Asim Şensaltık

Asim Şensaltık

RASÛLULLAH BUGÜN BURADA YAŞASAYDI...

لَْمُلْكُ يَوْمَئِذٍۨ لْحَقُّ لِلرحَّْمٰنِۜ وكََانَ يَوْماً عَلَى لْكَافِر۪ينَ عَس۪يرًوَيَوْمَ يَعَضُّ لظَّالِمُ عَلىٰ يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي تَّخَذْتُ مَعَ لرسَُّولِ سَب۪يلاًيَا وَيْلَتٰى لَيْتَن۪ي لَمْ تََّخِذْ فُلَاناً خَل۪يلاًلَقَدْ ضََلَّن۪ي عَنِ لذكِّْرِ بَعْدَ ذِْ آجَاءَن۪يۜ وكََانَ لشَّيْطَانُ لِلْاِنْسَانِ خَذُولاً

“İşte o gün gerçek egemenlik rahmânındır ve o gün inkârcılar için çok zor bir gün olacaktır.

O gün, (dünyada iken) haktan sapmış kişi ellerini ısırarak şöyle diyecek: ‘Keşke peygamberle birlikte aynı yolda olsaydım!

Eyvah! Keşke falancayı kendime dost edinmeseydim!

Meğer bana uyarıcı mesaj geldikten sonra, o dost bildiğim kişi bu mesajdan beni saptırmış!’ İşte şeytan insanı (böyle) çaresizlik içinde yapayalnız bırakır.” [1]

Tek önderimiz, rehberimiz, canımızı yoluna feda etme sözü verdiğimiz Rasulullah’ın yolu, izi, takip ettiği çizgi ve metod olan sünneti yerine; onun düşmanlarının izinden gitmekle iftihar eder oldu “Muhammed ümmetiyim” diyen nice insan. Göstermelik şekilde Mevlit Gecesi gibi zaman dilimlerinde senede birkaç gün o büyük insan anlatılır, sonra çağın Ebu Cehilleri övülüp durulur bir yıl boyunca. Laiklik böyle bir şey olmalı: Çok dinli, çok peygamberli, çok tanrılı olmak... Laik devlet ve onun güdümündeki halk, bayramları da ikiye ayırır oldu: Milli bayram, dinî bayram diye. 29 Ekim’de camiye bayram namazı kılmaya giden laik tipler yanında, Ramazan ve Kurban Bayramlarında artık camilerin kapısına Türk Bayrağı asılmaya başlandı. Yakında, saygı duruşunda bulunulmadan namaza geçilmeyecek diye cami bahçelerine heykel de konulursa hiç şaşırmam, sürpriz saymam. Cami kapılarında asılan bayraklar, Rabbimizin “hâkimiyet sadece Allah’ındır”910 demesine rağmen, câmilerde okunan “hâkimiyetin ulusa ait olduğu”na dair hutbeler… Câmilerin devlet dairesi, imamların namaz kıldırma görevlisi olarak devlet memuru olduğunun göstergesi… Yaşlı cami cemaatini çocuk yerine koyup çocuk bayramını kutlattırmalar… Dini devlete karıştırtmamak (eskisiyle, değiştirileniyle) anayasanın ve düzenin temel güvencesi olarak kabul edilirken, hani laiklik, aynı zamanda devletin dine karışmaması demekti? Demek ki çağdaş düzenlerin de helvadan putları var, istediği zaman yiyip yutmak için.

Onlar, Ramazan’da bir aylığına ellerine alıp sonra duvara asarak terk ettikleri Kur’an’a davrandıkları gibi, Rasûl’e de yılda bir hafta ayırıp o haftanın dışındaki zamanlarda onun düşmanlarına benzeyen şekilde yaşasınlar. Diğer zamanlarda Kur’an ve Sünneti devre dışında tutsunlar. Onlara inat, biz kutlu doğum haftaları olmasa da, o haftalar gelmese veya bir hafta bitse de Peygamber’i gündemleştirmeye devam edeceğiz. Hayatımızın her alanına Allah’ın ve Rasûlünün müdâhale etmesine zemin hazırlayacağız. Her an örneklik yönüyle bahsedeceğimiz şahıs, Rasûl olacak. Yorumlayacağımız haberler, esas Kur’an ve Kur’an’ın haberleri olacak: “De ki: ‘Bu Kur’an, büyük bir haberdir. Ama siz ondan yüz çeviriyorsunuz.”[2] Evet, bizim için, Mekke’ye ve Medine’ye sığmayan, 6. asırlara hapsedilmemesi gereken Peygamber, kutlu doğum haftasıyla da sınırlandırılamaz. Öyleyse, haydi, Kur’an’ın tanıttığı Peygamber’i, Kur’an’ı da doğru tanımak açısından yeniden ve ısrarla gündemleştirelim:

Rasûle itaat, onun izinden gitmek, sünnetlerine sarılmak; belirli bazı şeylerle sınırlı değil, tüm hayatımızla ilgilidir. Onu on dört asır öncesine ve Mekke ile Medine’ye mahkûm etmek, âlemlere rahmet olan şahsın evrensel ilkelerine ihânettir. O bugün bu şehirde de örnektir. Sünnetleriyle burada yaşamalıdır. O yüzden “o bu gün yaşasaydı, ne yapardı?” sorusunu kendimize sormak ve cevabını imanımızın, vicdanımızın ve irfanımızın sesinden alabilmek gerekir. Ve aldığımız cevabı sünnet olarak yaşamak… Önce biraz aykırı sorular soralım; soralım ki, hayatımızla Peygamber hayatı arasındaki çelişkiler sırıtsın.

O bugün yaşasaydı, hangi köşkte yaşardı? Mercedes mi alırdı, BMV’yi mi tercih ederdi?

Hangi bankanın veya bankaların kredi kartlarını kullanırdı? Banka işlemlerini yaparken, faiz alır veya kredi çekerken besmele de çeker miydi?

Televizyonda hangi kanalları seyreder, hangi dizilerin tiryakisi olurdu?

Hangi şarkıcıları dinler, hangi sanatçıları över, hangi artistleri severdi?

Hangi takımı tutar, nasıl slogan atardı?

Yaz tatillerinde Marmaris’i mi, yoksa Antalya’yı mı tercih ederdi?

Hangi Ergenekoncu subayın emri altında askerlik yapardı?

Düzeni devam ettirmek için tâğutlara nasıl yardım ederdi?

Düzenin yöneticisi olmaya, hangi basamaktan başlardı?

Hangi partiye oy verir, hangi devlet adamlarını kendinden kabul ederdi?

Heykellerin karşısında saygı duruşunda iken ne okur, deftere ne yazardı?

Hangi eliyle çelenk koyar, kutlamalarda ne tür konuşmalar yapardı?

“Biz de Atatürkçüyüz”, “Atatürk’ün izindeyiz” sözünü hangi törenlerde söylerdi?

Hangi Batılı ülkeleri dost ve müttefik kabul eder, hangi yöneticileri kardeş kabul ederdi?

Ümmet kavramını ne zaman ümmete unutturur, Avrupa ile ortak devlet olma hedefini nasıl ilan ederdi?

Tevhid söylemlerinden hangi rüzgâra kapılarak vazgeçer, kâfirlere sınırsız tavizler verirken, ne tür uzlaşmalar içinde olurdu?

Demokrasiyi mi daha harâretle savunurdu, liberal ekonomiyi mi?

“Devletin dini olmaz, paranın imanı olmaz” sözlerini hangi kâfirleri memnun etmek için söylerdi?

Yatırları veya modern türbe Anıtkabir türü yerleri kimlerle ziyaret ederdi?

Katıldığı bayrak törenlerinde kravat mı takardı, yoksa papyon mu?

İstiklal Marşı dinlerken hangi titizlikle hazırola nasıl geçerdi?

Vergisini hangi vergi dairesinde öderdi?

Çocuklarını hangi okullara gönderirdi? Düz Liselere mi, özel okullara mı?

Hangi marka elbise giyerdi, kravatının rengi ne olurdu?

Giydiği kot yerli mi olurdu, yabancı mı? MC Donald’daki menüsü ne olurdu?

Coca Cola’yı mı, yoksa Pepsi’yi mi tercih ederdi?

Hangi marka sigara içerdi, yerliyi mi Amerikan sigarasını mı tercih ederdi?

Hangi dergâhta şeyh olur veya hangi cemaatin imkânlarından yararlanırdı?

Hangi derneğin başkanlığını yapar, hangi grubun başına geçerdi?

Hangi TV. programında boy gösterir, hangi kanalda mevlit okurdu?

TV.’de hangi sanatçıların hangi sanatlarını icra etmesinden sonra sahne alır, konuşurken hangi reklamların girmesine ses çıkarmazdı? Program başına ne ücret alırdı?

Koltuk takımları alırken hangi markayı tercih ederdi? İstiklal mi, Bellona mı, yoksa Avrupa markalarını mı tercih ederdi?

Evindeki televizyonunu ne zaman LCD ile değiştirirdi? Uydu anteni hangi marka olurdu?

Taşıdığı cep telefonuyla günde kaç fotoğraf çekerdi?

“Böyle soru mu olur?” “Rasûlullah bunları yapar mıydı?” diye tepki gösterdiğinizi sanıyorum. Onunla aramızdaki çelişkiyi daha iyi vurgulamak için bu soruları sorma ihtiyacı hissettim. Eğer o bunları yapmaz idi ise, biz O’nun ümmeti olarak, O’nu örnek alıp O’nun izinden gitmemiz gerektiği halde, hangi yüzle ve nasıl bunları yapabiliriz? Onun için sorulması uygun olmayan bu sorular bizim için nasıl sorulabiliyor?

Peki, günümüzde yaşasaydı o yüce insan, ne yapardı? Giyimi, evi, işi, aşı, putlarla ve putçularla ilişkisi, İslâm düşmanlarına tavrı, yani topyekûn yaşayışı nasıl olurdu? Herhangi bir iş yapmaya karar verirken, “Rasûlullah olsa idi, bugün benim yaşadığım bu yerde yaşasaydı bu işi yapar mıydı, yaparsa nasıl yapardı?” diye sorsak ve kendi imanımızdan ve vicdanımızdan aldığımız cevap doğrultusunda yaşasak, işte o zaman sünneti yaşamış oluruz. İşte o zaman O’nun izinden gitmiş, O’nu örnek almış oluruz. O Rasûl, bugün yaşamış olsaydı, elinde ve gönlünde Kur’an mı olurdu, yoksa cep telefonu mu? Kur’an’ı mehcur bırakıp terk ettiği olur muydu? Politikacıları sever, bugünkü halleriyle onları destekler miydi? Onlarla ilişkisi nasıl olurdu? Cevabını biliriz, biliriz de Rasul’ün sünnetine değil, başkalarının yolunu ve izini tercih ediyorsak, “Peygamberin kim?” sorusunun cevabı olarak dilimizden hangi ad çıkar acaba? Peygamberimiz bugün yaşasaydı sigara içmezdi, televizyon seyretmezdi, kahvede vakit öldürmezdi, kredi kartı kullanmazdı, bunlardan daha önemlisi; hiçbir şekilde putlara saygı duymaz, putperestlerle uzlaşmazdı. İslâm’a düşman olan düzenle mücadele ederdi. Tâğutlara yardımcı olmaz, tam tersine İslâm dışı düzenle ve o düzeni sürdürenlerle mücadele ederdi… diyorsak o zaman bu doğrultuda, sünnet kavramını güncelleştirme konusunda bize çok iş düşüyor. Sünnet, meselâ sabah-akşam kabak yemek değildir. Sünnet, şekil yönüyle Peygamber’i taklit etmekten öte, onun din adına yaptıklarını günümüzün şartlarına uyarlamak, onun yaptıklarının gerekçe ve hikmetlerinden yola çıkarak Kur’an’ı günümüz hayatına geçirmeye çalışmaktır. “Bugün ve burada”yı Muhammed’ce yaşamak, “küçük Muhammed”, “Muhammedcik” olmaya çalışmak, ashabla hayırda yarışmaktır. Sünnet, günlük hayatımızda Peygamberimiz’in yapacağından emin olduğumuz şeyleri yapmak, onun yapmayacağını değerlendirdiğimiz şeyleri terk etmektir. Evimiz, işyerimiz ve sokaklarımızdan tutun da, okullar, mahkemeler, kanunlar, devlet Peygamberin ilkelerine mi daha çok benziyor, yoksa O’nun düşmanı Ebû Cehil’lerin ilke ve uygulamalarına mı benziyor? Kimi örnek aldığımız bu sorunun cevabındadır.

Sünnet: O’nun yolu, tavrı, davranışları ve konuşmaları demek… Bugün sünnet olarak bildiğimiz birkaç tane, o da şekilden ibaret şey kalmış. Namazların sünnetleri, yaşlı adamların sakalları, erkek çocukların küçük bir operasyonu ve benzer bir-iki şey. Bunların dışında Peygamber’in yaşayışını, meselâ sünnet olarak on tane davranışını bile sayamıyor Müslüman. Hâlbuki sünnet; Peygamberimiz’in din adına yaptığı her şeydir, tavsiye ettiği, uyguladığı her şey. Oğullarını sünnet ettirmeyenleri kınıyoruz da, ondan daha kuvvetli sünnetleri terk edenleri niçin kınamıyoruz? Kendimizin de kınanacak birçok yönümüz olduğunu kabul edelim, çünkü nice sünnetleri terk etmişiz. Esas sünnet, Kur’an’ın hayata geçirilmesinde nebevî modeldir. O, canlı Kur’an’dı. O’nun tüm hayatı sünnettir. Peygamberimiz’in putlarla ve putçularla nasıl mücadele ettiği, cihadları, savaşları, insanları nasıl eğittiği, toplumsal sünnetleri, nasıl devlete gittiği vb. bilinmeden sünnet kavramı da doğru anlaşılmaz.

Peygamberimiz kimlerle, niçin mücadele etti? Biz de aynı kimselerle mücadele etmek zorundayız. Peygamber’in düşmanları sadece O’nun zamanıyla sınırlı değildi. Ebu Cehiller, Ebu Lehebler günümüzde belki daha etkin roldeler, ama onları tanıyacak ve gereğini yapacak Sünnet ehli insanlar aranıyor. O’nun düşmanlarını dost kabul edemeyiz. O’nun düşmanları “ben O’nun düşmanıyım” demeyebilir, sinsi olabilir, O’nun getirdiği vahye, Kur’an’a ve O’nun yaşayışına yani Sünnetine düşman olanlar, Müslümanlara bu konuda özgürlük hakkı vermeyenler, kim olurlarsa olsunlar bizim dostlarımız olamazlar.

Peygamberimiz, Kur’an’ı hayata taşıyıp Sünnetiyle tefsir edip uygulayarak o günkü câhiliye hayatını tarihin çöplüğüne atmıştı. Şimdi daha feci bir şekilde ortada duran sosyal ve siyasal câhiliyeyi yine yeniden uzaklaştırmak için Kur’an ve Sünnetin hayata geçirilmesinden başka yol yoktur. Bu görev, hem dünya kurtuluşu ve hem de âhiret ödülü için şarttır.

Peygamberimiz’e karşı, O’nun mirasına ve bize bıraktığı emanete karşı bu ve benzeri görevleri düşünüp planlamadan kuru kuruya güller ve gül edebiyatlarıyla, duygusal hitaplarla Peygamber’i anmak, O’nun aziz hâtırasına saygısızlık olabilir.

Hayatımız Onun yaşayışına, evlerimiz Onun evine, sokaklarımız Onun Medine’sinin sokaklarına, okullar Onun Suffe okuluna, devlet Onun devletine ne kadar benziyor? Onun, nice zahmetlerle kurduğu devleti ne yaptık? Onun adını destanlaştırması gereken dillerimiz ne adlar belledi? Kimleri putlaştırdı? Artistleri, şarkıcıları, futbolcuları, tâğutları ezbere bilen, fakat Peygamberin hayatını onların yaşayışı kadar bile tanımayan, Peygamberin izi yerine başka izler takip eden nesiller nasıl onun ümmeti olacak?! Bugün yine câhiliye hayatı her şeyiyle hâkim. Peygamberimiz’in hayata geçirdiği prensipleri bireysel, sosyal ve siyasal hayatımıza hâkim kılarsak, yaşanılan câhiliye asrı da mutluluk asrına dönüşecektir. İşte, sünneti gerçek anlamda o zaman yaşamış olacağız.

Muhammed’siz ümmet, öndersiz vâris olunmaz. “Ilımlı İslâm” projesinin devamı olarak “Ilımlı Muhammed” şeklinde, küfre ve şirke müdâhale etmeyen bir portre sunuluyor. Suya sabuna dokunmayan, hiç kılıç kuşanmamış, putlarla ve putçularla hiç mücadele etmemiş, eli tesbihli, herkese gül dağıtan şeyh görüntüsünde, zulme ve münkere karışmayan tonton bir hacı amca gibi takdim ediliyor. Hayır, bin defa hayır! Bu, benim peygamberim değil. O, rahmet peygamberi olduğu kadar savaş peygamberiydi. O’nun dostluğu dünyalara bedel olduğu gibi, düşmanlığı da korkulacak bir azap idi. Onu tanıyan, başka lider arar mı? Onu seven başkasının arkasından gider mi? Âlemlere ve bize rahmet, Muhammed! Salât ve selâm O’na ve O’nu örnek alanlara olsun!

 

[1] ] 25/Furkan, 26-29 910] 12/Yusuf, 40

[2] ] 38/Sâd, 67-68

DİNE KARŞI DİNLE SAVAŞMANIN SON VERSİYONU:  ILIMLI İSLÂM

ÂYET:

مَْ لَهُمْ ُشُرَ آكٰؤُ۬ َشَرعَُو لَهُمْ مِنَ لدّ۪ينِ مَا لَمْ يَاأذَْنْ بِهِ للّٰهُۜ وَلَولَْا كَلِمَةُ لْفَصْلِ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْۜ وَنَِّ

لظَّالِم۪ينَ لَهُمْ عَذَبٌ لَ۪يمٌ

“Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı derhal aralarında hüküm verilirdi

(işleri bitirilirdi). Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” [1]

فََتُؤْمِنُونَ ببَعْضِ لْكِتَابِ وَتَكْفُروُنَ ببَعْضٍۚ فَمَا جَ آزَءُ مَِنْ يَفْعَلُ ذٰلِكَ مِنْكُمْ لَِّا خِزيٌْ فِي لْحَيٰوةِ

لدُّنْيَاۚ وَيَوْمَِ لْقِيٰمَةِ يُردَُّونَ لِآىٰ ََشَِّ لِْعَذَبِۜ وَمَا للّٰهُ بغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

“…Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle davrananların cezâsı, ancak dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” 863

وَمَا يُؤْمِنُ كَْثَرهُُمْ بِاللّٰهِ لَِّا وَهُمْ مُشْرِكُونَ

[2]“Onların çoğu, ancak şirk/ortak koşarak Allah’a iman ederler.” وَمَنْ أظْلَمُ مِمَّنِ فْتَرىَٰ عَلَى للَّهِ لْكَذِبَ وَهُوَ يُدْعَىٰ إلَِى لْ إاِسْلَامِ ۚ وَللَّهُ لَا يَهْدِي لْقَوْمَ

لظَّالِمِينَ

“İslâm’a çağrılırken, Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır? Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete/doğru yola erdirmez.” [3]

وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إذَِ قَضَى للهُ وَرسَُولُهُ أمْرً أنْ يَكُونَ لَهُمُ لْخِيَرةَُ مِنْ أمْرهِِمْ ۗ وَمَنْ

يَعْصِ للَّهَ وَرسَُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُبِينًَّا

“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”[4]

Ilımlı kelimesi, bilindiği gibi, lügat anlamıyla, fazla sıcak ve soğuk olmayan demektir. İnsanlar ve onların ideolojileri, inançları için kullanıldığında da, “aşırı olmayan, ölçülü, mûtedil” anlamlarında kullanılır. Yani sıcaklığı giderilmiş, ılımlılaştırılmış anlamında. Bununla radikal olmayan anlayışlar kastedilir. Radikallik de, köktencilik, her alanda köklü değişiklik ve yenilik eğilimi, sertlik, keskinlik, aşırılık anlamlarında kullanılıyor. Aslında radikallik/radikalizm, Batıdaki çıkış ve kullanılış şekliyle, geçmişteki kurumlardan tamamıyla kurtulmak amacını güdenlerin düşünce tarzı ve öğretisini belirten ve keskin yenilik akımı için kullanılan bir terimdir. Köklü değişiklik isteme konusunda uygun düşse de eski kurumlara tümüyle karşı çıkılıp her şeyiyle yenilik eğilimi ve keskin bir yenilik taraftarı olmak anlamında muvahhid müslümanlara radikal denilmesi hiç doğru olmaz. Kaldı ki, müslümanın radikali, ılımlısı vb. olmaz. Müslüman müslümandır, ona “müslüman” ismini Allah vermiştir.[5] Muvahhid müslümanlar, kendilerine ne ılımlı, ne radikal, ne dinci denilmesini isterler. Onlar Allah’ın verdiği isimle şeref duyarlar. Hele, “İslâm” dini için kullanılan değişik sentezlere, Allah’ın vermediği başka adlandırmalara hiç iltifat etmezler. İslâm’ı farklı ayrımlara tâbi tutup dini sulandırmaya, suyu ılımlı hale getirmeye tümüyle karşıdırlar. İslâm, aşırı mıdır? Yani Kur’an’ın ve sünnetin çizgisindeki İslâm, ölçüsüz müdür? Kime göre, nasıl bir aşırılıktır bu da, onu ölçülü hale getirmeye yeltenebiliyorlar? Kur’an’ın sınırlarını çizdiği “İslâm”, kaynar derecede sıcak mıdır ki, “ılımlısı” istenmektedir? Her konuda ölçü ve “İslâm”ın ölçülü olup olmamasında karar mercii Allah mıdır, perde arkasına gizlenen ve halka din biçen egemen güçler mi? “Ilımlı İslâm” ifâdesi, Allah’ın dini olan gerçek İslâm’a iftiradır, ona hakarettir, onu suçlamaktır ve reforma ihtiyacı olduğu anlayışıyla onu tahrif etme çabasıdır. “Ilımlı İslâm” kavramından ancak bunlar anlaşılır.

Radikal ve ılımlı tâbirleri bütünüyle Batı kaynaklıdır. Onlar, önce etiketle yaftalamayı, sonra uygun gördükleri bu yakıştırmayla insanları suçlayıp cezalandırmayı pek severler; yani hem dâvâcı, hem savcı, hem yargıç ve hem de gardiyan ya da cellat rolünü. Bununla da yetinmeyip müslümanların kavramlarının ve dinlerinin içini de kendi bâtıl zihniyetleri doğrultusunda doldurmaya, insanları da bu yeni şekil verdikleri kavrama ve dine uydurmaya çalışırlar. Bu, bir anlamda rablik taslama, insanları ve inançlarını yeniden inşâ etmeye çalışmadır. O yüzden Kur’an, Batılılara (ehl-i Kitaba): “Allah’tan başkasına tapmama, O’na hiçbir şeyi şirk koşmama” yanında, “Allah’ı bırakıp da bazı insanları, birbirlerini rab edinmemeye, ilâhlaştırmamaya” çağırır ve bu bizim de bu çağrıyı yapmamızı (diyalog değil, dâvet tebliğ) emreder. Bu âyetin sonunda da bizim halimizle ve dilimizle şöyle dememiz istenir: “…Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman, ‘bizim müslüman olduğumuza şâhit olun!’ deyiniz.” [6]

Ilımlı İslâm tâbiriyle içi boşaltılmış bir din kastedilmektedir. Tevhidî içerikten soyutlanmış, cihadı, ahkâm (hükümle ilgili) âyetleri, toplumsal emir ve yasakları, devlet talebi olmayan, küfre ve şirke karşı hiçbir tavrı olmayan bir din oluşturulmaya çalışılmaktadır. Çok eski zamanlardan beri bu amaca yönelik çalışmalar yapılmakla birlikte, İsrail’in sömürgesi konumundaki ABD’nin başını çektiği Batı, özellikle ikiz kulelere saldırılardan sonra bu yoldaki çalışmaları yoğunlaştırdı. BOP, Ortadoğu’nun dinini yeniden şekillendirmeyi, yani ılımlılaştırmayı hedefleyen bir projedir. Türkiye yönetimini de hem demokrasi ve hem de ılımlı İslâm’ı bir arada yürüttüğü için model ülke kabul etmekte, yöneticilere “lâ”sı olmayan ılımlılaştırılmış bu dini (ki, buna “İslâm” demek doğru olmaz) diğer ülkelere de pazarlamasını istiyor. Türkiye’de devletin dininden ve düzenin öngördüğü din anlayışından (ulusal Türk dini halini almış özel dinden, ılımlı İslâm’dan) râzı olduğunu ısrarla belirtiyor. Görünen o ki, yöneticilerin de bu rolden pek şikâyetleri yok. Bu coğrafyadaki düzen ve tâğutlar, bir taraftan kendi ülkelerinde tevhidî muhtevâdan uzak, demokrat, Atatürkçü, devletçi, ulusalcı, laik, muhâfazakâr (neyi muhâfaza ediyorsa) bir dini, yani “ılımlı İslâm”ı, dinini yaşamak isteyen müslüman halk için tek alternatif şeklinde sunuyor. Diğer yandan bu tahrif edilmiş din anlayışını diğer ülkelere Batı adına ihraç etmeye, kendilerini örnek almalarını istemeye çalışıyor.

Ilımlı İslâm kavramı, gerçek İslâm’ın zor olduğu, aşırı olduğu önyargısından yola çıkılarak oluşturulmuş alternatif beşerî bir din anlamı taşır. İslâm, hiç de zor bir din olmadığı, dünya ve âhiret saâdetini en kolay, en kestirme ve en doğru yoldan elde etmenin adı olduğu halde; bazıları onu zor, kaynar derecede sıcak kabul ediyorlar da, kendi şeytanlarının ve şeytanlaşmış arzularının doğrultusunda hoşlanacakları kolay, basit ve ılımlı bir din dizayn edip halka “sizin dininiz bu olmalı” deme gücünü kendilerinde görüyorlar.

İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu birtakım güçlüklerin olması doğaldır. Aslında aziz İslâm’ın teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı hiçbir yük yüklemez.[7] Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, var olmasının sebebini anlamayıp, kendi hevâsına göre yaşamayı seçmiş kimseler; İslâm’ın tekliflerini ağır bulurlar. Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’an’a dâvet edilmelerini çok ağır bir teklif olarak kabul etmektedirler. [8]

İslâm’da zorluk değil; kolaylık esastır. Allah’ın gönderdiği ölçülere göre yaşayan, yani İslâm’a uyanlar; hem dünya hayatını düzene koyarlar, hem hayat sınavını başarırlar, hem de Allah’ın muttakî kullar için hazırladığı hesapsız nimetlere ve mükâfatlara kavuşurlar. Kullarının bu güzelliklere kendi çabalarıyla kavuşmalarını isteyen Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, zayıf bir yapıda yaratılmış insan için tekliflerini yumuşatmış, kolaylaştırmış ve onun sırtındaki ağır yükleri indirmiştir. Rabbimiz bu konuda buyuruyor ki: “…Allah size kolaylık (yüsr) ister, sizin için zorluk (usr) istemez.” [9]

İslâm’ın emir ve yasakları içerisinde insanın fıtratıyla ve hayatın gerçekleriyle çatışan hiçbir şey yoktur. İslâmî hükümlerin zor ve çağa uymadığını zannedenler; kendi hevâlarına uyan, Allah’ı bırakıp tapacakları putlarını elleriyle yapanlar, ya da kendi görüşünü Allah’ın koyduğu ölçüden daha doğru sanan ahmaklardır. İslâm, insanlara, altlarından kalkamayacağı hiç bir şeyi teklif etmemiştir. İslâm’ın bütün emir ve yasakları (hükümleri), insanlara faydalı olan güzel şeyleri kazandırmak, zararlı olan çirkin şeyleri de onlardan uzaklaştırmak gâyesine mâtuftur.

Emredilen ibâdetler, bir zorluk, sıkıntı veya işkence değil; huzur, rahatlık, düzen ve iç ferahlığı ve dengeli bir yaşayışın plan ve programıdır. Dinimizde nass’la (kesin deliller ile) sâbit olan şeyleri değiştirmek, zamana ve toplumlara uydurmak mümkün değildir. Ilımlı İslâm kavramıyla, tek hak din olan İslâm, atmalar ve katmalarla dejenere edilmek, çağın bâtıl ideolojilerinin ve sapık insanların güdümünde uyduruk bir din oluşturulmak istenmektedir.

Günümüzde İslâm’ı yaşamak ve hayata geçirmekle ilgili zorluk, dinin ve dinî kuralların zorluğundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin ve tâğûtî düzenlerin, müslümanların dinlerini yaşaması önüne sayısız engeller koymasından, baskı ve zulümlerinden kaynaklanıyor. Dinin yaşanması zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istikamet işaretleriyle topluma dayatılınca kısır döngü şeklinde hayatın her alanı da zorlaştırılmış oluyor.

Kolaylık, gerçek din için geçerlidir. Dini parçalara ayırmak veya infak, sâlih amel ve takvâ gibi esasları ihmal etmek, sünnetullah gereği kolaylık yolunu terketmektir. Din, bir bütün olarak kolaydır. İbâdetlerle güçlenmeyen ve fıtratındaki güzelliği korumayan bir insana İslâm’ın bazı emir ve yasakları zor gelebilecektir. Temel gıdalarla yeterli şekilde beslenmeyen, vücut için zarûrî yiyecekleri yemeyen kimse gerekli enerjiye sahip olamadığı için za’fiyetten dolayı nasıl basit işleri yapmakta zorlanırsa, mânevî/rûhî gıdalarını almayan kimse de mânevî ve psikolojik za’fiyetinden ötürü, aslında hiç de zor olmayan görevleri yerine getirmekte zorlanacaktır.

Allah’a kulluğun zor olduğunu zannedenler, nasıl zorluklar içinde kıvranıyorlar, farkında değiller. Hakkı görmek istemedikleri için, bâtıl kendilerine şirin, gerçek din de zor geliyor. Kula kulluk ve kendi gibi ya da daha aşağılarına boyun eğmek, insan fıtratına ve onuruna ters nice zorlukları bu insanımsılar nasıl değerlendiriyorlar? Stres ve bunalımlar, psikolojik rahatsızlıklar, ahlâkî problemler, maddî kayıplar, hastalıklar, bitmeyen şikâyetler... hep gayri İslâmî yönelişlerin ya da dini sulandırıp ılımlı İslâm çizgisinin, bu dünyadaki zorluklarıdır. Şeytan, güzel amelleri zor göstermeye çalıştığı gibi, fâsıkların da amellerini süsler, zorları kolay zannettirir. Meselâ içki içmek ve sonrasına katlanmak hiç de kolay olmadığı halde, şeytan içkiyi güzel ve kolaylık zannettirir. Fâhişelik ve câhiliyyenin “hayat kadını” deyip özendirdiği bayat kadınlarla zinâ etmek, AIDS gibi riskleriyle, maddî-mânevî pislik ve sıkıntılarıyla hiç de kolay ve güzel bir şey olmasa gerektir.

“Lâ râhate fi’ddünya.” İnsan, zaten dünyada tam ve mutlak bir kolaylık ve rahat içinde yaşayamaz; Bu kural, zengin-fakir, her dönem ve her yerdeki tüm insanlar için geçerlidir. Yoksa, cennetin kıymeti olmazdı. İnsan, hayatın zorluklarını ya Allah için çekecek ve bu doğal zorlukları kolaylık ve güzelliklere çevirecek ve âhiret sermayesi yapacak; ya da gayri meşrû bir amaç uğruna zorluklara katlanacak, zorluklar katlanarak büyüyecek ve öteki dünyada zor bir hayat onu bekleyecektir.

Allah, hiç kimseyi, yapması mümkün olmayan bir şeyden sorumlu tutmaz.[10] Bununla birlikte, kişinin neyi yapıp neyi yapamayacağına kendisi karar veremeyeceği de açıkça anlaşılmalıdır. Belirli bir kimsenin, neyi yapabilip neyi yapamayacağına karar verecek olan Allah’tır. Aynı şekilde, bir şeyin kolay veya zor olduğuna hükmetmek; şeytanın ve insan hevâsının/nefsinin kararına bırakılmamalıdır. Allah bizim için zorluk dilemediği, kolaylık istediği için,[11] Allah’ın bize emrettiği tüm hükümler kolaydır. Ama, birçok zorluğu ve çirkinliği bulunan haramları şeytan süslediği,[12] kolay ve güzel gösterdiği gibi; Allah’a ibâdet ve itaati de zor göstermeye çalışır. Müslümanca yaşamak, ibâdet ve tâatle Allah’a teslim olup O’na yönelmek, aslında hayatı kolaylaştırmaktır. Fakat insan şeytanla ve günahlarla imtihan edildiğinden nefsi/hevâsı ona ibâdetleri ve İslâmî hayatı zor gibi gösterir.

Allah’ın râzı olduğu bu tevhid dinini yeniden dizayn edip reforma tâbi tutmaya, onu tahrif edip yeniden şekillendirmeye kim, hangi hakla cür’et edebilir? Bu yetkiyi onlara kim veriyor? Câmi duvarını pislemeye kalkanların da, onlara seyirci kalanların da âkıbetleri hiç iyi olmayacaktır. Taşlar (tâğûtî düzenin yasalarıyla) bağlı ve itler (özgürlük yemiyle) azgın olsa da bu sonuç değişmeyecektir. Bir kısmını kabul edip bir kısmını da inkâr etmek sûretiyle Allah’ın dinini parça parça edip gruplara ayrılanlarla müslümanların hiçbir (olumlu) ilişkileri olamaz.[13] Bazıları kalkıyor, İslâm’ı ikiye ayırıyor: Radikal İslâm, ılımlı İslâm diyor. Cici İslâm, ağza biber sürülecek İslâm şeklinde iki çeşit İslâm ortaya koymaya çalışıyor. Tabii, tercihlerini, yönlendirme ve dayatmalarını kendilerinin veya kendilerinden daha alçak bazı insanların içini doldurduğu cici dinden yana koyuyorlar. Allah’ın Kur’an’la tanımlayıp Peygamberiyle örneklendirdiği dini beğenmeyip değiştirmek isteyen bu tipler, bir anlamda -hâşâ- Allah’a din öğretmeye kalkıyorlar. “De ki: ‘Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[14] Bu, vahiy dinini akıl dini haline getirmek, İlâhî dini beşerî din ölçülerine indirmek, yani tahrif etmektir. Bir zamanlar hak din olan hıristiyanlık ve yahûdiliğin başına gelenlerin aynısını İslâm için de yapmaya çalışıyor ılımlı İslâm anlayışını dayatan muharrref din sahipleri.

İçinde “hak”dan bazı unsurlar taşıyan “bâtıl”, en tehlikeli bâtıldır. Bâtıl/ küfür, kendi aslî yapısıyla İslâm’ın karşısında durmayı göze alamadığı için, hak maskesi takarak, hakla koalisyona girerek, sûret-i hakdan gözükerek kalleşçe, münâfıkça İslâm’ın karşısına geçiyor. Dine karşı din, İslâm’a karşı ılımlı İslâm yaklaşımıyla cahil kitleleri safına çekmeye, gerçek İslâm’ı içten yıkmaya çalışıyor. Bu, modern zamanlarda icat olunan yeni bir keşif değil; kâfirlerin çok eski, ilkel bir taktiği. Medine münâfıklarından farklı bir şey yok küfür cephesinde.

Ilımlı İslâm’ı savunmak, insanı tanrı yerine koymaktır, ilâhlık taslamaktır, İslâm’ı yeniden şekillendirip, atmalar ve katmalarla onun içeriğini yönlendirmeye kalkmaktır. Tâğut denen bu azgın sapıklar, kendilerinin râzı olacağı bir din istiyorlar. Allah’ın bizim için seçip râzı olduğu dinden onların râzı olmayacakları belli. “Sen onların dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.”[15] O yüzden, bu ılımlı İslâm denen ucûbe, egemen güçlerin, global küfrün râzı olacağı farklı bir dindir; adına İslâm denilse de hak din olan, Allah’ın seçtiği ve râzı olduğu İslâm değildir. Kur’ân-ı Kerim, bunlar hakkında bakın neler diyor?

“Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı derhal aralarında hüküm verilirdi (işleri bitirilirdi). Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” [16]

“…Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle davrananların cezâsı, ancak dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” [17]

“İslâm’a çağrılırken, Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır? Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete/doğru yola erdirmez.” [18]“Onların çoğu, ancak şirk/ortak koşarak Allah’a iman ederler.” [19]Gerçek mü’minlerin vasfını ve tavrını da Kur’an şöyle belirtiyor:

“Gerçek mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlü’ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte sâdıklar (iman iddialarında doğru olanlar) ancak onlardır.” [20]

Her gün, namaz kılarken 40 defa duâ ediyor ve O’nun dosdoğru dinini tâkip edeceğimize dair bir anlamda Allah’a söz veriyoruz: “(Ey Allah’ım) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar, yardım isteriz. Bize hidâyet ver, dosdoğru yolu göster. Kendilerine nimet verdiğin, lütufta bulunduğun kimselerin (peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin, sâlihlerin) yolunu; gazaba uğramış (yahûdilerin) ve dalâlette olan sapıkların (hıristiyanların) yolunu değil!” [21]

Ilımlı İslâm denen bu sahte din, hakka bâtılın karıştırılması, hakla bâtılın koalisyonudur. İlâhî dinden bazı hususlarla emperyalist keferenin bazı prensiplerinin karması olan uydurma bir karışımdan, çirkin bir sentezden başka bir şey değildir.

İslâm, “lâ (hayır!)” ile başlar. “Lâ ilâhe illâllah” demeyen insan müslüman kabul edilmez. Tarihsel ve güncel ilâh yerine konulan her türlü sahte tanrıları, güç odaklarını, otorite anlayışını, yani tâğutları reddetmeden müslümanlık olmaz.[22] Ilımlı İslâm denilen şey, “lâ”sız bir İslâm anlayışıdır. Reddedecek, tavır alacak, savaşacak bir düşmanı olmamak; her şeyle ve gayri müslim herkesle diyalog içinde kardeş-kardeş, barış içinde yaşamak… Kendisine ve her şeyden önce dinine kast eden bunca zâlime karşı nasıl olacaksa bu!... Aslında bu çirkin kavramla istenen şey belli: müslümanın iğdiş edilmesi, işgalcilere karşı direnç ve tavır gösteremeyecek şekilde pasifize edilmesi, emperyalist zâlimlere kul ve köle edilmesi…

Allah’ın yanında tek hak din olan İslâm,[23] Allah tarafından tamamlanmış ve Peygamberimiz tarafından bize sunulmuştur. “...Bugün size dininizi kemâle (olgunluğa ) eriştirdim, üzerinizdeki nimeti tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip beğendim, ondan râzı oldum...”[24] İslâm, tarih boyunca Allah’ın insanlara gönderdiği dinin genel adıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Kur’an’la tamamlanan ve olgunluğa ulaşan bu din, aslî kaynakları yönüyle kıyâmete kadar bozulmadan devam edecektir. Bu dinin Kitabı olan Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın koruması altındadır ve asla değişmeyecek, tahrif olmayacaktır. İnsanların din hakkındaki görüşleri ve değerlendirmeleri değişse bile, İslâm, Allah’ın dini olarak devam edecektir.

İslâm kelimesi sözlükte; teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına gelir. Allah Teâlâ’nın emirlerine teslim olup itaat etmeye dayanan bir din olması sebebiyle bu dine İslâm denilmiştir. “İslâm”ın terim anlamı ise: Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, dünyada ve âhirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekli, itikadî ve amelî bir nizamdır. İslâm, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren İlâhî bir kanundur. Dünya hayatını düzene koyan İlâhî sistemin özel ismidir İslâm. İnsanla Allah’ın arasındaki ilâhî bağdır. Mutluluğun, barışın, şeref ve izzetin sağlandığı yaşama biçimidir. Allah’ın insanlara, onları mutluluğa ve yüceliklere yükseltmek için gönderdiği İlâhî kanun ve ilkeler bütünüdür.

İslâm, insanın içi ve dışı, kalbi ve kalıbı, aklı ve vicdanı, arzusu ve nefreti, duygusu ve hassâsiyetiyle Allah’a teslim olup boyun eğmesidir. Kalbini ve aklını, elini ve eteğini, içini ve dışını Allah’ın hükmü dışındaki her türlü etkiden kurtarmaktır. İslâm, bütün peygamberlere gönderilen semâvî (İlâhî) dinin adıdır. Çünkü İlâhî vahyin kaynağı birdir ve O da Allah’tır. Allah’ın ‘İslâm’ adını verdiği bu İlâhî din, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile olgunluğa ulaşmış, bütün hükümler açısından tamamlanmış, bütün ilkeleri Peygamber tarafından açıklanmış bir hidâyet yoludur. Allah katında geçerli din, yalnızca İslâm’dır.[25] Bu dine inananlara ‘müslüman’ adını Allah vermiştir.[26] Geçmiş peygamberler de müslümandı, onlara inanan insanlar da. O peygamberler de insanları yalnızca İslâm’a dâvet ettiler. [27]

Müslüman, kalbiyle, diliyle davranışlarıyla İslâm’a teslim olduğunu, Allah’a itaat ettiğini gösterir. Hz. Ali’nin de dediği gibi “İslâm teslimdir, teslimiyettir.” Allah’a teslim olmayan kimse, müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa ona kul olmuş demektir. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”[28] Allah’ı hakem kabul etmeyen, O’nun hükmüne râzı olmayan, O’nu her konuda tek ölçü kabul etmeyen kimse müslüman olabilir mi? Allah’ın dinini beğenmeyen, O’nun dininde bazı eksiltmeler veya artırmalar yapan, o dindeki bazı hükümleri yok sayan veya başka görüşlerle sentezleyen kimseden daha sapık kim olabilir?! Ilımlı İslâm denilen şey, işte böyle bir sapıklıktır.

İslâm tevhid dinidir. Tevhid, “Lâ ilâhe illâllah” ifâdesiyle özetlenir. Allah’tan başka ilâh, yani mutlak otorite, egemenlik kaynağı, ibâdete lâyık zât yoktur; En çok sevilen, korkulan, umut edilen O’dur. Tevhide rağmen, hiçbir şahsın ve kurumun değeri yoktur. Dostluk ve düşmanlıkta ölçü, Allah ve Rasûlüdür; İslâm’dır. Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi meşrû kılmak, O’na karşı din üretmek anlamına gelir. [29]

İslâm’ın hâkim olmadığı sistemlerde, din devletsiz; devlet de dinsiz konumdadır. İslâm’ın istediği gibi bir din topluma ve sisteme hâkim değilse, devletin istediği bir din (dinin tahrif edilen şekli) ortaya çıkacaktır. Değişik ifadeyle, bir ülkede ya dinin devleti, ya da devletin dini vardır. Ilımlı İslâm, zâlim devletlerin, işgalci ve emperyalist güçlerin toplumları kendilerine kul etmek için prensiplerini belirledikleri kuşa benzetilmiş bir din anlayışıdır.

Hak dâvânın mensuplarından Cenâb-ı Hakk’ın istediği şeyler: Hakkı eğip bükmeden söylemek, Allah’ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak, takvâ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bir müslümanın vahiyle belirlenmiş herhangi bir prensipten vazgeçmesi, hakkında nass olan bir konuda pazarlık yapması, inancıyla bağdaşacak bir tavır değildir. Allah’ın emirlerinin büyüğü-küçüğü, temeli-teferruatı, önemlisi-önemsizi, tâviz verilecek olanı-olmayanı olmaz. İman esasları ve dinin ilkeleri, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Rasüller ve onların vârisleri âlimler başta olmak üzere İslâmî hareket mensupları, Allah’ın rızâsından başka beklentileri olmayan, âhireti dünyaya tercih eden dâvâ erleridir. Onlar, etkin ve yetkin müşriklerin tehdit ve zulümlerinden korkmayacakları gibi, dâvâlarını ve kendilerini pazarlık aracı yapamazlar, kiralayamaz ve satamazlar. Bir müslümana Allah’ın vereceği karşılıktan/ödülden daha büyük bir bedel icat edilememiştir, edilemeyecektir. Onlar, halktan bir karşılık istemezler, onların ücretlerini Allah verecektir.

Abese sûresinin nüzul sebebinden de öğreniyoruz ki, Rasûlullah tarafından bile, daha geniş kitleleri harekete katmak, dâvâya hizmet için dahi olsa, bir müslümanın rencide olabileceği en küçük bir davranış onaylanmaz; nerede kaldı ki dâvâyı/İslâm’ı rencide edecek bir tavır, yani tâviz Kur’an’dan destek ve cevaz bulsun!

Ilımlı İslâm’ı savunan ve dinini yaşamak isteyen müslümanlara tek alternatif olarak dayatan çıkar gruplarının esas amaçları, İslâmî hareketi saptırmak veya satın almak ya da boğmaya çalışmaktır. “(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.”[30] Allah Teâlâ, müşriklerin arzularına, hevâ ve heveslerine uymamak ve Allah’ın hükümlerinden bir kısmının bile uygulanmasından tâviz vermemeyi peygamber şahsında mü’minlere emretmektedir.

“Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete erenleri de en iyi bilen O’dur. O halde, (hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” [31]“Sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı/inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız.”[32]

“(Müşrikler,) sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecektin. O takdirde hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” [33]

“De ki: ‘Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam/kulluk etmem…

Sizin dininiz size, benim dinim de bana!” [34]

Zamanımızda olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’in indiği devirde de kendi kafalarına göre din icat edenler veya Allah’ın hükümlerinin kendi arzu ve heveslerine göre değiştirilmesini isteyenler olmuştur. Hâlbuki Kur’an belli dönemlerdeki insanların geçici ve değişken arzularını karşılamak için değil; Kıyâmete kadar bütün insanlığın rûhî, ahlâkî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamak, dünyevî ve uhrevî saâdetin yolunu göstermek için indirilmiştir. Bu sebepledir ki, âyette belirtildiği gibi Peygamber de dâhil olmak üzere hiç kimsenin Kur’an’ın hükümlerini değiştirme veya onları tâviz pazarlığına koyma yetkisi yoktur.

KONUYLA İLGİLİ BİRKAÇ HADİS-İ ŞERİF

“Benden sonra birtakım emîrler (yöneticiler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim ‘havz’ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır.” [35]

“Ben, sizin havuz başında öncünüzüm. Benim yanıma gelen ondan içer, ondan içen de ebediyyen susamaz. Ve muhakkak benim yanıma birtakım kavimler gelecek ki, ben onları tanırım, onlar da beni tanırlar. Sonra benimle onların arasına bir perde konur. Ben, ‘onlar bendendir’ derim. Bana: ‘Sen onların, senin ardından neler ortaya çıkardıklarını bilmezsin’ denilir. Ben de: ‘Benden sonra dinde değiştirme yapanlar uzak olsunlar, uzan olsunlar’ derim.” [36]

“Kitab ve Sünnet’ten başka uyulması gerekli üçüncü bir yol yoktur. Sözlerin en güzeli Allah’ın kelâmı ve yolların en güzeli, Muhammed’in yolu, sîrettir. Dikkat! (Sonradan) dinde ihdas edilmek istenen şeylerden sakının. Çünkü şer işlerden birisi de, ihdas edilen şeylerdir. (Dinde) icat edilen her şey bid’attir. Bid’atler dalâlettir.” [37]

“Karanlık gecenin (zifiri) karanlıklarına benzeyen fitneler ortaya çıkmadan amellere sarılın. (Zira o fitneler zuhur ettiği zaman) Kişi mü’min olarak sabahlayacak, kâfir olarak akşamlayacak. Veya mü’min olarak akşamlayacak, kâfir olarak sabahlayacak. Dinini bir dünya metâı karşılığında satacaktır.” [38]

“Ben sizi, gecesi, gündüzü gibi aydınlık olan (en küçük şüpheyi barındırmayan, gayet açık) bir din üzerine bıraktım. Benden sonra ancak helâk olanlar, o dinden (başka yönlere) sapar. Sizden kim çok yaşarsa, çokça ihtilâfa şâhit olacaktır. Onun için Sünnetime ve hidâyete erdirilmiş olan hulefâ-yı râşidîn’in sünnetine/yoluna yapışın...” [39]

“…Bu din garip olarak başladı, tekrar garipliğe dönecektir. Gariplere ne mutlu! O garipler ki, benden sonra, insanların sünnetimden bozdukları şeyi ıslah edecekler.” [40]

“İnsanlar arasında Allah’ın en çok buğzettiği üç kişi vardır. …(Bunlardan biri:) İslâm’a girdiği halde câhiliyye sünnetini (yol, âdet ve tatbikatlarını) arayan.” [41]

“İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki, onların içinde dini(nin gereklerini yerine getirme) üzerinde tahammül gösteren, avucunun içinde ateş parçası tutan gibidir.” [42]

“Ben bir müşrikten yardım almam!” [43] “Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın.” [44]

Günümüzde gerek sıcak, gerek soğuk savaş şeklinde nice coğrafyalarda tüm şiddetiyle sürmekte olan hak-bâtıl mücâdelesi, aslında ilk insandan başlayıp son insana, yani Kıyâmete kadar sürecek olan İlâhî bir kanun, Rabbânî bir cilvedir. Yeryüzünü ıslah edecek halife olarak yaratılan insan, çok kısa bir zaman sonra bâtıl savaşçısı Şeytanın hileli savaşıyla karşılaşmış ve halife olmanın, hak cephesinde Allah’ın askeri olarak savaşta yer almanın eğitim ve imtihanından geçmiştir.

İnsanlık (ve İslâmlık) tarihi, peygamberlerin veya vârislerinin komutanlığındaki “hak”la, tâğutların komutanlığındaki “bâtıl” savaşının görüntüleri, teferruâtı farklı; cephe ve asılları aynı olan bu mücâdele olaylarından başka bir şey değildir.

Bir müslüman için, bu savaşta tarafsız kalma, savaşın zorluklarından kaçarak sulhu isteme, barışçı ve insancıl(!) olma tercihi sözkonusu değildir. O, şeytanın askerleriyle, tüm hayatı boyunca savaş içinde olacaktır. Tâ ki, fitne yeryüzünden tümüyle kalksın ve din tümüyle Allah’ın olsun. [45]

Mü’min bu savaşta mutlaka safını seçmek zorundadır. Çünkü hakkın safında yer almayan, bu tavrıyla bâtılın safını seçmiş kabul edilecektir. “İman edenler, Allah yolunda savaşır, kâfirler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın dostları ile (kâfirlerle) savaşın. Muhakkak ki şeytanın hilesi zayıftır.” [46]

 

[1] ]862]  422/Bakara, /Şûrâ, 2185

[2] ] 12/Yûsuf, 106

[3] ] 61/Saff, 7

[4] ] 33/Ahzâb, 36

[5] ] 22/Hacc, 78

[6] ] 3/Âl-i İmrân, 64

[7] ] 2/Bakara, 286

[8] ] 42/Şûrâ, 13

[9] ] 2/Bakara, 185

[10] ] 2/Bakara, 286

[11] ] 2/Bakara, 185

[12] ] 6/En’âm, 43

[13] ] 6/En’âm, 59

[14] ] 49/Hucurât, 16

[15] ] 2/Bakara, 120

[16] ] 42/Şûrâ, 21

[17] ] 2/Bakara, 85

[18] ] 61/Saff, 7

[19] ] 12/Yûsuf, 106

[20] ] 49/Hucurât, 15

[21] ] 1/Fâtiha, 5-7

[22] ] 2/Bakara, 256

[23] ] 5/Mâide, 3

[24] ] 5/Mâide, 3

[25] ] 3/Âl-i İmrân, 19

[26] ] 22/Hacc, 78

[27] ] 2/Bakara, 128, 131-133, 135-136; 3/Âl-i İmrân, 20, 67 vd.

[28] ] 33/Ahzâb, 36

[29] ] Bak. 42/Şûrâ, 21

[30] ] 5/Mâide, 49

[31] ] 68/Kalem, 7-9

[32] ] 4/Nisâ, 89

[33] ] 17/İsrâ, 73-75

[34] ] 109/Kâfirûn, 1, 2, 6

[35] ] Tirmizî, 121, hadis no: 2360

[36] ] Buhârî, Rikak 164; Müslim Fezâil 26-32

[37] ] İbn Mâce, Mukaddime 46

[38] ] Müslim, İman 118, hadis no: 186

[39] ] İbn Mâce, Mukaddime 6; Ebû Dâvud, Sünnet 6; Tirmizî, İlim 16

[40] ] Tirmizî, İman 13, hadis no: 2632

[41] ] Buhârî, Diyât 9

[42] ] Tirmizî, Fiten 61, hadis no: 2361; Ahmed bin Hanbel, 2/390-391

[43] ] S. Müslim, hadis no: 151

[44] ] Nesâî, Kitab: 48, bab 52

[45] ] 8/Enfâl, 39; 2/Bakara, 193

[46] ] 4/Nisâ, 76

Cuma, 26 Şubat 2021 08:29

31.HUTBE: ELFÂZ-I KÜFÜR

  1. HUTBE

ELFÂZ-I KÜFÜR

ÂYET:

مَنْ كَفَرَ باللهِ مِنْ بَعْدِ يمَانِ آه۪ لَِّا مَنْ كُْرهَِ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْا۪يمَانِ وَلكِٰنْ مَنْ َشَرحََ بِالْكُفْرِ صَدْرً فَعَلَيِْهِمّْٰ غَضَبٌ مِنَ۪ للّٰهِۚ وَلَهُمْ عَذَبٌ عَظ۪يمٌ

“Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah’tan onlara bir azap vardır.”[1]

وَلَئِنْ سَالَْتَهُمْ لَيَقُولنَّ نَِّمَ۪ا كُِنَّا نَخُوضُ وَنَلْعَبُۜ قُلْ بَِاللّٰهِ وَيَٰاتِه۪ وَرسَُولِه۪ كُنْتُمْ تَسْتَهْزؤُِ۫نَ لَا تَعْتَذِرُو قَدْ كَفَرتُْمْ بَُعْدَ يمَانكُمْۜ

“Allah ile, O’nun ayetleriyle, O’nun Rasulü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz.”[2]

Elfâz’ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise “kefera” fiilinden mastar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere “elfâz-ı küfür” adı verilir.

Bir mü’mini küfre düşüren sözler dörde ayrılır. Bunlar: İstihzâ, istihfaf, istihkar ve istinkârdır. İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar, dinle ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söyleyip sövmek; istinkâr ise bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmek.

Allah’ın zatı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah’a çirkin sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır. “Allah ile, O’nun ayetleriyle, O’nun Rasulü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz.”[3]

Peygamberlik kurumunu önemsememek ve peygamberlikle alay etmek, onlar hakkında küçük düşürücü sözler söylemek istihkar (hakaret ve sövme) sayılır. Bu yüzden herhangi bir peygamberi küçük gören, alay eden ve O’na ezâ veren dinden çıkar. “Şüphe yok ki, Allah’a ve Rasûlü’ne eziyet verenlere Allah dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap hazırlamıştır.” [4]; “Münâfıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve ‘O her söyleneni dinleyen bir kulaktır’ diyorlar. De ki, ‘O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah’a da inanır, mü’minlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir. Allah’ın Rasûlüne eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır.” [5]

Hz. Peygamber’e hakaret dinden çıkardığı gibi, mukaddes kitaplara ve Kur’ân-ı Kerim’e hakaret veya mukaddes kitapların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür. Kur’an’la, bir sûresi veya âyetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür. Meleklere hakaret etmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil’in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed (s.a.s.)’e vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır. Azrâil’e, ölüm meleği olduğu için hakaret etmek, meleklerin dişi olduğunu söylemek de küfürdür. Sahâbeleri tekfir ederek, onların mü’min olmadığını söylemek de küfür kabul edilmiştir. Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğz etmek ise bid’at ve sapıklıktır. [6]

Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irâde ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, ikrâh-ı mülcî yani tam zorlama ile, öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme gibi işkence veya bu tehditler varsa küfür sözü söyleyebilir. “Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah’tan onlara bir azap vardır.”[7] Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye’yi İslâm’dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür. Yâsir’in oğlu Ammâr’ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammâr işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm’dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır. Haber Hz. Peygamber’e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye mâruz kalırsa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir. Yukarıdaki âyet-i kerime bu olay üzerine inmiştir.

Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret taşıyan, kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah’ı sever gibi sevme ifadeleri müslümanım diyen insanlar tarafından rahatlıkla söylenebilmektedir. Bir futbol takımı ekber, yani Allah’a ait olan “en büyük” ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte, öğrencilere bir şahıs hakkında ilâhî özellikler verilerek antlar, şiirler söylettirilebilmektedir. Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı küfür rahatlıkla ağızlardan çıkabilmektedir. “İşimiz Allah’a kaldı”, “Allah’lık” gibi ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler söylenebiliyor. Azrail’e kızılıp ileri geri sözler söylenebiliyor. Bir kıza “Melek” ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle göklerin insan kaderi üzerinde etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler edilebiliyor. Açıkça kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor. Cennet ve cehennemle ilgili fıkralar anlatılarak Allah’ın ödül ve cezası şaka konusu edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları veya dinin kutsallarını küçük düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor. Allah’ın sıfatları başkasına verilebiliyor. Allah’tan başkasına duâ edilip medet ve yardım istenebiliyor. Allah’tan başkası adına yemin edilebiliyor. Ağzımızdan çıkan her sözün hesabının isteneceği unutularak küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor. Bütün bunlar, elfâz-ı küfür, şirk, irtidat gibi konuların kapsamına girmektedir.

ÇEVREDE ÇOKÇA DUYULAN ELFÂZ-I KÜFÜRDEN BAZILARI  (SÖYLEYENİ ŞIRKE DÜŞÜRMESİNDEN KORKULAN ÇİRKİN SÖZLER)

A- ALLAH’LA İLGİLİ

“Allah’lık” (saf bir insan için)

“Allah’sız” (Bunun Allah’ı yok, bu kimseyi Allah yaratmamıştır anlamında)

“İşimiz Allah’a kaldı” (İşimiz yaş, netice beklemeyin anlamında)

“İnşâallah deme, kesin söz ver” (İnşâallah, yani Allah dilerse sözünün yanlış ve yetersiz olduğu anlamında)

“Gökte Allah var”, “yukarıda Allah var” (Allah’a mekân isnadı anlamında)

“Seni Allah gibi seviyorum” (Allah’ı sever gibi çok sevmek, fanatiklik anlamında)

“Seni elimden Allah bile kurtaramaz” (Allah’ın gücü bile yeterli olmaz anlamında)

“Burada Allah yok, Peygamber izinde” (Karakolda, hapishanede vb. Allah’ın yardım edemeyeceği anlamında)

“Allah’ın olmadığı, şeytanın bol olduğu yerde elime geçecek, ciğerlerini sökerim” (Allah’ın olmadığı yer olabileceği anlamında)

“Allah, ondan verdiği canı alamıyor” (Borcuna sâdık olmayanlar hakkında, Allah’ın âcizliği anlamında)

“Allah’ın hükmü burada geçmez” veya “o eskidendi, şimdi Allah’ın hükmü uygulanmaz, devir değişti” (Allah’ın hükmünün geçersizliğini iddia veya tüm zamanlara ait olduğunu inkâr anlamında)

“Şu işin (şeyin) Allah’ını yapar” (Allah’ı herhangi bir şeye benzetme anlamında)

“Sen Allah mısın be?” (Bir yaratığın Allah olma ihtimalini çağrıştıracak anlamda)

“Ye Allah ye”, “vur Allah vur” (Allah’ı kula benzetmek anlamında)

“Allah Baba”, “Allah’ın oğlu gelse...” (Allah’a çocuk isnad etme anlamında)

“Tapılacak kadın” (Allah’tan başka tapılacak/ibadet edilecek mâbud kabulü anlamında)

“Futbol/müzik ilâhı, ...tanrıçası” (Allah’tan başka ilâh kabulü anlamında)

“Hâkimler hâkimi” (Allah’ın dışında bir varlığa Allah’ın bir sıfatını verme, her şeyi yönlendiren anlamında)

“Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” (Allah’a denk başkasının hakkı olduğu, Allah’ın her yerde tek güç olmadığı anlamında)

“Allah bizi unuttu” (Allah’ın zorluklarla denemesi konusunda Allah’ı unutma gibi bir eksiklikle vasfetme anlamında)

“Filan kimse şu şeyi yarattı” (Yaratma fiilini gerçek anlamda, yani yoktan var etme manasında başka birine verme, Allah’ın fiiline ortak kabulü anlamında)

“Allah’ın başka işi mi yok, bununla uğraşacak?” (Allah, her şeyi takdir edip, her şeye hükmünü geçirmez, O’nun dediğinin ve müdâhalesinin dışında da işler olur anlamında)

“Allah bilir ki, şu iş şöyledir” , “Allah şâhit şunu şöyle yaptım” dediği halde, yalan söylemiş olsa; Allah’a iftira atmak ve gizli-açık her şeyi bildiğini kabul etmemek anlamında)

“Hâkimiyet/egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir, ulusundur, meclisindir” (Hâkimiyetin, egemenliğin Allah’ın dışında başkalarına ait olduğunu kabul ve

Allah’ın hükmünün üstünde hüküm olduğu anlamında)

“En büyük filân takım, başka büyük yok” (Ekber/en büyük sıfatının Allah’tan başkasına verilmesi ve başka büyüğün olmadığı, Allah’ın büyüklüğünün inkârı veya büyüklükte ortağı olduğu anlamında)

“Allah’ımı inkâr edeyim ki, şu şöyledir” (Söylediği söz, doğru bile olsa; Allah’ı inkâr etmeyi ihtimal olarak kabul ve inkârı basite almak anlamında)

“Allah, şunu şöyle yaratsaydı, şu işi şöyle yapsaydı ne iyi olurdu” (Allah’ın yarattığını beğenmemek, O’na eksiklik ve kusur isnad etmek anlamında)

“Allah, keşke şunu haram kılmasaydı, şunu farz etmeseydi” (Allah’ın hükmünü beğenmemek anlamında)

(O konuda âyet ve kudsî hadis olmadığı halde,) “Allah şöyle buyurmuştur” demek (Kur’an’da olmayan, ispatlanamayan cümleleri Allah’a isnâd etmek, dolayısıyla Allah’a iftira etmek anlamında)

(Allah’ın kesin olarak haram kıldığı bir şeyi yiyip içerken “Allah’ın ismiyle (Bismillâh)” demek (Allah’la, Allah’ın haram hükmüyle alay etme anlamında)

Allah’ı, O’nun kurallarını, O’nun dinini, kitabını... istihzâ/alay, küçük görme, hakaret, inkâr etme.

Allah’a, dine, dince mukaddes sayılan şeylere küfür, sövme veya çirkin söz söyleme.

Allah’tan başka mutlak gaybı bilen olduğunu kabul etme.

Allah’tan başkasına söylenmesi câiz olmayan şeyleri başka şeyler için söyleme: “Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım, Diz çöküp önünde yıllarca taptım.”, “Mihrâbım diyerek yüz sürdüm” , “Bir Allah’a, bir de sana taptım”, “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya/Anıtkabir yeter” , “Ey, bugünleri borçlu olduğumuz ulu Atatürk” vb.

Allah’tan başkasına dua etmek veya bir kuldan meded istemek

Allah’ın helâllarını helâl; haramlarını haram kabul etmemek

Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan başkasına adak adamak

Allah’ın kesin yasağına rağmen Allah’ın düşmanlarını, kâfirleri sevmek, küfre rızâ göstermek, kâfirlere -hidâyetleri dışında- dua etmek

Tâğutların resim ve heykelleri önünde tapınırcasına saygı göstermek

Allah’ın şeriatından/hükmünden daha üstün yönetim şekilleri olduğunu belirtmek: “Demokrasi/halk idaresi en iyi idare şeklidir” , “Kemalizm, Kapitalizm insanları mutluluğa götürür” demek.

Allah’ı, sadece göklere ve tabiata hükmü geçen bir zat olarak kabul edip, yeryüzünü insanların kendi bağımsız arzularına bırakıp Allah’ı dünya işlerine karıştırmamak, insanların sosyal ve siyasal ilişkilerini düzenleme konusunda Allah’ın dışında otoriteler tanımak

Fayda ve zararı Allah’tan bilmemek, “şu doktor benim hayatımı kurtardı” , “frene basmasaydı ölmüştüm” , “şu hap bana şifa veriyor, beni iyi ediyor” “Devlete karşı çıkılır mı, ezer geçer”

İbadet kapsamına girecek tüm amelleri, sadece Allah için yapmamak, gösteriş veya dünyevî bir menfaat için yapmak.

B- DİNLE İLGİLİ

“Din ayrı, dünya ayrı” (Dünyayı dinin dışına itmek, dini dünyaya karıştırmamak ve laiklik anlamında)

‘’Din ayrı, siyaset ayrı” (İnsanların yönetiminin dinle ilgisi yok, siyaset dinden bağımsız olmalıdır anlamında)

“Dinde zorlama yoktur” (Din seçme konusundaki özgürlükle ilgili Bakara sûresi, 256. âyetini farklı ve yanlış bir konu için delillendirerek, bir müslümana karışılamayacağı, onun haramları işlemede özgür olduğu anlamında; dinin ahkâmla/ muâmelâtla ilgili konularını inkâr etmek veya geçerli olmayacağını iddia anlamında)

“Zevklere ve renklere karışılmaz” (Arzu ve heveslere hiç kimsenin müdahale etmesine hakkı yoktur, ben neden zevk alıyorsam onu yaparım, din adına bile olsa hiç kimse ona karışamaz anlamında)

“Bu benim özel hayatımdır, kimse karışamaz.”, “Demokrasi var, bana kimse karışamaz, canım ne isterse onu yaparım” demek (Allah’ı, Allah’ın hükümlerini önemsememek ve O’na teslim olmamak, nefsini, hevâ ve hevesini putlaştırıp ilâhlaştırmak anlamında)

“Biz babamızdan, atalarımızdan böyle gördük” (geleneği, ataların yolunu mutlak doğru olarak kabul etmek, dine ters düşse de atalarının yolunun en doğru yol olduğunu kabul anlamında)

“Din şöyle diyor, doğru ama...”, “haklısın, fakat...” (Dinin emir ve yasaklarının doğru olduğunu kabul etmekle birlikte, hayata geçirmenin imkânsız gibi çok zor olduğu, yaşanamayacağı, başka alternatiflerin zaruri olduğu anlamında)

“İslâm dini akıl dinidir, mantık dinidir” (Nakli dışlama, vahyi temel ölçü almama, aklı putlaştırma anlamında)

“İslâm şeriatı eskidenmiş, bundan sonra din hâkim olamaz.” (Dini, eski zamana ait tarihî bir vaka gibi kabul etme ve gelecekle ilgili Allah’ın vaadlerini inkâr anlamında)

“Dine bağlı yaşamanın, dindar olmanın zamanı geçti; doğru olursan bu devirde aç kalırsın” (Dinin bütün zamanlar için geçerli olmasının reddi anlamında)

“Dinî günler” (Zamanı, günleri dinî olan ve dinî olmayan diye ayırıp, bazı günlerin dinle ilişkilerinin olmaması gibi anlaşılabilmesi anlamında)

“Hayat yalnız bu dünyadadır” (âhireti inkâr anlamında)

“Sen benim kalbime bak, kalbim temiz” (Dinin bazı emirlerini yerine getirmeyişin mâzereti olarak kalbin temizliği anlayışı ve ibadet edenlerin kalbi temiz değil ki ilâhî emirleri yerine getiriyorlar anlamında)

“Paranın açmadığı kapı yoktur” (Parayı putlaştırmak, kapitalizmin her şey olduğu anlamında)

“Demokrasilerde çare tükenmez” (Beşerî bir düzen olan demokrasi (halkın kendi kendisini yönetmesi)nin her konuya çözüm getiren en üstün idare şekli olduğu; İslâm’ın siyâset ve devlet anlayışından daha üstün bir yönetim şekli olduğu anlamında)

“Aşırı dinciler” , “dinciler” “fundemantalistler”, “dinci teröristler” gibi çirkin ithamları gerçek mü’minlere etiket olarak takmak, müslümanları, dolayısıyla İslâm’ı kötülemek anlamında)

İslâm’a irticâ, gericilik, fundemantalizm, taassup ve benzeri çirkin sıfatlar takmak.

İslâm’a, şeriata, tesettüre karşı tavır almak veya bu tür dinle ilgili hususlara düşman olanları desteklemek.

İslâm’ın kutsal kabul ettiği hususların dışında, özellikle de İslâm’a düşman olan rejimlerin sembollerini yüceltmek veya onlara saygı duymak.

C- CENNET, MELEK VE KADERLE İLGİLİ

“Eşek cennetini boyladı” (Cenneti küçümsemek, cenneti yakışıksız bir şeyle vasıflandırmak anlamında)

“Sensiz cennet kötü, seninle cehennem bana ödül” gibi sözler (Cenneti, cehennemi önemsiz görmek veya âşık olduğu bir insanı bunlardan daha önemli kabul etmek anlamında)

Bir insana “Meleğim” demek, “Çarli’nin melekleri” veya bir kıza “Melek” ismi vermek, ya da birine “melek gibi” demek (Melekleri insan gibi olduğunu, şekillerinin, yapılarının insana benzediğini kabul etmek anlamında)

“Azrâil onun canını yanlış yere aldı” , “Azrâil’le savaşıyor” gibi sözler, Azrâil’e hakaret etmek, onu eleştirmek anlamında)

“Kader utansın” gibi kadere isyan anlamında sözler

“Felek”le ilgili hem hakaret, hem kaderi belirlediği inancı, göklerin (yıldız ve burçların) insan üzerinde etkinliğini, insanların kaderini/geleceğini gök cisimlerinin tayin ettiğini kabul anlamında)

Ve bunlara benzer, düşünmeden, ya da bilinçli olarak söylenen, şirk düşüncesini yansıtan nice sözler...

YOZLAŞTIRILAN DİN; HALKIN DİNİ VE HAKKIN DİNİ

“Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine şeriat kıldılar?” [8]

“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” [9]

“...De ki: ‘Doğru yol/hidâyet, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” [10]

“... Doğrusu birçokları bilgisizce kendi hevâlarına/kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir.” [11]

“Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” [12]

“Gördün mü hevâsını (arzularını, keyiflerini, isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” [13]

Müşrikler İbrâhim’in (a.s.) dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl inanışlarının inşâsı ile nasıl basit çıkarlarına uyan uydurma bir din çıkarmış iseler, onların tâkipçileri de Hz. Muhammed’den (s.a.s.) sonra aynı yolu izliyorlar. Tarihî süreç içerisinde İslâm toplumunun içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; hadisler uydurarak ikinci kaynağın duruluğuna halel getirmeye gayret etmişler, hikâye, kıssa ve menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır. Halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü, bid’atlere din diye yapışmaları, İslâm’a vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı. Müslüman olduğunu söyleyen halkın çoğunluğu, önem vermediği için vahyi hiç anlamıyor veya yanlış anlıyor. Bu konuda suçun büyüğü, halktan daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey, hoca ve tebliğcilerdedir.

Bütün bu mirasın yanında, yerel ve global küfrün çok çirkin tavırlarına muhâtap oldu modern çağın Müslümanları. Bugünkü iletişim akışı içinde, medyanın; uzun boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren, hâinleri kahraman, kahramanları hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak, gerçek dini öğrenip yaşamak kahramanlık istemektedir. İslâm’a düşman düzenlerin, resmî kurumların, okulların ve çevre şartlarının gerçek İslâm’a giden yolu nasıl tıkayıp uzlaşmacı bir yolu din diye sundukları ortadadır.

Kalabalıklar, yaşayışlarını dinleri olduğunu söyledikleri İslâm’a göre yön vermek yerine; hayatın içinde buldukları şeyleri kendileri için din haline getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik... İslâm’ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah’ın rızâsı değil; çağın icapları tayin etmekte ve din çağın icaplarına göre te’vil edilmek sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.

Modernizm, Batı tarzı hayat biçimi, kapitalizm ve ne olduğu belli olmayan demokrasi ve bu çerçevede egemen güçlerce oluşturulmuş konjonktür asıl kabul edilmiştir. Ve merkezdeki bu yapı doğrultusunda İslâm te’vil edilmeye, kuşa benzetilmeye, moda akımlarla sentez edilmeye çalışılmaktadır. İslâm’ı ırkla, ulusalcılıkla, resmî dayatma ve kabullerle, vatan anlayışıyla, şahsî kanaatlerle, lider ve örgütlerle, çağdaş felsefî akımlarla, moda ideolojilerle, kavramlarla sentez etme gayretleri gözükmektedir.

İslâm’ı sadece vicdan özgürlüğü olarak görenler mi ararsınız, sadece Allah’la kul arasındaki ilişki olarak anlayanlar mı? Dünyamızı düzenlemek için gelen İslâm’ın dünya hayatına, kamusal alana karışmasını istemeyenlerden tutun da, İslâm’a şeytanlarının söylediği şekilde bir içerik kazandırmaya çalışanlara kadar ne ararsanız bulursunuz müslümanlık adına, Kur’an’ın anlattığı ve Peygamber’in yaşadığı gerçek İslâm dışında.

Bugün okullarda öğretilen mecburî din, câmilerden halka empoze edilmeye çalışılan din, medyanın % 90’ında gündeme getirilen din, İslâm’ın sahtesidir, ılımlısıdır; aslı değil. TV’den, kimi bürokratların, particilerin, yöneticilerin, sözde aydınların ağzından kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu ılımlı ve sahte dindir.

Amaç, Dili pak bir ifadeyle; devletle uyumlu yeni bir müslüman(!) tip yetiştirmek. Yeni Türk müslümanının standartlarını düzen ve kemalist ilkelerle tesbit edip TSE damgalı bir din oluşturmak. Bu standartların dışındaki dine “irticâ” damgası/yaftası vurarak onu yasaklamak. Cumhuriyet çocuğu, demokrat, laik, Atatürk ilkelerini benimsemiş, Türk standartlarına uygun, düzenle uyum içinde, etliye sütlüye (tabii zâlimlere ve sömürücü tâğutlara) karışmayan müslüman(!) vatandaşlar yetiştirmek. İncil’e benzer bir Kur’an, kiliseye benzer bir câmi, papaza benzer bir imam ve hıristiyana benzer bir müslüman oluşturmak.

Halkın elindeki kitabı almak mümkün olmadığına göre, dini öğreten kitabı kendileri yazıp öğretmek, dini yeniden yorumlamak ve standardize etmek. Türkiye ille de laik olacaktı ya, devlet değişmeyeceğine göre, din devlete uymalıydı. Batılı anlamda bir laikliği mümkün kılmak için imamın papaza, caminin kiliseye, Kur’an’ın da İncil’e benzemesi gerekiyordu. Bütün gayret de onun için… Ortadan kaldıramayacaklarını anladıkları İslâm isim olarak var olmalıydı ancak, hüküm ve uygulama alanından kaldırıldığı gibi, pratik hayattan da uzaklaştırılmalı ve özellikle kamusal alanlardan tümüyle kaldırılmalıydı. Bunun en kolay yolu, müslümanlık adına müslümanlığa cephe açmak, din adına gerçek dini dışlamaktı. Açık cephe alarak fertlerin içinden sökemedikleri Allah inancını köreltip etkisiz hale getirmenin, müslümanlığı tahrif etmeye çalışıp İslâm inanç ve yaşayışını saptırmanın, “müslümanım” dediği halde kâfir gibi yaşamanın adını “ılımlı İslâm” koymuşlar. Bu tanımlarla uyuşmayan Kur’an’ın istediği İslâm ise, “radikallik, fundamentalizm, köktendincilik, terör, bölücülük, taassup, bağnazlık, yobazlık, irtica” gibi yaftalarla çirkin gösterilmeye çalışılmış ve belirli mesafeler alınmıştır. Halk sadece ismen müslüman kalsın, ama müslümanlığın içini İslâm düşmanları doldursun ve “ancak şu şekildeki bir müslümanlığı yaşayabilirsin” diye halkın dinini yönlendirsinler; yerlisiyle yabancısıyla egemen küfrün zorba güçleri tarafından istenenleri ve yapılanları böyle değerlendirmek gerekiyor.

Ilımlı İslâm anlayışı, zıtları birleştirme çabasıdır; hâlbuki zıtlar birleşmez. İki ayrı şeyin sentezinden farklı yeni bir şey ortaya çıkar. İslâm’la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz konusudur. Uzlaşma ve sentezi, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah’ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm’dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık resmî devlet İslâm’ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf sentezler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif edilmiş bu İslâm’ların elbette Allah’ın dini olan İslâm’la hiç bir ilgisi yoktur, bazı benzer yönleri olsa da.

Mevcut ortama boyun eğip bâtılla uzlaşan ılımlı İslâm anlayışına sahip kimse, gücünü kabul ettiği çevre ve zihniyetin boyasına girer. Bir müslümanın kâfirlerin şekil ve rengine girmesi mümkün müdür? “Ey mü’minler, deyiniz ki: ‘Biz Allah’ın boyasına (dinine) girmişiz. Allah’ın boyasından daha güzel ne olabilir? İşte biz O’na ibâdet edenleriz.” [14]

Hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılın katıldığı bu sentez ve tâvizci yaklaşım, Allah’ın insana fıtrat boyasıyla sürdüğü rengi, bâtılın çirkin renkleriyle karıştırarak alaca bulaca olmak, çok renkli olacağım diye renksizleşmektir. Bukalemun bir hayvandır, düşmanından korunmak için renk değiştirmesi onunla ilgili olarak İlâhî sanatın tecellîsidir. Ama, insan için bulunduğu ortama göre renk alan yapı, iki yüzlülüktür; onurlu müslümanın değil, şahsiyetsiz münâfığın karakteridir.

Ilımlı İslâm anlayışı, her şeyden önce, Allah’ın dininden tâviz vererek egemen küfür dünyasıyla uzlaşma çabasıdır. Müslümanın İslâm’dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak, İslâm’ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Bu uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah’a teslim olmak ve O’nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah’a iman ve O’nun tek İlâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm’ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen “tâğut”u reddetmek; Allah’a imandan da önce gelir ki; kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle “lâ = hayır” süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek İlâhın kabulü yerleşsin. “Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah’a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur.

Allah kemâliyle işiten ve bilendir.” [15]

İslâm, “lâ (hayır)” kılıcıyla tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı, onun dünya görüşüyle sentez oluşturmayı kesip atar. Bir tevhid eri için “lâ” ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün olabilir? Tevhidin bu esasını en iyi anlayan ve en güzel uygulayan peygamberler de kendi çağlarındaki tâğutlarla hiç bir uzlaşmaya yanaşmamışlar ve Allah’ın dininden zerre kadar tâviz vermemişlerdir. Firavun, Nemrut ve Ebû Cehillerle pazarlığa oturmamışlar, mutlak otorite olarak sadece Allah’ı kabul etmeyen tâğutlarla savaşmışlardır.

İçi suyla dolu bir kova taşımak, iki dolu kovayı taşımaktan daha zordur. Dünya ve âhireti beraber dengeli şekilde yürütmek, fıtrata en uygunu ve en kolayıdır. Sadece dünyayı zihninde, gönlünde ve yaşayışında taşımak aslında çok daha zor, meşakkatli ve streslidir.

Dindeki kolaylığın ölçüsü, Allah’ın hudûdudur. Allah’ın göstermediği kolaylıkları Allah adına, din adına göstermek dini tahrîf etmeye kalkmaktır. Sözgelimi, halka kolay cennet vaadleri yapılmakta, bol keseden sevap dağıtılmaktadır. Meselâ, şuna benzer ifâdeler çok duyulmuş ve yazılmıştır: “Filan kandil gecesinde şu şekilde, şu rekâtta nâfile namaz bir yıl boyunca bütün günahların silinmesine sebep olur.” (Hâlbuki, Peygamber sünnetinde ne kandil gecesi kutlamak, ne de anlatılan rekât ve şekilde namaz vardır, ne de bol keseden vaatler.) “Namaz kılmayan bir erkek, başını örtmeyen bir kadın, bu davranışlarla nasıl olsa kâfir olmaz, Allah affeder, o yüzden bu insanların davranışları eleştirilmemeli, din zorlaştırılmamalıdır; zaman sana uymazsa sen zamana uyarsın, sen Kitaba uymuyorsan, Kitabına uydurursun, tâviz vermeden yaşanmaz, devlete karşı tavır alınmaz, herkesle iyi geçinmeli, kâfirlere karşı da hoşgörülü olunmalıdır...” gibi yaklaşımlar, dini kolaylaştırmak adına tahrîf etmek demektir. Dine ilâveler (bid’atler) ve bu şekilde dini zorlaştırmalar ne kadar büyük suçsa, dinden eksiltmeler, dini insanların arzu ve hevesine uygun hale getirecek tâvizler de o oranda cinâyettir. “Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine şeriat kıldılar?” [16]

Ilımlı İslâm düdüğü çalanların maksadı, nefislerine zor gelen dini kolaylaştırmak adına sulandırmak, kendi hevâlarından bir din oluşturmaktır. Müslüman, Allah’a teslim olan demektir. Aklını, hevâsını, çevresini, insanların isteklerini değil; Allah’ın hükmünü ölçü alan kimse... Onun kolay-zor ölçüsü de, İslâm’dır; Allah’ın hükmüdür. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” [17]

“Bunlar, Allah’ın (koyduğu) hudutları/sınırlarıdır. Kim Allah’a ve peygamberi’ne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâp vardır.” [18]

“...De ki: ‘Doğru yol/hidâyet, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” [19]

“(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni fitneye düşürüp ondan saptırmamalarından sakın, buna dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” [20]

“... Doğrusu birçokları bilgisizce kendi hevâlarına/kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir.” [21]

“Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” [22]

“Gördün mü hevâsını (arzularını, keyiflerini, isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” [23]

“Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz hâlâ öğüt ve ibret alıp düşünmeyecek misiniz?” [24]

“Sonra da seni din konusunda şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin hevâlarına/isteklerine uyma.” [25]

“Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkulardan) daha büyüğü yoktur.” [26]

Dini, Allah’ın koyduğu ölçüleri hiçe sayarak kendi kafasına göre kolaylaştırmak, Allah’ın göstermediği kolaylıklara müsâade etmek, -hâşâ- Allah’tan fazla merhametli olmaya kalkmak demektir ki, bu Allah’a karşı isyan, dine karşı da zulümdür. Bu ifrâtın yanında, Allah’ın mubah kıldığı şeyleri haram kılan tefrît çizgisi de aynı oranda sakattır/bâtıldır. Eski kavimlerde bu tefrît çizgisi, dinde tahrîfi ortaya çıkarmıştır.

Muharref dinler, tahrif edilmiş, bozulmuş dinler demektir. Allah’ın gönderdiği İslâm Dini’nin atmalar ve katmalarla değiştirilmiş şeklidir. Yahudilik ve Hıristiyanlık muharref dinlerdir. Ilımlı İslâm anlayışı da Allah’ın değişmez tek ölçüsü olan İslâm gibi tek hak dini tahrif etmeye, onu da muharref yapmaya çalışmanın adıdır.

İnsanlar tarih boyunca niye dinleri bozup tahrip etmeye çalışmışlar, günümüzde de ılımlı İslâm gibi çalışmalarla niye bu tahrife ihtiyaç duymuşlardır? Bu sorunun cevabını arayalım: İnsanlar zamanla Allah’ın yolundan sapmış, tatmin olmak bilmeyen arzu ve isteklerini gerçekleştirmek isteyince de, Allah’ın insanlar arasında dengeyi ve huzuru sağlamak için gönderdiği din, kendilerine mâni olmuştur. Bu engeli ortadan kaldırmak için de iki seçenek vardır: a) Allah düşüncesini ve inancını reddederek, Allah’a dayalı bir dini de ortadan kaldırmak, b) Allah’ın gönderdiği dinin, kendi arzu ve istekleriyle çelişen, kendi çıkarlarına müsaade etmeyen kurallarını değiştirmek.

 Din düşüncesinin reddedilmesi işlerine gelmeyen veya toptan reddetmenin mümkün olmadığını görenler, dinin kendi işlerine gelmeyen yönlerini basit çıkarları doğrultusunda değiştirmişlerdir. Böylece hem câhil ve gâfil dindarların tepkisinden kurtulmuşlar, hem de değiştirdikleri bu dinleri kendi sömürü düzenlerine koltuk değneği yapmışlardır. Bu tip insanlar, zaman zaman dinî merâsim ve törenlere katılıp kendilerinin de dindar olduklarını, dine karşı olmadıklarını söyleyerek dindar ama câhil kesimin desteğini almaya çalışmışlardır. Allah’ın düşmanları tarafından tarih boyunca ortaya konmaya çalışılan bu tavır, bugün de ılımlı İslâm şeklinde kendini göstermektedir.

Tavklara, özgürce kümeslerini seçme hakkı verilen tilkilerin rejimi diyebileceğimiz demokrasi yönetimlerinde, kitleleri avlamak için münâfıklar tarafından kurulmuş sihirbaz göz boyamaları ve soytarı sahneleri iletişim kolaylıklarıyla her tarafa etki edebilmektedir. Özellikle seçim zamanlarında veya iş başındaki aktörlerce sürekli olarak zavallı kitleler kolayca avlanmakta, oyunlar ve hilelerle toplum uyuşturulmaktadır. Münâfıkların tek korkuları, maskelerinin düşmesi ve hileli oyunun iç yüzünün anlaşılmasıdır. Bunun için de gerektiğinde ve gerektiği kadar, toplumun inançlarını savunur gözükmekte ve ılımlı İslâm’ın bazı prensiplerini uygulamaya çalışmaktadırlar. Politika, günümüzde nifakın en etkin alanlarından biridir. Düzen de her zaman açık bir şekilde putçu değildir; bazen cahil kitleyi kandırabilmek için gerektiğinde münâfıkça tavırlara girebilmektedir. Zaman zaman sahnelenen İslâmizasyon oyunları, verilen tavizler, nifak düzenlerinin sırıtan maskeleridir. Her biri başarılı birer aktör olan münâfıkların, bazı cemaatleri bile cezbeden bu İslâmcılık oyunu, cahil müslümanları yanıltmaktadır. Bu oyunlar, diğer taraftan da İslâm adına girişilen her türlü samimi ve ciddî çalışmaları baltalamakta; dâvânın kara sevdalıları ve gerçek temsilcileri, aldatılan çoğunluğun uyarılması için alternatif oluşturamamakla suçlanmaktadır.

“Mü’min, bir delikten iki defa ısırılmaz.”[27] Müslümanlar, üç buçuk münâfığın oyuncağı olmaya devam eden körler ve avanaklar topluluğu değildir. İzzet ve itibarımıza tekrar kavuşabilmek için, bu dâvânın en sinsi ve en tehlikeli düşmanları olan münâfıkları tanımak ve onların oyununu bozmak zorundayız. Müslümanların hâlâ birtakım canbazlık ve sahteliklere kanıp şeytanların oyuncağı olmaya hakkı yoktur. Müslüman, her şeyden evvel ferâset sahibidir. Herkesin ve her şeyin yerini en hassas şekilde tayin eden bu mânevî sezgi gücüne, yani ferâset ve basîrete erdirecek, furkan verip hakkı bâtıldan ayırt ettirecek Kur’an’a sarılmalıyız.

Bütün bu tahrifatçı ve ılımlı İslâm anlayışı, Amerikancı, düzenci İslâm tavrı şu sebeplerden dolayı ortaya çıkmaktadır:

a- Kaynağın karışık, bulanık olmasından: Tarihî mirasın bozuk ve muharreflerinin ayıklanmadan, eski yanlışlıkların, eski kitapların, eski fetvâların, eski tarikat anlayışlarının aynen esas kaynak kabul edilerek okunması, anlatılması, kutsanması ve yaşanmasından; Modern Batılı ve bâtıl kültür, resmî eğitim, kalabalıkların görüşü, ataların dini (taklitçilik anlayışı),

(nakil süzgecinden geçmemiş) salt kuru mantık ve yarım bilgi vb. sebeplerden, b- Devletin, düzenin İslâm olmadığından, otoritenin İslâm’a dayanmadığından (Devlet İslâm’ı ve ulusal din diyebileceğimiz şekilde düzenlerin yönlendirdiği İslâm anlayışından) dolayı. Yine dünya çapında global olarak küfrün (ABD ve AB örneğinde) süper ve karşı konulmaz güç kabul edilip ona tavır alınamamasından, onlara kulluğu Allah’a kulluğa tercih eden zillete râzı kukla yönetici ve onlara körü körüne uyan kalabalıklar sebebiyle, c- Tüm müslümanların ihtilâf ve tartışmalarını çözümleyip hükme bağlayacak, evrensel İslâm âilesinin reisi olan imamın, şer’î bir otoritenin, müctehid âlimlerin yokluğundan ötürü, d- Mü’minlerin yeterli samimiyete sahip olmaması, eylemlerinin söylemlerini yalanlaması, nefsî arzularını dizginleyememeleri, hevâlarını ilâh haline getirenlerin ayıklanıp temizlenememesinden; yani özellikle öne çıkan cemaatlerin, lider, hoca ve şeyhlerin ihlâs, ihsân ve takvâ bilincine sahip olmamasından dolayı, bu sapmalar bütün azgınlığıyla ortadadır.

O yüzden hakiki İslâm’ın tüm kesimleri kuşatabilmesi için şu unsurların halledilmesi şarttır: Kur’an ve sahih sünnetin aslî kaynak olarak müslümanlar için esas mürâcaat ve hüküm kaynağı olarak yeniden ihyâsı, hüküm ve otoritenin İslâm’da olması, bütün öncü ve dâvetçi müslümanların üzerlerine düşen görevi yapmaları.

Kurtuluş, hakiki İslâm’ı bilmek ve ona tâbi olmakta. O safta yerimizi alarak sahte müslümanlarla, modern münâfıklarla savaşmaktadır. Yalancı peygamberlere ve Mescid-i dırara Asr-ı saâdette ne yapıldı, nasıl tavır alındıysa, tavrımız bugün de aynı olmalıdır. Konumuzu birkaç âyet meâliyle noktalayalım:

“Ey Peygamber (ve onun şahsında, ey mü’minler)! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı çetin ol.” [28]

“Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme (itaat etme).” [29]

“Ey Rasûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla ‘inandık’ diyen kimselerden ve yahûdilerden küfür içinde koşuşanlar (ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler, sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler; kelimeleri yerlerinden başkasına kaydırıp değiştirirler. ‘Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!’ derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse Allah’a karşı sen, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah’ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara mahsus büyük bir azap vardır.” [30]

 

[1] ] 16/Nahl, 106

[2] ] 9/Tevbe, 65

[3] ] 9/Tevbe, 65

[4] ] 33/Ahzab, 57

[5] ] 9/Tevbe, 61

[6] ] Bkz. 48/Fetih, 18; 9/Tevbe, 100

[7] ] 16/Nahl, 106

[8] ] 42/Şûrâ, 21

[9] ] 33/Ahzâb, 36

[10] ] 2/Bakara, 120

[11] ] 6/En’âm,119

[12] ] 23/Mü’minûn, 71

[13] ] 25/Furkan, 43

[14] ] 2/Bakara, 138

[15] ] 2/Bakara, 256

[16] ] 42/Şûrâ, 21

[17] ] 33/Ahzâb, 36

[18] ] 4/Nisâ, 13- 14

[19] ] 2/Bakara, 120

[20] ] 5/Mâide, 49

[21] ] 6/En’âm,119

[22] ] 23/Mü’minûn, 71

[23] ] 25/Furkan, 43

[24] ] 45/Câsiye, 23

[25] ] 45/Câsiye, 18

[26] ] Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehfân, 2/148; Elmalılı, 6/70

[27] ] Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 63

[28] ] 9/Tevbe, 73

[29] ] 33/Ahzâb, 48

[30] ] 5/Mâide, 41

  1. HUTBE

TARİHTEN GÜNÜMÜZE PUT VE PUTLAŞTIRMA

ÂYET:

قَدْ كَانَتْ لَكُمْ سُْوَةٌ حَسَنَةٌ آف۪ي بِْرهٰ۪يمَ وَلَّذ۪ينَ مَعَهُۚ ذِْ قَالُو لِقَوْمِهِمْ نِا بُرآءَٰؤُ۬ مِنْكُمْ وَِمِمَّا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ للّٰهِۘ كَفَرنَْا بِكُمْ وَبَدَ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمُ لْعَدَوَةُ وَلْبَغْ آضَاءُ بََدًَّ حَتّٰى تُؤْمِنُو باللّٰهِ وَحْدَ آهُ

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi inkâr ettik ve siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar bizimle sizin aranızda ebedi düşmanlık ve kin belirmiştir.”[1]

فٍُّ لَكُمْ وَلِمَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ للّٰهِۜ فََلَا تَعْقِلُونَ

“Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?” [2]

Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücadeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’an-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirk, sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir.

Peygamberimiz zamanındaki Mekke müşrikleri Allah’la birlikte birçok ilâha inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ ve heveslerine göre putlar yapıyorlar ve onlara tapıyorlardı. Kâbe’nin içinde 360 tane put bulunuyordu. Bunların en büyükleri; Hubel, Lat, Menat, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suva, Yeûk ve Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan iyi huylu, cömert ve sâlih insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların heykelleri yapılmış ve zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı. Bazı Araplar bunlardan başka, güneşe, aya, bazı taşlara, ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, melekleri Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve onları Allah’a şirk koşuyorlardı.

Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında temelde bir fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. Günümüzde şirkin aldığı en net görünüm budur.

Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan bir takım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey put olabilir. Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar ile, onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzade, zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk yığınlarından meydana gelir

Kur’an-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara ibadet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlâa edilebilir:

  • İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
  • Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir. Sanem veya vesen dediğimiz ilk maddedeki putlar, tapanların nazarında tabiatüstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için putperestler, bu güç ve kuvvetin tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş tarihsel bir mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs. yi temsil eder.

İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre putperestlik, İslâm’dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir ki, Arabistan’da putçuluğun bütün çeşitleri olmakla beraber, daha çok birinci maddede belirtilen putperestlik yaygındı. Kâbe’nin, putperestliğin sergilendiği bir yer olarak gerçek amacından saptırıldığını görüyoruz. Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke’yi fethettiği zaman Kâbe’ye girmiş ve orada peygamberlerin resimlerinin bulunduğunu görünce, bunların ortadan kaldırılmasını emretmişti. Ayrıca Kâbe’de herbiri farklı kabile ve şahıslara ait olan ve değişik şeyleri temsil eden 360 putu görünce, onların da kırılmasını emretmişti.

Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini ve putların, heykellerin de yaratıcı değil; yaratık olduğu düşüncesini aşılama sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı

Allah’tır.” [3]

Put, sadece Arapların cahiliyye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrahim döneminde olduğu gibi muhtelif cahiliyye sistemlerinde tapınılan tahtadan, taştan, tunçtan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah’a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamış olmayız. Oysa Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddîmanevî her şeydir. Bu putları, hayatın amacı kılmak da Allah’a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. İnsanları kendilerine faydası dokunmayan ağaç, taş, maden vs. şeylere ibadete sevk eden sebepler nelerdir? İnsanlar niçin putlara taparlar? Göz göre göre bu cansız şeylere neden tâzimde bulunulmuş ve bulunula gelmektedir?

PUTLARA TAPINMANIN SEBEPLERİ

Kur’an, putlara tapınma sebepleri konusunda şunları sayar:

  • Şefaat düşüncesi ve Allah’a bu aracılarla güya yakın olma arzusu: Kur’an, putçuların bu bahanelerini, yapay kılıflarını geçerli bir neden kabul etmez ve insanları putperestliği bırakmaları için en keskin ve sert dili kullanır.[4]
  • Aşırı ta’zim: Kur’an’a göre bir varlığa aşırı saygı gösterme, onu yüceltme ve onu ululama, sonuçta onu tanrılaştırmaya yol açacağı için yerilmiş ve şirk olarak değerlendirilmiştir. Sanki ibâdet edilecek derecede yüceltilen şahsiyetler, Allah katında makbul ve aslında böyle bir ta’zimden kaçan kimseler bile olabilirler. Kur’an, peygamberlere, din adamlarına, meleklere, sâlih insanlara vb. varlıklara gösterilen bu aşırı ta’zimi şirk olarak değerlendirmiştir. [5]
  • Aşırı sevgi: Kur’an, herhangi bir şeyi, Allah’ı sever gibi severek, onun arzularına, emir ve yasaklarına itaat etmeyi Allah’a şirk koşmak olarak değerlendirmiş; herhangi bir şeye veya kimseye karşı beslenen aşırı sevgiyi de, onu putlaştırmak olarak nitelemiştir. “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başka eşler tutarlar. Allah’ı sever gibi onları severler. İman edenler ise, en çok Allah’ı severler...”[6] Allah’a inanmak, kişinin O’nun isteğini kendi dileğine veya başkalarının isteklerine tercih etmesini ve diğer arzuları O’nun yolunda feda edecek kadar O’nu sevmesini gerektirir. Allah’ı sevmenin kanıtı, Allah’ın belirli nitelik ve güçlerini başkalarına atfetmemek ve O’nun hakkını sahte ilâh ve rablere vermemektir. Allah’ın sıfat ve güçlerini başkalarına atfedenler, O’nu sevdiklerini iddia edemezler; bilakis bu şekilde O’na ortak koşmuş, Allah’a denk tutmuş olurlar. İnsan, Allah’ın melekleri, nebî ve velîleri gibi değerli kullarını severken de, bu âyetin çizdiği sınırda durmasını bilmelidir. Zira Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmenin arasındaki farkı bilip ona göre davranmak gerekir. Hiçbir şeyi veya kimseyi Allah’ı sever gibi sevemeyiz, O’na ait vasıfları veremeyiz, O’nun gibi yüceltemeyiz.

Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de bir Allah inancına sahipti.[7] Fakat, Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Daru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlardı. Yer yer dindar kesilmelerine ğmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlardı.

Günümüzdede kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden kimselerin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah’a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri, bayrakları, heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram ve ideolojileri, sanatı, sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını, parti veya kurumlarını, devlet adamlarını, liderlerini... yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını, ahlaklarını pâyimal ettikleri, böylece bunlara kulluk ettikleri ortadadır. Sözü edilen bu şahısların, tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şeytanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatına tümüyle zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez.

Bunlar, müşrik değil de nedir? Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi? Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan hiç ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına ve Rasülü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar, apaçık müşrik olduklarını kendileri ilân ediyorlar. Bu tür insanlar, ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister hacca gitsin ve isterse sabahlara kadar Allah Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz!..

PUTLARI KIRMAK

Şeytan insana, şirkten kurtulmayı çok zor ve karmaşık, tevhidi, ihlâsı ve imanı ise yaşanması imkânsız gibi olağanüstü zor gösterebilir. Oysa bu, yalnızca şeytanın verdiği bir vesveseden ibarettir.[8] Bilinmelidir ki, şirkten kurtulmak için samimi bir niyet ve tavır değişikliği yeterlidir. Bu niyet tashihi kişinin her şeye, herkese ve tüm olaylara karşı olan bakış açısını şirkten tevhide çevirecektir. Yani siyah gözlük takan birisinin etrafını görebilmek için her yeri tek tek aydınlatmasına gerek yoktur. Gözlüğünü çıkarması yeterlidir. Şirk de her yeri karartan bu gözlük gibidir. Gözlüğü çıkarmadan zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya çalışmak hem zor, hem de ümit kırıcıdır. Bir hamlede gözlüğü çıkarmak ise hem kolay, hem de tek etkili çözümdür. İnsanın şirk boyutundan Allah’ın râzı olduğu iman ve ihlâs boyutuna geçmesi de tek bir kararlılık hamlesi gerektirir. Bu da her ne durumda olursa olsun Allah’a güvenmek ve Kur’an’a bütünüyle ve samimi olarak uymaya karar vermektir. Bu samimiyet ve kararlılık, muhakkak beraberinde Allah’ın yardımını, hidâyetini ve büyük bir nimetle rahmetini getirecektir.

Şeytan tabii ki, tevhidi ve ihlâsı çirkin, sıkıntılı ve ıstırap verici olarak göstermeye çalışacaktır. Hâlbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve ıstırap şirktedir. Bu, dünyada da âhirette de böyledir. Taptığı sahte ilâhları bırakarak sadece Allah’a yönelen bir insan boşlukta ve sahipsiz kalmaz; aksine tek gerçek ilâh olan Allah’a sığınarak olabilecek en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. “Kim Allah’tan ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir.” [9]

Şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı farkıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış, Hz. Mûsâ yahûdilerin edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini denize savurmuştur. Bunlar, sembolleştirilen şirklere karşı vurulan darbelerdir. Bugün de sembolleştirilen şirklere karşı aynı fiilî müdâhaleler yapılabilir; ama önemli olan öncelikle şirkin mantığını yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar yıkılmadan diğer putların yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve kafalardan yıkmak için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi gerekmektedir.

Bu nedenle, şirkten vazgeçip tevhide yönelen insanın yaşadığı büyük değişim, öncelikle kalpte ve zihinde meydana gelir. Dış görünüm olarak belki eski yaşamının bazı ögelerini devam ettirse bile, tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur muvahhid insan. Eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına, birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi sadece Allah’ın kitabına göre ve sadece O’nun rızâsı için düzenler. Böylece binlerce küçük ve sahte ilâha kulluk etmeyi, onları memnun etmek için uğraşmayı bırakarak, “birbirinden ayrı rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?”[10] diyen Hz. Yûsuf gibi, sadece kendisini Yaratan’a teslim olur.

“İbrâhim / İçimdeki putları devir / Elindeki baltayla / Kırılan putların yerine / Yenilerini koyan kim?

VE RASÛLULLAH

Yegâne önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), put kıran bir peygamber babanın, put kıran bir peygamber oğludur. Tek başına bir ümmet olan İbrâhim (a.s.), put kıran bir peygamber idi. O babanın oğlu, yani onun neslinden olan Rasûlullah da, put kıran bir Peygamberdir. Rasûlullah, hem kalplerdeki, hem beyinlerdeki putları ve putlaşmış fikirleri, akîdeleri kırıp parçalamış, hem de müşrik putperestlerin kendi elleriyle yapıp meydanlara diktikten sonra tapınılan put heykelleri paramparça edip kırmıştır. Rasûlullah, hem putçu ideolojileri ortadan kaldırmış, hem de tapınılan ve putlaştırılan şeyleri yok etmişti.

Peygamberimiz (s.a.s.) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış, Hz. Mûsâ yahûdilerin edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini denize savurmuştur. Bunlar, sembolleştirilen şirk unsurlarına karşı vurulan darbelerdir. Bugün de sembolleştirilen şirk unsurlarına, putlara karşı aynı fiilî müdâhaleler yapılabilir; ama önemli olan öncelikle şirkin mantığını yıkmak, putperestliğin gönüldeki ve zihindeki dayanaklarını öncelikle yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar yıkılmadan diğer putların yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve kafalardan yıkmak için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi ve Allah’ın razı olacağı o bakış tarzıyla putlara tavır alınması gerekmektedir.

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi inkâr ettik ve siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar bizimle sizin aranızda ebedi düşmanlık ve kin belirmiştir.”[11] Muhammed aleyhisselâm gibi ve aynı ifadelerle bize örnek gösterilen ikinci peygamber olan Hz. İbrâhim’in putçularla mücâdelesi ve putları devirmesi Enbiyâ sûresinin 51-71. âyetlerinde ve Sâffât sûresi 83-98. âyetlerde diğer mü’minleri özendirecek şekilde ve ayrıntılı olarak destansı bir şekilde anlatılır. Bu hususlar genellikle bilinir. Ama Muhammed aleyhisselâm’ın Mekke döneminde illegal bir şekilde putları kırdığı pek bilinmez. Şimdi, bu olayı anlatmaya çalışalım:

Gerek içteki, gerekse dıştaki putları kırmak ile vazifeli olan Rasûlullah’ın, müşrik tâğutların egemen olduğu ve bir dâru’ş-şirk haline getirdikleri tevhidin merkezi Mekke’deki bir uygulaması şöyledir: (Bu uygulama, Rasûlullah’ın hicret edeceği sırada gündeme gelmiştir.) Emîru’l-Mü’minîn İmam Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) anlatıyor: “Ben ve Peygamber (s.a.s.) yürüdük, nihâyet Kâbe’ye vardık. Bana: “otur!” dedi. Oturdum, omuzuma çıktı, yukarıya kaldırmak istedim. Benim güçsüzlüğümü görünce, indi ve: “Sen, benim omuzuma çık!” dedi. Omuzuna çıktım, beni kaldırdı, bana öyle bir hal geldi ki, istersem göğe kadar yükselebileceğimi sandım. Nihâyet Beyt’in üstüne çıktım. Bakır ve altından yapılmış birçok heykellerle karşılaştım. Beyt’in sağından, solundan, önünden ve arkasından onları toplayıp bir araya getirdim. Hepsini topladığımda bana, şöyle buyurdu: “Şimdi onları bir bir aşağıya fırlatıp at!” Fırlatıp attım, cam bardaklar gibi kırılıp parça parça oldular. Sonra indim. İnsanlardan birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.”[12]Olayı anlatan Hz. Ali (r.a.)’nin ifadelerine dikkat edilecek olursa, bu put kırma hareketi çok gizli yapılmış, gerekli önlemler alınıp en müsait zaman seçilmiş, olay gerçekleştikten hemen sonra koşarak evlerin arasında kaybolup olay yerinden uzaklaşılmıştır. Hatta İmam Ali’nin ifadesiyle, “İnsanlardan birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.” Bu korku, tedbir mâhiyetinde bir endişe idi ki, tabiî ve fıtrîdir. Yoksa korkunun adı tedbir olmuş değildi. Yine dikkat edilecek olursa, tüm ihtimaller düşünülerek ve tedbirler alınarak olay gerçekleşmiştir. Müşrik tâğutların egemenliğindeki Mekke’de örnek bir put kırma olayını gerçekleştiren önderimiz Rasûlullah, birkaç yıl sonra fethedilen Mekke’de, gerek Kâbe’nin içinde ve üstünde, gerekse Kâbe’nin etrafında, yani Harem-i Şerif’teki bütün putları kıracaktı.

Abdullah bin Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s.), Mekke’nin fethi günü Kâbe’nin avlusuna girdi. Kâbe’nin etrafında ibâdet için dikilmiş üç yüz altmış put vardı. Rasûlullah, elindeki deynekle bu putlara dürtmeye başladı (onunla dokunduğu her put, yüz üstü düşüyordu) ve şu âyetleri okuyordu: “Hak geldi, bâtıl yok oldu.”[13]; “Hak geldi, bâtıl ise, ne (bir şey) ortaya çıkarabilir, ne geri getirebilir.”[14]

Ebû’l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: “Bana Hz. Ali (r.a.): ‘Rasûlullah’ın (s.a.s.) beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim mi?’ diye sordu ve Rasûlullah’ın kendisine: “Haydi git, kırıp dökmedik put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!” buyurduğunu söyledi.”[15]

Rasûlullah’ın bu mücadelesini bile bilmeyen, bu da yetmiyor gibi; putlarla ve putçularla uzlaşan insanımız, putlara put diyemeyecek kadar, putları savunacak şekilde zillete batarak nasıl “tapmıyorum sizin taptıklarınıza!” diyen Rasûlün izinden gitmiş ve onun ümmeti olmayı hak kazanmış olacak?

Ayrıca, şimdi putlar ve putlaştırılanlar; sadece heykellerden ibaret de değil. Kemalizm bir put olduğu gibi, laiklik de demokrasi de put olmuş. Devleti ve yöneticileri de putlaştırabiliyor insanlar ve devletin kutsal saydığı simgeleri… Para bir put görevi yapıyor nice insana yönelik. Topçular, popçular, sanatçı denilen kimseler, artistler, şarkıcılar, makam mevkiler, daha neler neler…

Hz. İbrâhim’in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?”831

 

[1] ] 60/Mümtehıne, 4

[2] ] 21/Enbiyâ, 67

[3] ] 37/Sâffât, 95-96

[4] ] Bkz. 39/Zümer, 3, 44; 10/Yûnus, 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86

[5] ] Bkz. 5/Mâide, 116; 9/Tevbe, 30, 31; 34/Sebe’, 40; 71/Nuh, 23

[6] ] 2/Bakara, 165

[7] ] Bkz. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3

[8] ] 14/İbrâhim, 22

[9] ] 65/Talak, 2-3

[10] ] 12/Yûsuf, 39

[11] ] 60/Mümtehıne, 4

[12] ] Ahmed bin Hanbel, 1/84; Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid: Büyük Hadis Külliyatı, c. 3, s. 259, hadis no: 6396-6398; İslâm Tarihi, Mekke Devri, M. Âsım Köksal, c. 6, s. 149

[13] ] 17/İsrâ, 81

[14] ] 34/Sebe’, 49; Buhârî, Meğâzî, B. 50, hadis: 294; Müslim, Cihad ve’s-Siyer, B. 32, hadis: 87; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, B. 18, hadis no: 3345; Kul Sadi Yüksel, Selefin İzinde, s. 215-219

[15] ] Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99 831] 21/Enbiyâ, 67

GÜNCEL CÂHİLÎ EĞİTİMDE ŞİRK

ÂYET:

يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي لنَّارِ يَقُولونَ يَا لَيْتَ آنَا طََعْنَا للهَ وَطََعْنَا لرسَُّولَا وَقَالو ربََّ آنَا نَِّآا طََعْنَا سَادَتَنَا وكَُـبَ آرَءَنَا فَاضََلُّونَا لسَّب۪يلَا رُبََّ آـنَا تِٰهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَّٰ لْعَذَبِ وَلْعَنْهُمْ لَعُْناً كَب۪يرً۟

“Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylerimize ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov.”[1]

Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip, sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Bu, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı konularında ortaya atılan teoriler câhilî eğitimin temelini teşkil eder. İlk insanı, tesadüf sonucu veya doğa kanunları gereği hayvanın evrim geçirmiş türü kabul eden günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah’a hiç dayandırmayan, yaratıcı ve rab olarak başka tanrılara inanan müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, dünyadaki ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücâdelesi unutturulmak istenir. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir.

Bazıları, putlaştırdıkları kişilerin kabirleri veya kutsallaştırdıkları simgeler karşısında müslümanların namazdaki kıyamlarına benzer şekilde hazır ol vaziyete geçer, saygı duruşunda bulunur. Hatta, namazda doğal kabul edilebilecek bir davranış (kaşınınca başı kaşımak, öksürmek vb.) böyle bir saygı duruşunda uygun/câiz görülmez. Hiç alâkası olmadığı halde, herhangi bir açılış programında, ya da bir törende saygı duruşu ile başlamak câhiliyye toplumlarının dinî bir kuralı kabul edilir. Bu tür programlara katılan müslümanlar da dinlerinin câiz görmemesine rağmen bu saygı duruşuna katılma zorunda bırakılır. Okullardaki bütün öğrenci ve öğretmenler her hafta okul açılış ve kapanışlarında, bayram kabul edilen zamanlar gibi özel günlerde bu tür saygı duruşlarına mecbur tutulur. Bu tür tavırlar, aslında bir tapınma ve âyindir.

İslâm, her şeyden önce tevhid dinidir. En fazla önem verdiği husus, bireysel, sosyal ve siyasal hayatta tüm çeşitleriyle şirkin izâlesi ve tevhidin ikamesidir. İslâm, put amaçlı heykellere çok sert ve net tavır aldığı için müslümanlar 20.

y.y.’a kadar bu çeşit putlaştırmanın etkisinden uzak yaşadılar. Put heykelleri ve putlaştırılma ihtimali olan resimleri büyük günah kabul ettiler. Yirminci asırda, tâğutların ve onların kurduğu tâğutî yönetimlerin etkisi ve dayatmasıyla her çeşit putlaştırma müslümanları kuşatmaya başladı.

Eğitim, tümüyle devlet tekelinde olduğu için, okullarda şikâyet edilen tüm problemlerden öncelikle bu düzen sorumludur. Bu ilkeden yola çıkarak düzen, eğitim kurumlarında kendi dinini, kendi kutsallarını bütün Müslüman çocuklara dayatmakta, bütün çocukların laik ve Kemalist olmasından başka bir seçenek ve özgürlük tanımamaktadır. İslâm’ın putperestlik olarak kabul ettiği uygulamalar, törenler, âyinler, övgüler okutulan derslerden de önemli, en öncelikli ders kabul edilmektedir. Siyer dersi işlenir gibi ama farklı bir kişinin hayatı işleniyor; uydurma coşkularla döne döne her yıl ezberlettirilip körpe beyinlerin yıkanması için anlatılıyor, anlatılıyor. Tüm derslerin içeriği Batıcı, laik ve Kemalist inanca uygun olarak veriliyor okul denilen tapınakta. Okullar, düzene uygun kafalar yetiştiren birer torna atölyesi konumunda işlev yapmaktadır. Uysal ve düzene itaatkâr nesiller, tâğuta kulluk yapmaya hazır insanlar yetiştirmek okulların temel görevi olmaktadır.

Bu topraklardaki tüm okullarda verilen eğitim Kitapsız bir eğitimdir, tıpkı devletin Kitapsız bir devlet olduğu gibi. Buradaki Kitab’ı tırnak içinde ve Kur’an anlamında ifade ediyorum. Yoksa, fırlatılınca ekonominin yerle bir olduğu düzenin sarsıldığı Anayasa adında kutsal bir kitabı vardır devletin. Okullarda da bu kutsal Anayasa ve kutsal Nutuk kitabına uygun o paralelde farklı kitapların varlığını elbette herkes bilmektedir. Evet, insanlar tâğutî kurumlar aracılığıyla Kitapsız yapılmakla da kalmıyor, farklı kutsallarla yönlendiriliyor. Eğitim, Rab kavramını gündeme getirir. İnsanların mutlak eğiticisi, terbiye edip yetiştiricisi Allah’tır. O’nu temel almayan eğitim, eğitim değil öğütüm olur. Pansuman tedaviler yerine; radikal değişim ve çözümler olmadan eğitimden hayır beklemek, okyanusu yürüyerek geçmeyi düşünmek demek. Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet yönetime, laik eğitim de bilime Allah’ı karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir. Hâlbuki Kur’an’a göre yönetmek ve eğitmek sadece Allah’a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tesbit yalnız O’nun hakkıdır. Vahyi, eğitime müdâhale ettirmemek, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah’a dayandırılmaz. Eğitim, aynı zamanda besmelesizdir. Bismillâh deyip besmele çekerek başlamak bile yasaktır derse, Es-selâmu aleyküm’le sınıfa girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gâyet doğaldır bu zihniyette. Ama, besmele ile başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği tâvizler değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi daha büyük olur. İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli olacaktır, hakka hiç yer vermeyen bâtıldan. Günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah’a hiç dayandırmadığından; yoktan var edici, yarattıklarını yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara inanıp kul olmaya hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur’an’ın ilkelerine hiç yer vermeyen, O’nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz?

Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, bize göre kendisine küçük bir Kitap (suhuf, vahy) verilmiş bir peygamber olan ilk insanı, okuyup-yazması olmayan, hatta konuşamayan, çiğ et yiyen mağara insanı olarak tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak istenir. Peygamberler değil, krallardır, tâğutlardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne çıkarttığı; hak-bâtıl mücâdelesi değildir. Savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk uygarlıklardır üzerinde durulan. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir, şimdiki örneği de Batı, yani zulüm ve sömürü merkezi Amerika ve kokuşmuş Avrupa. Genel Coğrafya, Allah’tan bağımsız işlenir, dünya kendi kendine güneşten kopmuş, kendi kendine içinde canlılar belirmiş olarak körpe beyinlere sunulur. Diğer tüm derslerde de aynı ateist ve ataist bakış açısı sözkonusudur.

Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı gibi, Din, sadece kültür ve ahlâktan ibârettir bu zihniyete göre. Tevhidî Müslümanlar olarak “keşke olmasa” dediğimiz Din Dersi, daha doğrusu “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” dersi için durum, biraz farklıdır. Dersin isminden de anlaşılacağı gibi, din, bir kültür olarak; ahlâk da bir bilgi olarak sözkonusu edilirken, yine ders kitaplarına Kemalist ve laik bakış açısı baştan sona hâkimdir. Bu ders kitaplarındaki ve müfredattaki farklılık, bu derste Atatürkçülüğün şirki kabul etmesidir. Yani diğer derslerde Atatürk’e eş ve benzer hiçbir güç, ideoloji, inanç kabul edilmez ve ona en küçük çapta bir ortaklık verilmezken; Din dersinde Atatürk’le beraber, Allah’tan ve Peygamber’den de bahsedilerek, Atatürk’e şirk koşulmasına müsaade edilir. Her ne kadar Atatürk’ün cümleleri, âyet ve hadislerden daha fazla ise ve Atatürkçü bakışla konular ele alınsa da, yine de, Atatürkçülüğe ters düşmeyen ve ona uygun yorumlanan başka bir dinle ilgili bazı hususlar kültür olarak da verilmeye çalışılır. Bu ders, câhil halkın çoğuna göre çok önemlidir. Bir şuurlu genç Müslüman, marangoz hatası olarak nasılsa çıksa ve bu kitapların daha kapaklarındaki resimleri, içindeki referansları, Kur’an’dan fazla Nutuk’tan alıntıları göstererek “bu din benim dinim değil; bu kitaptakiler Kur’an’ın anlattığı İslâm değil!” deyip halk tabiriyle “din dersi”ne girmek istemese -ki düzen sadece bu dersi isteğe bağlı kabul eder- başta babası ve yakın çevresi tarafından nasıl dışlanacaktır? Evet, bu ders, hakla bâtılın, putperestlikle İslâm’ın sentezinden ibaret ve şirk kabul edilmesi gereken anlayış doğrultusunda düzenin oltaya taktığı bir yemdir.

Bu konular, halkımızın gündeminde yoktur. Aydınlar ve Müslüman yazarlar, hocalar da tartışamaz bile. Câmiler de devlet dairesine benzediğinden oralarda da bahsedilmez bu hususlar. Abdesti bozan konular, tevhidi bozan konuların önüne geçirilir hep. Kur’an’ın en fazla önemsediği, bütün peygamberlerin en büyük mücadeleyi bu konuda verdiği putperestlik ve şirk konusu, artık çağdaş müslümanı(!) hiç ilgilendirmemektedir.

Bazı çevreler, yani laiklik ve Kemalizm dinine mensup olanlar, bu yapılanın gayet doğal ve doğru olduğunu, bizim istediğimiz İslâmî bir sistem olmuş olsa, tersinden aynısını bizim de yapacağımızı ileri sürebilirler. Hayır, bu yapılanlar hiçbir özgür vicdanın kabul edemeyeceği bir köleleştirme, başka dinden hiçbir şahsın kabul edemeyeceği dinî baskı ve dayatmadan ibarettir. Tâğutların, Atatürk ilkelerine uygun olarak kendi hevâlarından kanun ve hükümler çıkarıp insanlara dayattıkları bu tür despot yönetim yerine, Allah’ın indirdikleri hâkim olsaydı, böyle İslâmî bir yönetimde kesinlikle biz Müslümanlar dinimizi başkalarına zorla uygulatma yoluna gitmezdik. İnsanlar hangi dini özgürce seçiyorsa o dini rahatlıkla öğrenip uygulayabilecekleri ortamlar hazırlamak zorunluluğu hissederdik. Tabii ki, okullarımızda, radyo ve tv. programlarımızda kendi dinimizi tebliğ ederiz, ama başka dinden hiç kimseyi bizim gibi ibadete zorlamayız. “sizin dininiz size, benim dinim bana” der, onların taptıklarına ibâdet etmeyip, onların da bizim ibadet ettiğimiz zâta kulluk yapmayacaklarını kendi dinlerinin gereği kabul ederiz. Etmek zorundayız. Çünkü Kur’an bunu emrediyor, dinde ikrâhın/zorlamanın olamayacağını vurguluyor. Biz, dinimizi uygun olan ortamlarda açık ve net şekilde tebliğ ederiz, başkalarının dinine sövmeyiz. Kendimizin Müslümanlığı tümüyle yaşama hakkımız olduğu gibi, başkalarının da kendi dinlerinin gereklerini yerine getirmelerine kesinlikle müdâhale etmeyiz. Tebliğ ettiğimiz dinimizin adını net olarak koyar, insanları net olarak ona dâvet ederiz. Bugün şikâyet ettiğimiz şey, uygulanan resmî dinin, başta eğitim olmak üzere, yargı, ticaret, insanlar arası ilişki gibi hemen her alanda İslâm’a hak tanımaması ve baskı altında tutup kendi bâtıl dinini zorla dayatmasıdır. Ayrıca, bütün bunlar, kaypakça ve kalleşçe, yani bizim kavramlarımızla söylersek münâfıkça tavır içinde uygulanmaktadır. Avrupa’da çocuğunu okutmak zorunda kalan gurbetçi vatandaşlarımızın işi daha kolaydır. Onlar, okulların İslâm okulu olmadığını, öğretmenlerin de Müslüman olmadıklarını biliyorlar, rahatlıkla çocuklarına anlatabiliyorlar. Oradaki okullar ve öğretmenler de münâfıkça davranıp “biz de sizin dininizdeniz” demedikleri için çocuklar da okullarda öğrendiklerinin İslâm’a ters düşen çokça yönleri olduğunu rahatlıkla biliyor, gerekli görüyorsa kendi dinini başka ortamlarda ve gerçekten Müslüman olan kimselerden öğrenmeye çalışıyor. Buradaki eğitimin İslâm’la uyuşmadığı ve farklı bir dinin çerçevesi içinde eğitim verildiği gerçeği ısrarla göz ardı ediliyor. Açıkça, “biz Müslümanlığa düşmanız, irticadan kastımız İslâm’dır, İslâm’ın kamusal alan dediğimiz toplum hayatında en küçük bir görüntüsüne bile müsaade edemeyiz. Eğitim kurumlarımızda ve diğer tâğutî kurumlarımızda İslâm’ın açığa çıkan hiçbir ibâdetine, hiçbir emrine izin veremeyiz, biz tüm insanları devletin adı konulmamış dini olan Kemalizm kurallarına uymalarını zorunlu görüyor, dayatıyor ve İslâm’ı düşman kabul ediyoruz” deseler, nifak çizgisinden kurtulmuş, maske takmadan erkekçe mücadele etmiş olacaklar. Böyle yapmış olsalar cahil ama kendisini Müslüman kabul eden halkın şiddetli tepkisiyle karşılaşacaklarından korkuyorlar.

Câhillik kötüdür, dolayısıyla “çocuğumu nerede, hangi şartlarla nasıl olursa olsun okutayım” demek, daha da kötü olabilir. Fazla ilim sahibi olmamak anlamında kullanılan câhillik kötüdür, ama küfür mânâsına gelen câhillikten çok ama çok ehvendir. Halkın birinci tip câhillikten/bilgisizlikten ağzı yıllardır yandığından, çocuğunu ikinci tip câhil yapmaya yeltendi. Yani câhilliğe rızâ göstermeyeyim diye, câhilî eğitime râzı oldu, yağmurdan kaçarken doluya tutuldu.

Eğitim, “Rab” kavramını tümüyle içeren bir olgudur. Rab, terbiye edip yetiştiren demektir. Allah’ın eğitim konusundaki prensipleri kabul edilmeyince, O’ndan bağımsız ve O’na rağmen eğitim yapan kişi rablik iddiasında bulunmuş, bu kimsenin Allah’ın ilkelerine ters eğitimini kabul eden, onda bu hakkı gören kişi de o şahsı rab kabul etmiş olur. Vahyi tümüyle reddeden kurum tâğut hükmündedir ve Müslümanların reddetmesi gereken yapıdır.

Okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersini zorunlu saymayarak ateist bir insanın çocuğuna din dersini mecbur etmeyen bir düzen, bir müslümana da ateist ve İslâm’ı dışlayan eğitim anlayış ve uygulanışını mecbur etmeme eşitliği tanımalı değil midir? Okulsuz olma özgürlüğü, okul reddetme hakkı, insan hakları kapsamına girmiyor mu? Böyle hukuk anlayışı ve özgürlük olur mu? Bir Müslüman kalksa, “her istediğiniz bâtılı, zihnine yerleştirmek ve onu düzene uygun bir tarzda bir müşrik vatandaş haline getirmek için çocuğumu zorla elimden alıyorsunuz, bu bizim özgürlüğümüzü yok sayan bir durumdur; okul dediğiniz şey, bizim için hapishane ve zindan konumundadır” dese, ne cevap verir yetkililer? Bir hak mıdır eğitim, yoksa vatandaş açısından bir sorumluluk ve zorunluluk mu; devletin uyguladığı tek tipleştirme dayatmasından önce bunu hukukçularına danışıp anayasaya uygunluğunu değerlendirmesi gerekir. Dayatmacı bir düzen hukukun üstünlüğünü tanıyarak özgürlükçü ve eşitlikçi davranır mı; zaten problemin özü bu sorunun cevabında yatıyor.

ABD’de, Avrupa’da okulları ve askerliği protesto eden vicdanî retçiler, “anarşistler”, sıkhlar, Yehova şahitleri ve benzerleri var. Buralarda da benzer hak arayışı olmalı. Müslümanların okullara karşı çıkıp alternatif oluşturma çabası, çözümlerden bir tanesi olarak değerlendirilebilir. Bu tavrı beğenmesek, ya da bedelinin zor olduğunu düşünsek bile, içimizden bazılarının yapmaları gereken bir seçenektir bu. On defa başarısız olsalar da, on birincide başarılı olmak niyetiyle denemeleri, eskilerden tecrübe alarak, bazı müslümanların evlerini Erkam evlerine, küçük çaplı mescid ve okul sistemine benzetmeleri gerekiyor. Bunu deneyenler nerelerde hatalar yaptı? Sadece antitez öne çıkarıldığı için çocuklar eksik, yarım yetişti. Okulun yerini başka şeyler doldurdu. Ya da çocuğun kafasında okulun bir eksikliği vardı, bu giderilemedi; hatta okul putlaştı, yüceldi, büyük bir değer oldu. Diploma kutsal bir kitaba dönüştü. Bunlara alternatif neler olabilirdi, başka hatalar nelerdi ve nasıl düzeltilebilirdi?

Çok ilkel usuller ile, dayak ve baskı ile Kur’an Kurslarımızda hâfızlık yaptırılıyorsa bu köhne ve gayrı İslâmî metotla çocuklarımızın patolojik ruh hali sergilememesi veya Kur’an sevgisinden mahrum, ibâdetlere soğuk olmaması mümkün değil. Çocuk yaştaki öğrenciler için onsuz olunamayacak kadar önemi olan oyun alanı yoktur, okul olmaya uygun bina yoktur, uygun bahçe yoktur, öğretmende pedagojik formasyon ve sevdirme gayreti yoktur, daha nice şeyler yoktur. Peki, böyle oldu diye biz Kur’an’ın eğitimine soğuk mu bakmalıyız? Yani “Kur’an Kursu faâliyetlerimiz tıkandı, çalışmıyor artık; bir daha böyle bir şey yapmamalıyız, başarısız olduk” mu demeliyiz? Yoksa daha güzel bir Kur’an Kursu modelini oluşturmaya, en azından teori planında, yeşil ışık mı yakmalıyız? Okul meselesi de böyle, sekiz on tane müslüman bir araya gelebilir, eski tecrübelerden yola çıkarak, belirli bir yaşa kadar çocuklarını yetiştirmek için özel hocalar tutabilir. Ama bu, çok az bir kesimin büyük bedeller ödemeyi göze alarak yapabilecekleri bir tercihtir. İngiltere’de bile daha dün müslüman olmuş Yusuf İslâm kalkıp İslâm Okulu kurarak işe başlıyorsa, bu ülke insanı çok geride kalmış demektir.

Öncelikle vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, câiz tâbirinden de öte insanlık suçu olduğunu ilan edecekleri, resmî âyinlerde şirk unsuru olan hususlar varsa bu törenler, bazı derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar varsa onlar, kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Burada, tartışmalı olan, yoruma tâbi olan hususları kastetmiyoruz. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Varsa yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim okullardan istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka. Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine koyduğu bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.

Okullarda Darwin teorisinin ve benzeri özgül ağırlığı fazla olmayan birkaç meselenin, bir de ahlâkî problemlerin dışında karşı çıkılması gereken meseleleri yok gibi davranıyor müslümanlar. Yani kim neye niçin karşı çıkıyor, kim neyi niçin istiyor; belli değil. Karşı çıkılan şeyler olmazsa olmaz şeyler midir, olmazsa güzel olur cinsinden midir, bu da net değil.

Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana ve baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştıracak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine evlât şöyle diyecek: “Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylerimize ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov.”[2]

Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. Modern yaşam biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için bile gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına (insan istemese bile) dayatarak depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.

Kurumlardan ve çevreden öğrenilenlerin hepsi de yanlış ve zararlı değil elbette. Ama vahiyle, dünyada ve âhirette insanı kurtaracak “ilim”le karşılaştırılınca küçük bilgi kırıntıları şeklinde kalmaktadır bunlar. Bırakın zararlısını, “faydasız ilimden” bile Allah’a sığınmaktadır tek önderimiz.[3] Bilgi kırıntılarının “ilim” haline gelmesi için vahiyle sağlamasının yapılması, hazmedilip özümsenmesi, posasının çıkarılması, pratikte faydalı hale gelip uygulanması gerekmektedir. Yine illet ve gâyesinin belirlenmesi, Allah rızâsına hizmet etmesi, bütün içindeki yerinin uygunluğu ve insanlığın hayrına/salâhına hizmet etmesi lâzımdır. Kur’an’a göre âlim kuru bilgi sahibi, hele kitap yüklü merkep[4] değil; Allah’tan huşû duyup titreyen muttakî kimsedir.[5] O yüzden takvâdan uzak bilgi ilim sayılmaz, hele vahiyden kopuk ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran şeyin adı kesinlikle “ilim” olamaz. Eğitim, insana yön vermek, onu yönlendirmektir. Terbiye (eğitim) insanı inşâ etmek demek olduğundan mutlak terbiyeci/eğitimci ancak Allah’tır. O’ndan kopuk bir eğitimci farkında olmasa bile rablik iddiasındadır. Osmanlı dedelerinin yaptıklarının tam tersi bir uygulama ile karşı karşıyadır bugün bu topraklarda yaşayan nesiller; tersine bir devşirme söz konusudur.

Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana ve babaları yetiştirecek ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç var. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana ve babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk hanımın kendisiyle birlikte kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.

Dernek, vakıf ve kursların durumu da gözden geçirilmelidir. Dine hizmet iddia ve amacıyla ortaya çıkan İslâmî eğitime katkı hedefindeki kurumlar giderek bu araçların amaçlaşması ve motor olmak yerine fren görevi üstlenmeye başlaması riskine karşı çok uyanık olmalıdırlar. İnsanları Allah’ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine; ciddi, özgür ve özgün alternatifler, gerekli değişime çabuk uyum sağlayabilecek mobil çalışma sistemleri ve farklı seçenekler oluşturulmalıdır.

Eğitim, hevâî isteklere (vahyin tesbit ettiği şekilde) istikamet ve sınır tâyin edebilecek irâde eğitimini, tevhidî bilinci, ibadete devamı ve ahlâkî özellikleri ihmal etmeyecek şekilde, daha doğrusu bunların temel alındığı bir ölçüde değerlendirilmelidir. Bunların, vahyi merkeze almadan yerine getirilemeyeceği gibi, ümmet planında ve ideal tarzda yerine getirilmesi ve eğitim problemlerinin kesin çözümü için İslâmî bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bununla birlikte cemaatler ve riskleri göze alabilen müslümanlar, kendi çocuklarıyla ilgili radikal (tâğutun kurumlarını reddedip onlarla uzlaşmayan) tavırlar alabilmeli; lokal, kısmî ve yüzeysel de olsa çözümler üretmek için işbirliğine gidebilmelidir. Yakın yaşlarda çocukları olan beş on ebeveyn birleşerek ev ortamını okula dönüştürecek çalışmalar yapabilmelidir. Ama, riskleri göze alamayan mü’minleri bırakın tekfir etmeyi, onları kıracak tavırlardan bile kaçınmalı, halleriyle örnek ve alternatif olmaya çalışmalıdır. Unutmayalım, bu din, sadece kahramanların dini değildir. Herkesten kahramanlık beklenemez. Kaldı ki, günümüzdeki kahramanlar, bu özelliklerini hayatın tüm alanlarına da taşıyamadıklarını itiraf etmelidir. Unutulmamalı ki eğitim, hayatın sadece bir parçasıdır; tümü değil.

Çözüm konusunda azîmet veya ruhsat olarak iki çizgiden biri seçilmelidir. İlki, yanlış olarak radikallik denilen savaşçı kimliği, Allah askeri olmak ile; diğeri de en asgarî bir tevhid eri Müslüman kimliğiyle alâkalıdır. Birincisi toptan reddetmektir, tüm tâğutları ve tâğûtî kurumları. Bedeli vardır elbette bu tavrın. Mümkün ki, bu tavır savaş ilanı kabul edilecek, sürgünler yani hicretler, mahrûmiyetler, sıkıntılar, cezalar gibi karşı tarafın zulmüne göğüs germeyi gerektirecektir. Ayrıca, alternatifler oluşturmadan sadece tavır almak yeterli olmadığı için imkânlar oranında çözüm üretmeyi, müslümanca bir eğitim arayış ve çabalarını da mutlaka oluşturma mecburiyetini de ebeveynin sırtına yükleyecektir.

Her müslümanın kahraman olması beklenemeyeceği, İslâm’ın bedevîlerin, ihtiyar kadınların, âciz müstaz’afların da dini olduğu için, ruhsat yolu da tercih edilebilir. Bu konuda, tâviz verilebilecek hususlarla tâviz verilmesi bir Müslüman için mümkün olmayan şeyleri ayırt etme mecbûriyeti karşımıza çıkmaktadır. Müslüman, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerde ve böyle ortamlarda belki zâhiren tâğutların egemenliğini kabul etmiş gözükerek Allah’ın affetmesini umacağı günahlarla bu konuda tâviz vererek kurtulabilir. Ama, yeterli bir ikrâh olmadığı müddetçe küfür lafız söyleyemez ve küfür davranışlarını sergileyemez. Bülûğa ermemiş olan temyiz yaşındaki çocukların mürtedliği de geçerlidir Hanefî fıkhınca. O yüzden çocuğunu kendi elleriyle ateşe atmamak için ebeveyn, onu kurumlardaki küfre karşı uyarmalı, Müslüman kimliğini nasıl taşıyıp nasıl koruyabileceğini iyi öğretmelidir. Cezalar da verilse, tâğutların övgüsü niteliğindeki şiirleri okumayacak, onların övüleceği bayram ve törenlere katılmayacak, en azından ağzından tâğutların kutsallarını över anlamda sözler çıkmayacak ve bu tür davranışlardan her ne pahasına olursa olsun uzak kalacaktır. Bu konuda ant törenleri ve bayramlar çözüm getirilmesi gereken problemler olarak karşısına çıkacaktır Müslüman ebeveynin. Derslerdeki terslikler, yani bir Müslüman açısından küfür olan hususlar tesbit edilmeli ve zihin ve gönüllere o tür zehirli gıdaların girmemesine özen gösterilmelidir. Okullarda nasıl gıdalar verildiği, her akşam çocuk eve geldiğinde kontrol edilmeli ve varsa zehirler iyice yerleşmeden hemen temizlenmelidir.

Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn, yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından cumartesi ve pazar günleri, hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir. Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir. Bir mahallede beş on velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi ve gayretli olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak beklenmemelidir.

 

[1] ] 33/Ahzâb, 66-68

[2] ] 33/Ahzâb, 66-68

[3] ] Tirmizî, Deavât 68, hadis no: 3711

[4] ] 62/Cum’a, 5

[5] ] 35/Fâtır, 28

Cuma, 26 Şubat 2021 08:25

28.HUTBE: İTTİBA ŞİRKİ

  1. HUTBE İTTİBÂ ŞİRKİ

ÂYET:

تَِّخَ آذُو حَْبَارهَُمْ وَرهُْبَانَهُمْ رَبَْابا مِنْ دُونِ للّٰهِ وَلْمَس۪يحَ بْنَ مَريَْمَۚ وَ آمَا مُِ آروُ لَِّا لِيَعْبُ آدُو لِهٰاً وَحِدًۚ آلَا لِهَٰ لَِّا هُوَۜ سُبْحَانَهُ عَمًَّا يُشْركُِونَ

“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.”[1]

تَِّبِعُو آمَا نُْزلَِ لَِيْكُمْ مِنْ ربَِّكُمْ وَلَا تَتَّبِعُو مِنْ دُونِ آه۪ وَْلِ آيَاءَۜ قَل۪يلاً مَا تَذكََّروُنَ

“Rabbinizden size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.”[2]

مَْ لَهُمْ ُشُرَ آكٰؤُ۬ َشَرعَُو لَهُمْ مِنَ لدّ۪ينِ مَا لَمْ يَاأذَْنْ بِهِ للّٰهُۜ وَلَولَْا كَلِمَةُ لْفَصْلِ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْۜ وَنَِّ

لظَّالِم۪ينَ لَهُمْ عَذَبٌ لَ۪يمٌ

“Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?”[3]

“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.”[4]

“...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.”[5]

Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” 775

İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak mümkündür:

İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki. Bırakın eğitim kurumlarını, câmiilerde bile (istisnalar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek... Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir. Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.

Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.”[6] Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.

Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’an en fazla önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler...” diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne bina dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).” [7]

“Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, İman edin!”[8] diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah’a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah’a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz.[9] “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah’a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!”[10] Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a muhtaçtır.

Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle, onunla Allah’ın yanında sana şefaatçı olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah...” diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı. Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitab’a uymayı, Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm... Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.

Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah’a yapılması ve helâl-haramda Allah’ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allah’tan başkasına yönelme ve Allah’tan başkasının Allah’a rağmen hüküm koyması, helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar. Yığınlar, tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele’ (ileri gelenler, müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır. Bu zâlimlere göre, gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması yoluyla Allah mı? Bütün câhiyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Hâlbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı, rızık verici... Allah’a aittir.

“...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!”[11]

“...Hüküm sadece Allah’a aittir.”[12]; “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?”[13]

“Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?” [14]

Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya gizli diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak, güya onlar adına sürdürürler. Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar, bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı kışkırtırlar. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ’yı öldüreyim de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâ’yı kurtaracak mı?) Çünkü ben, onun dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.” [15]

Mekke’deki olay da aynıydı. Mele, Kureyş’ti orada. Düşmanlık ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid arasındaydı. Kendilerine karışmayacak “el-emîn” Muhammed’den (s.a.s.) şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi halinde mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim ediliyordu. Dâvetle düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablik anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile, tapınılan bir rabdi, baba ve dedelerin örfü, kamuoyu tapınılan bir rabdi. Kureyş ve diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve dilediğini haram yapan rablerdi.

Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti onların hayatında? Mü’minlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişince, şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah’a iman eden tevhid eri bir mü’minin Allah’a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!

İman iddiası, itaat ile isbat edilmeden insanı kurtaramaz. Bu konuda Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.”[16] Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” [17]

“Rabbinizden size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.”788; “Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?”[18]; “Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.”[19]; “...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.”[20]; “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[21]; “(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.”[22]; “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”[23]; “Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?”[24]; “Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?”[25]; “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”[26]; “Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.”[27]; “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/ hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!”[28]; “İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.”[29]; “...Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” [30]

Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır: “Bunlar

Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.”[31]; “Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.”[32]; “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”[33]; “(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” [34]

Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” [35]

Hüküm koyma (teşrî), “Lâ ilâhe illâllah”la direkt ve sağlam bir şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.”[36] âyetinde fukahâ, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından, önündeki meselede Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez. Allah’ın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki konuda yanılan ve Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş olan biri ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar...

Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah’ın indirdiği dışında bir şeyi teşrî ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah’tan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allah’ın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın dinine muhâlif haramlar helâllar koyuyor. Ardından açıkça veya lisan-ı haliyle: “Allah’ın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı uygulayın, çünkü bu, ona denktir veya bu, Allah’ın kanunundan daha üstündür, kıymetlidir” diyor. İslâm tarihinde fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir. Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır;[37] çünkü ikrahta rızâ yoktur.

Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak, İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, “lâ ilâhe illâllah” deyince müslüman olacakları, İslâm’ı yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler.[38]

Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevanın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’lmünker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin başında gelir.

İLÂH NEDİR?

Şirki ve tevhidi tam değerlendirmek için iyi bilinmesi gereken kavramlardan biri de “ilâh” kavramıdır. Bu kavram iyi bilinmeden şirk de yeterince anlaşılmaz. Tevhid Kelimesinin içinde yer alan bu kavram, iman ile şirk (ortak koşma) arasındaki farkı ortaya koyar. Sözlük anlamı; ısınmak, alışmak, birisine aşırı sevgi ile yönelinen, kulluk edilen, mâbud haline getirilen, alışılan, düşkün olunan demektir. Kendisinden türediği ‘elihe’ fiili; yönelmek, düşkün olmak, kulluk yapmak, örtmek, gizlemek, alışmak gibi anlamlara gelmektedir.

Kavram olarak; “kendisine ibâdet edilen, mâbud sayılan her şey, her şeyden çok sevilen, ta’zim edilen kutsal varlık” anlamında kullanılmaktadır. Tapınılan, kendisine ibâdet edilen, üstün sayılan bütün mâbudların ortak adı “ilâh”tır. Türkçede bunu “tanrı” kelimesi ile karşılarız. İslâmî istılahta ilâh; tapınılan, kendisine ibâdet edilen demektir. İlâh; ibâdet edilmeye lâyık, yani kudret ve kuvveti önünde huşû ile boyun eğip ibâdet ve itaat etme gereği duyulan, herşeyin O’na muhtaç olduğu bir varlık demektir. İlâh kelimesi, gizlilik ve esrârengizlik mânâlarına da gelir ki, böylece ilâh, görülmez ve ulaşılmaz bir varlıktır. İlâh, İslâmî ıstılahta şu anlamlara gelir: “Otorite sahibi, kanun koyan, ibâdet edilen, rızık veren, hesaba çeken, kendisine ihtiyaç duyulan.” İlâhlık ve otorite birbirini gerektirir. İlâh denildiğinde, aklımıza, hayatımız için kanun koyan, nizam ve hukuk belirleyen ve kayıtsız şartsız hâkimiyet sahibi Allah (c.c.) gelmelidir.

İlâh Düşüncesi: Hz. Âdem’den belirli bir zaman sonra insanlar, Tevhid inancının dışına çıkmaya başladılar ve ikinci Âdem Hz. Nûh’tan sonra da yaptıkları heykelleri ilâh haline getirip onlara tapındılar. Daha sonradan gelen birçok kavmin arasında ve günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde bu bâtıl inanış devam etmektedir. Kişinin inandığı ilâh, onun ihtiyaçlarını karşılayan, duâlarına karşılık veren, sıkıştığı zaman imdadına koşan ve her bakımdan üstün (müteâl) olmalı. Bu ilâh, insanın sahip olmadığı birçok özelliği taşır. Ülûhiyet (ilâhlık), aynı zamanda ulaşılamayacak yüce bir makamdır. Kimileri bu ilâhlarını somut bir şekilde, put halinde cisimleştirmişlerdir. Birçoğu da insana ait birtakım özellikleri onlara vermişlerdir.

Eski yunan tanrıları, insanlar gibi kavga ediyorlar, birbirlerinin hanımlarına göz koyuyorlardı. Eski İran dini Mazdeizm’in iki tanrısı vardı ve sürekli kavga ederlerdi. Birisinin kötülükleri, diğerinin iyilikleri yarattığına inanılırdı. Eski Azteklerin ilâhı zâlim bir savaşçıydı. Kimileri birtakım hayvanları, kimileri zamanı, kimileri ruhları, kimileri yerleri kutsal sayıp, onlara bir ilâh gibi saygı göstermişlerdir. Geçmişte bu tür acaip ve sapık ilâh inançları çoktu. İslâm, bütün peygamberler vâsıtasıyla bu tür bütün ilâh düşüncelerini kaldırmış ve insanlar hakkında hakk olan Allah inancını getirmiştir. Çünkü bu inanç, insanların kendi kafalarından ve eksik görüşlerinden değil; bizzat insanların Rabbi Allah’tan gelmiştir. Böylece, Tevhid dinine inanan insanlar ‘ilâh’ konusundaki düşüncelerini ve inançlarını düzeltebilmişlerdir.

Ancak buna rağmen tarihte olduğu gibi günümüzde de aklını kullanmayan, Kur’an’a kulak vermeyen insanlar, hâlâ yanlış ilâh inancını sürdürmektedirler. Allah’a ait bir sıfatı veya sıfatları bir başka varlığa veren, onu ilâh gibi düşünmüş olur. Dinimizde bunun adı şirktir. Allah’ın yaratma, öldürme, diriltme, affetme, azab etme, yoktan var etme, kutsal olma, nimet verme, hüküm koyma gibi sıfatları, başka şeylerde, başka varlıklarda var sayılırsa, onlar ‘ilâh’ haline getiriliyor demektir. Bu bağlamda bir kimse; bir kişinin, bir kurumun veya bir başka şeyin, tıpkı tanrı gibi olduğunu kabul etmesi, “tıpkı tanrı gibi yaratıyor” diye düşünmesi, onu ilâh saymasıdır.

Günümüzde bu tür ilâh fikrini çokça görmek mümkündür. Üzülerek söylemek gerekirse, bilimin bu kadar ilerlemesine rağmen insanlar hâlâ, geçmişteki câhiller gibi sapık ilâh inancını terk etmemişlerdir. Bugün kimileri, atalarının ruhunu, kimileri devlet yöneticilerini ve kahramanları, kimileri devlet örgütlerini, kimileri uluslararası kuruluşları tıpkı ilâh gibi görmektedirler. Bunların gücü çok büyüktür ve bunlara asla karşı gelinmez diye inanılmaktadır. Gazete sayfalarında görülen ‘futbol ilâhı’, ‘müzik ilâhı’, ‘sanat ilâhı’, ‘seks tanrıçası’, ‘ey falanca şarkıcı sana tapıyorum’, ‘ey sevgili sana tapıyorum’ gibi ifadeler işte bu yanlış ilâh fikrinin çok çirkin görüntüleridir. Kimileri bir spor yıldızını, kimileri bir müzik ve film yıldızını kendisi için en üstün örnek sayar, onun peşinden gider, onu taparcasına sever, ondan başka üstün ve kutsal bir şey düşünmez. İşte bu yanlış fikir onu sapık ilâh fikrine, yani şirke sürükler.

Rejimlerin, devlet adamlarının, diktatörlerin, partilerin, meclislerin koydukları ilkeler ve kanunlar, yaptıkları işler, uygulamalar, ‘karşı gelinemez, değiştirilemez, itaat edilmesi zorunlu ilkelerdir’ düşüncesi, onları ilâh saymanın çağdaş görüntüleridir. İnsanlar bu gibi otorite sahiplerinde olağanüstü bir güç var sanmaktalar, dolaysıyla onlarda ilâhlık sıfatları görmekteler. Bazılarının, ‘birtakım kişilerin veya grupların fikirleri, ilkeleri, kanunları en üstündür, onların üzerinde güç ve otorite yoktur’ şeklindeki düşünce ve inançları, onların dinleridir. Aynı konuda âlemlerin rabbi Allah’ın insanlar için indirdiği hükümlere aldırmamak, onları reddetmek, ya da onların yerine kişilerin ve kurumların hükmünü kabul etmek; onları ilâh haline getirmenin göstergesidir.

Diyelim ki, herhangi bir konuda Allah’ın koyduğu bir ölçüsü veya bir hükmü var. Buna karşın aynı konuda bir kişinin, siyasî bir otoritenin, devletin veya başka bir gücün tam aykırı bir görüşü veya ölçüsü bulunmaktadır. Bir insan Allah’ın hükmüne rağmen onları benimser, inanır ve peşinden giderse; işte o kabul ettiği hükmü veya ölçüyü koyan kaynağı ilâh haline getirmiş demektir. Örneğin, Allah (c.c.), Kur’an’da içki içmeyi yasaklıyor, fâiz alıp vermeyi haram sayıyor, kadınlara örtünmeyi emrediyor, ama birtakım yöneticiler veya yetki sahipleri, içki içmeyi normal görüyor, fâizsiz ekonomi olmaz diyor, ya da birileri kadınların örtünmesini çağdaş kıyafet değil diye yasaklıyor. Bazıları, ‘Allah’ın ölçülerinin geçerliliği yoktur, bu zamanda uygulamak zordur, ama yöneticilerin koyduğu hüküm daha doğrudur, zamana daha uygundur, biz onları tercih ederiz’ derlerse, işte bu inanç başkalarını ilâh haline getirmedir.

Kim herhangi bir şeyi Allah’tan fazla severse, bir şeye Allah’tan fazla saygı gösterir, Allah’tan korkar gibi ondan korkarsa, kim Allah’ın dışında herhangi bir şeye veya insana tapınırsa, kim Allah’ın hükmüne aykırı olarak başkalarının ilkelerini daha üstün sayarsa, işte o insan, bütün bunları ilâh haline getiriyor demektir. Farklı ilâhlara inananlar, bu inançlarını zaman zaman ortaya koyuyorlar. ‘Falanca devletin, filanca uluslararası kuruluşun, falan adamın ilkeleri her şeyin üstündedir’ diyen kimse, Allah’ı değil onları ilâh tanıyor demektir. İslâm’ın ezelî, ebedî, değişmeyen ve evrensel ilkesi şudur: “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedun Rasûlullah” Yani, “Allah’tan başka ilâh yoktur; Hz. Muhammed Allah’ın rasûlü, elçisidir.” “Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapınma. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.” [39]

 

[1] ] 9/Tevbe, 31

[2] ] 7/A’râf, 3

[3] ] 42/Şûrâ, 21

[4] ] 42/Şûrâ, 10

[5] ]774]  6Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093/En’âm, 121

[6] ] 26/Şuarâ, 227

[7] ] 4/Nisâ, 136

[8] ] 4/Nisâ, 136

[9] ] Bkz. 33/Ahzâb, 44

[10] ] 39/Zümer, 17-18

[11] ] 7/A’râf, 54

[12] ] 12/Yûsuf, 40

[13] ] 16/Nahl, 17

[14] ] 35/Fâtır, 3

[15] ] 40/Mü’min, 26; Ve yine bkz. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54

[16] ] 9/Tevbe, 31

[17] ] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093 788] 7/A’râf, 3

[18] ] 42/Şûrâ, 21

[19] ] 42/Şûrâ, 10

[20] ] 6/En’âm, 121

[21] ] 4/Nisâ, 65

[22] ] 24/Nûr, 47-48

[23] ] 5/Mâide, 44

[24] ] 5/Mâide, 50

[25] ] 95/Tîn, 8

[26] ] 4/Nisâ, 59

[27] ] 33/Ahzâb, 36

[28] ] 7/A’râf, 54

[29] ] 6/En’âm, 82

[30] ] 12/Yûsuf, 40

[31] ] 4/Nisâ, 13-14

[32] ] 8/Enfâl, 1

[33] ] 39/Zümer, 17-18

[34] ] 3/Al-i İmrân, 31-32) Yine bkz. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115

[35] ] İbn Mâce, hadis no: 4205

[36] ] 5/Mâide, 44

[37] ] 16/Nahl, 106

[38] ] Geniş bilgi için bak. Muhammed Kutub, Tevhid, Risale Y.

[39] ] 28/Kasas, 88

Cuma, 26 Şubat 2021 08:04

27.HUTBE: ŞİRKİ NE KADAR TANIYORUZ?

ŞİRKİ NE KADAR TANIYORUZ?

ÂYET:

قُلْ نِ آـمَا نََِا۬ بَشَرٌ مِثْلكُمْ يُِ آوحٰى لَِيَّ نَ آـمَا لِهُٰكُمْ لِهٌٰ وَحِدٌۚ فَمَنْ كَانَ يَرجُْو لِ آقَاءَ ربَِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلاًَّ صَالحاً وَلَا يُشُْركِْ بعِبَادَةِ ربَِّ آه۪ حَََّدً

“De ki: ‘Ben, yalnızca sizin gibi bir insanım. Şu var ki bana, ilâhınızın, sadece bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutmasın.”[1]

نَِّ للهَ لَا يَغْفِرُ نَْ يُشْركََ بِه۪ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَ آشَاءُۚ وَمَنْ يُشْركِْ بِاللّٰهِ فَقَدِ فْتَ آرٰى ثِْماً عَظ۪يمّٰاً

“Allah kendisine şirk (ortak) koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar.”[2]

قُلْ فََغَيْرَ للّٰهِ تَاأمُْ آروُن۪آّي عَْبُدُ يَُّهَا لْجَاهِلُونَوَلَقَدْ وُ۫حِيَ لَِيْكَ وَلَِى لَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكَۚ لَئِنْ شَْركَْتَ لَيَحْبَطَنَّ عَمَلُكَ وَلَتَكُونَنَّ مِنَ لْخَاسِر۪ينَ بَلِ للّٰهَ فَاعْبُدْ وكَُنْ مِنَ لشَّاكِر۪ينَ

De ki: Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz? Ey Muhammed! And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuşıur. And olsun, eğer Allah’a ortak koşarsan işlerin şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır, yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.”[3]

Lügat olarak şirk: Ortaklık, ortak koşmak demektir; mülk ve saltanatta ortaklık anlamına gelir. Istılahta şirk; Allah’a zâtında, sıfatlarında veya fiillerinde ortak ve denk tanımaktır. Şirk koşan kişiye müşrik denir. İki veya daha çok ilâh tanımak, herhangi bir varlığı ma’bud (ibâdet edilen) olarak bilmek, Allah’ın yaratıcı, kadîm, bâkî gibi sıfatlarına başka varlıkların da sahip olabileceğine inanmak şirktir. Kısacası, Allah’ın ilâhlık vasıflarından herhangi birini Allah’tan başkasına vermek şirktir. Şirk küfürdür, müşrik aynı zamanda kâfirdir.

Şirkin olduğu yerde sâlih amel olmaz. Çünkü amelin kabul olması için ihlâs yani, yalnız Allah için yapılmış olması gereklidir. Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutmasın.”[4]

Şirk, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Allah, şirk inancı ile âhirete gelenleri asla affetmeyecektir. “Allah kendisine şirk (ortak) koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar.”[5]

Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibârettir. Bütün Peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur. Şirk sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek şirktir.

Peygamberimiz zamanındaki Mekke müşrikleri Allah’la birlikte birçok ilâha inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ ve heveslerine göre putlar yapıyorlar ve onlara tapıyorlardı. Kâbe’nin içinde 365 tane put bulunuyordu. Bunların en büyükleri; Hubel, Lat, Menat, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suva, Yeük ve Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan iyi huylu, cömert insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların heykelleri yapılmış ve zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı. Araplar bunlardan başka; güneşe, aya, bazı taşlara, ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, Melekleri Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve meleklere tapıyorlardı. Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefsinin hevâsını ilâh edinmesidir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini veya başka bir şahsı tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. İşte günümüzde şirkin aldığı görünüm budur.

Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan birtakım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevk ederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.

Kur’an’da “Şirk” kelimesi ve türevleri 168 yerde geçer. Şirk kelimesi geçmese bile, âyetlerin çok büyük bir bölümü, tevhidi hâkim kılmak için şirkle mücâdeleyi konu edinir. Kur’ân-ı Kerim, müşrikleri, yeryüzünde birliği ve huzuru bozan, insanlar için zararlı, çirkin bir tip olarak görür ve neces, yani pislik (pis değil; pislik) olarak nitelendirir.[6] Kur’an’da şirk, herhangi bir şeyi, kavramı veya bir kimseyi tercih etme, önem ve kıymet verme, yüceltme bakımından Allah’la eşit düzeyde görmek veya bunu davranışlarıyla göstermektir. Kur’an bize Allah’ı (c.c.) birçok sıfat ve isimleriyle tanıtmış ve O’ndan başka ilâh olmadığını kesin ifadelerle bildirmiştir. Allah’tan başkasının ilâh kabul edilmesi, bir şahıs veya nesnenin Allah’ın Kur’anda bildirilen bazı özelliklerine sahip olduğu varsayımıyla olur. Allah gerçek ve tek ilâhtır; Allah’ın sıfatlarına sahip olan başka hiçbir varlık olamaz. İşte, Allah’ın herhangi bir sıfatına başkasının Allah’la birlikte veya bağımsız olarak sahip olduğunu iddia etmek, Allah’tan başka ilâh kabul etmektir, yani şirktir.

Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette Allah Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri hususunda uyarır:

“De ki: Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz? Ey Muhammed! And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuşıur. And olsun, eğer Allah’a ortak koşarsan işlerin şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır, yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.”[7]

“O’nu bırakıp ilâhlar mı edindiler? De ki: Kesin delilinizi getirin, İşte benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitapları. Hayır, onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.”[8]

“O, ancak tek bir ilâhtır. ‘Doğrusu ben O’na şirk/ortak koşmanızdan mâsumum, berîyim’ de.”[9]

Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar ile, onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzâde Karun’lar, yani zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk yığınlarından meydana gelir.

KUR’ÂN-I KERİM’DE ŞİRKİN TANIMLARI

Kur’ân-ı Kerim’e göre şirk büyük günahtır,[10] büyük bir zulümdür,[11] aynı zamanda büyük cehâlettir.[12] O yüzden şirk, ilme ve akla dayanmaz; şirk zanna göre harekettir.[13] Apaçık sapıklık[14] ve büyük bir alçaklıktır.[15] Şirk âhiret inancıyla bağdaşmadığından dünya hayatına düşkünlüktür.[16] Şirk, Kur’an’da halkı, sağlam temellerden uzak tutma olarak da tanımlanır.[17] Takvâ gibi gerçek ve güzel korkulardan uzak olduğu için müşrik, kendi içini kemiren ve onurunu tümüyle yok eden çirkin korkulara mahkûm olur. Şirk, kalplerin korku ile doldurulması demektir.[18] Müşrikler, Tevhid inancında olanlara karşı düşmanlık yaparlar.[19] Bütün bu sebeplerden dolayı şirk insanı ebedî cehennemlik yapar. Cennetin kapıları onlara kesin olarak kapanır.757

 ŞİRKİN SEBEPLERİ

Kur’ân-ı Kerim, şirkin çirkinlik ve zararlarını anlatıp insanları ondan sakındırırken, şirkin kaynağını, sebeplerini de açıklar. Bu sebepleri şöyle özetleyebiliriz:

1-) İnsanların tevhidden sapıp, şirke düşmelerinin asıl sebebi; insanın nefsinin arzularına tapması, hevâsını ilâh edinmesi ve diğer insanlara karşı üstünlük sağlayıp onları kendisine kul etmek istemesidir.[20]

Bağy; hakka saldırı, payına râzı olmayıp başkalarının payına saldırma, haksızlık etme, hased, birbirini çekememezlik mânâlarına gelir. İnsanları bağy etmeye iten, hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeleri, nefislerine tapınmalarıdır.[21] Şirk, nefsinin hevâsını ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi hevâlarını/arzularını ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasp üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları sahte ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine (kendi çıkarlarına) taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.

2-) Atalarına ait özelliklerle gururlanmak ve halkı atalarının bâtıl inancına sevketmek.[22]

3-) Diğer varlıkları Allah ve Rasûlünden çok sevmek.[23]

ŞİRKİN ÇEŞİTLERİ

  • Şirk-i İstiklâl: Allah ile birlikte başka bir ilâh tanımak yahut tamamen ayrı olmak üzere bir veya birden fazla ma’bûdun varlığına inanmaktır. Eski Türklerdeki yer ve gök tanrısı inancı veya mecûsîlerin iyilik ve kötülük tanrısı inançları gibi.
  • Şirk-i Teb’îz: Allah’ın bir olduğunu kabul etmekle beraber, birden fazla tanrının toplanmasından meydana gelmiş bir Allah kabul etmektir. Hristıyanların teslis, yani Allah’ın baba-oğul-rûhul kudüs toplamı olarak bir olduğu inancı gibi.
  • Şirk-i Takrîb: Kâinatın yaratıcısının ve düzenleyicisinin bir olduğuna inanmakla beraber, ona yaklaştıracağı inancı ile insanların kendi yaptıkları put, heykel ve benzeri şeylere tapmasıdır. Peygamberimiz zamanında yaşayan câhiliyye Arapları putlara, kendilerini Allah’a yaklaştıracakları iddiası ile tapıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim onların şöyle dediklerini anlatır: “Allah’ı bırakıp da kendilerine birtakım dostlar edinenler derler ki: Biz bunlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.”[24]
  • Şirk-i Taklîd: İnsanların husûsî olarak beğenip seçtikleri için değil de, atalarından geldiği için kabul ettikleri şirktir. Genellikle insanların çoğu dinini seçerek değil, içinde bulunduğu toplumda o din bulunduğu için bir dine sahip olur. Bu husus Kur’ân-ı Kerim’de şöyle belirtilir: “Atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyan kimseleriz.”[25]
  • Şirk-i Esbâb: Kâinattaki her türlü kanunun Allah’ın yaratması ve müsaadesiyle değil de, kendi kendine oluştuğuna ve işlediğine inanmak. Kâinattaki her şeyi yaratan ve eşyanın husûsîyetlerini tayin ve takdir eden Allah’tır. Kâinatta her şeyin özellikleri vardır. Su yüz derecede kaynar, ateş yakıcıdır gibi. Eşyaya bu özellikleri Allah vermiştir. Allah’ı hiç tanımayarak her şeyi eşyaya ve sebeplere bağlamak şirktir. Allah her şeye bir sebep göstermiştir. Her şeyin sebeplerine bağlı olduğuna, sebepsiz bir şey olmadığına inanmakla beraber, sebepleri Allah’ın yarattığına inanmak şirk değildir. Şirk olan, her şeyi yalnız tabiata ve zâhiri sebeplere vermektir.

Bu tasnifin yanında, şirk; açık şirk ve gizli şirk olmak üzere de ikiye ayrılır.

GİZLİ ŞİRK

Şirk, gizli ve açık olmak üzere de ikiye ayrılır. Açık şirk: Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve isimlerinde ortak tanımaktır. Bu şirkin tesbiti kolaydır. Fakat gizli şirk öyle değildir. Gizli şirk; Allah’ın tasarruflarına (isteklerine) kafa tutmak ve Allah’tan beklenmesi gerekeni başkasından beklemektir. Bu şirkin farkına varmak zordur. Maalesef, günümüzde dinini tam olarak bilmeyen bazı müslümanlar gizli şirke bulaşmaktadır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) bu hususta müslümanları uyarmaktadır. Riyâ, gizli şirklerin başında gelir. Meselâ bir insan Allah’a ibâdet ederken insanların gözüne girmeyi, onların yardımlarından faydalanmayı amaç edinirse, şirk koşmuş olur. Buna gizli şirk denir. Çünkü İslâm’da ibâdet, sadece Allah’ın rızâsı için yapılır. Çağımızda bir hastalık derecesine varan, aşırı mal-mülk sevgisi, aşırı para ve servet hırsı, aşırı şöhret sevdası gibi kötü duygular da gizli şirk sayılmışlardır. Bunlar için delicesine çalışılırsa, bu çok tehlikelidir. Farkına varmadan insanı şirke götürebilir.

“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler”[26] Allah Rasûlü (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurdu: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman: ‘Dünyada kendilerine riyâ/gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?’ buyurur.”[27]

Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”[28] buyurdu.

Allah’ın halîli (dostu) İbrâhim (a.s.) ne güzel duâ etmiş: “Allah’ım, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Yâ Rabbi, şüphesiz ki bu putlar, birçok insanı saptırdı.”767 Âyette belirtildiği üzere, İbrâhim (a.s.) bile, kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması için Allah’a duâ etmiştir.

Hele, İslâm’ın hâkim olmadığı günümüz câhiliyye ortamlarında şirk çeşitleri daha da çoğalmıştır. Kur’an’ın birçok âyetinde, küçük olsun, büyük olsun şirkin her türlüsünden arınan müttakî kullardan bahsedilmektedir. Allah’ın birliğine iman eden, Allah’a şirk koşanlara düşman olan, tâğutlara ve müşriklere buğz ederek Allah’a yaklaşan, sadece Allah’ı dost, ilâh ve ma’bud edinen, yalnız O’nu seven, O’ndan korkan, O’ndan uman, O’ndan yardım isteyen, O’na boyun eğen, O’na tevekkül eden, O’nun emrine tâbi olup rızâsını gözeten, bir iş yaptığı zaman Allah adıyla yapan ve hayatının her bölümünde O’na ait olan kimseler kurtuluşa ermişlerdir. “De ki, namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun hiçbir şeriki/ortağı yoktur.”768

“De ki, Allah her şeyin Rabbi iken, O’ndan başka bir rab mi arayayım?”769

Allah’a kulluğun gereği, itikadı ve imanı sağlamlaştırmaktır. Kimin itikadında/inancında hafif de olsa sapma olur ve imanı bozulursa, onun ibâdetleri ve amelleri Allah katında kabul olmaz. İtikadı düzgün, imanı sahih ve sağlam insanın ise, az ibâdeti (meselâ farzlarla yetinmesi) bile Allah katında çok ibâdet yerine geçer. Düşüncelerimiz, okuduklarımız, yaşadıklarımız ve eylemlerimizin amacı itikadımızı sağlamlaştırmak olmalı, duâlarımızda da Allah’tan bunu istemeliyiz.

İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde, cehâlet ve düzenin/ortamın câhilî yapısından dolayı -Allah muhâfaza etsin- kolaylıkla şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok zor değildir; esas önemli olan, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı çevrelerde mü’min kalmak ve müslüman olarak ölmektir.

İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit olamadığı için İslâm’ın dışında kalıyor; hatta görmediğine, bilmediğine düşman oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı bilmiyor. Bilenlerin

(Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hds. no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hds. no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde,

II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir

  • 14/İbrâhim, 35-36
  • 6/En’âm, 163-164
  • 6/En’âm, 164

de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil; tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında arayıp ifsâdı ıslah zannediyor.

 

[1] ] 18/Kehf, 110

[2] ] 4/Nisâ, 48

[3] ] 39/Zümer, 64, 65, 66

[4] ] 18/Kehf, 110

[5] ] 4/Nisâ, 48

[6] ] 9/Tevbe, 28

[7] ] 39/Zümer, 64, 65, 66

[8] ] 21/Enbiyâ, 24

[9] ] 6/En’âm, 19

[10] ] 4/Nisâ, 48

[11] ] 31/Lokman, 13

[12] ] 21/Enbiyâ, 24

[13] ] 6/En’âm, 116

[14] ] 29/Ankebût, 5; 4/Nisâ, 116

[15] ] 7/A’râf, 152

[16] ] 2/Bakara, 96

[17] ] 29/Ankebût, 41

[18] ] 3/Âl-i İmran, 151

[19] ] 5/Mâide, 82 757] 5/Mâide, 72

[20] ] Bak. 79/Nâziât, 24; 43/Zuhruf, 51; 3/Âl-i İmran, 10

[21] ] 25/Furkan, 43; 28/Kasas, 50

[22] ] 2/Bakara, 170; 43/Zuhruf, 23, 24

[23] ] 9/Tevbe, 24; Yine bak. 2/Bakara, 165, 96

[24] ] 39/Zümer, 3

[25] ] 43/Zuhruf, 23

[26] ] 12/Yûsuf, 106

[27] ] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457

[28] ] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hds. no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hds. no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hds. no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm

Siyasî Otoritenin Tuğyânı, Tâğut Kimdir?

 

لَٓااِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ

وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَا انْفِصَامَ لَهَاۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ

"Artık kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur." [1]

 

وَالَّذ۪ينَ اجْتَنَبُوا الطَّاغُوتَ اَنْ يَعْبُدُوهَا وَاَنَابُٓوا اِلَى اللّٰهِ لَهُمُ الْبُشْرٰىۚ فَبَشِّرْ عِبَادِۙ

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمْ اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ

"Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Söylenenleri dinleyip de en güzeline uyan kullarımı müjdele! İşte Allah’ın doğru yolu buldurduğu kimseler onlardır, asıl akıl iz‘an sahipleri de onlardır." [2]

"Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir." [3]

 

Siyasî otoritenin tuğyânı, insanın kendisine verilen emretme ve yasaklama yetkisi ve gerektiğinde başkalarına zorla yaptırımı sebebiyle ölçü ve haddini aşması, Allah'ın koyduğu hükümlerle belirtilen hududullahın dışına çıkmasıdır. Bu tuğyan türü, genelde yönetici ve emir sahiplerinde olur. Çünkü onların güç ve yetkileri ve bu konulardaki azgınlık ve taşkınlıkları insanların genelini ilgilendirir. Siyasî otoritenin tuğyânı, bazan insanı rubûbiyet iddiasına kadar götürür. Bu, ya Firavun'un yaptığı gibi lisan-ı kaliyle (konuşma diliyle) veya nice tâğutun yaptığı gibi lisan-ı haliyle rablik iddia etmekle olur. "(Adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: 'Ben sizin en yüce rabbinizim'  dedi." [4]

Siyasî otoritenin tuğyânına baş örnek Firavun'un tuğyanıdır. Onun haddini aşması ve ölçüyü kaçırmasının bir görüntüsü, rubûbiyet dâvâsı güdecek kadar gerçek Rabb'e; haklarını küçümseyecek, zulmedecek ve köleleştirecek kadar da insanlara karşı büyüklenmesidir.  Nitekim Allah, birçok âyetinde ibret ve öğüt almak için, Firavun'un tuğyanını ve bu azgınlığı yüzünden başına gelenleri tekrar tekrar anlatmıştır. Bu da insanların çoğunun otorite tuğyânıyla imtihana tâbi tutulduğunu gösterir. "Musa'nın haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi'de Tuvâ'da seslenmişti: 'Firavun'a git, çünkü o tuğyan etti (azdı)."[5] Buradaki tuğyanı, hem Yaratıcı'ya karşı, hem yaratılanlara karşı haddi aşmak olarak anlayabiliriz. Yani Firavun, küfürle Yaratıcı'ya karşı başkaldırdı; halkı köleleştirmek ve onlara zulmetmek suretiyle de yaratılanlara büyüklük tasladı.

Firavun, rubûbiyet (rablik) iddia ederek tuğyanın zirvesine ulaştı. O, bu bâtıl iddiasıyla, yöneticiliğini yaptığı vatandaşların kendisine, kendi kanunlarına uymalarını; Allah da olsa, kendi ilkelerine ters düşenlere itaat etmelerini yasaklıyor, bu mutlak itaat edilmeye kendini yetkili görüyordu. Fahreddin Râzî'nin yorumuna göre Firavun, rablik iddiasıyla şunları diyordu: "Ben, sizin terbiye eden, büyütüp geliştiren, ihsan eden rabbinizim. Size âlemde emredecek ve yasak koyacak da ancak benim!"

 

İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyanıdır

"Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine? Yüksek sütunlarla dolu İrem'e? Ki şehirlerarasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd'a? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? Bunlar ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin onların üzerine azap kırbacını çarptı. Elbette Rabbin her an gözetlemededir."[6] Bunlar ülkelerinde azmışlardı; yani isyan edip günah işlediler. İnsanlara eziyetle ve yeryüzünü fesâda uğratmakla haddi aştılar. Kazıklar sahibi Firavun denilmesi: Firavun, yere dört kazık çaktırır, işkence edeceği kimseleri ellerinden ve ayaklarından bu kazıklara bağlatır, o şekilde işkence ederdi. Bunun için veya kazık gibi askerleri çok olduğundan böyle nitelenmiştir. Âyetlerde ifade edilen azdıkları ve çok kötülük ettikleri de gösteriyor ki, bu azgın ve zâlim yöneticiler, Allah'a isyan edip başkaldırdıkları gibi; zulüm ve düşmanlıkta da haddi ve ölçüyü aşmışlar, halklarına işkence ve eziyeti çoğaltmışlardı.

 

Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı

Tuğyanın temelinde "kibir"  ve  "benlik"  yatar. Tâğutlardan biri olan Şeytanın azgınlığının sebebi de kibir ve benlik idi. Tuğyan, küfür, şirk ve zulüm olarak insanlara yansır. "Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür."[7] Çünkü şirk, bile bile hakkı inkâr etmek, nimeti görmemek ve onu verene isyan etmektir. Bu, iman noktasından bir tuğyandır. İman açısından tuğyan içinde bulunan kimsenin, uygulama bakımından da zâlim olması doğaldır. Firavun'un tuğyanı buna örnektir. Uygulama açısından tuğyan ise, zulüm ve haksızlıktır. Özellikle yetki sahibi bir kimsenin, kendisini haklı gösterecek bazı gerekçelerle(!) adaletten ayrılması ve emri altındakilere zulmetmesidir. Zaten, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticinin zâlim olmaması beklenemez.[8] Böyle kişilerin, hakkı korkusuzca söyleyen müslümanlar, özellikle de âlimler tarafından uyarılması gerekir. Tâğutlaşan yöneticiye (sultanun câirun) karşı hakkı söylemek, mazlumları savunmak ve zulme engel olmaya çalışmak, en önemli ibâdetlerdendir. "Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir." [9]

İslâm tarihi, zâlim sultanlara ve kötü yöneticilere karşı gelen güçlü bilginlerle doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden mızrak ve kılıca dönüştü. Tıpkı Abdurrahman b. el-İş'as ve beraberindeki fakîh ve muhaddislerin, Haccac'ın tuğyânına ve Emevî devletinin sapmasına başkaldırmaları gibi. Medine'nin ünlü fakihi Said bin Müseyyeb, Hulefa-i Raşidin'in yolundan gitmeyen, mal-mevki ve nüfuz peşinde koşan Emevî emîr ve valilerinin, kendi itibarından yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini reddediyor ve onların kötü emellerine âlet olmuyordu. Velid bin Abdülmelik'e biatı reddeden Said bin Müseyyeb'e 60 değnek ceza vuruldu. Tâbiin dönemi âlimlerinden Said bin Cübeyr, Haccac'ın zulmünü önce vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda vermeyince ona karşı ayaklandı ve şehid edildi. (Yusuf el-Kardavi, bu destansı mücadeleyi tiyatro eseri şeklinde Âlim ve Tâğut adıyla kitaplaştırmıştır.)

Halife Mansur'un zulmüne boyun eğmeyerek onun isteklerine âlet olmamak için teklif edilen kadılık görevini reddeden Ebu Hanife de işkenceyle şehid edilmiştir. Diğer bir mezheb imamı Malik bin Enes de Halife Mansur'dan haksızlık ve zulüm gördü. Hz. Ali (r.a.) taraftarlarının isyanına fetva vermesi üzerine ona da işkenceler yapıldı. Her dönem, tâğutî düzenler tarafından zulüm ve işkence gören, hatta idam edilen âlimler çok sayıda âlim vardır. Bu konuda son dönemdeki âlimleri göz önüne getirirsek, hemen meşhur bütün âlimlerin isimlerini saymak gerekecektir: Said Nursi, Şeyh Said, İskilipli Âtıf Hoca, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi, Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub, Abdülkadir Udeh, Mevdudi, Ali Şeriati, İmam Humeyni, Muhammed Bâkır es-Sadr...

Örneklerden de anlaşıldığı gibi tuğyan (zulüm), ister mü'min geçinsin, ister kâfir, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin yakalandıkları bulaşıcı bir hastalıktır. Yöneticiler, bu hastalıktan ancak hiç taviz vermeden Allah'ın kitabıyla hükmederek adalete sarılmak suretiyle ve yanlarına müttakî âlim yardımcılar (müşavirler) alarak kurtulabilirler. Bunun gerçekleşmesi için de, öncelikle sistemin tâğutî olmayıp İslâmî olması gerekir. Adaletin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Çünkü Allah'ın hükmü adalet; onun zıddı ise zulümdür. "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir." [10]       

 

Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut'laşması

Tuğyankâr insanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri, kendi tuğyanlarını haklı göstermek ve insanlar üzerinde rableşip onların dünya hayatlarını düzenlemek için belli hükümler koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların koydukları hükümleri kabul eder, Allah'ın hükmünü bırakır, tuğyankârların hükümleriyle muhâkeme olunmak ister ve böylece tuğyankârlara hem ibâdet etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar. İşte, Kur'an, bunlardan birinci tür, yani tuğyankâr olan ve başkaları üzerinde rableşip tuğyanlarını haklı çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip vatandaşlarının rabbi kesilmeye girişen insanlara tâğut der. Bu kelimenin tekili de çoğulu da aynıdır; yani tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tâğut, kendisini velî/dost edinenleri nurdan zulümâta çıkarır. Kendisi zulümât, yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de baş aşağı bu karanlıkların içine yuvarlar.[11] Böylece, tâğutun peşinden gidenler, onu velî/dost edinmekle ona ibâdet etmiş[12] olurlar. Allah'a imandan önce  'lâ/hayır'  silahıyla tâğuta küfretmeleri, onu tanımamaları gerekirken onun koyduğu hükümlerle muhâkeme olunmak istemekle Allah'a küfretmiş ve tâğuta iman etmiş olurlar.[13] Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur'an âyetleri böylelerinin ancak tuğyan ve küfrünü arttırır.[14] Böylelikle, şirk toplumunun üzerine oturduğu üçlü de (tâğut, onun tanrısı olan nefsi, yani heva ve hevesi ile yardımcılarıyla tâğuta ibâdet edenler) tamamlanmış olur; tevhid toplumunun yerini alır veya karşısına geçer.[15]    

 

Tâğut Kimdir?

Tâğut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan, taşkınlık gösteren ve her sapıklığın başı gibi anlamlara gelir; Istılahta ise Allah'a isyan eden anlamında kullanılır. Allah'ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tâğuttur. Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez. Kur'an-ı Kerim'de: "Andolsun ki, biz her kavme; 'Allah'a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının'  diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik."[16] İnsanlar, sadece Allah'a kul olma, yalnız O'na ibâdet etme hususunda istisnasız uyarılmışlardır. "İman edenler Allah yolunda cihad ederler; küfredenler ise tâğut yolunda savaşırlar."[17] Yani insanlar ya Allah'a ibâdet edecekler veya tâğuta kul olacaklardır; bu iki yolun dışında üçüncü bir hal yoktur.

Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulur: "Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Hâlbuki tâğutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır."[18] Kur'an'daki konuyla ilgili bütün bu âyetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır: Tâğutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: “Bu âyet-i kerimede[19] Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söylemekle beraber, ihtilaf ettikleri hususlarda, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden kaçınıp, insanların kendi akıllarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin iman iddiasını Allah reddetmektedir.”[20]

Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızasına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah'ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler, bu noktada "tâğutî"  özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün ideolojik sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifade ile, İslâm'ın dışındaki bütün sistemler tâğutîdir. Tâğutların hükümlerine göre yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü'minlerin, Allah'ın indirdiği hükümlerin galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır. Şurası unutulmamalıdır ki, tâğutun hükümlerine  "evet"  diyenler, Allah'ın dinine  "hayır "  demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; "Allah'a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının" diye tebliğat yaptıkları âyetlerle sabittir. Tâğutun hükümlerini inkâr etmeyen ve tâğutî güçlerle mücadele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun,  "müsteşrik"  çizgisini asla geçemez. [21]    

Tâğut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden tâğut denmiştir. Tâğut, hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah'ın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan her şeyi ifade eder. Tâğut, bir şahıs olabileceği gibi, Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah'a bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah'a iman edip bağlanır, sadece Allah'ın kanun ve nizamlarını kabul eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yani kurtulmuş olur.[22] Tâğutu reddetmeden iman eksiktir, yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen müşriklerin Allah'a inanması gibidir. Tâğut, Allah'a ibâdetten alıkoyan, Allah'a giden yolu tıkayan, dini Allah'a has kılmayı, Allah ve Rasülü'ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği gibi, ağaç, beton, tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu kavramın içine koyabiliriz.

Mevdudi'ye göre tâğut kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur'an bu kelimeyi Allah'a isyan eden, Allah'ın kullarının hâkimi olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Eğer bir kimse Allah'a isyan eder ve O'nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman tâğuttur. Böyle bir kimse; şeytan, rahip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tâğutu reddetmedikçe Allah'a inanmış sayılamaz. Tâğutun, tekil ve çoğul anlamı birlikte kullanılır.  Çünkü Allah'ı inkâr eden kimse, sadece bir tek değil; binlerce tâğutun kölesi olur.[23] Tâğut, ilahî olmayan hükümlere göre kararlar veren otorite demektir. Tâğut kelimesiyle, aynı zamanda, Allah'ı tek hâkim / egemen ve Rasülü'nü nihâî otorite olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir. [24]

Seyyid Kutub da tâğutu şu şekilde tanımlar: Allah'ın emri dışındaki her çeşit sistem, Allah'ın şeriatına dayanmayan her türlü nizam tâğuttur. Tâğut, Allah'ın şeriatından başka bütün idare şekilleridir. Zira insan, ülûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mal edip, adaletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatın hudutlarını aşarak kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyan etmiş ve kendi haddini aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyandır ve böyle iddialar ileri sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir.  Bunlara inananlar, bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler.[25] 

Yusuf el-Karadavî'ye göre, Allah'ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, rejimler, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tâğuttur. Tâğut, kulun haddi tecavüz ederek, ibâdet ettiği, tâbi olduğu ve itaat ettiği şeydir. Her kavmin tâğutu, kendisine hüküm götürdükleri, huzurunda muhakemeleştikleri, ibâdet ettikleri, tâbi oldukları, yalnız Allah'a itaat edilmesi gerektiği yerde itaat ettikleri kimse veya varlıklardır. Bunların ve bunlarla ilişkisi olan insanların durumlarını düşündüğümüz zaman, insanların çoğunu Allah'a ibâdet ve itaatten yüz çevirmiş, tâğutlara ibâdet ve itaat eder halde görürüz. [26]

Nisa, 76. Âyetine göre tâğut, Allah'a karşı olanların, uğruna savaştığı şey, nesne, insan, dâvâ, ideoloji olarak anlaşılmaktadır. Tâğut, itaatte Allah'a ortak koşulan her şeydir. Kendisine kayıtsız şartsız itaat edilecek tek merci Allah'tır. O'nun dışındakilere O'ndan dolayı itaat edilir. Bu tür itaatler, meşruiyetini Allah'tan alırlar. Kur'an, Allah'tan başkasına itaati, tâğuta itaat ve ibâdet olarak nitelemektedir.[27] İtaat edilen şey, Allah'ın hükümlerine aykırı olursa, itaat tâğuta itaatin ta kendisi olmaktadır.[28]

Tâğut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın, adaletsizliğin, putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza gelen tüm kötülüklerin sembolü. Bu sembol, bazan kendini Firavun ilan eden antik ya da çağdaş bir yönetici, bazan cansız bir eşya, bazan bir ideoloji, bazan da şeytan, uğur, şans, talih gibi soyut şeylerdir. Tâğut, insanoğlunun ilahlaştırdığı her şeydir. Daha doğrusu tâğut, insanla Allah arasına gerilen şeylerin tümüne verilen ortak isimdir. Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyen insan tuğyan etmiştir. İşte tâğut, o insana bu sınırları çiğneten şeydir. Eğer o şey insansa ve kâfirse ona itaat eden de kâfir olur; yok eğer insanın itaat ettiği tâğut münâfıksa ona itaat eden de münâfık olur. Tabii fâsıksa fâsık; zâlimse zâlim olur.[29]         

Bütün bu açıklamalar çerçevesinde tâğut, her türlü azgınlık, sapkınlık, aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder. Tâğut, tuğyanı yaşayan ve yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür.

Tâğut, her devirde Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları olan grubun genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok tâğut bulunur. Tâğutların, kabile çapında, millet çapında olanları yanında bölgesel ve enternasyonal olanları da bulunacaktır. Bunlar, birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler. Hatta İblisler parlamentosu (hizbu'ş-şeytan, evliyâu'ş-şeytan) gibi birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. Tâğutlar, aralarında hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler. Böyle olunca tâğutî sistemler, parlamentolar, prensipler geliştirilebilir. Mesala, Muhammed İkbal, emperyalist batılıların oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri organizasyonu, İblisler parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun gibi tâğutlar parlamentosu deyimini de kullanabiliriz.  Kur'an, bu noktada evliyâu't-tâğut (tâğutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri) deyimini kullanıyor. [30]    

Bir kimse, Allah'a, meleklerine... inandığını ikrar etse, buna mukabil, tâğutî rejimleri (demokratik, laik, hümanist, kapitalist, sosyalist vs.) çağdaş devlet modelleri adı altında benimsese, doğruluklarına itikat etse, irtidat etmiş olur, yani dinden çıkar. Kim, insanların maslahat ve iyiliklerini Allah'tan daha iyi bildiğini iddia ederek, insanlar üzerinde hükümler koymaya ve bunları tatbik etmeye gayret ederse  "ilahlık"  iddiasına girişmiş olur. Her kim de bunların bu iddialarını doğrulayarak onlarla işbirliği yaparsa, tevhid akidesini parçalamış, ilahlara iman etmiş, kâfirler zümresine dâhil olmuş demektir. Bu açıdan  "çağdaş devlet modelleri"  iyi değerlendirilmeli, isimleri milliyetçi-mukaddesatçı dahi olsa, Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere doktrinler imal eden, bu doktrinleri insanların hayatına tatbik edeceğini ilân eden insanların tâğut olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Bu gün dünyada insanların beşikten mezara hayatlarını düzenlemek iddiasındaki meclisler, konsüller, krallar, kavimlerarası kuruluşlar, insanları teslim almış görünmektedirler. [31]

Hz. Âdem'den günümüze kadar, genel anlamda insanlığın iki tanrısı var olagelmiştir: Allah ve tâğut... Tarih boyunca insanoğlu ya tevhid dinine mensup olmuş ve bu dinin tanrısı olan Allah'ı kendisi için yegâne ilah edinmiş; ya da şirk dinine mensup olmuş ve bu dinin çok çeşitli olan tanrı veya tanrılarına ittiba etmiştir. İşte Kur'an, şirk dininin tanrı veya tanrılarına genel olarak tâğut demektedir.

Günümüzde müslümanlık iddiasında bulunanların birçoğu bu bakımdan profan / bölmeli bir kafa yapısına sahip bulunmaktadır. Bu kimseler, bir yandan Allah'a iman ettikleri iddiasında bulunurken, diğer yandan İslâm'ın açıkça emrettiği ve yasakladığı şeylere ters düşebilmekte ve tâğutların yasalarına kabulleri arasında yer verebilmektedirler. Oysa bir kalpte hem imana, hem de küfre yer verilmesi İslâm'a göre açık bir paradoks, gerçek bir çelişkidir. "Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktır. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir." [32]

Bir kalpte hem iman ve hem de aynı zamanda küfür bulunamaz. Bu iki olgu, ateş ile barut gibi yanyana bulunamazlar. Birisinin yerleştiği kalpte bir diğerine yer yoktur. Mü'min, kâfir ve münâfıktan farklıdır; kendisine İslâm ile beraber bir veya birkaç dünya görüşünden veya ideolojiden sentezler yapan, bukalemun bir şahsiyete sahip olamaz. Çünkü tevhidi, şirkten farklı kılan; başka felsefelere, herhangi bir dünya görüşüne veya ideolojiye ihtiyaç duymaması, mü'minin bütün bir hayatını kuşatan yetkin bir inanç, bir pratik; kısacası bir sistem, bir yaşam biçimi olmasıdır. Bugün beşeriyet, Tevhid dininden uzaklaşarak, yeryüzünde egemen olan tâğutların dinine sapmış bulunuyor. Müslümanlık iddiasında bulunan yığınların Allah'a değil; tâğutlara ibâdet ettikleri su götürmez bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle Kur'an'ı öğrenmek, manasının derinliklerine dalmak ve onu pratik hayatlarına indirgemek isteyen her müslümanın, tâğut kavramının gerçek anlamını kavraması ve kavradığı tâğutu tüm kuralları ve kurumlarıyla birlikte reddetmesi, bu reddi davranışlarıyla göstermesi itikadî bir sorumluluktur.          

 

Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi Allah'tan Almıyorsa Tâğuttur

Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hemen hepsi, beşerî rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymakta; dolayısıyla da Allah'ın hükümlerine muhalefet etmektedirler. O yüzden bu rejimlerin hepsi "tâğut" olarak isimlenir.

Bir kimse; Allah'a, ahirete ve inanılacak hususlara inandığını açıklasa; fakat demokratik, laik, sosyalist, kapitalist vb. rejimlerden herhangi birinin hükümlerini kabul edip itaat etse, böyle bir kimsenin irtidadına hükmedilir. Zira insanları yaratan Allah'tan başkası, insanların nasıl idare olunacağı hususunda ve onların sosyal yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine sahip değildir. Çükün hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği insanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Allah katında üstünlük, sadece takvâ iledir.[33] Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyip, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar aynı zamanda "ilâhlık" iddiâsı içindedirler. Dolayısıyla Allah'ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar da, tevhid akidesinin dışına çıkarlar. Tâğut, müslümanın en büyük düşmanıdır. Tâğut, devlet sistemlerini, ahlakî değerleri ele geçirmiş ve onları müslümana zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tâğut, müslümanı dört yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana müslümanca hayat hakkı tanımamaktadır. Tâğutî güçler, Allah'ın arzında, O'nun hükümlerine karşı tuğyan eden ve insanların üzerinde ilahlık iddiasında bulunan otoritelerdir. Bunlarla sürekli olarak savaşmak farzdır.[34]

Günümüzde Allah'ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak, “hâkimiyet kayıtsız ve şartsız insanındır” sloganına sarılan ve insanların çoğunun rızasına göre kurulduğu iddia edilen siyasî otoriteler, iktidar haline gelmişlerdir. Bu siyasî otoritelerin tâğut hükmünde olduğu unutulmamalıdır. Daha açık bir ifade ile İslâm nizamının dışındaki bütün sistemler "tâğutî"  özellikleri taşırlar. Kelime-i şehadet getirerek, başka ilahları ve tâğutları reddeden müslümanlar, bu sözlerini davranışlarıyla da ispatlamak zorundadırlar.

Allah, zâlim yöneticilere yardım etmeyi de haram kılmış, onlara küçük çapta meyil ve yardım anlamı taşıyan sözlerden, davranış veya tasvipten nehyetmiştir: "Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah'tan başka

evliyânız/dostlarınız yoktur. Sonra (O'ndan da) yardım göremezsiniz." [35]

İnsanlara zulmeden tâğutî siyasal otorite konusunda, unutulmaması gereken hususlardan biri, zâlim yöneticilerin, yardımcıları olmasa, zulmetmeye güçlerinin yetmeyeceğidir. Tâğutî yönetim ve kurumlardaki bu yardımcılar, zulüm ve tuğyanda yöneticinin kullandığı malzemeleridir. Zulüm ve tuğyan çarklarının dönmesi için bir taraftan ezen ve diğer taraftan ezilen dişlilerdir. Bu sebeple, onlar da aynen o zâlim tuğyankâr gibi suçlu ve zulmünün cezasında ortaktırlar. Bundan dolayı Allah, Firavun ve avanelerini aynı vasıfla anmıştır: "Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri yanlış yolda idiler."[36] Allah, Firavun'u helak edince, onları da helak ettiğini açıklar: "Firavun, askerleriyle birlikte onların peşine düştü. Deniz onları gömüp boğuverdi."[37] "Biz de onu (Firavun'u) ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bak, işte zâlimlerin sonu nasıl oldu!" [38]   

 

Tâğut tanımına girenler şunlardır:

a- Arzuları mâbudlaştırılan nefis, tâğuttur.

b- Allah'ın emir ve yasaklarını tanımayan, İslâm nizamı ile çatışan düzen ve düsturlara çağıran her fert ve önder tâğuttur.

c- Allah'tan gayrı, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tâğuttur.

d- Şeytan tâğuttur.

e- Allah'ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, esas alınan bütün rejimler tâğuttur.[39]  

Tâğutları destekleyen, onları ölçü alan, onlara sevgi besleyen her insan, Allah'a ibâdet ve kulluktan vazgeçip tâğutun kulluğunu kabullenen şeytan askeridir. Allah'ın emirleri ve yasaklarıyla çatışan nefsi, fertleri, önderleri, rejimleri ve ilkeleri reddetmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah'a ve O'nun nizamı İslâm nizamına ait olduğunu tasdik etmedikçe, tevhid kulpuna yapışılamaz.[40] Müslüman olmak için şart olan tâğutun şiddetle reddedilmesi, sadece sözle yeterli değildir. Ruhun derinliklerinde kasırgalaşan ve amelî hayatta neticeler doğuran fiilî bir red gerekir. Bunun için de tâğutla savaşmak lazımdır. Bu savaşın gerekleri:

a- Allah'ın emir ve yasaklarına tâbi oluncaya kadar tâğut olan nefisle savaşmak,

b- Kişisel ve toplumsal hayatımızı Allah'a döndürmemize engel olan ve tâğut olan cahiliyye düzenleri ve tâğutî fikir babaları ile savaşmak.

İslâm'da emrolunan cihad, işte bu tâğutlara karşı verilmesi gerekli olan mücadeledir. Tâğutla çatışmak, hakkı getirmek ve bâtılı gidermek için olacağından, her kesimden ve her iş yapanlardan bütün mü'minler, tâğutla mücadele edeceklerdir. Bu, farz bir görevdir. Rabbimiz, mü'minleri tâğuta karşı kendi nizamının savaşçıları olarak takdim ediyor.[41] Tâğuta ve ondan yana olanlara karşı mücadele vermeyenler mü'min kalamazlar. Bunun içindir ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Her kim (tâğuta karşı) cihad etmeden ve onunla mücadele (ederek Hakkı hâkim kılma) arzusunu ruhunda duymadan ölürse nifaktan bir şube üzerinde ölür."[42] Tâğutu kalben reddetseler dahi, fiilen onunla vuruşmayanlar, amelî hayatın icabı onunla anlaşma ve dostluk kurma yoluna gitmeye mecbur kalırlar. Bu da Allah ve tâğut dostluğunu bir araya getirmek olan nifakın ilk tezahürü olur. Hâlbuki Allah, tâğuta ancak kâfirlerin dostluk gösterebileceğini açık bir şekilde belirtmiştir.[43]

Müslümanlar, bugün Allah ve tâğut hâkimiyetini, dostluğunu bir arada yaşatmağa çalışmak gibi sonu zulmet ve ateş olan çıkmaz bir yolun üzerindedirler. Namazı, orucu... kabul edip, hatta yerine getiren niceleri, İslâm'ın asrımızın yaşayan bir toplumsal ve siyasal düzeni olmasını lüzumlu bulmayanlar, Allah ve tâğut hâkimiyetini bir arada tanımış oluyorlar. İslâm insanının yetiştirilmesini isteyen niceleri, materyalist eğitim sistemine mücadele etmeksizin rızâ göstermekle tâğut dostluğuna sine açıyorlar. Ferdî mülkiyeti, Allah'ın mülk vb. hâkimiyetini kabul eden niceleri, faiz düzenini zaruri görmekle, tâğut egemenliğine baş eğiyorlar. Ahlâk ve fazilet ölçülerinin yaşanmasını isteyen niceleri, kişisel çıkarları uğruna çeşitli çirkinlik ve kötülükleri yapmakla tâğut dostluğunu açığa vuruyorlar. Bütün bu durumlar, kendisinden râzı olundukça veya tâğuta karşı bir iman ve amel harbi açılmadıkça bir küfürdür.[44]

Yaşadığımız toplum düzeni, fikir putlarıyla, cahiliyye örfü ve sistemleri ile ve sapıttırdığı öz nefsimizle, bizleri kuşatmış, tâğutu hâkim ve dost tanımak sapıklığı ile karşı karşıya getirmiştir. Öyle ki, fert, aile, cemiyet, sanat, ticaret, memuriyet, eğitim ve politika hayatının her bölümü bir kavşak noktası olmuştur. Bu kavşakta bir tek yol İslâm nizamına; diğer yollar tâğuta gidiyor: Abdullah bin Mes'ud anlatıyor: Hz. Peygamber bize bir hat çizdi ve sonra, "bu Allah'ın yoludur"  dedi. Bu hattın sağına ve soluna da birçok hatlar (çizgiler) çizdi ve "bunlar, birtakım yollardır ki her biri üzerinde kendisine çağıran bir tâğut vardır." buyurdu ve şu âyeti okudu: "Şüphesiz ki bu (İslâm) benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. (Tâğuta ait) yollara tâbi olmayın ki, sizi O'nun yolundan saptırıp parçalamasınlar. İşte Allah (tâğutun kötülüklerinden) sakınasınız diye size bunları emretti." [45]

Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu ahirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah'a dostluk; hayatını İslâm'ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve cennet: "Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır."[46] Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!      

“İman edenler Allah yolunda savaşır; küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.”[47]    

[1] 2/Bakara, 256

[2] 39/Zümer, 17

[3] İbn Mâce, Fiten 20

[4] 79/Nâziât, 23-24

[5] 79/Nâziât, 15-17

[6] 89/Fecr,  6-14

[7] 31/Lokman, 13

[8] 5/Mâide, 45

[9] İbn Mâce, Fiten 20

[10] 5/Mâide, 45

[11] 2/Bakara, 257

[12] 5/Mâide, 60

[13] 4/Nisâ, 60

[14] 5/Mâide, 64

[15] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 320-321

[16] 16/Nahl, 36

[17] 4/Nisâ, 76

[18] 4/Nisâ, 60

[19] 4/Nisâ, 60

[20] İbn Kesir, 1/519

[21] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 316-317

[22] 2/Bakara, 256

[23] Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, İnsan Yay., c. 1, s. 202

[24] Mevdûdi, a.g.e. c. 1, s. 375

[25] Seyyid Kutub, Fi Zılali'l Kur'an,  c.3, s. 269 

[26] Yusuf el-Karadavî, Tevhidin Hakikati, Saff Yay., s. 57

[27] 16/Nahl, 36

[28] 4/Nisâ, 60

[29] Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, 170

[30] Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 562

[31] Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, Düşünce Yay., s. 140

[32] 2/Bakara, 85

[33] 49/Hucurât, 13

[34] 4/Nisâ, 76

[35] 11/Hûd, 113

[36] 28/Kasas, 8

[37] 20/Tâhâ, 78

[38] 28/Kasas, 40

[39] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 2, s. 869

[40] Bk. 2/Bakara, 256

[41] 4/Nisâ, 76

[42] Sahih-i Müslim; Riyâzü's- Sâlihin, II, no: 1346

[43] Bk. 2/Bakara, 257

[44] Bk. 4/Nisâ, 60

[45] 6/En'âm, 153; Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Yay, c. 2, s. 41

[46] 39/Zümer, 17-18

[47] 4/Nisâ, 76

Perşembe, 25 Şubat 2021 09:16

77.HUTBE: TÂĞUTA İBÂDET/TAPMA

                      Tâğuta İbâdet/Tapınma

لَٓااِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ

وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَا انْفِصَامَ لَهَاۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ

"Artık kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur." [1]

وَالَّذ۪ينَ اجْتَنَبُوا الطَّاغُوتَ اَنْ يَعْبُدُوهَا وَاَنَابُٓوا اِلَى اللّٰهِ لَهُمُ الْبُشْرٰىۚ فَبَشِّرْ عِبَادِۙ

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمْ اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ

"Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Söylenenleri dinleyip de en güzeline uyan kullarımı müjdele! İşte Allah’ın doğru yolu buldurduğu kimseler onlardır, asıl akıl iz‘an sahipleri de onlardır." [2]

"Andolsun biz, her toplum içinde: 'Allah'a ibâdet edin, tâğuttan kaçının'  diye bir elçi gönderdik."[3] Bu âyette "tâğut", ibâdet konusunda Allah'ın karşısına konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir. Şu âyette ise, tâğuta ibâdetten sakınan ve Allah'a yönelen kimsenin müjdelenmesi istenmiştir: "Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var."[4] Şu âyette de, tâğuta ibâdet edenler şiddetle kınanmaktadır: "De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah'ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır." [5] 

Nedir tâğut? "Tâğut" kelimesinin kökü "tuğyan"dır. Tuğyan, isyanda haddi aşmak, azmak, zulmetmek, sapmak, ölçüsüz şekilde hareket etmek, büyüklenmek anlamlarına gelir. Tâğut; şeytana, putlara, Allah'tan başka tapılan her varlığa, insanı azdıranlara, insanları haktan ve hidâyetten saptıranlara, hayır yolundan men edenlere, haddi aşanlara, küfür ve dalâlette önderlik edenlere, gaybdan haber verdiğini ileri süren kâhinlere/medyumlara, insanların Allah'a İbâdet etmelerine ve İslâm'ı yaşamalarına engel olanlara denir. Put olsun, ağaç olsun, insan veya hayvan olsun, Allah'tan başka tapınma konumunda olan her şey; kanunlarında Allah'ın dinine karşı sınırı aşan zâlim yönetici ve Allah'ın indirdiği hükümlerin gayrisiyle hükmeden idareci; İslâm şeriatina uymayan bütün metod, düşünce, fikir, ideoloji, pozisyon, âdet, gelenek ve görenekler tâğut kapsamına girer. Ayrıca tâğuttan hoşnut olup ona bağlanan, tâğuta kulluğa çağıran, tâğutun dâvet ettiği şeye sahip çıkan da kendi sapıklığı içinde tâğuttur. 

Kur’ân-ı Kerim'de tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda şu sonuca varırız: Kulu Allah'a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan, Allah ve Rasûlüne itaatten alıkoyan ve çeviren her şey tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye çalışan, Allah'ın kulları için çizdiği sınırları çiğneyen her kimse veya her nesnedir. Allah ile bağlantısı olmayan her program ve Allah'a bağlanmayan her çeşit düşünce, sistem, edep ve alışkanlık; otoritesini Allah'ın sisteminden almayan her idare, Allah'ın otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine düşman olan her şey tâğuttur.

Allah'a isyan konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi, o kimseye İbâdet etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tâğuttur. Mevdûdi, tâğut kelimesini şöyle izah eder: "Tâğut, Allah'a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için ulûhiyet ve rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir. Tâğut, Allah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük, otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü yerine getirir; kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü yollarla kendine itaate çağırır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması tâğut için bir İbâdettir.

Kur'an'a göre tâğut; Allah'ın, dininin, elçisinin ve kitabının karşısına konulan, Allah yerine tapılan, İslâm'ın hükümleri, emir ve yasakları, helâl ve haramları yerine ikame edilen, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) yerine önder seçilen, Kur'an düşüncesi, inanç ve hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç, hayat ve yönetim biçimi koyan, hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve uyulan her insanın, her sistemin ortak adı ve sembolüdür.

Buna göre tâğuta ibâdet, Allah'tan başka şeytan, insan, önder, kâhin gibi canlı ve cansız varlıklara, Allah'a isyan anlamına gelecek şekilde itaat etmek, boyun eğmek, Allah'ın hükmü yerine Allah'tan başkalarının hükümlerini kabul edip isteyerek uygulamak demektir ki bu, insanı şirke, küfre götürür.

Günümüzde, kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden bazı kimselerin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah'ı bırakıp birtakım armaları, şiarları, işaretleri, bayrakları, gelenek ve görenekleri yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, namuslarını, ahlâklarını fedâ ettikleri, böylece bu değerlere kulluk ve ibâdet ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şehvanî ve indî değer yargılarıyla Allah'ın kanunları ve şeriati çatışacak olsa, hep Allah'ın şeriatinı onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah'ın şeriatina tamamen zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez. Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi?

Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan en küçük çapta ayrılmayanlar, Allah'ın Kitabına ve Rasûlünün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar apaçık müşrik olduklarını kendileri bile ilân ediyorlar. Bu tür insanlar; ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister haccetsin ve isterse sabahlara kadar Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz; onlar tevbe edip, her türlü puta ve tâğuta kulluk/ibâdetten vazgeçmedikleri müddetçe...     

Bir kimse tâğutu reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz. Tevhid'in şartı, Allah'a imandan önce tâğutları reddetmek, onları tanımamaktır. Bu durum, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir: "Artık kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur." [6]

 

Allah'ın Kanunlarından Başka Kanun veya Kanunlar Yapmanın ve Demokratik Kanunlara Göre Hayatı Tanzîm Etmenin Hükmü Nedir?

Üzülerek ifade etmeliyim ki son dönemlerde ümmetçi Müslüman geçinenlerin çoğu İslâm teşrîini (yasasını) bırakıp, Batının teşrîlerine yönelerek onların yasalarına benzer şekilde hevâ kaynaklı anayasa ve kanunlar yapıyor ve yaptırıyorlar. Nitekim yaşamaya gayret ettiğimiz coğrafyada bazıları “evet” diyerek 2010 Avrupası'nın istediği yeni teşrîyi desteklerken; bazıları da “hayır” deyip seksenlerde yapılan teşrîyi (anayasayı) destekliyorlar. Fakat her iki taraf da Allah'ın kanunlarına zıt şekilde teşrî yapma ve yaptırmayı câiz görmüş oluyorlar. Kendi yaptıklarını meşrû göstermek için de kırk dereden su getirmeye kalkıyorlar.

Hâlbuki onlarca ayet ve ümmetin icmâsı, kendi keyfine (veya başka bir beşerin keyfine) göre kanun yapanların şirkine açık delildir. Rabbimizin bazı ayetlerini beraberce okumaya çalışalım: "Rabbin hakkı için yemin ederim ki onlar aralarında çekiştikleri şeyde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümde kendileri için hiçbir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar." [7]

Allâme İbn-i Hazm bu ayetin tefsirinde şöyle der: "Bu nass, tevil kabul etmez. Onu zahirinden döndüren hiçbir nass yoktur. Onu tahsis eden başka bir nass da yoktur."[8]

Allâme Şevkânî ise bu ayeti şöyle açıklar; "Bu tehdit, tüyleri diken diken eden büyük bir tehdittir. Zira evvelâ Allah (c.c.) nefsiyle yemin edip, te’kidi ifade eden nefiy harfiyle başlıyor. Sonra onunla yetinmeyip içlerinde hiçbir sıkıntı kalmamasını şart koşuyor. Sonra onunla da yetinmeyip mef’ûl-i mutlak olan “teslîmen” kelimesini kullanıyor. Böylece nefsinin hevasına göre hüküm vermenin ne kadar büyük bir küfür ve şirk olduğunu ve bu hükmün hiç şüphe taşımadığını ifade etmiş oluyor." [9]

"Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Hâlbuki onlar da sadece bir olan Allah’a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden münezzehtir."[10]

Allâme İbn-i Kesir bu ayetin tefsirinde şöyle der: "Adiyy bin Hatem boynundaki gümüş haçıyla beraber Hz. Peygamber'in (s.a.s.) yanına gelirken Rasûlullah (s.a.s.) bu ayeti okuyordu. Adiyy “Onlar haham ve papazlarına ibâdet etmezlerdi.” dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Evet, onlar helâli haram, haramı da helâl kabul ediyorlardı. Allah’ın (c.c.) yasaklarını serbest kılıyor, serbest kıldığını yasaklıyorlardı. Halk da onlara tâbi oluyordu. İşte bu, onlara yapılan ibâdettir."[11] buyurdu.

 Allâme Şevkânî bu ayetin tefsirinde şöyle der:

"Ayetin manası; onlar emir ve nehiyde haham ve papazlara itaat ederken sanki onları rab edindiler. Zira onlar bir rabbe itaat eder gibi onlara itaat ediyorlardı."

"Yoksa, onların birtakım ortakları var da onlara dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri meşrû mu kıldılar? Eğer o fasıl (ayıran) kelimesi olmasaydı muhakkak aralarında hüküm verilip işleri bitirilmişti. Şüphesiz zâlimler için acıklı bir azap vardır." [12]

Allâme İbn-i Kesir bu ayetin tefsirinde şöyle der:

"Yani onlar Allah'ın şeriatına değil; insî ve cinnîlerin şeriatına tâbi olurlar. O şeriatta bazı deve çeşitlerini haram kılmak, murdar, kan, kumar vs. cahiliyede yaptıkları tahrîm (haram/yasak kılma) tahlil (helâl/serbest bırakma) ve bâtıl ibâdetler vardı..."

Allâme Şankıtî ise bu ayetin tefsirinde şu açıklamayı yapar:

"Bu ayette Allah (c.c.) kendi kanunlarının dışında (onlara zıt) kanun yapanları "ortaklar" diye adlandırır." [13]

İslâm şehidi Seyyid Kutub der ki;

"Bu konu açık olmasına rağmen tartışmaya girerler. Kanunları Allah'tan başkasından almayı câiz görerek, cür’et gösterip, ‘zaman ve zemine göre toplumumuz için kanun koyma hakkına sahibiz’ derler. Sanki Allah'tan daha bilinçli ve daha âdildirler." [14]

Evet, bu ayetlerden açıkça anlaşılır ki, kim kendi arzusuna göre kanun yapar ve yaptırırsa ne kadar namaz kılıp oruç tutsa ve "ben müslümanım" dese bile müslüman kabul edilmez. Zira bu kişi, bu tavrıyla Allah'ın (c.c.) vazgeçilmez ulûhiyet vasfıyla kendisinin de vasıflandığını kabul etmiş ve kendi ulûhiyetini ilan etmiştir. Kanun yapanların küfründeki icmâya gelince Allâme İbn-i Teymiyye şöyle der: "İnsan ne zaman helâlı haram, haramı da helâl yapar veya Allah'ın şeriatını değiştirirse tüm âlimlerin ittifakı ile kâfir olur." [15]

Allâme İbn-i Kesir de bu konuda şunları söyler;

"Kim Allah'ın şeriatını bırakıp mensuh olan şeriate başvurursa kâfir olur. Acaba beşerî yasaya başvurup onu şeriatın önüne almanın hükmü nasıl olur? Tüm müslümanların icmâsı ile o kişi kâfir olur."[16]

Allah (c.c.) şöyle buyurur: "Onlar cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Yakînen iman eden bir kavim için Allah'tan (c.c.) daha güzel hüküm veren kim olabilir?" [17]

Allâme İbn-i Kayyım şöyle der:

"Kur'anda geçtiği şekilde ve sahih icmâ ile sabittir ki İslâm dini önceki tüm dinleri neshetmiştir. O yüzden kim Kur'an'a değil de Tevrat ve İncil'in hükümlerine tâbi olursa kâfir olur." [18]

Şeyhu’l-İslâm allâme Mustafa Sabri (Mevkıfu’l-Akl, 1/123), Dr. Abdullah Azzam (El-Âkîde ve Eseruha, 178), Abdulkadir Udeh (Teşrîü’l Cinâî, 2/708), Ahmed Şâkir (Umdetu’t-Tefsir, 3/214), Said Havva (el-İslâm, 83) ve bunlar gibi nice âlimler bu fetvâyı eserlerine almış ve topluma ilan etmişlerdir. Fakat son dönemde kendilerine âlim görüntüsü veren bazı kişiler "Ameller niyetlere göredir" gerekçesine sığınarak diyerek bu fetvâlara göz yumdular. Kendi çıkarlarına göre kanun koyanların, yasa ve anayasa yapanların küfrünü açıklayanı tekfirci ve hâricî olmakla itham ettiler. Böylece kendi ebedî hayatlarını harap etme pahasına tâğutî sistemlerin işlerini kolaylaştırdılar. Şunu unutmayalım ki kanun yapanlar ne kadar büyük bir şirk işlemişlerse, onlara kanun yapma hakkını verenler de o kadar büyük şirk işlemişlerdir. Zira tâğutların yardımcıları olmazsa tâğutların ifsâdı ve ömrü kısa olur. Onun için tarih boyunca tâğutlara destekçi ve yardımcı olanlar, onların el ve ayakları olmuşlardır. Bundan dolayı âhiret gününde tâbî olanların ve kendisine tâbî olunanların azabı eşit olur. Üstün çektiği azabın aynısını ast da çekecek, küfrün liderleri ile destekçileri aynı azaba ortak olacaklardır. Allah (c.c.) onların azabı hakkında şöyle buyurur: "Nitekim hepsi birbiri ardına orada toplanınca en sonda yer alanlar en önde gelenler için ‘Rabbimiz işte bunlar bizi saptırdı. Öyle ise ateşte kat kat artırılmış bir azap ver’ diyecekler. Allah da (c.c.) ‘hepsi için kat kattır ancak siz bilmezsiniz’ diyecektir."[19]

"Allah (c.c.) kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz."[20]

Allâme Şankıtî bu ayetin tefsirinde şöyle der:

"Bu ayetten açıkça anlaşılır ki Allah'ın kanunlarının dışında kanun yapanlara itaat edenler müşriktirler. Ve sonunda şöyle der: Semâvî nasslar apaçıktır ki beşerî kanunlara, şeytanın kendi dostlarının dilleri üzerinde yaptıkları kanunlara ittibâ edenler, açık şekilde şirk içerisindedirler. Vahyin penceresinden bakamayan gözü kör olan hâriç hiç kimse bunların şirkinde şüpheye düşmemelidir."[21]

Allâme Şakir şöyle der;

"İngilizlere hangi çeşit olursa olsun az veya çok yardım etmek kişiyi şirke götürür. Bu konuda özür veya te’vil kişiyi kurtarmaz. İster bu yardımı fertler yapsın, ister başkanlar veya hükümetler yapsın fark etmez."[22]

Allâme Mevdûdi de şöyle der:

"Bizim, tâğutların mahkemelerine başvurmamız imanımıza ters düşer. Aslen Allah'a iman, insanın bu mahkemeleri reddetmesini emreder. Zira Allah'a iman ve tâğutu red Kur'an’da birbirini gerektirir. Hem Allah'a hem de tâğuta itaat nifâkın ta kendisidir." [23]

"Sizden onları kim dost edinirse şüphesiz o da onlardandır."[24]                                                                     

Allâme Kurtubî bu ayetin tefsirinde şöyle der:

"Kim onları dost edinirse, yani Müslümanlara karşı onları desteklerse o da onlardandır. Yani onun hükmü onların hükmü gibidir."

Allâme İslâm şehidi Abdullah Azzâm da şöyle der:

"Bilinmelidir ki ibâdet; kanunlar, haramlar ve helâllerden meydana gelmektedir. Bu yasalar şayet Allah'tan alınırsa o zaman ibâdet Allah'a yapılmış demektir. Şayet bu yasalar beşer tarafından düzenlenmiş ise ulûhiyet yani ibâdet beşeredir. İsterse insanlar namaz kılsalar, oruç tutsalar ve dinî vecibelerini yerine getirseler dahi bu çok kesin hüküm konusunda tereddüt yoktur. Tüm âlimler şu konuda ittifak etmiştir: "Kim haramı helâl yaparsa kâfir olur ve yine kim helâli haram yaparsa kâfir olur."[25]

Şehid Seyyid Kutub da şunları söyler:

"Dilleri ile Allah'tan başka ilâhın olmadığını ve Muhammed’in (s.a.v.) Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğunu söyleyip bireysel davranışlarda arınma, evlenme, boşanma ve miras gibi konularda Allah'ın vahyine tâbi oldukları için kendilerini müslüman diye isimlendirenler, bununla beraber bunun dışındaki konularda Allah'ın kitabına göre şekillendirilmemiş kanun ve nizamlara itaat edenler... Allah, kitabında izin vermediği halde Allah'ın kitabına muhalif olan yasalara itaat edenler, isteyerek veya istemeyerek bu çağda tâğutların kendilerinden istedikleri görevi yerine getirme noktasında tüm değerlerini feda edenler... Kutsal değerleri ile çağdaş tâğutların istekleri çeliştiği zaman Allah'ın emirlerini kulak arkası yapıp bu çağdaş tâğutların emirlerini yerine getirenler... Evet, kendilerini müslüman ve Allah'ın dinine mensup sayanlar, kafalarını yastıklarından kaldırıp bir an önce uyanmak ve ne kadar büyük bir şirk bataklığının içinde bocaladıklarını düşünmek zorundadırlar. Şirk ve müşrik; sadece rablik noktasında Allah'tan başka bir rabbin, yaratan, rızık veren, öldüren vb. varlığa inanmakla ortaya çıkmaz. Allah ile beraber veya Allah'ın dışında başka rablerin hâkimiyetine inanmak da şirkin en bâriz örneklerindendir. O halde yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayan tüm insanlar yaşantılarında da yetkiyi kime verdiklerine, kimin emrine uyup sözünü dinlediklerine bir baksınlar! Şayet tüm bu konularda Allah'a itaat ediyorlarsa Allah'ın kendisinden râzı olduğu dine, İslâm'a mensupturlar. Yok, şayet bu konularda Allah'tan başkasına tâbi oluyorlarsa -Allah korusun- onlar, tâbi oldukları tâğutların dinine mensupturlar."[26]

Üzücüdür ki bazı çevreler, “bizim yasama yaptığımız kanunlar İslâm'ın kanunlarına ters değildir. Biz "evet" derken Allah'ın meşrû gördüğü kanunlara evet diyoruz” derler.

Cevaben deriz ki;

Tatarların uyguladığı kanunların çoğu İslâm'dan, Yahudilikten ve Hristiyanlıktan alıntıydı. Fakat buna rağmen İslâm âlimleri hepsine küfür deyip itaat edeni tekfir etmişlerdir. Mâlumdur ki abdest bazı şeylerle bozulduğu gibi iman da bazı ameller ile bozulur. Acaba birkaç sene önce demokratik İslâm düşüncesine sahip olan evetçi iktidar, zinayı serbest bırakmadı mı? İşte bu onların şirke girmesi için yeterlidir. Onlar "Allah'ın kanunlarına ters kanun yapmayız" diye iddia ediyorlar ise onların böyle demeleri ancak bir çelişkiden ibarettir. Ayrıca demokratik düzenin ve Atatürk ilkelerinin gölgesinde yapılan hiçbir kanun Allah'ın hükmü sayılmaz. Zira demokrasilerde en azından teorik olarak toplumun iradesi hâkimdir. O irade ne derse o olur. Bazen yapılan kanunlar İslâm'a uygun gözükse de durum aslında böyle değildir. Genelde İslâm’a açıkça zıt olan kanunlar yapılır. İster İslâm’a uygun gözüksün isterse de tamamen aykırı... Sonuçta hepsi demokrasi dininin tatbik edilmesi demektir.

Bu konu hakkında İslâm şehidi Seyyid Kutub şöyle der:

"Bilin ki milletin hükmü Allah'ın hükmü sayılmaz. Bazen İslâm şeriatına uygun olsa da farketmez. Zira böyle ortamlarda yapılan İslâm kanunları aslen milletin iradesini tatbik etmektedir. Yoksa Allah'a kulluk sözkonusu değildir. Çünkü böyle atmosferlerde millet ne derse o olur. Allah'ın kanunu da saf dışı olmuştur. Hiçbir fonksiyonu yoktur. Ulûhiyyet yalnız Allah'ın değil, uluhiyyetin göstergesi olan egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yapılan kanunlar milletin iradesine göredir. Allah'ın iradesinin hiçbir fonksiyonu yoktur. Kulluk Allah'a değildir.[27]

[1] 2/Bakara, 256

[2] 39/Zümer, 17

[3] 16/Nahl, 36

[4] 39/Zümer, 17

[5] 5/Mâide, 60; ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda bkz. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36

[6] 2/Bakara, 256

[7] Nisâ, 4/65

[8] El-Fisal fi’l-Milel, 3/293

[9] Fethulkadir, 1/484

[10] Tevbe, 9/31

[11] Tirmizî, Tersir 10

[12] Şûrâ, 42/21

[13] Edvâu’l Beyan, 7/173

[14] Fi-Zilali-l Kur'an, 5/3152

[15] Mecmûu’l Fetâvâ, 3/267

[16] El- Bidâye ve’n-Nihâye, 13/119

[17] Mâide, 5/50

[18] Ahkâm-ı Ehl-i Zimme, 8/259

[19] A’raf, 7/38

[20] Kehf, 18/26

[21] Edvâu’l-Beyân, 4/82

[22] Kelimetu’l-Hak, 126

[23] El-Hukûmetu’l-İslâmiyye

[24] Mâide, 5/51

[25] Hâkimiyet Mefhûmu

[26] Fi-Zilali-l Kur'an, 9/89

[27] Tağut, s. 19

Perşembe, 25 Şubat 2021 09:14

67.HUTBE: TEBLİĞ

Tebliğ

Âyet:

وَاِذْ قَالَتْ اُمَّةٌ مِنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْمًاۨۙ اللّٰهُ مُهْلِكُهُمْ اَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَد۪يدًاۜ قَالُوا مَعْذِرَةً اِلٰى رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ لْكَافِر۪ينَ

“İçlerinden bir topluluk, ‘Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azaba uğratacağı bir kavme hâlâ ne diye tebliğde bulunuyorsunuz?’ dediler. Tebliğe devam edenler şu cevabı verdiler: Rabbiniz huzurunda özür beyanı yüzünden, bir de belki kendilerine gelir, korunurlar ümidiyle.” [1] 

يَٓا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُۜ وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ

“Ey Rasûl, Rabbinden sana indirileni tebliğ et/duyur. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” [2]

Zaman, yer ve nitelik açısından amaca ulaşma, sona varma, nihâyete erme, resmî bir yazıyı, kararı halka veya ilgililere duyurma, bildiri, beyanname, mesaj, bir dini başkalarına anlatma ve yayılmasına çalışma. “Be-le-ğa” fiilinden “tef’îl” bâbında masdardır. Çoğulu “teblîğât”tır. Tebliğ, Kur’an’da “belâğ” kelimesi ile aynı anlamda kullanılmıştır. Tebliğ masdar, belâğ ise isim olarak on küsur yerde geçmektedirler. Bu kelimelerin ifâde ettiği İlâhî mesajın sahibi Yüce Allah, aracı ve vâsıtası Hz. Muhammed (s.a.s.), muhâtabı ise, insandır.

Tebliğ, peygamberlerin sıfatlarından ve onların gerçek vazifelerindendir. Bu gerçeği ifâde eden bir ayetin meâli şöyledir:

“Ey elçi, Rabbinden sana indirileni tebliğ et/duyur. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.”[3]

Bu görev yalnız Hz. Muhammed’e (s.a.s.) verilmemiş, diğer peygamberlere de verilmiştir. [4]

Tebliğ vazifesini yapan peygamberler, bu vazifelerinde zorlayıcı herhangi bir yola başvurmamışlar, sadece tebliğ vazifelerini yerine getirmişler ve sonucu Allah’a bırakmışlardır: “Peygambere düşen, sadece tebliğ yapmaktır.”  [5] 

Allah’tan aldıkları mesajları, muhatabı olan insanlara tebliğ etmekle görevli olan peygamberler, bu yolda çeşitli sıkıntılara katlanmışlar ve en güzel sabır örneğini göstermişlerdir. “(Önce) en yakın akrabanı uyar.”[6] âyeti nâzil olunca, Hz. Muhammed (s.a.s.) ilk tebliği, evinde topladığı Abdülmuttaliboğullarına yaptı. Daha sonra Safa tepesine çıkarak halka seslendi ve halk O’nun etrafında toplandı. Onlara, “Şu dağın arkasında düşman var desem, bana inanır mısınız?” diye sorunca, halk, “Evet, sana inanırız. Çünkü senden yalan duymadık” cevabını verdi. “Öyle ise size şiddetli bir azâbı haber veriyorum” deyince, amcası Ebû Leheb hakaret ifâde eden sözler sarfederek, onu susturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.)’in tebliğini engellemeye çalışan Ebû Leheb ve hanımı hakkında Tebbet sûresi nâzil oldu.[7]

Peygamberler, tebliğ vazifelerini yerine getirirken, çeşitli sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Ama hiç bir zaman yollarından sapmamışlar ve dâvâlarında tâviz vermemişlerdir. Hayatları bu hususta ibretli olaylarla doludur. Bu şekilde sabırla davranarak tebliğde bulunmak, insanları hikmetli sözler ve güzel öğütlerle Allah’ın yoluna dâvet etmek Allah’ın, Kur’an’a kulak veren her mümine İlâhî bir emridir:

“(Ey Muhammed) Sen (insanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et.” [8]

Bu âyette söz konusu olan “hikmet” ve “güzel öğüt”, tebliğ ile ilgilenen insanlar için çok önemlidir. Hikmet, kişinin tebliğ sırasında dikkatli ve basiretli olması, bunu körü körüne yapmamasıdır. Hikmet, hitabedilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarını gözönünde bulundurulmasını ve mesajın bunlara uygun bir şekilde iletilmesini gerektirir. “Güzel öğüt” ise, kişinin muhatabını sadece mantıkî ikna metotlarıyla değil, aynı zamanda duygularını cezbederek de inandırmaya çalışmasıdır. Bu âyette geçen “Onlarla en güzel şekilde mücadele et” emri de, tebliğ vazifesini ciddi bir şekilde yerine getirmeyi taleb etmektedir. Buna göre tebliğci, tatlı bir dile sahip olmalı, tebliğde soylu bir davranış göstermeli, cezbedici, akla ve mantığa uygun fikirleri öne sürmeli ve muhatabını en güzel bir şekilde ikna etmeye çalışmalıdır.[9]

Kur’an, İlâhî mesajın insanlara ulaştırılması açısından büyük önem taşıyan tebliği “büyük cihad (cihad-ı ekber)” olarak tanımlar:

“Kâfirlere boyun eğme ve bununla (bu Kur’an ile) onlara karşı büyük cihâd et.” [10]

Bu âyetteki “büyük cihâd”, İslâm davası yolunda elden geleni yapmak, bu dava için bütün imkân ve kaynakları seferber etmek ve Allah’ın adını Yüceltmek için tebliğde bulunmak demektir. Gerçekten de tebliğ suretiyle cihadda bulunmak, düşmana karşı silahla cihatda bulunmaktan daha büyük ve daha üstündür. [11]

Tebliğ ile meşgul olanlar, insanlar arasında ayırım yapmadan, genç ihtiyar, kadın erkek, herkese tebliğde bulunmalıdırlar. Ölüm döşeğinde olan insana bile, İslâm tebliğ edilmelidir. Çünkü o, iman ettikten sonra vefât ederse, âhireti kurtarılmış olur. Her hususta olduğu gibi, bu hususta da en güzel örnek, Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Ebû Tâlib’in ölüm zamanı gelince, Rasûlullah (s.a.s.) onun yanına geldi. Orada Ebû Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye de vardı. Hz. Peygamber (s.a.s.) Ebû Tâlib’e: “Ey amcacığım, ‘Lâ-İlâhe İllallah’ de, bununla Allah katında sana şehâdet edeyim” buyurdu. Ebû Cehil: “Yâ Ebâ Tâlib, Abdülmuttalib’in dininden vaz mı geçeceksin?” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) amcasına tebliğde bulunmaya devam etti. Fakat Ebû Tâlib, ona son söz olarak Abdülmuttalib’in dini üzerinde olduğunu söyledi ve ‘Lâ İlâhe İllallah’ demekten çekindi. O zaman Hz. Muhammed (s.a.s.): “Allah beni men etmediği müddetçe, senin için duâ edeceğim” dedi. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:

“Akraba bile olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah’a) şirk/ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de iman edenlerin yapacağı bir iş değildir.”[12] Ebû Tâlib hakkında da: “(Ey Muhammed), Sen, sevdiğini hidâyete erdiremezsin/doğru yola iletemezsin, fakat Allah,  dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi bilir.”[13] âyeti nâzil oldu. [14]

Ayrıca Kur’an, Allah’ın en büyük düşmanlarına bile tebliğin götürülmesini emreder. Hem de onları kırmadan, ezmeden, lânetlemeden ve onlara öfkelenmeden bu vazifelerinin yerine getirilmesi gerektiğini vurgular:

“(Ey Mûsâ ve Hârun!) Firavun’a gidin, çünkü o azmıştır. Ona yumuşak ve tatlı bir sözle tebliğde bulunun. Belki öğüt alır veya Allah’tan korkar.”[15]

Yüce Allah, Firavun’un imân etmeyeceğini elbette biliyordu. Ama yine ona tebliğin yapılmasını emretmiştir. Bunda çeşitli hikmetler vardır. İnanan insanların tebliğ vazifelerini yerine getirmeleri ve kendisine tebliğin ulaşmadığı hiç kimsenin kalmaması gerekir. Bu durum, tebliğcileri de mes’uliyetten kurtarır. Nitekim Yüce Allah başka bir âyette, Hz. Mûsâ ve ona bağlı olanların tebliğe ısrarla devam etmelerini faydasız gören bazı insanlardan söz ederken, şöyle bir açıklamada bulunmuştur:

“İçlerinden bir topluluk, ‘Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azaba uğratacağı bir kavme hâlâ ne diye tebliğde bulunuyorsunuz?’ dediler. Tebliğe devam edenler şu cevabı verdiler: Rabbiniz huzurunda özür beyanı yüzünden, bir de belki kendilerine gelir, korunurlar ümidiyle.” [16]

Bu durum, tebliğcinin görevini savsaklamadığına delil olur ve kendisine tebliğ yapılanın “ben bunu bilmiyordum” şeklinde mazerette bulunmasını engeller.[17] Merhum müfessir Elmalılı, bu âyeti açıklarken şöyle buyurmuştur: “Tebliğ vazifesini yerine getirme, herkese son nefesine varıncaya kadar bir nevi farzdır. Bununla beraber, dünyada hiç bir-hususta ümitsizliğe düşmek caiz değildir. Her ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların tövbe ve takvasını arzu ve ümit etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hali sürekli değişmededir ve kader sırrı meydana gelişinden önce bilinmez. Ne bilirsiniz, bu güne kadar hiç söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın dinleyiverir ve sakınmaya başlar, bütün bütün sakınmazsa, belki biraz sakınır ve bu sayede azabı hafifler. Her halde tebliğde bulunup öğüt vermek, tebliği terk etmekten evlâdır. Tebliği bütünüyle terk etmekte ise, hiç bir ümit yoktur. Hiç bir mukavemete maruz kalmayan fenalık daha süratle yayılır. Herhangi bir fenalığın aslını silmek mümkün olmasa da hızını azaltmaya çalışmak da göz ardı edilmemelidir. [18]

Hz. Peygamber (s.a.s.) vedâ hutbesinde İslâm’ın temel prensiplerini tebliğ ettiği zaman, sık sık hazır olanlara: “Tebliğ vazifemi yaptım mı?” diye sormuş. Onlardan olumlu cevap alınca, “Allah’ım, sen benim tebliğ vazifemi yaptığıma şahid ol!..” diyerek, bu kutsal vazifeyi yerine getirmenin sevincini yaşamıştır. [19]

Peygamber ve O’nun yolunda yürüyenlerin en önemli görevi, Hakk’ı tebliğdir. Her Müslüman bu konuda görevlidir. Müminlerin bu husustaki görevlerini yerine getirmeleri farzdır. İslâm; sürtüşme, tartışma, bölünme ve parçalanma dini değildir. Onun ruhunda ve mayasında ancak Allah’a kul olmanın derin manası, birbirimize kardeş olmanın yüksek anlamı yatmaktadır. Dinde kula kul olma basiretsizliği yoktur. Günümüzün tebliğ metodu bu doğrultuda geliştirilmelidir. İslâm dininde tebliğ, belli bir sınıfın değil, inanan bütün insanların vazifesidir. İslâm’da sınıf ayırımı yoktur. Her kişi, kendi bilgi ve kültür seviyesine göre, başkalarına tebliğde bulunup onları şuurlandırmaya çalışmak mecburiyetindedir.

Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de üzerinde önemle durduğu “dâvet” ve “Emr bi’l-Ma’ruf ve Nehy ani’l-Münker” de, tebliğe yakın ve onunla iç içe olan konulardır.

Hz. Muhammed (s.a.s.), Allah rızâsı için yapılmayan her şeyin bâtıl ve faydasız olduğunu haber vermiştir.[20] Buna göre tebliğ de, Allah rızâsı için yapılmalıdır. Herhangi bir maddî veya manevî menfaat niyeti ile yapılan tebliğin hiç bir faydası olmaz. Yüce Allah da Kur’ân-ı Kerim’de, tebliğin herhangi bir karşılık beklemeden, Allah rızâsı için yapılmasını ve bu şekilde yapılan tebliği dinlemenin gerektiğini açıklamıştır. [21]

Her şeyi Allah rızâsı için yapan, gâye olarak O’nun rızâsını seçen ve bu yolda tebliğ vazifesini de bilinçli bir şekilde yerine getiren bir toplum, mutluluğun sırrına erer. Kur’an, insanlara tebliğ edilmek üzere indirilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s), bu yolda her türlü sıkıntıya göğüs gererek, gerektiği gibi bu vazifeyi yerine getirdi. O’nun ümmetinin de, bu vazifeyi sadece Allah rızâsı için ve hakkıyla yerine getirmesi gerekir. [22]

‘Tebliğ’ kelimesi, bu şekliyle Kur’an’da fiil halinde ve diğer türevleri olarak sık sık kullanılmaktadır. Birçoğunun reşid olma yaşına ulaşması ‘büluğ’ çağına ulaştı, ‘büluğa’ erdi şeklinde söylenir.[23] Bu yaş güç ve kuvvete ulaşma, kişinin kendi işini kendi görebileceği yaşa varma zamanıdır. Peygamber için kullanıldığı zaman onların kırk yaşına ulaşmaları kast edilir. [24]

Aynı fiil yer bakımından bir mekâna ulaşma, varma anlamında,[25] zaman olarak belli bir sürenin sonuna ulaşma anlamında,[26] yaşlanma, ömrün sonuna gelme mânâsında,[27] belli bir amaca ulaşma,[28] bir şeyin bir yere, bir duruma ulaşması anlamında[29] kullanılmaktadır. Aynı kökten gelen ‘beliğ’ kelimesi, en açık en etkileyici, maksada en uygun, noksansız ve güzel söz demektir. [30]                                                     

‘Belâğat’ güzel söz söyleme sanatıdır ki, karşıdaki kimsenin durumuna göre, tam yerinde, düzgün ve etkileyici, maksada en uygun söz söyleme sanatı demektir. Kur’an, en üstün ‘fasâhat’ (az sözle çok şey anlatma) ve belâğat sanatına sahiptir, bu bakımdan benzeri olmayan bir mûcizedir.

 Tebliğ’ Kur’an’da, Allah’ın vahyinin insanlara ulaştırılması anlamında kullanılmaktadır. Bunun masdarı olan ‘belağ’ ise ulaştırma, ulaştırı demektir. Kur’an’da ‘tebliğ’ kelimesi fiil halinde, ‘belağ’ ise masdar olarak geçmektedir. Tebliğ edilmesi gereken şey Allah’ın vahyidir ve bu vahyin sahibi de Allah’tır. Bütün nebiler bu faaliyette bir aracıdırlar. Onlar, kendilerine vahyedilen şeyi çevrelerindeki insanlara aktarmak ve ulaştırmakla sorumludurlar. Tebliğin muhatabı, tebliğ ulaştırılması gerekenler insanlardır.

Tebliğ’ görevi aynı zamanda bütün peygamberlerin bir sıfatıdır. Onlar, Allah’tan aldıkları vahyi, hiç bir ilave yapmadan, hiç bir şey çıkarmadan, en güzel bir şekilde insanlara ulaştırırlar. Kur’an şöyle diyor: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni duyur (tebliğ et). Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete eriştirmez.” [31]

Peygamberlerin Tebliğ Görevi: Aynı görev diğer peygamberlere de verilmiştir. Meselâ Nûh (a.s.) kavmine diyor ki: “Size Rabbimin risâletini (İlâhî mesajı) tebliğ ediyorum. Ayrıca size öğüt veriyorum ve sizin bilmediklerinizi Allah’tan biliyorum.”[32]  Aynı ifadeyi Hz. Hûd (a.s.) da, Sâlih (a.s.) de, Şuayb (a.s.) da söylemişlerdi.[33] Bütün peygamberler bu görevi hakkıyla yerine getirmişlerdir. [34]

‘Tebliğ’ ile görevli bütün nebiler, kendileri en güzel örnek olmak üzere, her türlü zor şartlara, zorba ve azgınların alay ve zulümlerine; insanların yüz çevirmelerine, kendilerine sıkıntı vermelerine, eziyetin ve baskının her çeşidini denemelerine rağmen; bu görevlerine devam ettiler. Onlar, tebliğ faaliyetlerinde yılmadılar, usanmadılar. Kendilerine karşı çıkanların tehdit ve baskılarına aldırmadılar. Tarihin kaydettiği en büyük zorba kişi ve sistemlerine karşı çekinmeden mücadele ettiler. Her türlü güzel ve uygun metodu kullanarak, Allah’tan uzaklaşıp günahkâr olan insanlara ulaşmaya çalıştılar. Yorgunluklara, sıkıntılara, eziyetlere dayandılar, hatta kimileri bu uğurda canlarını bile verdiler. Sözleriyle ve ahlâklarıyla insanlara ‘hidayet’ yolunu gösterdiler. Onları şirkin ve isyanın öldürücü etkisinden kurtarmaya çalıştılar.

Bütün zor şartlara rağmen ‘tebliğ’ görevini sürdüren peygamberlerin görevi yalnızca vahyi, ilâhi mesajı insanlara ulaştırmaktı. Onlar, metodun en güzelini ve etkilisini, davranışın en mükemmelini, takvanın en Yücesini göstererek, insanlara Allah’ın mesajını ulaştırdılar. Onların görevi sadece bu idi. Bundan ötesi onların sorumluluk alanına girmiyordu. Yani onlar, tebliğ ettikleri şeylere insanları zorla inandıran veya zorla itaat ettiren kimseler değildi. Onlar insanlar üzerinde bir bekçi veya bir vekil değillerdi.[35] Şu âyet bunu daha net bir şekilde ifade etmektedir: “Artık sen öğüt verip hatırlat. Sen yalnızca bir öğüt verici, hatırlatıcısın. Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa; İşte Allah, onu en büyük azap ile azaplandırır.”[36]

Peygamberlerin bütün gayretlerine, hatırlayıp-öğüt vermelerine, uyarıp-korkutmalarına rağmen, insanlar yine de yüz çevirip iman etmezlerse, peygamberlere düşen apaçık bir belağ’dır (tebliğdir). Kur’an bu gerçeği sık sık vurgulamaktadır. “…Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen ‘belağ-duyurup bildirmedir (tebliğdir). Allah kullarını hakkıyla görendir.”[37] 

Merhamet sahibi Allah tarafından insanlara ‘rahmet’ olarak gönderilen ilâhi vahy, yine rahmet sahibi elçiler eliyle insanlara, yumuşaklık, hoşgörü, fedakârlık, sabır, dayanma ahlâkıyla ulaştırıldı. Elçiler bu noktada kimseye baskı yapmaya, kimseyi zorlamaya kalkmadılar. Zaten böyle bir şey tebliğ faaliyetine terstir. Ancak, onların tebliğine engel olunursa o zaman da nebiler Allah’ın izniyle o engel olanlarla en güzel mücadeleyi yapmışlardır. Bu noktada inkârcıların baskılarına boyun eğmek yoktur.[38] Şunu da hatırlatmak gerekir ki, peygamberler yalnızca vahyi açıklayıp bırakan birer postacı değillerdir. Belki onlar, kendilerine tebliğ edildiği halde inanmayanlara karışmazlar. Ancak inkârcılar tebliğe engel olurlarsa ve müslümanlara zarar vermeye kalkışırlarsa peygamberler onlarla cihad ederler. Onlar ayrıca kendilerine inanan mü’minlerle beraber bir İslâm ümmeti (toplumu) kurarlar ve o toplumu Allah’ın gönderdiği hükümlerle yönetirler ve her açıdan insanlara örnek olurlar.

Tebliğ vahyin mesajını insanlara ulaştırmaktır dedik. Bu görev öncelikli olarak seçilmiş elçilerin görevidir. Onlar bu görevi en uygun bir metodla, amaca en uygun bir yolla yaparlar. Hatta en katı yürekli, zâlim ve zorba, hidayete gelme ihtimali olmayanlara bile tebliğ edilmesi Kur’an’ın bir emridir, Kur’an bu konuda güzel bir örnek veriyor:

“İkiniz (Mûsâ ve Harun) firavuna gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür ya da içi titrer korkar.” [39]

Böylelerine tebliğ etmek anlamsız değildir. Bu, tebliğin hedefi bakımından yapılması gereken bir şeydir. En azından tebliğ eden görevini yapmış, tebliğ edilenin de bir mazereti, bahanesi kalmamış olur. Ayrıca inkârcı ve günahkâr insanların tevbe etmelerini, iyi insan olmalarını arzu ve ümit etmek son derece güzeldir. Hz. Mûsâ’nın ısrarlı tebliğ faaliyetlerini anlamayanlara verilen cevap bunu açıklamaktadır:

“…Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye, dediler.” [40]

Kur’an, tebliğ kelimesinden yaklaşık 25 defa çeşitli şekillerde bahsediyor. Açıkça “sana indirileni tebliğ et” diyerek bunu farz kılıyor.[41] Ayrıca Kur’an 130 defa inzardan ve uyarıdan bahsediyor. Rasûlün tebliğci, uyarıcı ve müjdeleyici (mübelliğ, münzir ve beşir) olduğunu zikrediyor.[42] Tebliğ ve inzar deyince yüzeysel olarak gerçeği, insanlara bir defa duyurmakla tebliğin tamamlandığı gibi bir anlayış, şimdiye kadar düşüncelerimize hâkim oldu. Ancak Kur’an, olayı bu kadar yalın olarak ele almıyor. İnatlaşmış inkârcıların ve iman etmeyecek olanların tekrar uyarılmasına gerek görmezken, Allah’tan korkan ve Kur’an’a uyan kimselerin uyarılmasını (inzar) istiyor.[43] Uyarılan kimse Allah’tan korkuyor ve Kur’an’a tabi oluyorsa niçin uyarılacak, bu sorunun cevabını bulmamız gerekiyor. Hem bu âyet Mekkîdir ve imanla ilgilidir. İşte buradaki “Korkan ve tabi olan” kimsenin uyarılmasından maksat o kimsenin eğitilmesidir. Dolayısıyla bu tür kimseler için tebliğ ve uyarı bitmemiştir, devam etmektedir. Diğer bir deyişle tebliğ, anlık bir olay değil, düzenli bir süreçtir ve eğitimcinin yaptığını yapmaktadır. Bu sebeple kendisi­nin davetçi olduğunu hissedenler aynı zamanda iyi birer eğitimci olmak zorundadırlar.

 

[1]  7/A’râf, 164

[2]  5/Mâide, 67

[3]  5/Mâide, 67

[4]  7/A ‘râf, 62, 68, 79, 93; 46/Ahkaf, 23

[5]  5/Mâide, 99; Bu konu ile ilgili olarak bk. 3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92; 13/Ra’d, 40; 16/Nahl, 35, 82; 24/Nûr, 54; 29/Ankebût, 18; 36/Yâsîn, 17; 42/Şûrâ, 48; 64/Teğâbûn, 12

[6]  26/Şuarâ, 214

[7]  Abdülfettah el-Kâdî, Esbâbü’n-Nüzûl, Beyrut, (t.y.) s. 251

[8]  16/Nahl, 125

[9]  el-Kurtubî, el-Câmiu l’i-Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire 1967, X, 200; er-Razî, et-Tefsiru’l-Kebir, Mısır 1937, XX, 138 v.d.; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, III, 167

[10]  25/Furkan, 52

[11]  ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, IV, 125; el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esraru’t-Te’vîl, Mısır 1955, II, 73; er-Razî, et-Tefsiru’l-Kebir, Mısır 1937, XXIV, 100

[12]  9/Tevbe, 113

[13]  28/Kasas, 56

[14]  Müslim, iman, 9; Muhammed b. İshâk b. Yesar, Sîretu İbn İshâk, Konya 1980, 222

[15]  20/Tâhâ, 43, 44

[16]  7/A’râf, 164

[17]  ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Mısır (t.y), IV, 34

[18]  Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1971, IV, 2313

[19]  Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutubi’l-Arab, Mısır 1962, 1, 157

[20]  Tirmizî, Hudûd, 24, Fiten, 59, Zühd, 21; İbn Mace, Hudûd, 12, Zühd, 21

[21]  36/Yâsin, 21

[22]  Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 141-143

[23]  12/Yusuf, 22; 24/Nûr, 59; 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 34

[24]  46/Ahkaf, 15

[25]  18/Kehf, 86, 90, 93; 17/İsrâ, 37; 48/Fetih, 25

[26]  2/Bakara/231, 232, 234; 6/En’âm, 124

[27]  19/Meryem, 8; 3/Âl-i İmrân, 40; 22/Hacc, 5; 40/Mü’min, 67

[28]  18/Kehf, 61

[29]  33/Ahzâb, 10; 56/Vâkıa, 83; 75/ Kıyâme, 26

[30]  4/Nisâ, 63

[31]  5/Mâide, 67

[32]  7/A’râf, 62

[33]  7/A’raf,/68, 79, 93

[34]  33/Ahzâb, 39

[35]  6/En’âm, 107; 42/Şûrâ, 48

[36]  88/Ğâşiye, 21-24

[37]  3/Âl-i İmrân, 20; Ayrıca bk. 5/Mâide, 92, 99; 13/Ra’d, 40;. 36/ Yasin/17; 64/Teğâbün, 12 vd.

[38]  25/Furkan, 52

[39]  20/Tâhâ, 43-44

[40]  7/A’râf, 164

[41]  5/Mâide, 67

[42]  26/Şuarâ, 115, 13/Ra’d, 7; 14/İbrâhim, 52; 24/Nûr, 52

[43]  36/Yâsin, 6-11