâni’, Selâm, Semî’, Semî’u’d-Duâ, Serî’u’l-Hısâb, Serî’u’l-Ikāb, Setîr, Seyyid, Sübbûh, Şâfi’, Şâhid, Şâkir, Şedîd, Şedîdu’l-Ikaab, Şedîdü’l-Azâb, Şedîdü’l-Mihâl, Şefî’, Şehîd, Şekûr, Şey’, Tâm, Tayyib, Tevvâb, Vâcid, Vâhıd, Vâkıy, Vâlî, Vâris, Vâsi’, Vâsi’u’l-Mağfire, Vedûd, Vehhâb, Vekîl, Velî, Vitr, Zâhir, Zâri’, Zâri’ûn, Zi’t-Tavl, Zû Fadl, Zu’l-İzzeti, Zû-İntikam, Zü’l-Arş, Zü’l-Celâli Ve’l-İkrâm, Zü’l-Fadli’l-Azîm, Zü’l-Ikâb, Zü’l-Kuvveti, Zü’l-Mağfireti, Zü’l-Me’âric, Zü’l-Mecd ve’l-İkrâm, Zü’r-Rahmeti.

 

SORULAR

1- Temel iman esaslarıyla ilgili bir âyet mealini ve Cibril hadisini belirtiniz.

2- Bir müslümanın Allah'a nasıl inanması gerektiğini açıklayınız.

3- Allah Teâlâ’nın sıfatlarını ve beşerî sıfatlardan farklarını açıklayınız.

4- Allah Teâlâ’nın zâtî sıfatlarını sayarak, her birini açıklayınız.

5- Allah Teâlâ’nın subûtî sıfatlarını sayarak hepsini kısaca izah ediniz.

6- Allah Teâlânın Zâtî sıfatları ile Subûtî sıfatları arasında ne fark vardır?

7- Allah’ın isimleri ve sıfatları, yaratmış olduğu varlıklardan hangilerine benzer?

a) Meleklere benzer b) Bazısına benzer

c) Cinlere benzer d) Hiçbirine benzemez

8- “Allah, her şeyin iç yüzünden, gizli taraflarından haberdardır.” Bu ifâdede geçen Allah’ın ismi,  aşağıdakilerden hangisidir?

a) Habîr b) Kuddüs       c) Mucî           d) Kadîr

9- Kur’an’ın, Allah’tan başka ilâhları reddederken ve yalnızca O’nun ilâhlığını belirtirken en çok üzerinde durduğu konu hangisidir?

a) Rızık verici Allah’tır.

b) Yaratıcı Allah’tır

c) Göklerde ve yerde egemenlik Allah’ındır.

d) Kâinattaki bütün düzeni Allah yönetmektedir.

10- Aşağıdakilerden hangisi Allah Teâlâ’nın zâtî sıfatlarındandır?

a) Hayat b) Tekvin c) Kelâm  d) Vahdâniyet

11- “Var olması ve varlığını devam ettirmesi için, hiçbir varlığa muhtaç olmaması” ifâdesi, Allah Teâlâ’nın hangi sıfatının açıklamasıdır?

a) Vücud b) Muhâlefetün lil havâdis

c) Kıyam bi-nefsihî d) Vahdâniyet

12- Aşağıdakilerden hangisi Allah Teâlâ’nın zâtî sıfatlarındandır?

a) Kudret b) Kıdem c) Basar   d) Tekvin

13- “Allah Teâlâ’nın, yarattıklarından hiçbirine benzememesi” ifâdesi, Allah Teâlâ’nın hangi sıfatının açıklamasıdır?

a) Muhâlefetün lil-havâdis b) Kıyam bi-nefsihi

c) Vahdâniyet d) Kelâm

14- Aşağıdakilerden hangisi, Allah Teâlâ’nın subûtî sıfatlarından değildir?

a) Beka b) Hayat c) Semi  d) Tekvin

15- Allah Teâlâ’nın dilediğini yapma gücüne sahip olmasına ne denir?

a) İrâde b) Basar c) Kıyam bi-nefsihi    d) Kudret   

16- Esmâü’l-Hüsnâ konusundaki âyet mealini ifâdelendirerek, Esmâü’l- Hüsnâ’dan 30 tane güzel ismi sayarak açıklayınız.

17- Esmâü’l-Hüsnâ’yı “saymak” ve “hıfzetmek” kelimelerini açıklayarak bu konuda 

    kendilerini terk etmemiz gereken “ilhâd edenler”den ne kast edildiğini belirtiniz.

 

[1] 2/Bakara, 285

[2] 4/Nisâ, 136

[3] 19/Meryem, 65

[4] Zümer, 39/62-64.

[5] Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an Tefsiri.

[6] Hac, 22/73-75.

[7] Zümer, 39/67.

[8] Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an Tefsiri.

[9] Enbiya, 21/104.

[10] Lisanu'l-Arab, 3/450.

[11] Seyyid Kutup, Fî Zilâli’l Kur’an Tefsiri.

[12] 6/En’âm, 75-79; 12/Yûsuf, 105; 27/Neml, 59-64; 28/Kasas, 71-72; 29/Ankebût, 61, 63; 57/Hadîd, 3; 67/Mülk, 19, 30.

[13] 59/Haşr, 22

[14] 57/Hadîd, 3; Yine bak. 2/Bakara, 255

[15] 55/Rahmân, 26-27

[16] 28/Kasas, 88; Yine bak. 2/Bakara, 255; 25/Furkan, 58; 28/Kasas, 88; 57/Hadîd, 3.

[17] 112/İhlâs, 1; Yine bak. 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6, 18; 4/Nisâ, 87, 171; 6/En’âm, 10, 102; 9/Tevbe, 31; 11/Hûd, 14; 13/Ra’d, 16, 30; 16/Nahl, 22, 51; 17/İsrâ, 42-43; 20/Tâhâ, 8, 98; 21/Enbiyâ, 22-25; 23/Mü’minûn, 91, 116; 28/Kasas, 70, 88; 35/Fâtır, 3; 37/Sâffât, 1-5; 38/Sâd, 65-66; 39/Zümer, 4, 6; 40/Mü’min, 3, 16, 62, 65; 41/Fussılet, 6; 43/Zuhruf, 84; 44/Duhân, 8; 59/Haşr, 22-23; 64/Teğâbün, 13; 73/Müzzemmil, 9.

[18] 42/Şûrâ, 11; Yine bak. 112/İhlâs, 4; 2/Bakara, 22; 6/En’âm, 101; 19/Meryem, 65.

[19] 29/Ankebût, 6

[20]3/Âl-i İmrân, 2

[21] 2/Bakara, 255

[22]Cihad Tunç, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 406

[23] 25/Furkan, 58; Yine bak. 2/Bakara, 255; 3/Âl-i İmrân, 2

[24] 3/Al-i İmrân, 29; Yine bak. 2/Bakara, 29, 33, 231, 244, 255-256, 282; 3/Âl-i İmrân, 5, 29; 4/Nisâ, 24, 111; 5/Mâide, 7, 99; 6/En’âm, 3, 13, 59, 73, 101; 11/Hûd, 5; 13/Ra’d, 8-10; 14/İbrâhim, 38; 16/Nahl, 19, 23; 20/Tâhâ, 7, 98, 111; 21/Enbiyâ,  110; 22/Hacc, 70, 76; 23/Mü’minûn, 92; 26/Şuarâ, 220; 27/Neml, 6; 28/Kasas, 69; 29/Ankebût, 45, 52, 61; 31/Lokman, 16, 23, 34; 32/Secde, 6; 33/Ahzâb, 1; 34/Sebe’, 1-2; 35/Fâtır, 38, 44; 36/Yâsin, 81; 39/Zümer, 7, 46; 40/Mü’min, 3, 19, 65; 41/Fussılet,  47; 42/Şûrâ, 17, 24-25; 43/Zuhruf, 84; 48/Feth, 4; 49/Hucurât, 1, 8, 13; 57/Hadîd, 3-4, 6; 58/Mücâdele, 7; 59/Haşr, 22; 64/Teğâbün, 4, 11, 18; 66/Tahrîm, 2; 67/Mülk, 13-14; 76/İnsan, 30.

[25]4/Nisâ, 134; Yine bak. 2/Bakara, 127, 137, 181, 224, 227, 244, 256; 3/Âl-i İmrân, 34-35, 38, 121; 4/Nisâ, 58, 134, 148; 5/Mâide, 76; 6/En'âm, 13, 115; 7/A'râf, 200; 8/Enfâl, 17, 42, 53, 61; 9/Tevbe, 98, 103; 10/Yûnus, 65; 11/Hûd, 24; 12/Yûsuf, 34; 14/İbrâhim, 39; 17/İsrâ, 1; 21/Enbiyâ, 4; 22/Hacc, 61, 75; 24/Nûr, 21, 60; 26/Şuarâ, 220; 29/Ankebût, 5, 60; 31/Lokman, 28; 34/Sebe', 50; 40/Mü'min, 20, 56; 41/Fussılet, 36; 42/Şûrâ, 11; 44/Duhân, 6; 49/Hucurât, 1; 58/Mücâdele, 1; 76/İnsan, 2.

[26]2/Bakara, 233; Yine bak. 2/Bakara, 96, 110, 233, 237, 265; 3/Âl-i İmrân, 15, 20, 156, 163; 4/Nisâ, 58, 134; 5/Mâide, 71; 6/En'âm, 50; 7/Enfâl, 39, 72; 11/Hûd, 24, 112; 12/Yûsuf, 93, 96; 13/Ra'd, 16; 17/İsrâ, 1, 17, 30, 96; 20/Tâhâ, 35, 125; 22/Hacc, 61, 75; 25/Furkan, 20; 31/Lokman, 28; 33/Ahzâb, 9; 34/Sebe', 11; 35/Fâtır, 19, 31, 45; 40/Mü'min, 20, 44, 56, 58; 41/Fussılet, 40; 42/Şûrâ, 11, 27; 48/Feth, 24; 49/Hucurât, 18; 57/Hadîd, 4; 58/Mücâdele, 1; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbün, 2; 67/Mülk, 19; 76/İnsan, 2; 84/İnşikak, 15.

[27]16/Nahl, 40

[28]2/Bakara, 85

[29]  İrâde konusuyla ilgili âyetler: 2/Bakara, 185, 253; 3/Âl-i İmrân, 26, 40; 5/Mâide, 1; 11/Hûd, 107; 14/İbrâhim, 27; 22/Hacc, 14, 18; 24/Nûr, 45; 28/Kasas, 68; 30/Rûm, 54; 42/Şûrâ, 49; 85/Bürûc, 16; 68/Kalem, 17-19; 18/Kehf, 23-24.

[30] 2/Bakara, 20; Yine bak. 2/Bakara, 106, 109, 148, 259, 284; 3/Âl-i İmrân, 26, 29, 65, 189; 4/Nisâ, 133, 149; 5/Mâide, 17, 19, 40, 120; 6/En'âm, 17, 37, 41, 65; 8/Enfâl, 41; 9/Tevbe, 39; 11/Hûd, 4; 16/Nahl, 70, 77; 17/İsrâ, 99; 22/Hacc, 6, 39; 23/Mü'minûn, 18; 24/Nûr, 45; 25/Furkan, 54; 29/Ankebût, 20; 30/Rûm, 54; 33/Ahzâb, 27; 35/Fâtır, 1, 44,; 36/Yâsin, 81; 41/Fussılet, 39; 42/Şûrâ, 9, 29, 50; 46/Ahkaf, 33, 48/Feth, 21, 57/Hadîd, 2; 59/Haşr, 6; 60/Mümtehine, 7; 64/Teğâbün, 1; 65/Talak, 12; 66/Tahrîm, 8; 67/Mülk, 1; 70/Meâric, 40; 75/Kıyâme, 4, 40; 77/Mürselât, 23; 86/Târık, 8.

[31] 4/Nisâ, 164

[32] 2/Bakara, 253; Yine bak. Kelâm; Allah’ın söylemesi ve konuşmasıyla ilgili âyetler: 2/Bakara, 37, 77, 124; 6/En'âm, 34, 115; 7/A'râf, 158; 9/Tevbe, 6; 18/Kehf, 27, 109; 31/Lokman, 27.

  Allah'ın Kelâmı ve Kelimeleri: 2/Bakara, 37, 124; 3/Âl-i İmrân, 39, 45; 4/Nisâ, 171; 6/En'âam, 34, 115; 7/A'râf, 137, 158; 8/Enfâl, 7; 9/Tevbe, 40; 10/Yûnus, 19, 33, 64, 82, 96; 11/Hûd, 110, 119; 18/Kehf, 27, 109; 20/Tâhâ, 129; 31/Lokman, 27; 37/Sâffât, 171, 40/Mü'min, 6; 41/Fussılet, 45, 42/Şûrâ, 14, 24; 66/Tahrîm, 12.

[33] 36/Yâsin, 82

[34] Tekvîn; Allah, Yaratıcıdır: 2/Bakara, 28-29, 117; 3/Âl-i İmrân, 47; 5/Mâide, 17; 6/En'âm, 73, 95, 101-102; 7/A'râf, 54; 10/Yûnus, 31; 13/Ra'd, 16; 15/Hıcr, 86; 16/Nahl, 40; 17/İsrâ, 99; 19/Meryem, 35; 23/Mü'minûn, 17; 24/Nûr, 45; 28/Kasas, 68; 29/Ankebût, 61, 63; 30/Rûm, 27, 40, 54; 31/Lokman, 28; 32/Secde, 7; 35/Fâtır, 1; 36/Yâsin, 81-82; 39/Zümer, 62; 49/Mü'min, 62, 68; 42/Şûrâ, 49; 54/Kamer, 49-50; 56/Vâkıa, 57-59, 63-65, 68-73; 59/Haşr, 24; 64/Teğâbün, 2.

  Yaratan Yalnız Allah'tır: 6/En'âm, 102; 13/Ra'd, 16; 15/Hıcr, 28; 23/Mt'minûn, 17; 35/Fâtır, 3; 38/Sâd, 71; 39/Zümer, 62; 40/Mü'min, 62; 59/Haşr, 24.

  Allah'ın "Kün -Ol-" Emri: 6/En'âm, 73; 16/Nahl, 40; 19/Meryem, 35; 36/Yâsin, 82; 40/Mü'min, 68.

[35] Cihad Tunç, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 405

[36] Tirmizî, Deavât 83, Hadis no: 3507

[37] 47/Muhammed, 19

[38] 1/Fâtiha, 3

[39] 17/İsrâ, 66

[40] 1/Fâtiha, 3

[41] 114/Nâs, 1-2

[42] 59/Haşr, 23

[43] 62/Cum’a, 1

[44] 59/Haşr, 23

[45] 59/Haşr, 23

[46] 59/Haşr, 23

[47] 59/Haşr, 23

[48] 26/Şuarâ, 217

[49] 59/Haşr, 23

[50] 59/Haşr, 23

[51] 45/Câsiye, 37

[52] 59/Haşr, 24

[53] 6/En’âm, 102

[54] 59/Haşr, 24

[55] 59/Haşr, 24

[56] 3/Âl-i İmrân, 6

[57] 20/Tâhâ, 82

[58] 6/En’âm, 61

[59] 38/Sâd, 9

[60] 51/Zâriyât, 58

[61] 11/Hûd, 6

[62] 34/Sebe’, 26

[63] 6/En’âm, 96; 36/Yâsin, 38

[64] 2/Bakara, 245

[65] 13/Ra’d, 26; 17/İsrâ, 30

[66] 56/Vâkıa, 3

[67] 40/Mü’min, 15

[68] 3/Âl-i İmrân 55

[69] 6/En’âm, 165

[70] 43/Zuhruf, 32

[71] 3/Âl-i İmrân, 26

[72] 3/Âl-i İmrân, 26

[73] 58/Mücâdele, 20

[74] 2/Bakara, 127

[75] 43/Zuhruf, 80

[76] 57/Hadîd, 4

[77] 6/En’âm, 114

[78] 7/A’râf, 87

[79] 6/En’âm, 115

[80] 42/Şûrâ, 19

[81] 2/Bakara, 234

[82] 2/Bakara, 225

[83] 2/Bakara, 255

[84] 18/Kehf, 58

[85] 35/Fâtır, 30

[86] 4/Nisâ, 34

[87] 22/Hacc, 62

[88] 11/Hûd, 57

[89] 4/Nisâ, 85

[90] 4/Nisâ, 6

[91] 55/Rahmân, 27 ve Bak. 55/Rahmân, 78

[92] 27/Neml, 40

[93] 4/Nisâ, 1

[94] 11/Hûd, 61

[95] 2/Bakara, 186

[96] 2/Bakara, 115

[97] 2/Bakara, 209

[98] 11/Hûd, 90

[99] 85/Burûc, 14

[100] 11/Hûd, 73

[101] 85/Burûc, 15

[102] 22/Hacc, 7

[103] 2/Bakara, 259

[104] 36/Yâsin, 79

[105] 4/Nisâ, 33

[106] 22/Hacc, 6

[107] 4/Nisâ, 81

[108] 17/İsrâ, 65

[109] 8/Enfâl, 52

[110] 51/Zâriyât, 58

[111] 2/Bakara, 257

[112] 2/Bakara, 267

[113] 19/Meryem, 94

[114] 58/Mücâdele, 6

[115] 36/Yâsin, 12

[116] 85/Burûc, 13

[117] 10/Yûnus, 4

[118] 10/Yûnus, 34

[119] 30/Rûm, 50

[120] 41/Fussilet, 39

[121] 3/Âl-i İmrân, 156

[122] 2/Bakara, 255

[123] 25/Furkan, 58

[124] 2/Bakara, 255

[125] 3/Al-i İmran, 2 ve Bak. 20/Tâhâ, 111

[126] 93/Duhâ, 8

[127] 11/Hûd, 73

[128] 85/Burûc, 15

[129] 13/Ra’d, 16

[130] 2/Bakara, 163

[131] 112/İhlâs, 2

[132] 6/En’âm, 65

[133] 46/Ahkaf, 33

[134] 54/Kamer, 42

[135] 54/Kamer, 55

[136] Bak. Buhârî, Teheccüd 1

[137] 57/Hadîd, 3

[138] 57/Hadîd, 3

[139] 57/Hadîd, 3

[140] 57/Hadîd, 3

[141] 13/Ra’d, 11

[142] 13/Ra’d, 9

[143] 52/Tûr, 28

[144] 2/Bakara, 37

[145] 32/Secde, 22

[146] 4/Nisâ, 149

[147] 9/Tevbe, 117

[148] 3/Âl-i İmrân, 26

[149] 55/Rahmân, 26-27

[150] 55/Rahmân, 78

[151] 10/Yûnus, 54

[152] 3/Âl-i İmrân, 9

[153] 4/Nisâ, 140

[154] 2/Bakara,  267

[155] 9/Tevbe, 28

[156] 10/Yûnus, 107; 6/En’âm, 17

[157] 6/En’âm, 17; 10/Yûnus, 107; 39/Zümer, 38

[158] Ebû Dâvud, Akdiye 31, Hds no: 3635; İbn Mâce, Ahkâm 17, Hadis no: 2342; Tirmizî, Birr ve’s- Sıla 27, Hadis no: 2005

[159] 10/Yûnus, 49; 48/Fetih, 11; 7/A’râf, 188

[160] 24/Nûr, 35

[161] 22/Hacc, 54

[162] 2/Bakara, 117

[163] 6/En’âm, 101

[164] 20/Tâhâ, 73 ve Bak. 55/Rahmân, 27

[165] 15/Hicr, 23

[166] 21/Enbiyâ, 89

[167]21/Enbiyâ, 51; Yine Bak. Ruşd kelimesi: 18/Kehf, 66

[168] 16/Nahl, 61; Allah’ın sabûr olmasıyla ilgili yine Bak. 18/Kehf, 58; 35/Fâtır, 45; 22/Hacc, 48.

[169] Buhârî, Edeb 124; Müslim, Münâfıkîn 9, Hadis no: 49-50

[170] 1/Fâtiha, 2

[171] 96/Alak, 1

[172] 2/Bakara, 163

[173] 2/Bakara, 163

[174] 2/Bakara, 19. Diğer âyetler: 3/Âl-i İmrân, 120; 4/Nisâ 108, 126; 8/Enfâl, 47; 11/Hûd, 92; 41/Fussılet, 54; 85/Burûc, 20.

[175] 2/Bakara, 20

[176] 39/Zümer, 36

[177] 2/Bakara, 158 ve Bak. 4Nisâ, 147

[178] 2/Bakara, 220

[179] 6/En’âm, 18 ve Bak. 6/En’âm, 61

[180] 2/Bakara, 286

[181] 22/Hacc, 78

[182] 25/Furkan, 31

[183] 9/Tevbe, 116

[184] 13/Ra’d, 16

[185] 35/Fâtır, 3

[186] 20/Tâhâ, 114

[187] 114/Nâs, 1-3

[188] 16/Nahl, 91

[189] 15/Hıcr, 86 ve Bak. 36/Yâsin, 81

[190] 96/Alak, 3

[191] 87/A’lâ, 1 ve Bak. 92/Leyl, 20

[192] 24/Nûr, 25

[193] 19/Meryem, 47

[194] 2/Bakara, 186

[195] 34/Sebe’, 50

[196] 112/İhlâs, 1

[197] 40/Mü’min, 3

[198] 5/Mâide, 98

[199] 8/Enfâl, 52

[200] 6/En’âm, 14

[201] 40/Mü’min, 15

[202] 12/Yusuf, 21

[203] 13/Ra’d, 33

[204] 12/Yusuf, 64

[205]Duâ, 10

[206]Deavât, 82

[207] 52/Tûr, 28

[208] Müslim, Birr 57

[209] 6/En’âm, 18; 61

[210] 2/Bakara, 186

[211] 24/Nûr, 25

[212] 2/Bakara, 165

[213] 51/Zâriyât, 58

[214] 13/Ra’d, 33

[215] 15/Hıcr, 9

[216] 12/Yusuf, 64

[217] 6/En’âm, 14

[218] 108/Kevser, 1

[219] 39/Zümer, 36

[220] 35/Fâtır, 38

[221] 6/En’âm, 146

[222] Buhârî, Deavât 68; Müslim, Zikr, 5-6

[223] 112/İhlâs, 1

[224]Deavât, 82

[225]Duâ, 10

[226] 20/Tâhâ, 8

[227]7/A’râf, 180

[228] 20/Tâhâ, 8

[229] Tirmizî, Deavât 83, Hadis no: 3507

[230] Buhârî, Şurût 18, Deavât 68, 103; Müslim, Zikr 2, hadis no: 5, 6; Tirmizî, Deavât 83, Hadis no: 3507; İbn Mâce, Duâ 10, hadis no: 3860

[231] 42/Şûrâ, 11

[232] 7/A’râf, 180

[233] 7/A’râf, 180

[234] 2/Bakara, 80

[235] M. İslamoğlu, Âlemlerin Rabbi Allah, Denge Y., s. 100-102

[236] Tirmizî, Deavât 83, Hadis no: 3507

[237] Buhârî, Şurût 18, Deavât 68, 103; Müslim, Zikr 2, h. no: 5, 6

[238] Tirmizî, Deavât 83, h. no: 3506

[239] İbn Mâce, Duâ 10, 11, h. no: 1269, 1270

Perşembe, 18 Şubat 2021 11:25

ALLAH'IN BİRLİĞİ

 

ALLAH’IN BİRLİĞİ

 

  • Allah’a İnanmak
  • “Allah” Kelimesinin İçerdiği Anlam
  • Allah İnancı Olmayan Toplum Modelinin Zararları
  • Allah’ı Düşündüren Kâinat Âyetleri
  • Allah’ı İnkâr Etmede Önemli Olan Üç Etken:

      a) Kibir ve İnat, b) Cehâlet,  c) Tâğutların İfsâdı  

  • Okuma Parçası: Allah’ın Karışmadığı Bir Dünyayı Kimler İster?
  • Tesadüf Nedir? Bu Kâinat Düzeni Tesadüfle Oluşabilir mi?
  • Tabiat (Doğa) Nedir? Tabiat Yaratıcı Olabilir mi?
  • Allah Teâlâ’nın Birliği
  • Sorular

 

Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:

* “Allah” kelimesinin içeriğini açıklamak.

* Mü’minlerin Allah'a nasıl inanması gerektiğini açıklayabilmek.

* Kâinattaki âyet (işaret)lerle Allah'a iman konusu arasındaki ilgiyi

 örneklerle ifâde edebilmek.

* Kibir, inat, cehâlet, tâğut, tesadüf, doğa, müşrik kelimelerini tanımlamak.

* Allah inancı olmayan toplum modelinin kendilerine ve başkalarına zararlarınıörneklerle açıklayabilmek.

* İnsanların Allah’ı inkâr etmelerinin nedenlerini izah edebilmek.

* Allah’ın birliğini kabul etmenin yaşamımıza olan etkisini açıklamak.

* Müşriklerin Allah’ın varlığını kabul ettikleri halde, neden birliğini

    kabul etmediklerini izah edebilmek.

 

 Allah’a İnanmak

İslâm’da inanılması gereken esasların ilki Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaktır. Allah inancı olmadan O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve diğer iman esaslarına inanmak mümkün olmaz. Bunların hepsi Allah inancına bağlıdır.

Akıl sahibi olup da ergenlik çağına gelmiş olan her insana düşen ilk görev, yaratıcısı olan Allah Teâlâ’yı tanımak, O’na iman ve kulluk etmektir. “O, göklerin, yerin ve bunların arasındaki her şeyin Rabbidir. O’na kulluk et ve O’na kullukta sabret. Hiç O’nun adıyla anılan (başka) birini biliyor musun?”[1]

 

“Allah” Kelimesinin İçerdiği Anlam

“Allah”, varlığı zarûri olan ve bütün övgülere lâyık bulunan zâtın ismidir. “Allah’ın varlığının zarûri olması”, O’nun yokluğunun düşünülemeyeceği, var olması ve varlığını devam ettirmesi için kimseye muhtaç olmaması, O’nun kâinatın yaratıcısı olması demektir. “Bütün övgülere lâyık bulunması” ise, Allah Teâlâ’nın en güzel isim ve sıfatlara sahip olması anlamına gelir.

Allah,   gerçek ma’bûdun ve tek yaratıcının özel ismidir. Bu kelimenin çoğulu yoktur. Başka dillere tercüme edilemez. Bu yüzden O’ndan başka hiçbir varlığa isim olarak verilemez. O’nun diğer isim ve sıfatları, yaratmış olduğu varlıklara (gerçek anlamda değil) mecazî anlamda verilebildiği halde, Allah ismi verilemez.

Meselâ, insanlar için şefkatli, merhametli, âlim, âdil, halîm gibi sıfatlar kullanıldığı halde, “Allah” ismi, hiçbir varlık için kullanılmaz, kullanılmamıştır da.  Nitekim tanrılık iddiasında bulunan Fir’avn bile: “ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediği halde, “ben sizin Allah’ınızım” dememiştir. Mekke’li müşrikler, Kâbe’deki putlarına birçok isim verdikleri halde, hiçbirisine Allah ismi vermemişlerdir. Zaten müşriklere, “kâinatı kim yarattı?” diye sorulduğunda “Allah” cevabını vermektedirler.   

Câhiliyye döneminde Araplar arasında “Allah” kavramı mevcuttu. Fakat Allah inancı  sönük bir inançtı. Onların inancına göre de Allah, Kâbe’nin Rabbi, dünyanın yaratıcısı, yeryüzündeki her şeye hayat veren idi. Putlarına ise, kendilerini Allah’a yaklaştıracağı, Allah indinde kendilerine şefaatçı olacağı inancıyla tapınıyorlardı.

Câhiliyye Arapları, hayatları tehlikede olunca geçici bir tevhide başvuruyor, dini yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na yalvarıyorlar, Allah onları tehlikeden kurtarınca tekrar eski putperest inancına geri dönüyorlardı. 

Hristiyanların inancındaki Allah kavramı, Baba-oğul-kutsal ruh olmak üzere üç unsurdan meydana gelmekte idi. Yahûdilerin inancındaki Allah kavramı ise,  tek bir kavmin (İsrâiloğullarının) tanrısıydı. Oysa Allah ne câhiliyye Araplarının, ne hristiyanların, ne de yahûdilerin inandığı gibi değildir. Her şeyi yaratan, hiç kimseye muhtaç olmayan, herkesin kendisine muhtaç olduğu, hiçbir toplumun özel tanrısı olmayıp, insanlar da dâhil tüm kâinatın Rabbi olan tek ilâhtır.    

 "Rahmân ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hamd (övme ve övülme) âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. O, Rahmân ve Rahim’dir. Cezâ gününün sahibidir. Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar, yardım isteriz. (Ey Allah’ım) Bize doğru yolu göster. Kendilerine nimet verdiklerin kimselerin yolunu; gazâba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!”[2]

“De ki: O Allah birdir. Allah sameddir (Hiçbir şeye muhtaç olmayandır, aksine her şey O’na muhtaçtır).  O, doğurmamış ve doğurulmamıştır (O, baba da değildir, oğul da değildir). Hiçbir şey O’na eş ya da denk değildir.”[3]

 

Allah İnancı Olmayan Toplum Modelinin Zararları

Allah Kuran'da insanları belli bir fıtrat (yaratılış) üzerine yarattığını "Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki insanları bunun üzerine yaratmıştır."[4] âyetiyle bildirmiştir.  İnsanların bu fıtratı Allah'a kul olma ve Allah'a güven üzerine kuruludur. İnsan sınırsız istek ve ihtiyaçlarını kendi kendine karşılamak imkânına sahip olmadığı için, doğal olarak Allah'a bağlanmaya, yönelmeye muhtaçtır.

Eğer insan bu fıtrata uygun olarak yaşarsa, gerçek güvene, huzura, mutluluğa ve kurtuluşa ulaşır. Bu fıtratı reddedip, Allah'tan yüz çevirdiğinde ise, sıkıntı, korku, endişe ve azap dolu bir hayat sürer.

İnsanlar için geçerli olan bu kural, toplumlar için de geçerlidir. Eğer bir toplum, Allah'a iman eden insanlardan oluşuyorsa; âdil, huzurlu, mutlu ve akıllı bir toplum olur. Kuşkusuz bunun tersi de geçerlidir. Eğer bir toplum Allah'tan bîhaberse, o toplumun düzeni de temelden bozuk, çürük ve ilkeldir.

Allah'tan yüz çevirmiş olan toplumlar incelendiğinde bu kolaylıkla görülür. Dinsiz düşüncenin doğurduğu en önemli sonuçlardan biri, her şeyden önce ahlâk kavramının yok edilmesi ve tamamen dejenere olmuş toplumların meydana gelmesidir. Dinî ve ahlâkî sınırları çiğneyen ve yalnızca insan isteklerinin tatminine dayanan bu kültür, aslında gerçek anlamda bir zulüm sistemidir. Böyle bir sistemde cinsel sapkınlıktan uyuşturucuya kadar her türlü dejenerasyon teşvik görür. İnsan sevgisinden uzak, egoist, câhil, düşünemeyen ve aklını kullanamayan toplumlar oluşur.

Yalnızca kendi isteklerini tatmin etmek için yaşayan insanlardan oluşan bir toplumda huzur, sevgi ve barışın oluşması elbette mümkün değildir. İnsan ilişkileri çıkara dayalıdır. Müthiş bir güvensizlik ortamı mevcuttur. İnsanın samimi, dürüst, güvenilir, güzel ahlâklı olması için hiçbir sebep olmadığı gibi, sahtekârlık yapmaması, yalan söylememesi, arkadan vurmaması için de bir engel yoktur. Çünkü bu toplumların insanları, Allah'ı "arkalarında unutuluvermiş bir şey"[5] olarak kabul etmişlerdir, dolayısıyla da Allah korkusunu bilmeyen kişilerdir. Üstelik bu kişiler Allah'ın gücünü takdir edemedikleri için kıyâmetten ve hesap gününden de habersizdirler. Cehennem ise onlar için sadece din kitaplarında anlatılan bir kavram olmaktan öteye geçmez. Hiçbiri ölümden sonra Allah'ın huzuruna çıkıp dünya hayatında işledikleri her suçun hesabını vereceklerini ve bunun sonucu olarak da ebedi bir cehennem hayatı yaşayabileceklerini düşünmezler. Veya düşünseler bile, "Bu onların ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle dokunmayacak demelerindendir. Onların bu iftiraları, dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür."[6] âyetiyle bildirildiği gibi "günahlarının cezasını çekip" cennete gireceklerini zannederler. Tüm bunların bir sonucu olarak da dünyadaki yaşamlarını mümkün olduğunca istek ve tutkularını tatmin etmeye çalışarak geçirirler.

Hal böyle olunca da, doğal olarak bugün pek çok toplumda yaşanan ahlâki dejenerasyon ve mânevî çöküntü ortaya çıkar. Kendi mantıklarına göre şöyle düşünürler; "Mâdem dünyaya bir kere geldim, 50-60 yıl yaşayıp ölüp gideceğim, o halde hayatın tadını çıkarayım." Bu çürük mantık temeli üzerine kurulan düşünce sisteminde ise her türlü adâletsizlik, fuhuş, hırsızlık, cinâyet, ahlâksızlık ortaya çıkabilir. Her türlü suç işlenebilir, adam öldürülebilir, dolandırıcılık yapılabilir. Zira her birey kendi istek ve tutkularını tatmin etmekten başka birşey düşünmeyecektir. Her kim olursa olsun -ailesi, arkadaşları da dâhil- onun için ikinci derecede önem taşır. Toplumun diğer fertlerinin ise hiçbir önemi yoktur.

Nitekim geniş çaplı menfaat ve çıkar ilişkileri üzerine kurulu olan toplum yapısında, insanların birbirlerine duydukları güvensizlik, hem toplumsal hem de bireysel huzurun oluşamamasına; bu insanların birbirleri hakkında sürekli şüpheci, endişeli ve kararsız bir ruh hali içinde yaşamalarına sebep olur. Böyle bir toplum içinde kimin, ne zaman ve ne şekilde sahtekarlık yapacağı belli olmadığından şahıslar, ruhen büyük bir korku ve endişe içerisindedirler. Karşılıklı yaşanan güvensizlik ve şüphe, hayatlarını büyük bir mutsuzluk içinde sürdürmelerine sebep olmaktadır. Her türlü ahlâki değerin gözardı edildiği bu toplumda, Allah korkusu olmadığından kişilerin, aile kurumuna, namus ve iffet gibi kavramlara bakış açısı da son derece ürkütücü bir görünümdedir.

Ayrıca bu tür toplumlarda kişiler arasında saygı ve sevgiye dayalı bir hayat da mevcut değildir. Toplum bireylerinin birbirlerine saygı göstermelerinin hiçbir gerekliliği yoktur. Karşılarındaki insana değer veren bir tavır sergilemeleri için ancak bir çıkarlarının olması gerekir. Üstelik böyle bir tavır göstermek için kendi câhiliye mantıklarına göre haklıdırlar da. Zira hayatları boyunca, hayvandan evrimleşerek varoldukları, ruhlarının ölümle birlikte yokolacağı gibi telkinler alırlar. Maymun soyundan gelme, toprağın altında çürüyüp gidecek ve belki de bir daha görmeyecekleri bir bedene ise doğal olarak saygı göstermeyi anlamsız görürler. Kendi bozuk mantıklarına göre, "Nasılsa karşılarındaki insan da kendileri de ölüp toprağın altına girecek, beden olarak çürüyüp gidecek ve ruh olarak da tamamen yok olacaklardır; o halde neden diğer insanlara iyilik yapmak, fedâkâr olmak gibi zahmetlere katlansınlar ki..." Evet, gerçekten de Allah, dolayısıyla da âhiret inancı olmayan her insanın bilinçaltında bu fikirler yatar. Bu sebeplerle de Allah inancı olmayan toplumlarda asla huzur, mutluluk, güven ortamı oluşamaz.

Tüm bu ifade ettiklerimizin amacı, "Allah inancı olmadığı durumlarda toplumda dejenerasyon olur, o halde Allah inancı olmalıdır" gibi bir mantık kurmak değildir elbette. Allah inancı olmalıdır, çünkü Allah vardır ve O'nu inkâr eden O'na karşı büyük bir suç işlemiş olur. Allah inancının olmadığı durumda toplumların çürüdüğüne işaret etmekteki mantığımız ise, bu toplumların temelden yanlış bir bakış açısına sahip olduklarını vurgulamaktır. Yanlış bakış açıları, kötü sonuçlar doğurur. Allah'ı inkâr gibi en büyük yanlışı yapan bir toplum da, en kötü sonuçlarla karşılaşır. Bu sonuçlar, o toplumun ne denli büyük bir yanılgı içinde olduğunun göstergesi oldukları için önemlidirler.

Bu tür toplumların ortak özelliği, kitlesel bir aldanış içinde olmalarıdır. "Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp saptırırlar..."[7] âyetinden de anlaşıldığı gibi, toplumun bireylerinin pek çoğunun aynı yapıda olması, bir tür "sürü" psikolojisi yaratır ve zaten var olan inkârı daha da kuvvetlendirir. Allah'tan ve âhiretten habersiz olan bu tür toplumları Allah Kuran'da "câhiliye" toplumu olarak tanımlar. Çünkü toplumun üyeleri her ne kadar fizik, tarih, biyoloji ya da benzeri bir bilimle ilgileniyor olsalar da, Allah'ın gücünü ve büyüklüğünü tanıyabilecek akıl ve vicdana sahip değildirler. Ve bu anlamda câhildirler.

Câhiliye toplumunun bireyleri, Allah'a bağlı olmadıklarından dolayı O'nun yolundan farklı yollara saparlar. Aynı kendileri gibi âciz birer kul olan insanlara tâbi olur, o insanları örnek alır, o insanların düşüncelerini mutlak doğru olarak kabul ederler. Ve sonuçta câhiliye topluluğu gittikçe kendi kendini körleştiren, kendi kendini akıl ve vicdandan koparan kapalı bir sistem oluşturur. Başta da belirttiğimiz gibi bu sistemin en belirgin özelliği, bu insanların dinsizlik telkinleri doğrultusunda hareket etmesidir.

Allah Kuran'dan böyle bir yaşamın boş ve çürük bir temele dayandığını, yıkımla bitmeye mahkûm olduğunu çarpıcı bir benzetmeyle anlatır: "Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi?  Allah, zulmeden bir topluluğa hidâyet vermez."[8]

Ancak bu arada unutulmaması gereken bir nokta vardır; her toplum, her insan câhiliye sisteminin bu telkinlerinden, yaşam şeklinden ve felsefesinden kurtulma fırsatına sahiptir. Zira Allah onlara, kendilerini uyaran, kendilerine Allah'ın ve âhiretin varlığını, hayatlarının gerçek anlamını bildiren elçiler ve elçileriyle beraber insanların vicdanen sordukları her soruya cevap veren hak kitaplar gönderir. Bu, Allah'ın başından beri süregelen bir kanunudur. Nitekim günümüzde de doğru yolu gösteren, karanlıktan aydınlığa çıkaran hak kitap olarak Kuran, tüm insanların rehberidir. Ancak bundan sonra insanlar tercihlerine göre karşılık göreceklerdir. Nitekim o kitabı insanlara getiren elçi, şu çağrıyı yapmıştır: “De ki: Ey insanlar, şüphesiz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim hidâyet bulursa, o ancak kendi nefsi için hidâyet bulmuştur. Kim saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim."[9]

 

Allah’ı Düşündüren Kâinat Âyetleri

Allah’ın varlığı, fiil ve sıfatları ile apaçık iken; zâtı ile gizlidir. Zâtı duyularla ve akılla idrâk edilemez. Bununla birlikte Allah’ın varlığı akıl ile bulunabilir.

Öncelikle şu soruyu sorarak konumuza girelim: Acaba insanın Allah’ın varlığına inanması için, O’nun varlığını akılla ispat etmeye gerek var mı?  Bu soruya şu şekilde cevap verilebilir: Çevresindeki tüm varlıklara ibret gözüyle bakan, olayların gerisindeki gerçeği düşünen insan için, Allah’ın varlığı apaçıktır. Veya şöyle bir soru aklımıza gelebilir. Allah’ın varlığını aklen ve ilmen ispat etmek mümkün müdür? Hayır mümkün değildir. Çünkü ispatı istenen varlık aklı aşmaktadır.

Allah’ın varlığını gösteren aklî deliller gaflet içindeki insanları uyandırmak içindir.

Geçmişten günümüze kadar Allah’ın varlığını, çok az insan dışında, toplum olarak inkâr eden olmamıştır.

Allah’ın varlığına ve birliğine, görülen, işitilen ve bilinen her şey şâhidlik etmektedir. İnsan bir damla su iken, ana rahmindeki oluşumu ve aşamaları, dünyaya gelişi, bebeklik ve çocukluk dönemi, gençlik, ihtiyarlık ve nihâyet ölümü, düşünen insan için Allah’ın varlığına en kesin delillerdir.

Çevresindeki tüm varlıklara ibret gözüyle bakan, olayların gerisindeki gerçeği düşünen insan için, Allah’ın varlığı apaçıktır

İnsan, etrafına bakıp kâinatı incelediğinde mükemmel bir düzen ve ahengin olduğuna şâhit olmaktadır. Güneş, ay, gezegenler ve diğer tüm gök cisimleri birbirlerine çarpmadan kendi yörüngelerinde hareket etmektedir. Dünyamız da hem kendi çevresinde hem de güneşin çevresinde dönmektedir. Dünya bu dönüş esnasında güneşe bulunduğu yerden çok az bir mesafe yaklaşsa alevler içinde kalır; tersine çok az bir mesafe uzaklaşsa buz kesilip donardı.

Havada direnç kuvveti olmasa, yağmur taneleri yeryüzüne bir mermi gibi inerdi. Suyun kaldırma kuvveti olmasa, denizlerde gemiler ve insanlar yüzemezdi. Yeryüzünde dağlar olmasa dünyamız sürekli sarsıntı geçirirdi.

Dünyanın da içinde bulunduğu gezegenlerin uzaya fırlayıp savrulmasını engelleyen, yer çekim kuvveti adı verilen İlâhî bir kanundur.    

En küçüğünden en büyüğüne tüm hayvanlar, bitkiler, ırmaklar, nehirler, denizler, okyanuslar, dağlar yeryüzünü bir vitrin gibi süslemekte, aynı zamanda yaratılışları icabı, Allah’a teslim olup tesbih etmekte ve insana hizmet etmektedirler.

İnsan, büyük âlem olan kâinattan, küçük âlem olan kendisine bakıp incelediğinde şunlara şâhit olur: Saçlarımızdan ayak parmaklarımıza kadar vucudumuzun şekli, boyun, parmak, el, kol, diz, ayak gibi organlar kendilerinden beklenen görevleri yapabilecek şekilde düzenlenmiştir.

Kalbimizin çalışması, gözümüzün görmesi, kulağımızın işitmesi, derimizin hissetmesi, kanın vücutta dolaşması, yiyeceklerin sindirilmesi, zararlı atıkların vücuttan dışarı atılması ve diğer tüm organlarımızın çalışması önceden programlandığı şekilde aksamadan belirli bir düzen içinde devam etmektedir. Vücudumuzdaki herhangi bir organ rahatsızlandığında diğer tüm organlar bu rahatsızlığı hissederler.

Bütün bu düzen ve ahenk kendi kendine olmayıp, üstün özelliklere sahip tabiat üstü bir varlık tarafından yaratılmıştır. Biz müslümanlar bu yüce varlığa ALLAH (c.c.) diyoruz.

Görüldüğü gibi Allah’ın varlığı meselesinde izlenen metod “eserden müessire geçiş” metodudur. Yani resimden ressama, şiirden şaire, Selimiye camiinden Mimar Sinan’a  geçiş metodu. Burada resim eser; ressam müessir, şiir eser; şair müessir, cami eser;  camii yapan müessirdir. İşte canlı cansız tüm kâinat ve içindeki varlıklar Allah’ın eseridir.

Kur’an, Allah’ın her bir eserine “âyet” diyor. Âyet yol kenarındaki trafik işaretleri gibidir. Bu işaretler sürücünün hedefine ulaşmasında ona yardımcı olduğu gibi gerçek akıl sahipleri de Allah’ın âyetlerine bakarak O’na ulaşır. 

Allah Teâlâ kendi varlığını gerek Kur’an âyetleriyle, gerek kâinat âyetleriyle her an göstermektedir. Bu yüzden tabiattaki her olay basit birer hadise olmaktan çıkmakta, dikkatimizi kendilerine değil; olayların gerisindeki gerçeğe çekmektedirler. Nasıl ki, yol üzerindeki trafik levhaları dikkatimizi kendilerine değil de, gideceğimiz yöne çekerse; kâinat olayları da dikkatlerimizi kendilerine değil; olayların gerisindeki gerçeğe çekmektedir. Bu gerçek,  Allah’ın varlığı, birliği ve kudretidir.  

Bu anlamda kâinattaki her olay da,  insanın kendisi de, Allah’ın  varlığına, birliğine  ve kudretine işaret eden âyetlerdir. Burada  sözlü âyet olan vahiy (Kur’an) ile, sözsüz âyet olan kâinat âyetleri arasında fark yoktur. Her ikisi de Allah’ın eseridir.

Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın varlığıyla ilgili olan âyetlerde, O’nun hak olduğunu isbat eden delillerin, hem kâinatta,  hem de insanın kendi varlığında olduğu ifâde edilmektedir: “Biz onlara ufuklarda ve kendilerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, O (Kur’an)’ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şâhit olması yetmez mi?”[10];“Kesin inanacak olanlar için yeryüzünde ve kendi canlarınızda (Allah’ın varlığını ve kudretini gösteren) nice deliller vardır. Görmüyor musunuz?”[11]

Kur’ân-ı Kerim Allah’ın varlığını, insanlar tarafından doğal kabul edilmesi gereken bir konu olarak görmektedir. Bu yüzden konuyla ilgili âyetler genellikle soru şeklinde veya hayret bildiren uyarı ve kınama biçimindedir.

Allah’ı bulmanın, O’nu kabul edip O’na inanmanın bozulmamış akıl için mecburiyet olduğu açık bir hakikattir. Sağlam bir akıl, yaratıcı, yoktan var edici, tabiat olaylarını yönlendirici, âleme nizam verici bir zâtı, yani Allah’ı kabul etmek zorundadır. Akıl, zarûri olarak Allah’ın varlığına inanmak durumundadır. Ancak çok az sayıda da olsa bazı insanlar, Allah’ı inkâr edebilmekte, O’na hiç inanmamaktadır. Bu tipteki anormal insan(!)lara uzun uzadıya Allah’ın varlığını isbat etmeye çalışmak gereksiz, hatta yanlıştır. Bu insanlara karşı tavrımız müdafa değil; hücum olmalı, bunlara: “Öyleyse insanlar, varlıklar, bütün evren nasıl meydana geldi? Kendisinde can bile bulunmayan doğa veya tesadüf denilen şey hiç yaratıcı olabilir mi?...” gibi sorular sormalı, Allah’ın var olmadığını onların isbatlaması istenmelidir. Görülecektir ki bir şeyin yokluğu isbat edilemez. Hele Allah’ın -hâşâ- var olmadığı hiç mi hiç isbat edilemez. İnsan sadece kendini kandırır.

 

Allah’ı İnkâr Etmede Önemli Olan Üç Etken

a) Kibir ve inat: Kibir büyüklük taslamaktır. İnsanın Rabbine karşı kendini yeterli görmesi, O’na karşı gelmesidir. Kibir, insanı Rabbine ibâdet etmekten alıkoyar. Ayrıca insanlara karşı kendini üstün görmenin, hased etmenin (çekememezliğin), kötülük yapmak için başvurulan hilelerin arkasında hep kibir duygusu yatmaktadır. Kibir, insanı Allah sevgisinden alıkoyduğu gibi, diğer insanları Allah için sevmekten de alıkor. Ayrıcainsanın kalbinin mühürlenmesine sebebiyet verir. Kalbi mühürlenen insan da ebedî cehennemliklerden olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de: “Âyetlerimizi yalanlayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlar, işte onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.”[12]buyrulmaktadır.

İnat da, Allah’ın varlığını bildikleri halde, kibirlerinden veya makam, şöhret gibi dünyevî çıkarlarından dolayı, bazı insanların bile bile inkâr etmeleridir. Bu durumdaki insanlar, Kur’an tabiriyle “mele’”, “mütref” ve “müstekbir”dirler. Yani, yaşadıkları toplumda genellikle yönetici ya da maddî güç sahibidirler. Maalesef bu insanların bir kısmı,  Allah önünde diğer insanlarla aynı konumda olmayı içlerine sindirememekte, bu yüzden Allah’a inanmamaktadırlar. Bu husus,  Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifâde edilmektedir:

 "Eğer biz onlara melekleri indirsek, ölüler onlarla konuşsa ve her şeyi karşılarına toplasaydık, Allah dilemedikçe, yine de inanmazlardı; fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar.”[13]

“Gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde, haksızlık ve büyüklenmelerinden ötürü onlar bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!”[14]

 b) Cehâlet: Allah’ı inkâr eden ateistin biri arkadaşına “Allah nerede?” diye sormuş. Arkadaşı ise bu soruya şu ibretli cevabı vermiş: “Allah senin gözlerinin önündeki cehâlet perdesinin arkasındadır.”

Her çağda bazı insanlar, Allah’ı bilme ve O’na gereği gibi inanma hususunda hataya düşmüşler, cehâletlerinden dolayı Allah’ı inkâr etmişlerdir. Burada cehâlet kelimesinden okuma yazma bilmemek anlaşılmamalıdır. Geçmişte Allah’ı inkâr eden bilgili insanlar olduğu gibi, bu gün de az sayıda da olsa kendilerine doktor, doçent, profesör ünvanlarıyla hitap edilen bazı insanlar bile Allah’ı inkâr edebilmektedirler. Sahip oldukları bilgiler dolayısıyla belli önyargılar taşıyan bu insanlar, âyetlere bu önyargılarıyla baktıklarından âyetlerin sahibini (Allah’ı) görememektedirler. Demek ki cehâlet,  insanın sahip olduğu yanlış ve eksik bilgiden de kaynaklanabilir. Bilgiden kaynaklanan cehâleti gidermek, bilgisizlikten kaynaklanan cehâleti gidermekten daha zordur. Asıl câhil olanlar,  esas bilinmesi gerekeni, yani Allah’ı gereği gibi bilmeyen ve O’na hakkıyla iman etmeyenlerdir. Bu husus, Kur’an’da şöyle ifâde edilmektedir: “Bilmeyenler, ‘Allah bizimle konuşmalı veya bize bir âyet gelmeli değil miydi?’ dediler. Onlardan öncekiler de onların söylediklerinin tıpkısını söylemişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. İnanan kimseler için âyetleri açıkladık.”[15]

c) Tâğutların ifsâdı: Egemenliklerini sürdüren tâğutların, insanları kandırarak sömürmek için, onları Allah’ı tanıyıp O’na kul olmaktan çıkararak; kendilerine kul ve köle yapmak nedeniyle, halkı ifsâd edip kandırmaları, ezip sömürdükleri insanlara kendi akıllarını kullanmaya ve fıtratlarının sesini dinlemeye engeller koymalarıdır.

Kur’ân-ı Kerim bu konuda çeşitli örnekler verir. Bu örneklerden birinde şöyle buyrulur: “Yemin olsun, Biz Mûsâ’yı mûcizelerimizle ve açık bir delil ile, Fir’avn’a, Haman’a ve Karun’a gönderdik. Onlar (Mûsâ için) ‘bu bir sihirbaz, bir yalancı!’ dediler. Bunun üzerine Mûsâ, onlara, tarafımızdan hakkı getirince, ‘onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün de, karılarını sağ bırakın!’ dediler. Ama kâfirlerin hilesi, ancak yok olmaya mahkûmdur. Fir’avn, ‘bırakın beni, Mûsâ’yı öldüreyim. O Rabbine duâ etsin. Çünkü ben, onun, sizin dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde fesat çıkararacağından (anarşistlik yapacağından) korkuyorum.’ dedi. Mûsâ da, ‘ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de sizin de Rabbimiz olan Allah’a sığındım” dedi.”[16]

 

OKUMA PARÇASI

Allah’ın Karışmadığı Bir Dünyayı Kimler İster?

Allah’ın varlığını inkâr eden hiçbir dünya görüşü ve ideolojisi yoktur ki, O’nun yerine uyduruk bir tanrı koymamış olsun. Bu nedenledir ki mutlak inkâr neredeyse imkânsız gibidir. Ve yine bu sebeple Kur’an mutlak münkiri adam yerine dahi koymaz ve en çok şirki muhatap alır. Allah’ın varlığını inkâr edip O’nun yerine ilkel müşriklerin yaptığı gibi insandan da aşağı olan maddeyi yerleştiren materyalizm bu anlamda mutlak inkâr ve dinsizlik değil, en pespaye cinsinden bir şirktir. Daha doğrusu, Kur’an’ın üzerine gittiği ilkel şirkin çağdaş ve geliştirilmiş şeklidir.

Şuurlu, akıllı ve ruhlu bir varlık olan insanın kaynağına maddeyi yerleştiren materyalizm (maddecilik) Allah’ın yaratma kudretini maddeye hasretmiş olmaktadır. Yani Allah’ı inkâr edeyim derken maddeyi ilâhlaştırmıştır. Şu durumda materyalizm adı verilen bu ilhad (inkâr ve dinsizlik) felsefesi de sanıldığı gibi mutlak inkâr değil; Allah’ı inkâr edeyim derken insandan daha bayağı olan maddeyi tanrılaştıran çağdaş bir şirk; onu savunanlar da çağdaş müşriklerdir.

Materyalizmi, bu yeni moda Allah’sızlığı himaye eden ve kabul eden insanların kalitesine bakınca, insan Allah’sız bir dünyayı kimlerin, niçin arzuladıklarını daha iyi anlıyor.

Evet, Allah’sız bir dünyayı kimler, niçin ister? Bu soruya doğru cevap bulabilmemiz için Allah’ın koyduğu yasalara, emir ve yasaklara, özetle Allah’ın nizamına bakmak gerekir.

Allah her türlü zulmü, kula kulluğu, zinayı, içkiyi, fuhşu, kumarı, hırsızlığı, hayasızlığı, sefahati, hevâ ve hevesi tanrı edinmeyi, adâletsizliği, cehâleti, kibri, hasedi, kötü zannı, dedikoduyu, asabiyeti, laf taşımayı yasaklıyor ve hoşlanmıyor. Adâleti, iyiliği, sabrı, çalışmayı, ilmi, fazileti, infakı, zekâtı, namazı, orucu, haccı, düşkünlere vermeyi, zayıfları gözetmeyi, yetime iyi davranmayı, dilenciyi azarlamamayı, yoksulu doyurmayı, ahde vefa göstermeyi, emânete sadakati, boş konuşmamayı, ana-babaya ihsan ile muâmeleyi, kadınlara iyi davranmayı, insanları sabırla dinleyip sözün en güzeline tabi olmayı ve daha birçok şeyi emir ve tavsiye ediyor.

Allah, emirlerine uyanları ödüllendireceğini, karşı gelenleri hâkimi kendisinin olduğu, hiçbir şeyin gizli kalmadığı, iltimas ve rüşvetin geçmediği, hiç kimseye haksızlığın yapılmadığı âdil bir mahkemede yargılayıp cezâlandıracağını söylüyor.

Şimdi sormak gerek: Böyle bir Allah’ı kimler istemez? Ya da yukarıdaki biçimiyle: Allah’sız bir dünyayı isteyenler kimlerdir?

Zâlimlerdir... Namussuzlardır... Ahlâksızlardır... Soygunculardır... Kısaca suçlulardır... Çünkü hiçbir suçlu muhakeme edilmeyi istemez. Zâlimler adâleti, katiller mahkemeyi, soyguncular yargılanmayı sevmezler.

Elbette faziletsizler, fazilete çağıran Allah’a düşman olacaklardır. Sorumsuzca bir hayat sürmek isteyenler Allah’sız bir dünyanın özlemiyle yanıp kavrulacaklardır.

Materyalistlerden “dinsiz” olduklarını söyleyecek kadar “dürüst” olanlar, inkâr ettikleri Mutlak Varlığın yerine başka şeyleri koyarak “dinsizim” dedikleri halde, yalancı konumuna düşüyorlar. Gördüğümüz bütün bu varlıkların nasıl ve kim tarafından yaratıldığı sorununu biraz kurcaladığınızda, sözkonusu laik “ate”lerin biraz önce inkâr ettikleri Allah’ın yerine alelacele bir tanrı peydahlama telaşına düştüklerini göreceksiniz. O takıp takıştırdıkları, yakıp yakıştırdıkları “cici” tanrı, en az inkârları kadar ciddi “tesadüf tanrısı”dır.[17]

 

Tesadüf Nedir? Bu Kâinat, Tesadüf Eseri Olarak Oluşabilir mi?

Tesadüf teorisi, hesap kurallarının hiçbiriyle uyuşmayan nizamsız, şuursuz, kendi kendine, rastgele bir olayın meydana gelmesidir. Oysa Yüce Allah şöyle buyuruyor: “O’nun (Allah’ın) yanında her şey bir mikdar (ölçü) iledir.”[18]; “Biz her şeyi bir kadere (bir ölçü, bir plan ve bir düzene) göre yarattık.”[19]; “...Şüphesiz Allah her şey için bir ölçü yaratmıştır.”[20]

Atom sisteminden güneş sistemine kadar uzay boşluğundaki tüm sayısız yıldız ve galaksilerde bulunan ince ve hassas nizam, atmosferdeki gazların belli bir oranda bulunuşları, insanlarla bitki ve hayvan arasındaki şaşmayan gaz alış verişi, özetle, değil ayrıntılarını bir bir dile getirmek; fihristini vermekten âciz kaldığımız şu evrende yürürlükte olan baş döndürücü olaylar ve bu olaylara yön veren eşsiz  nizam kendi kendine var olup devam edebilir mi? Evet, insanları hayrete düşüren bu şaşmaz düzen, ince plan ve hassas nizam, acaba “tesadüf” denilen şuursuz, hiçbir hesap kuralına tabi olmayan bir rastlantı eseri mi? Yoksa ilmi, kudreti bütün kâinatı kuşatan ezelî, ebedî, her şeye kadir bir yaratıcı tarafından mı yaratılmıştır?

Tesadüf teorisinin tutarsızlığını şöyle bir örnekle açıklayalım: “Yeryüzünün çeşitli bitkilerinden ve eczanenin raflarında bulunan şişelerin içindeki ilaçlardan, eczacı tarafından hassas terazi, ince hesap ve ölçülerle bir macun, yani bir ilaç hazırlanıyor. Bir birine katılan ilaçların oranları az bir miktar değiştiği takdirde umulan etkinin tam tersi görülecektir. Şimdi bir deprem sonucunda, raflar üzerinden düşüp kırılan şişelerden akıp bir araya toplanarak biri birine karışan ilaçların, eczacı tarafından belirli oranda terkip edilen macunu, aynı ölçüde meydana getirmesi mümkün mü? Akılla bunu kabul etmek mümkün değildir. Öyle ise, ince bir hesap, hassas bir ölçü, şaşmaz bir düzenle yaratılmış şu kâinat kör ve şuursuz bir tesadüf eseri değil; her şeye kadir, âlim, muktedir olan Yüce Allah tarafından yaratılmıştır.

Aritmetik bir gerçektir: İnsanın cebine koyduğu 1’den 10’a kadar numaralı 10 adet markayı cebinden sırasıyla çekebilme ihtimali on milyarda birdir. Bu kadar basit bir işlemde dahi, bir eksiğiyle on milyar yanılma payı olan tesaadüf tanrısı, acaba nasıl oldu da, nizam ve intizamı zerreden kürreye akıllara durgunluk veren bu evreni bunca muazzam bir düzen içine sokabildi?

İşin ilginci, evrenin çok muazzam bir plan dâhilinde saat gibi tıkır tıkır işleyişini, bu evren içinde bir özge evren olan insanın fizikî ve fizikötesi boyutlarının da en az evren kadar ince hesaplar çerçevesinde yaratılıp yaşatılışını tesadüfle açıklayan materyalistler, değil şuursuz madde eliyle; şuurlu insan eliyle dahi bir sineğin yapılamadığını, yapılamayacağını görüp “tesadüf tanrılarını” neden yardıma çağırmazlar?

“Ey insanlar! Size bir misal verildi; Şimdi onu dinleyin: Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız, o maksatla hepsi bir araya gelseler bile, bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu da geri alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de!”[21]

 

Tabiat (Doğa) Nedir? Tabiat Yaratıcı Olabilir mi?   

Tabiat (doğa): Yaratılmış olan her şey, maddî âlem ve maddî âlemin özellikleri, onda işleyen kanun ve düzendir. Materyalistlere göre, yaratılış olayı tabiat tarafından meydana gelmektedir. Oysa ki tabiat denilen şu varlık âlemi, yaratan değil; yaratılandır.

Tüm ilmî veriler, tarafsız olarak evrenin bir başlangıcı olup sonradan var olduğunu ortaya koymaktadır. Sonradan var olan bir şey, kendi kendini yaratamayacağı gibi, hiçbir şey de yaratamaz. Öyleyse tabiatın (varlık âleminin) bir ilk yaratıcıya ve bir muharrike (hareket ettirene) ihtiyacı vardır. O da ezelî, ebedî ve bir olan Allah’tır (c.c.).

Akıl, idrâk, ilim ve irfan sahibi olan insan yokluktan, hiç yoktan bir toplu iğne, bir sivri sinek yaratamadığı halde; akıl ve idrâkı olmayan “tabiat” kendi kendini veya herhangi bir şeyi nasıl yaratabilir? Bunu iddia edenler, düşünme kabiliyetini yitiren, beyni gözleri üzerine inmiş bakar körlerdir. 

Vahye değil de materyalizm dinine inanan kimseler, bütün bu muazzam nizam ve intizamı ve bunca varlıkların yaratılışını tesadüfle veya doğayla açıklamaya çalışmaktadırlar. Bu durumda, bunlar dinsiz (mülhid) olamazlar; bunlar tam bir “müşrik”; yaptıkları da “şirk”dir. Çünkü inkâr ettikleri Allah’ın sıfatlarını (en önce yaratma sıfatını) O’ndan alıp, “tesadüf” veya “doğa” adını verdikleri bir tanrıya vermiş oluyorlar. Kendilerine yanlış olarak, “dinsiz” denen bu “çok dinli”, “çok tanrılı” kimseler, ellerinde tuttukları medya aracılığıyla dinlerinden edip sürüleştirdikleri yığınları ifsâd edip kandırmaya çalışmaktadırlar. “Doğa öyle yaratmış”, “tabiat ananın lütfu”, “burcunuz...”, “yıldızınız...”, “astrologunuz diyor ki...” gibi ifâde ve başlıkları altında reklamını yaptıkları hurâfelerin, çağdaş üfürükçülerin ve falcıların peşine takmayı ihmal etmiyorlar. Dünyanın güneşten kopup içinde canlıların oluşmasını, insanın ortaya çıkışını tesadüfe bağlamaya çalışıyorlar.

Çağdaş dünyada değişiklik olsun diye ortaya atılan felsefe ve dünya görüşlerinin, ahlâk ve erdem açısından en tahripkâr olanı, hiç kuşkusuz dinsizliktir, ateizmdir. Bu tavrın yaygınlaşmasında en büyük pay, elbette düzenin ve egemen güçlerindir.

Bu inkâr hastalığının pençesine düşenler dahi, eğer tamamıyla öldürüp yok edememişlerse vicdanlarının ta derinliklerinde Allah’ın varlığını hissederler. Bu his, Allah’ın da hidâyetiyle kimi zaman kişinin varlığını kuşatarak hayatının tamamına hâkim olur. Kimi zaman da bir felâket, bir korku sırasında geçici olarak ortaya çıkar. Gerçek şu ki, olmayan bir şey hissedilmez. Sonlu ve yaratılmış olan insan zihni, sonsuz ve yaratılmamış bir varlığı icad edemez. Bizi koruyan kim ise var eden de odur. Varlığımız, Allah’ın varlığının en kesin delilidir.

Her şeylerini Allah’a borçlu olan ve buna rağmen ihanetin zirvesine çıkıp O’nu inkâr eden Allah’sız materyalistlere sormalı: Allah’sız bir dünyada faziletli olmanın, kurallı yaşamanın, dürüst davranmanın, yani özetle ahlâklı olmanın sebebi ne? Allah ve âhirette ödül yoksa, bütün bu zahmetlere insan niçin katlansın? 

Allah’ın, âhiretin, hesabın, sorgunun, sualin olmadığı bir hayat namuslulara, ahlâklılara, dürüstlere, hakkı hukuku gözetenlere, erdemlilere bir cehennem; namussuzlara, hırsızlara, canilere, ahlâksızlara bir cennet olurdu. Öylesi bir dünyada insanları erdemli ve ahlâklı yaşamanın gerekliliğine nasıl iknâ edecektiniz ve onlar neden iknâ olsunlar? Olmuyorlar zaten. Allah’ı hayatına, siyasetine, devletine, okuluna karıştırmak istemeyen laiklerin, materyalistlerin yaşantıları bunun en açık delili değil midir?

İnsanlık tarihi Allah’ını, dinini, imanını kaybedenlerin şeref, ahlâk, fazilet, birlik, dirlik, özetle insanı insan yapan her şeylerini kaybettiklerinin örnekleriyle doludur. Yine tarih, gerçek anlamıyla iman edenlerin kahramanlıklarını, her konudaki erdem ve faziletlerini gıptayla hatırlamakta ve hatırlatmaktadır. 

 

Allah Teâlâ’nın Birliği

Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın varlığını belirten pekçok âyet-i kerime olmakla beraber, O’nun birliğinden bahseden âyetler, varlığını ifâde eden âyetlerden daha çoktur. Allah Teâlâ’nın birliğinden bahseden ve çoğu Mekke’de inen âyetler, şirki reddedip  tevhidi emreder.  Bu âyetlerin bir kısmı Allah Teâlâ’nın ilâhlık vasfına yakışmayan yaratılmışlık, âcizlik ve eksiklik ifâde eden özellikleri reddetmek sûretiyle O’nu tenzih eder. Bir kısmı da O’nun kâinatın yaratıcısı, nimet vericisi, tek sahibi ve hâkimi olduğunu belirtir.

Meselâ; Kur’an’da “Allah kendine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir.”[22] buyurularak şirk reddedilirken; diğer bir sûrede: “De ki: O Allah birdir. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. Kendisi baba değildir ve doğurulmamıştır (evlât da değildir).”[23]  buyurularak tevhid en özlü biçimde vurgulanmaktadır.

Ebû Cehil gibi en azılı müşrikler, hatta şeytan bile Allah’ı inkâr edememiş, O’nu yaratıcı, tabiata hükmedici olarak kabul etmeye kendilerini mecbur hissetmişlerdi. Ama, Allah’a sadece inanmak yeterli değildir. O’na hiçbir şeyi, hiçbir şekilde şirk koşmamak şarttır. 

İnsanlar tarih boyunca Allah’ın varlığını doğrudan inkâr yerine ya müşrikler gibi O’na ortak koşarak şirke düşmüşler, ya da laiklik anlayışıyla O’nun bazı sıfat ve fiillerini inkâr ederek küfre düşmüşlerdir. Bu iki inkâr, iki şirk çeşidi arasındaki benzerlik ve farkları şöyle ifâde etmek mümkündür:

Müşrikler Allah’ın varlığını, yaratıcılığını, rızık vericiliğini kabul ettikleri halde, vahdâniyyetini inkâr ediyorlar, O’na putları ortak koşuyorlardı. Laiklik ise, Allah’ın Rabbânîyetini inkâr ederek O’nu dünya hayatına, insanın gündelik yaşamına, toplumların yönetimi demeye gelen siyasete karıştırmak istememektir. Özetle, şirk vahdâniyyeti; laiklik Rabbânîyyeti inkâr etmektir.

Şirk, Allah’ın zâtında O’na ortaklar koşmakken; laiklik de Allah’ın sıfatlarında O’na ortaklar koşmak ve O’nun olan teşrî, terbiye etme, hüküm koyma yetkilerini yaratandan alıp yaratılanlara devretmektir.

Şirkle laikliğin bu uygulamaları neticede aynı kapıya çıkıyordu: Hevâ ve heveslere uygun bir hayat sürmek; canları çekince çiğnedikleri, ya da değiştirdikleri, kurallarını kendilerinin belirlediği bir hayat...

Şirk de laiklik gibi hakkı ikiye paylaştırıp Allah’ın hakkını Allah’a, “Sezar”ları olan tâğutlarının hakkını da putlarına vermektir.

“Allah’ın birliği” konusu, Akaid’in temel ve en önemli konusudur. Akaid ilmine bu yüzden Tevhid ilmi de denir (Tevhid, birlemek, Allah’ı bir kabul etmek demektir. Yani, Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde eşsiz olduğunu bilmek ve öylece inanmaktır). İslâm Dini’ndeki tüm hükümlerin bir noktada Allah’ın birlenmesine (tevhide) dayandığı için, İslâm’a Tevhid dini; müslümanlara da muvahhid denilir.

Günümüzde Allah’ı sözde bir olarak kabul eden nice insanlar, hâkimiyet ve mutlak otorite konusuna gelince Allah’a ortaklar koşmaktadırlar. Allah’a ait bazı vasıfları başkalarına veren, başka şeyleri Allah’ı sever gibi seven, başkasından Allah’tan korkar gibi korkanlar Allah’ı gerçekten birlemiş olmazlar. Allah’ı kanunlarına, idarelerine, işlerine... karıştırmak istemeyenler tevhid eri vasfını kaybedip müşrik vasfını kazanırlar. “Onların çoğu, Allah’a, şirk koşmaksızın iman etmezler.”[24]

Allah’ın varlık ve birliğini kabul etmenin, fert ve toplum hayatının her alanında ortaya çıkması zorunlu olan birtakım sonuçları vardır. Bir olan Allah’a iman etmek: Sadece O’nun hâkimiyetini kabul etmek, mutlak itaat edilecek otorite olarak O’nu tanımak, O’na ve emirlerine boyun eğmektir. Bir olan Allah’a iman; Allah’ın öngördüğü nizama aykırı olan her şeye karşı bir inkılap hareketidir; bir başkaldırıdır. Allah’tan başka ilâhları reddettiğimiz, Allah’ı birlediğimiz yaşantımızın tüm boyutlarında kendini göstermelidir. Allah’a iman, çevreyi etkilemeyen, gayr-ı İslâmî vakıayı kabullenen kuru ve edilgen yahut etkisiz bir iddia olamaz. Bir olan Allah’a iman etmenin zorunlu gereği; Allah’ın nizamını hayatına, düşünce ve inançlarına, bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik, ahlâkî ve teabbudî (ibâdetle ilgili) bütün ilişkilerine hâkim kılmaya çalışmaktır.

Nasıl Bir Allah’a İman Ediyoruz?

Daha çok politikacıların halkın ağzını tatlandırmak için sunmak istedikleri şerbet cinsinden topluluklara konuşurken söyledikleri bir söz vardır: “İnandığımız Allah bir, peygamber bir, kitap bir… Aynı Allah’a, aynı peygambere ve aynı kitaba iman eden insanlarımız…”  Keşke öyle olsa ama, kesinlik hayır! Bu toplumun bireylerinin, cemaatlerinin ve hocalarının inandıkları Allah, aynı Allah değildir. O kadar farklı Allah anlayışı ve inancı var ki… İnsanlarımız Allah inancını da Allah’tan, yani direkt olarak Kur’an’dan öğrenmiyorlar, “nasıl bir Allah?” sorusunu Kur’an’a sorarak Kur’an’ın verdiği cevabı en doğru cevap olarak görmüyorlar. Atalarının aktardıkları, toplumun birbirinden öğrendiği, kulaktan dolma bilgilerle Allah inancını oluşturuyorlar. Bu Allah inancının içinde doğrular olduğu gibi, nice yanlışlar da var. 

Nasıl Bir Allah’a ve Nasıl İman Etmemiz Gerekiyor?

Diri olan, ilmi her şeyi kuşatan (bilmediği hiçbir şey bulunmayan, gelmişi de geleceği de, olmuşu da olacağı da bilen, kişinin kiminle evleneceğini daha evlenmeden bilen, Kendisi için zaman mefhumu olmayan), her şeyi görüp işiten, dilediğini yapma kudretinde olan, her şeye gücü yeten (güç geçiremeyeceği hiçbir şey olmayan), Hiçbir şeye ihtiyaç duymayan, her şeyin Kendine muhtaç olduğu ezelden beri var olan, sonu olmayan, bir olan, babası ve oğlu, ortağı ve yardımcısı olmayan, sonradan yaratılanlara hiçbir şekilde benzemeyen zât…  

Esmâü’l-Hüsnâsı olan, en güzel isimlerin ve en güzel vasıfların Kendisine ait olduğu,

Rahmân ve Rahim olan,

Tek ilâh,

Tek rab olan,

Şirki yasaklayıp tevhidi emreden,

İbâdet edilmeye, tapılmaya sadece Kendisinin Hakkı Olan,

Bütün varlıkların kendisine itaat (secde) ettiği zat olan,

Kur’an’ı indiren,

Peygamberleri gönderen,

Mutlak şekilde ve en fazla sevilen, Kendisinden mutlak olarak korkulan ve ümit edilen,

Yeisi/ümitsizliği (Kendi rahmetinden ümit kesmeyi) kâfirlik olarak ilan eden, 

Kendisiyle çok kârlı ticaret yapılması gereken,

Kendisine tevekkül edilen, vekil kabul edilen,

Dinin ve Din Gününün Sahibi,

Nimet veren,

İmanı sevdiren, küfrü, fâsıklığı ve isyanı çirkin gösteren,

Tevbeleri kabul eden,

Öldüren, dirilten, ağlatan ve güldüren,

Tabiat güçlerine, yere göğe, tüm evrene ve tüm varlıklara hükmedip boyun eğdiren, hüküm sahibi, hükmü ve hâkimiyeti her yerde geçen,

Yaratan,

Emreden, 

Rızık veren, zengin veya fakir kılan, mülkün tek sahibi olan,

Cennet ve cehennemin sahibi,

Şifa veren,  

Gazap ve Rahmet sahibi,

Azab eden ve Affeden,

Dini Kolay kılan, kolaylık dileyen,

Bireyken cemaat, cemaatken vahdet içinde tek ümmet olmamızı isteyen,

Kâfirleri ve küfrü sevmeyen ve bize de sevdirmeyen,

Zulmü sevmeyen, zâlimlere düşman olan,

Kitap indiren,

Peygamber gönderen,

Tevekkül edilen,

Kendisiyle ticaret yapılması gereken,

İnsanı yeryüzünde halife kılan,

İhsâna ihsanla cevap veren,

İhtilâfı, özellikle tefrikayı yasaklayan ve vahdeti emreden,

Duâ edenin duâsına icâbet eden,

İzzet ve şefaatin tümü O’na ait olan,

Uğrunda cihad edilmesi gereken,

Uğrunda infak edilmesi gereken, Kendisi için feda edilemeyecek hiçbir şey olmayan,

Mü’minlerin velisi olan, onlara yardım ve zafer vaad eden,

Gâlibiyet ve mağlûbiyet elinde olan, dilediğini gâlip kılan ve dilediğini mağlûb edecek olan,

Haram ve Helâl koyma yetkisi Kendisinde olan,

Gayb bilgisi sadece Kendisine ait olan,

İtaat edeni ödüllendirip isyan edeni cezalandıracak olan,

Hamdin kendisine ait olduğu,

Hayır ve şerle imtihan eden, her şeyle herkesi her zaman imtihana tâbi tutan,

Hesap Gününün tek sahibi, Yaptıklarımızdan (ve yapmadıklarımızdan) hesap soracak olan,

Hidâyet veren, Hidayet ettiği kimseyi yoldan çıkaracak kimsenin bulunmadığı,

Sapıtmayı hak eden kimseyi saptırınca, ona hidayet edecek kimsenin bulunamayacağı,

Dünya bir araya gelse O istemeyince kimsenin kimseye zerre kadar fayda veya zarar veremeyeceği,

Tâğutları inkârı emreden,

İlmi, cihadı ve takvâyı insanlar için fazilet ölçüsü kılan,

Her türlü olumlu özelliğin sahibi, hiçbir olumsuz özelliğinin bulunmadığı,

Hiçbir yaratığın kendisine hiçbir şekilde benzemediği, baba, oğul gibi bir özelliğinin bulunmadığı bir zât…

Her şeyden önce tek rabbimiz ve tek ilâhımız olan, Kendinden başka rab ve ilâh olmayan zâta iman ediyoruz.

Kur'an'da Rab ismi, sonsuz kudreti ile her şeyi idaresi altına alan, yöneten, terbiye eden ve bunları yapabilecek kudrete mâlik olan Allah anlamına gelmektedir. Ayrıca, Rab ismi, her şeyi idare eden, koruyup gözeten, hâkimiyeti altında bulunduran ve gerçek Rab olan Allah'a, O'nun rubûbiyet bağına, mutlak tevhid ve tam bir kulluk şuuru ile bağlanmayı da ifade etmektedir. Allah'tan başkasının hükmünü hüküm edinmemek, O'nun dinini her şeyden üstün tutmak, bütün mahlûkatı O'nun mutlak hâkimiyetine teslim olmuş bilmek, Allah'ı gerçek Rab olarak tanımak demektir.

Allah, kendi katında tek geçerli din olan İslâm'ı, insanları, kullara ve diğer varlıklara ibâdet etmekten kurtarıp, Allah'a kulluk etmeleri için göndermiştir. İslâm, insanları kulların zulmünden, Allah'ın adaletine götürür. Tevhid gerçeğinin birinci şartı, Rubûbiyette tevhiddir. Yani gerçek Rab ve Hâkim olanın tek bir Allah olduğuna inanmaktır. İkinci şartı da, kullukta tevhiddir; bu da Allah'tan başkasına kulluk etmemektir. İnsan, Rabbine ibâdet etmekle yükümlüdür. Müslüman, yalnızca Allah'a ibâdet eden kimsedir. Sadece Allah'a ibâdet ise, Allah'tan başkasını rab edinmemek, O'na hiçbir varlığı ortak koşmamak demektir.

Kur'an'da rabliğin belirgin özellikleri açık olarak bildirilmiştir. Bunların başında, insanlardan mutlak itaat ve kulluk istemek, insanlık hayatını ve varlıklar âlemini düzenleyen ilâhî nizamlar koymak, mutlak değer ölçüleri belirtmek gibi özellikler gelir. Bunlardan birini kendine tahsis eden insan, rablik iddiasında bulunmuş olur. Allah, Kur'ân-ı Kerim’de, ibâdet edilecek tek rab olduğunu açık bir şekilde bildirmiş ve kendisine bu konuda şirk/ortak koşulmamasını istemiştir. Buna rağmen, insanların yine de Allah'tan başka varlıkları rab edindikleri görülmektedir. Bir kısım insanlar çıkıyor, Rabbe ait olan özellikleri kendilerine mal etmeye kalkışıyorlar. Sonra da insanları gerçek Rabbin emir ve yasakları dışında kendi koydukları kurallara, ilkelere, değer ölçülerine ve kendi düşüncelerine kayıtsız şartsız uymaya çağırıyorlar. Oysa bu durum, rablik iddia etmenin ta kendisidir. Bazı insanlar her ne kadar onlar için secdeye varmasalar da Allah'ın koyduğu hükümleri bırakıp, onların gayr-ı meşrû emirlerini benimseyerek dinlemek suretiyle onlara kul olma derekesine düşerler. Onların bu durumu Allah'tan başkalarını rab edinmeleri demektir. Kur'an'daki rable ilgili âyetler bu konuyu açıkça ortaya koymaktadır. [25]

Kur’ân-ı Kerim, sık sık, insanların ve bütün evrenin Rabbinin Allah olduğunu vurgulamaktadır. O, kendi irâdesiyle evreni ve içindekileri yaratıp şekil vermiş, biçimlendirmiştir. Yarattığı her şeyin tek sahibi ve maliki O’dur. O aynı zamanda yarattığı evreni ve içindekileri yönetmektedir, her şeye tasarruf etmektedir. Bu tasarruf etmenin içerisinde elbette yaratılmışların ihtiyacı olan şeyleri onlara karşılıksız vermek de vardır.

 

Nefsine Bile Söz Geçiremeyen Rab Taslakları

Âlemlerin tek Rabbi Allah'tır. Yarattıklarını besleyen, rızıklandıran, koruyan, gözeten... O'dur. Suyun derinliklerinde, ormanın ıssızlığında, toprağın altında, dağın tepesinde yaşayan, hasta, sakat veya sağlam, gözü olan-olmayan nice varlıklara rızık veren O'dur. İnsanın hizmetine sunulan sayısız nimetler bize Rabbimizi tanıtıyor. Bütün âlemler, tüm varlıklar; Rabbini tanıyor, O'na itaat ve kulluk ediyor.[26] Bizim de fıtratımızda Rabbi tanıyıp kabul etmek ve O'na ibâdet etmek var. Kur'an bize Rabbimizi tanıtıyor.

İnanmayan insanlar, eğer güçsüz (müstaz'af) iseler, çevrelerindeki rab taslaklarından birini rab olarak kabul ederler. Bu kula kulluk ve rab kabulü, çok farklı şekillerde ortaya çıkar. İnançsız ve güçsüz kişi, bazen özgür irâdesiyle, bazen reklâm ve aldatmacalarla kandırılarak, bazen tâğutların zorlamalarıyla piyasadaki rablerden birine veya birkaçına boyun eğer. Piyasada tedâvülde bulunan çeşit çeşit rab(!) vardır. Müzik ilâhından tutun, fuhuş tanrısına, futbolcudan tutun, artiste, yöneticilere kadar. Demokrasi var: Herkes istediği tâğutu, beğendiği putu seçmekte serbesttir. Allah'a gerçekten inanıp teslim olmayanlar, eğer kendilerinde güç ve otorite vehmediyorlarsa, başka bir Rabbe boyun eğmezler; kendileri rablik taslarlar.

Rablik taslayan güçlüler (müstekbirler) üç kısma ayrılır: Siyasî, dinî ve iktisadî güçlüler. Siyasî güçlerin rablik taslamalarına örnek; Fir'avn, Nemrut ve onların izinden giden çağdaş yöneticilerdir. "(Fir'avn,) ‘Ben sizin en yüce rabbinizim’ dedi."[27] "Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi? İşte o zaman İbrahim: 'Rabbim hayat veren ve öldürendir' demişti. O da: 'Ben de hayat verir ve öldürürüm' demişti. İbrahim:  'Allah güneşi doğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir'  dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zâlim kimseleri hidâyete erdirmez." [28]        

Dinî yönden ellerinde güç bulundurup rablik taslayanların örnekleri de Kur'an'dan öğrendiğimiz şekilde haham, papaz gibi din adamları, kutsallık atfedilen ölü veya diriler, yatırlar, efendiler. İktisadî rab taslakları da Karun'lar, emperyalistler, sömürücü azgınlar, azan, ezen ve üzenler ve de düzenler. Rablik iddiasında bulunanlar ve onları piyasaya sürenler aslında samimi değillerdir. Onlar sadece basit çıkarlarının peşinde olan, menfaat çarklarını döndürmek için böyle bir sahtekârlık düzeni kurup devam ettirmeye çalışanlardır. Ebû Leheb'in Peygamberimiz'e (s.a.s.) gelip "Müslüman olursam bana ne var, benim elime ne geçecek?" diye sorması üzerine Efendimiz cevap verir: "Başka müslümanlara ne varsa, sana da o var." İnsanları sömüren düzenlerini ve çıkarlarını müslüman olunca devam ettiremeyeceğini anlayan Ebû Leheb'in karşılığı şöyledir: "Bir köleyle beni eşit gören din olmaz olsun!" Kendisini güçlü gösteren insan, sanki bilmez mi, başkalarına ve her şeyden önce Allah'a muhtaç âciz biri olduğunu. “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l-azîm: Güç ve kuvvet kimseye ait değildir; ancak yüce ve büyük olan Allah, güç ve kuvvet sahibidir.”      

 

Rab Olmayan Bir Tanrı Edinme İsteği  

Kur'an'da "ilâh" ifadesi putlar için de kullanılırken; "Rab" ismi putları ve tâğutları ifade için kesinlikle kullanılmaz. Kur'an, rablik vasfını sırf Allah'a hasretmiş, başkası için bu sıfatı kullanmamıştır. "Rab" olmayan bir tanrı edinme isteği, insanoğlunun en eski sapkınlıklarından ve de açıkgözlülüklerinden biridir. Çünkü rab olan bir tanrı, insanın varlığını kuşatan bir tanrıdır. Yapısı itibarıyla zulme ve cehle aşırı meyyal olduğunu vahiyden öğrendiğimiz insan, kendi varlığını kuşatan bir tanrı yerine; varlığını kuşattığı ve kontrol altında tuttuğu sahte bir tanrı edinmeyi şeytanî menfaatlerine ve nefsânî zaaflarına daha uygun bulmaktadır.

Bu nedenledir ki hep işine karışmayan, nefsi, malı, vicdanı, duygusu, düşüncesi ve eylemi üzerinde söz ve karar, güç ve kuvvet sahibi olmayan bir uyduruk ilâh aramış; bulamamışsa kendi elleriyle icat ve imal etmiştir. Güneş, ay, deniz, nehir, inek, kurt, taş, tunç, ateş insanoğlunun bulduğu bu türden "rab olmayan" ilâhlarıdır. Gök tanrısı(!) gibi, hükmü göklere geçen, yağmur yağdıran, tabiata hükmeden; ama sokağa, okula, devlete, kanunlara, yaşayışa... karışmayan bir tanrı anlayışı var kimi çevrelerde. Rab olmayan tanrı; göklerde hâkim ve vicdanlarda mahkûm bir tanrı. Rabliği kabul edilmeyen, câmilere hapsedilmiş bir tanrı; câmilerin ve vicdanların dışına çıkamayan bir tanrı! 

Tabii bu da kurtarmamış, insan en sonunda Rab olan bir Allah'a inanmak zorunda kalınca, bu kez de laiklik sapkınlığına başvurarak varlığını ve birliğini tasdik ettiği İlâhın rabliğini inkâra kalkışmıştır. İşte böylece şirk, laiklik adı altında tedavüle sürülerek çağdaş insanın Rabbiyle olan ilişkisi bir kez de böylesine çağdaş bir yöntemle koparılmaya çalışılmıştır. Nasıl Allah'ın vahdâniyetini inkâra kalkışan antik müşrikler Hz. İbrahim'in hanif dinini tahrif ve tahrib etmişlerse, Allah'ın rabliğini inkâra kalkışan çağdaş müşrikler olan laikler de Hz. Muhammed (s.a.s.)'in hanif dinini tahrif ve tahribe yeltenmişlerdir.

 

Sevilenlerin Putlaştırılması; Allah'tan Başkasını Rab Edinme

Allah'ın rab oluşu konusunda insanoğlunun düştüğü tek şirk, rubûbiyeti inkâr şirki değildir. Bu konuda düşülen bir başka şirk türü de, Allah'ın bu sıfatını Allah'tan başkasına vermek, O'ndan başkasını rabler edinmek biçiminde ortaya çıkmaktadır. "Hahamlarını ve râhiplerini Allah dışında rabler edindiler; Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa kendilerine tek ilâh olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka tanrı yoktur. O, onların şirk koştukları şeyden uzaktır."[29] Burada sorun "rab" edinilenin kimliği değildir. Bu, İsrâil oğullarının yaptığı gibi din adamları, zâhid ve âbid kullar, velîler ve hatta Hz. İsa gibi bir peygamber de olabilir. Sorun eylemin kendisidir ve o da Allah'tan başkasını rab edinmektir. İşte bunu Kur'an Allah'tan başkasına kulluk yapmak olarak niteliyor ve bu tavra da doğrudan şirk diyor. Yahûdileşme temayüllerinden biri olan Hz. Mûsâ ve Hz. İsa ümmetinin bu şirk türü aynen Hz. Muhammed ümmetine de geçmiş, bu ümmet de ulularını, din büyüklerini, velîlerini, evliya kabul edilen bazı diri ve ölüleri Allah'tan başka rabler edinme sevdasına düşmüşlerdir.

Elbette bu rab ediniş, onların önünde secde etmek, onlara doğrudan ibâdet etmek biçiminde gerçekleşmiyordu. Yukarıdaki âyet nâzil olduğunda eski bir Hıristiyan din adamı olan Adiy b. Hâtem'i boynunda altın bir haçla gören Allah Rasûlü, onu bir put olarak nitelemiş ve atmasını öğütlemiş, ardından yukarıda meâlini verdiğimiz âyeti okuyarak şöyle tefsir etmişti: "Kuşkusuz onlar din adamlarına ve ulularına tapmıyorlardı. Lâkin onlar, şu sınıfların helâl kıldığını helâl kabul ediyorlar, yasakladıklarını da haram kabul ediyorlardı."[30] Başka bir âyet-i kerimede de Allah'tan başkalarını rab edinmek, isterse bu başkaları melekler ve nebîler olsun, müslüman olduktan sonra küfre dönmek olarak adlandırılır: "Hiçbir insana yakışmaz ki Allah ona Kitap, hüküm ve peygamberlik versin de ardından insanlara dönüp 'Allah'ı bırakıp bana kullar olun'  desin. Fakat  'öğrendiğiniz ve okuduğunuz Kitap gereğince Rabbe hâlis kullar olun'  der. Ve size  'melekleri ve peygamberleri rabler edinin'  diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size inkârı emreder mi?" [31]

Diriler yanında ölüleri bile nasıl rableştirmiş insanoğlu?! Kendine bile faydası olmayan bir ölüyü, bir yatırı nasıl rableştirerek putlaştırıyor? Yatırlara kurban kesmek, onlara karşı duâ etmek, ölülerden çocuk, nasip veya yardım istemek, çelenk koyar gibi, deftere yazı yazar gibi, dilekçe sunar gibi bez bağlamak, mum yakmak, Fir'avun'lar için yapılan piramitlere özenerek anıtmezarlar, kümbetler, kubbeler yapmak, tavaf eder gibi kabrin etrafında dönmek, kabre karşı kıyâma durmak, namaz kılmak, onun yüzü suyu hürmetine deyip Allah'la arasına aracı koymak, putperestlerin putlarını şefaatçi kabul etmelerine benzer bağımsız şefaat anlayışına sahip olmak ve buna benzer tavırlar ölüleri rab kabul etmenin örnekleridir. Yaşayan bazı insanlara kerâmet veya kutsallık atfetme adına Allah'a ait bazı vasıflar vermek de rableştirmeye ayrı örneklerdir.

İnsanların önderlerini, din ulularını, büyüklerini, hatta peygamberlerini rabler edinmeleri sevginin ve bağlılığın cinayet derecesine vardığı bir aşırılık örneği. Allah bundan müslümanları şiddetle nehyediyor. Bir yahûdileşme temâyülü olan üstadını, ustasını, efendisini, şeyhini, hocasını Allah dışında rab edinme ifrâdının zıddı da, itaat halkasını boynundan atıp hevâsını ve nefsini ilâh edinme tefrîdidir. Elbette her ikisi de aşırılıktır. Bu ifrât ve tefrît aşırılıklarını iyi anlamak için rab edinmeyi nehyeden hemen tüm âyetlerde gelen "min dûnillâh" (Allah'ın dışında) lafzını iyi anlamak gerek.[32] Değilse, bu yaklaşım nefsi, hevâ ve hevesi rab edinmek[33]  demek olan mürebbîsizlik, ustasızlık, büyüksüzlük ve kılavuzsuzluğa delil olamaz.                           

Kur'an'da nehyedilen rablik, Allah'a mahsus olan bir sıfatı O'nun dışında başkalarına vermek demeye gelen rabliktir. Terbiyesinde Allah'ı dışarıda bırakan bir terbiyecinin terbiyesini kabul, Allah dışında bir Rabbi kabulle eş tutulmuştur. Ancak mutlak mürebbî olan Allah'ın ilkeleriyle terbiyecilik yapmak, isterse bu terbiye mânevî değil de; besleyip büyütmekten ibâret maddî bir terbiye olsun, bu sınıfa girmez. Ortada Allah'la iddialaşmak yoksa orada terbiye eden de, terbiye edilen de suçlanamaz. [34]

Allah'tan başkasını rabler edinme ifrâdının tefrîdi olan terbiyesizlik ve terbiyecisizlik, seviyesizlik ve hercailik de bir akîde sorunu olarak çıkıyor önümüze. Bu durumda kişi ipsizdir belki, ama zannettiği gibi hür değildir. Büyük bir kesimin birinci türden hastalığına karşı gösterilen tepki, bu ikinci tür hastalığı doğurmaktadır. [35]     

Rab konusunda, televizyonlarla evlere rahatlıkla giren misyonerlik, mitoloji ve süpermenliği, he-man (hîmen)liği de sorgulamak gerekiyor. Filmleri, dizileri, çocuk filmlerini, çizgi filmleri değerlendirdiğimizde çoğunda "gökler hâkimi, kâinatın sahibi, filân tanrısı-tanrıçası..." gibi rab vasıflarının bir insana unvan olarak verildiğini ve uydurma tanrılıkları, rablikleri; tepkisiz, benimseyerek seyretmenin inançlardaki tahrib ve tahrifini düşünüverin.   

Kur'an, Allah'ın rab oluşundan söz ederken, O'nun göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin, doğunun batının, doğuların ve batıların; en fazla olarak da âlemlerin Rabbi olduğunu ısrarla vurgular. Allah, evreni yaratmakla kalmamış, âlemleri yetiştirip, kemâle erdirmiş, hükmünü icrâ etmiştir. Bazı filozoflar, “Allah, evreni yarattı ve bıraktı” gibi yanlış, yanlış olduğu kadar gözlem ve tecrübelere de zıt bir anlayışa düşmüşlerdir. Bu yanlış anlayış, sonunda, filozofların koyacakları kurallarla da yeryüzünde ilâhî ve ideal bir devlet ve hükümet kurulabilir düşüncesine varmıştır. Laikliğin temeli de bu sakat anlayıştır. Kur'an "Allah, âlemlerin Rabbidir", "Sizi ve yaptıklarınızı yaratan Allah'tır." âyetleriyle Allah'ın evreni kendi haline bırakmadığını açıklıyor. 

Allah, âlemlerin Rabbidir. Makro anlamda, şehâdet âlemi, gayb âleminin, yerlerin, göklerin, galaksilerin, güneşlerin, sular, okyanuslar âleminin, gezegenler ve yıldızlar âleminin... Rabbi Allah'tır. Mikro anlamda, bitkiler âleminin, insanlar, melekler, cinler âleminin, böcekler âleminin, kuşlar âleminin, milyonlarca tür ve cinsteki hayvanlar âleminin, mikroplar âleminin, görülen ve görülmeyen âlemlerin... Rabbi Allah'tır.  Rivâyete göre, toplam sayısı on sekiz bin, ya da sayısını bilmediğimiz binlerce âlemi, bütün âlemleri yarattığı gibi; yetiştiren, hükmünü geçiren, tümünü yöneten Allah'tır. Allah açısından evrendeki her hareket Allah'a aittir.

Allah'ı sadece ilk yaratıcı veya ilk hareket ettirici olarak görmek, O'nu evrenden çekip çıkarmak, sonuçta O'nun rabliğini inkâr etmek demektir. Oysa Kur'an'ın ısrarla vurguladığı gibi, Allah, evreni ve içindeki bütün varlıkları "kudret elinde" tutmakta olup, dilediği biçimde yönetmektedir. Doğuda da, batıda da, yerde de gökte de idare yalnızca Allah'a aitttir. Her şey O'nun irâdesi, hükmü ve bilgisi altındadır. Hiçbir varlık, kendiliğinden bir hareket, yaşama ve davranma gücüne sahip değildir. Besleyen, büyüten, yediren, rızıklandıran, üreten, öldüren, dirilten hep O'dur.  O âlemlerin Rabbidir.                             

 

Günümüz İnsanının Çeşitli Rableri

Günümüzde, insanların, vicdanlarında inanıp kabul ettikleri rable, yaşantılarında, hükümlerine teslim oldukları rabler aynı değildir. Teorik olarak inandıklarını ifade ettikleri Allah'ın rabliğini, vicdanlarına hapseden günümüz insanlarının pek çoğu, pratik hayatlarında Allah'tan başka rablerin emirlerine ve hükümlerine teslim olmaktadırlar. Üzülerek belirtelim ki, insanların pek çoğunun mâruz kaldığı en büyük tehlike, Allah'ı günlük yaşantılarında rab kabul edemeyişleridir. Onlar, bir yandan mü'min ve müslüman olduklarını söylerlerken, diğer yandan da Allah'ın emir ve yasaklarını bir tarafa atarak çeşitli varlıkların ve rehber edindikleri önderlerinin emirlerine uyarlar. Onların koyduğu gayr-ı meşrû hükümlere gönüllü olarak itaat ederler; böylece Allah'tan başkalarını rab edinmiş olurlar. "Lâ"sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle ve onların rab anlayışlarıyla uzlaşan, tepkisiz, laik müslümanlık(!) Allah'a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah'a inanan ve tâğutların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden, hakla bâtılın karıştığı bir din!    

Kur'an'ın eski kavimleri ve peygamberleri anlattığı âyetlerinden anlaşılmaktadır ki, en eski asırlardan, kendi nüzûlü zamanına kadar, sapıklık ve inanç bozukluğu ile tanıttığı tüm toplumların, doğrudan Allah'ın varlığını inkâr etmediklerini görüyoruz. Ancak onların hepsinin müşterek sapıklıkları; Allah'ın mutlak rabliğini kabul etmeyişleri, Allah'ın yaratıcı olduğuna inansalar da O'nun tek rabliğine pek çok varlıkları ortak etmeleridir. Rabliğin bir kısım özelliklerini Allah'tan başkalarında görmeleri, ahlâkî, sosyal ve kişisel hayatları için gerekli olan emir ve kuralları, Allah'tan başkalarından almalarıdır. Bunun için, insanların pek çoğu, ya doğrudan doğruya Allah'tan başka rabler olduğuna inanıyorlar veya Allah'ın rabliğine teorik olarak inansalar da pratik hayatlarında Allah'tan başkalarının rabliğine teslim oluyorlar. İşte rab konusunda, peygamberlerin her asırda yıkmak istedikleri asıl sapıklık budur. Hükmü sadece göklere geçen; dünyaya, insanlara, yönetime, sosyal ve siyasal hayata... karışmayan bir Allah inancı. Yani göklerin Rabbi. Hâlbuki Allah; göklerin, yerin, bütün âlemlerin Rabbidir.

Önceden hıristiyan olan Adiyy b. Hâtem, boynunda altından bir haç olduğu halde Rasûlüllah'ın huzuruna geldi. Peygamberimiz ona: "Yâ Adiyy, boynundan şu putu çıkar." buyurdu. Bu sırada Rasûlüllah "Yahûdiler ve hıristiyanlar, haham ve râhiplerini Allah'tan başka rabler edindiler."[36] meâlindeki âyeti okuyordu. Adiyy: "Ey Allah'ın Rasûlü, hıristiyanlar, râhiplere ibâdet etmediler ki (onları rab edinmiş olsunlar)" dedi. Peygamberimiz: "Evet ama onlar (hıristiyan râhipleri ve yahûdi hahamları) Allah'ın helâl kıldığını haram; haram kıldığını da helâl saydılar. Onlar da bunlara uydular. İşte onların bu tutumları, onlara ibâdet etmeleri ve onları rab edinmeleridir."[37] buyurdu.

Bu hadis-i şerif açık olarak gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için, ona rab adı vermek şart değildir. Allah'tan başkalarının emrine, Allah'ın dinine uyup uymadığı hiç hesaba katılmaksızın isteyerek itaat etmek, hükümle ilgili konularda Allah'tan başkalarının sözünü dinleyip kabullenmek, Allah'tan başkasına itaat ederek O'nun dininin emir ve hükümlerine başkasını tercih ederek muhalefet etmek, Allah'tan başkalarını rab edinmek ve onlara tapmak demektir.

Putlara, şeytanlara ve tâğutlara tapmak nasıl şirk ise; Allah'ın emrine, Hakk'ın hükmüne uymayan kişilerin ortaya attıkları görüşleri benimsemek ve onları Allah'a tercih edip onlara uymak da öylece bir şirktir. Bu durum, onlara kulluk mertebesinden fazla değer vermek, Allah'ın ilâhî hükümlerine uymayan görüş ve fikirlerini benimsemek olduğu için, hem bir çeşit şirk, hem de Allah'ı bırakıp onları rab edinmektir. Onlara her ne kadar dil ile rab denilmese de durum, onları rab tanımanın ta kendisidir.

Onların sözlerine itaat edip, Allah'ın emirlerini terk etmenin puta ve tâğuta tapmakla aynı olmasının sebebi ise açıktır. Çünkü gerçek âlim, Hakk'ın kulu ve ilâhî hükümlerin mahkûmu olan kişidir. Hakkı bâtıl, bâtılı da hak yapmaya çalışıp, insanlara helâli haram, haramı da helâl tanıtarak Allah'ın hükümlerini değiştirmeye çalışanlar, ilmî haysiyetten uzak birer tâğutturlar. Bunlara uymak da onları rab kabul etmektir. Çünkü bu duruma düşenler, Allah'ın hükmüne değil de onların isteklerine uyarak onlara Allah'a tapar gibi tapmış olanlardır.

Günümüzde de insanların hayatına hâkim pek çok rab kabul edilenler var. Her insan, hangi Rabbin kulu olduğunu kendisi tayin edebilir. Ancak, bunu yaparken, kimin mülkünde yaşadığını, hangi Rabbe kulluk etmesi gerektiğini iyice düşünmelidir. Şu iyi bilinmelidir ki, inanılan ve hayatın her safhasında emrine uyulan tek rab Allah olmadıkça O'na kullukta bulunulmuş olunamaz. Peygamberimiz'in: "Rabbim Allah de ve bu sözünde dosdoğru ol"  anlamındaki mübarek sözü, Kur'an'daki rab kavramının ve O'na kulluğun en veciz ifadesidir.

Kabirde sorulacak insanlara: "Rabbin kim?" Dünyada rab anlayışı ve bu konudaki davranış ve eylemlerine göre cevap çıkacak o insandan. "Rabbim filandır" diyecek insan. Dil, irâdemizin emrinden çıkacak orada. Dünyada kimi rab kabul etti veya eylemleriyle bu görüntüyü verdiyse, onu söyleyecek dil. Orada "Rabbim Allah'tır" diyebilmek için, burada "Rabbim Allah'tır" deyip bu sözünü yaşantı olarak ispatlamak gerekiyor. Evet, kurtuluşun tek reçetesi: “Rabbim Allah” deyip dosdoğru olmak...

 

Rab Konusunda Sahih İtikad

Allah, âlemlerin Rabbidir. Her varlığın geçek sahibi Allah'tır. Varlıkların tümünü yaratan, eğiten, geliştiren, besleyen yegâne Rab Allah'tır. Allah'tan başka ma'bud kabul edilecek hiçbir varlık olamaz. Sevilerek kendisine ibâdet ve itaat edilecek tek rab ve ma'bud ancak Allah'tır. Rubûbiyet ve ülûhiyet sadece O'nun hakkıdır. İnsanlığın ilerlemesi ve medenîleşmesi, Rabbini tanımasıyla mümkündür. Allah'ı tek ve gerçek rab olarak tanımak; O'nun emir ve hükümlerine göre yürümek, Allah'a güvenerek başkalarının arzusunu O'nun emrinden üstün görmemek, O'nun hükümlerine uymayan her düşüncenin ve her işin bâtıl olduğuna inanmak demektir. Allah'ın yegâne rab olduğuna inanmak;  her işi yönetip tanzim edenin, yine her şeye sonsuz kudretiyle gâlip olanın ancak Allah olduğunu kabul etmek demektir.

İnsana yakışan, bütün evrenin ve kendisinin yaratıcısı, sahibi, rızık vericisi, yetiştiricisi olan Allah’ı tek rab kabul edip O’na ibâdet ve itaat etmektir. 

Ulûhiyet Tevhidi: Ulûhiyet tevhidi, Allah'a, Onun belirlediği ibâdet şekilleri ile ibâdet etmektir. İbâdette  Allah’ı birlemek, başkasını O’na ortak kabul etmemektir. Kalbin korkarak ve ümit ederek Allah'a bağlanmasıdır. Ulûhiyet tevhidi; ibâdette, boyun eğmede, hüküm koymada, kesin itaatte tek ve ortağı olmayan Allah’ı birlemektir.    

Rubûbiyet ve ulûhiyet tevhidi beraber olmalıdır. Bunlardan biri bulunmazsa kişi muvahhid olamaz ve şirke düşer. Müşrikler, rubûbiyet tevhidini kabul ediyorlardı. Ancak bununla birlikte putlara tapıyorlar ve yeryüzünde Allah’ı tek hüküm koyucu olarak kabul etmiyorlardı. Aynı şekilde ehli kitap da, Allah’ın yeryüzünü yarattığını kabul ediyor, fakat O’na oğul isnat ederek ve helâl-haram kılma yetkilerini din adamlarına vererek şirke düşmüşlerdir. Ulûhiyet tevhidi çok önemlidir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde en çok vurguladıkları husus ulûhiyet tevhididir: “Biz her kavme: ‘Allah'a ibâdet edin; sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur’ (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik.” (16/Nahl, 36) “(Nuh): ‘Ey kavmim! Allah'a kulluk/ibâdet edin, sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur’ dedi.” (7/A’raf, 59). (Diğer peygamberlerin aynı mesajı için bk. 7/A’râf, 65, 73, 85; 12/Yûsuf, 40; 11/Hûd, 1-2.)

Tevhidin şiarı, Lâ ilâhe illâllah’tır. Bu ifâde, ulûhiyeti Allah’tan başka her şeyden kaldırıp atmayı ve ulûhiyeti sadece O’na has kılmayı içermektedir. “Böyledir. Allah, hakkın ta kendisidir. O’nu bırakıp taptıkları ise bâtıldan başka bir şey değildir. Doğru-

Bunun en açık tezahürü, Allah’ın emirleri ile, sevilen kişi veya herhangi bir şeyin istekleri çatıştığında, Allah’ın emirlerini tercih etmemektir. “İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp, O’na koştukları eşleri ilâh olarak benimseyenler ve onları Allah’ı severcesine sevenler vardır. Mü’minlerin Allah’ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir.” (2/Bakara, 165)

Peygamberlerin görevleriyle ilgili âyetler, tevhid’in temelinin Allah'a ibâdet etmek olduğunu açıkça beyan ediyor. Peygamberlerin gönderilişlerindeki temel amaç, insanları Allah'a ibâdet etmeye çağırmaktır.

ibâdet: Yapılması sevap olan, Allah’a yakınlık ifâde eden, yalnız O’nun emirlerini yerine getirmiş olmak ve rızâsını kazanmak niyetiyle yerine getirilen her türlü harekete ibâdet denir. Kısaca ibâdet, Allah’ın râzı olduğu her  söz ve fiile verilen isimdir. İbâdet, Kur’ân-ı Kerim’de hiç bir zaman sadece namaz kılmak, oruç tutmak, haccetmek mânâlarında kullanılmamıştır. İbâdet dinin tamamıdır. Din ise hayatın programını çizer, insanların yaşam tarzını belirler. Yemek yemek, devlet kurmak, ahlâk, evlilik, hukuk, mâlî işler... kısaca hayatın tamamı dindir, dinin tamamı da ibâdettir.

İbâdet 5 anlama gelmektedir. Bunlar: 

1-) Kul olmak, kulluk etmek,

2-) Boyun eğmek, itaat etmek,

3-) İlâh tanımak  (otorite tanımak, hükmüne teslim olmak ),

4-) Herhangi birine ya da bir şeye bağlanmak,

5-) Yönelmek, meyletmek.

Herhangi bir davranışın Allah’a ibâdet olabilmesi için dört şart vardır:

a) İman: Şirkten arınmış şekilde iman etmeyen kimsenin yaptığı hiçbir şey ibâdet olmaz.

b) Meşrûiyet: Yapılan amelin Allah’ın müsaade ettiği veya emrettiği bir şey olması.

c) Usûl/Metod: Allah’ın emrettiği ve Rasûlullah’ın yaptığı şekilde yapmak..

d) Niyet/kasd: Allah rızâsı için yapmak; başka bir çıkar veya riyâ gibi sebeplerle yapmamak.

İbâdet kelimesinin  ifâde ettiği esas mânâ; kişinin yüksek güç, kuvvet ve iktidar sahibi  birine karşı itaat etmesi, kendi hürriyet ve bağımsızlığından ferâgat etmesi, onun karşısında her türlü mukavemet ve isyanı terk etmesi ve tam bir bağlılıkla isteyerek ona boyun eğmesidir.

        

SORULAR

1- “Allah” kelimesinin içeriğini açıklayınız.

2- Mü’minlerin Allah'a nasıl inanması gerektiğini izah ediniz.

3- Müşrikler, Allah’ın varlığını mı, yoksa birliğini mi inkâr ediyorlar? Neden?

4- Müslümanlar Allah’a nasıl inanırlar?

5- Tevhid ne demektir? İslâm Dini’ne niçin tevhid dini denir?

6- Muvahhid ne demektir? Muvahhid kelimesinin zıddı olan kelime nedir?

7- Allah’ın birliğini kabul etmek, hayatımıza nasıl etki etmektedir, açıklayınız.

8- Allah’ı inkâr etmede önemli etkenleri sayınız.

9- Allah inancı olmayan toplumun, kendilerine ve başkalarına zararlarını örneklerle açıklayınız.

10- Tesâdüf nedir? Yaratıklar tesadüfen (kendi kendilerine) yaratılmış olabilir mi?

11- Tabiat nedir? Tabiat/doğa, kendini ve başkalarını yaratabilir mi? Niçin?

12- Kibir, inat, cehâlet, tâğut ve müşrik kelimelerinin tanımlarını yapınız.

13- Allah’ın varlığıyla ilgili olarak aşağıdaki ifâdelerden hangisi yanlıştır?

a) Allah’ın varlığını kabul eden herkese müslüman denir.

b) Kâinattaki muazzam düzen ve nizam, yaratıcının tek olduğunu gösterir.

c) Bozulmamış, sağlam akıl Allah’ın varlığını kabul etmek zorundadır.

d) Allah’ın varlığına inanmak fıtrîdir (yaratılış gereğidir).

 

[1] 19/Meryem, 65

[2] 1/Fâtiha, 1-7

[3] 112/İhlâs, 1-4

[4] 30/Rûm, 30

[5] 11/Hûd, 92

[6] 3/Â-li İmrân, 24

[7] 6/En'âm, 116

[8] 9/Tevbe, 109

[9] 10/Yunus, 108

[10] 41/Fussılet, 53

[11] 51/Zâriyât, 20-21

[12] 7/A’râf, 36

[13] 6/En’âm, 111

[14] 27/Neml, 14; Ayrıca Bak. 15/Hıcr, 14-15; 6/En’âm, 7, 63, 64

[15] 2/Bakara, 118

[16] 40/Mü’min, 23 - 27

[17] M. İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Y., 4. bsk, s. 127-133 -özetlenerek-

[18] 13/Ra’d, 8

[19] 54/Kamer, 49

[20] 65/Talâk, 3

[21] 22/Hacc, 73

[22] 3/Âl-i İmran, 48

[23] 112/İhlâs, 1-4

[24] 12/Yûsuf, 106

[25] Y. Çiçek, F. Yıldız, Hamd Rab, Bir Y., s. 47-49

[26] 41/Fussılet, 11

[27] 79/Nâziât, 24

[28] 2/Bakara, 258

[29] 9/Tevbe, 31

[30] Tirmizî', Tefsir 10

[31] 3/Âl-i İmrân, 79-80

[32] 3/Âl-i İmrân, 64; 9/Tevbe, 31

[33] 45/Câsiye, 23

[34] 12/Yûsuf, 23

[35] M. İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Y., s. 176 vd.                       

[36] 9/Tevbe, 31

[37] Tirmizî, Tefsir 10