Asim Şensaltık

Asim Şensaltık

BUNCA NİMET, BUNCA ŞİKÂYET;  ŞÜKRETMEYEN BİR

TOPLUM OLDUK

ÂYET:

آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰنُو كُلُو مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزقَْنَاكُمْ وَشْكُروُ لِلّٰهِ نِْ كُنْتُمْ يَِّاهُ تَعْبُدُونَ

“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin; eğer siz gerçekten yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız, O’na şükredin.” [1]

وَسَيَجْزيِ للّٰهُ لشَّاكِر۪ينَ

[2]“...Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” مَا يَفْعَلُ للّٰهُ بِعَذَبِكُمْ نِْ َشَكَرتُْمْ وَمَٰنْتُمْۜ وكََانَ للّٰهُ َشَاكِرً عَل۪يماً

“Eğer siz iman eder ve şükrederseniz Allah size neden azap etsin! Allah

Şâkir’dir, Alîm’dir; şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.” [3]

HADİS:

“Mü’minin işi tuhaftır, her işi hayırdır. Bu, yalnız mü’mine vergidir/özgüdür. Sevindirici bir işle karşılaşsa şükreder, o iş kendisi hakkında hayırlı olur. Üzücü

bir işle karşılaşsa sabreder, kendisi için hayırlı olur.” [4]

“Hamd, şükrün başıdır. Allah’a hamdetmeyen, O’na şükretmemiştir.” [5]

“İnsanlara karşı hamdetmeyen (teşekkür etmeyen), onlara nankörlük yapan insan, Allah’a karşı da hamdetmez.” [6]

Kitabımızın ilk âyeti “Elhamdü lillâh” diye başladığı halde; hamdi, şükrü unutan bir toplum olduk. Şükretmek için nimetlerin farkında olmak lazımdır. Günümüz insanı ise, bunca varlık içinde, öylesine nankör ve âsî ki... Çok şikâyetçiyiz. Toplum ve fert olarak karamsar ve aç gözlülüğün ıstıraplarıyla kıvranıyoruz. Şikâyetlerin başında geçim sıkıntısı var. Bu tabir, eskiden pek bilinmezdi. İnsanımız bugüne göre daha fakirdi. Fakirdi, ama gönlü zengindi. Kanaat denilen bir hazineye sahipti dedelerimiz. Dillerden şükür, zikir taşardı.

“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı, geçim sıkıntısı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.”[7] Hamd ve şükür zikirdir. Zikirden yüz çevirmenin dünyadaki cezası sıkıntılar ve özellikle geçim sıkıntısı, âhiretteki cezası da nimetleri ve nimet vereni dünyada göremediği için kör olarak haşrolmak. Çözüm ise zikir ve şükürde: “Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.” [8]

Gül bahçesine girsek, herhalde güllerin güzelliğinden, mis kokulardan önce, elimize değil ama gözümüze dikenler batacak. İslamî geleneğimizde “nasılsınız?” sorusuna cevap “elhamdü lillah” idi. Şimdi, beylik bir “iyiyim”den sonra başlıyor şikâyetler... Hoca talebeden, talebe hocadan, koca karısından, kadın kocadan, baba evlattan, evlat babadan, herkes toplumdan, hatta müslümanlardan, cemaat veya cemiyetlerden... şikâyet. İyi de, olayların güzel tarafları yok mu? Güzel bakmayı unutmaktan kaynaklanıyor bazı kara tablolar. Güzel bakan güzel görür. Güzel gören güzel düşünür. Rivayete göre; Medine çevresinde Rasulullah ashabıyla yürürken yol kenarında bir köpek leşi görürler. Sahabe, manzaranın ve kokusunun çirkinliğinden bahsetmeye başlayınca, Peygamberimiz, güzel bakmakla ilgili güzel bir ders verir: “Görmüyor musunuz, dişleri inci gibi, ne güzel!”[9] Problem gözlüklerimizde. Kara gözlükleri çıkarıp, olaylara ve varlıklara Allah’ın nuruyla bakabilmeliyiz. Basarla gözükmeyen nice güzellikler basiretle görülebilecektir. Yani kalıp gözü olumsuz baksa bile, kalp gözü Mutlak Güzel’in, varlıklara ve eşyaya yansıyan güzelliklerini müşâhede eder. Her şey Rabbine devamlı hamdediyor.[10] Gül açıyor, bülbül ötüyor, güneş gülümsüyor, yani varlıkların şükür ve hamdi hal dillerinden anlaşılıyor. İnsanoğlu ise çok zâlim ve çok nankör.[11] Dikkat edilmelidir ki, âyette geçen nankör anlamına gelen kelime ile küfür kelimesi aynı kökten gelmektedir.

ŞÜKÜR VE NANKÖRLÜK, İNSANIN YÜZÜNDEN OKUNUR

Şükür ve Hamd, Hayata Gülümsemektir. Şükür, insanı iyimser yapar. Eşyanın, kendi halimizin güzel yanlarını gösterir. Kabir ve hasta ziyareti, kendimizdeki nimetleri görmeye katkı sağlar. Henüz ölmediğimiz, nice hastalardan daha sıhhatli olduğumuzu, hastahane ve mezarlık aynalarında görebiliriz. Şükrü artırdığı için bu ziyaretlerin önemi vurgulanmış. Dünyevî konularda bizden daha fakir, daha zayıf kimselerle kendimizi kıyaslamak, bizi şükre götürür. Dilimiz şükrettiği gibi, yüzümüz de her an şükretmelidir. Yüzün şükrü tebessümdür. Nimetlerin ve nimet sahibinin farkında olmanın getirdiği mutluluk ve huzurun gönülden yüze yansımasıdır bu. Önderimiz, tüm şemâil kitaplarının nakline göre devamlı mütebessim idi. Tebessümle sırıtma ve kahkaha çok farklı şeylerdir. Ekrem Elçi’nin suratı asık değildi; onca zulüm, onca işkence, onca açlık, yahûdilerin hâinlikleri, münâfıkların nifakları, dağların taşıyamayacağı onca yüke rağmen, tebessümü yüzünden hiç eksik olmazdı.

“Rasulüllah (s.a.s.) geceleri ayağa kalkıp ayakları kabarıncaya kadar namaz kılardı. Kendisine; ‘Allah (cc) senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetti (niye kendini bu kadar yoruyorsun)’ denildi. “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını verdi.[12][13] Rasûlullah’ın gözünden akan yaşlar, insanlarla değil; sadece Rabbiyle baş başa olduğu, secdelerle süslü gecelerin incileriydi. “… Allah’a yemin olsun ki, benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız!”[14] buyuran o büyük zatın insanların içinde, çevresine huzur ve saadet dağıtan tebessümü, şükrünün dışa yansımasıydı. O’nu örnek alması gereken mü’min, içinden dua, haşyet, takva, İslam’ın derdi, müslümanların durumları ve bunları düşünmenin, tefekkürün gereği mahzun bir gönül taşımalı. Ama insanlara gülümseyen, şükrettiği yüzünden belli olan bir çehre aydınlatmalı zâlimlerin kararttığı çevreyi. İçi ağlasa bile dışı gülmeli müslümanın. Bir müslümana surat asmanın karşımızdakine hakaret ve kul hakkına tecavüz olduğunu bilmeli, kardeşlerine merhametinin izleri yüzünden okunabilmeli.

İnsan, diliyle olduğu gibi haliyle, tavrıyla, yüzüyle de devamlı şükretmeli, hamdetmeli. Seviyesizce cıvıklık, şuh kahkahalar, boş vermiş tavır, vur patlasın çal oynasın anlayışı mü’minden ne kadar uzak olmalıysa; karamsarlık ve ümitsizlik taşıyan bunalımlı bir yüz de o derece çirkin kabul edilmeli. İslam, insana huzur verir. Câhiliyye düzenini muazzam bir inkılâpla deviren peygamber nizamının ve o çağın adı “asr-ı saâdet”, yani mutluluk çağıdır. Müslüman dünyada da haseneler içindedir. Etrafındaki güzelliklere karşı gözü kör değildir. Yaratılanı sever, Yaratan’dan ötürü. İçinde yarım bardak su olan kabın dolu tarafını görür. Ama, gücü ve imkânı el veriyorsa, boş kısmını önce kendisi doldurmaya çalışır.

Farkında olmadığımız, önemsiz görüp üzerinde düşünmediğimiz öylesine büyük ve öylesine çok nimetler içinde yüzüyoruz ki... Her şeyden önce, insan olarak yaratılmışız. Ot veya it olarak yaratılabilirdik. Tabii, insan olarak yaratıldığımız halde, ot gibi düşüncesiz, kaygısız hayat da sürebilir; dört ayaklılardan daha aşağı olabilirdik. İnsan olarak, yaratıkların en şereflisi olarak yaratıldık. Annemizi, babamızı, doğduğumuz memleketimizi biz seçmedik. Herhangi bir kentin fuhuş ortamında, batakhanelerinde veya çok fakir bir ülkenin çölünde, dağında ya da ormanında yarı aç yarı tok, çelimsiz, kültürsüz, daha da kötüsü dinsiz imansız olabilirdik. Elsiz, ayaksız, dilsiz, kulaksız veya görme özürlü olabilirdik. Daha fecîsi, hakkı görmeyen, gözleri perdeli, kalbi mühürlü olabilirdik. Felçli, sakat, yatalak değiliz. Uyuşturucu bağımlısı, alkolik, kumarbaz, hilebaz, düzenbaz, ahlâksız... olabilirdik.

Bütün bu nimetler, zenginlik değil de; dünyada bile mutluluk sağlamayan emanet paraların veznedarları olan kapitalistlerin para hamallığı mı zenginlik? Gözlerinizi bir milyon dolara satın almak isteyen olsa verir misiniz? Demek ki, ne kadar pahalı, ne kadar kıymetli varlıklara sahipmişiz! Ya aklınızın değeri? Kaça satardınız? Bütün bunların üstünde imanınızı değişebileceğiniz bir değer olabilir mi? Müslümanca mutluluğun, huzurun, kanaat denilen hazinenin, sabır denilen hazzın, dâvâ yolunda çekilen çilenin, infak etme, verme lezzetinin, ibadetlerden aldığımız zevkin, bereketin, ağız tadının, gönül şenliğinin, hele ebedî mükâfatın, cennetin değeri, bedeli?! Bütün bunlara şükredilmez de ne yapılır?

Şükür insanın ruh ve gönül âleminden coşan şükrandır. Bu şükran duygusunun, içinde kaynadığını hisseden müslüman için bu coşku, Allah’la olan en samimi bağlantıdır. Bu bağın kuvveti, dilimizin ve gönlümüzün, bütün organlarımızla uyumlu olarak şükür vazifesini yerine getirmesiyle kendini gösterir.

Şükür, sadece bize ait özel nimetlere yapılması gerektiği gibi, genel nimetlere de yapılmalıdır. Kur’ân-ı Kerim’de bu genel nimetlere vurgu yapılarak bunlar üzerinde düşünmemiz, Allah’ın bu âyetlerini okumamız ve şükretmemiz emredilir. Devamlı karşılaştığımız için önemi üzerinde düşünülmeyen alışılmış nimetlerin akabinde de şükür edilir ki, insanın Rabbı ile irtibatı, ilişkisi, iletişimi canlı tutulsun ve yapılanlar ibadet olsun. Yemekten sonra hamd ve şükür edilir ki, yediğimiz nimetleri ihsan eden, o gıdalara lezzet katan, bize ağız tadı veren, açlığımızı bunlarla gideren, gıdaları enerjiye dönüştüren Yaratıcı’yı görmezden, bilmezden, hatırlamazdan gelmeyelim, nankör olmayalım.

Kemal derecesinde bir şükrün üç basamağı vardır. Erişilen nimetin Allah’tan geldiğini bilmek, O’nun verdiğine rızâ göstermek ve nimetinin gücü bedeninde bulunduğu sürece O’na isyan etmemek. Her ciddi eylem, her nimet üç ibadet ister. Bunlar zikir, fikir ve şükürdür. Başta zikir (besmele), ortada -iş esnasında- fikir (tefekkür, Allah’ın nimet ve ihsanını düşünüp O’nun rızasını istemek) ve sonunda şükür (El-hamdü lillâh demek).

Hayatta zorluklar var. Sıkıntılar, gerçekleşmeyen istekler, hallolmayan problemler var. Ama hayatın güzel tarafları da çok. Zorlukla beraber kolaylık; sünnetullah, Allah’ın vaadi. Yine kolaylık istiyorsak, zorlukla beraber; unutmayalım. Zahmetsiz rahmet yok. Sıkıntılar, acılar hayatın tuzu, biberi; heyecanı, mutluluk kaynakları. Monotonluktan kurtaran, eksikliğini yaşadığımız şeylerin değerini öğreten hikmetler…

Hayat mücadelesinde hatalar yaptık, ama doğrularımız Allah’ın izniyle daha çok oldu. Kötü günlerimiz yanında iyi günlerimizin daha çok olduğu; hastalıklı günlerimiz yanında sağlıklı günlerimizin daha fazla olduğu gibi.

Hayatta ister yenelim, ister yenilelim. Ulu hakem, hükmünü, bizim oyunu ne kadar dürüst oynadığımıza göre verecektir. Yani, Pollyannacılık oynamalıyız; mutluluk oyunu. Dünya hayatı zaten oyundan ibaret, para, mal-mülk hep oyuncaklarımız. Çocuklar yapboz evlerle oynuyor, büyükler betondan evlerle; çocuklar nylon arabalarla oynuyor, büyükler sactan arabalarla. Çocuklar plastik bebeklerle oynuyor, büyükler büyük bebeklerle…

Dünya denilen salon, bir tiyatro sahnesi... Hepimize kader, ayrı ayrı roller dağıtmış. Âhirete göre bir-iki saat sayılan şu fâni dünya sahnesinde, rolümüzden şikâyet edip illâ başrol oyuncusunun rolüne veya zengin rolüne özenmek değildir önemli olan. Usta sanatkâr, kendisine ne rol uygun görülmüşse o rolü beğenmezlik yapmaz; topal rolü verilmişse o rolün hakkını verir; fakir ve garip rolünü en güzel şekilde oynar. Hepimiz kendimizi, kendimize biçilen rolümüzü oynuyoruz. Doğru olan; bize uygun görülen rolü en güzel oynamak ve Yüce Yönetmen ve senaristten ödül almaktır. Unutmayalım, sahnedeki oyun uzun sürmez. Perdeler (gözler) kapanmak üzere. Sonra oyunu nasıl oynadığımız ortaya çıkacak, notlarımız verilecek.

 

[1] ] 2/Bakara, 172

[2] ] 3/Âl-i İmrân, 144

[3] ] 4/Nisâ, 147

[4] ] Müslim, Zühd 64; Dârimî, Rikak 61; Ahmed bin Hanbel, Müsned V/24

[5] ] Abdürrezzak; Beyhakî, Şuabu’l-İman; Kenzu’l Ummâl, 3/6419, s. 255

[6] ] Ebû Dâvud, Edeb 11; Tirmizû, Birr 35

[7] ] 20/Tâhâ, 123

[8] ] 14/İbrahim, 7

[9] ] Bu olay, Havarileriyle gezinen Hz. İsa için de sözkonusu edilir.

[10] ] 17/İsrâ, 44

[11] ] 14/İbrahim, 34

[12] ] Buhâri, Teheccüd 6, 2/63; Tefsir-Fetih 1, 6/169, Rikak 19, 8/124; Müslim, Sıfatü’l Munafikîn 18, 79, Hadis no:

[13] , 4/2181; Tirmizî, Salât 304, Hadis no: 412, 2/268; Nesâi, Kıy. Leyl 17, 3/178

[14] ] Tirmizî, Zühd 9, hadis no: 2313; İbn Mâce, Zühd 19, hadis no: 4190

Pazartesi, 01 Mart 2021 08:44

42.HUTBE: CİHADA BAKIŞ

CİHADA BAKIŞ

ÂYET:

ۜ فَضَّلَ للّٰهُ لْمُجَاهِد۪ينَ بِامَْوَلِهِمْ وَنَْفُسِهِمْ عَلَى لْقَاعِد۪ينَ دَرَجَةًۜ َ

“Allah, mallarıyla, canlarıyla mücâhede edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.” [1]

آيَا يَُّهَا لذ۪ينَ مَٰنُو هَلْ دَُلكُِمْ عَلىٰ تِجَارةٍَ تُنْج۪يكُمْ مِنْ عَذَبٍ لَ۪يمٍ تُـؤْمِنُونَ باللهِ وَرسَُولِه۪ وَتُجَاهِدُونََّ ف۪ي سَب۪يلِ للهِ بُّامَْوَلِكُمْ وَنَْفُسِكُمْۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ نِْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَِۙ يَغّْٰفِرْ لَكُِمْ ذُنوبَكُمْ وَيُدْخِلْكُمْ جَنَّاتٍّٰ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا لْانَْهَارُ وَمَسَا كِنَ طَيِّبَةً ف۪ي جَنَّاتِ عَدْنٍۜ ذٰلكَ

لْفَُوْزُ لْعَظ۪يمُۙ وَخُْرىٰ تُحِبُّونَهَاۜ نَصْرٌ مِنَ للّٰهِ وَفَتْحٌ قَر۪يبٌۜ وَبَشِّرِ لْمُؤْمِن۪ينَ

“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz ki bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bunlarla müjdele.” [2]

HADİS:

“Siz cihadı terk ederseniz; Allah üzerinize bir zillet/aşağılık verir ki, (tam bir iman ve cihad arzusuyla) dininize dönünceye kadar o zilleti üzerinizden kaldırmaz.” [3]

Mü’min için hayat iman ve cihaddır. İman; İslâm Dininin itikadî, sosyal, ekonomik, hukukî ve ahlâkî düsturlarının bütününe gönülden inanmak ve bunu açıkça ikrar etmektir. Cihad; Yüceliğine inanılan bu İlâhî nizamı ferdî, âilevî ve sosyal hayatta ve bütün insanlığa hâkim kılma gayretidir. Cihad, insanın tüm hayatını kuşattığı gibi, günün hemen her ânına da yayılabilecek geniş kapsamlı bir kavramdır. Kâfir, müşrik ve münâfıklara, fâsık ve zâlimlere karşı cihad olduğu gibi, şeytana ve onun içimizdeki temsilcisi olan kötü arzulara, hevâya karşı da cihad olur. Kötü âdet ve çirkin alışkanlıklara karşı cihad olduğu gibi, cehâlete karşı da, hak ve hakikate çağrı, iyilikleri tavsiye olarak da cihad sözkonusudur. Hangi sebeple olursa olsun, cihad ibâdeti mü’minler için günlük ibâdetler kadar sık sık tekrarlanabilen, sebepleri ortadan hemen hemen hiç kalkmayan bir ibâdettir.

İslâm’ın gayesi toprak ele geçirmek değildir. O yalnız bir bölge ve kıta ile yetinmez. İslâm bütün dünyanın saâdet ve refahını düşünür. Bütün insanlığa, kendisinin beşerî sistemlerden ve diğer dinlerden daha üstün âlemşumul/ evrensel bir din olduğunu göstermek ister. Bu yüce maksadı gerçekleştirmek için müslümanların bütün güçlerini seferber eder. İşte bu bitmeyen cehd ve uğraşmaya, büyük bir enerji ile çalışma işine ve meşrû bütün yollara başvurma gayretine cihad denir. Yeryüzünde zorbalar, bâtılın ve fitnenin devamını isteyenler, şirk ve müşrikler ile küfür sistemleri var oldukça, onların yeryüzünde yayacakları kötülüklerine karşı bir emniyet olan cihad da devam edecektir. Bu bakımdan cihadın İslâm’da önemli bir yeri vardır. Hz. Peygamber, kendisine hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, “İman ve Allah yolunda cihad” buyurarak cihadın imandan hemen sonra geldiğine, imanın cihadla varlığını sürdüreceğine işaret etmişlerdir. Ayrıca Allah yolunda savaşanları, gâzîlik ve şehidlik rütbesine erenleri öven ve onlar için büyük nimetler ve dereceler bulunduğunu haber veren birçok âyet ve hadis vardır.

Cihad için devrin gerektirdiği ve kullanılması meşrû/câiz olan her çeşit ve en üstün (düşmanları korkutacak) silâhlara sahip olmak Kur’an’ın emridir.[4] Günümüzdeki savaşların sadece harp cephelerinde olmadığını bilmek, evlere kadar yayılan savaş araçlarını iyi değerlendirmek gerekmektedir. Mü’min, hangi imkân ve nimetlere sahipse, onları Allah yolunda kullanarak cihad yapabilir. İlim sahibi ilmiyle, zengin parasıyla, bileği kuvvetli olan gücüyle, alın teriyle, lisanı veya kalemi güçlü olanlar, bu araçlarla cihad yapabilir/yapmalıdır. Savaş meydanlarında cihad yapıldığı gibi, evlerde, işyerlerinde, okullarda, sokaklarda ve hemen her yerde de cihad yapılabilir. Allah, verdiği nimetleri nereye kullandığımızı soracağına göre, bu bilinçle her imkânın Allah’ın emâneti olduğunu unutmayıp, onları esas sahibinin istediği alanda kullanmak, hâin damgası yemekten kurtulup; mücâhid ismi almak için gereklidir. Cihad, kendini ve imkânlarını Allah’a adamak, O’nun yolunda kullanmaktır. Allah yolunda bitmeyen mücâdele ve çabanın, meşrû her yola başvurularak yapılan çalışmanın adıdır cihad. Hakkı tebliğin, Hakkı hâkim kılma gayretinin ve bâtılla mücâdele çabalarının ortak kavramıdır cihad.

İslâm, bir değişim ve dönüşüm esası, bir inkılâp mefkûresi ve hareketidir. O yüzden, yeryüzündeki bütün bâtıl sistemleri kaldırıp yerine Allah’ın hükmüne göre düzenlenmiş sistemi koymak ister. Müslüman bu evrensel inkılâbı gerçekleştirme mücâdelesi içinde yorulmak bilmeyen sonsuz çalışma adamıdır. Her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp çabalar dururken müslüman da, kendine hayat veren dini uğrunda çaba sarfedecek, kendisi dâhil her şeyin sahibi yolunda canı dâhil her şeyini fedâ edebilecek, her çeşit güçlük ve meşakkatleri göze alıp gayret edecektir. İşte bu cehdin, adamanın, mücâdelenin, çalışmanın adı cihaddır. Mukaddes bir amaç uğruna ortaya konulan fiilî, fikrî ve kalbî her tür çabanın ortak ismidir cihad. Bir insanın başkalarına huzuru, mutluluğu, kurtuluşu taşıma gayretidir cihad. Dünyada dâru’l-İslâma, âhirette dâru’s-Selâma ermenin yolu, sürekli cihad üzere bulunmaktan geçer.

Kur’an; birtakım mal, evlât, kazanç ve dünya hayatı endişeleriyle cihadı terk ettiklerinde mü’minlerin başına büyük felâketlerin geleceğini haber verir. Cihad, mü’mini sürekli tetikte tutan ve onu yere çakılıp kalmaktan alıkoyan terkedilemez bir aksiyondur. Cihaddan kaçma veya cihad etmeme düşüncesi münâfıklık alâmetidir. Mü’minlerin toptan cihadı terk etmeleri, yavaş yavaş kendilerinden imanın da gitmesi sonucunu doğurur. Bunun neticesinde yeryüzünde büyük bir fitne baş gösterir ve bu da insanlığın sonu demektir.

Küfrün, şirkin ve dolayısıyla fitne ve fesâdın hâkim olduğu bir toplumda bir mü’min tek başına da olsa cihadla yükümlüdür; çünkü mü’minin hayatı iman ve cihaddan ibârettir. Bu cihad, önce delille, güzel sözle, hikmetle ve öğütle anlatmayı içine alır. Bu, toplumsal planda cihadın ilk merhalesi olduğu gibi, bir kişiyi İslâm’a dâvet için yapılacak cihadın da ilk aşamasıdır. Bunu bir basamak olarak almaktan çok, her zaman gerekli bir yöntem olarak düşünmek daha doğru olacaktır.

Mücâhid, her şeyden önce bir dâvâ adamıdır. O, sadece işiyle gücüyle meşgul olan sıradan, herhangi bir kişi değildir; onun idealleri, beklentileri, ümitleri, hayalleri, rüyaları... içinde yaşadığı kalabalıklarınkinden farklı olduğu gibi, yaşayışı, çaba ve gayreti de kâfirlere değil, Peygamber ve ashâbına benzeyecektir. Gâyesi için çalışmayan, dâvâsı için yaşamayı ve gerektiğinde ölmeyi bilmeyen kimse bırakın mücâhid olmayı, dâvâ adamı bile sayılmaz. “(Gerçek) Mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler/savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” [5]

İslâm, bize anlatılamaz çileler karşılığında ulaşan mukaddes bir emânettir. Asr-ı Saâdetten beri çok büyük meşakkatlerle korunmuş, her türlü fedâkârlıklarla bu sancak bize ulaşmıştır. Peygamberimiz dâvete ilk başladığı andan âhirete göç edinceye kadar hep cihad halindeydi. O’nun izinden gidenler de aynı yola baş koymuşlardı. “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir. Onlar miras olarak ancak ilim bırakırlar.” [6][7]

Peygamber’in mirasına sahip çıkmayan kimsenin kuru bilgisi, onu “âlim” kabul etmeye yetmeyecektir. Seven, sevdiği uğruna çile ve fedâkârlığa seve seve katlanan kişidir. Allah’ı seven, O’nun için her şeyden geçebilir, O’nun uğruna fedâ edilemeyecek hiçbir şeyin olmadığını, var kabul edilirse, o şeyin daha yüce sayıldığı için putlaştırılacağını düşünür. Her türlü putla mücâdele ettiği gibi, Allah’ın önünde engel olan ne varsa onunla da cihad eder. Bugün dünyanın karşılaştığı hemen tüm bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik problemler; gerçekte dünya barışı için çalıştıklarını iddia eden ABD ve Avrupa ülkelerinin, yani kâfirlerin eseridir. Ama ne yazık ki müslümanlar bunu yeterince anlamış değiller. O yüzden de cihadı tek çözüm olarak görmemekte, müstaz’af kimliklerinden sıyrılıp onurlarını kurtarmak için doğru çabalar sarf etmemekteler. Dünya müslümanları el ele verseler, insanlık aleyhine işlenen bütün cinâyetlere elbirliği ile karşı dursalar, yani cihad etseler, fesadlar salâha, ifsadlar ıslâha, şerler hayra dönüşür. Kâfirler ve zâlimler kadar cesur olmazsak, onların bâtıl dâvâlar için çektiği zahmetler kadar Hak dâvâ için bedel ödemekten kaçınırsak, bırakın “mücâhid” sıfatını, “mü’min” sıfatını bile zor alırız: “İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a endâd/eşler ve benzerler edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. Mü’minler ise Allah’ı her şeyden çok severler...” [8]

Cihad kelimesi Kur’an’da farklı şekillerde kırk bir yerde geçmektedir. Bunlardan 33’ü kavram anlamındaki cihadla ilgilidir. Mü’minler Allah yolunda, kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar.[9] Allah, kendi yolunda cihad etmeyi emretmektedir.[10] Bu yolda canlarıyla ve mallarıyla çalışanları övmektedir.[11] Allah yolunda mücâdele eden mücâhidlerin dereceleri, evlerinde oturanlardan daha yücedir.[12] Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin dereceleri çok yüksektir, mükâfâtları boldur.[13] Allah, peygamberlerle beraber Allah yolunda yılmadan, gevşemeden cihad eden sabırlı Rabbânîleri sever.[14] Mü’minler, ünyayı, içindekileri, meskenleri cihaddan çok severlerse, Allah onlara cezâ verir.[15] Allah (c.c.) cihad emri ile mü’minleri imtihan etmektedir.[16] Allah yolunda cihad edenler ‘şehid’ olabilirler ama onlar ölmezler, Allah katında diridirler.[17] Silâhlı/canla cihad, bize harp açanlara,[18] verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara,[19] Allah’a ve âhiret gününe inanmayarak, Allah ve Peygamberin haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı,[20] yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah’ın dinini hâkim kılmak[21] gâyesi ile meşrû kılınmıştır.

“İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah ğafûr ve rahîmdir.” 1108

“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” [22]

“Ey iman edenler! Allah’tan ittika edin/korkun. O’na vesile/yaklaşmaya yol arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” [23]

“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler; (muhâcirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.” [24]

“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabânız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin.’ Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” [25]

“Allah uğrunda, O’na yaraşacak şekilde hakkıyla cihad edin. Sizi O seçti; din husûsunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi...” [26]

“Kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük cihad ile cihad et.” [27]

Dünya bir imtihan alanıdır ve bu sınavın esası cihad edenlerin ortaya çıkmasıdır: “Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.” [28]

Mü’minlik iddiasında samimi olanlar, sâdık/doğru olanlar, cihad edenlerdir: “(Gerçek) Mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler/ savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” [29]

Cihad edenler, yollarını şaşırmayacak, İlâhî yolda istikamet üzere yol alıp çıkış yolları bulacaklardır: “Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, muhsinlerlerle/iyi ve güzel davrananlarla beraberdir.” [30]

Cihad zirvedir, İslâmî basamakların en üstüdür:“İşin başı İslâm, direği namaz, zirvesi cihaddır.” [31]

Cihadı terk zillet sebebidir: “Siz cihadı terk ederseniz; Allah üzerinize bir zillet/aşağılık verir ki, (tam bir iman ve cihad arzusuyla) dininize dönünceye kadar o zilleti üzerinizden kaldırmaz.”[32] Biz cihadı terk ettiğimiz için zillete mahkûm olduk, bitmeyen kriz, sıkıntı ve bunalımların muhâtabı olduk. Cihaddan uzak ve müslümana yakışmayan bir yaşayışı tercih ettiğimiz için, bugünkü tâğutî yönetim tarzına ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen yöneticilere müstahak olduk.

CİHADIN EN KIYMETLİSİ, ZÂLİM YÖNETİCİLERE KARŞI YAPILANIDIR

“Cihadın en faziletlisi, zâlim yöneticiye karşı adâlet kelimesini (İslâm’ın adâlet ilkeleri olan Kur’an hükümlerini) söylemektir.” [33]

“Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebi göndermemiştir ki, ümmet içinde kendisine yardımcı olan havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra bunları bir nesil takip eder. Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar. Bunlarla eli ile fiilen mücâdele eden mü’mindir, dili ile mücâdele eden mü’mindir, kalbi ile mücâhede eden mü’mindir. Bunun dışında kalanların hardal tanesi kadar da olsa imanları yoktur.” [34]

“Küfrün önderleriyle savaşın. Çünkü onlara güvenilip de anlaşma yapılmaz. Umulur ki vazgeçerler”[35] emri, o önderlerin sıradan insanlarla İslâm arasında engel oluşturduğu içindir. Eğer onlar, İslâm’la insan arasına gerilmekten vazgeçerlerse İslâm’ın onlarla bir alıp veremeyeceği yoktur. İslâm onlarla küfürlerinden dolayı değil; insanın mutluluğuna engel oldukları için savaşılmasını emretmektedir.

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olup sapan kimse size zarar veremez...” [36]

“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz ki bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bunlarla müjdele.” 1124

Demek ki cihadda birinci gâye, âhiretimiz için bir ticaret yapmak. Cihadın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da bunlar insanın o acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar. Yolumuzu aydınlatmak için malımızı yakmak, Cehennemde yanmamak için canımızı incitmek, birtakım zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek. Demek ki cihad, başkalarını öldürüp Cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri Cehennemden kurtarmak için yapılır.

Yanmaktan kurtulan hamiyetli insanların yapacağı ilk iş, başkalarının imdâdına koşmak değil midir? Cihad, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorsa, bunlarla savaş yapmak da cihaddır. Cihadla ilgili yukarıdaki âyet ve benzerleri, savaş zamanında olduğu gibi barış zamanında da geçerlidir. Zaten muhtaç gönüllere iman ve İslâm’ı ulaştırmak savaşa değil; barışa bağlıdır.

“... Sulh/barış daha hayırlıdır...”[37] buyuran Cenâb-ı Hak, insanları hidâyete dâvet etmiştir. Bu çağrıyı insanlara durmadan ulaştıran Rasûlullah, karşı çıkanların zulüm ve işkencelerine uzun süre sabırla karşı koymuş ve daha sonra İlâhî fermanla kendisine savaş izni verilmiştir. Savaş yapan mü’minlere mâlî destek sağlamak cihad olduğu gibi; sulh zamanında bir kısım malını insanlık âleminin ebedî saâdeti için harcamak da büyük bir cihaddır. Savaşa iştirak etmek cihad olduğu gibi, insanların iman şerefine kavuşmaları ve mü’minlerin günah ve isyandan kurtulmaları için bir şeyler yapmak, bu hususta kafa yormak, mesâi harcamak da cihaddır. Ömürlerinden bir pay ayırıp bu kudsî gâye uğrunda harcayanlar da canlarıyla cihad etmiş olurlar. “Allah, mallarıyla, canlarıyla mücâhede edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.”[38]

“Dinde zorlama yoktur.”[39] Ancak, Cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaşmak gerekir. Bunda başarı sağlandıktan sonra kişi, inancında serbest bırakılır. Dilerse İslâm’ı kabul eder, dilerse kendi dininde yaşamaya devam eder. Cihadda hedef, öldürmek değil; diriltmek olmalı. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırmak olmalı. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da “evet” dememiz gerek. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz.

Cihâdın gâyesi, yeryüzünden fitneyi kaldırmak ve hakkı yüceltmektir. İslâm’da savaş, intikam, öldürme yağma, baskı ve zulüm yapmak için değil: bunları ortadan kaldırmak için yapılır. Müslüman olmayanları zorla İslâm’a sokmak yoktur. Cihad’dan maksat, insanları baskılardan kurtarmak, İslâm’ın yüce gerçeklerini onlara duyurmak ve kendi rızâlarıyla müslüman olabilecekleri ortamları hazırlamaktır.

Ne mutlu Allah’la ticaret yapıp, aslında O’na ait olan imkân ve nimetleri, malı ve canı Cennet karşılığı O’na satan, her şeyini O’nun yolunda kullanan mücâhidlere!

 

[1] ] 4/Nisâ, 95

[2] ] 5/Mâide, 105

[3] ] Ebû Dâvud, Büyû’ 54

[4] ] Bkz. 8/Enfâl, 60

[5] ] 49/Hucurât, 15

[6] ] İbn Mace, Mukaddime, B.17, Hds. 223; Tirmizî, Kitabu’l-İlm, B.19, Hds. 2822; Ebu Davud, Kitabu’l-İlm, B.1, Hds.

[7]

[8] ] 2/Bakara, 165 ve yine bkz. 49/Hucurât, 15

[9] ] 4/Nisâ, 76

[10] ] 5/Mâide, 35; 9/Tevbe, 41; 22/Hacc, 78; 2/Bakara, 190; 4/Nisâ, 76 vd.

[11] ] 8/Enfâl, 72; 9/Tevbe, 41

[12] ] 4/Nisâ, 95

[13] ] 61/Saff 61, 10-12; 5/Mâide, 5

[14] ] 3/Âl-i İmrân, 146

[15] ] 9/Tevbe, 24

[16] ] 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16

[17] ] 2/Bakara, 154; 3/Âl-i İmrân, 169

[18] ] 2/Bakara, 190

[19] ] 9/Tevbe, 12-13

[20] ] 9/Tevbe, 29

[21] ] 2/Bakara, 193 1108] 2/Bakara, 218

[22] ] 3/Âl-i İmrân, 142

[23] ] 5/Mâide, 35

[24] ] 8/Enfâl, 74

[25] ] 9/Tevbe, 24

[26] ] 22/Hacc, 78

[27] ] 25/Furkan, 52

[28] ] 47/Muhammed, 31

[29] ] 49/Hucurât, 15

[30] ] 29/Ankebût, 69

[31] ] Tirmizî, İman 8; İbn Mâce, Fiten 12

[32] ] Ebû Dâvud, Büyû’ 54

[33] ] İbn Mâce, Fiten, hadis no: 4011; Tirmizî, hadis no: 2265

[34] ] Müslim, İman 20

[35] ] 9/Tevbe, 12

[36] ] 5/Mâide, 105 1124] 5/Mâide, 105

[37] ] 4/Nisâ, 128

[38] ] 4/Nisâ, 95

[39] ] 2/Bakara, 256

  1. HUTBE

CEMAATLEŞME KUR’AN’IN BİR EMRİDİR

ÂYET:

نَِّ لذ۪ينَ فَرقَُّو د۪ينَهُمْ وكََانُو شِيَعاً لَسْتَ مِنْهُمْ ف۪ي َشَيْءٍۜ نَِّ آـمَا مَْرهُُمْ لَِى للّٰهِ ثُمَّ يُنَبِّئُهُمْ بِمَا كَانُوَّ يَفْعَلُونَ

“Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” [1]

وَعْتَِصِمُو بحَبْلِ للّٰهِ جَم۪يعا وَلَا تَفَرقَُّو وَذكُْروُ نِعْمَتَ للهِ عَلَيْكُمْ ذِْ كُنْتُمْ عَْ آدَءً فَالَِفَ بَيْنَ قُلوبكُمْ فَاصَِْبَِحْتُمْ بنِعْمَتِ آه۪ خًِْوَناًۚ وكَُنْتُمْۖ عَلىٰ َشَفَا حُفْرةٍَ مِّٰنَ لنَّارِ فَانَْقَذكَُمْ مِنْهَاۜ كَذٰلكََّ يُبَيِّنُ

للُّٰهُ لَكُمْ يَٰاته۪ لَعَلَّكُِمْ تَهْتَدُونَ

“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirine düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız.” [2]

Cemaat; sözlükte, insan topluluğu, bir araya gelen insan grubu demektir. Geniş anlamıyla cemaat; bir fikir ve inanç etrafında bir araya gelen insan topluluğuna verilen addır. Bir fıkıh terimi olarak ‘cemaat’ ise; namazı bir imamla birlikte kılan mü’minler topluluğudur. En geniş anlamıyla cemaat; İslâm ümmeti topluluğunu ifade eden bir kavramdır. Dünyadaki bütün müslümanlar bu anlamda bir bütün halinde ‘cemaat’tirler. Bu cemaatin ana özelliği, aynı Din’e, yani Tevhid dinine inanmaları, aynı kıbleye yönelmeleridir. Dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün müslümanlar İslâm cemaatinin birer üyesidirler.

Kitle, şartların bir araya topladığı kalabalıktır. Yolu ve hedefi belli değildir. Asgari müşterekleri bile ortada yoktur. Belki bir çıkarın, belki etkili bir rüzgârın, belki gözü açık bir propagandacı veya politikacının, ya bir futbol topunun, filmin veya müziğin bir araya topladığı bir sürüdür. Sürüyü akıllı ve gözü açık çobanlar istediği gibi sürükleyip götürürler.

Cemaat; rastgele, tesadüfen veya şartların bir araya getirdiği insanlar değildir. Cemaatin üyeleri de yaptıklarını bilmeyen, hangi şartlar altında ve niçin bir araya geldiklerinden habersiz ve şuursuz kimseler değillerdir. Cemaat, şuurlu bir birlikteliktir. Kuru kalabalık, yani kitle (cemâdât) değildir.

Bir topluluğun cemaat adını alabilmesi için, o topluluğun belli bir fikir etrafında, belli bir hedefe gitmek üzere bir araya gelmesi, belli ilkelere bağlı olması ve başlarında cemaat ile özdeşleşmiş, aynı amaca bağlı yetkin bir imamın (önderin) bulunması gerekir.

İslâm cemaatinin en küçük örneği, müslümanların namazda bir araya gelmeleridir. Namaz cemaati, İslâm cemaatini oluşturmada çok önemli bir örnektir.

İslâm toplumunda herkes birbirinin kardeşidir. Tıpkı namazda saf tuttukları ve beraber oldukları gibi, kendi aralarından seçtikleri ehl-i hal ve’l akd (imam, halife, emir sahibi, veliyyül emr) yetkilisinin başkanlığı altında dünya ve din işlerini yürütürler. Allah’ın dinini yaşamaya çalışırlar. Namazdaki imam gibi yetkileri sınırlıdır ve o Allah’a itaat ettiği müddetçe müminler de ona itaat ederler. Bir kimse, cemaat istemediği halde onlara namaz imamı olamadığı gibi, hiç kimse de ümmet istemediği halde zorla, diktatörce, onlara imam (yönetici) olamaz. Mü’minler, tıpkı namazda olduğu gibi toplum hayatında da birbirlerinin yanındadırlar. Müslümanlar namazda niçin bir araya geldiklerinin şuurunda oldukları gibi, hayatın her safhasında diğer müslümanlarla niçin bir arada olmaları gerektiğinin de farkındadırlar. Onların cemaat oluşu bilinçli bir tercihtir. Onların aralarındaki bağ iman bağıdır; soy, hemşehrilik, ırk, kabile, hizib ya da vatandaşlık, hele hele çıkar beraberliği değildir.

Belli bir amacı ve çalışmayı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen dernek ve vakıflar, cemaatler, tefrikaya sebep olmamalı, müslümanları bölüp parçalamamalıdır. Dinde ayrılık güdenlerin ve kendi cemaatinin veya grubunun görüşlerini, prensiplerini din haline getirenlerin son derece hatalı oldukları açıktır. Kaldı ki İslâm sürekli bir şekilde müslümanların kardeşliğini vurgulamakta, onları ‘vahdet’e davet etmektedir.

Batı hayatı insanları bireyselleştiren, toplumsal bağları yok eden, fıtrata ters bir zihniyete dayanır. İnsanın çevresinden alacağı güzellikler gibi, vereceği katkı da önemlidir. İslâm, ferdî olarak yaşanabilecek bir din değildir. İnsanın kendini kurtarabilmesi için toplumu kurtarmaya çalışması da gerekir. Dinin bize ihtiyacı yok; ama bizim dine, dâvâya ihtiyacımız çok. Cemaat, hem dünya ve hem âhiret açısından bizim için olmazsa olmaz konumundadır. Cemaat, mü’minler için koruyucu bir elbise, bir kale, bir rehabilitasyon merkezi, bir arınma mekânı, bir eğitim ocağı, hayırda yarışı öğreten olgunlaştırma kurumudur.

İslâmî cemaat, Kur’an anlayışı ve Peygamberin yolu üzerine kurulur. Onların arasında kardeşlik, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma, fedakârlık, sevgi ve saygı vardır. Peygamberimiz Medine’de bu örnek cemaati kurmuş ve nasıl olacağını göstermiştir. Müslümanlar, yaşadıkları yerlerde azınlık da olsalar cemaat olmaya çalışmalılar. Bunu yapmazlarsa ve cemaat şuurunu diri tutmazlarsa; cemaat olmanın avantajlarını ve nimetlerini kaçırırlar.

Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler, göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin tartışmalı doğruları, filân efendi hazretlerinin görüşleri, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmeler, hatta bazen Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan tavırlar... Kur’an’ın önemsediği konular yerine, hiç yer vermediği konular din adı altında topluma kabul ettirilmek istenmekte, mesajın başına oturtulmaktadır. Fili farklı yerlerinden yakalayıp bu parçayı fil diye tanımlama tavrı, basarla birlikte basîreti, alnındaki gözüyle beraber göğsündeki gözü de kullanması gereken, gözleri açık ve her dem uyanık bulunması icap eden müslümanların maalesef tavrı olabiliyor. Dini, bazıları şekilsel özellikler, bazıları sarık, sakal, cübbe ve çarşaftan ibâret sayarken, bazıları sadece falan zâtın kitaplarını okuyup açıklamak, bazıları ise tesbih çekmekten, bazıları sadece cihad veya siyasal yorumlardan, haftalık ders ve sohbetlere katılmaktan, bazıları dergi çıkarmak veya radyo imkânlarından ibâret sayabilmektedir. Bundan da daha fecîsi, Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte ve Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur’ânî bir emrin, farîzanın terkini, fâiz gibi bir haramın mubahlığını cihad yorumu ve dâru’l-harp mantığı ile topluma empoze etmektir.

Dernek ve vakıfların günümüzde İslâm dâvâsına ne tür katkıda bulunduğu tartışılabilir, ama üyelerini dâvâdan uzaklaştıran, hak dâvâyı bâtıl ideolojilerle sentez yapmaya kalkan, yetişmiş nice insanı demokrat, sağcı ve muhâfazakâr çizgiye doğru savuran; ilkesiz, çıkarcı ve tavizci anlayışı tevhidî anlayışa tercih eden; kazanılmış insan, imkân ve birikimi yok eden çok sayıda örneklerini göstermek mümkündür.

Bugün Türkiye’de faal olarak 70 bin civarında vakıf ve dernek var. Bunların en az yarısı, Müslümanlar tarafından İslâm’a hizmet etsin diye bekledikleri kurumlardır. En az 35 bin dernek ve vakıf ne yapmaktadır? 35 bin dernek 35 bin ayrı grup anlamına geliyor. Hakkı gizleyenleri mi ararsınız, hakla bâtılı karıştıranları mı? Devletçi, düzenci derneklerin sayısı daha çoktur. İslâm’a davet edeceğine insanları demokrasiye davet eden dernekler… Dün “tekbir!” diye nâra atanlar bugün “tedbir” diyorlar, başka bir şey demiyorlar. Dün “tevhid” diyenler bugün demokrasi türküsü çağırıyor. Dernekler savrulurken sadece cemaatlerini savurmuyor, aynı zamanda hem diğer cemaatleri ve hem halkı etkiliyor.

Müslümanlığı kendi cemaatinin anlayış ve yaşayışıyla sınırlandırıp kendi cemaatinden olmayanların küfür içinde olduğuna hükmetmek, hatta bir adım daha ileriye gidip onlara kâfir demek, göreceli doğrularımızı mutlak hakikat yerine koymak demektir. Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır.

Bugün tevhidi çizgide istikameti koruyan ilkeli duruşa sahip Müslümanların durumu da maalesef cemaat olarak toplumun ümidini ve Allah’ın yardımını çekecek kalitede değildir. Şöyle ki: Hiç bir proje üretmeyen, eğitim, tebliğ, yardımlaşma ve şahidlik sorumluluklarını daha güçlü birlikteliklerle, daha yaygın projelerle uygulamaya koymayan bir hal söz konusu. Cemaatleşme ve kolektif iradeyi üretme pratiği zaaflı, fedakârlıklar noktasında hayli tembel ve elini taşın altına koymak anlamında bedel ödemeye gelince bunu gerektirecek ciddi bir çabası olmayan dağınık teorik imanlı fertler ya da sadece bilgilenmeyle sınırlı, kapalı ve dar ölçekli Kur’an halkaları halinde cahiliye toplumuna dağılmış olarak yaşamakta ısrar etmemiz, sürdürdüğümüz Kur’an halklarının olumluluğuna rağmen büyük bir zaaftır.

Güzel insan olmamız ve mesajımızın güzel olması için, insanları başka şeye, tartışmalı teferrruata değil; sadece Allah’a, Allah’ın mutlak doğrularına, yani hakka dâvet etmemiz ve bunu herhangi bir hizip adına değil, “müslüman” isim ve sıfatımızla, İslâm’ın hizipler üstü temel prensipleri adına yapmamız gerekmektedir: “(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır.”[3] Müslüman dâvâ adamı, âyetlerdeki bütüncül çağrıya rağmen; parçacı, hizipçi, cemaatlerinin yorumunu öne çıkaran bir yaklaşım sergileyerek kınanacak bir tavra düşebiliyor: “Onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka, kendi yanındakiyle sevinmektedir.”[4] Bugün kimi cemaat mensubu kişiler, insanlara Kur’an’ın önceliklediklerini, mutlak hakikatleri, Kur’an’ın muhkem doğrularını anlatacaklarına, İslâm’ın temel esaslarına dâvet edeceklerine; kendi tartışılabilecek doğrularına çağırmaktadırlar. “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” [5]

Bugün tevhidî çizgide istikameti koruyan ilkeli duruşa sahip Müslümanların durumuyla ilgili bazı tespitleri paylaşacak olursak: Hiç bir proje üretmeyen, eğitim, tebliğ, yardımlaşma ve şahidlik sorumluluklarını daha güçlü birlikteliklerle, daha yaygın projelerle uygulamaya koymayan bir hal söz konusu. Cemaatleşme ve kolektif iradeyi üretme pratiği zaaflı, fedakârlıklar noktasında son derece tembel ve elini taşın altına koymak anlamında bedel ödemeye gelince bunu gerektirecek ciddi bir çabası olmayan dağınık teorik imanlı fertler ya da sadece bilgilenmeyle sınırlı, kapalı ve dar ölçekli Kur’an halkaları halinde cahiliye toplumuna dağılmış olarak yaşamakta ısrar etmemiz, sürdürdüğümüz Kur’an halklarının olumluluğuna rağmen büyük bir zaaftır.

CEMAATLEŞMENİN ÜZERİMİZE YÜKLEDİĞİ SORUMLULUKLAR

Cemaat çalışması yapacak mü’minlerin mutlaka kulluk bilincine sahip ve ihlâslı fertler olmaları icap etmektedir.

Bizim insanımız bir-iki kişi ile ortaklık bile oluşturamamaktadır. Özellikle dâvâ insanı mü’minlerin bu hallerini değiştirmeleri, ilkelerinden taviz vermeden; geçim ehli, birlikte çalışmaya kendini hazır hale getiren, cemaatin gerektirdiği disiplin ve ciddiyete sahip şahsiyetler olmaları gerekmektedir.

İstikrarlı ve fedakâr olmaları, danışma, dayanışma ve yardımlaşma halinde, kolektif çabalara katkıda bulunmamız, cemaat çalışmasının bizden istekleri arasındadır.

Her yaptığımız hayırlı şeyi en güzel şekilde (ihsan bilinci ile) yapmamız Kur’an’da emredilir. Bunun için de üstlendiğimiz görevleri zamanında, eksiksiz ve güzel bir şekilde yaparak ibadet yapmış, kulluğu bütün hayatımıza yaymak için tüm gayret sarfedilmelidir.

Bizim ortak irademizi temsil eden kolektif iradenin, Hududullah çerçevesindeki kararlarına itaatin Allah’a ve Rasulü’ne itaat anlamına geldiğinin bilincinde olmalıyız. Cemaatlerde ifrat ve tefrit sırıtmaktadır: Bir yanda İslam’ın doğru bulmadığı “meyyit gibi teslimiyet”i isteyen, önderlerin doğru-yanlış her yaptığında hikmet arayıp, “emr-i bil maruf nehy-i an’il münkeri”i terk eden kör taklit ve bilinçsiz bir itaat, diğer yanda itaat bilincini tamamen yitirmiş başıbozukluk, anarşi söz konusudur. Bu iki uca da yaklaşmadan Kur’an’ın öngördüğü, Rasulullah’ın ve ashabının uyguladığı vasatı tercih ederek bilinçli itaati öne çıkarmalıyız.

Nimet dağıtılırken kardeşimizi kendimize tercih etmeyi, külfet söz konusu olduğunda da öne atılmayı ahlakımız haline getirmeliyiz. Ahlâkî zaaflarımızı ve cemaat içinde ilkeli ve uyumlu faaliyetler üretmeye engel olan sosyal zaaflarımızı ıslah etmek için kendimizi eğitmeli ve disipline etmeliyiz.

Bu konuda cemaat diyelim, vakıf diyelim; oranın bize ihtiyacından daha çok bizim bu organizelere ihtiyacımız olduğunu, bu tür çalışmalara katkıda bulunmazsak, eriyip kaybolma, çizgimizin dejenere olması gibi risklerin çok ciddi boyutta olduğunu unutmamamız lazım. Daha mükemmel bir teşkilat, daha ideal hedefleri ve daha şer’î faaliyetleri olan bir teşkilat bulursak veya birlikte oluşturursak o zaman tercihlerimizi bu konuda rahatlıkla daha iyiden yapmamız gerektiğini, bugün ise içinde bulunduğumuz yapının daha da güçlenmesi için yardımcı olmamız, bana göre çok önemli bir görevimizdir. Varsa yanlışlarını güzel bir üslûpla düzeltmemiz, doğrularına ise sahip çıkmamız ve onu el birliği ile yaygınlaştırmaya çalışmamız gerektiğini hatırlatıyorum.

 

[1] ] 6/En’âm, 159

[2] ] 3-Âl-i İmran, 103

[3] ] 41/Fussılet, 33

[4] ] 30/Rûm, 32

[5] ] 6/En’âm, 159

RÜKÛ EDENLERLE BERABER RÜKÛ ETMEK,  YANİ

CEMAATE KATILMAK

ÂYET:وَركَْعُو مَعَ لرَّكِع۪ينَ

“Rükû edenlerle beraber rükû edin.” [1]

HADİS:

“Cemaat rahmettir, tefrika (ayrılık çıkarma) ise azaptır.” [2]

Konumuzu teşkil eden âyette, bilindiği gibi sadece rükû değil, cemaate katılmak veya cemaat oluşturmak da emredilmektedir. “Rükû edenlerle beraber rükû edin.”[3] Bu emir, rükûları, rükû ile kast edilen farz namazları cemaatle kılmayı da içine almaktadır. Cemaat Nedir? ‘Cemaat’ kelimesinin aslı, toplamak, bir araya getirmek anlamındaki cem’ fiilidir. ‘Cemaat’ sözlükte, insan topluluğu, bir araya gelen insan grubu demektir. Geniş anlamıyla cemaat; bir fikir ve inanç etrafında bir araya gelen insan topluluğuna verilen addır.

Bir fıkıh terimi olarak ‘cemaat’ ise; namazı bir imamla birlikte kılan mü’minler topluluğudur. En geniş anlamıyla cemaat; İslâm ümmeti topluluğunu ifade eden bir kavramdır. Dünyadaki bütün müslümanlar bu anlamda bir bütün halinde ‘cemaat’tirler. Bu cemaatin ana özelliği, aynı Din’e, yani Tevhid dinine inanmaları, aynı kıbleye yönelmeleridir. Dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün müslümanlar İslâm cemaatinin birer üyesidirler.

Cemaat; rastgele, tesadüfen veya şartların bir araya getirdiği insanlar değildir. Cemaatin üyeleri de yaptıklarını bilmeyen, hangi şartlar altında ve niçin bir araya geldiklerinden habersiz ve şuursuz kimseler değillerdir. Cemaat, şuurlu bir birlikteliktir. Kuru kalabalık, yani kitle (cemâdât) değildir. Kitle, şartların bir araya topladığı kalabalıktır. Yolu ve hedefi belli değildir. Asgari müşterekleri bile ortada yoktur. Belki bir çıkarın, belki etkili bir rüzgârın, belki gözü açık bir propagandacı veya politikacının, ya bir futbol topunun, filmin veya müziğin bir araya topladığı bir sürüdür. Sürüyü akıllı ve gözü açık çobanlar istediği gibi sürükleyip götürürler.

Bir topluluğun cemaat adını alabilmesi için, o topluluğun belli bir fikir etrafında, belli bir hedefe gitmek üzere bir araya gelmesi, belli ilkelere bağlı olması ve başlarında cemaat ile özdeşleşmiş, aynı amaca bağlı yetkin bir imamın (önderin) bulunması gerekir.

NAMAZ VE CEMAAT

İslâm cemaatinin en küçük örneği, müslümanların namazda bir araya gelmeleridir. Namaz cemaati, İslâm cemaatini oluşturmada çarpıcı bir örnektir. Peygamberimiz’in cemaatle namaz kılmayı niçin sık sık tavsiye, hatta emrettiği bu nedenle daha iyi anlaşılır. Mü’minler kendi aralarından seçtikleri ya da uygun gördükleri bir namaz imamının arkasında bir farz namazı kılmak üzere cemaat olurlar. Onun arkasında saf tutarlar. Namaz içerisinde onun komutuyla rukû’ ve secde yaparlar. İmamla birlikte hareket ederler, onunla beraber namazı tamamlarlar.

Namaz için bir imama uyan mü’min, namazdaki bütün hareketleri imamla birlikte ama ondan sonra yapar, aynı zamanda da o imama uyan diğer mü’minlerle, cemaatle beraber davranır. Namazda kendi başına hareket etmez, diğer müslümanlarla birlikte aynı amacı gerçekleştirmeye, yani namazı ikame etmeye (yerine getirmeye) çalışır. Cemaatle kılınan namazdaki hiyerarşik nizam, müslümanların oluşturacağı toplumun düzenine de bir işarettir. Namazda önde imam olur ve bütün cemaat yerin genişliğine göre onun arkasında sıra halinde saf tutar. Buradaki düzen piramit düzeni değil, eşitlik ve kardeşlik düzenidir. Çünkü İslâm cemaatinde soylular ve imtiyazlılar sınıfı yoktur. Hiç kimse diğerinden üstün değildir. Seçtikleri imam bile onlardan biridir ve yalnızca namazda onların bir adım önündedir.

CEMAAT ANLAYIŞI VE İSLÂM TOPLUMU

İslâm toplumunda herkes birbirinin kardeşidir. Tıpkı namazda saf tuttukları ve beraber oldukları gibi, kendi aralarından seçtikleri ehl-i hal ve’l akd (imam, halife, emir sahibi, veliyyül emr) yetkilisinin başkanlığı altında dünya ve din işlerini yürütürler. Allah’ın dinini yaşamaya çalışırlar. Onların önderleri kendileri gibidir, hiç bir üstünlüğü/ayrıcalığı yoktur ve onların serbest oylarıyla (biatleriyle) seçilmişlerdir. Namazdaki imam gibi yetkileri sınırlıdır ve o Allah’a itaat ettiği müddetçe müminler de ona itaat ederler. Bir kimse, cemaat istemediği halde onlara namaz imamı olamadığı gibi, hiç kimse de ümmet istemediği halde zorla, diktatörce, onlara imam (yönetici) olamaz. Mü’minler, tıpkı namazda olduğu gibi toplum hayatında da birbirlerinin yanındadırlar. Müslümanlar namazda niçin bir araya geldiklerinin şuurunda oldukları gibi, hayatın her safhasında diğer müslümanlarla niçin bir arada olmaları gerektiğinin de farkındadırlar. Onların cemaat oluşu bilinçli bir tercihtir. Onların aralarındaki bağ iman bağıdır; soy, hemşehrilik, ırk, kabile, hizib, ya da vatandaşlık, hele hele çıkar beraberliği hiç değildir.

Müslümanlar bulundukları yerlerde az sayıda olduklarından küçük cemaat olsalar bile, aynı özelliği taşırlar, aynı şuura sahiptirler. Herhangi bir amacı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen mü’min topluluklarının da bundan farklı yanları yoktur. Bazen bütün müslümanların bir önderin (imamın) yönetimi altında bir araya gelmeleri mümkün olmayabilir. Şartlar buna müsaade etmeyebilir. Günümüzde müslümanlar farklı coğrafyalarda ve farklı ülkelerde yaşamaktadırlar. Birçok ayrı siyasî güç müslümanlara hâkim durumdadır. Buna rağmen onlar İslâm’ın genel esasları ve hedefleri etrafında bir cemaat olmak zorundadırlar. Onlar birbirlerinin kardeşidirler. Her mü’min, birbirinin destekçisi, yardımcısı ve duâcısıdır.

Müslümanlar bulundukları yerde, az da olsalar cemaat anlayışını yaşatmakla görevlidirler. Bazı mü’minler, bir amacı ya da bir hedefi gerçekleştirmek üzere bir araya gelebilirler, bir grup çalışması yapabilirler. Vakıf, dernek ve teşkilat çatısı altında örgütlenebilirler. Bu şekilde oluşan cemaatler, kendi aralarında bazı prensipleri uygulasalar bile, diğer müslüman cemaatlerle İslâm kardeşliği çerçevesinde ilişki kurarlar, ayrılık gütmezler, onlara sırtlarını dönmezler. Bir cemaatin İslâmî olup olmaması, onun İslâmî prensiplere ne kadar uyduğuna bağlıdır.

Belli bir amacı ve çalışmayı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen cemaatler, tefrikaya sebep olmamalı, müslümanları bölüp parçalamamalıdır. Dinde ayrılık güdenlerin ve kendi cemaatinin veya grubunun görüşlerini, prensiplerini din haline getirenlerin son derece hatalı oldukları açıktır. Kaldı ki İslâm sürekli bir şekilde müslümanların kardeşliğini vurgulamakta, onları ‘vahdet’e davet etmektedir.

Müslümanlar, yaşadıkları yerlerde azınlık da olsalar cemaat olmaya çalışmalılar. Bunu yapmazlarsa ve cemaat şuurunu diri tutmazlarsa; cemaat olmanın avantajlarını ve nimetlerini kaçırırlar. ‘Cemâdat’, yani şuursuz, sıradan sürü haline gelirler. Sürüleri güden çobanlar de her zaman bulunur.

CEMAAT OLMANIN ÖNEMİ

İslâm, cemaat dinidir. İslâm’n ilke ve prensipleri en güzel şekilde cemaatla beraber yerine getirilir. İslâm, müslümanların şuurlu cemaatler olmasını emretmiştir. Peygamberimiz Medine’de bu örnek cemaati kurmuş ve nasıl olacağını göstermiştir. Böyle bir cemaat mü’min için koruyucu bir elbise, kale gibidir. Cemaat olan mü’minler birbirlerini daha iyi tanırlar, birbirlerini sever sayarlar, destek olurlar, yardımda bulunurlar. Birbirlerinin durumlarından haberleri olur, birbirlerinin eksik taraflarını tamamlarlar. Tıpkı bir vücut gibi birbirlerinin acısıyla kederlenirler. [4]

İslâmî cemaat, Kur’an anlayışı ve Peygamberin yolu üzerine kurulur. Onların arasında kardeşlik, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma, fedakârlık, sevgi ve saygı vardır. Onların arasında soy, sınıf, kabile, meslek, bölge üstünlüğü gibi iddialara yer yoktur. İslâm, müslümanları Kur’an etrafında bir araya gelmeye davet ediyor.[5] Dinlerini parçalayanlar gibi parça parça olmaktan sakındırıyor.[6] Allah (c.c), kuvvetli bir bina gibi bir araya gelip kendi yolunda cihad eden mü’minleri sevmektedir.[7]

Peygamberimiz (s.a.s.) birçok hadisinde müslümanlara cemaat olmayı teşvik etmekte, bunun önemini bildirmektedir. Bunun yanında cemaatle namaz kılmayı çok önemsemekte, mü’minlerin cemaatle namaz kılarak çok fazla karşılık alacaklarını haber vermektedir. Kur’an, Hz. Peygamber’e, düşman korkusu olsa bile mü’minlere namazı cemaatle kıldırmasını emretmektedir. [8]

Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Cemaat rahmettir, tefrika (ayrılık çıkarma) ise azaptır.”[9] Müslümanların cemaat olmalarının en güzel örneği, beraber namaz kılmalarıdır. Cemaatle namaz, İslâmî cemaatin temelini atar, müslüman bireye cemaat şuurunu kazandırır. Bu nedenle cemaatle kılınan namazın derecesi tek başına kılınana göre yirmi beş, veya yirmi yedi derece daha yüksektir.[10]

İslâm’a göre cemaat olma o kadar önemlidir ki, iki kişi bir araya gelseler, hemen cemaat olmaları tavsiye edilir.[11] Cemaate devam etmenin sevabı kadın ve erkek mü’minler için aynı derecededir. Peygamberimiz kadınların cemaate gelmelerine engel olunmamasını istemiştir. [12]

Cum’a ve bayram namazlarının cemaatle kılınıp tek başına kılınmasının mümkün olmaması oldukça önemlidir. Şüphesiz cuma ve bayram namazları, mü’minlerdeki cemaat şuurunu kuvvetlendirir, onları birbirine yaklaştırır, aralarındaki kardeşlik ilişkilerini arttırır. İnsan, yaratılışı gereği toplum halinde yaşamak zorundadır. İslâm, müslümanları şuurlu bir toplum olarak yetiştirmek istiyor. Cemaatleşme, bir arada yaşama bilinci, fedakârlığı, başkalarını hesaba katma; hak ve hukuka uyma ahlâkını, yardımlaşma, acıları paylaşma, nimetleri ve külfetleri bölüşme anlayışını geliştirir.

İslâm, bütün bu ideallerin en güzel bir şekilde yerine getirilmesini, bunların bir ibâdet bilinciyle yapılmasını istemektedir. Cemiyet (toplum) içinde yaşadığının farkında olan olgun İnsan, her konuda bağlı bulunduğu toplum fertlerini de hesaba katar. Ancak kendi bencil duygularını doyurmak isteyenler, kibirliler ve başkalarının haklarına tecavüz etmeyi normal görenler bu anlayışın dışına çıkarlar. İslâm, toplum halinde yaşama ihtiyacını en doyurucu bir biçimde teklif ediyor ve bunun kurallarını ortaya koyuyor. İslâm cemaati, bir Allah’a, bir peygambere ve ilâhi vahye inanma mantığı üzerine kurulur ve gelişir. Bu cemaatin gayesi de, Allah’ın rızâsına erebilmek için O’nun hükmüne en güzel bir şekilde uyabilmek ve birbirlerine hakkı ve ma’rufu tavsiye edip, birbirleriyle iyilik ve takvâda yardımlaşmak, kardeşlik ve cemaat şuuruna erebilmektir. [13]

Namaz sadece kişiyi değil; toplumu da baştan ayağa değiştiren, tevhide doğru geliştiren bir ibâdettir. O ferdî bir inkılap olduğu kadar sosyal bir inkılaptır da. Günde beş kez cemaat namazlarıyla bir araya gelen dünyevî ve maddî endişelerden uzaklaşarak aynı manevî atmosferi teneffüs eden mü’minler topluluğu; sürekli birbiriyle yardımlaşarak, birbirinden güç ve kuvvet alarak, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye ederek, hep iyiye doğru ilerleyerek tevhidî çizgide bütünleşir. Camiler, mü’minlerin eğitim ve öğretimini, birlik ve dayanışmasını, istişare ve organizasyonunu sağlayan mekânlardır. İslâmî hayatın mihveridir. Günümüzde bu fonksiyonlarını icrâ etmediği göz önüne alınınca, muvahhid mü’minlere büyük görevler düşmektedir.

Ezanlar bir inkılap çağrısı olarak algılandığı zaman, namazlar bir tevhid eylemi olarak hakkıyla ikame edildiği zaman, cami ve cemaatler gerçek fonksiyonunu icra ettiği zaman; işte o zaman İslâm ümmeti yeniden dirilecek, mü’minler felâh bulacaktır.

Mü’minler, cemadât olma yanlışlığından cemaat olma şuuruna yükselmelidirler. Câmilerimizin asr-ı saâdetteki takvâ mescidine, Mescid-i Nebî’ye benzemesine; imamların ümmetin önderleri ve Peygamber’in vârisi olmasına; tüm şuurlu müslümanların da gerçek anlamda bir cemaat ve ümmet haline gelmesine zarûret vardır. Bütün bunların gerçekleşmesi için de İslâmî değişim ve dönüşüme ihtiyaç vardır. Öyleyse kalabalıkların İslâm cemaati haline gelebilmesi için, sadece Allah’a rükû edip O’nun dışında kimsenin önünde eğilmemek için, namazlarımızın bizi canlandırıp kurtuluşa ulaştırması için hayye ale’s- salâh! Hayye ale’l- felâh! Hayye ale’l- cihâd!

 

[1] ] 2/Bakara, 43

[2] ] Ahmed b. Hanbel, 4/145

[3] ] 2/Bakara, 43

[4] ] Buharî, Edeb 27, 8/12; Müslim, Birr 17, Hadis no: 2586, 4/1999

[5] ] 3/Âl-i İmran, 103

[6] ] 30/Rûm, 32

[7] ] 61/Saff, 4

[8] ] 4/Nisa, 101-102

[9] ] Ahmed b. Hanbel, 4/145

[10] ] Buharî, Ez’an 30, 1/166; Müslim, Mesâcid 42, Hadis no: 649, 1/449; Ebu Davud, Salât Hadis no: 559, 1153; İbn

Mâce, Mesâcid 16, Hadis no: 786-790, 1/258; Tirmizî, Salât 245, Hadis no: 330, 2/150

[11] ] Buhârî, Ezan 35, 1/167; İbn Mâce, İkametü’s-Salât 44, Hadis no: 972-975, 1/312; Nesâî, İmamet 43-44, 2/80

[12] ] Buharî, Ezân 162, 1/218; Müslim, Salât 30, Hadis no: 442, 1/326; Ebu Davud, Salât 52, Hadis no: 565-568, 1/155

[13] ] H. K. Ece, a.g.e. 101 vd.

Cuma, 26 Şubat 2021 08:42

39.HUTBE: BİR MUHASEBE

BİR MUHÂSEBE

ÂYET:وَتَّقُو فِتْنَةً لَا تُص۪يبَنَّ لَّذ۪ينَ ظَلَمُو مِنْكُمْ آخَاصَّةًۚ وَعْلَ آمُو نََّ للّٰهَ َشَد۪يدُ لْعِقَابِ

“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” [1]

وَلَا تَركَْ آـنُو لَِى لَّذ۪ينَ ظَلَمُو فَتَمَسَّكُمُ لنَّارُۙ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ للّٰهِ مِنْ وَْلِ آيَاءَ ثُمَّ لَا تُنْصَروُنَ

“Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateşi (Cehennem) dokunur. Sizin Allah’tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.” [2]

Gelin bugün bir muhâsebe yapalım; kendimize ve bulunduğumuz çevreye ibret ve hikmet gözlüğü takarak biraz farklı bakalım. Ne yapıyoruz, nereye doğru gidiyoruz?

İman ettik diyoruz, iman etmeyenler gibi yaşıyoruz. İman, Allah’a her konuda güvenmek ve kendisine her konuda güven duyulacak şekilde yaşamak demektir. Buna rağmen Allah’ın baztı imtihanlarından şikâyet ediyor ve herkesin her şeyini güvendiği bir insan olamıyoruz.

İslâm, teslim olmak demek; Allah’a, O’nun hükümlerine, emir ve yasaklarına. “Duyduk ve uyduk” dememiz gerekirken; “duyduk ve uyuduk” der gibi davranıyor, “duyduk ve tartışıyoruz” diyoruz. Evet, her şeyi tartışmaya döktük. Dini eğip büktük. Diğer Müslümanları küstürdük.

Elimizde Kur’an olması gerekirken; el kitabımız cep telefonu oldu. Bakmayı okumaya tercih ettik. Başkalarına tavsiye ettiğimiz doğruları, kendimiz ihmal ettik. Başkalarıyla meşgul olurken evimizi, çoluk-çocuğumuzu kaybettik.

“Namaz” denilince bazılarımız Cuma namazını anlıyor. Bazılarımız da günde beş defa bilinçsizce yatıp kalkmayı. Namazlarımız bizi Allah’a yaklaştırmıyor, kötülüklerden uzaklaştırmıyor. Bizi İlâhî rızâ hedefine odaklaştırmıyor. Bir an önce namazı kılıp kurtulsam diyoruz. Hâlbuki namazdan kurtulmak değil, namazla kurtulmak gerekiyor.

Sabır, direnişimizi arttıracakken, sabır zannettiğimiz pasiflik, tavizleri arttırdı. Mehter yürüyüşü gibi adımlarımız; ileriye doğru bir adım atar atmaz, geriye doğru iki adım attık. Bırakın ilerlemeyi, yerinde sayanları, geri adım atmayanları bile kahraman saymaya başladık.

Faizden kaçanımız kalmadı. Herkesin cebinde kimlik kartı gibi banka kartı. İktidar, iş hayatına ve ticarete; bankayla çalışmıyorsanız izin vermiyor. Namaz kılan halk da bankadan farklıymış gibi, Katılım Bankasını tercih ediyor.

İnsanımız ölümü ve yeniden dirilişi düşünmek ve Kur’an’la diriliş yerine; Diriliş dizilerini seyretmeyi tercih ediyor. İbadet bilinciyle seyrettiği Abdulhamit’i, başroldeki şimdiki cumhurbaşkanı diye izliyor. Lideri Amerika’ya, Batıya kafa tutunca Batının kötü olduğu aklına geliyor; lider barışınca Amerika ve Batı hayranı kesiliyor.

Ortadoğu’daki Müslümanların üstüne atılan bombalarla işgal edilen ülkelere acırız da; kitle imha silahı şeklinde tv.lerden, diziler, internetten yağdırılan bombalara ses etmeyiz.

Bazılarımız modern hurafelere kafayı takar, onları savunanları kendinden saymaz; Bazıları da klasik hurafelere. Ama, kendi tarafındaki hurafe ve bid’ate, bâtıl inanışa toz kondurmaz. Rivâyetleri zayıfıyla ve uydurmasıyla ya toptan kabul eder insanımız; ya da toptan reddeder. Kur’an’ı nedense ölçü ve hakem kabul etmek istemez.

Dilimiz “vahdet”i isterken, halimiz “vahşet”i sergiler oldu. Kur’an yerine, başka kitapları, interneti tercih eder olduk. Kâfirlere gösterdiğimiz tahammülü, mü’minlere gösteremiyoruz artık. Kızlarımız, örtünmek için değil, dikkat çekmek için giyiniyor. Erkeklerimiz, kadınların peçe takmalarını isterken kendi gözlerine peçe takmayı unuttu. Kızlarımızın yüzünde de, erkeklerimizin gözünde de haramların izi ve isi, nurlarını yok etti.

Korkularımızı tedbir adıyla savunduk. Mü’minlere ve yakınlarımıza karşı sevgide cimrileştik. Kendimizi savunmada cömertlik yarışına girdik. Suç işleyince, tevbe edip af dilemek yerine, suçu üzerine yıkacağımız bir yerler aradık. Günahımızı Amerika’ya, Batıya, düzene, çevreye yükledik; ama; “Rabbim biz kendimize zulmettik. Sen mağfiret edip merhamet göstermezsen biz zarar içinde bocalar dururuz” demedik. Haramlara kılıf, günahlara mazeret bulmaya çalıştık.

Asılla ilgili ciddi usûl hataları mı yapıyoruz? İslâm adına da olsa; fıtratımıza, Sünnetullaha ve vahye ters uygulamalar mı yapıyoruz da dünyevî netice için hiçbir ilerleme kat edemiyoruz? Tedrîce mi riâyet etmiyoruz? Tevhidî hayat görüşü yerine, klasik veya modern hurafelerden örülü yanlış din anlayışı mı bizi kuşatıyor? Dâvetin zahmeti yerine dünyevî rahatı mı tercih ediyoruz? Dindarlıkla dini darlığı mı karıştırıyoruz? Öncelikleri, önem sırasını yanlış mı tespit ediyoruz? İnandığımız esaslar Kur’an’ın iman esasları değil mi yoksa? İmanımız yakîniyet, kemal ve samimiyet testlerinden geçebilir mi acaba? Amelimiz ihlâslı mı değil? Fedâkârlık bilincimiz mi yetersiz? Adama bilincimiz hiç mi yok? İnfak gayretimiz, verme hassâsiyetimiz köreldi mi iyice? Cemaatleşme ile gruplaşmayı karıştırarak fırka fırka mı olduk? Mezheplerimiz, cemaatlerimiz dinin yerini mi aldı yoksa? Hocalarımızın, ağabeylerimizin görüşleri, nassların önüne mi geçiyor? Zengin olmayı sevip istediğimiz kadar cenneti istemiyor muyuz acaba? Aç kalmaktan korktuğumuz kadar cehennem korkumuz mu yok? Üniversite sınavını ve benzeri dünyevî sınavları, Allah’ın dünyada bizi tâbî tuttuğu imtihanlardan daha önemli mi görüyoruz? Şükür yerine nankörlük ve şikâyeti, sabır yerine pasiflik veya isyanı mı tercih eder olduk? İslâm devleti yerine demokratik düzenleri mi savunur hale geldik? Devlete tâlip olmamız gerektiği halde, gayri İslâmî yasalarla yönetilen düzenin hükümetine tâlip olmayı mı seçtik? Yeryüzünde adâleti sağlayacak İlâhî hükümleri hâkim kılma gayreti yerine, zâlimlere az da olsa meyletmeyi mi tercih ettik? Dost olmamız gerekenleri düşman, düşman olmamız gerekenleri dost mu kabul ettik yoksa? Tersi olması gerektiği halde, mü’minlere sert, kâfirlere hoşgörülü mü davrandık? Yalnız kalmaktansa yanlış yapmayı, marjinal kalmaktansa çoğunluğun yanında yer almayı mı yeğledik? Sürüden ayrılıp saflarımızı belirlemek yerine, “uydum kalabalığa” diyenlerden mi olduk? Dâvâ adamı dâvetçi olmayı geri plana atıp dünyevileşen tiplere mi dönüştük? Yoksa, bütün bu cinayetlerin hepsini ve ilave edilebilecek nice benzerlerini yapmaktan mı çekinmedik? Öyleyse… Öyleyse Rabbimizin rahmetinin, yardımının gelmesini beklemeye ne kadar hakkımız vardır?

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, kimin eli kimin cephesinde belli değil. Kim kimin uğrunda, niçin cihad ettiğini bilmiyor. Hangi teşkilat, hangi grup neyi amaçlıyor; çok net değil. Net kabul edilenlerin de yarın nasıl bir pazarlık ve hesaplar içinde olacağını, şehid kanlarını veya ümmetin imkânlarını ve umutlarını satıp satmayacağını, ya da kandırılıp kandırılmayacağını kimse bilmiyor.

Problemin teşhisi, çözümü de veriyor: Tevhid ve vahdet; tevhidi tüm boyutlarıyla özümseyip Allah’ın ipine, Kur’an’a hep birlikte sımsıkı yapışmak…

Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük gibi, çerçöp gibi olmasının temel sebebi, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleridir. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.

Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur’an’da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün “müslümanım” diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü’minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/ damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah’ta (Allah’ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, Firavunlaşmak, hayvanlaşıp Esedleşmek (Esed bir hayvan cinsidir), İsrâil’leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyâmeti seçmektir. Dışımızdaki kâfirden daha tehlikeli olan, içimizdeki kâfirdir, gâvurluktur; inanç, ahlâk ve yaşayış tarzı olarak gâvurlaşmadır. “Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez.”[3]

İnsanımız, dostunu düşmanını tanımıyor, işgalin ne olduğunu bilmiyor. Gardiyanına âşık oluyor, celladını ölesiye (öldürülesiye) seviyor. Aman Allah’ım, nasıl olur, şehid kanları bile bu durumu değiştiremiyor. Dünyasını yok etmekten daha büyük zulüm, insanın âhiretini mahvetmektir. Kur’an öyle diyor: “…Allah’a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.”[4] Filistin’den, Mısır’dan, hatta Suriye’den daha feci bu ülkenin insanlarının durumu. Onlar hiç olmazsa düşmanlarını tanıyorlar onlara tavır alıyorlar. Ölüyorlar (ölümsüzleşiyorlar) ve mümkün ki kurtuluyorlar. Buradaki işgal sonucu ölenlerinse âhireti mahvoluyor. Biz, insanların suçsuz yere ölmemesi için mi öncelikle mücadele etmeliyiz, yoksa âhiretlerinin mahvolmaması için mi? Önceliğimiz insanların bedenleri mi, ruhları mı? Dünyaları mı, âhiretleri mi? İnsanların öncelikle karınlarını mı doyurmalıyız, gönüllerini mi?

İnsanımız o hale gelmiş ki, belâ kendi evinin kapısına dayanıncaya kadar suya-sabuna dokunmamayı tedbir sayabiliyor. Para-pul, araç-gereç, sayı-nüfus hesabı yaptığı kadar bile Allah’ı hesaba katmıyor ve korkularının esiri olabiliyor. Okumakla adam olacağına, namazla sadece Allah’a kulluk bilincine ulaşacağına, duayla aktifleşeceğine, sabırla direnişe geçeceğine; kitapla eşekleşebiliyor, namazla ürkekleşebiliyor, duayla pasifleşebiliyor ve sabırla zilleti kuşanabiliyor. Elini taşın altına koyacağına, yüke omuz verip yük alacağına; yük olabiliyor. Bir yol bulacağına, yol açacağına, yola düşeceğine; yolda düşüyor, düştüğü yerden kalkmıyor, yoldan çekilmiyor. Yangını söndürmek için eline bir kova su alıp göreve koşmak yerine; itfaiyecileri eleştiriyor, yürüyenin önüne taş, üretenin önüne set olabiliyor. Zihni düşünce, gönlü huzur, eli iş üreteceğine, sadece dili laf üretiyor.

İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit olamadığı için İslâm’ın dışında kalıyor; hatta görmediğine, bilmediğine düşman oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı bilmiyor. Bilenlerin de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil; tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında arayıp ifsâdı ıslah zannediyor.

Müslümanların, emredildikleri gibi müslümanlaşması için tevhid, cihad ve ibâdet bilincine yeniden kavuşması ve bunları içselleştirmesi gerekmektedir. “Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.”[5] Fitne, imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm, hatta zulmün en büyüğü şirk işlemesine hoşgörü ile bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. Zira İslâm, birtakım pratik yükümlülükler gerektiren bir hayat sistemidir. Kaldı ki, Allah’ın dinine uyulmadığını ve Allah’ın ilâhlığının rededilip yerine kulların tanrılığının yerleştirildiğini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla beraber Allah’ın, onları belâdan kurtarmasını istemeleri, sünnetullaha ters bir arzu ve kabul olmayacak bir tavırdır. “Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateş (Cehennem) dokunur. Sizin Allah’tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.”[6]

Bu fesadın sorumlusu bizleriz: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırsalda) fesat belirdi, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.”[7] Müslümanlar olarak başımıza gelen belâ ve musibetlerin sebebi bizleriz: “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu da affeder.”1055; “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsinden/kendindendir…”[8]

Kâfirlerin, dalâletteki kimselerin bize pek zararı olmaz; bize esas zarar bizden, içimizden gelecek, kendimizden zannettiğimiz kimselerden sakınmamız gerekecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan sapık kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir.”[9] Düşmanlarımıza Allah’ın yardımıyla gücümüz yeter; ama ya dost bildiklerimize? Öyleyse arınıp temizlenmek, yenilenip fıtratımıza dönmek, mağlûp olduğumuz bir-iki raunttan sonra diğer rauntları alıp şeytanın sırtını yere getirmek, yani tevbe edip kendimizi düzeltmek gerekiyor, aynen ana ve babamızın dediği gibi dememiz gerekiyor: “(Âdem’le eşi) dediler ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”[10]

“İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer dokundumu, artık o, ye’se düşen bir ümitsizdir.”[11] “Öldük, bittik, mahvolduk”, “bizden adam olmaz.”, “Dünyamız zillete boyandı; öyleyse âhiretimiz de mahvolursa mahvolsun, ne yapalım?” Böyle mi diyeceğiz? Umutlu olan kimse, mutlu da olabilir. Umutsuzluk ise mutsuzluktur. İnsanlardan umut kesebilirsiniz, hatta kendinizden bile; ama mü’minseniz Allah’tan asla! Unutmayalım; Yoktan var eden Allah, ölüden diri de çıkartır.[12] Kıyâmeti dünyada yaşıyorsak, yeniden dirilişi de önce dünyada gerçekleştirmeliyiz. “Kıyâmet”, yaratılmışların topyekûn ölümünü ifade ettiği gibi, ondan daha çok, ölümden sonra yeniden dirilişi, canlanış ve ayağa kalkışı belirtir. Kıyâmeti dünyadayken yaşayan kimseler olarak yeniden canlanmalı ve diğer insanları canlandırmalıyız. Bak görmüyor, duymuyor musun, kalk borusu öttü; Kur’an bizi uyanmaya ve göreve çağırıyor.

Peki, Rabbimiz bizi niye terk etti? Mü’minlere yardım vaad edip kendi üzerine görev olarak yazdığı[13] halde, niçin İlâhî yardım gelmiyor? Bunca cemaatten, bu kadar âlimden birine Rabbimiz rahmetiyle muâmele edip ümmetin oraya yönelmesine işaret etmiyor?

Biz Rabbimizi terk ettik; O da bizi rahmetiyle terk etti. Biz O’nu unuttuk; O da bizi (yardımını göndermeyerek) unuttu.[14]

Hastalık doğru teşhis edilirse, tedavi için yapılması gerekenler de netleşir. Ne mi yapmak lâzım? Önce durum ve konum tahlili… Akıllıca, çekinmeden. Sonra uzun vadeli programlar. Ümmetin ihyâsı, tevhidi anlayan muvahhidlerin vahdeti. Sonra öncülerin şûrâsı ve önderliği. Ulemânın beraberliği, kolektif dayanışma ve güçbirliği ruhu. İlim-takva-cihad bütünlüğü. Allah’a (O’nun dinine) yardım. İlâhî rahmete paratonerlik ve liyâkatlik. Ümmet içinde öncü bir kadro, ümmet içinde ümmet. Ve, onların İslâmî değişim ve dönüşüm için planlı programlı faaliyetleri. Niyetlerin, inançların, amellerin/eylemlerin, safların, önderliğin netliği.

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan, sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.”[15] Nemelâzımcılık, vurdumduymazlık değildir istenen. Kendine gelmek, kendine bakmak, kendini düzeltmek, kendini kurtarmaktır öncelikli olan. Hizmeti putlaştırmanın alternatifi, hizmeti ihmal değildir. Neyin hizmet olduğu, bunun nasıl yapılması gerektiğinin ilkeleri kulluğun kılavuzu olan Kur’an’da belirtilmiş, yüce kul Rasûlullah tarafından hayata geçirilmiştir. Temel referans, Ankara, Washington, Danimarka kriterleri değil; mutluluk çağının Mekke ve Medine ölçüleridir. Kişi, tevhidî imanın zarûri gereği olan sâlih amellerle kendini ve çevresini ıslah gayretini hayat boyu sürdürme çabası içindeyse, başkalarının yoldan sapması ondan sorulmaz ve ona zarar vermez. Kulluk/ibâdet, iki cihanda kurtuluşumuz için temel esas. Başkalarını kurtarma iddiasıyla kendi kurtuluşunu riske atan insanlar bilmeli ki, bu yol akıllılık değildir.1064 Başkalarını kurtarmaya çalışmadan da kurtulmak mümkün değil.[16]

“Ey iman edenler iman edin…”[17] İmanın hakkını verin, nasıl iman edilmesi gerekiyorsa öyle iman edin. Sadece sözde değil; özde de, davranışta da teslimiyet gösterin. Bütün organlarınıza iman ettirip onları Allah’a teslim olan müslüman yapın. İmanınızı itaatle ispatlayın. Mü’minlerin geçirileceği sınavlara hazır olun. Ve imanda sebat edin. “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde, hakkıyla, nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.”[18] Müslüman olarak ölmek istiyorsak, yeniden müslümanlaşmak ve müslümanca yaşamak zorundayız.

Batılı bâtılın şoförlüğünde helâke doğru son sürat sürülen dünya arabasının tek kurtuluş şansı vardır. Tüm birikimlerini harcayan, bütün umutlarını yitiren çağdaş insanının tek umudu kalmıştır. O da müslümanların müslümanlaşması. Müslüman gibi inanıp müslümanca yaşayan müslüman göremediği, o boy aynasında boyunun ölçüsünü alıp kendine bakamadığı için insanlık, kendi yanlışlarının farkına varamamaktadır.

Dinimiz bütün Müslümanların kardeş olduğunu bildiriyor. Tefrikayı yasaklayarak Allah’ın ipi olan Kur’an’a tüm Müslümanlar olarak hep birlikte sarılmamızı istiyor. Müslümanlar olarak Kur’an’ın istediği gibi birleşip dayanışma ve vahdet içinde olsaydık çok büyük güç olurduk ve emperyalist zâlimler, Afganistan’ı yakıp yıkamaz, Irak’ta bir milyondan fazla insanı öldüremez, İsrail Filistinli kardeşlerimize böyle vahşice saldırıp zulümler yapamazdı. Suriye kitle imha silahlarını dünyanın gözüne baka baka rahatça kullanamaz; Mısır zindanları Müslüman kardeşlerle dolduramaz, ülkeyi hapishane ve morga döndüremezdi. Problemin teşhisi, çözümü de veriyor: Tevhid ve vahdet; Allah’ın ipine, Kur’an’a hep birlikte sımsıkı yapışmak…

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.”[19]; “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.”[20]

Mü’minlerin, her şeyden önce yeniden imanını, sosyal, ekonomik ve siyasal yapısını gözden geçirmesi gerekmekte, köklü değişikliklere aday olması icap etmektedir. Bunun için de başlanacak yer: Tevhiddir, şirkin izâlesidir.

Sonra canlı Kur’an adayları yetiştirmek, iman-amel bütünlüğüne, takvâ ve ahlâkî erdemlerle örnekliğe önem vermektir. İşte bu özelliklere sahip olan ümmetin içinde tüm ümmeti ve İslâm’ı temsil edebilecek öncü insanları başta olmak üzere, Kur’an’la kâfirlere karşı büyük cihadı gerçekleştirmektir. Kur’an’la yapılan bu cihad, kapıları açacak ve Allah’ın yardımını sağlayacaktır. Allah, ancak bu aşamalardan geçmiş, kendi dinine yardım edenlere yardım edecektir. Ve Allah’ın yardımına lâyık olmadan böylesi büyük işleri başarmak ve hatta girişmek mümkün değildir.

 

[1] ] 8/Enfâl, 25

[2] ] 11/Hûd, 113

[3] ] 4/Nisâ, 105

[4] ] 31/Lokman, 13

[5] ] 8/Enfâl, 25

[6] ] 11/Hûd, 113

[7] ] 30/Rûm, 41 1055] 42/Şûrâ, 30

[8] ] 4/Nisâ, 79

[9] ] 5/Mâide, 105

[10] ] 7/A’râf, 23

[11] ] 41/Fussılet, 49

[12] ] 6/En’âm, 95; 10/Yûnus, 31; 30/Rûm, 19

[13] ] 30/Rûm, 47

[14] ] 7/A’râf, 51; 45/Câsiye, 34

[15] ] 5/Mâide, 105 1064] 2/Bakara, 44

[16] ] 103/Asr, 1-3

[17] ] 4/Nisâ, 136

[18] ] 3/Âl-i İmrân, 102

[19] ] 47/Muhammed, 7

[20] ] 3/Âl-i İmrân, 139

ARDINDAN AĞIT YAKMAK İÇİN DEĞİL;  MUHTEŞEM

DÖNÜŞÜNÜ HIZLANDIRMAK İÇİN HİLÂFET

ÂYET:

وَعَدَ للهُ لذِينَ آ مَنُو مِنكُمْ وَعَمِلو لصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي لْاأرضِْ كَمَا سْتَخْلَفَ لذِينَ مَِّن قََّبْلِهِمْ وَلَيُمَكِِّنَنَّ لَهُمْ دِيُنَهُمُ لذِي رتَِْضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أمْنًا يَعَّْبُدُونَنِي لَا يُشْركُِونَ بي َشَيْئًا وَمَن كَفَرَ بََّعْدَ ذَلكَ فَاأوْلَئِكَ هُمُ لْفَاسِقُونَ

“Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri halife ve egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi şirk/ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.”[1]

3 Mart 1924, Müslümanların tarihinde kara bir leke olarak duruyor. Bu tarihte her ne kadar sembolik olarak bulunuyor olsa da “hilâfet” kaldırıldı. Ve birkaç gün önce hâlâ tören yapılarak bu tarihî olay gözlerimizin içine sokulurcasına kutlandı. Toplum çıldırınca ağlanacak yerde gülermiş. Devlet de irtidâd edince matem yapılacak durumda bayram yapar, sürpriz sayılmamalı.

İslâm’ın hiçbir kurumu, sadece belirli zamanlarda yaşanıp bir daha hayata dönemeyecek ceset değildir. Yine, hiçbir esası, insanları fikir ve hayal dünyasında gezintiye çıkaran felsefî ütopya şeklinde kabul edilemez. İslâm, her şeyiyle bir hayat nizamıdır. Evrenseldir, her coğrafyada ve her zaman diliminde tatbik edilebilecek yapıdadır. “Halifelik de, tarihî bir kurum olarak ne kadar câzip ve muhteşem olursa olsun, bugünkü ve yarınki insana vereceği fazla bir şey yoktur” diyen kimse, İslâm’ı anlamamış demektir. Hilâfet, Rasûlullah’ın âhirete irtihâlinden 1924 yılına kadar tam 1293 yıl müslümanları kendi etrafında toplayan mıknatıslı bir sancak olmuştur ve daha nice yıllar aynı görevi üstlenecektir.

Câhiliyye egemenliklerini tarihte defalarca çöpe atarak mazlumları kurtaran risâlet ve (Son Rasûl’den sonra da) hilâfet kurumu, modern câhiliyye zulmü altında kıvranan dünya için yegâne alternatiftir. Batı uygarlığı adındaki ihtiyar cadının maskesi düşmekte, sırıtan makyajı arkasındaki çirkin suratı, kendi âşıkları tarafından bile görülebilmektedir. Kendi gayrı meşrû çocuğu Komünizm karşısında bile kaç defa köşeye sıkıştırılıp başındaki hakeme sayı saydıran, yapay hormonlarla beslenip yasak doping ilaçlarıyla maça çıkan bu şikeci boksör, gerçek rakibiyle karşılaşmaktan korktuğu için, onun ringe çıkamayacağına sarhoş ettiği seyircileri inandırmak istiyor.

Batının kanlı makasıyla lime lime doğranıp 46 parçaya ayrılmış güzelim kumaşın hiç kesilmemiş gibi birleştirilmesinin kolay olmadığının elbet farkındayız. Ama ihtiyar ninelerimiz, yaşlı annelerimiz yaklaşık bu sayıdaki kumaş parçalarını birleştirerek nasıl güzel seccâde oluştururdu. Yeter ki kumaş sağlam olsun, terzi ustaysa, o parçaları birleştirmesini becerir. İş, terzilerin yetişmesinde. Kendi önündeki kesik parçaları, kullanışlı güzel elbiseye çevirmesini bilen terziler, içlerinden birini terzibaşı olarak seçecekler, çok da zor değil hani. Üç tane sıfırın önüne geçen 1’in o sıfırları “bin” yapması gibi bir bereket görülecektir, önünde “imam”ı olan toplumlarda. İnleyen nağmeler coşan şarkılara dönüşecek, işinin ehli orkestra şefinin yönetiminde. Söndürülüp seksen senedir yakılmayan lambanın düğmesini açmak gibi bir şey. Karanlıkta düğmenin yerini bulmaktır önemli olan. Bunun için de kafa gözüyle birlikte gönül gözü de açık olanlara iş düşecektir.

Katolikleri papa, Ortodoksları patrik, Yahûdileri hahambaşı topluyor, temsil ediyor, yönlendiriyor. Bir tek İslâm âlemi başsız! Hem de dinleri “üç kişinin bile, yolculukta dâhi, içlerinden birini lider seçmelerini” emrettiği halde. Lidersiz/ halifesiz ümmet, başsız ceset gibidir. Önce ümmet içinde hayra dâvet eden emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan özel ümmet çıkmalı[2] ki, onlar yolu açsın. Sonra ümmet, ümmet bilinci ve sorumluluğunu kuşansın.[3] Müslümanlar tek ümmet, yani evrensel bir âile olduklarını, birbirleriyle ilişkilerinde ispatlasın.[4] Müslümanlara “böl, parçala, yut” taktiğiyle tavır alanlar, “Birleşmiş Milletler” şemsiyesine ihtiyaç duyuyor, Avrupa Birliğini tek devlet çatısı haline dönüştürüyor, her vesileyle müttefik ve koalisyon ortakları arıyorlar. Müslümanların “hilâfet” konusunu gündeme getirmelerine ise “cısss!” diyorlar. Müslümanlar, dünyaya müslümanca nizam vermeyi düşünmesinler diye, Amerika’nın başı çekerek Türkiye modelini örnek(!) göstererek yön verdiği “Büyük Ortadoğu” projeleri gündeme getiriliyor; “memlekete komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz” anlayışıyla. Neo Osmanlı tartışmaları başlıyor, “Hasta Adam”ın son demlerindeki “Jöntürkler”e, yani “Yeni Osmanlılar”a nazîre olarak.

Amerika, 11 Eylül’den sonra daha belirginleşen tavrı ve kendi başı Buş oğlu Buş’un ifâdesiyle “Haçlı Seferleri”ni tekrar başlatarak “yeni dünya düzen(sizliğ) i” projesini uygulamak için, Ortadoğu’nun işgâlini her alana yaymaya çalışıyor. Bir yandan da stratejik destek için İslâmî hareketlere karşı “ılımlı İslâm”, “yumuşatılmış İslâm”, “resmî, düzene uygun İslâm”, “başörtüsüz İslâm”, “lâ’sı olmayan, her şeyle uzlaşan, herkesi hoş gören İslâm” şeklinde içi boşaltılmış ve Amerikanlaştırılmış İslâm’lar pazarlamaya çalışıyor kuklaları eliyle. “Paranın dini imanı olmaz”, “din devlete karışmaz”, “laiklik ve demokrasi İslâm’la çatışmaz” gibi sloganlar Amerikancı İslâm’ın (elbette bu Allah’ın katında tek gerçek din olan İslâm değildir, muharref dindir) gerçek İslâm’ı yok etmesi için kukla yönetici ve yönlendiricilerini seferber ediyor. Savaşlardan, işgallerden çok daha tehlikeli bir durumdur; “müslümanım” diyen etkin güçler tarafından dinin tahrifi, hakla bâtılın karıştırılıp hak diye sunulması.

Aslında halifelik, daha ashabın bir kısmının hayatta olduğu bir zamanda kaldırıldı. Dört Râşid halife döneminden sonra, hilâfet Muaviye tarafından kaldırıldı, yerine ısırıcı krallık ihdas edildi. Artık ümmet, kendi içinden, yöneticiliğe en uygun kişiyi seçme hakkından mahrum bırakılıyor, kılıç zoruyla devlet başkanı olan yöneticinin oğlu, isterse zalim ve içkici biri olsun o yönetici oluyor, halife ünvanını da dini istismar ve Müslüman halkı yanına çekmek için kullanıyordu. Halifenin sadece adı ve şekli vardı; sıfatları ve kendisi yoktu. Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin halife ile ilişkisine baktığımızda, halifeyi önemsemedikleri, onunla ilişkiye girmedikleri, ona bey’at ve itaat etmedikleri, halk tabiriyle onu takmadıkları rahatlıkla söylenebilir. Halife uğrunda mı savaşılır, halifeye karşı mı savaşılır? Osmanlı, halife uğrunda değil, halifeye karşı savaşmış, 1517 yılında kılıç gücüyle halifeliği ele geçirmiştir. Ama, Yavuz’la birlikte Osmanlı padişahları, kendilerini halife gibi görmemişler, halife yerine “sultan, hakan” gibi unvanları tercih etmişlerdir. Halifelik, Yavuz’dan önce de, sonra da sembolik bir değerden öteye bir fonksiyon icra etmiyordu. Osmanlı padişahları, tüm mü’minlerin halifesi olarak Osmanlı toprakları dışındaki Müslümanların da ihtiyaçlarını karşılama ve ümmet bütünlüğünü sağlamaya çalışma gibi endişeleri yoktu. Onlar “Sultan ibnu’s-sultan, ulu hakan” idiler. “İmam, emîru’l-mü’minîn, halife-i müslümîn” değildiler.

Zaten hadis rivayetinde de bu konu gündeme getirilir. Muaviye ile birlikte hilafetin değil, saltanatın hüküm süreceği belirtilir: “Benden sonra hilafet -veya nübüvvet hilafeti- otuz yıldır.” [5]

“Isırıcı”, yani zâlim saltanat kısmını ihtiva eden hadisi, Hz. Huzeyfe’den Resulüllah’ın (s.a.s.) şöyle dediği rivâyet edildi: “Nübüvvet içinizde Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olacaktır. Bu da Allah’ın dilediği kadar devam eder; ardından Allah onu da –dilediği zaman- ortadan kaldırır. Sonra ısırıcı bir saltanat olur. O da Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra Allah dilediğinde onu ortadan kaldırır. Daha sonra ceberut bir saltanat olur; o da Allah’ın dilediği kadar devam eder, ardından Allah dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olur.”[6] Bu rivayeti merkeze alırsak, 4 halife döneminden sonra ısırıcı bir padişahlık oluşmuş, Osmanlıdan sonra ise daha gaddar, daha zâlim, yani ceberut bir yönetim işbaşına geçmiştir. Bu zâlim yönetimin, laik Kemalist rejimin sonu yakındır. İnşaAllah nübüvvet sisteminde bir hilâfet, çok geçmeden bizi kuşatacaktır. Şurası unutulmamalıdır ki, hilâfet için önce ona lâyık ümmet oluşması gerekmektedir. Ümmet olmak için önce cemaat olunmalıdır. Cemaat olmak için de tevhidi ve vahdeti merkeze alan mü’min şahsiyet oluşmalıdır.

İslâm devletinin, halifeliğin ihyâsı demek, Dünya İslâm Devleti demek. Müslümanların birbiriyle kardeş olduklarını kavraması demek. Aynı coğrafyada yaşayan, aynı ülkenin, aynı mezhebin insanlarının bile bin bir gruba ayrıldığı bir ortamdan kurtulup tüm dünya müslümanlarının tevhid çizgisinde birleşmesi demek. Irkçılıktan, ulusçuluk/milliyetçilikten, ulusdevlet anlayışından ümmetçiliğe geçiş, vatandaşlık anlayışından Allah’a kulluk şuuruna hicret demek. İslâm, sadece toplumun anladığı anlamda bir din değil; aynı zamanda sosyal ve siyasal nizamdır da. Hilâfet adı verilen bu nizam, 1924’lere kadar yaşandı, yine yaşanabilir. Dünya, teknoloji ve özellikle iletişim araçlarıyla çok küçüldü; şimdi çok daha kolay uygulanabilir çok uluslu, çok katılımlı, çok ve zengin kültürlü, tek halifenin (ya da hilâfet komisyonunun) şûrâ ile ve Allah’ın indirdiği gerçek adâlet ilkeleriyle yönettiği bir Büyük İslâm Devleti. Düşünebiliyor musunuz iki milyar nüfuslu, 46 ulus-devletin birleşmesinden oluşmuş, başında halifesi olan bir Dünya İslâm Devleti... Rüyâsı bile insanı mutlu ediyor, hayaline bile can kurban. Böyle bir gücün karşısında kim durabilir? Global zulüm, ABD adlı vahşi kovboy ve İsrail adlı haydutlar çetesi böyle bir güç karşısında ne yapabilir? Böyle bir yapının ekonomisini, dünyaya verdiği huzuru düşünün...

Umudu, hedefi, ideali olmayan kimse, dâvâ adamı olamaz. Dâvâsı olmayan eyyamcı tip, reel politik oltalarına takılan tâvizci, günlük işler arasında kaybolan ve yozlaşmaya, olumsuz değişime açık, sürüleşmeye aday boş vermişlerden oluşur. Böyle kimselerin bırakın mensup olduğunu düşündüğü din ve dâvâya, kendine bile faydası olmayacaktır. Bunlar olsa olsa popstar yarışmalarına katılabilir, biraz yaşlıysa o programlara seyirci ve seçici olarak takılabilir. Müslümanın hedefi, ideali büyük olmalı; hele bizim nesil gibi yenilgileri, kayıpları büyük ise. Müslüman, sadece bulunduğu ülkede değil; tüm yeryüzünden fitneyi (zulmü ve en büyük zulüm olan şirki) kaldırmaya çalışmakla yükümlüdür.[7] Müslümanların tüm yeryüzünde halife olduğu[8] ve hâkimiyet anlamında bu halifeliği uygulama imkânına kavuşmak için iman ve amel-i sâlihle ilgili tüm görevlerini yerine getirmesi, sadece Allah’a kulluk/ ibâdet edip O’na hiçbir şeyi şirk koşmaması gerektiği[9] Kur’an’ın mesajıdır.

“Hilâfet” derken; Emevî, Abbâsî, Fâtımî veya Osmanlı tipi saltanatçı ve nâkıs Ahilâfet değil; hulefâ-i râşidîn (dosdoğru yolda olan dört halife) tarzı hilâfeti kast ettiğimizi belirtelim. Hilâfet; İslâm birliği, daha doğrusu müslümanlar birliği demektir. İdeal olan tek devlet, tek lider anlayışının hayata geçmesi olmakla birlikte; geçiş döneminde (hatta kalıcı olarak) bu “tek”lik, olmazsa olmaz değildir. Önemli olan tek güç olmak, hedef birliği içinde organize olabilmektir. Bu, kolektif şekilde federatif biçimde de olabilir. Önemli olan bey’at denilen özel bir seçim usûlüyle işbaşına gelip, şûrâ prensibini ihmal etmeden, insanlara tek adâlet ölçüsü olan Allah’ın indirdikleriyle hükmetmektir. Hilâfet düşüncesi, artık bir daha hayata geçemeyecek hayâlî bir düşünce değildir. Kâinâtı, içindekileri ve yaratıkların işleyiş kanunlarını yaratan zâtın kitabı olan Kur’an’ın projeleri hayata geçirilebilecek projeler, kurtuluş reçeteleridir. Hiçbiri ütopik ve ayağı yere basmayan uçuk teori ya da artık devri geçmiş eskinin değeri değildir. Miladî 7. asrın başlarında, medeniyet ve dünyevî etkinlikten uzak bir yörede yükselen nebevî mesaj, o devirde hemen hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği en büyük devrim ve en güzel toplumsal değişimi çok kısa bir zamanda gerçekleştirmedi mi? Bırakın, Allah’ın yardım vaad ettiği Kur’anî projelerin hayata geçirilmesini, kâfirlerin bile planlı ve gayretli çalışmalarıyla 20. asrın başlarında çoğu yahûdinin dahi hayal edemediği bir vampir devlet, asrın ilk yarısı bitmeden Ortadoğunun kalbine saplanmış hançer şeklinde ortaya çıkmadı mı? Birbirleriyle aynı asırda iki defa dünya savaşı veren Avrupa ülkeleri, savaşın üzerinden altmış sene geçmeden tek devlete doğru hızla gitmekte. Avrupa Birliğinin bugünkü şeklini savaş sonrasında, yani elli-altmış sene önce hayal eden kaç kişi çıkardı? Sahi, çeyrek asır önce İran’da ne oldu, nasıl oldu İslâm Devrimi, bütün dünyaya ve hatta şiî olmayan müslüman âleme rağmen?! Kimlerin hayal bile edemediğini, kim nasıl gerçekleştirdi? (Ve şimdi o devrim, Suriye ortamında nasıl karşı devrime dönüştü? Suriye’deki eski İran şahına benzeyen tağuta kıyam edenleri kıyıma tâbi tutacağını, inkılabçı Müslümanları değil, tâğutları destekleyeceğini kim hesap edebilir, kimler bunu İslam Cumhuriyetinden bekleyebilirdi?)

Örneği direkt konumuzla ilgili verelim: 1900’lerin başında halifeliğin kaldırılıp yeni bir dirilişe kadar tümüyle tarihe terk edileceğini kaç kişi hayal edip dillendirebiliyordu dersiniz? Okullarda okutulan tarihe bakarsanız, Yavuz’un Mısır’a gidip müslümanlarla savaşarak kılıç zoruyla hilâfeti Osmanlılara getirmesi de, bir Osmanlı paşasının eline fırsat geçtiği ilk anda, meclisten kanun çıkartarak “dünya müslümanlarının sosyal ve siyasal liderliği”ni, böylesi önemli bir gücü tarihe gömmesi de zafer olarak anlatılır. Her ikisi de devrimdir. Her ikisi de yavuzluktur. Peki, “yavuz hırsız” kimdir, orası meçhul.

Hilâfet bir hayal değil, Kur’ânî bir gerçekliktir. Kur’an bizim yeryüzünün halifesi olmak için yaratıldığımızı vurgular.[10] Allah’ın takdir ve dilemesi, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunup, onları önderler yapmak, vârisler kılmaktır.[11] İman edip sâlih ameller işleyenleri, tüm yeryüzünde güç ve iktidar sahibi olarak etkin şekilde halife yapmak, Allah’ın vaadidir.[12] Hilâfetin gerçekleşeceğine, Dünya İslâm Devletine inanmamak, belki de Allah’ın vaadine inanmamakla eş tutulabilir. Liyâkat kesbedenlere bir meyvedir hilâfet. Mekke’de çalışıp gayret eden ve şirkin her çeşidini terk edip sadece Allah’a kulluk edenlere Medine’de devlet kapısının kendiliğinden (Allah’ın lütfu ve meyvesi olarak) açılıverdiği gibi. Daha beş-on sene önce Yâsir’lere, Sümeyye’lere sorsanız hayal bile edilecek şey değildi bu. Hedefler, önce hayal edilir, sonra ideal, daha sonra da gerçek olur; eğer gerekli çaba gösterilirse...

Global/küresel sömürüye, çağdaş Haçlı Seferlerine, yönlendirilen Bir”leş”miş Milletlere, tek devlet haline gelen Avrupa Birliğine ve organize ittifaklara karşı, müslümanların ayrı ayrı küçük ulusal devletler halinde (özellikle onlara hayran, kukla yöneticiler de başlarındayken) dayanmaları, şimdiki sınırlı özgürlüklerini bile korumaları mümkün gözükmüyor. Örnek aramaya gerek var mı? Bosna, Çeçenistan, Afganistan, Irak. Sırada bekleyen Suriye, İran... İslâm âlemi için, özellikle yarınki birleşmiş küfür cephesine karşı, hilâfetten başka bir çözüm sözkonusu değildir; tabii onların içinde eriyip yok olmayı, onlardan birine dönüşmeyi çözüm görmüyorsak. Bu gerekçelerle Avrupa Birliğine katılmaya ve onların içinde erimeye karşı çıkan kaç müslüman kaldı, orası da ayrı bir problem.

“Hilâfet” demek; laiklik, demokrasi ve muhâfazakârlık gibi tuzaklardan kurtulup Kur’anî ilkelere sarılmak demek. Yol uzun, aşılması gereken dağlar yüksek olabilir. Ama unutmayalım; zorluklar, başarının değerini arttıran süslerdir. Hedefin zorluğudur insanı kahraman yapan. Sınavın zorlu olmasıdır kişiye dünyada devleti, âhirette Cenneti armağan ettiren.

“İmkânsız”, ancak inançsızların sözlüğünde bulunabilecek bir kelimedir. İman imkândır, hem de en büyük imkân. “İmkânsız” kelimesini müslümanın diline tercüme ettiğimizde, sâlih amel ve kulluk bilincini kuşanarak Allah’a daha yaklaşıp O’nun yardımını kavlî ve fiilî olarak daha çok istemek anlamına gelecektir. Başkalarının imkânsız dediği şey; müslüman için, olsa olsa “biraz zaman alabilecek şey” anlamına gelir. Nefsini (hevâsını) dizginleyip Hakk’a ibâdet ve itaat gıdâlarıyla benliğini güçlendiren, takvânın sağladığı imkânlarla Allah’a yaklaşıp O’nun yardımına muhâtap olan kimse için İlâhî emir ve tavsiyelerin hiçbiri “zor” ve hele “imkânsız” gelmeyecektir.

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın, kendinizi düzeltin. Siz gerçekten hidâyet üzere iseniz, doğru yolda olursanız, yoldan sapan dalâlet ehli kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir.”[13] En büyük engel, sahte kurtarıcılar, sahte halifeler. Keşke Almanya’da, işi çocukların evcilik oyununa benzeten işçilerin kâğıt üzerindeki devleti hiç olmasaydı, hiç sahte İsa ve Mehdi’ler çıkmasaydı, Bağdâdî’ler kendilerini halife ilan etmese, bu kulaklar IŞİD diye bir şeyi işitmeseydi. Cihad zannedilen terör olayları yapılmasaydı, “ihlâs” gibi güzel kelimeler ihlâssız kimselerce yıpratılmasaydı, Allah adı kullanılarak insanlar kandırılmasa, politikacılar dini istismara yeltenmeseydi... Sakın bütün bunlar, sırât-ı müstakîm yolcularının yolunu tıkamak için yol kesen yolsuzlar ve yolunu bulmak isteyen o yolun yolcularının insanımızı yoldan çıkarma yolu olmasın!

İmtihan için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak birtakım yükümlülükleri yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek, bazı zor gibi görünen ibâbetleri yapacak, nefsinin çok arzu etmesine rağmen, sınavın bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir. Kolaylık-zorluk kavramı, psikolojik ve sübjektif bir kavramdır. Bazen pek basit ve çok kolay görülen bir şey, bir insan için dağları aşmak kadar zor gelebilir, bazen de çoğu insan açısından çok zor kabul edilen bir şey, birisine kolay gelir. Bunlar, her şeyden önce kalpleri elinde bulunduran Allah’a âit bir tasarruftur. Tabii, bu rasgele olmaz. Bunun da bir İlâhî kuralı, sünnetullah dediğimiz Allah tarafından konulmuş ölçüsü vardır: Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır.[14] Kim takvâ sahibi olur, Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde kolaylıklar verir.[15] İnsanlara emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır.[16] Bu konudaki İlâhî sünnet, imantakvâ-infak konusunda görevini yapanlara kolaylığın ihsân edilmesidir.[17] Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp Hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, o da İlâhî kudret eliyle en zora yöneltilecektir. [18]

İman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü’min inanır ki, Allah zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların kolaylaştırılmasının adı İslâm’dır. Şeytan olumlu bir şeyi terkettirmek için onu zor gösterir. İnsan zordan kaçmaya meyillidir. Ama bu şeytanî/nefsî oyuna gelmeyen nice insan sebat ve ısrar ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya başkalarının zor dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve isbat etmiştir.

Toplumu ve hele koca bir ümmeti ilgilendiren büyük değişiklikler, tedrîc denilen bir süreci gerekli kılar. Bir katın merdivenlerini birer ikişer adımlamadan tümünü birden atlamaya kalkan insan, aceleciliğinin cezâsını belki sakatlanarak çekecek, artık basamakları birer birer bile çıkamayacak hale gelecektir. Konuyla ilgili günümüzde tüm müslümanların yapması gereken, öncelikle dünyadaki tüm müslümanları farklı mezhep ve ictihadlarına rağmen Allah için sevmek, birbirleriyle hangi alanlarda ilişki kurabileceklerse kurmaya çalışıp ümmet bilincine ulaşmak olmalı. Hacda hem halkın ve hem de âlimlerin yararlanacağı dünya müslümanlarının bilinçlenip birleşmesi için organizeler yapılmalı. Farklı ülkelerdeki müslüman âlim ve aydınların, yazar ve çizerlerin arasında ciddî ilişki ve iletişim oluşturulmalı. Müslümanlar, kâfirlerin çizdiği coğrafî sınırları reddetme tavrı olarak farklı ülkelerdeki mü’minleri, yani kardeşlerini ziyâret etmeli. İnternetten, dış ticaretten yararlanmalı, farklı ülkelerden gelin ve dâmatlar edinerek akrabâlık bağı oluşturmalı, dışpolitikayı en az iç politika kadar tâkip etmeli. Müslüman gençler mutlaka Kur’an kültürü ile birlikte Arapça ve İngilizce’yi çok iyi öğrenmeli. Müslüman imamlar, hatipler, hocalar, öğretmenler, yazarlar resmî hutbe, resmî söylem, resmî program yerine İslâm âleminin ortak sorunlarını ve Kur’anî çözümleri gündeme getirmeli. Vatandaşlık yerine İslâm kardeşliği vurgulanmalı. Vatanın müslüman için İslâm’ın hâkim olduğu her yer olduğu söylem ve eylemle ortaya konulmalı. Var olan un, yağ, şeker bir araya getirilip güzel helvalar yapılmalı.

Devlet için, hilâfet için önce ümmet olunması gerekiyor. Ümmetin oluşması için de cemaat. Cemaat olmak için de önce tevhid ehli, tâğutu reddetme seviyesine gelmiş, bedel ödemeye hazır Müslüman şahsiyet olmak ve bu şahsiyetleri çoğaltmaya çalışmakla işe başlanmalı. Mehdi bekleyen insanlar, çözümü Hz. İsa’nın gökten inip kendilerini kurtarması olarak görüp görevlerini kuşanmaktan kaçanlar bilsinler ki, kurtuluş, aralarından bir önder (imam, halife) çıkarıp onunla birlikte Kur’an’ın emrettiği şekilde cihad etmekle mümkün olacaktır. Sünnetullah budur. Böyle bir lider, namaz imamı gibi toplumun önünde (gerisinde değil), dünyevî riskin en büyüğüne tâlip olacak şekilde ve toplumun kardeşi, içlerinden biri olacaktır. Hicret örneğindeki Büyük Önder gibi, gemiyi en son terk eden kaptan olmayı seçecektir. Tek başına ümmet[19] olmakla birlikte, aynı zamanda insanlara imam/önder olan[20] İbrâhim gibi putlarla ve putçularla mücâdelenin bedelini gerekirse ateşe atılarak ödemekten çekinmeyen birisi olacaktır. Takıyye yapması, bazı ruhsatları kullanması câiz olmayan, müslümanların izzet ve onuruna halel getirmeyen, çok net olarak İlâhî mesajı insanlara ulaştıran örnek şahsiyet olacaktır lider/halife. O öne geçip yürüyecek, arkasından ümmet yürüyecektir.

“Allah, içinizden iman edip sâlih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef (güç ve iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halife kılacağına, onlar için râzı olup beğendiği dini temelli yerleştireceğine ve korkularını güvene çevireceğine dâir söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana şirk/ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir. Namaz kılın, zekât verin, Peygamber’e itaat edin ki, size merhamet edilsin. İnkâr edenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayın. Onların varacakları yer ateştir. Ne kötü dönüş yeridir.” [21]

Bu âyetler, iktidar değişiminin, iktidarın işleyişinin ve amacının temel değişkenlerini açıkça belirtir: İman, sâlih amel, yalnız Allah’a ibadet ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmama; dinin yerleşmesi, korkuların güvene dönüşmesi; namaz ve zekâtın yerine getirilmesi, Peygamber’e itaat.

Allah, başta Hz. Âdem olmak üzere bütün insanları kendi hükümlerinin uygulayıcıları olsunlar diye yarattı. Bütün insanlar doğuştan birer halife adayıdır. Kim bu emaneti hakkıyla taşımış veya taşıyorsa, onun halifelik sıfatı devam ediyor demektir. Allah’ın hükmüne uymayıp, O’nun dininden yüz çevirenler, yani ilâhî emaneti taşımayanlar ise o kutsal ve üstün halifelik sıfatını koruyamayanlardır.

Kur’an-ı Kerim’de konu ile ilgili ayetlerden anladığımıza göre Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri olarak yaratmıştır. Yeryüzündeki bütün yaratıklar, insanoğlu için yaratılmış, onun hizmetine sunulmuştur; insan yeryüzünün efendisi ve halifesidir. Bu halifelik gereği bütün insanlar ilk plânda Allah’a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak O’nun hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır. İnsanın yeryüzü halifeliği, onun yönetim ve davranışlarda Allah’ın hükmünü uygulaması demektir. Bu uygulamalarda Allah’ın kanunları mutlak ölçüdür. İnsan, yeryüzünde halifeliğini ifa ederken bu ölçünün dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez. Çünkü Allah, yeryüzünde halife olarak görevlendirdiği insana mutlak bir serbestlik vermiş değildir. İnsan için birtakım kurallar ve sınırlar çizmiş ve bunları aşmamasını istemiştir.

Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını istihlâf etmekle, başkalarını halife yapmakla tehdit ediyor. Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor. Yalnız bu kişilerin bu makamda kalabilmelerine de “hususi hilâfet” adını veriyoruz. Tarih boyunca bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş ve halifelik onlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Allah’ın halife yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz verdiği kimseler,[22] O’nun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları tâğutların tasallutundan kurtarma savaşını sürdürenlerdir.

İster genel, isterse özel anlamda olsun hilâfet, “Allah’ın dinini hâkim kılmak” özünü taşır. Bu öz, hilâfetin sosyal alanda da hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve teşkilâtlanmasıyla siyasî bir görünüm kazanır. Allah, Hz. Davud’a kendisini yeryüzünde halife kıldığını bildirmekle birlikte ona; insanlar arasında hak ile (Allah’ın hükümleri ile) hükmetmeyi[23] emretmiştir. Hz. İbrahim de kendisinin insanlara imam (halife) kılındığı haberini Allah’tan alınca, soyundan geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah ise bu ahdinin zâlimler hakkında sözkonusu olmayacağını[24] bildirmiştir. Anlaşılmaktadır ki halifelik, Allah’ın hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması demektir. Bütün insanlar bununla görevlidir. Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha doğrusu bu makamdan düşmek istemeyen toplum da ona göre davranmak zorundadır. Bu tür toplumun en yüksek temsilcisi ise, yeryüzündeki halifelerin kendi hür iradeleriyle seçtikleri “halife”dir. Halife, bu emaneti yüklenebilecek nitelikte olmalıdır. Çünkü emanetlerin ehil kimselere verilmesi, Kur’an’ın emirleri arasındadır. [25]

Hilâfet, bir şiardır, bir semboldür müslümanlar için, hatta nâmus ve izzet meselesidir. Tüm işgal altındaki şehirlerimizin ve tüm müslümanların, hatta tüm mazlumların kurtuluşu için, dünya ve âhiret nimeti için paroladır hilâfet.

“Sahi, aslan nerede düşmüş ve nereden kalkacaktı?” Özellikle, olaya hamâsetle yaklaşmaya devam eden ulusalcı ve asabiyecilere soruyor ve pratik cevap istiyorum.

“İpi kopan tesbihim, dağılmış tane tane;

Acı ama tesbihim, hani nerde imâme?”

İslâm devletinin kurulup hilâfetin ilân edileceği günlerin kısa zamanda gelmesi dileğiyle…

 

[1] ] 24/Nûr, 55

[2] ] 3/Âl-i İmrân, 104

[3] ] 3/Âl-i İmrân, 110

[4] ] 21/Enbiyâ, 92

[5] ] Ebû Dâvud, Sünnet, 8; Tirmizî, Fiten, 48; Ahmed b. Hanbel, 4/272; 5/220, 221

[6] ] Ahmed bin Hanbel, 4/273

[7] ] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39

[8] ] 2/Bakara, 30

[9] ] 24/Nûr, 55

[10] ] 6/En’âm, 165

[11] ] 28/Kasas, 5

[12] ] 24/Nûr, 55

[13] ] 5/Mâide, 105

[14] ] 94/İnşirâh, 5

[15] ] 65/Talâk, 4

[16] ] 87/A’lâ, 6-9

[17] ] 92/Leyl, 5-7

[18] ] 92/Leyl, 8-10

[19] ] 16/Nahl, 120

[20] ] 2/Bakara, 124

[21] ] 24/Nur, 55-57

[22] ] 24/Nur, 55

[23] ] 38/Sâd, 260

[24] ] 2/Bakara, 214

[25] ] Bkz. 4/Nisâ, 58

Cuma, 26 Şubat 2021 08:39

37.HUTBE: HİLAFET

HİLÂFET

ÂYET:

وَعَدَ للهُ لذِينَ آ مَنُو مِنكُمْ وَعَمِلو لصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي لْاأرضِْ كَمَا سْتَخْلَفَ لذِينَ مَِّن قََّبْلِهِمْ وَلَيُمَكِِّنَنَّ لَهُمْ دِيُنَهُمُ لذِي رتَِْضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أمْنًا يَعَّْبُدُونَنِي لَا يُشْركُِونَ بي َشَيْئًا وَمَن كَفَرَ بََّعْدَ ذَلكَ فَاأوْلَئِكَ هُمُ لْفَاسِقُونَ

 “Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri halife ve egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi şirk/ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.” [1]

İslâm’ın hiçbir kurumu, sadece belirli zamanlarda yaşanıp bir daha hayata dönemeyecek ceset değildir. Yine, hiçbir esası, insanları fikir ve hayal dünyasında gezintiye çıkaran felsefî ütopya şeklinde kabul edilemez. İslâm, her şeyiyle bir hayat nizamıdır. Evrenseldir, her coğrafyada ve her zaman diliminde tatbik edilebilecek yapıdadır. “Halifelik de, tarihî bir kurum olarak ne kadar câzip ve muhteşem olursa olsun, bugünkü ve yarınki insana vereceği fazla bir şey yoktur” diyen kimse, İslâm’ı anlamamış demektir. Hilâfet, Rasûlullah’ın âhirete irtihâlinden 1924 yılına kadar tam 1293 yıl müslümanları kendi etrafında toplayan mıknatıslı bir sancak olmuştur ve daha nice yıllar aynı görevi üstlenecektir.

Câhiliyye egemenliklerini tarihte defalarca çöpe atarak mazlumları kurtaran risâlet ve (Son Rasûl’den sonra da) hilâfet kurumu, modern câhiliyye zulmü altında kıvranan dünya için yegâne alternatiftir. Batı uygarlığı adındaki ihtiyar cadının maskesi düşmekte, sırıtan makyajı arkasındaki çirkin suratı, kendi âşıkları tarafından bile görülebilmektedir. Kendi gayrı meşrû çocuğu Komünizm karşısında bile kaç defa köşeye sıkıştırılıp başındaki hakeme sayı saydıran, yapay hormonlarla beslenip yasak doping ilaçlarıyla maça çıkan bu şikeci boksör, gerçek rakibiyle karşılaşmaktan korktuğu için, onun ringe çıkamayacağına sarhoş ettiği seyircileri inandırmak istiyor.

Batının kanlı makasıyla lime lime doğranıp 46 parçaya ayrılmış güzelim kumaşın hiç kesilmemiş gibi birleştirilmesinin kolay olmadığının elbet farkındayız. Ama ihtiyar ninelerimiz, yaşlı annelerimiz yaklaşık bu sayıdaki kumaş parçalarını birleştirerek nasıl güzel seccâde oluştururdu. Yeter ki kumaş sağlam olsun, terzi ustaysa, o parçaları birleştirmesini becerir. İş, terzilerin yetişmesinde. Kendi önündeki kesik parçaları, kullanışlı güzel elbiseye çevirmesini bilen terziler, içlerinden birini terzibaşı olarak seçecekler, çok da zor değil hani. Üç tane sıfırın önüne geçen 1’in o sıfırları “bin” yapması gibi bir bereket görülecektir, önünde “imam”ı olan toplumlarda. İnleyen nağmeler coşan şarkılara dönüşecek, işinin ehli orkestra şefinin yönetiminde. Söndürülüp seksen senedir yakılmayan lambanın düğmesini açmak gibi bir şey. Karanlıkta düğmenin yerini bulmaktır önemli olan. Bunun için de kafa gözüyle birlikte gönül gözü de açık olanlara iş düşecektir.

Katolikleri papa, Ortodoksları patrik, Yahûdileri hahambaşı topluyor, temsil ediyor, yönlendiriyor. Bir tek İslâm âlemi başsız! Hem de dinleri “üç kişinin bile, yolculukta dâhi, içlerinden birini lider seçmelerini” emrettiği halde. Lidersiz/halifesiz ümmet, başsız ceset gibidir. Önce ümmet içinde hayra dâvet eden emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan özel ümmet çıkmalı[2] ki, onlar yolu açsın. Sonra ümmet, ümmet bilinci ve sorumluluğunu kuşansın.[3] Müslümanlar tek ümmet, yani evrensel bir âile olduklarını, birbirleriyle ilişkilerinde ispatlasın.[4] Müslümanlara “böl, parçala, yut” taktiğiyle tavır alanlar, “Birleşmiş Milletler” şemsiyesine ihtiyaç duyuyor, Avrupa Birliğini tek devlet çatısı haline dönüştürüyor, her vesileyle müttefik ve koalisyon ortakları arıyorlar. Müslümanların “hilâfet” konusunu gündeme getirmelerine ise “cısss!” diyorlar. Müslümanlar, dünyaya müslümanca nizam vermeyi düşünmesinler diye, Amerika’nın başı çekerek Türkiye modelini örnek(!) göstererek yön verdiği “Büyük Ortadoğu” projeleri gündeme getiriliyor; “memlekete komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz” anlayışıyla. Neo Osmanlı tartışmaları başlıyor, “Hasta Adam”ın son demlerindeki “Jöntürkler”e, yani “Yeni Osmanlılar”a nazîre olarak.

Amerika, 11 Eylül’den sonra daha belirginleşen tavrı ve kendi başı Buş oğlu Buş’un ifâdesiyle “Haçlı Seferleri”ni tekrar başlatarak “yeni dünya düzen(sizliğ) i” projesini uygulamak için, Ortadoğu’nun işgâlini her alana yaymaya çalışıyor. Bir yandan da stratejik destek için İslâmî hareketlere karşı “ılımlı İslâm”, “yumuşatılmış İslâm”, “resmî, düzene uygun İslâm”, “başörtüsüz İslâm”, “lâ’sı olmayan, her şeyle uzlaşan, herkesi hoş gören İslâm” şeklinde içi boşaltılmış ve Amerikanlaştırılmış İslâm’lar pazarlamaya çalışıyor kuklaları eliyle. “Paranın dini imanı olmaz”, “din devlete karışmaz”, “laiklik ve demokrasi İslâm’la çatışmaz” gibi sloganlar Amerikancı İslâm’ın (elbette bu Allah’ın katında tek gerçek din olan İslâm değildir, muharref dindir) gerçek İslâm’ı yok etmesi için kukla yönetici ve yönlendiricilerini seferber ediyor. Savaşlardan, işgallerden çok daha tehlikeli bir durumdur; “müslümanım” diyen etkin güçler tarafından dinin tahrifi, hakla bâtılın karıştırılıp hak diye sunulması.

Halifeliğin ihyâsı demek, Dünya İslâm Devleti demek. Müslümanların birbiriyle kardeş olduklarını kavraması demek. Aynı coğrafyada yaşayan, aynı ülkenin, aynı mezhebin insanlarının bile bin bir gruba ayrıldığı bir ortamdan kurtulup tüm dünya müslümanlarının tevhid çizgisinde birleşmesi demek. Irkçılıktan, ulusçuluk/milliyetçilikten, ulus-devlet anlayışından ümmetçiliğe geçiş, vatandaşlık anlayışından Allah’a kulluk şuuruna hicret demek. İslâm, sadece toplumun anladığı anlamda bir din değil; aynı zamanda sosyal ve siyasal nizamdır da. Hilâfet adı verilen bu nizam, 1924’lere kadar yaşandı, yine yaşanabilir. Dünya, teknoloji ve özellikle iletişim araçlarıyla çok küçüldü; şimdi çok daha kolay uygulanabilir çok uluslu, çok katılımlı, çok ve zengin kültürlü, tek halifenin (ya da hilâfet komisyonunun) şûrâ ile ve Allah’ın indirdiği gerçek adâlet ilkeleriyle yönettiği bir Büyük İslâm Devleti. Düşünebiliyor musunuz iki milyar nüfuslu, 46 ulus-devletin birleşmesinden oluşmuş, başında halifesi olan bir Dünya İslâm Devleti... Rüyâsı bile insanı mutlu ediyor, hayaline bile can kurban. Böyle bir gücün karşısında kim durabilir? Global zulüm, ABD adlı vahşi kovboy ve İsrail adlı haydutlar çetesi böyle bir güç karşısında ne yapabilir? Böyle bir yapının ekonomisini, dünyaya verdiği huzuru düşünün...

Umudu, hedefi, ideali olmayan kimse, dâvâ adamı olamaz. Dâvâsı olmayan eyyamcı tip, reel politik oltalarına takılan tâvizci, günlük işler arasında kaybolan ve yozlaşmaya, olumsuz değişime açık, sürüleşmeye aday boş vermişlerden oluşur. Böyle kimselerin bırakın mensup olduğunu düşündüğü din ve dâvâya, kendine bile faydası olmayacaktır. Bunlar olsa olsa popstar yarışmalarına katılabilir, biraz yaşlıysa o programlara seyirci ve seçici olarak takılabilir. Müslümanın hedefi, ideali büyük olmalı; hele bizim nesil gibi yenilgileri, kayıpları büyük ise. Müslüman, sadece bulunduğu ülkede değil; tüm yeryüzünden fitneyi (zulmü ve en büyük zulüm olan şirki) kaldırmaya çalışmakla yükümlüdür.[5] Müslümanların tüm yeryüzünde halife olduğu[6] ve hâkimiyet anlamında bu halifeliği uygulama imkânına kavuşmak için iman ve amel-i sâlihle ilgili tüm görevlerini yerine getirmesi, sadece Allah’a kulluk/ ibâdet edip O’na hiçbir şeyi şirk koşmaması gerektiği[7] Kur’an’ın mesajıdır.

“Hilâfet” derken; Emevî, Abbâsî, Fâtımî veya Osmanlı tipi saltanatçı ve nâkıs hilâfet değil; hulefâ-i râşidîn (dosdoğru yolda olan dört halife) tarzı hilâfeti kast ettiğimizi belirtelim. Hilâfet; İslâm birliği, daha doğrusu müslümanlar birliği demektir. İdeal olan tek devlet, tek lider anlayışının hayata geçmesi olmakla birlikte; geçiş döneminde (hatta kalıcı olarak) bu “tek”lik, olmazsa olmaz değildir. Önemli olan tek güç olmak, hedef birliği içinde organize olabilmektir. Bu, kolektif şekilde federatif biçimde de olabilir. Önemli olan bey’at denilen özel bir seçim usûlüyle işbaşına gelip, şûrâ prensibini ihmal etmeden, insanlara tek adâlet ölçüsü olan Allah’ın indirdikleriyle hükmetmektir. Hilâfet düşüncesi, artık bir daha hayata geçemeyecek hayâlî bir düşünce değildir. Kâinâtı, içindekileri ve yaratıkların işleyiş kanunlarını yaratan zâtın kitabı olan Kur’an’ın projeleri hayata geçirilebilecek projeler, kurtuluş reçeteleridir. Hiçbiri ütopik ve ayağı yere basmayan uçuk teori ya da artık devri geçmiş eskinin değeri değildir. Miladî 7. asrın başlarında, medeniyet ve dünyevî etkinlikten uzak bir yörede yükselen nebevî mesaj, o devirde hemen hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği en büyük devrim ve en güzel toplumsal değişimi çok kısa bir zamanda gerçekleştirmedi mi? Bırakın, Allah’ın yardım vaad ettiği Kur’anî projelerin hayata geçirilmesini, kâfirlerin bile planlı ve gayretli çalışmalarıyla 20. asrın başlarında çoğu yahûdinin dahi hayal edemediği bir vampir devlet, asrın ilk yarısı bitmeden Ortadoğunun kalbine saplanmış hançer şeklinde ortaya çıkmadı mı? Birbirleriyle aynı asırda iki defa dünya savaşı veren Avrupa ülkeleri, savaşın üzerinden altmış sene geçmeden tek devlete doğru hızla gitmekte. Avrupa Birliğinin bugünkü şeklini savaş sonrasında, yani elli-altmış sene önce hayal eden kaç kişi çıkardı? Sahi, kırk yıl önce İran’da ne oldu, nasıl oldu İslâm Devrimi, bütün dünyaya ve hatta şiî olmayan müslüman âleme rağmen?! Kimlerin hayal bile edemediğini, kim nasıl gerçekleştirdi?

Örneği direkt konumuzla ilgili verelim: 1900’lerin başında halifeliğin kaldırılıp yeni bir dirilişe kadar tümüyle tarihe terk edileceğini kaç kişi hayal edip dillendirebiliyordu dersiniz? Okullarda okutulan tarihe bakarsanız, Yavuz’un Mısır’a gidip müslümanlarla savaşarak kılıç zoruyla hilâfeti Osmanlılara getirmesi de, bir Osmanlı paşasının eline fırsat geçtiği ilk anda, meclisten kanun çıkartarak “dünya müslümanlarının sosyal ve siyasal liderliği”ni, böylesi önemli bir gücü tarihe gömmesi de zafer olarak anlatılır. Her ikisi de devrimdir. Her ikisi de yavuzluktur. Peki, “yavuz hırsız” kimdir, orası meçhul.

Hilâfet bir hayal değil, Kur’ânî bir gerçekliktir. Kur’an bizim yeryüzünün halifesi olmak için yaratıldığımızı vurgular.[8] Allah’ın takdir ve dilemesi, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunup, onları önderler yapmak, vârisler kılmaktır.[9] İman edip sâlih ameller işleyenleri, tüm yeryüzünde güç ve iktidar sahibi olarak etkin şekilde halife yapmak, Allah’ın vaadidir.[10] Hilâfetin gerçekleşeceğine, Dünya İslâm Devletine inanmamak, belki de Allah’ın vaadine inanmamakla eş tutulabilir. Liyâkat kesbedenlere bir meyvedir hilâfet. Mekke’de çalışıp gayret eden ve şirkin her çeşidini terk edip sadece Allah’a kulluk edenlere Medine’de devlet kapısının kendiliğinden (Allah’ın lütfu ve meyvesi olarak) açılıverdiği gibi. Daha beş-on sene önce Yâsir’lere, Sümeyye’lere sorsanız hayal bile edilecek şey değildi bu. Hedefler, önce hayal edilir, sonra ideal, daha sonra da gerçek olur; eğer gerekli çaba gösterilirse...

Global/küresel sömürüye, çağdaş Haçlı Seferlerine, yönlendirilen Bir”leş”miş Milletlere, tek devlet haline gelen Avrupa Birliğine ve organize ittifaklara karşı, müslümanların ayrı ayrı küçük ulusal devletler halinde (özellikle onlara hayran, kukla yöneticiler de başlarındayken) dayanmaları, şimdiki sınırlı özgürlüklerini bile korumaları mümkün gözükmüyor. Örnek aramaya gerek var mı? Bosna, Çeçenistan, Afganistan, Irak. Sırada bekleyen Suriye, İran... İslâm âlemi için, özellikle yarınki birleşmiş küfür cephesine karşı, hilâfetten başka bir çözüm sözkonusu değildir; tabii onların içinde eriyip yok olmayı, onlardan birine dönüşmeyi çözüm görmüyorsak. Bu gerekçelerle Avrupa Birliğine katılmaya ve onların içinde erimeye karşı çıkan kaç müslüman kaldı, orası da ayrı bir problem.

“Hilâfet” demek; laiklik, demokrasi ve muhâfazakârlık gibi tuzaklardan kurtulup Kur’anî ilkelere sarılmak demek. Yol uzun, aşılması gereken dağlar yüksek olabilir. Ama unutmayalım; zorluklar, başarının değerini arttıran süslerdir. Hedefin zorluğudur insanı kahraman yapan. Sınavın zorlu olmasıdır kişiye dünyada devleti, âhirette Cenneti armağan ettiren.

“İmkânsız”, ancak inançsızların sözlüğünde bulunabilecek bir kelimedir. İman imkândır, hem de en büyük imkân. “İmkânsız” kelimesini müslümanın diline tercüme ettiğimizde, sâlih amel ve kulluk bilincini kuşanarak Allah’a daha yaklaşıp O’nun yardımını kavlî ve fiilî olarak daha çok istemek anlamına gelecektir. Başkalarının imkânsız dediği şey; müslüman için, olsa olsa “biraz zaman alabilecek şey” anlamına gelir. Nefsini (hevâsını) dizginleyip Hakk’a ibâdet ve itaat gıdâlarıyla benliğini güçlendiren, takvânın sağladığı imkânlarla Allah’a yaklaşıp O’nun yardımına muhâtap olan kimse için İlâhî emir ve tavsiyelerin hiçbiri “zor” ve hele “imkânsız” gelmeyecektir.

En büyük engel, sahte kurtarıcılar, sahte halifeler. Keşke Almanya’da, işi çocukların evcilik oyununa benzeten işçilerin kâğıt üzerindeki devleti hiç olmasaydı, hiç İsa ve Mehdi’ler çıkmasaydı, cihad zannedilen terör olayları yapılmasaydı, “ihlâs” gibi güzel kelimeler ihlâssız kimselerce yıpratılmasaydı, Allah adı kullanılarak insanlar kandırılmasa, politikacılar dini istismara yeltenmeseydi... Sakın bütün bunlar, sırât-ı müstakîm yolcularının yolunu tıkamak için yol kesen yolsuzlar ve yolunu bulmak isteyen o yolun yolcularının insanımızı yoldan çıkarma yolu olmasın!

İmtihan için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak birtakım yükümlülükleri yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek, bazı zor gibi görünen ibâbetleri yapacak, nefsinin çok arzu etmesine rağmen, sınavın bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir. Kolaylık-zorluk kavramı, psikolojik ve sübjektif bir kavramdır. Bazen pek basit ve çok kolay görülen bir şey, bir insan için dağları aşmak kadar zor gelebilir, bazen de çoğu insan açısından çok zor kabul edilen bir şey, birisine kolay gelir. Bunlar, her şeyden önce kalpleri elinde bulunduran Allah’a âit bir tasarruftur. Tabii, bu rasgele olmaz. Bunun da bir İlâhî kuralı, sünnetullah dediğimiz Allah tarafından konulmuş ölçüsü vardır: Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır.[11] Kim takvâ sahibi olur, Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde kolaylıklar verir.[12] İnsanlara emr-i bi’lma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır.[13] Bu konudaki İlâhî sünnet, iman-takvâinfak konusunda görevini yapanlara kolaylığın ihsân edilmesidir.[14] Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp Hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, o da İlâhî kudret eliyle en zora yöneltilecektir. [15]

İman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü’min inanır ki, Allah zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların kolaylaştırılmasının adı İslâm’dır. Şeytan olumlu bir şeyi terkettirmek için onu zor gösterir. İnsan zordan kaçmaya meyillidir. Ama bu şeytanî/nefsî oyuna gelmeyen nice insan sebat ve ısrar ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya başkalarının zor dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve isbat etmiştir.

Toplumu ve hele koca bir ümmeti ilgilendiren büyük değişiklikler, tedrîc denilen bir süreci gerekli kılar. Bir katın merdivenlerini birer ikişer adımlamadan tümünü birden atlamaya kalkan insan, aceleciliğinin cezâsını belki sakatlanarak çekecek, artık basamakları birer birer bile çıkamayacak hale gelecektir. Konuyla ilgili günümüzde tüm müslümanların yapması gereken, öncelikle dünyadaki tüm müslümanları farklı mezhep ve ictihadlarına rağmen Allah için sevmek, birbirleriyle hangi alanlarda ilişki kurabileceklerse kurmaya çalışıp ümmet bilincine ulaşmak olmalı. Hacda hem halkın ve hem de âlimlerin yararlanacağı dünya müslümanlarının bilinçlenip birleşmesi için organizeler yapılmalı. Farklı ülkelerdeki müslüman âlim ve aydınların, yazar ve çizerlerin arasında ciddî ilişki ve iletişim oluşturulmalı. Müslümanlar, kâfirlerin çizdiği coğrafî sınırları reddetme tavrı olarak farklı ülkelerdeki mü’minleri, yani kardeşlerini ziyâret etmeli. İnternetten, dış ticaretten yararlanmalı, farklı ülkelerden gelin ve dâmatlar edinerek akrabâlık bağı oluşturmalı, dışpolitikayı en az iç politika kadar tâkip etmeli. Müslüman gençler mutlaka Kur’an kültürü ile birlikte Arapça ve İngilizce’yi çok iyi öğrenmeli. Müslüman imamlar, hatipler, hocalar, öğretmenler, yazarlar resmî hutbe, resmî söylem, resmî program yerine İslâm âleminin ortak sorunlarını ve Kur’anî çözümleri gündeme getirmeli. Vatandaşlık yerine İslâm kardeşliği vurgulanmalı. Vatanın müslüman için İslâm’ın hâkim olduğu her yer olduğu söylem ve eylemle ortaya konulmalı. Var olan un, yağ, şeker bir araya getirilip güzel helvalar yapılmalı.

Mehdi bekleyen insanlar, çözümü Hz. İsa’nın gökten inip kendilerini kurtarması olarak görüp görevlerini kuşanmaktan kaçanlar bilsinler ki, kurtuluş, aralarından bir önder (imam, halife) çıkarıp onunla birlikte Kur’an’ın emrettiği şekilde cihad etmekle mümkün olacaktır. Sünnetullah budur. Böyle bir lider, namaz imamı gibi toplumun önünde (gerisinde değil), dünyevî riskin en büyüğüne tâlip olacak şekilde ve toplumun kardeşi, içlerinden biri olacaktır. Hicret örneğindeki Büyük Önder, Ulu Rasûl gibi, gemiyi en son terk eden kaptan olmayı seçecektir. Tek başına ümmet[16] olmakla birlikte, aynı zamanda insanlara imam/önder olan[17] İbrâhim gibi putlarla ve putçularla mücâdelenin bedelini gerekirse ateşe atılarak ödemekten çekinmeyen birisi olacaktır. Takıyye yapması, bazı ruhsatları kullanması câiz olmayan, müslümanların izzet ve onuruna halel getirmeyen, çok net olarak İlâhî mesajı insanlara ulaştıran örnek şahsiyet olacaktır lider/halife. O öne geçip yürüyecek, arkasından ümmet yürüyecektir.

Halife kelimesi, h-l-f (halefe) kökünden türemiştir. Halefe, geride kaldı, sonradan geldi anlamındadır. “Halife” selefin yerini alan, sonradan gelen (nesil), istihlâf edilen, birinin yerine bırakılan demektir. Aynı zamanda bu kelimenin kapsamı içinde vekâlet ve yöneticilik de vardır. “Hilâfet” halife olmak, halifelik, reislik, başkanlık, birinin yerine geçmek, onun adına iş yapmak ve onu temsil etmek anlamına gelir. Istılahta ise; “Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra, Ona halef olarak mü’minlere emîr olmak” şeklinde tarif edilmiştir. Bey’at sonucu mü’minler adına tasarruf yetkisine sahip olan ve ahkâmın tatbikini sağlayan kimseye halife denir.[18]

Halife’nin çoğulu halâif ve hulefâ’dır. İstihlâf ise, birini halife (temsilci/ardçı) kılmak anlamındadır. H-l-f (halefe) kökünden türeyen kelimeler Kur’an’da çokça (127 yerde) geçer. Ama konumuzla direkt ilgili olarak halife kelimesi Kur’an’da 2 yerde,[19] halife’nin çoğulu halâif 4 yerde,[20] Hulefâ kelimesi de 3 yerde[21] geçer. İstihlâf kelimesi ise Kur’an’da 4 ayette[22] zikredilir. Yine konuyla dolaylı ilgili half kelimesinin de 2 ayette[23] geçtiği görülmektedir.

Allah, yeryüzünü îmar etmek, insanları Allah’ın kanunlarına göre yönetmek üzere yarattığı Âdem ve neslini halife olarak yaratacağını belirtiyor. “Yeryüzünde bir halife yaratacağım”[24] ifadesinden Hz. Âdem yaratılmadan önce yeryüzünün yaratıldığını öğreniyoruz. Hz. Âdem yeryüzünde halife olarak yaratıldı. Papazların dediği “Hz. Âdem cennette yasak meyveyi yemeseydi şimdi biz cennetteydik” sözünün yanlış olduğunu Kur’an’dan anlamış oluyoruz.

Allah meleklere yeryüzünde halife var edeceğini bildirmekle, insanı yeryüzünün hâkimi ve yaratıkları arasında hükmedecek biri yapacağını belirtmiştir. Ayetteki “halife” kelimesinde hâkimiyet anlamı vardır. Yeryüzünde halife olmak, yeryüzünün hâkimi ve yöneticisi olmak demektir. “Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet.”[25] Âyetten de anlaşıldığı gibi burada “halife” hüküm veren, yöneten anlamında kullanılmıştır. Bu nedenle insanlar arasında hak ve adâletle hükmetmesi Hz. Davud’dan istenmektedir. “Yani ey Dâvud, seni hükümdar yaptık ki iyiliği emredesin ve kötülükten sakındırasın. Böylece senden önceki peygamber ve salih önderlere halef olasın” denmiş olmaktadır. “Sonra da, sizin nasıl davranacağınızı görmek için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık.”[26] “Yani onların yerine artık siz hükmedeceksiniz.” Halife kelimesiyle, nesil nesil birbirini takip edecek ve nesillerden her birinin diğerine halef olacağı bir canlı türü kastedilmiştir. Yine Hz. Nuh ve kavmi için de şöyle buyrulur: “Onları (yeryüzünde) halifeler kıldık; âyetlerimizi yalanlayanları da (denizde) boğduk.”[27]

Bu âyetlerde “halife” kelimesi, sözlük anlamı olan; başkasının yürüttüğü bir işi, ondan sonra yüklenip yürüten anlamındadır. Ancak devralınan iş, hâkimiyetle ilgili bir iştir. Nitekim Hz. Adem için “halife” kelimesinin kullanıldığı âyetten hemen önceki âyette: “Allah, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.”[28] buyurulmaktadır. Demek ki Hz. Âdem’in halife kılındığı şey, yeryüzünün hâkimiyet ve yönetimiyle ilgili bir iştir.

“ALLAH’IN HALİFESİ” OLUR MU?

Kimse Allah’ın halifesi olamaz. Nitekim Hz. Ebu Bekir’e: “Ey Allah’ın halifesi!” denildiğinde, “Ben Allah’ın halifesi değilim; ben ancak Rasûlullah’ın (s.a.s) halifesiyim ve bu bana yeter”[29] demiştir. Kur’ân-ı Kerim’in hiçbir âyetinde halife kelimesi Allah’a nisbet edilmemiştir. Ya müstakil olarak veya arz kelimesiyle birlikte “yeryüzünde halife” şeklinde kullanılmıştır. Hiçbir hadiste de “Allah’ın halifesi” tâbiri kullanılmaz. Buna rağmen, tevhid konusundaki çizgiyi alabildiğine zorlayan tasavvufun etkisiyle, çok sayıda âlim ve müfessir, bu yanlış ifâdeyi kullanagelmişlerdir. İbn Teymiyye’ye göre, tanım gereği; ölen, orada hazır bulunmayan, ya da işinde âciz olan biri için halife söz konusudur. Allah hakkında ise bu tür durumlar mümkün değildir. Allah’ın ne bir benzeri, ne de dengi mümkündür. Âlemlerden müstağni olan Allah’ın halifeye/ vekile ihtiyacı yoktur. İbn Teymiyye, vahdet-i vücutçuların insanı ulûhiyet makamına yükseltmek istediklerini, bu yüzden İbn Arabi’nin “insanın Allah’ın halifesi” olduğunu iddia ettiğini söyler. Vahdet-i vücutçular, insanın birtakım mertebelerle Allah’la bütünleşebileceğini iddia ederken, “Allah’ın halifesi” gibi (Kur’an’da olmadığı halde) görünüşte Kur’anî(!) bir dayanak ileri sürerler. [30]

Oysa Allah’ın temsil edilebilir bir varlık olarak algılanması, Hz. İsa’yı enkarne olmuş (et giymiş -Allah’ın oğlu-) biçimi olarak gören Hıristiyanlara ait bir düşünce idi. Kur’an, halife kelimesini açık bir şekilde arza izâfeten kullanıyor; Allah’a nisbet ederek hiçbir yerde kullanmıyor. Bakara suresi 30. âyetten sonraki âyetlerdeki, meleklerin yorumlarında ve reel hayatta gördüğümüz gibi, (yaratıcısını överek tesbih edeceğine) yeryüzünde fesat/ kargaşa çıkaran, kan döken biri Allah’ın temsilcisi olabilir mi? Bir temsilci, temsil ettiğinin dışına çıktığı zaman temsilci olmaktan çıkacağına göre, belli bir iradî alanda istemlerini gerçekleştirme, tercihte bulunma yeteneğine sahip insan gerçeği, “Halifetullah (Allah’ın halifesi)” ile nasıl uzlaştırılacaktır? [31]

“Allah, içinizden iman edip sâlih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef (güç ve iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halife kılacağına, onlar için râzı olup beğendiği dini temelli yerleştireceğine ve korkularını güvene çevireceğine dâir söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana şirk/ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir. Namaz kılın, zekât verin, Peygamber’e itaat edin ki, size merhamet edilsin. İnkâr edenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayın. Onların varacakları yer ateştir. Ne kötü dönüş yeridir.” [32]

Bu âyetler, iktidar değişiminin, iktidarın işleyişinin ve amacının temel değişkenlerini açıkça belirtir: İman, sâlih amel, yalnız Allah’a ibadet ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmama; dinin yerleşmesi, korkuların güvene dönüşmesi; namaz ve zekâtın yerine getirilmesi, Peygamber’e itaat.

Allah, başta Âdem (a.s.) olmak üzere bütün insanları kendi hükümlerinin uygulayıcıları olsunlar diye yarattı. Bütün insanlar doğuştan birer halife adayıdır. Kim bu emaneti hakkıyla taşımış veya taşıyorsa, onun halifelik sıfatı devam ediyor demektir. Allah’ın hükmüne uymayıp, O’nun dininden yüz çevirenler, yani ilâhî emaneti taşımayanlar ise o kutsal ve üstün halifelik sıfatını koruyamayanlardır.

Kur’an-ı Kerim’de konu ile ilgili ayetlerden anladığımıza göre Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri olarak yaratmıştır. Yeryüzündeki bütün yaratıklar, insanoğlu için yaratılmış, onun hizmetine sunulmuştur; insan yeryüzünün efendisi ve halifesidir. Bu halifelik gereği bütün insanlar ilk plânda Allah’a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak O’nun hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır. İnsanın yeryüzü halifeliği, onun yönetim ve davranışlarda Allah’ın hükmünü uygulaması demektir. Bu uygulamalarda Allah’ın kanunları mutlak ölçüdür. İnsan, yeryüzünde halifeliğini ifa ederken bu ölçünün dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez. Çünkü Allah, yeryüzünde halife olarak görevlendirdiği insana mutlak bir serbestlik vermiş değildir. İnsan için birtakım kurallar ve sınırlar çizmiş ve bunları aşmamasını istemiştir.

Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını istihlâf etmekle, başkalarını halife yapmakla tehdit ediyor. Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor. Yalnız bu kişilerin bu makamda kalabilmelerine de “hususi hilâfet” adını veriyoruz. Tarih boyunca bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş ve halifelik onlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Allah’ın halife yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz verdiği kimseler,[33] O’nun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları tâğutların tasallutundan kurtarma savaşını sürdürenlerdir.

İster genel, isterse özel anlamda olsun hilâfet, “Allah’ın dinini hâkim kılmak” özünü taşır. Bu öz, hilâfetin sosyal alanda da hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve teşkilâtlanmasıyla siyasî bir görünüm kazanır. Allah, Hz. Davud’a kendisini yeryüzünde halife kıldığını bildirmekle birlikte ona; insanlar arasında hak ile (Allah’ın hükümleri ile) hükmetmeyi[34] emretmiştir. Hz. İbrahim de kendisinin insanlara imam (halife) kılındığı haberini Allah’tan alınca, soyundan geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah ise bu ahdinin zâlimler hakkında sözkonusu olmayacağını[35] bildirmiştir. Anlaşılmaktadır ki halifelik, Allah’ın hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması demektir. Bütün insanlar bununla görevlidir. Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha doğrusu bu makamdan düşmek istemeyen toplum da ona göre davranmak zorundadır. Bu tür toplumun en yüksek temsilcisi ise, yeryüzündeki halifelerin kendi hür iradeleriyle seçtikleri “halife”dir. Halife, bu emaneti yüklenebilecek nitelikte olmalıdır. Çünkü emanetlerin ehil kimselere verilmesi, Kur’an’ın emirleri arasındadır. [36]

Hilâfet, bir şiardır, bir semboldür müslümanlar için, hatta nâmus ve izzet meselesidir. Tüm işgal altındaki şehirlerimizin ve tüm müslümanların, hatta tüm mazlumların kurtuluşu için, dünya ve âhiret nimeti için paroladır hilâfet.

“Sahi, aslan nerede düşmüş ve nereden kalkacaktı?” Özellikle, olaya hamâsetle yaklaşmaya devam eden ulusalcı ve asabiyecilere soruyor ve pratik cevap istiyorum.

“İpi kopan tesbihim, dağılmış tane tane;

Acı ama tesbihim, hani nerde imâme?”

 

[1] ] 24/Nûr, 55

[2] ] 3/Âl-i İmrân, 104

[3] ] 3/Âl-i İmrân, 110

[4] ] 21/Enbiyâ, 92

[5] ] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39

[6] ] 2/Bakara, 30

[7] ] 24/Nûr, 55

[8] ] 6/En’âm, 165

[9] ] 28/Kasas, 5

[10] ] 24/Nûr, 55

[11] ] 94/İnşirâh, 5

[12] ] 65/Talâk, 4

[13] ] 87/A’lâ, 6-9

[14] ] 92/Leyl, 5-7

[15] ] 92/Leyl, 8-10

[16] ] 16/Nahl, 120

[17] ] 2/Bakara, 124

[18] ] Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, s. 105-106

[19] ] 2/Bakara, 30 ve 38/Sâd, 26

[20] ] 6/En’âm, 165; 10/Yûnus, 14, 73; 35/Fâtır, 39

[21] ] 7/A’râf, 69, 74; 27/Neml, 62

[22] ] 6/En’âm, 133; 7/A’râf, 129; 11/Hûd, 57; 24/Nûr, 55

[23] ] 7/A’râf, 169; 19/Meryem, 59

[24] ] 2/Bakara, 30

[25] ] 38/Sâd, 26

[26] ] 10/Yûnus, 14

[27] ] 10/Yûnus, 73

[28] ] 2/Bakara, 29

[29] ] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/10-11

[30] ] M. Sait Şimşek, Kur’an Kıssalarına Giriş, s. 168-169

[31] ] Bkz. 10/Yûnus, 14

[32] ] 24/Nur, 55-57

[33] ] 24/Nur, 55

[34] ] 38/Sâd, 260

[35] ] 2/Bakara, 214

[36] ] Bkz. 4/Nisâ, 58

Cuma, 26 Şubat 2021 08:37

36.HUTBE: AHİRET BİLİNCİ

  1. HUTBE ÂHİRET BİLİNCİ

ÂYET:

نَِّ هٰذَ لْقُرْنَٰ يَهْد۪ي لِلت۪ي هِيَ قَْوَمُ وَيُبَشِّرُ لْمُؤْمِن۪ينَ لذ۪ينَ يَعْمَلِونَ لصَّالِحَاتِ نََّ لَهُمْ جَْرً كَب۪يرًۙ وَمََّا لَّذ۪ينَ بْيَضَّتَّْ وُجُوهُهُمْ فَف۪ي رحَْمَةِ للّٰهِۜ هُمَّْ ف۪يهَا خَالدُُونَ

“Kıyâmet gününde birtakım yüzler ak, birtakım yüzler de kara olacak. O vakit yüzleri kara olanlara şöyle denilecek: ‘İmanınızdan sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrün cezâsı olarak tadın azâbı.’ Ama yüzleri ak olanlar Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada (Cennet’te) ebedî olarak kalacaklardır.”[1]

Mü’min âhirete İman ederken, bunu sözde bırakmayarak âhiret için ne gerekirse onu yapar, âhiret mutluluğunu kazanabilmek için önceden âhirete yönelik gayret ve çalışmalarda bulunur. Çünkü Alah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim de mü’min olduğu halde âhireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa, işte bunların çalışmaları makbuldür.” [2]

“Sonra, yemin olsun ki, o gün (Kıyâmet günü) mutlaka nimetlerden sorulacaksınız.”[3]

Âhiret, Kur’an-ı Kerim’de 110 yerde geçer. Kur’an’da son gün anlamında yevmü’l-âhir şeklinde, dünya ile karşılaştırmalı olarak veya yalın halde geçer. Yalın halde el-âhire şeklinde kullanıldığı yerlerde ed-dâru’l-âhire tamlaması, yani “âhiret yurdu”, “diğer ülke” anlamında olduğu veya âhiret hayatı demek olduğu kabul edilir. Bu kullanılış şekillerinden de anlaşılacağı gibi âhiret kavramı ile dünya kavramı arasında sıkı bir münasebet vardır.

Kur’an-ı Kerim’de yüzden fazla terim ve deyim kullanılarak âhiret akidesi işlenir. Âhiretle ilgili âyetler hem Mekkî, hem de Medenî surelerde sık sık tekrarlanmaktadır. Bu tekrarın, konunun önemini vurgulamak, sorumluluk duygusunu pekiştirmek, dünya ile âhiret arasındaki psikolojik mesafeyi kısaltarak mü’minin ruhunu yüceltmek ve hayatını ebedîleştirmek gibi hedeflere yönelik olduğunu söylemek mümkündür. Birçok sûrede kâinatın, özellikle insanın yaratılışından ve hayatın akışından bahseden âyetlerle âhiret hayatını tasvir eden âyetler yan yana yer almıştır. Kur’an’ın tasvirine göre dünya hayatı bir “oyun ve eğlence” bir “süs ve övünüş”tür; “mal, evlat ve nüfuz yarışı”dır. Netice itibariyle o geçici bir faydalanış ve aldanış vesilesidir. Asıl hayat, âhiret hayatıdır. Gerçek anlamda huzur ve sükûn sadece ölümsüz âlemdedir.[4] Her ne kadar ölüm, geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir olay ise de, imanlı gönüller için fânîlikten ebedîliğe geçişi sağlayan bir vasıtadır. O yüzden birçok âyette ölüm ve âhiret hayatı “buluşmak, sevdiğine kavuşmak” anlamındaki “lika (likaullah, likau’l-âhire) kelimesiyle ifade edilmiştir.

Asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına iman edenler, ölümün ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken, bu gerçek vatanın, baba yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının özlemini duyar ve ona göre yaşarlar.

Kur’an-ı Kerim’in âhireti ispat metodu, “nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorusuna tatminkâr bir cevap bulmaya dayanır. Düşünen her insanın sormaya mecbur olduğu bu sorunun birinci kısmında, kendisine ve içinde yaşadığı tabiata hâkim, mutlak kudrete sahip bir yaratıcının varlığına inanan kimse, sözkonusu sorunun ikinci kısmında da aynı düşünce tarzını devam ettirerek öbür âlemin ölümsüzlüğünü kolaylıkla benimser. Bundan dolayı Allah’a imanla âhiret gününe iman Kur’an’da sık sık ve birlikte zikredilmek suretiyle bunun ne kadar önemli bir ilke olduğuna dikkat çekilmiştir.

Dünyaya ilk gelişinde pek âciz bir canlı olan insan, hayatının daha sonraki devrelerinde fizyolojik ve psikolojik yönden gelişip tabiat içindeki en mükemmel yaratık haline gelir. Ondaki ruhî ve fikrî gelişme devam ederek, fıtratındaki özellik ortaya çıkarak kendisinde ebediyet duygusu meydana getirir. İnsanın, iyi düşünmeden, ilk bakışta yok oluş (fenâ) gibi telakki ettiği ölümden korkması veya öbür âleme inanmayanlarla ona hazırlıklı olmayanların ölümden ürkmesi de bu ebediyet duygusuna bağlanabilir. O halde daha mükemmel ve ölümsüz bir âlem olan âhiretin varlığını benimsemek insanın tabii yaratılışında, fıtratında bulunan bir özelliktir. Ancak, dünya hayatının câzibesi, kişinin fıtratındaki ölümsüzlük duygusunu unutturup tabiatındaki seyri durdurabilir.

Âhiret âlemine iman, Kur’an’da çoğunlukla Allah’a imandan hemen sonra zikr edilmektedir. Yani Allah’a iman ile âhirete iman birbirine bağlı olarak ifâde edilmiştir. Biri başlangıç, öbürü ise sonuç. Çünkü yapılan her amel, her iyilik, işlenen her suç, çiğnenen her emir ve reddedilen her hükmün karşılığı ancak o adil mahkemede hallolunacaktır. O mahkemede hiç bir şey karşılıksız bırakılmayacaktır. “Kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek; kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse, onun cezâsını görecektir.” 975

Evet, dünya bir imtihan yeri, âhiret de o imtihanın değerlendirileceği bir başka yerdir. O yerde Allah’tan başka hiçbir yardımcı, O’nun izni olmadan hiç bir şefaatçı bulunamaz. Artık bütün işlemler bitmiş ve bütün hesaplar neticelendirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim bu manzarayı şöyle dile getirmektedir: “Bir de öyle bir azâb gününden sakının ve korunun ki, o günde (Kıyâmette) hiç bir kimse, hiç bir kimse adına bir şey ödeyemez. Kimseden şefaat da kabul edilmez. Azaptan kurtulmak için kimseden bedel ve karşılık alınmaz. O kâfirlere yardım da yapılmaz.” [5]

Mü’minler bilmelidir ki, o gün mesuliyet ferdîdir, hesaplar şahsidir. Herkes kendi nefsinden sorumludur. Hiç kimse başkasının günahını taşıyamaz. Hiç kimse kimseyi kurtaramaz.

Âhirete iman, mü’mine, mutlak adâlete dayanan ferdî mesuliyeti yükler. Bu prensip, mü’mine, kendi değerini öğreten ve iç âleminde uyanıklığı hâkim kılan en kuvvetli bir prensiptir. Âhirette mü’mini kurtaracak, onu himaye edecek ancak sâlih amelidir. Hiç bir fidye onu küfür ve masiyetinin cezâsından kurtaramaz. Bunun içindir ki, âhirete İmanın, mü’minin hayatında büyük bir etki edeceği kaçınılmazdır. Öyle ise mü’min, bütün hazırlık ve çalışmasını âhirete yönelik yapmalıdır. İslâmî çalışma ve ibâdet hayatında bunun dışında hiç bir menfaat beklememelidir. Çünkü icraatında başkasını ortak eden (yani, Allah’tan başkası için ibâdet edip, başkaları takdir etsin diye kulluk yapan) âhirette de kimi ortak yapmış ise, ecrini ondan isteyecektir. Âhirette Allah’dan başkası mükâfat ve cezâ veremeyeceğine göre, o halde mü’min Allah’tan başkası için kulluk yapamaz.

Âhirete iman, insanoğlunun başıboş olmadığını, lüzumsuz yere yaratılmadığını, kendi hevâ ve hevesiyle baş başa bırakılmadığını insana öğretir. Bu akîde, ameli karşılığı ile birleştiren bir inançtır. Bu inanç, insanoğluna kesin olarak bildiriyor ki, mutlak bir adâlet kendisini beklemektedir. Mü’min bu inanç sayesinde hesap ve adâlet gününe kendini hazırlar.

Bu inanç, mü’min ile kâfiri birbirinden yaşantı itibariyle de ayırır. Mü’min, âhirete inandığı için dünyayı bir imtihan yeri olarak kabul eder ve çalışmasını da ona göre yapar. Kâfirler ise, âhirete inanmadıkları için, hayatı sadece bu dünyadan ibâret sayar ve çalışmasını da hep bu dünyaya ait kılar. Böylece onlar, âhirete eli boş olarak gider ve orada onlara sadece ateş arkadaşlık eder. Başka yardımcıları yoktur onların.

Âhirete iman, onun için çalışmayı da beraberinde getirir. Yani âhirete inandığını iddia eden herkes, çalışmasını ona göre yapmalıdır. Allah’a ve âhirete inanıp mü’min olduğunu iddia eden kimse, karşısındaki kim olursa olsun, onun sevgisi Allah’adır, Rasûlünedir ve mü’minleredir. Kalbinde diğerlerine en ufak bir sevgi besleyemez. Allah’ın mü’minlerden istediği budur. [6]

İnsanın, bir şeyin kârını ve zararını düşünmesi fıtrattandır. Bu âlemden başka âlem tanımayan kimse, yalnızca bu dünyadaki kârı ve zararı düşünür; dünyevî faydalar beklemediği hiç bir işe yanaşmaz. Fakat âhiret gününe inanan kimse, dünyevî fayda ve zararlara pek aldanmaz. Çünkü onun bütün kazancı âhirete yöneliktir. O mükâfatını sadece Allah’tan bekler. Ona hayırlı bir iş götürüldüğünde, madden kaybedeceği bir şey olsa bile onu kaçırmamaya çalışır. Karşısına kötü bir iş çıktığında da, maddî faydası ne kadar olursa olsun ondan kaçınır. Kısaca mü’min âhirete yönelik çalışmalarda bulunarak, geçici dünya menfaatinin para, servet, mal, mülk, mevki, şöhret gibi aldatıcı meta’larına aldanmaz. O bilir ki, dünya üzerinde bulunan bütün varlıklar, tüm dünyevi faydalar geçicidir; günün birinde hepsi yok olup gidecektir.

Yine insan, günün birinde, güneşin soğuyup bütün enerjisini kaybedeceğini, yıldızların dökülüp yok olacağını ve bütün kâinatın altüst olacağını yakinen bilmelidir. Kıyâmetten sonra da insana yeni baştan hayat bahşedileceği, insanların bu dünyadaki fiillerinin kayıtlar altında tutulup, kıyâmet gününde ortaya konulacağı, kıyâmette herkesin Allah tarafından hesaba çekileceği, bir kısım insanların (iman ve amel-i sâlih sahiplerinin) Cennet’e; bir kısım insanların (isyankârların) da Cehennem’e gireceğini yakînen bilir ve inanır.

Kur’ân-ı Kerim’de Cennet ve Cehennem ehlinin tasviri şöyle yapılmaktadır: “Kıyâmet gününde birtakım yüzler ak, birtakım yüzler de kara olacak. O vakit yüzleri kara olanlara şöyle denilecek: ‘İmanınızdan sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrün cezâsı olarak tadın azâbı.’ Ama yüzleri ak olanlar Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada (Cennet’te) ebedî olarak kalacaklardır.” [7]

Mü’min âhirete İman ederken, bunu sözde bırakmayarak âhiret için ne gerekirse onu yapar, âhiret mutluluğunu kazanabilmek için önceden âhirete yönelik gayret ve çalışmalarda bulunur. Çünkü Alah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Kim de mü’min olduğu halde âhireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa, işte bunların çalışmaları makbuldür.” [8]

ÂHİRETİN GEREKLİLİĞİ VE ÂHİRETE İNANMANIN FAYDALARI

1-) Dünya insan için bir imtihan yeridir. İnsan akıl ve irâde sahibidir. Allah, gönderdiği peygamberler ve kitaplarla insanlara hakkı ve bâtılı açıklamıştır. İnsan imtihan olunmaktadır, eğer İslâm’ı seçerse cennete girecektir, yok bâtıl bir din seçerse cehenneme girecektir. “Hanginizin daha iyi amellerde bulunacağını denemek için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur.”[9]

İnsana kendisine verilen nimetleri nerede kullandığı mutlaka sorulacaktır: “Sonra, yemin olsun ki, o gün (Kıyâmet günü) mutlaka nimetlerden sorulacaksınız.”[10]

2-) Dünyada birçok haksızlıklar yapılmaktadır. Yapılan zulümlerin hesabı âhirette, dünyadan çok daha ağır bir şekilde görülecektir.

3-) Yaptığı amellerin hesabını vereceğine inanan kimse hareketlerine dikkat eder. Çünkü bilir ki yaptığı işlerden mes’uldür, âhirette hesap verecektir. Bu yüzden kendisi ve insanlık için iyi amellerde bulunur.

4-) Âhirete inanmak insanlık için bir huzur ve teselli kaynağıdır. İnsan da her canlı gibi ölecektir. Bu yüzden insan için öldükten sonra dirileceği inancı büyük bir nimettir.

ÂHİRET ŞUURU

Kur’an’ın, üzerinde en fazla durduğu konuların başında âhirete iman gelir. İnsanların İslâm’a girmeleri, Allah’ın dinine teslim olmaları ancak bu iman ile mümkündür. Bunun için âhiret konusunun en fazla işlendiği sureler Mekkî surelerdir. Bunun böyle olması kaçınılmazdı. Çünkü müşrik, kâfir ya da putçu her ne olursa olsun, insanların her tür şirk, küfür ve câhiliyye düşüncesinden temizlenmeleri ve hayatlarının bütününde İslâm’ı kendilerine bir yaşam biçimi edinmeleri, bu iman ile mümkündür. Her şeyden önce Allah’a ve bu dünyadan sonra gelecek ebedî âhiret hayatına inanmayan bir insanın, yeryüzünde şeytanın oyunlarına karşı sebat etmesi, canı ve malı pahasına mustaz’afların haklarını savunup zalimlere karşı durması beklenemez. Bu insanlar, yaşadıkları hayat gereği, tüccarca bir felsefeyi kendilerine rehber edinmişlerdir. Yaptıkları her tür iyilik ya da yardımın karşılığını bu dünyada ve dünyanın geçer akçesiyle almak isterler. Oysa İslâm, müslümanlara böyle bir şey va’detmez. Aksine insan, akidesi için sadece malını ve dünyevî zevklerini değil, canını bile feda etse, bunun karşılığını yalnızca âlemlerin rabbı olan Allah’tan beklemek zorundadır. Allah’a teslimiyet, dünyevî zevk, rahat ve menfaatlerden ferâgat anlamına geldiğine göre sağlam bir âhiret inancı, mü’minde olmazsa olmaz bir özellik demektir.

Sağlam bir âhiret inancına sahip olmayan bir insanın, cahilî düşünce ve yaşayışlardan uzak durması, imkân haricindedir. Bu yüzden Kur’an, her konuda olduğu gibi, bu konuda da en doğru yolu takip etmiş ve yeryüzünde Allah’ın hilafetini yüklenecek ve ilahî adaletini arz üzerinde tesis edecek insanları somut haram ve helallerden uzaklaştırmadan önce, yakîn bir âhiret (ceza-mükâfat) inancına davet etmiştir. Nitekim Mekke’de de böyle olmuş ve namaz, oruç, hac, içki, zina gibi konularla ilgili hükümler gelmeden önce bu inancın sağlamlaştırılmasına uğraşılmıştır.

İnsanın fıtratından uzaklaşıp, gittikçe artan bir hızla nefsini, dünyevî ve hayvanî zevkini öne çıkartan bir anlayışla gücü yettiği her şeye hükmetme istemesi her yerde fesadı artırmıştır. Bunun sonucu olarak, İslâm’dan uzak anlayış ve yaşayış; insandan tabiata, felsefeden bilime, dinden siyasete hemen hemen her şeyin dengesini altüst etmiştir. İşin garibi, modern insan, bu altüst olmuş dengenin hâlâ en iyi olduğunu ve ilerleme felsefesi gereği daha da iyi olacağını söylüyor. Bu dengenin bozulması sonucu adaletin arz üzerindeki tesisi de ortadan kalkmıştır. Ve artık yeryüzünde suç işleyen, zulmeden, milyonlarca mustaz’af insanı sömüren müstekbirler, emperyalistler, çağdaş firavunlar cezalandırılmadan bu dünyadan ayrılıyorlar. İşte bunların nihaî cezasını Allah, âhirete saklamıştır. Adalet konusu, sadece kâfir ve mücrimlerin suçlarıyla değil, aynı zamanda müslümanların ecirleriyle de ilgilidir. “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin bir zannıdır. Bu yüzden o inkâr edenlere ateşten helak vardır. Yoksa biz, iman edip sâlih amel işleyenleri, iyi işler yapanları yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttakîleri, yoldan çıkaranlar gibi tutacağız?” [11]

Bu dünyada sırf Rabbinin rızasını gözeterek her tür meşakkate katlanan, Allah’ın davası için işkence, hapis, kınanma, işinden edilme gibi her tür zorluğa göğüs geren insanların, Allah’ın bir lütfu olarak âhirette bir karşılığının bulunması gerekir. Gerçi bir müslüman, dünyada sırf Rabbine olan bağlılığından dolayı gördüğü eza ve cefalarla hiçbir zaman alçalmaz; aksine O’nun katında daha fazla yükselir.

ÂHİRET ANLAYIŞI BİZİ DİRİLİŞE ULAŞTIRIR/ULAŞTIRMALIDIR

Bugün yaşadığımız toplumda âhiret inancı, bir mit ve hurâfeler yığını olarak yaşamaktadır. İnsanlar bu inancın getirdiği her tür dinamizm, coşkunluk ve aşktan fersah fersah uzaktadırlar. Bu avamî anlayış, tevhid bilincine sahip mücadeleci müslümanlar için geçerli değildir. Avamdan, ya da ehl-i dünyadan birisi yaşadığı hayat ve sahip olduğu hayat felsefesince âhirete inanmaktadır ve büyük bir ihtimalle de kendini cennette görmektedir.

Gerçek müslümanlar için durum çok farklıdır. Çünkü müslümanlar ‘dünyadadırlar’ ama, ‘dünyadan ve dünyevî’ değildirler. Dünyada, bütün ömürleri boyunca bir yolcu ya da garip gibidirler. Yani onlar, niçin yaratıldıklarını, nasıl yaşayacaklarını ve buna bağlı olarak sonlarının nereye ulaşacağını bilen insanlardır. İnsan, şu anda yaşadığına göre, öncelikle bilmesi gereken; nasıl yaşayacağı ve sonunun ne olacağıdır. Aslında son dediğimiz şeye, fazla uzak gözüyle bakıl-mamalıdır. Çünkü “Dünya” kelimesi, denâ’dan gelir ve ‘yakınlaştırılmış şey’ demektir. Demek ki dünya, insanın akıl ve idrak tecrübesine ve bilincine yakınlaştırılmış bir şeydir. Yakına getirilen şeyin (dünyanın) tabir caizse bizi kuşatması ve etkilemesi gerçeği, bilincimizi, son varış yerimizden (âhiretten) başka yöne çevirir. Bu son gidilecek yer, ‘daha sonra’ geldiğinden; bize ‘uzak’ gibi gelir. Hâlbuki bu, ‘yakın’ olanın, yani dünyanın sebep olduğu yanılsama ve şaşırtmacadan dolayı böyledir. Yani, son, âhiret bize o kadar uzak değildir. Uzak sanmamız, duyularımızın bizi yanıltması nedeniyledir. Öyleyse yaşadığımız ile ulaşacağımız sonu düşünmek ve her anımıza bir muhâsebe yapmak durumundayız.

Müslüman birey, kendi bilinç ve dimağını devamlı diri tutmak zorundadır. Bir taraftan cahilî yaşamın, diğer taraftan nefsin/şeytanın öne sürdüğü zaaf ve oyalanmalar arasında kalan birey, cihadın her şeyden önce bunlara karşı verilmesi gereken bir mücadele olduğunu bilmelidir. Bunun sağlanabilmesi ise ancak yaşanılan dünyadan ve hayattan daha yüksek, yüce ilkelere, hedeflere bağlanmakla mümkündür. Bu ilke ya da hedef, günlük yaşamadan ve denîlikten uzak ve yüce olduğu ölçüde bu hayatı anlamlı kılabilecektir. Hangi düzeyde olursa olsun, müslüman birey için mücadele zorunlu olduğundan, mücadeleye liyakat için fertlerin dimağlarını her zaman diri tutacak donanımlara, eskimeyen kaynaklara ihtiyacı vardır. İşte bu kaynakların başında âhiret inancı gelir. Kişi, dünyanın geçici zevklerinden, korku ve umutsuzluktan, hedef sapmalarından ve hilâfet görevini unutmaktan, ancak bu inanç ile uzaklaşabilir. İnsanoğlu nisyâna (unutmaya) meyillidir ve nisyan arttıkça isyan ve sapma da artar. Dahası, insanın gönlünde iki ayrı (üstelik zıt) ilkenin, idealin ya da duygunun bulunması mümkün değildir. Bir yandan hilafet görevini yerine getirmeye çalışmak, özgürlük ve adalet için mücadele etmek, bir yandan da dünyanın ve şeytanın geçici oyunları, hileleri karşısında aldanmak, korkmak ve zavallı yaşam biçimlerine istek duymak, bir müslümanın şahsında birleşemez. “Dünya hayatını âhiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür ya da galip gelirse, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.”[12] Allah’ın yolunda mücadele, -alanı ve biçimi ne olursa olsun- ancak dünya hayatının satılmasından sonradır. Sağlam bir irade ve direnme duygusuna sahip olmayan insanların, düşmanın güç ve oyunları karşısında kısa zamanda umutsuzluk ve korkuya düşmesi mümkündür. Hâlbuki sorgulama, tahkir edilme, işkence görme ve nihâyet şehidlik ile kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını; aksine cennetlere ve bunun ötesinde temiz ve özgür bir ruha sahip olacağını ve Rabbinin huzuruna bu tertemiz haliyle çıkacağını bilen bir insan için, korku son derece arızî bir şeydir.

Âhirete iman etmiş olmak, âhiret bilincine erişmiş olmak, yalnızca kafalarda âhiretle ilgili bilgileri arttırmakla, kalplerde âhirete olan inancı tazelemekle gerçekleşmez. Çünkü âhiret bilinci kafa ve kalpte başlayıp biten işlevsiz bir olgu değil; insan hayatının bütün boyutlarını ve ömrünün bütün anlarını belirleyen canlı ve dinamik bir olgudur. O yüzden Bakara suresi 4. âyette Kur’an’ın doğru yola kılavuzluk edeceği muttakîlerin vasıfları sayılırken “âhirete inananlar” değil; “âhirete yakînen (şuurlu / bilinçli olarak) iman ederler.” denilir. O yüzden âhiret bilincinin varlığını ve derecesini ölçebilmenin bir yolu sürekli olarak kafa ve kalbi gözden geçirmekse, bir diğer yolu da bizatihi yaşanan hayatı gözden geçirmek ve hesap günündeki ilahî sorguya uyup uymadığının muhâsebesini yapmaktır. Bu muhâsebe de, dünya ve içindekilere bağlılık, dünyevî zevk ve değerlere iltifat, ölüm duygusu ve gerçeğinden uzaklaşmak olumsuz; âhirete ve hesap gününe ayarlı bir hayat yaşamaya çalışmak, dünyadan, içindekilerden, geçici zevk ve değerlerden -Allah’ın istediği vasatın dışında- uzaklaşabilmek ve hayatı, enerjiyi, yetenekleri, bilgiyi, gücü, bedeni, kafayı Allah’ın davası için harcamak olumlu olarak değerlendirilmelidir. Birey olarak muhâsebesinde olumsuz hanesi ağır basanlar istedikleri kadar tevhid bilincine ulaştıklarını iddia etsinler, yaşadıkları hayatın yüzlerine çarpılacağını unutmamak zorundadırlar.

Muhâsebesinde olumlu hanesi ağır basanlar ise, zaten iç içe yaşadıkları ölümle gerçek hayata geçtikleri andan itibaren Rablerine kavuşmanın mutluluğunu tadarlar. Ne mutlu onlara! Ne mutlu, ölümden korkmayan, ölümü sevebilen, ölümü arzulayabilen, ölümle dostluk kurabilen, ölümün koynunda ömür tüketebilen Allah erlerine! “Rabbinizin mağfiretine (bağışına) ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!”[13] Âhiret bilinci; ölümü sevmek, ölümle bir yaşamak ve nasıl gelirse gelsin, ama müslümanca yaşayış üzerine gelsin, müslümana yakışır şekilde ölüme, yani cennete koşabilmektir.

Âhiret konusu, İslâm’ın olmazsa olmaz ilkelerinden biridir ve sanıldığından çok daha fazla pratik değerlere sahiptir. Müslümanın arz üzerinde küçük ve büyük günahlardan kaçınabilmesi, dünyayı gözünde küçültüp, şehid cesaretini elde edebilmesi, dünya müstekbirlerine meydan okuyabilmesi ancak bu inancın sağlamlığı ölçüsünde mümkündür. Âhiret inancı, kesin bir kanaat, bir bilinç, bir şuurdur. Yani, insan hayatına yön veren yerleşik bir idrâk etmedir. Bu yüzden Mushaf tertibiyle âhiret kelimesinin geçtiği ilk âyette[14] “yûkınûn (yakînen iman)” ifâdesi yer almış; Kur’an’ın hidâyetine erip kurtuluşa erecek muttakîlerin özellikleri arasında “âhirete yakînî iman” şartı aranmıştır.

Bir bilginin, ya da fikrin insanda, yakînen iman olması, şuur/bilinç haline gelmesi, o düşüncenin kişi gözüyle görüyor, şâhid oluyor gibi konuyla kendi arasında yakınlık kurmasıyla, o düşüncenin kişiye mal olmasıyla mümkündür. Bir konu hakkında yakîne, şuura sahip olan kişi, o konu hakkında fikrî üretkenliğe ulaşabilir, bunu rahatlıkla başkalarına aktarabilir. Bundan da önemlisi, bundan elde ettiği bakış açısı ve yönelişi kendini ilgilendiren diğer alanlara da taşıyabilir. Öyleyse, çoğu insan tarafından ilme’l- yakîn olarak bilinen âhiret konusunun ayne’l- yakîn seviyesine taşınması gerekir.

Ayne’l-yakînde kişi, şâhid olduğu şeyi gerçekmiş gibi görür. Ama bütünüyle duyumsayamaz. Çünkü bu seviye, hakka’l-yakînin alanına girer. Öyleyse ayne’lyakînin güçlendirilmesi için sembollere, teşbihlere ihtiyaç vardır. Bu teşbih ve semboller yoluyla âhiret tasvir edilir. Takvâ sahibi olup sorumluluklarını severek yerine getiren ve Kur’an’la hidayet bulanlar, âhiretten dünyaya bakar gibi, tercihini âhiretten yana yapan bir seviye kazanırlar. İşte, müslümanların âhirete imanları bu şekilde olursa, âhiret konusu bir şuur haline dönüşecek ve pratik hayata aksedecektir.

Hayata birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra sonsuzluğa uzanan biz insanların ölüm sonrası hakkında ciddi endişelerimiz yoksa; bu, hem dünyevî hayatımız, hem de uhrevî hayatımız için büyük bir tehlikedir. Bugün insanların kafalarında taşıdıkları endişelerine bakın; tamamının veya tamamına yakınının dünyevî endişeler olduğunu göreceksiniz. Kalabalık bir şehrin en yoğun noktasında durun ve oradan geçen binlerce insandan her birine şu soruyu yöneltin: “Şu anda neyi düşünüyordunuz?” Hiçbir insanın, “şu anda, bir gün öleceğimi ve yaşadığım hayatın hesabını vereceğimi düşünüyordum” dediğini kolay kolay duyamayacaksınız. İnsan, başına yüzde yüz gelecek ölüm olayını ve hesaba çekilmeyi düşünmeden nasıl yaşar? Fakat maalesef yaşıyorlar; buna yaşamak denirse.

Dünya hayatında mü’minlerin Allah’a itaat ve bağlılıklarının aynı derecede olmadığı bilinmektedir; bunun sonucu olarak ceza ve mükâfat derecelerinin de aynı olmayacağı haber verilmektedir. Bununla ilgili bir hadiste, Allah yolunda cihad edenlere hazırlanan cennetin “yüz derece” olduğu ve her derecenin gökle yer arasındaki mesafe kadar birbirinden uzak bulunduğu haber verilmiştir.[15] Sahip oldukları nimetler açısından farklı mekânlar olduğu anlaşılan bu derecelerin imanın hasletleri (şubeleri) kadar yetmiş küsür olacağı, bu hasletleri kendisinde toplayanların bütün dereceleri elde edeceği de söylenmiştir.

 

[1] ] 3/Âl-i İmran, 106 - 107

[2] ] 17/İsrâ, 19

[3] ] 102/Tekâsür, 8

[4] ] bkz. 29/Ankebut, 64; 40/Mü’min, 39; 57/Hadîd, 20 975] 99/Zilzâl, 7-8

[5] ] 2/Bakara, 48

[6] ] Bkz. 58/Mücâdele, 22

[7] ] 3/Âl-i İmran, 106 - 107

[8] ] 17/İsrâ, 19

[9] ] 67/Mülk, 2

[10] ] 102/Tekâsür, 8

[11] ] 38/Sâd, 27-28

[12] ] 4/Nisâ, 74

[13] ] 3/Al-i İmran, 133

[14] ] 2/Bakara, 4

[15] ] Buhâri, Cihad 4; Müslim, İmâre 116

SIRÂT-I MÜSTAKİM, DOSDOĞRU YOL VE YOLCU

ÂYET:

ۜ قُلْ نَِّ هُدَى للّٰهِ هُوَ لْهُدٰىۜ

[1]Asıl doğru yol, Allah’ın yoludur’ de!”وَعَلَى للّٰهِ قَصْدُ لسَّب۪يلِ وَمِنْهَا آجَائِرٌۜ وَلَوْ آَشَاءَ لَهَدٰيكُمْ جَْمَع۪ينَ۟

Doğru yolu göstermek Allah’a aittir. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi. 942

وَهَدَيْنَاهُ لنَّجْدَيْنِۚ

“Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?”[2]وَجَعَلْنَاهُمْ ئَِمَّةً يَهْدُونَ بِامَْرنَِا

“Onları (peygamberleri) emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık.”944

نَِّ هٰذَ لْقُرْنَٰ يَهْد۪ي لِلَّت۪ي هِيَ قَْوَمُ

“Şüphesiz ki bu Kur’an, insanları en doğru yola götürür.” [3]

Sırât-ı müstakıym: Dosdoğru olan yol anlamındadır. Dosdoğru yol; İki nokta arasındaki en kısa çizgiye denir. Dünya noktasından Cennet noktasına en kısa yoldan eğilip bükülmeden, yalpalamadan gidilecek yolun adıdır sırât-ı müstakıym.

“İstikamet”in esas anlamı, doğru olmaktır. Ancak, bu istikamet için esas olan doğruluk, herkesin kendi anlayışına bağlı olan göreceli doğruluk değil; iman, ahlâk, vicdan ve akl-ı selime muvâfık olan dosdoğru olmaktır. Zira bu seviyeye erişmemiş bir doğruluk anlayışı, sadece sözde ve lâfta kalır, davranış ve yaşayış haline gelemez.

Sırât-ı Müstakıym: İslâm kültüründe ilmin gâyesi tevhid; amel ve ibâdetin zirvesi, istikamettir. İstikamete erişenlerin yoluna da sırât-ı müstakıym denir. Sözlüklerde sırât, yol, müstakıym de doğru diye belirtilmiştir, ama bu “doğru”yu, düz bir hat olarak düşünemeyiz. Zaten, yuvarlak bir dünya üzerinde böylesine müstakıym bir doğru çizmek de mümkün değildir. O halde, istikametin türediği kök olan “kavm” veya “kıvam” kelimelerinin, “ayağa kalkıp durmak” mânâsından hareketle “müstakıym”e; “aşağıdan yukarıya yükselen doğru”dur, diyebiliriz. Bu durumda sırât-ı müstakıyme de; “dünya durağından mânen yükselerek Allah’a ulaşan en doğru ve en kısa yol” mânâsını vermek mümkün olur. Bu anlamda bizi yücelere doğru yükseltmek için Allah’ın gökten uzattığı ipi olan hablullaha/Kur’an’a sımsıkı yapışmak[4] istikamet için, sırât-ı müstakıym için temel şarttır.

Bu esaslara sımsıkı sarılıp istikamet etme gayreti içinde olanlar, Kur’ân-ı Kerim’de bakın nasıl müjdeleniyorlar: “Rabbimiz Allah’tır’ deyip de sonra istikamet sahibi olarak dosdoğru yaşayanlara, hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.”[5] Bu âyette sırât-ı müstakıym; Cenâb-ı Hakk’ın nimete erdirdiği kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yolu olarak târif ediliyor. Acaba, böylesine yüceltilen İnsanlar kimlerdir? Bu sorunun cevabını da yine Cenâb-ı Hak’tan öğreniyoruz: “Allah’a ve Rasûl’e itaat edenler; Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır.” [6]

HİDÂYET, YÖN BULMAK; İMAN, YÖNÜ BULDURAN KUVVET

İnsan hayatının en önemli meselesi yön bulmaktır. İman, yönü bulduran kuvvettir. Ancak bulunan yönde yürüyebilmek, bizi yol problemiyle karşı karşıya getirir. Yönün işe yaraması, bu yönde yürümemizi sağlayacak yolu gerekli kılar. Bu bakımdan Kur’an, yol konusu üzerinde çok durmaktadır. Kur’an’da geçen sırat, sebil, tarik ve şeriat kelimelerinin hepsi -aralarında nüanslar olmasına rağmen- yol anlamındadır.

YOL VE YOLCU

İnsan, her adım başında bu yoldan (sırât-ı müstakıym) sapabilir. Bu bakımdan, bir insan, ömrünün sonuna kadar dosdoğru yolda yürürken, son anlarında kâfir ölebilir. Yine, ömrünün sonuna kadar başka yollardayken, son anlarında dosdoğru olan yola girebilir. Bu bakımdan, peygamberler, örneğin Hz. Yusuf, “Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihlere kat.”[7] diye duâ etmiştir. İşte, ömür boyu Allah’ın yolunda kalabilmek ve özellikle bu yol üzerindeyken can verebilmek için her an Allah’a duâ etmek gerekir: “Rabbimiz, hidâyete ulaştırdıktan sonra kalplerimizi eğriltme ve katından bize rahmet bağışla.”[8] diye yalvarmak gerekir. “Ey kalpleri evirip çeviren, kalplerimizi dinin üzerinde sâbit kıl!”[9] diye, hem dille, hem davranışlarla niyaz etmek gerekir. İşte, dünya hayatında “sırât-ı müstakıym” üzerinde olan İnsanlar, ‘kıldan ince, kılıçtan keskince’ yolu geçen İnsanlar, âhirette de cehennemin üzerindeki “sırât”tan geçip, cennete ulaşacaklardır. Dünya hayatında, Allah’ın yolu dışındaki yollarda yürüyenler; âhirette cehenneme uzanan yola girip, ateşin içinde yuvarlanacaklardır: “Toplayın o zâlimleri, onların eşlerini ve Allah’ın dışında taptıklarını. Götürün onları cehennemin yolunu (sırâtına).” [10]

Çok değişik yollar vardır; kısa, uzun, dar, geniş, eğri, dolambaç, düz, yolcusuna sıkıntı veren, rahat yolculuk sağlayan, hedefe götüren, hedeften uzaklaştıran... Fakat bütün bu yollardan hedefe gitmeye en uygun olanı hiç itirazsız düz (kısa), geniş, rahat ve amaçlanan hedefe götürme özelliklerine sahip olanıdır. Fâtiha’nın bu âyetinde kul, Allah’tan bir istekte bulunur; bir yolcu olarak kendisine dosdoğru yolu göstermesini, böyle bir yola ulaştırmasını ister. Kulun isteği sadece doğru olan herhangi bir yol değildir. Kul, dosdoğru bir yol ister. Yolculuktan amaç, bir yere gitmek değil midir? O halde, kim yolunun dar, uzun, dolambaçlı ve bozuk olmasını ister? Kim varacağı yere gitmeyen veya çıkmaz sokaklar gibi devamı bulunmayan bir yolda yolculuk yapmak ister? Kulun isteğindeki titizliğinin nedeni işte budur. İstenilen yol dosdoğru olan yoldur. Âyetteki ‘yol’dan ne kast edildiğine gelince:

Bazı hadislerde insan bir yolcuya, dünya ise yolculuk sırasında bir süre dinlenmek için oturulan hana/otele benzetilir. Bu hanın biri giriş, diğeri çıkış için iki kapısı vardır. Dünya hayatı, sonu ebedî geleceğe, yani âhirete çıkan bir yoldan ibârettir. “Sizden her birinize bir şeriat ve bir yol belirledik”[11]; “De ki, şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah’ı birleyen, tevhid ehli İbrâhim’in dinine iletti. O, şirk/ortak koşanlardan değildi.”[12] Bu ve diğer bazı âyetlerden de anlaşılıyor ki, “yol”dan maksat din, yani inanç ve hayat tarzının dayandığı esaslar ile bu esasların oluşturduğu yaşam şeklinin kendisidir. Bu durumda dosdoğru yola iletilme isteğinden, “Beni dinlerin inanç ve hayat tarzlarının en doğrusuna, doğruluğu konusunda hiçbir şüphe taşımayanına sahip ve mensup kıl!” anlamı kastedildiği anlaşılır. Sırât-ı müstakıym; İslâm, Kur’an ve Rasûlullah’ın yolu ve bunların dayanağı Allah’ın bildirdiği vahiydir. Fâtiha sûresinin söz konusu âyetinden, kulun Allah’tan, kendisini Allah tarafından tayin olunan bir hayat tarzına iletmesini istediği anlaşılır. Bu isteğinde ve ısrarında da haklıdır. Çünkü insanlık tarihi, insanın bireysel ve toplumsal hayatını kuşatan sistem arayışlarıyla doludur. Filozoflar, bilim adamları ve düşünürler... tarafından oluşturulan sistemlerin tamamı İnsanlığı huzur ve saâdete kavuşturacağı iddiasıyla ortaya çıkmış; uygulama imkânına kavuşanlarsa hep zulme ve sömürüye neden olmuş, arkalarında perişan İnsanlar veya darmadağın toplumlar bırakarak tarihin sayfalarına gömülmüştür. Bu nedenle, insanın bireysel ve toplumsal hayatın şeklini ve yönünü tayin edecek esaslar belirleme gayretinin Kur’ân-ı Kerim tarafından dayanaksız bir çaba olarak nitelendirilmesi955 oldukça anlamlıdır. Böylesi bir gayretin çözümsüz olduğunun belirtilmesi de oldukça gerçekçidir. Çünkü bu konu insanın ilmini, güç ve yeteneklerini aşar. Bu iş, âlemlerin rabbi Allah’a ait olup insanların bireysel ve toplumsal hayatlarında gerçek huzur ve saâdeti sağlayacak bir sistemin sahibi ancak O’dur. “De ki: Yol gösterme ancak Allah’ın yol göstermesidir.”[13]; “Asıl doğru yol, Allah’ın yoludur’ de!”957; “Yolu doğrultmak Allah’a aittir.” [14]

Dosdoğru yolun, dosdoğru inancın ve hayat tarzının ne olduğu Kur’an’da bildirilip gösterilmiştir: “Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?”[15]; “Onları (peygamberleri) emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık.”[16]; “Şüphesiz ki bu Kur’an, insanları en doğru yola götürür.” 961

İbn Mes’ud (r.a.), konuyla ilgili olarak şunu naklediyor: “Hz. Peygamber bir gün yere düz bir çizgi çizdi ve ‘Bu Allah’ın yoludur’ dedi. Daha sonra bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizerek: ‘Bunlar ise diğer yollardır. Her biri üzerinde yanlışa dâvet eden birtakım şeytanlar vardır’ buyurdu. Arkasından da şu âyeti okudu: “Şu emrettiğim yol, Benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun! Başka yollara ve dinlere uyup gitmeyin ki sizi O’nun yolundan saptırmasın.

(Azâbından) korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye ediyor.” [17]

Acaba insan, asıl gayesi olan, kurtuluş yolu olan cennet yoluna mı gider, yoksa bu güzelim yoldan saparak (dalâlet), isyan çölleri içinde bocalar durur mu? İşte, bu sorunun cevabı olarak hâdî olan Allah, hidâyet kitabı olarak Kur’an’ı göndermiş, insanların çölleştirdikleri yollardaki karanlıkları aydınlatmış, onlara yol göstermiştir.

Müslümanlar için gerçek gaye; Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bu, dünya ve âhiret mutluluğu demektir. Hedefe en kısa ve sağlam yoldan kavuşmak ise, bütün müslümanların ortak arzusudur. Genel anlamda insanı, özel manada da müslümanı, İlâhî hoşnutluğa ve gerçek mutluluğa aday kılan Allah, hidâyet etmiş, peygamberi aracılığı ile kendisine giden doğru ve en kısa yolu tanıtmıştır. Bu yol, hiç şüphesiz ki doğru yoldur (sırât-ı müstakîm). Allah, bu yolu İlâhî rızâya ve mutluluğa kavuşmak için vesile kıldığını ve ona uyulmak gerektiğini çeşitli âyetlerle açıklamıştır. Bunlardan biri: “İşte Benim doğru yolum bu, ona uyun! Başka yollara uymayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın. (Azâbından) korkarsınız diye (Allah) söze böyle tavsiye etti.” [18]

Dünyada İslâmî devlete, âhirette tükenmeyen Cennete çıkan bu sırât-ı müstakîmi Rabbimiz’den istiyoruz. Gazaba uğrayanlarla sapıkların yolunu istemiyoruz. Yâ Rabbi, diye milyonlarca kere dua ediyor, âmin diyoruz. “Bize hidâyet ver; dosdoğru yola bizi yönlendir.” Mekke’ye, Kudüs’e gidecek olursanız, önce araştırırsınız: Hangi şirket, hangi yoldan, kaç liraya, kaç günde getirip götürür diye bilgi ve broşür edinirsiniz. Allah (c.c.) da şöyle demiş oluyor: Siz şimdi doğru yolu; dünyada devlete, âhirette Cennete götürecek sırât-ı müstakîmi mi istiyorsunuz? Buyurun: “Elif Lâm Mîm. İşte bu Kitap, O’nda hiç şüphe yoktur. Müttakîler için hidâyettir, doğru yolu gösterendir.” [19]

YOL VE YOLCULUK ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

“Bu dünyada bir garip gibi yaşa; yolcu gibi ol!”[20] Dünya iki kapılı bir han/ otel; insan da yolcu. Hidâyet ve dalâlet adlı iki yol var; birinin son durağı cennet, diğerinin de ateş. Yolcuyu yoldan, yolu yolculuktan, yolculuğu menzilden ayrı değerlendirmek yanlıştır. Yolu bilmeyenlerin, yoldan çıkmış ve bâtıl/yanlış yolda olanların hak yolun yolcusunu anlamaları çok zordur. Yol hikâyesi okumak, kişiyi yolcu yapmaya yetmez. Yolcuyu anlamanın en kesin ve kestirme yolunun yola çıkmak ve yolcu olmaktan geçtiğini bilmeyenler, “dosdoğru yol”u ve “o yolun yolcuları”nı anlayamaz. Sırât-ı müstakıym adlı o yol, insanlık tarihiyle yaşıttır ve dünyanın sonuna kadar, yolun en sonuna kadar yolcuları bitmeyecektir. Ömür biter, yol bitmez; ama her yol cennete gitmez.

Kutlu yolun sâdık yolcuları, yolunu kesmek isteyen eşkiyâlara karşı yol silâhlarını yanlarından ayırmazlar; onlar, tüm şartlarda yürüyen kervanın yolcularıdır. Onlar bilirler ki, yolcu yolunda gerek. Neticeye ulaşmak isteyen bir yolcunun, tüm dikkatini diğer yolculara veya yoldan çıkanlara değil; yola vermesi gerektiğinin şuurundadır güzel yolcu.

Yolculuk yapmak yerine, yola yatan, bir engele takılıp düştüyse kalkmak için çabalamayan, yolun kendi bulunduğu şeridinin dışındaki şeritlerden gidenlere çelme takıp tekme atan, yoluna devam etmeyi bırakıp yol, yolcu ve menzil üzerine nutuk atanlar, doğru yolun dosdoğru yolcuları olma vasfını kaybetme riskleri büyük olan, yoldan çıkmaya aday kimselerdir. Çıktığı yolda kurallara uygun şekilde yarışan, yol arkadaşlarıyla yardımlaşabilen, yola gelmeyen insanlara acıyıp yolun genişliğini ve güzelliğini onlara da göstermeye çalışarak yolculuğunu bitiş noktasına kadar sürdüren insan, yolun sonunda ödül almaya hak kazanacaktır.

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol;

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” [21]

“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak;

Haykırsam kollarımı makas gibi açarak.” [22]

Dönülmez ufkun akşamlarına gelmeden ve yol yakınken, dosdoğru yolun doğru yolcusu olarak yola düşmek, yola koyulmak yakışacaktır âhiret yolcusuna. Yolda yorulmak normaldir, hatta yalpalayıp sendelemek de. Ama düşe kalka da olsa yola devam gerek; yola yatıp yolu kapamak, diğer yolculara da ihânettir. Yolu tıkamaktansa yoldan çıkıp başkalarına yol açmak, menziline ulaşmak isteyenlere yol vermek, hiç değilse diğer yolcuların, o yola baş koyanların bedduâsından kurtulmak demektir.

Başkalarını yola getirmek için, yola çağıranın öncü ve yolcu olması, yola düşmesi şarttır. Yol göstermek için, yolu, yoldaki engelleri bilmek ve yol haritasına sahip olmak da gerekecektir. Doğru yolu bulmak ve yoldan çıkmamak için, rehbere ve yoldaki işaretlere uymanın olmazsa olmaz önemde olduğu unutulmamalıdır. Dünya gurbetinde yol alan kişinin ana vatanı ve baba ocağı cennete ulaşmaması için, kırk harâmîler yol başlarını tutmuş, yolları kesmiş olsa da, yolsuzluk içinde yollanıp yolunu bulanlar, yolu şaşırtmaya çalışsa da, yolcunun azığında takvâ var ise çıkış yolu ihsân edecek, sırât-ı müstakıyme hidâyet edecektir yolun sahibi.

Tüm yolsuzlukların ve yoldan çıkmanın sebebi, hak yoldan sapmaktır. Her şeyin yolu yordamı olur da sonucu cennete çıkacak güzel yolun düzeni, işaretleri ve kuralları olmaz mı? Asgarî ve âzamî hız belirtilmez mi? Çok yavaş gidenin, doğru yolda zikzaklar çizen, hangi şeritte gittiği belli olmayan yolcunun kazaya uğrama riski gibi; aşırılıkları seven sürat tutkunu İnsanların da ulaşmak istedikleri yere sağ sâlim erişmeleri zordur. Sırat köprüsü gibi uzun ince yolun, yolunca geçilmesi için, yoldaş ve yol arkadaşlarının aynı yolun gerçek yolcularından seçilmesi gerektiğini unutmamalı yolcu.

Kalabalık yolda arabamıza yolcu çağırmaktır tebliğ. “Kalabalık yol” dedim. O kadar çok araba var ki yolda… Kimi süslü-püslü, nefse hoş gelecek görüntülerle döşenmiş, kimi modern mi modern. Bazı arabalar süratiyle, bazıları kalabalık yolcularıyla aday yolcuları cezbediyor. Arabanın nereye gittiği, çoğu yolcunun umurunda bile değil, kimi arabaların zikzak çizmesi, bir km. ileri, 2 km. geri gitmesi de.

Arabalarına çeşitli yöntemlerle çağıranlar da çok. Otogarlardaki çığırtkanlar gibi bazıları. Yaka-paça zorla kendi arabalarına bindirecekler neredeyse yolcu adaylarını. Yarı yolda indirecek mi, kazaya kurban mı edecek, şoför ehliyetsiz mi, hepsinden önemlisi araba hangi istikamete gidiyor, belli değil.

Bazıları da yolun kapalı olduğunu, nice insanın yoldan geri döndüğünden yola çıkarak tahminle karışık değerlendiriyor. Aslında kapalı olan, yoldan kaçmaya çalışanın alıcıları. Yol almak isteyene yol açık, bahaneyi bırak sen de yola çık.

Üzerinde Washington, ya da İsrail yazdığı halde “bu araba Mekke’ye gider” diyen çığırtkanlar mı ararsınız, soyguncu şeytanla işbirliğinden sâbıkalı şoförler mi, hepsi mevcut.

Bütün bunlar ve benzerleri sizi korkutmasın. Siz de arabanızı hazırlayın; daha doğrusu Nuh’un gemisinin servis otosu için yolcu çağırmaya çalışın. Aman ha unutmayın; ilk işiniz çok yolcu almaktan önce, tertemiz arabaya leke sıçrat(tır)mamak. Sürat yapılmayacak yerdeki sürat, yoldakilerin üzerine çamur sıçratabilir mümkün ki. Az önce çamura boyadığımız kişiyi hangi yüzle arabanıza çağırabilirsiniz ki?! Yoldaki İnsanların niceleri yolcu olduğunun farkında bile değil; istikametlerinin farkında olmadıkları gibi. Sanki kör ebe oyunu oynuyor; önüne kim geçtiyse onu şoför olarak seçebiliyor. Körlere kılavuzluk çok zor değildir, ama kör olduğunun farkında olmayan bakarkörlere, sarhoşlara rehberlik ve onları gitmeleri gereken yere yönlendirmek zorun da zorudur.

Yolda kalmışları, yoldan çıkanları, yanlış araba ve kötü şoför seçenleri iknâ etmek kolay olmasa gerek. Başka şoför ve arabalarla uğraşıp boşa vakit geçirme. Ezanı oku, ezandaki tevhidî dâvetle kurtuluş gemisine çağır İnsanları. “Kurtuluş gemisi” dedim; bu, senin-benim derneğimiz, vakfımız, radyomuz, dergimiz, partimiz, tarikatimiz, cemaatimiz… değil. Belki o hüsn-i zanla biniyoruz o arabalara ve sırât-ı müstakıym yolcusu olduğumuz konusunda hiç şüphemiz yok; olsun! Yolcuları veya yolcu olmadığını sanan yolcu adaylarını başka bir beşerî tabelaya / çalışmaya değil; Allah’a dâvet etmeliyiz, sadece Allah’a, O’nun yoluna (İslâm’a), O’nun kitabına; O’nun peygamberinin yaptığı gibi.

“Şüphesiz bu Benim dosdoğru yolumdur, ona uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yol sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte (kötülükten) sakınmanız ve takvâlı olmanız için Allah size bunları emretti.” [23]

“Sadece Bana ibâdet ve kulluk edin. Dosdoğru yol budur.”[24]

“De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol (basîret) iüzerindeyiz (kör bir saplantı içinde değiliz). Allah’ı (ortaklardan) tenzih ederim. Ve ben şirk koşanlardan değilim.” [25]

Dünya hayatının nazenin yolcuları! Sizler için açılmış nice yollar var. Fakat, bu yolların sadece birinden gitmeniz istenmiş sizden. Dünya hayatı bir labirent gibi... Çıkış yolu bir tane... Aramak, bulmak lâzım. Bunun için de labirenti kuşbakışı görebilecek yerde durmak gerek. Deneme yanılma yoluyla da belki çıkış yolu bulunabilir. Fakat süreli bir arama içinde buna vakit yok. Öyleyse “yolcu yolunda gerek” uyarısına kulak verip, bizim için açılmış doğru yolda, yola devam etmeliyiz. Gereksiz meşguliyetlerle yerimizde saymak ciddi bir zaaf. Yolculuğumuzda tahribat oluşturacak tavırlara göz yummak da bir fâcia. Gideceğimiz yolun tahrip olması bizim yürüyüşümüzü zorlaştıracaktır. Hele yol kesicilerin güçlenmesine izin vermek yolculuğu sekteye uğratacaktır. Onlarca yolsuzluğun yaşandığı dünyada, ana yola (sırât-ı müstakıyme) açılacak zeminler oluşturmalıyız. Şairin dediği gerçeği haykırmalıyız. “Yol onun, varlık onun; gerisi hep angarya/ yüzüstü çok süründün ayağa kalk ......”

Yol açmak... Ulaşılamayan nice köylere, nice insanlara, nice cevherlere... Önder olmak, öncü olmak. Bize dosdoğru yolu açanın da bizden istediği bu değil mi? İyi bir işte “çığır” açanların, arkasından gelenler kadar sevap kazandığı müjdesini alıyoruz; tabii bunun tersi de mümkün.

Elbette merkeze ulaştıracak yolları açmak her zaman kolay olmuyor. Bazen kazma kullanmak yeterli iken, bazen de buldozer ya da dinamit kullanmak gerekebiliyor. Hiçbir yol açma görevlisi, karşılaştığı dağ gibi engellere gelince “buraya kadar!” dememiştir, deme hakkı yoktur. Çözüm bulmuş, meydan okumuş: “Dağlar seni delik delik delerim, kalbur alır toprağını elerim” demiş, tünel açmış, köprü kurmuş; şehirleri kasabalara, kasabaları köylere bağlamış, İnsanı İnsana kavuşturmuştur.

Bütün bu işleri beceren dünya hayatının nazenin yolcuları! Hemcinslerinizi yoldan çıkarmaya çalışan, Yaradan’a götüren yolu tahrip eden yolsuzlara karşı kullanacak kazmanız, buldozeriniz, dinamitiniz yok mu? “Yolcu yolunda gerek”, eğleşmek size göre değil.

Yol açanların aynı zamanda yolculuğu kolaylaştıracak yürüyüş tarzı geliştirmeleri gerekir. Zira sırat-ı müstakıym adlı ana yolun sahibi o yolun yolcularına yolu kolaylaştırmıştır. Seçtiği yol önderi de “kolaylaştırın, zorlaştırmayın” uyarısında bulunmuştur.

Açtığınız yollarda yürüyen yolculara, kendilerinin de yol açma sorumluluğunun olduğunu; en azından açamıyorlarsa da, yolda yatıp eğleşerek arkadan gelenleri oyalamamaları gerektiğini hatırlatın. Çoğu idealist yolcular realist yolculara takılıp hızlarını yavaşlatmışlardır. Bu durumda yola devam ederken yoldaşımızı da doğru seçmemiz gerekliliği ortaya çıkıyor.

Yola çıkarken yalnız kalma tehlikesini de göze almalıyız. Eğer çevremiz, korkaklar, tembeller ve zoru göze alamayanlardan müteşekkil ise bu tehlike ile her zaman karşı karşıyayız. Ama yola sebatla devam edersek, A mıntıkasında olmasa da, B mıntıkasında kendimize göre yoldaş bulma ümidi vardır. Zira, dosdoğru yolun sahibi bizzat kendisinin yoldaşımız olacağını vaad ediyor.

Her şeye rağmen yoldaşınızı çok iyi seçmek zorundasınız. Duygusallığa, zaafa yer yok bu yolculukta. Yolcu ve yoldaş yolunda gerek.

Bugün yolunda gitmiyorsa işler, yolsuzlukla uğraşanlar ve bunların yolsuzluğuna göz yumanlardadır suç. Küçük bir tahribatın onarılmaması gayya çukurlarının oluşmasına sebebiyet verecektir. Yoldan sorumlu sorumsuzların ihmali nasıl kazalara sebebiyet veriyorsa, ana yolun sahibine yapılan haksızlıklara göz yumanların âkıbeti nasıl olacak?! Sırât-ı müstakıym adlı doğru yol da bir tanedir, sahibi de. Kimse ortak olmaya çalışmasın. Bu yolsuzluğu savunacak avukatlara da söz yok orada. Yoldaşlık ana yolun sahibine göre değilse bu yoldaşlık külfet. Yolun sonunda hesaptan kurtulmak için yoldaşını bile feda eder yolcu. Fakat nihai sonda yoldaş yoldaşa hiç bir şey yapamaz. Ve o gün geldiğinde... Ana yolun sahibinin diğer yolları ortadan kaldırdığı, yolcuları tek bir merkezde topladığı gün, o gün geldiğinde... eğleşen İnsanlar yarışı kaybettiklerini anlayacaklar; kazanmak için yeni arayışlar içine girecekler, ama... artık o engele ne kazma, ne buldozer, ne dinamit...

YOLCU YOLUNDA GEREK...

Dosdoğru yolun sahibine doğru giderken her birimiz dönüşü olmayan bir yola giriyoruz. Dünya yollarına benzemiyor. Bütün yollar Roma’ya çıkmıyor. Bütün yolcularda Roma’ya gitmiyor.

Ey doğru yolun doğru yolcuları! Gerek yaya, gerek koşarak, gerek bineklerle yola devam edin, ama sakın ha yolda çakılıp kalmayın, yolda yatıp eğleşmeyin. Parsanın payı sadece size ait. Haydi koşun... Yolcu yolunda gerek. Ne kadar yol koştunuz, ne de çabuk yoruldunuz? Daha gidilecek çok yol var. Haydi yola!

Yolda giderken yürüyüşünüze de dikkat edin. Anayolun sahibi öyle istiyor. Yolsuz yolcular gibi mağrurluk, zâlimlik, ayağınıza takılanı ezmek yok bu yürüyüşte. Başı havada gitmek de yok. Yolda kalmışa iyilik yapacaksın, yolcuya hakkını vereceksin, sağına soluna bakıp senden önceki yolcuların bıraktıklarına bakıp tefekkür edeceksin. Ve anayolun sahibini her handa zikredeceksin. Zira güzel yolculuğun referansı bu.

Yol ağzında, yol ayrımındayız; bitmek bilmeyen dünyevî işleri yoluna koyma uğraşıları, bizi ana yolumuzdan etmemeli, burada misafir ve yolcu olduğumuzu unutmamalıyız. Yoldan kalmamalı, yolumuza/hedefimize bakmalıyız ki, yolumuzu gözleyenlerin gözleri yolda kalmasın.

Yol açıklığı ver yâ Rab! Bizi yolumuzdan etmek isteyenlere fırsat verme. Bizi kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru yola hidâyet et; yoldan sapmış ve gazaba uğramışların yoluna değil Allah’ım!

 

[1] ] 2/Bakara, 120 942] 16/Nahl, 9

[2] ]943]  9021/Beled, /Enbiyâ, 1073

[3] ] 17/İsrâ, 9

[4] ] 3/Âl-i İmrân, 103

[5] ] 46/Ahkaf, 13

[6] ] 4/Nisâ, 69; Hayri Bilecik, Mefhumlardan Tefekküre, Hülbe Y., s. 99 vd.

[7] ] 12/Yûsuf, 101

[8] ] 3/Âl-i İmran, 8

[9] ] Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13

[10] ] 37/Saffât, 22-23; Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 129-130

[11] ] 5/Mâide, 48

[12] ] 6/En’âm, 161

[13] 5] 68956] 6/En’âm, /Kalem, 36-41; 53/Necm, 71        28

[14] ] 2958] 16/Bakara, /Nahl, 1209

[15] ] 90/Beled, 10

[16] ] 21/Enbiyâ, 73 961] 17/İsrâ, 9

[17] ] 6/En’âm, 153; İbn Mâce, Mukaddime 1

[18] ] 5/En’âm, 153

[19] ] 2/Bakara, 1-2

[20] ] Buhârî, Rikak 3. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 25; İbni Mâce, Zühd 3

[21] ] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat

[22] ] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile

[23] ] 6/En’âm, 153

[24] ] 36/Yâsin, 61

[25] ] 12/Yusuf, 108

DÜNYA ÇÖLLERİNDE CENNET YOLUNU ŞAŞIRAN

KİMSEYE KILAVUZLUK: HİDÂYET

ÂYET:وَلَّذ۪ينَ هْتَدَوْ زَدَهُمْ هُدًى وَتٰٰيهُمْ تَقْوٰيهُمْ

“Hidâyeti kabul edenlerin (ihtedev), Allah hidâyetlerini artırır.” [1]

نَِّ لذ۪ينَ مَٰنُو وَعَمِلُو لصَّالِحَاتِ يَهْد۪يهِمْ ربَُّهُمْ بِا۪يمَانِهِمْۚ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهِمُ لْانَْهَارُ ف۪ي جَنَّاتَِّ لنَّع۪يمِ

“İman edenler ve sâlih ameller işleyenleri imanlarına karşılık Rableri onları hidâyete erdirir, doğru yola eriştirir.” [2]

كَيْفَ يَهْدِي للّٰهُ قَوْماً كَفَروُ بَعْدَ ۪ يمَانِهِمْ وََشَهِ آدُو نََّ لرسَُّولَ حَقٌّ وَ آجَاءَهُمُ لْبَيِّنَاتُۜ وَللّٰهُ لَا يَهْدِي لْقَوْمَ لظَّالِم۪ينَ ﴿٨٦﴾

“İman ettikten, Peygamber’in hak olduğuna şehadet ettikten, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir topluluğu, Allah nasıl hidâyet eder?” [3]

وَللّٰهُ لَا يَهْدِي لْقَوْمَ لظَّالِم۪ينَۚ

[4]“Allah, zalimler topluluğuna hidâyet etmez.” لَيْسَ عَلَيْكَ هُدٰيهُمْ وَلكِٰنَّ للّٰهَ يَهْد۪ي مَنْ يَ آشَاءُۜ

“Onların hidâyetleri sana düşmez, fakat Allah dilediğini hidâyet eder.” [5]

Hidâyet kavramı Arapça’da; yol, yön, sîret, maksat, adak, bir şeyin benzer, misli ve bir adamın içinde bulunduğu hal, durum, doğru yol gibi değişik fonksiyonlu anlamlar taşır. Hidâyet, bu bakımdan insan hayatının tümünü kapsayan bir ölçü konumundadır. Genel anlamda hidâyet kavramının, bir insanın kendisine yöneldiği ya da yönlendirildiği, inanç ve yaşama biçimi olarak değerlendirmek mümkündür.

Çölün ortasında yolunu şaşırıp kaybeden bir kimseyle, bir rehber yardımıyla gideceği yeri, yönü rahatça tayin edip bulan kimse bir olmaz. Bu bakımdan hidâyetin tam karşısına da şaşırmışlık, sapmışlık, anlamına gelen dalâlet kavramının yerleştirildiği görülür. Çünkü her şey kendi zıddına nispetle daha gerçek anlam taşır. Öyleyse insanı, tâğutlar tarafından çölleştirilmiş hayat yolunda doğru istikamete götürecek, sapmalardan koruyacak, doğru yön tayin edecek kılavuz nedir? Cevabı hidâyet kitabı versin: “De ki: Hidâyet/doğru yola kılavuzluk; ancak Allah’ın hidayetidir.”[6]; “Seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?”[7]; “Yolun doğrusunu göstermek Allah’a aittir. Yolun eğri olanı da vardır. Allah dileseydi hepinizi hidayete iletirdi.” [8]

Hidâyet; doğru yolu bulma, açıklama, ilham etme, muvaffak kılma anlamlarına gelmektedir. Terim olarak hidâyet; küfür, şirk ve sapıklıklardan kurtularak, İslâm’ın aydınlık yoluna girmektir. Hidâyet, lutf ile olan rehberlik demektir. Allah Teâlâ’nın, lütuf ve keremiyle, kuluna sonu hayır ve mutluluk olacak isteklerinin yollarını göstermesi veya yola götürüp muradına erdirmesidir. Sadece yolunu ve sebeplerini göstermeye irşâd; neticeye erişinceye kadar yola götürmeye de tevfîk denir. Hidâyette istenen, hayra ulaştırmaktır. Meselâ, hırsıza yol göstermeye hidâyet denmez. Hidâyeti buldurmaya “ihtidâ” veya “hüdâ” denmektedir. Allah’ın güzel isimlerinden biri de “el-Hâdî”, yani hidâyet veren, hidâyete erdirendir.

Allah, hâdîdir; yani kendisini tanıma yollarını kullarına gösterip tanıtan, onları Rubûbiyetini ikrar edici kılan, necat (kurtuluş) yolunu gösterip açıklayan, her yaratığın bekası ve varlığını sürdürmesi için gerekli olan cihetlere yönelten zattır. Bundan fazla olarak, kullarından dilediğini tevhid nuruyla müşerref kılar, istediğini dosdoğru yola hidâyet eder. Ayrıca bütün diğer yaratıkları faydalarına olan yöne sevkeder, rızık arama yollarını, zararlardan sakınmalarını ilham eder. İmam Gazali, bu ikinci nevi hidâyete bazı örnekler verir: Yeni doğan yavruya memeyi tutmasını, civcive çıkar çıkmaz daneleri toplamasını, arıya yuvasını altıgen şeklinde yapmasını vb. gibi her canlı için en uygun şartı ilham eder. Hidâyetin zıddı dalâlettir. Dalâlet; sapmak, şaşmak, karanlıkta kalmak, bocalamak ve kaosa yenik düşmek anlamlarına gelir. Dalâlet, doğru yoldan bile bile veya iğfale kapılarak sapmaktır. “İhdinâ” kelimesinin Türkçeye çevrildiğinde en uygun tabir: “bize hidâyet et” ifadesidir. Merhum Elmalılı’nın açıklamasına göre: “İhdinâ” kelimesini “göster” diye tercüme etsek, götürmek kalır. “Götür” deyince, letafet kalır ve hiç biri tam anlamı ifade etmez. En uygunu Türkçeye de yerleşmiş olduğu şekliyle “bize hidâyet et” ifadesidir. Yani hidâyet, tek kelimeyle tam olarak tercüme edilemez.

Hidâyet, bir yolu göstermek ve o yolda sebatı sağlamada yardımcı olmaktır. Yalnız göstermek, dinin anladığı manada hidâyeti ifade etmez. Gösterilen yolda sebata yardım etmek de vahyin hidâyetinin bir parçasıdır. O yüzden daha çok hidâyete ermiş insanların okuduğu Fatiha suresi 5. âyetindeki “ihdinâ” kelimesine, bazı müfessirler; “bize verdiğin hidâyette sebatımızı nasib et” anlamı vermişlerdir.

KUR’AN’DA HİDÂYET

Hidâyet, Kur’an’ın en önemli kavramlarından birisi olmakla beraber, aynı zamanda zıddı olan dalâletle birlikte Kur’an’da en çok zikredilen kelimelerdendir. Hidâyet kelimesinin kökü olan “Hdy” kelimesi ve türevleri Kur’an’da 317 yerde geçer. Hidâyetin zıddı olan dalâlet kelimesinin kökü “d-l-l” ve türevleri ise toplam 188 yerde kullanılır. Hâdî, hidâyet eden, hidâyet yaratan, istediğini hayırlı ve kârlı yollara muvaffak kılan anlamına gelir. Kur’an’a göre mutlak Hâdî, Allah’tır. Mutlak Hâdî olan Allah’ın insanlara olan hidâyetinin ise dört şekilde olacağı beyan edilmektedir:

  • Hidâyetin bütün mahlûkata şamil olması. Bu, Allah’ın onlara akıl, zekâ ve zaruri bazı bilgiler ihsan etmesidir. Tâhâ, 50 ve A’lâ, 3 âyetlerinde bu tür hidâyetten bahsedilir.
  • Peygamber ve Kitaplarla insanları çağırdığı hidâyet. “Onları, buyruğumuz ile, insanları doğru yola götüren (yehdûne) önderler yaptık.”[9] âyetinde olduğu gibi.
  • Bu hidâyeti kabul eden ve doğru yolda olanlara tevfik hidâyeti, onları bu hidâyete muvaffak kılması. “Hidâyeti kabul edenlerin (ihtedev), Allah hidâyetlerini artırır.”[10]; “Allah, iman edenleri hidâyet etti.”[11] âyetlerinde olduğu gibi.
  • Âhirette cennete hidâyet edip iletmesi. “Hamd Allah’a olsun ki, bizi buna hidâyet etti.”[12] âyetinde olduğu gibi.

İnsan, bir başkasını, bu dört hidâyet çeşidinden sadece davet ve yolu tanıtmak suretiyle hidâyete sevkedebilir. Hz. Peygamber’e hitaben: “Muhakkak ki sen, dosdoğru yola hidâyet edersin.”[13]; “Her millet için hidâyet eden (yani, davet eden) vardır.”[14]gibi âyetlerde kasdolunan hidâyet, bu nevidendir. Gerekli istidatları, tevfik ve âhirette mükâfat verme şeklinde olan öbür hidâyet çeşitlerine ise: “Sen istediğini hidâyete erdiremezsin”[15] (Hitap özellikle Hz. Peygamber’edir.) gibi âyetler işaret eder. Allah’ın; zalimler, kâfirler, fasıklar hakkında menettiğini bildirdiği her âyette, üçüncü nevi, yani “hidâyeti kabul edenlere mahsus olan tevfik hidâyeti” söz konusudur. Cennete koymak ve âhirette mükâfat vermekten ibaret olan dördüncü kısma giren hidâyet ise şu gibi âyetlerdedir: “İman ettikten, Peygamber’in hak olduğuna şehadet ettikten, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir topluluğu, Allah nasıl hidâyet eder?”[16]; “Allah, zalimler topluluğuna hidâyet etmez.”[17]; “Onların hidâyetleri sana düşmez, fakat Allah dilediğini hidâyet eder.” [18]

Hâdî, cahiliyye devrinde, yolları iyi bilen ve insanlara yol gösterip, varacakları yerlere götüren kimseye denilmektedir. Kur’an, sâlih amelle hidâyet arasında yakın bir münasebet olduğunu açıklar. Tevbe-iman-sâlih amel üçlüsünün neticesinde hidâyete ulaşılmaktadır.[19] Başka bir ifadeyle hidâyet, tevbe-iman-sâlih amelin doğal neticesidir. Hidâyete ermenin, iman ve sâlih amellerle olacağını şu âyette de görmekteyiz: “İman edenler ve sâlih ameller işleyenleri imanlarına karşılık Rableri onları hidâyete erdirir, doğru yola eriştirir.”[20] Başka bir âyette de hidâyet ve ıslah arasında bir ilginin varlığı görülmekte olup, şöyle buyrulmaktadır: “Onları hidâyete erdirir, doğru yola eriştirir ve durumlarını düzeltir.”[21] Âyette doğru yola eriştirilen ve durumları düzeltilenler, surenin baş tarafında ifade edildiği gibi, iman eden ve sâlih amel işleyenlerdir. [22]

HİDÂYET, YÖN BULMAK; İMAN, YÖNÜ BULDURAN KUVVET

İnsan hayatının en önemli meselesi yön bulmaktır. İman, yönü bulduran kuvvettir. Ancak bulunan yönde yürüyebilmek, bizi yol problemiyle karşı karşıya getirir. Yönün işe yaraması, bu yönde yürümemizi sağlayacak yolu gerekli kılar. Bu bakımdan Kur’an, yol konusu üzerinde çok durmaktadır.

Kur’an’da geçen sırat, sebil, tarik ve şeriat kelimelerinin hepsi -aralarında nüanslar olmasına rağmen- yol anlamındadır.

HİDÂYET İSTEĞİ VE HİDÂYETTE DEVAM

Fâtiha sûresinde “ihdinâ” (bize hidâyet et) diye dua ediliyor. Dalâlette bulunanların hidâyet istemesi, hidâyetin meydana gelmesini istemek; hidâyette bulunanların hidâyet istemesi de sebat ve hidâyet mertebesinde yükselmeyi istemek anlamındadır. Bizi hidâyet üzere sâbit kıl, hidâyetten ayırma demektir. Şu âyette buna benzer dua ifadesi vardır: “Ey Rabbimiz, bizi hidâyete ulaştırdıktan sonra, kalplerimizi saptırma.”[23] Nice âlim ve âbid vardır ki, onun kalbine küçük bir şüphe düşmüş, böylece de Hak’tan sapmış, ayağı kaymış ve dosdoğru yoldan, müstakim dinden dönmüştür. Müslümanca bir hayat önemlidir, ama müslümanca ölmek çok daha önemlidir. “Başka türlü değil, sadece müslüman olarak ölün.”[24] Tabii, Müslümanca ölmek için Müslümanca yaşamak şarttır. Biz, her an hidâyette kalabilmek, doğru yoldan sapmamak için Allah’ın yardımına muhtacız. Zaten suredeki tüm cümleler istimrarı (devamlılığı) ifade etmektedir. Hamdler, sürekli O’na; ibâdetler, tâatler ve dualar da kesintisiz O’nadır.

Hidâyet, bizi hakka götüren her türlü meziyet, araç, akl-ı selim, Peygamber ve Kitap’tır. Müstakim yolda kalabilmemiz, kesintisiz olarak bunlara sahip olmakla mümkündür. Sürekli akl-ı selim sahibi olmak, vahiyle irtibatlı bulunmak, Peygamber’e bağlı kalmak; dosdoğru yolu bulmak kadar, o yolda kalmak için de önemlidir. Öte yandan müslüman daha ileriye, en ileriye taliptir. Zarardan kurtulmak için, mü’minin iki günü birbirine denk olmamalıdır. İlmî ve amelî yönden de kendini sürekli yenilemeli, hidâyet yolunda mesafe kat etmeye, dosdoğru yolun en ilerisinde yer almaya gayret etmelidir. İşte bu duamızla biz, Rabbimiz’den hidâyetimizin artırılmasını da istiyoruz.[25]

Bu âyetten hemen önce “Ancak Senden yardım isteriz.” denilmişti. İşte, bu duanın nasıl yapılacağını göstermek için duaya başlanıyor: “Hidâyet eyle bizi doğru yola...” Bu talep ve dua, istianenin öneminin ve genişliğinin tatbik sahasını gösteriyor. Dua ve isteğe ne suretle başlayacağımızı, Allah’tan ne istememiz gerektiğini, bizim için en büyük ve en değerli şeyin ne olması gerektiğini öğretmek için böyle dua etmemiz telkin edilmiş oluyor.

“İhdinâ” (Bizi hidâyete erdir) ifadesi, ne istediğimizi anlatmaya yetebilirdi. Ama bununla yetinilmedi. Nereye hidâyet edilmesi, hangi yola Allah’ın bizi iletmesini istediğimiz de “es-sırata’l-müstakıym” ifadelerinde açıklanmış oldu: “Dosdoğru yola. Öyle yol ki...”

Niçin “bana hidâyet et” değil de; “bize hidâyet et” diye çoğul edatı kullanıldı, denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Dua, daha genel olduğu zaman, kabul edilmeye daha yakın olur. Müslümanlar arasında duası kabul olunacak mutlaka birisi vardır. Allah, birisinin duasını kabul edince, diğerlerinin duasını geri çevirmez, denilmiştir. Peygamberimiz, “Allah’a, kendisiyle isyan etmediğiniz dillerle dua edin.” Buyurdu. Sahabe: “Ya Rasulallah, hangimizin öyle dili vardır?” deyince de, O: “Birbirinize dua edersiniz. Çünkü sen onun lisanı ile, o da senin lisanınla Allah’a isyan etmemişsinizdir.” buyuruyor. Kul, sanki şöyle der: “Senin Rasülün ‘cemaat, birlik rahmet; ayrılık ise azaptır.”[26] buyuruyor. Sana hamdetmek isteyince de, bütün hamdleri dile getirerek “elhamdü lillâh” dedim. İbâdeti dile getirdiğimde, bütün herkesin ibâdetini dile getirerek “iyyake na’budu - ancak Sana ibâdet ederiz-” dedim. Yardım talebinde bulununca da, herkesin yardım talebini söyleyerek “ve “iyyâke nesteıyn (ancak Senden yardım isteriz)” dedim. Şüphesiz hidâyeti istediğimde, onu herkes için isteyerek “ihdina -bize hidâyet ver-” dedim.” Ayrıca, çoğul zamiri kullanılan bu ifade tarzında, müslümanların cemaat halinde olmaları gerektiğine işaret vardır. Onlar toplu halde bir şeye karar verirlerse, bu doğru ve Allah katında değeri olan bir hüküm olur. Toplu haldeki bu müslümanlara Allah, yeryüzünü vâris kılıp, onları da yeryüzünde halifeler kılmıştır. [27]

“İhdinâ” derken, hidâyetin yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğunu bildiğimizi de itiraf etmiş oluyoruz. Allah, Rasulüne: “Sen sevdiklerine hidâyet veremezsin. Ancak Allah, dilediğine hidâyet verir.”[28] buyurarak, hidâyeti Rasülünün bile veremeyeceğini bildirir. Peygamberler ancak hidâyete vesile olurlar, insanlara yol gösterirler. “Muhakkak sen, sırat-ı müstakıyme yol göstermektesin.”[29] Rabbimiz vahiyle peygamberlerine yol göstermiştir. Biz de o vahyin ışığında yürüyoruz. Rabbimiz, bu yolda bizlere ilerlemeyi nasip eylesin. Öyleyse haydi Vahiyle, Kur’an ile hidâyet bulmaya...

Yol açıklığı ver ya Rab! Bizi yolumuzdan etmek isteyenlere fırsat verme. Bizi kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru yola hidâyet et; yoldan sapmış ve gazaba uğramışların yoluna değil Allah’ım!

 

[1] ] 47/Muhammed, 17

[2] ] 10/Yûnus, 9

[3] ] 3/Al-i İmran, 86

[4] ] 2/Bakara, 258

[5] ] 2/Bakara, 272; Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 199

[6] ] 6/En’âm, 71

[7] ] 93/Duhâ, 7

[8] ] 16/Nahl, 9

[9] ] 21/Enbiyâ, 73

[10] ] 47/Muhammed, 17

[11] ] 2/Bakara, 213

[12] ] 7/A’râf, 43

[13] ] 42/Şûrâ, 52

[14] ] 13/Ra’d, 7)

[15] ] 28/Kasas, 56

[16] ] 3/Al-i İmran, 86

[17] ] 2/Bakara, 258

[18] ] 2/Bakara, 272; Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 199

[19] ] 20/Tâhâ, 82

[20] ] 10/Yûnus, 9

[21] ] 47/Muhammed, 5

[22] ] Ömer Dumlu, Kur’ân-ı Kerim’de Salâh Meselesi, DİB Y., s. 63

[23] ] 3/Al-i İmran, 8

[24] ] 2/Bakara, 132

[25] ] Bkz. 35/Fâtır, 32

[26] ] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/278

[27] ] 35/Fâtır, 39; 21/Enbiyâ, 105

[28] ] 28/Kasas, 56

[29] ] 42/Şûrâ, 52