25. ÜNİTE: MÛCİZE VE KERÂMET

25. ÜNİTE: MÛCİZE VE KERÂMET (1)

Pazartesi, 22 Şubat 2021 08:53

MÛCİZE VE KERÂMET

Yazan

MÛCİZE VE KERÂMET

  •  Mûcize
  • Mûcizenin Şartları
  • Peygamberlerin Mûcize Göstermesi Akla Ters Değildir
  • Mûcize, Ancak Peygamber Eliyle Gerçekleşir
  • Kur’an’a Göre, Peygamberimize Kur’an Dışında Bir Mûcize Verilmemiştir
  • Peygamberimiz de Kendisine Kur’an Dışı Mûcize Verilmediğini Söylüyor
  • Müşriklerin Mucize Olarak Neler İstemediler ki
  • Peygamberimize Kur’an’dan Başka Mucize Verildiğine Dair Delil Olarak İleri Sürülen Âyetler
  • Peygamberimiz’e Mucize Olarak Sadece Kur’an Verilmiştir
  • Hadis Literatüründe Hz. Peygamber’e Atfedilen Hissî Mûcizelerin Değerlendirilmesi
  • Sonuç
  • Kerâmet
  • Kerâmet Diye İddia Edilen Olaylar
  • Kerâmet Kavramının Tasavvufçu/Tarikatçı Bakış Açısıyla Nasıl Anlaşıldığına Yönelik Bazı Tasavvufî Kavramlar 
  • İstidrac
  • İhânet (Hizlân)
  • Mûcize ile Diğer Hârika Olaylar Arasındaki Fark

 

Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:

* Mûcizeyi sözlük ve terim anlamlarıyla tanımlamak.

* Mûcizenin şartlarını listeleyebilmek ve mûcizenin akla ters düşmediğini açıklamak.

* Peygamberlerin mûcizelerine örnekler verebilmek.

* Peygamberimize Kur’an’dan başka mûcizenin verilip verilmediği ile ilgili olarak Kur’an’dan birkaç âyet meali okuyabilmek.

* Hissî mucizeleri kabul ve reddedenlerin delilleri hakkında kısa açıklama yapabilmek.

*Hissî mûcizelerle Kur’an mûcizesi arasındaki farkları sayabilmek.

* Kerâmeti tanımlayıp, Kur’an’da kerâmet diye takdim edilen olayların kerâmete hangi yönlerle benzeyip benzemediğini açıklamak.

* Kerâmet kavramının nasıl istismar edildiğini örneklendirebilmek.

* İstidrac ve ihanet (hızlan) kavramlarını örneklerle tanımlayabilmek.

* Mûcize ile diğer hârika olaylar arasındaki farkı açıklayabilmek.

 

Mûcize

Sözlükte; âciz bırakan, yapılması insan gücünün üstünde olan şey demektir.

Terim olarak ise; peygamber olan insanların peygamberliklerini ispat etmeleri için Allah’ın izni ile göstermiş oldukları hârikulâde (olağanüstü) şeylere mûcize denir.

Kur’ân-ı Kerim’de, mûcizeye çok defa “âyet” denmektedir. Âyet; belli olan bir alâmet, bir şeyi belli eden bir işarettir. Bu kelimenin, hem İlâhî bir haberi (Kur’an’ı) ifâde için, hem de onun isbâtı için kullanılması, mühim bir esasa işarettir. O da; İlâhî bir tebliğ olan Kur’an’ın, hak ve doğru olduğuna bizzat kendisinin en kuvvetli bir delil olmasıdır. Nitekim Peygamberimiz’in tek mûcizesi, Kur’ân-ı Kerim’dir.

Mûcize, gerçekte bilinen tabiat kanunları ve âdetler dışı fevkalâde bir olaydır. Allah Teâlâ, peygamber olarak seçtiği zâtı tasdik ve peygamberlik iddiasını te’yid için, onun elinde fevkalâde bir şey gösterir. İşte bu, onun peygamberliğini isbat eden bir delil, bir mûcizedir.

 

Mûcizenin Şartları

1) Mûcize, Allah’ın fiilidir. Yani mûcizeyi Allah, peygamberin elinde yaratır, yoksa peygamberin kendisi mûcizeyi meydana getiremez.

2) Mûcize, peygamberin istediği şekilde gerçekleşir, onun isteğine ters meydana gelmez.

3) Mûcize, hârikulâde (olağanüstü) bir şeydir. Yani tabiat kanunlarının üstündedir.

4) Mûcizeyi peygamber olan insanlar hâricinde hiç kimse gösteremez.

5) Mûcizenin bir benzerini meydana getirmek imkânsızdır.

 

Peygamberlerin Mûcize Göstermesi Akla Ters Değildir

Mûcize göstermenin aklen mümkün olduğuna en açık delil; Allah Teâlâ’nın her şeye kaadir olmasıdır. Kâinata, yer ve göklere dikkatle bakılıp, onlardaki incelik, güzellik, şaşmaz nizam ve düzen seyredilince, her şeyin yaratıcısı olan Yüce Allah’ın, peygamberlerini tasdik için her birinin elinde, ezelî ilim ve irâdesine uygun olarak dilediği fevkalâde bir şey yaratmasının mümkün olduğu kolayca anlaşılır. Allah’a, kudret ve azametine inanan, mûcizeye de, mûcizelerin imkân dâhilinde olduğuna ve gerçekleştiğine de, dolayısıyla peygamberliğe ve peygamberlere de inanır.

Bazı şahısların usûl ve kaidelerini öğrenmek sûretiyle yaptıkları sihir, bir nevi mûcize sayılmaz. Çünkü sihir, bir insanın zâhiren maddî gücü dışında görünse de, insanın rûhî ve nefsî güç ve tâkati dışında olan bir hâdise vasfında değildir. Zira öyle olsaydı, öğrenilemez ve bir meslek haline getirilemezdi. Mûcize ise, insanların her türlü güçleri dışında kalan, çalışılarak elde edilemeyen ve ancak Allah Teâlâ’nın irâdesi ve verdiği güçle yapılan, daha doğrusu peygamberleri eliyle Allah’ın yaptığı harikulâde bir olaydır. Sihir gibi kesbî değil; vehbîdir. Yani çalışılarak elde edilemez; Allah’ın lutuf ve ihsanıdır.

Bu bakımdan, kötü maksatlarla ve şerir kimseler tarafından öğrenilerek bir meslek ve geçim aracı haline getirilen sihirbazlık, haram kılınmış ve büyük günahlardan sayılmıştır. Çalışılarak elde edilen sihirbazlıkla yapılan sihirlerde bulunan şartlar, yani; meydan okumak (Tahaddî) ve insanları benzerini yapmakta âciz bırakmak ve peygamberlik iddiası mevcut değildir. Bu bakımdan sihir, mûcizeye benzemez, kuvvetini zayıflatmaz ve mûcizelerin peygamberliğe delâletini iptal eden bir engel teşkil etmez.

 

Mûcize, Ancak Peygamber Eliyle Gerçekleşir

Enteresan bir olay olduğunda, “bir mûcize gerçekleşti”, “mûcize olay” gibi, ancak peygamberler eliyle meydana gelen mûcize’nin diğer olaylar için kullanılması, herhangi bir insanın mûcize göstermesi gibi sakat ifâdeler, akîdeyi tehlikeye düşürecek elfâz-ı küfür cinsinden ve mutlaka kaçınılması icap eden büyük yanlışlardandır. Câhiliyyenin türettiği câhillerin bu tür câhilce sözlerini benimsememek ve kullanmamak şarttır.

 

Kur’an, Muhammed aleyhisselâm’ın da aynen bizim gibi bir beşer olduğunu belirtir:

“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim, ölümlü bir insanım. (Ne var ki) bana, ‘Sizin ilâhınız ancak bir tek ilâhtır’ diye vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa sâlih amel işlesin, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koysun ve Rabbine ibâdette, O’na özgü kullukta hiç kimseyi, hiçbir şeyi (O’na) şirk koşmasın, ortak kabul etmesin.”[1]

"Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır."[2]

“De ki (ey Peygamber) Ben size Allah’ın hazineleri bendedir, demiyorum; ne insan idrakini aşan şeyleri bildiğimi söylüyorum ve ne de size Ben bir meleğim, diyorum. Ben sadece bana vahyedileni yerine getiriyorum. De ki, hiç gören ile görmeyen bir olur mu? Siz düşünmez misiniz?”[3]

“(Ey peygamber) De ki: Allah dilemedikçe, kendime bir yarar sağlamak ya da kendimden bir zararı uzaklaştırmak benim elimde değil. Eğer insan kavrayışının ötesinde olanı bilseydim, muhakkak ki, bahtiyarlık adına ne varsa ondan payıma daha çoğu düşerdi ve kötülük asla yaklaşamazdı bana. (Ama) ben sadece bir uyarıcıyım ve inanan bir topluma iyi haberler getiren bir müjdeci.”[4]

Bazı geleneksel anlayışa göre, Peygamberimizin her attığı adımın, her yaptığı işin bir mûcize gibi insanüstü özelliklere sahip olduğu iddia edilmektedir. Onu aşırı yüceltmeci ve insanüstü gösterme ifrâtı yanında, onu sıradanlaştıran modernist yaklaşımın tefrit çizgisi de bir aşırılıktır. Hz. Peygamber’in bizzat kendi ifadelerinden hareket ederek, onun beşeri yönünü ön plana çıkarırken peygamberliğini, insanlara Kitab’ı ve hikmeti öğrettiğini ve onları temizlediğini unutup onu sıradanlaştırmaya çalışanlar, onun kendisine vahiy gelen bir peygamber olduğunu, bizzat Allah’ın övgüsüne mazhar olan, seçkin bir insan olduğunu düşünmeli; ona insanüstü vasıflar ve özellikler atfederek, onu yücelttiğini zannedenler de yine bizzat onun dikkat çektiği, Hz. İsa’nın Hristiyanlarca yüceltilmesi hatasında olduğu gibi bir hataya düşmemelidir. Vasat ümmet olmanın bir gereği ve sonucu olarak, adil ve dengeli bir yaklaşımla ve yine Kur’an’da ve onun ifadelerinde geçtiği şekliyle “Allah’ın kulu ve rasûlü” olduğuna dikkat edilmelidir. Son derece sorumluluk sahibi, müttaki ve seçkin bir kul; âlemlere rahmet olarak gönderilen mütevazı bir rasûl. İnsanlığı ele alınırken rasüllüğü, vahye muhataplığı ele alınırken tevazuu devreye giren örnek şahsiyet.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), her konuda olduğu gibi kulluk ve ubudiyet konusunda da ümmetine örnek olmuş; peygamberliği onun bir beşer olduğu gerçeğini ortadan kaldırmadığı gibi, bir kulun yaratıcısına ibâdet etmesi mükellefiyetinden de azade kılmamıştır. Hz. Peygamber de ümmetin diğer fertleri gibi her türlü emir ve yasağın muhatabı olmuş, hatta bazı durumlarda (mesela gece namazı) bizlere göre ek mükellefiyetlerle daha ağır bir sorumluluk üstlenmiştir.

Peygamber oluşundan dolayı hiçbir zaman ayrıcalıklı biriymişçesine tavır ve davranışlarda bulunmayan Efendimiz, “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmede haddi aştıkları gibi beni övmede siz de haddi aşmayın. Bilin ki ben sadece bir kulum. Benim hakkımda Allah’ın kulu ve elçisidir deyin”[5] buyurarak kul olma bilincinde de bizlere güzel bir örneklik sergilemiştir.

“Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kulluk konumuna Kur’an perspektifinden bakıldığında şunları söylemek mümkündür: “O, Rabbinden indirilene tâbi olan” , “ona sımsıkı sarılan”, “sırat-ı müstakim üzere olmakla emrolunan” , “ilk müslüman olan” , “kulluğunu yerine getirmek için elinden geldiğince amel eden” , “Allah’ı zikreden” , “muvahhid olarak hak dine yönelen” , “Allah’a tevekkül eden” , “isyan ve şirk durumuna düşüp de Allah’ın azabına uğramaktan korkan” , “Allah’a sığınan” , “eda etmekle emrolunduğu namazı” ve “bütün ibâdetleri, hayatı, ölümü âlemlerin Rabbi olan Allah için olan” , “Allah’a iman eden” , “O’na kulluk eden” , “sıkıntılara sabreden” , “Allah’a şükreden” , “O’na duâeden” , “Allah’ı hamd ile tesbih eden” , “secde yapan” , “Kur’an okuyan” , “Allah’tan bağışlanma dileyen” , “ahirete yönelmiş” ve “şeriata tâbi olmuş” bir kulluk konumu vardır.”[6]

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.s.), hamd, tesbih, secde, ibâdet, sabır gibi emirler; müşriklere itaat etmeme, aceleci olmama gibi nehiylerle muhatap olmuş, bu türden emir ve nehiyler karşısında samimi ve ihlaslı bir kulun nasıl davranması gerekiyorsa Hz. Peygamber de o şekilde davranmış, sorumluluklarını en güzel bir şekilde yerine getirmeye gayret etmiştir.

Bazı modernistlerin Kur’an’da çeşitli örnekleri sunulan peygamberlerin mûcizelerini aklî olarak izah edip mûcizeleri inkâr etmeleri, Kur’an ifadeleriyle bağdaşmaz. Peygamberlerin mûcizelerini inkâr, bu konudaki Kur’an âyetlerini kabul etmemek anlamına gelir. Bu ifratın yanında, peygamberimizin her yaptığının mûcize ve olağanüstülük taşıdığını kabul eden anlayış da Kur’an’la çelişir.

 

Kur’an’a Göre, Peygamberimize Kur’an Dışında Bir Mûcize Verilmemiştir

Önce, Kur’an bu konuda neler söylüyor, bir bakalım:

«Ona Rabbinden mûcizeler indirilmeli değil miydi?» derler. De ki: Mûcizeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım.”[7]

“Kendilerine okunmakta olan Kitab'ı sana indirmemiz (mûcize olarak) onlara yetmemiş mi? Elbette iman eden bir kavim için onda (Kur’an’da) rahmet ve ibret vardır.”[8]

“Onlar: (Muhammed) bize Rabbinden bir mûcize getirmeli değil miydi? dediler. Önce gelen kitaplardakinin apaçık delili (Kur'an) onlara gelmedi mi?[9]

“Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o Kitap yine bu Kur'an olacaktı). Fakat bütün işler Allah'a aittir...” [10]

“Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız.’ De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim.”[11]

Kâfirler diyorlar ki: Ona Rabbinden bir mûcize indirilseydi ya! (Hâlbuki) sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir rehberi vardır.” [12]

“O'na Rabbinden bir mûcize indirilseydi ya! dediler. De ki: Şüphesiz Allah mûcize indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bilmezler.”[13]

 “Onlara bir âyet geldiğinde, Allah'ın rasullerine/elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe kesinlikle inanmayız, dediler. Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, yapmakta oldukları hilelere karşılık Allah tarafından aşağılık ve çetin bir azap erişecektir.”[14]

“Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldi ise, yapabilirsen yerin içine inebileceğin bir tünel ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki onlara bir mûcize getiresin! Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplayıp birleştirirdi, o halde sakın cahillerden olma!”[15]

“(Rasûlüm!) Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın! Biz dilesek, onların üzerine gökten bir mûcize indiririz de, ona boyunları eğilip kalır.”[16]

“Eğer seni yalanlıyorlarsa (üzülme), onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. (Oysa ki) peygamberleri onlara açık âyetler (mûcizeler), sahifeler ve aydınlatıcı kitap getirmişlerdi.”[17]

“De ki: «Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”[18]

“Muhammed'e (görebileceğimiz) bir melek indirilseydi ya! dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile açtırılmazdı.”[19]

“De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?”[20]

“De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir. Bâtıla inanıp Allah'ı inkâr edenler (var ya), işte ziyana uğrayacaklar onlardır.” [21]

 

Peygamberimiz de Kendisine Kur’an Dışı Mûcize Verilmediğini Söylüyor

“Bana verilen şey, sadece Allah’ın bana indirdiği vahyidir.” [22]

“Her peygambere toplumları etkileyip onların iman etmelerine vesile olacak mûcizeler verilmiştir. Bana verilen mûcize ise Allah’ın gönderdiği vahiyden ibarettir. Bu sebeple ben Kıyâmet gününde mensubu (iman eden bağlıları) en çok olan peygamber konumunda bulunacağımı umarım.”[23]

 Müşriklerin Mûcize Olarak Neler İstemediler ki

“Onlar: ‘Sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız.”[24]

“Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın.”[25]

“Yahut, iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah'ı ve melekleri gözümüzün önüne getirmelisin.”[26]

“Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız.’ De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim.”[27]

“Muhammed'e (görebileceğimiz) bir melek indirilseydi ya!’ dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile açtırılmazdı.”[28]

“Eğer peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak ki onu insan sûretine sokar onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük.”[29]

O'na Rabbinden bir mûcize indirilseydi ya!’ dediler. De ki: Şüphesiz Allah mûcize indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bilmezler.” [30]

“Kendilerine bir mûcize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde Allah'a and içtiler. De ki: Mûcizeler ancak Allah katındandır. Ama mûcize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?”[31]

“Onlara bir âyet geldiğinde, Allah'ın elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe kesinlikle inanmayız, dediler. Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, yapmakta oldukları hilelere karşılık Allah tarafından aşağılık ve çetin bir azap erişecektir.”[32]

“Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini yahut Rabbinin bazı alâmetlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz. De ki: Bekleyin, şüphesiz biz de beklemekteyiz!”[33]

“Belki de sen (müşriklerin:) «Ona (gökten) bir hazine indirilseydi veya onunla beraber bir melek gelseydi!» demelerinden ötürü sana vahyolunan âyetlerin bir kısmını (duyurmayı) terk edeceksin ve bu yüzden ruhun daralacaktır. (İyi bil ki) sen ancak bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekîldir.”[34]

“Kâfirler diyorlar ki: Ona Rabbinden bir mûcize indirilseydi ya! (Hâlbuki) sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir rehberi vardır.”[35]

“Kâfir olanlar diyorlar ki: Ona Rabbinden bir mûcize indirilmeli değil miydi? De ki: Kuşkusuz Allah dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de hidayete erdirir.”[36]

“Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı, yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o Kitap yine bu Kur'an olacaktı). Fakat bütün işler Allah'a aittir. İman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi? Allah'ın vaadi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansızın büyük bir belâ gelmeye devam edecek veya o belâ evlerinin yakınına inecek. Allah, vaadinden asla dönmez.”[37]

“Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Hâlbuki O, sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için sizi (hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz. Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize, apaçık bir delil getirin!”[38]

«Eğer doğru söyleyenlerden idiysen, bize melekleri getirmeliydin.»[39]

“Onlar: ‘(Muhammed) bize Rabbinden bir mûcize getirmeli değil miydi?’ dediler. Önce gelen kitaplardakinin apaçık delili (Kur'an) onlara gelmedi mi?”[40]

 "Hayır, dediler, (bunlar) saçma sapan rüyalardır; bilakisonu kendisi uydurmuştur; belki de o, şairdir. (Eğer öyle değilse) bize hemen, öncekilere gönderilenin benzeri bir âyet getirsin.”[41]

 “Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı, yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o Kitap yine bu Kur'an olacaktı). Fakat bütün işler Allah'a aittir. İman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi? Allah'ın vaadi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansızın büyük bir belâ gelmeye devam edecek veya o belâ evlerinin yakınına inecek. Allah, vaadinden asla dönmez.”[42]

“Onlar (bir de) şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber; (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı!”Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yeyip (meşakkatsizce geçimini sağlayacağı) bir bahçesi olmalıydı. (Ayrıca) o zalimler (müminlere): ‘Siz, ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız!’ dediler.”[43]

“Bizimle karşılaşmayı (bir gün huzurumuza geleceklerini) ummayanlar: Bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabbimizi görmeliydik, dediler. Andolsun ki onlar kendileri hakkında kibire kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.”[44]

“Sen de ancak bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mûcize getir.” [45]

“Fakat onlara tarafımızdan o hak (Peygamber) gelince: ‘Musa'ya verilen (mûcizeler) gibi ona da verilmeli değil miydi?’ dediler. Peki, daha önce Musa'ya verileni de inkâr etmemişler miydi? ‘Birbirini destekleyen iki sihir!’ demişler ve şunu söylemişlerdi: Doğrusu biz hiçbirine inanmıyoruz.”[46]

“Ona Rabbinden (başkaca) mûcizeler indirilmeli değil miydi?’ derler. De ki: Mûcizeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım.” [47]

“Peygamberler onlara: Önlerinden ve arkalarından gelerek Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, dedikleri zaman, ‘Rabbimiz dileseydi elbette melekler indirirdi. Onun için biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz’ demişlerdi.”[48]

 “Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında ona yardımcı melekler gelmeli değil miydi?” [49]

“Daha doğrusu onlardan her biri, kendisine, (önünde) açılmış sahifeler (ilâhî vahiy) verilmesini istiyor.”[50]

“Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir âyet (mûcize) gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik.”[51]

“Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerinin gelmesini mi beklerler? Hâlbuki iş bitirilmiştir. (Allah nizamı artık değişmez.) Bütün işler yalnızca Allah'a döndürülür.”[52]

“Onlara bir mûcize getirmediğin zaman, ‘(ötekiler gibi) onu da derleyip getirseydin ya!’ derler. De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım. Bu (Kur'an), Rabbinizden gelen basîretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır); iman eden bir kavim için hidayet ve rahmettir.”[53]

“Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa'dan, bunun daha büyüğünü istemişler de, «Bize Allah'ı apaçık göster» demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Bilâhare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. Biz bunu da affettik. Ve Musa'ya apaçık delil (ve yetki) verdik.”[54]

“Doğrusu Allah bize, (gökten inen) ateşin yiyeceği (yakıp kor edeceği) bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamızı emretti’ diyenlere şöyle de: ‘Size, benden önce mûcizelerle, (özellikle) dediğiniz (mûcize) ile nice peygamberler geldi. Eğer doğru insanlar iseniz, ya onları niçin öldürdünüz?”[55]

 

Peygamberimize Kur’an’dan Başka Mûcize Verildiğine Dair Delil Olarak İleri Sürülen Âyetler

“Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik.”[56]

“Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah, size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” [57]

“O (Allah) bütün gaybı (görülmeyenleri) bilir. Sırlarına kimseyi muttalî kılmaz. Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar.” [58]

“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” [59]

“Hani sana: Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır, demiştik. Sana gösterdiğimiz o görüntüleri ve Kur'an'da lânetlenen ağacı, ancak insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da, bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz.” [60]

“Andolsun onu, Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında önceden bir defa daha görmüştü.

En uçtaki ağacın (Sidret- ül Münteha'nın) yanında.

Cennetü'l-Me'vâ da onun yanındadır.

Sidre'yi kaplayan kaplamıştı.

Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı.

Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.” [61]

“Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.” [62]

 

Peygamberimiz’e Mûcize Olarak Sadece Kur’an Verilmiştir

İslâm âlimleri, Hz. Peygamber'e hissî mûcize verilmeyişinin se­bepleri hakkında bazı bilgiler vermişlerdir.[63] Yukarıda zikredilen âyetleri de dikkate alarak, bu konudaki görüşleri şu şekilde özetlemek mümkündür:

I)Mûcize talepleri Hz. Peygamber'e yöneltilmiş ve onun tabiatüstü güçlere sahip olması gerektiği inancından hareketle bizzat kendisin­den istenmiştir. Müşriklerin böyle bir talepte bulunması, Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki peygamber imajından etkilendiklerini göstermekte­dir.[64] Allah, bu ümmetin -önceki milletlerde olduğu gibi- peygambe­rin ilâhlaştmiması gibi yanlış bir îtikada düşmesini istememiştir.

II) Peygamberlerin aslî vazifesi hârikulâde şeyler göstermek değil kendilerine vahyedilen emir ve yasakları tebliğ etmektir. Kur'ân'da Hz. Peygamber'in önce beşer sonra resul olduğuna vurgu yapılmış, insan gücünü aşan birtakım hârikaların istenmesinin nübüvvetle iliş­kisinin olmadığına dikkat çekilmiş ve bu tür hârikaların sadece Al­lah'ın dilemesiyle olabileceği belirtilmiştir. Hissî mûcize taleplerini dile getiren inkârcıların bu tavrı sosyo-psikolojik sebeplerden kaynaklana­bileceği gibi nübüvvetin özünü ve gayesini bilmemelerinden de kay­naklanmış olabilir. Bu itibarla söz konusu taleplere cevap olarak Kur'ân'da, peygamberlerin gönderiliş gayeleri açıklanmış; onların Al­lah'a davet ettikleri, insanlara doğru yolu gösterdikleri, güzel örnekler sergiledikleri, dünya ve âhiret dengesini sağladıkları bildirilerek nübüv­vetin özü ve gayesi açıklanmıştır.[65]

III) Hissî mûcizelerle imanın oluşumu arasında bir doğru orantı yoktur. Kur'ân'da geçmiş kavimlerden örnekler verilerek, bunların söz konusu mûcizeleri gördükleri halde yine de inanmadıklarına vurgu ya­pılmıştır. [66] Çünkü bu kimseler, sahip oldukları dini ve entellektüel de­ğerleri koruma ve savunma hususunda taassup içindedirler. Bunlar, İçinde yaşadıkları toplumun inanç, ahlâk ve alışkanlıklarının yanı sıra sosyal, kültürel ve siyâsî değerlerini de ısrarla savunurlar. Bunu yapar­ken öncelikle kendi çıkarlarını düşünürler ve sahip oldukları sosyo­ekonomik üstünlükleri kaybetmekten korkarlar. [67] Bütün bu Özellikle­re sahip olanlar, peygamberlere ve getirdikleri mesaja karşı çıkmışlar­dır. Onları zor durumda bırakmak ve insanlar nezdindeki itibarlarını zedelemek için olmadık tekliflerde bulunmuşlardır. [68] Allah, hidâyet mûcizelerini gördükleri halde inanmayan ve başka deliller isteyen inkârcıların bu İsteklerinde samimi olmadıklarını bildiği için mûcize tek-liflerini geri çevirmiştir. [69] Çünkü onlar, eğer inanmaya meyilli olsa­lardı inanmalarını sağlayacak birçok delilin Hz. Peygamber'e verilmiş olduğunu göreceklerdi.[70]

IV) Hissî mûcize taleplerine olumlu cevap verilmeyişi aslında inkârcılar için bir lütuf ve mühlettir.[71] Çünkü mûcize gönderildikten sonra inanmayan kavimlerin helak edileceği bildirilmiş ve bunun de­ğişmeyen ilâhî bir kanun olduğu belirtilmiştir.[72] Hâlbuki inkârcılardan veya onların çocuklarından bazılarının zamanla İslâm'ı tercih etmesi mümkündür. Nitekim başlangıçta Hz. Peygamber'e karşı çıkan birçok kişinin, sonradan imanla şereflenip dini tebliğ hususunda yaptıkları hizmet düşünüldüğünde, toplu helakin gerçekleşmemesinin bu ümmet için büyük bir lütuf olduğu anlaşılır. Bu durum, Rasûl-i Ekrem'in rah­met peygamberi[73] olmasının bir tezahürü olsa gerektir. Allah, onla­rın bu durumunu bildiği için isteklerine cevap vermemiş ve böylece onlara büyük bir lütufta bulunmuştur.[74] Bu nevi talepte bulunanların çoğu, söz konusu hârikaların zuhur etmesi durumunda kendilerine ulaşacak belâ ve musibetleri bilmezler. Allah'ın bunları indirmeyi terk edişindeki hikmeti de anlamazlar.[75]

V) Hissî mûcizeler, inanç hürriyetini kısıtlayan ve insanları inan­maya zorlayan delillerdir. Peygamberler, ilâhî mesajı tebliğ eder ve in­sanları ona inanmaya davet ederler. Bu davetin kabul edilmesinde Al­lah'ın onları semavî bir mûcizeyle zorlaması imtihan anlayışına ters düşer. Allah, inkârcıların iman etmesini istemiş olsaydı, elbette bütün kâfirler O'na boyun eğmek zorunda kalırdı. [76] Hâlbuki bu dünya irâ­de ve tercih dünyasıdır. Allah insanı yaratmış, ona akıl vermiş, neyin iyi neyin de kötü olduğunu bildirmiştir. O, aklıyla iyi ve güzeli tercih edebilecek durumdadır. Böyle olduğundan dolayıdır ki, insan sorumlu tutulmuştur. İman eden de, inkâr eden de bu fiili kendi İradesiyle yap­malıdır. Bu bağlamda mûcizeler, insanlara ancak bir fikir sunabilir, yoksa onları inanmaya zorlayamaz. [77]Hâlbuki teklifi mûcizelerin ger­çekleşmesi durumunda, İnkârcıların ya iman etmeleri ya da helak edil­meleri kaçınılmaz olduğundan, her iki durumda da irâde ve inanç hür­riyetinin kısıtlanması söz konusudur. [78] Maddî veya manevî zorlama­lar neticesinde oluşan bir iman ve itaatin dini açıdan hiçbir değerinin olmadığı bilinmektedir. [79] Kur'ân bütün âyetleriyle çok net bir şekilde dinde zorlama olmadığını açıklamaktadır. Nitekim teklifi mûcizelerin zikredildiği âyetlerde, insanların İnanç ve irade hürriyetine vurgu ya­pılmıştır. Allah'ın imana zorlayacak ve dini daveti kabul etmeyi zorun­lu kılacak bir mûcize indirmesi her ne kadar mümkün ise de, hikme­te muhaliftir. Çünkü Allah'ın bütün insanların iman etmesini istemesi gibi bir irâdesi yoktur. Öyleyse niçin insanları imana zorlayacak bir mûcize indirsin.[80]

VI) Kur'ân'ın hissî mûcize taleplerine olumlu cevap vermeyişinin bir sebebi de, bu tür mûcizelerin tarihî hadiseler oluşlarıdır. Bunlar, za­manın geçmesiyle aktivitelerini kaybederler. İlk muhatapları üzerinde­ki etkileri tartışılmakla birlikte, sonraki nesillerin hissî mûcizeler hak­kındaki bilgisi ancak rivayetlerle mümkün olmaktadır. Bu bilgi aklî mûcizelerde olduğu gibi doğrudan bir bilgi değil dolaylı bir bilgidir. [81] Kur'ân'da zikredilen hissî mûcizeler, belli bir zamanda, özel şartlar al­tında ve muayyen kimselere yönelik olarak zuhur etmişlerdir. [82] Şüp­hesiz asanın ejderhaya dönüşmesi, Ölünün diriltilmesi büyük bir mûcizedir. Ancak bütün bu hissî mûcizelerden daha büyük olanı vardı ki, o da; cehalet ve rezalete gömülmüş ümmi bir toplumu ihya etmek, di­riltmek, çok kısa bir zamanda medeniyetin gıpta ettiği bir konuma yükseltmektir. [83] Önceki dinlerde hissî mûcizeler, İnkârcıları ikna için bir vasıta olarak kullanılırken İslâm'da aynı şeyin bilgi mûcizesi olan Kur'ân ile yapıldığı görülmektedir. Yani iman etmeye giden yol hisler-den değil, tefekkür ve irâdeden dolayısıyla akıldan geçmektedir. [84] Bu itibarla Kur'ân, Hz. Peygamber'in şahsında hissî mûcizelere iltifat et­memiş ve bu tür isteklere cevap vermeyi gerekli görmemiş.[85]

VII) Düşünen kimseler için Kur'ân'ın yeterli olacağı belirtilir. Nite­kim ümmî bir kimsenin böyle bir kitap getirmiş olması büyük bir mûcizedir. [86] En iyi bildikleri bir konuda bütün Araplara meydan okuyan Hz. Peygamber, bu ilâhî kelâm ile nübüvvetini ispat etmiş ve inkârcı­ları aciz bırakmıştır. Şu halde Kur'ân'ın aklî bir mûcize olduğu anlaşı­lınca bunun dışında ikinci bir mûcizeye gerek yoktur. İslâm âlimleri, iddiayı tespit için tek bir delilin yeterli olacağı kanaatindedir. Eğer in­san doğrulan kabule meyilli ise hakikati kabul etmesi İçin tek bir delil yeterlidir.[87]

VIII) Hissî mûcizelerde her zaman için bir şüphe payı vardır. Bun­ların neye delâlet ettiği hususunda insanlar farklı sonuçlara varabil­mektedirler. [88] Nitekim peygamberlere; sihirbaz, kâhin ve benzeri şe­killerde karşı çıkılması da bunu göstermektedir. Çünkü hissî mûcize­lerle diğer hârikalar arasında yakın bir ilişkinin olduğu, bu sebeple inatçı ve ısrarcı kâfirlerin mûcizelere sihir ve benzeri iftiralarda bulun­dukları bilinmektedir. İslâm dini, dine davette olağanüstü şeylere itibar etmemesi, usûl olarak nazar ve tefekkürü tercih etmesiyle diğer din­lerden ayrılmaktadır. [89] Bu sebeplerden ötürü Kur'ân'da Hz. Pey­gamber'in hissî mûcizelerine yer verilmemiştir.

Sonuç olarak, Kur'ân'ın pek çok yerinde Hz. Peygamber'in sözlü mesajını desteklemek veya pekiştirmek İçin hissî mûcizeler gös­terme gücüyle donatılmadığı ısrarla belirtilir. Denilebilir ki, O'nun tek mûcizesi; açıklığıyla, ahlâkî kapsam ve mahiyetiyle kusursuz; İnsanlık tarihinin her çağına, her gelişim safhasına uygun; insanların hem duy­gularına hem akıllarına hitap eden; kıyamet gününe kadar değişme­den kalacak olan Kur'ân'ın kendisiydi ve bugünde böyle olmakta de­vam etmektedir. Önceki peygamberler kendi toplumlarına ve kendi çağlarına tebliğ etmekle görevlendirildikleri için onların tebligatı ister istemez kendi toplumlarının şartlarıyla sınırlıydı. Hitap ettikleri insan­lar, henüz bağımsız düşünme evresine varmamış olduğundan, bu peygamberler, üstlendikleri görevin hakikatini ve amacını kavrayabilmeleri yönünde insanların dikkatlerini uyandırmak için hissî birtakım alâ­metlere ve mûcizelere ihtiyaç duymuşlardır. Ama Kur'ân, insanlığın aklî olgunluğa ulaştığı, dolayısıyla birtakım hissî mûcizelere ve işaret­lere ihtiyaç duymadan nübüvvetin hakikatini ve amacını anlayabilece­ği bir çağda vahyedilmiştir. Bu itibarla İslâm'ın daimi mûcizesi; belli bir donem ve mekanla sınırlandırılmayan, her dönem ve zamanda etki­li olan, muhatapların her zaman müracaat edip değerlendirebilecekle­ri ve bir kanaate varabilecekleri Kur'ân mûcizesidir. [90] Konunun öze­tini vermesi bakımından Hz. Peygamber'in şu sözü oldukça anlamlı­dır:

"Her peygambere kitleleri etkileyip onların iman etmelerine vesile ola­cak mûcizeler verilmiştir. Bana verilen mûcize ise Allah'ın gönderdiği vahiyden ibarettir. Bu sebeple ben Kıyamet gününde mensubu en çok olan peygamber konumunda bulunacağımı umarım."[91]

 

Hadis Literatüründe Hz. Peygamber’e Atfedilen Hissî Mûcizelerin Değerlendirilmesi

Kur'ân'da Hz. Peygamber'e hissî mûcize verilmediği açıkça ifade edilmesine rağmen, geleneksel kaynaklarda hissî mûcize rivayetlerinin var olduğu bir realitedir. Bazı âlimler, Hz. Peygamber'in söz konusu mûcizelerinin üç bin, bazıları da altı-yedi bin kadar olduğunu söylemiş­tir.[92] Her halükarda bu rakam muazzam bir mûcize rivayetinin varlı­ğını göstermektedir. Kur'ân'ın olumsuz tavrına rağmen bu denli çok mûcize rivayetinin varlığının sebepleri nelerdir? Bu rivayetleri nasıl an­lamak lazımdır? Söz konusu rivayetlerin hepsini reddetmek veya ka­bul etmek mümkün müdür? Hissî mûcize rivayetlerini anlamada bir üçüncü bakış açısı olabilir mi? Eğer Kur'ân'ın yaklaşımıyla hadislerde ifade edilen hârikalar arasında bir zıtlık yok ise, bunlar nasıl telif edi­lebilir?

İslâm dünyasında, Hz. Peygamber'in hissî mûcizeleri konusunda üç farklı eğilimin olduğu görülmektedir. Bunlardan ilki, Hz. Peygamber'e atfedilen hissî mûcizeleri tamamen reddetmektedir. Bunun tam karşısında olan ikinci eğilim ise, Hz. Peygamber'e atfedilen hârikala­rın hepsini kabul etme taraftarıdır. Bu iki görüşün ortasını bulan üçün­cü eğilim ise, Hz. Peygamber'den hârikulâde olayların zuhur edebile­ceğinin imkânını kabul etmekle birlikte, bunların nübüvvetin ispatında delil olarak kullanılamayacağı inancındadır. Şimdi bu üç eğilimin iddia ve delilleri izah edilecektir:[93]

 

  • Hadis Literatüründe Nakledilen Hissî Mûcizeleri Reddedenler

Nübüvvet bahislerinin en önemli konusu şüphesiz mûcize mesele­leridir. Mûcize, peygamberliğin ispatı için klasik kelâm eserlerinde en fazla kullanılan delil olmuştur. İlk dönemden itibaren mûcizeleri hissî ve manevî ayrımına tabi tutan kelâmcılar, Hz. Peygamber'in en büyük mûcizesinin Kur'ân olduğu hususunda ittifak etmişler ve bu meseleye ayrı bir önem vermişlerdir. [94] Bununla birlikte bazı İslâm âlimleri, aklî-mânevî bir mûcize olan Kur'ân'ın dışında Hz. Peygamber'e herhan­gi bir hissî mûcizenin verilmediğini iddia etmiştir.

İslâm dünyasında Hz. Peygamber'e hissî mûcize verilmediğini id­dia edenlerin başında ilk dönem Mu'tezile kelâmcılarmdan İbrahim en-Nazzâm'ın (ö.221/835) geldiği belirtilir.[95] İbrahim en-Nazzâm'ın zaruri ilim gerektirmeyen haberlerden kaynaklanan delilleri kabul etmediği bilinmektedir. Hz. Peygamber'e atfedilen hissî mûcizelerin de tevatür derecesine ulaşmadığı ve zorunlu bir bilgi ifade etmedikleri kabul edilir.[96] Nazzâm da, tevatür derecesine ulaşmayan bütün hissî mûcize haberlerini reddetmektedir. Ancak Kur'ân'in mûcize olduğunu -diğer âlimlerden farklı da olsa) kabul etmekte ve Hz. Peygamber'in nübüvvetini ispat konusunda Kur'ân'ı yeterli görmektedir.[97]

Batıdaki ilim ve felsefenin gelişmesiyle birlikte bilimsel bilginin ob­jektif kurallara dayandırılması anlayışı zamanla İslâm dünyasında da taraftar bulmuştur. Böylece pozitivizmin etkisinde kalan çağdaş İslâm mütefekkirleri, tabiat ve tabiat kanunları hakkındaki görüşlerini bu bağlamda değerlendirme temayülü içine girmişlerdir. Tabiat kanunla­rının değişmezliği prensibine uymadığı gerekçesiyle mûcizeleri inkâr etmek veya yorumlamak ihtiyacı hissetmişlerdir. Bunlar, hadis kay­naklarında nakledilen hissî mûcizeleri açıkça reddetmekle birlikte, Kur'ân'da diğer peygamberlere nispet edilen hissi mûcizeleri büyük zorlamalarla tevil etmeye çalışmışlardır. Böylece bu görüşe meyleden­ler, din adına uydurulmuş hurafelere tepki olarak ya mûcizenin varlı­ğını inkâr etme ya da onu rasyonelleştirme temayülü içine girmişler­dir. Son dönem İslâm dünyasında bunların en Önemli temsilcisi Hin­distanlı Seyid Ahmed Han'dır (1817/1898). XIX. yüzyıl Avrupa'nın akılcılığından ve felsefesinden büyük ölçüde etkilenen Seyid Ahmed, inanç sistemlerinin mahiyetini değerlendirmek için Tabiata Uyma di­ye adlandırdığı bir ölçü ortaya attı ve İslâm'ın bu ilkeye göre en yük­sek derecede doğrulandığı sonucuna vardı. Böylece o, tabiatın ve ta­biat kanunlarının bağımsızlığını ortaya koymak gayesiyle sadece Hz. Peygamber'e atfedilen hissî mûcizeleri inkâr etmekle kalmadı, aynı zamanda Kur'ân'da önceki peygamberlerle ilgili olarak zikredilen his­sî mûcizeleri de yorumladı ve bunların hakîkî değil ancak mecazî an­latımlar olduğu sonucuna vardı.[98] Diğer taraftan Mısır ulemâsından Muhammed Heykel (1888-1956) [99] ve Ferid Vecdi[100] de hissî mûcizeleri reddedenler arasında gösterilmektedir.[101] Muhammed Heykel, Kur'ân'da Hz. Peygamberin tabiat kanunlarına uymayan hiçbir hal ve hareketinden bahsedilmediğini belirterek, eski müslümanlardan bir kısmının Hz. Peygamber'e maddî birtakım hârikalar atfetmesinin se­beplerini araştırmıştır. Bunun sebebi olarak, önceki peygamberlere nispet edilen hissî mûcizelerin, müslümanlar tarafından, peygamberli­ğin bir parçası olarak algılandığını, mûcizelerin sayısı ne kadar çoğalırsa peygamberliğin de o nispette kemâl bulacağı ve insanların pey­gambere daha fazla inanacakları düşüncesinden kaynaklandığını açık­ladıktan sonra, Hz. Peygamber'in diğer peygamberlere benzetilmesi­nin yanlış olduğunu söylemiştir. Çünkü Hz. Muhammed'e verilen mûcizenin eşi yapılamayacak bir mükemmellikte, insanî ve aklî bir mûcizedir. Allah, Son Peygamber'i bu aklî mûcizeyle teyit etmeyi murat et­miştir. Elbette yüce Allah, Hz. Muhammed'i maddî bir mûcizeyle des­teklemek isteseydi onu yapardı ve kitabında bundan söz ederdi, de­miştir. [102] Hasan Hanefî de, Hz. Peygamber'e atfedilen hissî mûcizelerin halk muhayyilesinin bir ürünü olduğunu ve bunların sahih akılla çeliştiğini söylemiştir.[103]

Mustafa Sabri, aklî mûcizeleri ispata çalıştıkları halde, hissî mûcizeleri kabul etmeyen İslâm mütefekkirleri hakkında; onların pozitiviz­min etkisinde kaldıklarını, bu sebeple tabiat kanunlarının değişmeye­ceğini iddia ettiklerini ve bu İddialarını teyit etmek üzere "Allah'ın sün­netinde bir değişiklik bulamazsınız" şeklindeki âyetleri delil gösterdik­lerini söyler. [104] Hz. Peygamber'in hissî mûcizesi olmadığı hususunda Kur'ân'da bunlara yer verilmediğini söyleyen Muhammed Heykel ve Ferid Vecdî gibi âlimlere; Kur'ân'ın bir siyer ve mağazi kitabı olmadı­ğını, dolayısıyla bu tür hadiselere yer vermediğini söyleyerek cevap verir. [105] Mustafa Sabrî, Reşîd Rızâ, Merağî, Ferid Vecdî, Heykel Pa­şa gibi âlimlerin hissî mûcizeler konusundaki görüşlerine, öncelikle hadislerin güvenilirliği hususunda şüphe uyandıracağı, ikinci olarak da "Hz. Peygamber'in hiçbir mûcizesi yoktur" şeklindeki müsteşrik iddi­asına malzeme temin edeceği fikrinden hareketle bu anlayışı tehlikeli bulur ve karşı çıkar.[106]

İslâm modernistlerinin hissî mûcizeleri reddetmeleri veya rasyonelleştirme ihtiyacı hissetmelerinin kabul edilebilir bazı sebepleri var­dır. Bunları tahlil etmeden, söz konusu âlimlerin hepsini İslâm düşma­nı ilan etmek ya da garplaşmış düşünürler olarak isimlendirmek isa­betli olmayacaktır. [107] Şimdi bu fikri savunanların temel çıkış noktala­rı sıralanacaktır:

1) Bunların temel çıkış noktası, Kur'ân'ın hissî mûcizeler konusun­daki olumsuz tutumudur. Kur'ân'da, inkârcıların müteaddit taleplerine rağmen Hz. Peygamber'e her hangi bir hissî mûcize verilmediği vur­gulanır. Hadis kaynaklarında bildirildiği şekilde, eğer Hz. Peygam­ber'e bir hissî mûcize verilmiş olsaydı bu mutlaka belirtilirdi. Bunun yerine Kur'ân'da Hz. Peygamber'in beşeri özelliklerine, tebliğ vazife­siyle görevli olduğuna, imanın oluşumunda hârikulâde olayların yapı­cı bir katkısının olmadığına dikkat çekilir.

2) Hissî mûcizeleri kabul etmeyenlerin ileri sürdükleri ikinci önem­li gerekçe, bu hârikaların tevatürle değil, âhad yolla rivayet edilmiş ol­masıdır.[108] Eğer bu olaylar gerçekleşmiş olsaydı, tevatürle nakledilme­leri gerekirdi. Çünkü insanlar, garip şeyleri nakletme hususunda he­veslidir. Buna rağmen hadislerde belirtilen hissî mûcizeler, âhad yolla bize ulaşmıştır. [109] Anlarız ki bunlar sahih rivayetler değillerdir.[110]

3) Son dönem İslâm âlimleri, batıdaki ilim ve felsefeden, poziti­vizm gibi fikri akımlardan ister istemez etkilenmişlerdir. Bunlar, tabiat­ta değişmeyen bir nizam ve sünnetullah'ın olduğunu belirterek Al­lah'ın kendi koyduğu kanunları değiştirmeyeceğini savunmuşlardır. Çünkü tabiattaki carî kanunlar, değişmeden ve bozulmadan korun­muştur. Kur'ân'da "Allah'ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsınız" şeklindeki âyetlerde bu hususa işaret edilmektedir. [111] Şu halde tabiat kanunlarının hilafına birtakım hârikaların meydana gelmesi mümkün değildir, demişlerdir.

4) Hz. Muhammed son peygamberdir, onun mesajı da kıyamete kadar bakî kalacaktır. Öyleyse onun peygamberliğini ispat eden delil­ler, sadece kendi dönemiyle sınırlı kalacak türden olmamalıdır. Nite­kim onun hidâyet mûcizesinin bütün zaman ve mekânlarda geçerli olan bir aklî ve bilgi mûcizesi olmasının hikmeti de bundandır. Ayrıca Kur'ân, insanların akıl ve mantıklarını kullanmalarını istemektedir. İn­sanların iman etmelerini de inkâr etmelerini de onların hür iradesine bırakmıştır. Hâlbuki hissî mûcizeler, inanç hürriyetini kısıtlamaktadır. Kur'ân, bu sebeple hissî mûcizeleri önemsememiş, Hz. Peygamber'in nübüvvetiyle ilgili olarak bunlara yer vermemiştir.[112]

 

II- Hadis Literatüründeki Hissî Mûcize Rivayetlerini Kabul Edenler

Kur'ân'dan sonra müslümanların en fazla itibar ettiği kaynak şüp­hesiz Kütüb-ü Sitte diye isimlendirilen hadis kitaplarıdır. Bunlardan Buharî ve Müslim'in Sahih'leri ayrı bir önemi haizdir. Bu iki kaynak­ta, Resûl-ü Ekrem'e atfedilen hissî mûcizelerin miktarı oldukça sınırlı­dır. Buna rağmen Hz. Peygamber'in mûcize ve faziletlerinden bahse­den eserlerde ona atfedilen hârikaların muazzam rakamlara ulaştığı görülür.[113]

Klasik musannifler tarafından bağımsız birer disiplin gibi değerlen­dirilen Siyer, Meğazi, Hasâis, Mu'cizât, Şevâhit, Şemail, Hilye, De­lâil, A'lam, Meulîd ve benzeri tür eserlerde Hz. Peygamber'in nübüv­vet öncesi ve sonrası zâtından, söz ve fiillerinden kaynaklandığı belir­tilen hârikalara yer verilmiş, her söz ve fiilinde olağanüstülük aranmış­tır. [114] Delâil, Hasâis, A'lâm ve Fedâil türü eserler, hadis kaynakları­nı bir tarafa bırakarak sadece mûcizelerle meşgul olmuşlardır. Olur-ol­maz her şeyi mûcize diye nakletmişlerdir. Bunların yazarlarının gaye­si, mûcizeler hakkında muteber rivayetleri toplamak değil, en garip ve hayret verici olaylardan müteşekkil eserler meydana getirmek ve bu surette son Peygamber'in fazilet ve menkıbeleri hakkında malzeme hazırlamaktır. [115] Hz. Peygamber'in mûcizelerini konu edinen ve hâ­rikalarının ne denli çok olduğunu kanıtlamaya çalışan eserîer arasın­da: Ebû Nu'aym el-İsfahânî'nin Ö.430/1038) Delâilü'n-Nübüvve’si, Beyhakî'nin ö.458/1066) Delâliü'n-Nübüvvesi, Kâdî İyâz'ın (Ö.544 /1140) eş-Şifâsı, İbnu’1-Cevzî’nin (5.597/1200) el-Vefâ bi Ahvâl-i Mustafa’sı, İbn Kesîr'in (ö.774/1373) Mu'cizâtü'n-Nebî’si, Suyûtî'nin (Ö.911/1505) el-Hasâisü'l-Kübrâ’sı, Nebhânî'nin (ö.1350/1931) Huccetülllâhi ale'l-Âlemîn'i gibi eserleri saymak mümkündür.

İbn Kuteybe (276/889), hadisçilerin bazı mevzû rivayetlerde bu­lunduklarını belirttikten sonra '"(Hadisçiler) bütün bu ahmakça rivayetleriyle İslâm düşmanlarını kışkırtmış ve zındıkları güldürmüşlerdir. İs­lâm'a girmeye meyilli olanları soğutmuş, şüphede olanların şüpheleri­ni artırmışlardır" [116] diyerek onların bu konuda ciddi hatalar yaptıklarını açıklar. Şah Velîyullah ed-Dihlevî (ö.1176/1762) de, hadis kay­naklarını güvenilirlik açısından değerlendirirken Delâil, Hasâis türü eserleri en son sıraya yerleştirir ve bunların en zayıf hatta uydurma rivayetlerle dolu olduklarını belirtir.[117] Şiblî ise, zayıf rivayet­lere dayanan mûcizeler başlığı altında-, sağlam ve muteber kabul edi­len bazı hadisçilerin Hz. Peygamber'in mûcizeleri konusundaki riva­yetleri hiç tenkid ve tahkik etmeden kaydettiklerini söyledikten sonra, Beyhakî ile Ebû Nu'aym'ı örnek vererek bunların eserlerinde sadece zayıf değil, uydurma rivayetlerin de olduğunu belirtir. Bu âlimler, ha­disle ilgili eserlerinde tenkit edip almayı uygun bulmadıkları birçok ri­vayeti, mûcizelerle ilgili eserlerine almakta sakınca görmemişlerdir.[118] Hz. Peygamber'in hârikaları konusunda aşırı gitmek, ondan hiç­bir hârikanın zuhur etmediğini iddia etmek kadar tehlikelidir. Çünkü bu gibi rivayetler, Hz. Peygamber'i örnek almak yerine ona sadece hayranlık duyulmasına ve insanüstü bir konuma yükseltilmesine yarar. Bu anlayış, Kur'ân'ın yaklaşımına tamamen terstir. Bu durumda, Ya­hudi ve Hıristiyanların kendi peygamberleri hakkında düştükleri tehli­keye müslümanların da düşmesi kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Hz. Peygamber'e yönelik bu tür rivayetlerin ayıklanması, cahil insanların bu konuda bilgilendirilmesi, Kur'ân'ın belirlediği çerçevede peygam­berlik delillerinin yeniden ortaya konulması ve çağın bilgi ve felsefe­sinden faydalanarak bunların anlaşılabilir izahının yapılması gereklidir. Şimdi, müslümanlar arasında bu tür rivayetlerin çoğalması ve taraftar bulmasının sebepleri üzerinde durulacaktır:

1)Mûcizeler hakkında yanlış ve uydurma rivayetlerin türemesine sebep, bu gibi rivayetlerin halk tarafından hüsnü kabul görmesidir. Sağlam dini tahsil almamış imam ve hatipler; cahil halkın dikkatini çekmek, onları merak ve heyecana düşürmek suretiyle hoşnut etmek için bu tür hikâyeleri uydurup yaymışlardır. Halk arasındaki kıssacı ve hikâyeciler de bu hikâyeleri abartarak aktarmışlardır. [119] Bu tür riva­yetler, zamanla kabul görmüş hatta hadis mertebesine çıkarılmıştır. Bazı âlimler bu tehlikeyi görmüş, işin ehli olmayan vaiz ve hikâyecilerin halkın inanç ve itikadında büyük tahrifler yaptığını açıklamış, an­cak bunun önü bir türlü alınamamıştır.[120]

2)Müslümanların kendi peygamberlerini diğer peygamberlerden her yönüyle üstün görme arzuları[121] bu tür rivayetlerin kabul görme­sine zemin hazırlamıştır. Aslında müslümanların Hz. Peygamber'i bü­tün peygamberlerin en üstünü saymaları, bütün faziletlerin onda top­landığına inanmaları kabul edilebilir bir husustur. Ancak bu itikada yanlış bir derinlik kazandırılmış, bütün peygamberlere verilen mûcize­lerin bir benzerinin hatta daha büyüğünün Hz. Peygamber'e verildiği iddia edilmiştir. Çünkü o, peygamberlerin sonuncusudur ve diğer bü­tün peygamberlerden üstün ve faziletlidir, öyleyse onun mûcizeleri de diğer peygamberlerin mûcizelerinden hem daha çok hem de daha bü­yük olmalıdır.[122] Bu anlayış doğrultusunda, her peygamberin mûcize­sine karşılık Hz. Peygamber'in bir mûcize gösterdiği, söz konusu mûcizenin diğerlerinden daha büyük ve etkili olduğu iddia edilmiş ve ka­nıtlanmaya çalışılmıştır.[123] Ümmetin bu psikolojik durumu, Hz. Pey­gamber'e de hissî mûcizeler verildiği hususunda rivayetlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.[124] Nitekim Önceki peygamberlere verilen mûcizelerin daha büyüklerinin Hz. Peygamber'e verildiğine dair müstakil eserler kaleme alınmış[125], nübüvvete dair eserlerde bu konuya yer verilmiştir.[126]

3)  Beşâretü'n-nebiyle ilgili birçok hadis uydurulmuştur. Kur'ân'da ve sahih hadislerde, Hz. Peygamber'in geleceğine dair mu­kaddes kitaplarda bilgiler bulunduğu, Yahudi ve Hıristiyanların son Peygamber'i bekledikleri haber verilmiştir. [127] Yalancı râviler, bu ha­berleri genişleterek Yahudilerin, Hz. Muhammed'in ne zaman, nere­de, hangi saatte ve nasıl zuhur edeceğini bildiklerine dair açıklamalar yapmışlardır. Nitekim Hz. Peygamber'in doğum anını anlatan eserler, onun dünyaya geldiği anda vuku bulan hârikaları en ince detayına ka­dar anlatmaktadır.[128] Bu rivayetlere bakıldığında Hz. Peygamber'in henüz doğduğu andan itibaren bütün insanlar tarafından çok iyi tanın­dığı, peygamberliğini bir an Önce ilan etmesinin beklendiği anlaşıl­maktadır. Hâlbuki Kur'ân'da, Resûl-ü Ekrem'in peygamber olacağını bilmediği, böyle bir beklenti içinde olmadığı bildirilmektedir.[129]

4) Birçok olay vardır ki, olağanüstü sayılmamakla beraber sırf mûcizeleri çoğaltmak için mûcizeymiş gibi kaydedilmiştir. Mesela, Hz. Câbir bir gün hastalanmış ve Hz Peygamber onu ziyarete gitmiştir. Hz. Câbir, hastalığı sebebiyle kendinden geçmiş bir halde yatarken Hz. Peygamber yüzüne biraz su serpmiştir. Bunun üzerine hasta birden bire ayılmıştır. Hadise, gayet normal bir olaydır. Fakat Delâil ve benzeri kaynaklarda bu olayın mûcize olarak nakledildiği görülür.[130]

5) Birtakım sahih rivayetlere eklemeler yapılarak veya farklı iki rivâyet karıştırılarak normal hadiseler mûcize olarak sunulmuştur. Me­selâ, Hz. Peygamber'in omuzları arasında "Peygamberlik Mührü" di­ye bilinen bariz bir gudde vardı. Diğer taraftan O'nun yüzüğü üzerin­de "Muhammed Rasûlullah" yazılıydı. Birtakım ihtiyatsız râviler, bun­ları birbirine karıştırarak "Hz. Peygamber'in omuzları üzerindeki pey­gamberlik mührü üzerinde "Muhammed Rasûlullah" yazılıdır, demiş­lerdir.[131]

 

III- Hissî Mûcizelerin Nübüvvetin İsbatında Delil Olmayacağını Savunanlar

Kaynakların belirttiğine göre, İslâm düşüncesinde hissî mûcizele­rin imkânını kabul etmekle birlikte bunların nübüvvete delâlet etmeye­ceğini savunan ilk âlim Hişâm el-Fuvatî'dir.[132] O, denizin yarılması, âsânın yılana dönüşmesi, ayın yarılması gibi hârikaların peygamberli­ğe ait bir delil sayılamayacağı kanaatindedir. Ona göre bunlar, arızî hallerdir ve arazlar ancak nazarî deliller vasıtasıyla bilinirler. Bu gibi hadiseler peygamberliğin delili kabul edilirse, o halde her bir delil, kendi dışında başka bir delile ihtiyaç duyar ve bunun da sonu gelmez, demiştir.[133] Muhtemelen İlk defa Hişâm el-Fuvatî tarafından ifade edi­len bu görüş, sonraki dönemlerde taraftar bulmuştur. Örneğin İbn Rüşd (520-595/1126-1198), bu görüşü daha anlaşılır ve kabul edile­bilir bir şekilde ortaya koymuştur. O, kelâmcıların mûcize anlayışının bazı karışıklıklara sebebiyet verebileceğini belirttikten sonra, mûcize­den hareketle iddia sahibinin peygamber olduğunun bilinmesinde ba­zı güçlüklerin olduğunu söylemiştir. Öncelikle hârikulâde olaylar ile nübüvvet sıfatı arasında doğrudan bir ilişkinin olmadığını savunmuş, söz konusu olayların tek başına peygamberliğe delil olamayacağını be­lirtmiştir. Ona göre bir insan peygamberliğini ilan ettiği zaman onun hedefi, insan ve toplumun ıslah edilmesi olmalıdır. Asanın yılana dö­nüşmesi, ölülerin diriltilmesi ve benzeri hadiseler her ne kadar olağanüstü haller ise de, bunların Hz. Mûsâ ve İsa'nın nübüvvetini ispat edebilmesi için başka delillere ihtiyaç vardır. Çünkü bu gibi hissî hâri­kalar, peygambere peygamber ismi verilmesini gerekli kılan sıfatın dı­şındaki fiillerdir. Hz. Peygamber'e atfedilen hissî hârikalara gelince, İbn Rüşd bunları mümkün görür. Ancak bunlar vasıtasıyla peygamber­liğin kanıtlanmasını isabetli bulmaz. O, bu konuda şunları söyler: "Ma­lumdur ki, Hz. Peygamber insanlardan hiç kimseyi, ümmetlerden hiç­bir ümmeti, kendi peygamberliğine ve tebliğ ettiği ahkâma iman et­meleri için bir maddeyi başka bir maddeye dönüştürmek gibi olağa­nüstü şeyler göstermek suretiyle dine davet etmemiştir. Ondan zuhur eden hârikalar, kimseye meydan okumaksızın, normal işler arasında zuhur etmiştir."[134] Özetle İbn Rüşd, hissî mûcizelerin mantıkî ve kat;î deliller olmadığını savunmuş, peygamberlik sıfatıyla bunlar arsında mantıkî bîr bağlantının bulunmadığını belirtmiştir. Hz. Peygamber, sa­dece Kur'ân'ın mûcize olduğu hususunda muhataplarına meydan oku­muş ve Kur'ân'ı hem öğretisinin hem de peygamberliğinin dayanağı yapmıştır. Bunun dışında her hangi bir hissî mûcize gösterme girişi­minde bulunmamıştır.[135]

Tarihî süreç içerisinde, nübüvvet konusuyla ilgili tartışmalar -özel­likle Batıdaki felsefî akımların etkisiyle- mûcizelerin imkânsızlığı husu­sunda yoğunlaşmıştır. Bunun için son dönem İslâm âlimleri, nübüvvet konularına ve daha özel anlamda mûcize meselesine ayrı bir önem vermişlerdir. Konuyla İlgili müstakil eserler kaleme almışlardır. Önce­ki dönemlere ait kelâm eserlerinde nübüvvet bahisleri çok sınırlı bir yer tutarken son dönemlerde kaleme alınan kelâm eserlerinde nübüv­vet bahislerinin çok daha hacimli olduğu görülür. Yakın dönem kelâmcıları, günün ilmî ve felsefî literatürünü de kullanarak, mûcizenin aklen imkânsız olmadığını izaha çalışırlar. Buna göre, mevcut tabiat ka­nunlarına muhalif bir olayın meydana gelmesinin muhal olduğuna da­ir bir kanıt olmadığı gibi, bunların başka bir tabiat kanununa bağlı ola­rak meydana geldiğini iddia etmeye de gerek yoktur. Şüphesiz bütün tabiat kanunlarını koyan güç, yeni bir kanun koymaya da muktedir­dir.[136] Nitekim Batılı filozoflardan bir kısmı, determinist anlayışı kabul etmeyerek tabiat kanunlarının zorunsuzluğunu savunmaktadır.[137] Şu halde modern düşünürlerin felsefî yorumlarında hissî mûcizelere yer bulunduğu ve asla muhal görünmediği anlaşılmaktadır.[138]

Başlangıçtan itibaren kelâmcıların genel tutumu, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin ispatında asıl kanıt olarak Kur'ân mûcizesi­nin ön plana çıkarılması şeklindedir. Nitekim kelâm eserlerinde, Hz. Peygamber'in hissî mûcizelerine birkaç cümleyle değinilirken, manevî mûcizelere ağırlık verilmiş ve bunların nübüvveti ispatta önemli olduklarına vurgu yapılmıştır. [139] Son dönem kelâmcıları da bu gelene­ği takip etmiş, Hz. Peygamber'in nübüvvetinin ispatında aklî mûcize­lere ağırlık vermişlerdir.[140] Burada Şiblî Nu'mânî, Muhammed Abduh, M. Reşîd Rızâ,[141] İzmirli, İsmail Fennî Ertuğrul[142], İsmail Hakkı Manastırlı, Hüseyin Cisrî, Abdülaziz Çaviş, Harpûtî, İzzet Derveze[143] gibi âlimleri örnek vermek mümkündür. Bunlar, Hz. Peygamber'in nübüvvetiyle ilgili olarak manevî mûcizelere ağırlık vermişlerdir. Mese­la Şiblî Nu'manî, eserinde en uzun bölümü mûcize konusuna ayırır, âlimlerin hissi mûcize üzerine kurulu yaygın geleneksel nübüvvet an­layışına karşı çıkarak, Hz. Peygamber'in getirdiği mesaj ve öğretiden hareketle onun güvenilir ve uyulması gereken bir peygamber olduğu­nun anlaşılacağını söyler. Ayrıca o, nübüvvet ve ilâhî mesajın kabulü için hissî mûcizelerin gerekliliğini ve önemini İslâm'ın ortadan kaldır­dığını da dile getirir.[144] Muhammed Abduh da, er-Risâle adlı eserin­de önce nübüvvetin mahiyetini ve imkânını izah eder, sonra da Hz. Peygamber'in risâletini tamamen aklî deliller kullanarak ispata çalışır. Kur'ân'ın icazına, içerdiği bilgi ve haberlere, getirdiği sistemin mü­kemmelliğine vurgu yaparak Hz. Muhammed'in gerçek peygamber olduğunu anlatır. Bununla birlikte O'nun hiçbir hissî mûcizesine yer vermez. [145] M. Reşîd Rızâ ise, Hz. Peygamber'in nübüvvetinin hissî mûcize ve garipliklerle değil her dönem ve mekânda geçerli olan ilmî ve aklî burhanlarla sabit olduğunu belirtir.[146]

Sonuç olarak söylenebilir ki, hadis kaynaklarında rivayet edilen hârikaların hepsini kabul etmek veya reddetmek mâkul ve mantıklı bir tutum değildir. Öncelikle bunların, klasik anlamda mûcize tanımına uymadıklarını belirtmek gerekir. Çünkü kelâm literatüründe mûcize denildiğinde, peygamberlik iddiası, tehaddî ve davaya uygun tarzda meydana gelen ve inkârcıların huzurunda onları İman etmeye sevk et­mek gayesiyle gösterilen hârikulâde olaylar kastedilir. Hâlbuki hadis kaynaklarında rivayet edilen hârikalar, -sübût açısından ileri sürülen itirazlar dikkate alınmışa bile- en azından kelâmcıların mûcize tanımıy­la örtüşmemektedir. Bu itibarla burada sorulması gereken Hz. Peygamber'den hârikulâde bir durumun zuhur edip etmediğidir. İlgili âyet­lerden anlaşıldığı üzere, Hz. Peygamber'e risâlet vazifesinde kullana­cağı ve doğruluğunun bir delili olarak gösterebileceği herhangi bir hissî mûcize verilmemiştir. Bununla birlikte, Hz. Peygamber'e hidâyet mûcizesinin dışında herhangi bir hissî mûcize verilmemiş olması, onun elinde olağanüstü bir durumun zuhur etmediği anlamına gelme­melidir. Klasik anlamda mûcizenin temel özelliklerini taşımamakla bir­likte; etrafındaki mü’minleri hayrete düşüren, onların iman ve itmi'nânlarını arttıran birtakım hârikaların Allah'ın izniyle zuhur ettiği­ni kabul etmek gerekir. Şöyle ki; Kur'ân'da önceki peygamberlerin hi­dâyet mûcizelerinin yanı sıra birtakım İlâhî yardımlar da bildirilmiştir. Hz. Mûsâ ve İsa'nın kendisine iman edenlere yönelik, -çok zorda kaldıkları bazı durumlarda veya imanlarını kuvvetlendirme gayesiyle- bazı hâri­kalar gösterdikleri açıklanmıştır. Nasıl ki, İsrailoğulları ve havariler Allah'ın birtakım lütuflarına muhatap olmuşlarsa, tıpkı bunun gibi Hz. Peygamber ve onun ashabı da bazı lütuf ve inayetlere muhatap ol­muşlardır. Bedir, Hendek ve Huneyn savaşlarında Allah'ın görünme­yen ordularla mü’minlere yardım etmesi, Hendek harbinde çok bunal­dıkları bir sırada fırtınanın çıkması, umulmadık bir anda Bedir'de yağ­murun yağması gibi örnekler Kur'ân'da mevcuttur. Yine Tebük sefe­rine çıkan müslümanlar, uzun ve sıkıntılı bir yolculuk geçirmişlerdi. Bu yolculuk sırasında suları tükenmiş, zor durumda kalmışlar ve ümitsiz­liğe düşmüşlerdi. Tam bu sırada Hz. Peygamber, bulabildikleri kadar çok suyu getirmelerini ve bir leğenin içine boşaltmalarını emretmişti. Leğenin içindeki suya elini koyan Hz. Peygamber, çevredeki insanla­ra diledikleri kadar su alabileceklerini bildirmişti. İnsanlar leğendeki suyun tükenmediğine şahit olmuşlardı. [147] Şimdi bu olay haddi zatın­da bir hârikadır. Ancak Hz. Peygamber'in bunu mü’minlerin huzurun­da, çok ihtiyaç hissedilen bir zamanda, herhangi bir iddia ve meydan okuma olmaksızın yapmıştı. Olay öncesinde bir hârika göstereceğini bildirmediği gibi, bu hadiseyle peygamberliği arasında bir bağlantı da kurmamıştı.

 

Hadis kaynaklarında belirtilen hârikulâde olaylarla Kur'ân'da ön­ceki peygamberlere yönelik belirtilen hissî mûcizeler arasında çok önemli farklar mevcuttur. Bunları şöylece özetlemek mümkündür:

Birinci olarak hedef farklılığı gösterilebilir. Çünkü mûcize, henüz iman etmemiş insanların huzurunda, onları imana sevk etmek üzere; bir benzerini başkalarının yapamayacağı iddiasına binaen ortaya ko­nur ve nübüvvet iddiasında bulunan şahsın doğruluğunun kanıtı kabul edilir. Peygamberlerin hidâyet mûcizelerinin hepsi bu özelliğe sahiptir. Hâlbuki Hz. Peygamber'den zuhur ettiği rivayet edilen hârikalar, kâfirlerin huzurunda değil mü’minlerin yanında meydana gelmiştir. Bura­da bir meydan okuma yoktur. Sadece Allah'ın bir inayeti ve lütfu var­dır. Mü’minlerin ihtiyaçlarının giderilmesi maksadına yönelik olan bu tür hârikaların neredeyse hepsinin Medîne döneminde zuhur etmiş ol­ması da dikkat çekicidir. İslâm'ın güçlenip devlet seviyesine ulaştığı ve rüştünü ispat ettiği bir dönemde bu tür hârikaların zuhur etmiş olma­sı, söz konusu hârikaların bir tebliğ metodu olarak kullanılmadığını, di­nin esaslarından her hangi bir rüknü oluşturmadıklarını göstermekte­dir.

İkinci olarak, hissî mûcizeler uyarma ve korkutma amacıyla gön­derilirler. [148]Hâlbuki nusret/ yardım türü hârikaların hedefi, mü’minlere yardım etmek, ihtiyaçlarını gidermek ya da imanlarını olgunlaştır­maktır. Nitekim sahabe, bu tür hârikaları bir bereket vesilesi olarak görmekteydi.[149]

Üçüncü olarak, Hz. Peygamber'den zuhur ettiği rivayet edilen hârikaların muayyen bir zaman ve mekânla sınırlı olduğu, sadece ola­ya şahit olanlara yönelik zuhur ettiği ve bu tür rivayetlerin haberden öte bir değerinin olmadığı bilinmektedir. İslâm âlimleri, bu tür olaylar­dan hareketle Hz. Peygamber'in peygamberliğini ispata kalkışmanın isabetli olmadığı kanaatindedir. Bu tür rivayetlerin çokluğu peygambe­rin fazilet ve üstünlüğü hususunda bir delil sayılamayacağı gibi, bunla­rın yokluğu da onun fazilet ve değerini düşürmez.

Dördüncü olarak, Hz. Peygamber inkârcılarla mücadelesinde sadece Kur'ân'ın delil oluşuyla yetinmiş, bu tur hârikaları bir tebliğ metodu olarak kullanmamıştır. Hayatı boyunca Allah'ın koyduğu tabi­at kanunlarına tabi olmuş ve bunu tavsiye etmiştir. Onun başarılarının hiçbiri söz konusu hârikalara dayanmamaktadır.[150]

Sonuç

Kur'ân'da Hz. Muhammed'in Allah elçisi olduğu aklî ve mantıkî delillerle izah edilmektedir. İslâm âlimleri başlangıçta Kur'ân'ın bu me­toduna bağlı kalmışlar ise de, zamanla Yahudi ve Hıristiyan etkileri başta olmak üzere dış kültürlerin tesirleriyle peygamberliğin kanıtlanmasında hissî mûcizelere ağırlık vermeye başlamışlardır, özellikle ha­dislerin tedvin edilmeye başlandığı dönemden itibaren bu konudaki her tür rivayet mûcizeymiş gibi ele alınmış, bunlara dayanılarak Hz. Peygamber'in nübüvvetini ispat eden eserler telif edilmiş ve zamanla a'lâmü'n-nübüvve, delâilü'n-nübüvve, mu'cizâtü'n-nebî, hasâisü'n-nebî, şemâilü'n-nebî, fedâilü'n-nebî, mevlidü'n-nebî türünde birçok eser ortaya çıkmıştır. Bu eserlerde Hz. Peygamber'den zuhur ettiği belirtilen pek çok mûcizeye yer verilmiş ve onun peygamberliği bu tür olaylarla kanıtlanmaya çalışılmıştır. Mûcizelerin çokluğuyla peygam­berlerin fazilet ve üstünlükleri arasında doğrudan bir ilişki kurularak, geçmiş peygamberlere verilen mûcizelerin daha büyüğünün Hz. Pey­gamberce verildiği ısrarla savunulmuş ve bu iddiayı desteklemek üzere Kur'ân ve sahih hadislerden yeterince delil bulunamadığından mevzû rivayetlere de yer verilmiştir. Sonuçta karşımıza büyük bir mûcize lite­ratürü çıkmıştır. Hâlbuki Kur'ân'ın -Hz. Peygamberle ilgili olarak- his­sî mûcizeler konusundaki tavrı son derece açıktır. Buna rağmen ilk dö­nem sonrası kaynaklarda ona atfedilen hissî mûcizelerin çokluğu dik­kat çekmektedir. Hissî hârikalarla peygamberliğin kanıtlanması şeklin­de özetlenecek bu anlayışın Kur'ân'ın genel tavrı dikkate alınarak de­ğerlendirilmesi ve nübüvvetin ispat edilmesinde Kur'ânî metodun or­taya konulmasının dinî açıdan bir zorunluluk olduğu açıktır.

Allah ile insanlar arasında elçilik vazifesi yapan peygamberlerin, insanlar tarafından kabul edilebilmesi İçin öncelikle doğruluk ve güve­nilirliklerini kanıtlamaları gereklidir. Vahiy ve nübüvvetin duyularla algılanamayan gaybî bir husus oluşu, gerçek peygamber ile sahtekârla­rı ayırt etmeyi sağlayan bir kriterin ortaya konulmasını gerekli kılmış­tır. İslâm âlimlerinin büyük bir kısmı -Ehl-i sünnet, Mu'tezile ve İslâm filozoflarının ekseriyeti-, peygamberin tanınıp bilinmesi, emir ve ya­sakların geçerlilik kazanması ve İnsanların dinen sorumlu tutulabilme­si için mûcizenin gerekli olduğu kanaatindedir. Her ne kadar mûcize­nin dışında peygamberin doğruluğunu gösteren başka deliller varsa da bunlar ancak hidâyet mûcizesinin zuhuruyla birlikte anlam kazanır ve destekleyici deliller haline gelirler. Peygamberlerin doğruluklarını ka­nıtlayan bu deliller Kur'ân-ı Kerim'de âyet, beyyine, burhan, sultan, furkan ve hak kelimeleriyle ifade edilirken kelâm terminolojisinde mûcize olarak isimlendirilmiştir. Bu bakımdan Kur'ân ve hadislerde peygamberliğin ispatını ifade etmek üzere kullanılan kelimelerle kelâmcıların terminolojisi arasında önemli farklılıklar vardır. Nitekim ke­lâm literatürüne göre bir olayın mûcize sayılabilmesi için onun İlâhî bir fiil olması, hârikulâde bir tarzda zuhur etmesi, nübüvvet iddiası ve tehaddî ile (meydan okumayla) birlikte gerçekleşmesi, iddiadan sonra ve belirtildiği şekilde peygamberin elinde vuku bulması ve aynı zamanda peygamberin doğ­ruluğunu gösteren bir tarzda zuhur etmesi gerekir. Bunlar, mûcizede bulunması gereken temel özelliklerdir.

Kelâm kaynaklarında mûcizeler, konusuna göre aklî, haberi ve hissî olmak üzere üçe ayrılmış ve genellikle bu tasnife bağlı kalınmış­tır. Burada mûcizeler konusuna göre tasnif edildiği gibi, gaye, tabiat kanunları, davetteki konum, tehaddî özelliği ve benzeri şekillerde de tasnif edilmiştir. Özellikle, Kur'an’da zikredilen mûcizeler, peygamber­liğin ispat edilmesindeki önem ve belirleyicilikleri açısından gayesine göre ele alınmış ve hangi mûcizelerin bu konuda delil olabileceği tes­pit edilmiştir.

Kelâmcıların mûcize tanımıyla tam olarak örtüşen deliller hidâyet mûcizeleridir. Bunlar, peygamberlerin tebliğe başladıkları ve daha zi­yade aklî deliller kullandıkları ilk dönemin hemen ardından, doğruluk­larını kanıtlamak ve insanları ikna etmek için ortaya koydukları hârikulâde olaylardır. Tehaddî şartı başta olmak üzere inkârcıların huzu­runda ve onları âciz bırakacak şekilde zuhur eden bu mûcizeler, pey­gamberlerin nübüvvetini ispat eden en önemli delillerdir. Kur'ân'da bütün peygamberlerin hidâyet mûcizeleri belirtilmemekle birlikte, nü­büvvetle ilgili âyetlerin genelinden çıkarılan sonuç -şekil ve mahiyeti farklı olmakla birlikte- her peygambere bir hidâyet mûcizesi verildiği yönündedir. Nitekim Kur'ân'da zikredilen Hz. Salih'in devesi, Hz. Mûsâ'nın asasının ejderhaya dönüşmesi, elinin beyaz bir ışık saçması, Hz. İsa'nın çamurdan yaptığı kuşu canlandırması, doğuştan körlerle alacalı hastaları iyileştirmesi, ölüleri diriltmesi hissî hidâyet mûcizesi­ne; Hz. İbrahim'in hücceti ve Hz. Muhammed'in Kur'ân mûcizesi ak­lî hidâyet mûcizesine; Hz. İsa'nın evlerde biriktirilen her şeyi bileceği­ni söylemesi ve Hz. Muhammed'in Rumların galibiyetini bildirmesi de haberi hidâyet mûcizesine örnek teşkil etmektedir. Diğer taraftan, mü’minlerin maddî ve manevî birtakım ihtiyaçlarını gidermeye yöne­lik olarak zuhur eden olaylar vardır ki, bunlar hârikulâde olmakla bir­likte klasik anlamda mûcizenin temel niteliklerini taşımazlar. Peygam­berler, önceden bildirmeden ve tehaddîde bulunmadan (meydan okumadan) ilâhî bir lütuf olarak bunları gösterirler ve bu tür olaylara dayanarak nübüvvetlerini kanıtlama yoluna gitmezler. Öte yandan, peygamberlerin şahıslarına veya çevrelerindeki sınırlı sayıdaki mü’minlere hitap eden hârikulâde olaylar vardır ki, bunlar da ikram mûcizeleri diye isimlendirilmiştir. Nitekim Hz. İbrahim'in isteği üzerine ölü kuşların dirilişinin ona gös­terilmesi, havarilere gökten sofra indirilmesi ve İsrâ olayı burada ör­nek verilebilir. İnkârda ısrar eden kâfirlerin, hidâyet mûcizelerini gör­melerine rağmen peygamberleri zor durumda bırakmak, bazen de alay etmek için ileri sürdükleri talepler vardır ki, bunlara da teklifi mûcizeler denilmiştir. Kur'ân'da hem geçmiş peygamberlere hem de Hz. Peygamber'e yöneltilen bu tür taleplere genişçe yer verilmiş ve bun­lar imanın oluşumunda müspet bir katkılarının olmadığı gerekçesiyle reddedilmişlerdir.

Kelâmcılar, şartlarına uygun olarak zuhur eden mûcizenin Allah'ın kendi elçisini "Sen peygamberlik dâvanda doğrusun, benim elçimsin!" anlamına gelen fiilî tasdik ile teyit ettiğini ve bunun sözlü tasdik yeri­ne geçtiğini kabul ederler. Onlar, bu delâleti anlatmak üzere genellik­le hükümdar-elçi örneğini verirler ve böylece gaibin şahide kıyas edil­mesi yöntemiyle mûcizenin delâletini izah etmeye çalışırlar. Kelâmcı­lar, mûcizenin zorunlu veya istidlali bir bilgi ifade edip-etmediği husu­sunda ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bazılarına göre şartlarına uygun tarzda zuhur eden mûcize, peygamberin doğruluğunu göstermesi açı­sından zorunlu bilgi İfade ederken bazıları da bunun istidlali bilgi ver­diğini iddia etmiştir. Bize göre bu bilgi, olayın keyfiyeti ve meydana geliş şeklinden ziyade muhatapların konumlan ve psikolojik halleriyle yakından ilgilidir. Şayet mûcizeler, matematiksel anlamda kesin ve şüphe edilmez zorunlu bir bilgi ifade etmiş olsalardı, bu durumda in­sanların hepsinde aynı kanaatin oluşması lâzım gelirdi. Nitekim muayyen bir mûcize, bazı kimselerde peygamberin doğruluğuna dair ke­sin ve zorunlu bir bilgi meydana getirirken aynı olay diğer insanların inkârını artırmaktadır. Aslında bu durum mûcizelerin imana zorlayıcı deliller olmadıklarını, olsa olsa inanmaya müsait kimselere düşünüp karar vermede yardım ettiklerini göstermektedir.

Kur'ân-ı Kerim'de, peygamberlerin nübüvvet Öncesi yaşantılarına fazla yer verilmemekle birlikte, genel olarak onların kendi toplumla­rında sevilen, doğru sözlü ve dürüst kimseler olduklarına vurgu yapı­lır. Buna rağmen onlar, vahiy almaya başladıkları andan itibaren daha önce söz konusu edilmeyen birçok itham ve iftiralara muhatap olmuş­lardır. Bu durumun, onların peygamber olduklarını açıklamaları, aklî ve mantıkî delillerle insanları uyarmaları ve ayrıca doğru sözlü olduk­larına dair hidâyet mûcizelerini getirmelerinden sonra ortaya çıktığı dikkate alınırsa, inkârcıların peygamberlere yaptıkları itirazların, Kur'ân'da da işaret edildiği üzere onların şahıslarına değil, getirdikle­ri vahiy ve ortaya koydukları mûcizelere karşı olduğu daha iyi anlaşı­lır. Bu itibarla söz konusu itirazlar, her ne kadar peygamberin şahsına yöneltilmişse de, bunun asıl sebebi onların misyon, doktrin ve mûcizevî delillerini reddetmektir.

İnkârcılar tarafından dile getirilen birçok mûcize talebinin varlığı Kur'ân-ı Kerim'de bildirilmektedir. Geçmiş peygamberlerden istenilen teklîfî mûcizelerin yanı sıra özellikle Mekke'li müşriklerin dile getirdik­leri hissî mûcize talepleri de Kur'ân'da tafsilatlı bir şekilde verilmiştir. Hidâyet mûcizesine rağmen inanmayan kâfirlere, ikinci bir mûcize verilmemiştir. Bu durum, Allah'ın bütün peygamberleri için geçerli olan bir sünnetidir.

İnkârcıların mûcizeleri dolayısıyla peygamberleri kabul etmeyişle­rinin sosyal, siyasî, ekonomik ve dinî olmak üzere birçok sebebi var­dır. Bunlar arasında onların büyüklenme ve hakkı kabul etmeme şek­lindeki ruh yapılarının önemli bir yerinin olduğu aşikârdır. Öte yandan inkârcıların peygamberi çekememeleri, liderlik ve siyasî üstünlüğü el­den bırakmama arzulan, sahip oldukları maddî imkânlara güvenmele­ri, benimsedikleri inançları muhafaza etmek istemeleri gibi hususlar, inkârda ısrarcı davranmalarının sebepleri arasında gösterilebilir.

İslâm âlimleri, Hz. Peygamber'e ait hissî mûcizelerin Kur'ân'da mevcudiyeti hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı âlimler, Hz. Peygamber'e hissî mûcizelerin verildiğine dair örneklerin Kur'ân'da zikredildiğini savunurken, bazıları da ona hiçbir hissî mûcize verilmediğini ve Kur'ân'da bu yönde bir İşaretin bulunmadığını iddia etmiştir. Hz. Pey-gamber'in hissî mûcizelerinin Kur'ân'da zikredildiğini ileri sürenler, bu iddialarını desteklemek üzere İsrâ, Mi'rac, İnşikâku'l-kamer (ay’ın yarılması), melekle­rin Bedir savaşında tecessüm edip müşrikleri öldürmek suretiyle müslümanlara yardım etmeleri, Hz. Peygamberin eline alıp serptiği bir avuç kumun düşmanların gözüne isabet etmesi, göğsünün yarılıp kal­binin yıkanması gibi örnekleri gösterirler. Bu çalışmada inşikaku'l-kamer, meleklerin yardımı ve savaş sırasında bir avuç toprağın düşman­lara serpilmesi örnekleri üzerinde durulmuştur. Diğer örneklerin yuka­rıda açıklanan mûcize kavramına girmediği aşikârdır. Çünkü İsrâ ve Mi'rac gibi hadiselerinin nübüvveti ispat etmek gibi bir hedefi yoktur ve bunlar sadece Hz. Peygamber'in şahit olduğu hârikalardır. Dolayı­sıyla bu olayların hissî mûcizeler arasında sayılması isabetli değildir.

İnşikâku'l-kamer haberi, Kur'ân'da sadece Kamer sûresinin ilk âyetinde zikredilir. Bu âyetin delâleti konusunda farklı yorumlar vardır. Müfessirlerin büyük çoğunluğunun benimsediği görüşe göre "inşikaku’l-kamer" ifadesiyle Mekke'de Hz. Peygamber zamanında gökteki ay’ın ikiye yarılması hâdisesi kastedilmektedir. Bu görüşü savunanların en önemli delili, Kur'ân'ın zahirî anlamı ve konuyla ilgili hadis rivayet­leridir. Diğer taraftan bu haberi ileride vuku bulacak bir olay olarak de­ğerlendirenler ise bunun, Kıyamet yaklaştığı bir sırada vuku bulacağı­nı ve kıyametin kopacağının bir işareti sayılacağını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşü savunanların delilleri ise, Kur'ân'da gelecekte vuku bulaca­ğı kesin olarak bilinen bazı hâdiselerin geçmiş zaman kipiyle ifade edilmesi, hissî mûcize talepleri konusunda Kur'ân'ın tavrı ve bu olayın âhad rivayetlerle bize ulaştırılması şeklindedir. Kur'ân'ın hissî mûcize­ler konusundaki genel tutumundan hareketle “inşakka'l-kamer” ifadesi değerlendirilirse bu ifadenin geçtiği pasajda nübüvvet-mûcize ilişkisini hatırlatan, Hz. Peygamber'in doğruluğunu ispat etme gayesi güden bir hedefin olmadığı ve böyle bir yorumu haklı gösterecek bir işaretin bulunmadığı sonucuna varılır. Bu âyetlerde kıyametin yaklaşmasıyla ayın yarılması arasında bir ilişki kurulmuştur. Ayrıca Kur'ân'ın bu ifa­deye atfetmiş olduğu kıymet de önemlidir. Siyer ve tefsir kaynakların­da nakledildiği gibi olay müşriklerin talebi üzerine Hz. Peygamber'in nübüvvetini ispata yönelik olarak ortaya konulmuş bir mûcize olmuş olsaydı, şüphesiz daha sonra inen âyet veya sûrelerde buna işaret edi­lirdi. Kamer sûresinin Mekke'de ve bi'setin dört ya da beşinci yılında indiği ve ilk sûrelerden olduğu hususu dikkate alınırsa, daha sonraki sûrelerde bu olaya atıfta bulunulmamış olması önemlidir. Kur'ân'da geçmiş peygamberlerin hissî mûcizelerine onlarca yerde atıfta bulunulurken inşikak-ı kamer'e başka âyetlerde işaret edilmemesi, bu ifadelerle mûcizenin kastedilmediği görüşünü teyit etmektedir. Mekke dönemi boyunca birçok mûcize talebiyle karşılaşan Hz. Peygamber'in inkârcıları sustur­mak için bu olayı delil getirip inanmadıklarını yüzlerine vurmamış ol­ması da dikkat çekicidir. Diğer taraftan “ve’nşakka'l-kamer” ifadesi kıya­metin kopuşunu tasvir eden âyetlerle paralellik göstermektedir. Nite­kim Kur'ân'da kıyamet sahnesini tasvir eden âyetlerde geçmiş zaman kipinin kullanıldığı görülmektedir. İnşakka'l-kamer ifadesinin de bu şe­kilde anlaşılması mümkündür. Ayrıca burada geçen "âyet" kelimesinin âlemdeki düzenin bozulup kıyametin vuku bulacağına, dolayısıyla ye­niden dirilişin gerçekleşeceğine işaret eden bir delil anlamında kulla­nılmış olması da muhtemeldir. Bu itibarla söz konusu âyetin hedefi, evrenin düzeninin ebedî olmadığı, bunun bozulabileceği ve kıyametin kopacağı, dolayısıyla ahiret hayatının vuku bulacağının anlatılması ol­malıdır. Bu ve benzeri âyetlerde, yeniden dirilişin olmayacağını iddia eden müşriklere, düşünmeleri için deliller sunulmuştur. Aklını kullanan mâkul ve mantıklı kimselerin, bu tür delillerden hareketle hakikati bul­maları mümkündür. İnşakka'l-kamer âyetinin bu şekilde yorumlanma­sı daha isabetli görünmektedir.

Hz. Peygamber'e atfedilen hissî mûcizelerden biri de, Bedir Sava­şında meleklerin müslümanların yardımına gelmeleri ve tecessüm ede­rek bilfiil savaşa katılmaları şeklindedir. Bunu kabul edenler, görüşleri­ni desteklemek üzere bazı hadis ve sahabe kavillerini delil getirmişler­dir. Savaş sırasında meleklerin tecessüm ederek savaşa müdaha­le etmeleri ve bu durumun insanlar tarafından algılanmış olduğu şek­lindeki rivayetler Kur'ân'ın hissî mûcizeler konusundaki genel tavrıyla uyuşmamaktadır. İlgili âyetler incelendiğinde, Bedir Savaşında melek­ler vasıtasıyla mü’minlere yardım yapıldığının açık bir şekilde ifade edildiği görülür. Ancak bu yardımın bazı kaynaklarda ileri sürüldüğü gibi hissî bir yardım olmadığı, tamamen manevî bir şekilde gerçekleş­mesi muhtemeldir. Zira meleklerin tecessüm edip müşriklerle savaştı­ğını ifade eden her hangi bir âyet olmadığı gibi bu konuda sahih bir rivayet de bulunmamaktadır. Onların bilfiil harbe katılıp bir kâfiri öldürmeleri de Allah'ın sünnetine aykırıdır. Şu halde, meleklerin mü’minlere yardım etmek üzere gönderilmesinin manası, kâfirlerin gö­zünde müslümanların sayısının savaştan önce az, savaşmak üzere kar­şılaştıklarında ise çok gösterilmesi, kalplerinin sakinleştirilmesi ve gü­ven duygusunun aşılanması, aynı zamanda düşmanların yüreklerine korku ve ümitsizliğin salınması şeklinde manevî ve ruhî bir yardım ol­malıdır. Bedir'de elde edilen başarının, Hz. Peygamber'in doğruluğu­nu gösteren aklî bîr delil olarak sunulması Kur'ân'ın ruhuna daha uy­gundur. Zira o, henüz nübüvvetinin başlangıcında Allah'ın elçisi oldu­ğunu, getirdiği dinin bütün dinlere üstün geleceğini, sonunda kazana­nın kendi taraftarları olacağını açıklamış, taraftarlarının azlığı ve bütün zayıflığına rağmen düşmanları ona zarar verememiş ve onu mağlup edememiştir. Özellikle Bedir günü, az sayıdaki İslâm ordusunun güçlü Mekke, ordusunu hezimete uğratması, çok kısa sayılabilecek bir dö­nemde hiç yoktan bir devlet kurması ve tüm Arabistan'a hâkim olma­sı hususları dikkate alındığında, onun Allah tarafından desteklendiği ve dolayısıyla haber verdiği hususlarda doğru söylediği rahatlıkla bili­nir.

Hadislerdeki hissî mûcize rivayetlerine gelince, haber verilen hâ­rikaların hepsini kabul veya reddetmenin isabetli olmadığı kanaatinde­yiz. Burada öncelikle Hz. Peygamber'den hârikulâde bir durumun zu­hur edip-etmediği hususuna açıklık kazandırmak gerekir. İlgili âyetler­den anlaşıldığı üzere, Hz. Peygamber'e risâlet vazifesinde kullanacağı ve doğruluğunun bir delili olarak gösterebileceği herhangi bir hissî mûcize verilmemiştir. Bu bakımdan onun yegâne hidâyet mûcizesi Kur'ân-ı Kerim'dir ve nübüvvetini ispat etmek üzere sadece onu delil olarak ileri sürmüştür. Bununla birlikte onun elinde olağanüstü bazı olayların zuhur ettiği de kabul edilmektedir. Klasik anlamda mûcizenin temel özelliklerini taşımamakla birlikte Hz. Peygamber'in elinde, etra­fındaki mü’minleri hayrete düşüren, onların iman ve itmi'nânlarmı ar­tıran birtakım hârikaların Allah'ın izniyle zuhur ettiği hususunda ma­nevî tevatürün varlığı benimsenmiştir. Nitekim Kur'ân'da önceki pey­gamberlerin hissî hidâyet mûcizelerinin yanı sıra birtakım ilâhî yar­dımlarla desteklendikleri bildirildiği gibi Hz. Peygamber ve ashabının da bazı lütuf ve inayetlere nail oldukları belirtilir. Hem Kur'ân'da hem de hadislerde belirtilen bu tür olaylar, hadd-i zâtında olağanüstü ol­makla birlikte bunların hemen hepsinin mü’minlerin huzurunda, çok İhtiyaç hissedilen bir zamanda, her hangi bir iddia ve meydan okuma olmaksızın vuku bulmuş olmaları dikkat çekicidir.

Kur'ân'da zikredilen hissî hidâyet mûcizeleri ile hadislerdeki hissî hârikalar arasında bazı farklılıklar vardır. Hissî hidâyet mûcizelerinin henüz iman etmemiş insanların huzurunda, onları imana sevk etmek üzere ortaya konulan ve iddia sahibinin doğruluğunu kanıtlayan ilâhî fiiller olduğu hususu dikkate alınırsa, hadis kaynaklarında nakledilen hissî hârikaların bu özellikten yoksun olduğu görülür. Mü’minlerin maddî veya manevî bazı ihtiyaçlarının giderilmesi maksadına yönelik olan bu tür hârikaların neredeyse hepsinin Medine döneminde zuhur etmiş olması da bunların hedefinin nübüvveti ispat etmek ve Hz. Peygamber'in doğruluğunu kanıtlamak olmadığını göstermektedir. Öte yandan hissî hidâyet mûcizeleri uyarma ve korkutma amacıyla gönde­rilirler. Hâlbuki nusret türü hârikaların hedefi, mü’minlere yardım et­mek, ihtiyaçlarını gidermek veya imanlarını olgunlaştırmaktır. Ayrıca bu hârikalar, muayyen bir zaman ve mekânla sınırlıdır ve sadece ola­ya şahit olanlar için bir anlam ifade ederler. Bunları görme imkânına sahip olmayanlar için bu rivayetlerin haberden öte bir değerleri yok­tur. İslâm dininin evrensel olduğu ve Kur'ân mesajının bütün zaman ve mekâna hitap ettiği hususu dikkate alınırsa, Hz. Peygamber'in nü­büvvetini kanıtlayan delillerin her dönemde geçerliğini muhafaza ede­cek türden olmasının Kur'ân'ın ve İslâm'ın ruhuna daha uygun oldu­ğu anlaşılır. Zira Hz. Peygamber, inkârcıların birtakım vehim ve ves­veselerini bastırmak, akıl ve idraklerini saf dışı bırakacak hârikulâde olaylar göstermek için gelmemiştir. O, ilâhî mesajı insanlara ulaştır­mak, en güzel ve örnek davranışları insanlığa sunmak için gönderil­miştir. Akıllı, basiretli, önyargıdan uzak ve hakkı kabule meyilli insan­lar, onun gerçek peygamber olduğunu; mesaj ve öğretisini incelemek, ahlak ve faziletlerini araştırmak ve bütün hayatını tetkik etmek sure­tiyle anlayabilirler. Öyle ki Hz. Peygamber, nübüvvetinin başlangıcın­da ortaya koyduğu hedefleri tek tek gerçekleştirmiş; putperestliği kal­dırmış ve tevhit inancını yerleştirmiş; erdemli bir toplum oluşturmuş ve sonuçta mükemmel bir din getirmiştir. Böylece o, şimdiye kadar hiçbir kimseye nasip olmayan büyük bir başarı elde etmiştir. İşte Hz. Peygamberin bütün bunları -peygamberlik iddiasıyla birlikte- tek ba­şına gerçekleştirmiş olması, onun Allah tarafından desteklendiğini gösteren en büyük mûcizesidir.[151]

 

Kerâmet

Kerâmet, sözlükte üstün, değerli, güzel gibi anlamlara gelir. İslâm kültüründe ‘kerâmet’, Allah’ın ikramıdır. Allah’ın mü’minlere yardım vaadi kapsamında onlara lütuf ve ihsânı olarak hemen her Müslüman üzerinde görülen İlâhî yardımdır.

Kerâmet, tasavvufçuların iddia ettiği gibi, kendilerine velî denilen olağanüstü insanların, yarı tanrıların ortaya koydukları sünnetullahı değiştiren olağanüstülükler değil; Allah’ın mü’min kullarına bir hediyesidir. Günlük hayatımızda bu türlü ikramlara her zaman değilse bile, sık sık tanık olmaktayız. Birçok müslüman zaman zaman kerâmet denilecek şekilde enteresan olaya ve iyiliklere kavuşabilmektedir. Hiç beklemediğimiz bir yerde sıkıntıdan kurtulmamız, beklediğimiz bir kimsenin ansızın gelmesi, zor durumlarda birden bire çıkış yolları bulmamız, beklemediğimiz bir yerde iyi bir başarı göstermemiz ve bunlara benzer yüzlerce olağanüstü durumlarla karşılaşırız. Bir tehlikeden kurtulan için yanlış olarak ‘mûcize eseri kurtuldu’ denir. Aslında o Allah’ın o insana bir ‘kerâmeti’dir, yani bir ikramıdır. Ancak çoğu insan bunun farkında değildir.

Kerâmet, özel insanların özelliği değildir. Allah, Kur’an’da kimlerin ‘velî’ olduğunu anlatmaktadır. Kur’an’ın anlattığına göre Allah’ın koyduğu sınırlara uyan, takvâ sahibi bütün müslümanlar Allah’ın velîsidirler. Kur’an’ın özelliklerini belirttiği velî olmak için ‘kerâmet’ göstermek gerekmez. Velî olmanın böyle olağanüstülüklere ihtiyacı yoktur.

İşin aslı böyle olmasına rağmen çağlar boyu, özellikle câhil halk tarafından kerâmet çok yanlış anlaşıldı. Öyle ki, Allah’ın kullarına her zaman ikram edeceğini (kerâmet vereceğini) unutan kimseler, kerâmeti belli velîler sınıfına verdiler. Kim hangi üstada (şeyhe) bağlı ise, şeyhinin üstünlüğünü isbat edebilme uğruna yahut çok sevdikleri için yahut normal olayları olağanüstü görmek istedikleri için, ha bire kerâmet hikâyelerine başvurdular. Bağlandıkları insanları böyle görmeyi arzu ettiler.

Halk, bağlandığı hocasının kerâmetinin tâkipçisi, hatta hastasıdır. Ders aldığı, yararlandığı, öğütlerini tuttuğu insanın olağanüstü durumlarını da görmek ister. Görmese bile uydurmaya başlar. Hâlbuki insan kim olursa olsun âcizdir. Kendiliğinden hiç bir olağanüstü iş yapamaz. Bize olağanüstü gibi gelen birtakım şeyler Allah’ın o insana ikrâmıdır. O kimsenin -halkın anladığı mânâda) velîliğinin isbâtı değildir.

Kerâmet hikâyelerinin çoğu uydurma olmakla birlikte; doğru olanlar için de bu kerâmetin Allah katında kerâmet gösterenlere bir üstünlük verildiğinin işareti şeklinde anlaşılması doğru değildir. Allah’ın kendilerine bazı ikramlar sunduğu insanlar kerâmete sahip oldukları için üstün insanlar sayılamazlar. Üstünlük takvâ iledir. Kerâmet Allah’ın sâlih kullarına zaman zaman bağışladığı ikramdır. Halk arasında anlatılan, kitaplarda yer alan kerâmet hikâyelerine ihtiyaç olmadığı gibi, bunlara inanmak akaid açısından da doğru değildir.

 

Kerâmet Diye İddia Edilen Olaylar

Kur’ân-ı Kerim’de; peygamber olmadıkları halde hârikulâde hallere ve güzel nimetlere kavuşan bazı sâlih kimselerin kıssaları anlatılmıştır. Meselâ, Hz. Meryem hakkında şu âyetlere rastlarız: “Bunun üzerine Rabbi onu (Meryem’i) güzel bir şekilde kabul etti ve yetiştirdi. Zekeriyya’yı da ona bakmaya memur etti. Zekeriyya ne zaman (Meryem’in bulunduğu) mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek buldu: ‘Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?’ dedi. O da, ‘Bu Allah tarafından geliyor. Şüphesiz ki Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır’ dedi.”[152] Burada üzerinde durulması gereken mesele şudur: Bu rızık, normal bir şekilde mi, yoksa hârikulâde bir yolla mı gelmektedir? Bu konu, her iki şekilde de anlaşılabilir; ama bunun tasavvufî anlamda kerâmet olduğunu iddia etmek, tasavvufun Hz. İsa zamanına kadar uzandığını iddia etmek, Hz. Meryem’i bir tarikatçı gibi değerlendirmektir ki Allah’a sığınırız.

Hz. Süleyman’ın (a.s.) vezirlerinden birisinin, Saba kraliçesi Belkıs’ın tahtını, Yemen’den Filistin’e, göz açıp kapayıncaya kadar getirmesi de ilginç bir bir hâdisedir. 27/Neml sûresi, 40. âyette anlatılan bu olayın da tasavvuf kavramı olan kerâmetle ilgisini kurmak doğru olmaz. Ortada ne şeyh vardır, ne mürid, ne tekke vardır, ne tarikat… O yüzden tasavvufun içini doldurduğu ve tarikat yoluyla elde edilen kerâmetten bahsetmek doğru olmaz. 

Yine Kehf sûresinde “fetâ (genç yiğitler)” olarak vasıflandırılan ve tâğutî güçlere itaat etmemek için mağaraya sığınan kimselerin de peygamber olmadıkları bellidir. Ashâb-ı Kehf olarak zikredilen bu gençlerin, 300 kusür yıl süren uykusunu, Rabbimizin Kur’an’da iman edip sâlih amel işleyenlere vaad ettiği yardımla izah etmek mümkündür; tasavvufun şeyh-mürid ilişkisi ve birsürü Kur’an dışı inançla ördüğü kerâmet anlayışıyla değil…

Yalnız, Allah’ın bazı kullarına ikram etmesiyle ilgili bu örnekler, bu konunun çokça istismar edilmediği anlayışına götürmemelidir. Tarih boyunca ve günümüzde nice uydurmalar, efsâne ve hurâfeler, kerâmet maskesi takılarak ve bir şeyhin faziletine delil olarak zihinleri bulandırmıştır. Bu konuda dikkatli ve uyanık olmalıdır. Kerâmet, Allah’ın insan eliyle ortaya koyduğu olağanüstü bir özellik kabul edilmeli ve bunun akaidle ilgili direkt bir konu olmadığı bilinmelidir. Akaidle ilgisi, bazı insanlara tanrılık vasfı verilerek, sünnetullah diye ifadelendirilen Allah’ın kâinattaki değişmez yasalarını canlarının istediği gibi değiştirme gücüne sahip, istedikleri şekilde olağanüstü işler yapabilme kudretine sahip olan Süpermenler, yarı tanrılar oluşturmalarıdır. 

Şirk konusunda büyük tehlikelerden biri, evliyâ kültüdür. Allah'a ulaştıracak vâsıtalar halinde birilerine tanrılık vasfı verilir. Allah'ın evliyâsı konusundaki Yûnus, 62. âyette Kur'an, ilk iş olarak bir evliyâ tanımı vermektedir. Bu tanım, "gözünüzü açın, dikkat edin, sakın oyuna gelmeyin, uyanık olun!" anlamındaki "Elâ" edatıyla başlar. Bu ifade biçimi de gözden uzak tutulmaması gereken mesaj vermekte; yani "dikkatli olmazsanız ayağınız kayar, aldatılır, hüsrâna uğrarsınız" denilmiş olmaktadır. "Gözünüzü açın! Allah'ın evliyâsı için korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman eden ve takvâ sahibi olanlardır..."[153] Bu âyete ve velî konusundaki diğer âyetlere göre, iman ve takvânın dışında bir evliyâ alâmeti yoktur. İman ve takvâdan tâviz verildiği, bunların yozlaştırıldığı durumda Rahmân'ın evliyâsı yok; şeytanın evliyâsı vardır.

"Gözünüzü açıp kendinize gelin! Hâlis (arı-duru) din yalnız Allah'ındır. Onun yanında birilerini daha velîler edinerek 'Biz onlara, bizi Allah'a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk-kölelik etmiyoruz' diyenlere gelince, hiç kuşkusuz Allah onlar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir. Şu bir gerçek ki“Allah, yalancı ve nankör kimseyi doğru yola iletmez."[154] Bu âyet, velî kabul edilenleri "Allah ile insan arasında yakınlaştırıcı ve şefaatçi" kabul etmenin tevhid açısından yanlışlığını açıklar. Allah insana şah damarından daha yakındır[155] ve şefaat tümüyle ve sadece Allah'ın elindedir.[156] Dolayısıyla Allah ile kul arasında herhangi bir mesâfeden ve herhangi bir şefaatçıdan söz edilemez ki yaklaştırıcıya veya şefaatçıya ihtiyaç duyulsun. "Yaklaştırma" iddiası, temelden çürüktür. Çünkü Allah'ın kulundan ayrı ve uzak olduğunu iddia etmek de Kur'an'a aykırıdır. Evliyâ kültünün sosyal ve hukuksal dayanağı yapılabilecek oluşumlara da imkân verilmemiştir. Din sınıfı, din kıyafeti yoktur. Din adamı tâbiri yoktur. Aforoz ve vaftiz yoktur. Allah'a kul olmak için birilerinin tesciline, okuyup üflemesine ihtiyaç bırakılmamıştır.     

Halk, tarihin her döneminde ortalama kültür seviyesinin üstüne çıkamamış, bazı dönemlerde ise içlerinde okuma ve yazma bilen insanların bile azlığı, ekonomik, sosyal ve siyasal sebeplerle zihnî olarak çocuksu vasfa daha yakın olmuştur. Halk muhayyilesi, özellikle böyle toplumlarda çocuk psikolojisi gibidir. Çocuğun masala ve kahramanlara ihtiyacı vardır. Bunu kitaptan, kulaktan, televizyondan temin edemiyorsa, kendi hayalinde üretir, diğer çocuklarla yardımlaşarak böyle bir dünya oluşturur. Çocuktaki masal kahramanlarının yerini, halk arasında destan kahramanı, efsâneleştirilmiş kahramanlar, mitler alır; bunlar hayâlî kahramanlar olabildiği gibi; daha çok eski devirlerde yaşamış, ama hayatı masallaşmış, içine hayâlî unsurlar karışmış yüce kişilikler de olabilir. Efsânelerin, destanların, masalların, mitolojik tanrıların, evliyâ menkabelerinin, nice kıssa ve fıkraların kaynağında bu çocuksu halk muhayyilesinin zenginliği ve saflığı yatar. Halk, aynen çocuk gibi “soyut”u anlamakta zorlanır, onu somutlaştırarak benimser. "Büyük insan" denilince, takvâ gibi daha çok, iç/gönül özelliği olan tarafı anlayamaz; onu insanüstü olarak düşünüp büyüklüğünü gözle görülür hale getirir. Büyük insan demek, normal insandan farklı olarak havada uçan, denizde yürüyen insandır. Halkın ve özellikle çocukların bu anlayışı, "Malkoçoğlu", "superman" filmlerine ve yarı tanrı yarı insan mitolojik figürlere (Herkül, Zeyna vb.) konu edilir.       

Velî/evliyâ kabul edilen şeyhlerin kerâmeti diye öyle hikâyeler anlatılır ki; Kur'an'da anlatılan birçok peygamber mûcizesinin bile bu kerâmetler kadar olmadığı görülür. "Şeyh uçmaz, mürit uçurur" deyimiyle halkın arasında ifadesini bulan bu gerçek, ayrı tarikatların müritlerinin birbirlerine karşı hava atma sistemleridir. En çok ve en büyük kerâmeti gösteren şeyhin müridi olmanın gururunu tatmak isteyen müridler, böylece her seferinde şeyhlerini diğer şeyhten biraz daha fazla uçurarak bu yarışı karşılıklı devam ettirirler. Hayvanları, insanları canlandıranlar, denizlerin üstünde yürüyenler, aynı anda birçok yerde gözükenler, neler, neler... Superman velîler kalplerden geçeni bilir, uzaktan kumandalı yönlendirmelerde bulunur, bir bakışıyla hidâyete erdirir, dilediğini çarpar, üfürüğüyle şifâlar saçar, dokunuşlarıyla âlemlere nurlar yağdırır, âlemlerin mülkü ellerindedir, her şeye tasarruf ederler. Bu anlayışlar, akaidi ilgilendiren konulardır. Sahih bir inanca, Kur’an’ın açıkladığı tevhidî ilkelere ters anlayışlardır. Tasavvufun savunduğu kerâmet anlayışı, çoğunlukla bazılarını putlaştırmaya, Allah gibi sünnetullahı değiştirebilmeye, her şeye güç yetirebilmeye, tanrı gibi tasarrufta bulunabilmeye yönelik kabuller dolayısıyla, put ve şirk kavramını ilgilendirir.

 

Kerâmet Kavramının Tasavvufçu/Tarikatçı Bakış Açısıyla Nasıl Anlaşıldığına Yönelik Bazı Tasavvufî Kavramlar

Kerâmet ve “kerâmet” gösterdiği kabul edilen“velî” kavramlarının başına gelen tahrîfât, nice Kur’ânî kavramın da başına gelmiştir. Tasavvufî anlayışla tahrife uğramış diğer kavramlara örnek olması açısından, kerâmet kavramının arka planını anlamak için, bu kavramla akrabalığı olan bazı kavramları birlikte değerlendirmek gerekmektedir. Aşağıdaki kavramların tasavvufî içerikleri, kerâmet ve kerâmet gösteren velî kavramlarının tasavvufî anlamdaki özel mânâsını daha anlaşılır kılacaktır. 

Tasavvuf, farklı inanç ve yaşayışını ifade edebilmek için kendine has terim üretmiş veya bazı Kur’ânî kavramları alarak, onların içini değişik biçimde doldurup, kendi anlayışına uygun tarzda anlamlandırmıştır. Kerâmet ve kerâmet sahibi olduğuna inanılan velî kavramındaki tahrifi daha iyi anlayabilmek için, bu kavramla ilişkili bazı tasavvufî kavramları tanımanın faydası olacağı açıktır. Aşağıdaki kelime ve terimler, tasavvuf ve tasavvuf tarihi uzmanı, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf anabilim dalı öğretim üyesi Süleyman Uludağ’ın Tasavvuf Terimleri Sözlüğü’nden alınmıştır (Marifet y. 3. Baskı). Uludağ, bu ansiklopedik sözlüğü, meşhur tasavvuf kitaplarına dayanarak hazırlamış, hemen tüm yorumlarla ilgili tasavvufun kaynak eserlerine atıflarda bulunmuştur. Gerekli gören okuyucu, (kelime açıklamalarının sonunda parantez içinde verilen) kitaptaki sayfa numaraları yardımıyla daha geniş bilgi alabilir, kaynaklarını öğrenebilir. Küçük bir seçkisini sunduğumuz bu tasavvufî kavramların tasavvufî anlam ve yorumlarının bilinmesi, kerâmet ve velî kavramını olduğu kadar, tasavvufu da yakından tanımaya vesile olacaktır.

Arâis-i Hak: Hakk’ın gelinleri. (Arûs; gelin, güveyi, düğün) Tasavvufta; Başkalarından kıskandığı için Hakk’ın, kimliklerini halka açıklamadığı ve gizli tuttuğu velîleri. Hakk’ın harîm-i ilâhideki has dostları, özel ilgisine mazhar olan kulları. Gerdek gecesi gelini damaddan başkası görmediği gibi bunları da ilâhî haremde Hak’tan başkası görmez. Bunlara “arûs-i azrâ” (bâkire gelinler, dilber gelinler) ismi de verilir. (s. 50-51)

Beşler: Cebrâil’in kalbi üzere bulunan (rûhânî his ve bilgilerini ondan alan) beş ermiş. Ruhların hükümdarı olan Cebrâil’in nefesinden ve ilminin feyzinden kalpler hayat bulduğu gibi, tarik ehlinin hükümdarları olan beşlerin nefes ve ilim feyzinden de gönüller hayata kavuşur. (s. 96)

Çarpmak: Bir ermişin veya yatırın gazabına uğramak. Velîlere, ermişlere, yatırlara veya kutsal şeylere hakaret edilip bu gibi kişiler ve nesneler aşağılanınca ermişlerin ve yatırların mâneviyâtı ve rûhâniyeti onları cezalandırır. (s. 127)

Evliyâ: Velîler, dostlar. Tasavvufta; ermişler, erenler. Özel anlamda sadece Allah’ın kendilerine kerâmet ve ilham ihsan ettiği kâmil mü’minler evliyâdır. Evliyânın çeşitli varlıklar üzerinde etkli olan bir mânevî gücü vardır. Duâları Allah katında makbul olur. (s. 180-181)

Evliyâiye: Allah’ın velîsi ve dostu olma seviyesine yükselenlerden mükellefiyetin ve ibâdetlerin düşeceğine inanan mutasavvıflar zümresi. (s. 181)

Evtâd: Direkler, sütunlar. Tasavvufta; biri doğuda, diğeri batıda, üçüncüsü kuzeyde, dördüncüsü güneyde bulunan dört büyük velî. İbn Arabî, Allah bu bölgeleri bu ermiş kulları aracılığı ile korur, der. (s. 181)

Fal: Uğur, kadem, meymenet; ileride yapılması düşünülen bir işin hayırlı ve faydalı sonuçlar verceğine dair bazı ipuçlarının ve işaretlerin bulunduğuna inanmak. Şeyhin hâl, hareket ve tavırlarını ileride iyi şeylerin olacağının işareti olarak kabul etmek de faldır. Fakat mutasavvıflar bu çeşit fallara “işâret”, “beşâret” gibi isimler verirler. (185)

Fenâ fillâh: Fenâ; yokluk, hiçlik demektir. Fenâ fi’l-vücûd: Varlıkta fâni olmak, her şeyi hem Allah olarak görmek, hem Allah olarak bilmek, bu hale zevkle ulaşmak. Bu mertebede bulunanlar; “lâ mevcûde illâllah (Allah’tan başka varlık yoktur; her şey Allah’tır)” derler. Fenâ fillâh; Allah’ta fâni olmak. Kulun, beşerî vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilâhî vasıflarla donanması. (s. 188)

Fenâ fişşeyh: Müridin mürşidde, dervişin, pîrinde fâni olması. Mürîdin kendi şahsî irâde ve arzularını yok edip yerine şeyhinin irâde ve arzusunu koyması. Şeyhinin hatasını kendi isâbetli fikrine tercih edecek derecede ona uyması. Şeyhte fâni olmak, Allah’ta fâni olmanın mukaddimesi ve başlangıcıdır. (s. 188-189)

Gavs: Sığınma, ilticâ etme demektir. Tasavvufta; kendisine sığınıldığı zaman kutba "gavs" denir (Kâşânî, Ta'rîfât). Sûfîler darda ve sıkışık durumda kaldıkları zaman: "Yetiş yâ Gavs!", "Meded yâ Gavs!", "İmdâd yâ pîr!" diye feryad eder ve kutbun mânevî himâyesine ilticâ ederler. "Gavs-ı a'zam": En ulu gavs, buna "kutb-ı ekber" de denir. Hz. Peygamber'in bâtınından ibârettir. Velîliğin en yüce mertebesi budur. Abdülkadir Geylânî'ye özellikle Gavs-ı a'zam denir. (s. 201)

Himmet: Ermiş kişilerin maksadı hâsıl eden, iş bitiren ve dilediklerini yerine getiren mânevî gücü. Himmet-i ricâl: Erenlerin himmeti. Erlerin himmeti dağları yerinden oynatır. Pirler, dervişlerini himmetleriyle terbiye ve idâre ederler. (s. 243)

İnsân-ı Kâmil: Yetkin insan, kâmil insan. Tasavvufta; Allah’ın zât, sıfat, isim ve fiilleriyle en mükemmel biçimde kendisinde tecellî ettiği insan. Gavs, kutup, hakiki mürşid. İnsân-ı kâmil, Allah’ın sûreti, Allah da onun rûhu gibidir. Diğer taraftan insân-ı kâmil, âlemin rûhu; âlem de onun sûretidir. İnsân-ı kâmil, Allah’ın gözü (aynullah) dür, âlemin nûrudur. (s. 269-270) [157]

İstiğâse: Sığınmak, ilticâ etmek, meded ve yardım istemek, imdad demek. Tasavvufta; darda kalan bir tarîkat ehlinin şeyhini yardıma çağırması veya ölü ermişlerin ruhlarından imdat dilemesi. Sıkışık durumda kalan bir kimsenin Allah’tan veya peygamberin rûhâniyetinden yardım istemesi de istiğâsedir. Son dönem mutasavvıfları, şeyhlerden ve yatırlardan daima istiğâsede bulunmuşlardır. Kendisinden medet umulan en büyük velî “gavs”tır. (s. 276)

İstimdâd: İmdat istemek, medet ummak, âcil yardım talebinde bulunmak. Tasavvufta; tarîkat ehlinin şeyhlerden veya ölü velîlerin ruhlarından yardım istemeleri. “Meded yâ şeyh!” “meded yâ gavs-ı a’zam!” demeleri. “Zikir murâd eden kimse, iki dizi üzerine oturup ağzını kapatır, gözlerini yumar, bütün his ve kuvvetlerini faâliyetten menederek şeyhin rûhâniyetine teveccüh edip ondan istimdâdda bulunur.” (s. 279)

Istişfâ’: Şefaat istemek, bir işin görülmesi için birinin aracı (vâsıta, vesîle) olmasını istemek. Tasavvufta; tarîkat ehlinin yatırlardan ve ermişlerin ruhlarından Allah katında şefaatçı ve aracı olmalarını istemeleri. (s. 280) [158]

İşrâf: Bilmek, haberdar olmak, vâkıf olmak, Tasavvufta; bâtınî hallere vâkıf olmak, insanların rûhî hallerini ve kalplerinden geçirdiklerini bilmek. Firâsetten farkı, firâsetin geçici, işrâfın kalıcı olmasıdır. (s. 283)

Keşf: Açığa çıkarma, perdenin açılması. Örtülü olanı açma, gizli olanı meydana çıkarma, sezme, tahmin etme. Tasavvufta; a) Perdenin ötesindeki gaybî hususlara ve hakiki şeylere, bunları yaşayarak ve temâşâ ederek vâkıf olmak. Mükâşefe, beden ve his perdesinin kalkması ve ruh âleminin seyr edilmesi. b) İlham. Doğrudan ve aracısız Allah’tan alınan bilgi. Bu bilgi ya ilâhî hitabı işitmek ve dinlemek veya gayb âlemini görmek sûretiyle elde edilir. c) İbn Arabîye göre velîler, bilgileri peygamberlere vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan doğrudan alırlar. Bazı keşifler kesin bilgi verir. Sûfîlere göre maddî ve duyulur âlemden gelen tesir, kir ve pas kalbin gayb âlemini görmesine engel olan bir perde (hicâb) oluşturur. Riyâzet ve tasfiye ile bu perde kalkınca gayb, ayân-beyân olarak görülür. Bu perdenin açılmasına, yani  kalp gözünün açılmasına keşf denir. Keşf-i zamâir: Bir velînin başkalarının kalbinden ve zihninden geçen şeyleri bilmesi. Keşf-i ahvâl-i kubûr: Bir velînin mezarlarda gömülü olan ölülerin o âlemdeki hallerini bilmesi. (s. 310-311)

Kıtmîr: Köpek. Ashâb-ı Kehf’in köpeği. Tasavvufta; sûfî olmadığı halde, sûfîlerin arasında bulunan kimseye kıtmîr denir. Dervişler ve müridler bir köpek sadâkatı ile şeyhlerinin kapısında beklemeyi ve ulumayı en büyük şeref bilirler. M. Bahâeddin Nakşbend, Abdülkadir Geylânî’nin türbesine şu ibârenin yazılmasını emretti: “Pirlerin kapısında köpek ol, / Eğer Hakk’a yakın olmak istersen. / Zira arslanlardan daha şereflidir. / Geylânî’nin kapısındaki köpek.” (s. 315-316)

Kutb (kutub): Medâr, değirmenin alt taşına yerleştirilen ve üst taşın dönmesini sağlayan demir. Tasavvufta; a) En büyük velî, b) Her zaman, âlemde Allah'ın nazar kıldığı yer olan tek kişi (Kâşânî). c) Kutub, âlemin rûhu, âlem de onun bedeni gibidir. Her şey kutbun çevresinde ve onun sâyesinde hareket eder. Yani her şeyi o idare eder (Tehânevî, II/1268; İbn Arabî, Fusus, 39, 73). Kutbu'l-aktab: Kutubların kutbu, kutbu'l-ekber: En ulu kutub. Kutbu'l-irşâd: Rehber kutub. Tasavvufta; Her üç terim de halkı irşad etmek ve hidâyete erdirmek işiyle görevli velî anlamına gelir. Bu velî, arştan ferşe kadar tasarrufta bulunur. (s. 325-326)

Râbıta: Bağ, ilişki. Tasavvufta; mürîdin, rûhaniyetinden feyz alacağına inanarak kâmil şeyhinin sûretini (şeklini) zihninde tasavvur etmesidir. Râbıta: Müridin şeyhini severek yâdetmesi ve sûretini zihninde canlandırmasıdır. Râbıta, müridin kalben şeyhi ile beraber olmasıdır. Müridin ilk hedefi, şeyhinde fâni olmaktır. Zira şeyhte fâni olmak, Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Sâlik, râbıta vâsıtasıyla önce şeyhi ile, sonra Allah ile mânevî ve bâtınî bir ilişki kurar. (s. 425) [159]

Sekizler: Gayb erenlerden olan sekiz evliyâ. Bunlara kahr ricâli, kuvvet ricâli de denir. Şiddetli ve hiddetli velîlerdir, himmetleri faal ve tesirlidir. Teveccüh ettikleri ruhları etkileri altına alırlar. Tasarruf sahibidirler, murad ettikleri nesneler vücuda gelir, teveccühlerinin semeresi hâsıl olur. Bunlara hürmet edilir, ama yakınlarında olmaktan sakınmak lâzımdır. (s. 458)

Selâm secdesi: Sûfîlere göre, ibâdet secdesinin dışında secde-i tahiyyât denen, saygı ve sevgi duyulan bir insana selâm secdesi vardır. Sonraki bazı mutasavvıflar selâm secdesini câiz görmüşlerdir. Mevlevî şeyhleri ve dervişleri, baş keserek birbirine secde ederler. Secdeyi Hz. Mevlânâ teşrî etmiştir (meşrû kılmıştır). Bazı tarîkatlarda dervişler şeyhlerinin eteklerini öper, ayak bastıkları yere yüz sürer. Hükümdarlara ve din ulularına secde etmek, öteden beri şark kavimlerinde âdettir. (s. 460)

Şeyh: Çoğulu; Meşâyih, şüyûh, eşyâh. Yaşlı, ihtiyar, pîr, bey, önder, kabile başkanı. Tasavvufta; a) Nefsinden fâni Hak’ta bâki velî, Hak dostu. b) Tâliplere rehberlik etmek ve onları irşâd etmek ehliyetine ve liyâkatine sahip olan insan-ı kâmil, rehber, delil, mürşid. Şeyh, kâmil ve mükemmildir; başkalarını da kemâle erdirir. Şeyh-i tarikat: Mürid ve müntesiblerini, bir annenin bebeğini terbiye etmesi ve yetiştirmesi gibi terbiye edip yetiştiren şeyh. Tarîkat şeyhleri böyledir. Bunlar mürid ve müntesiblerinin mal, beden ve ruhları üzerinde mutlak olarak söz sahibidirler. Mürid ne dil, ne kalb ile şeyhine itiraz edebilir. Şeyhine “hayır!” diyen bir mürid iflâh bulmaz. Şeyhe karşı işlenen günahın tevbesi olmaz. Şeyhin önündeki mürid, gassâlin önündeki cenâze gibidir, irâdesi yoktur; şeyh ona hangi şekli verirse onu muhâfaza eder, şeyhte fâni olmak Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Allah'a giden yol, şeyhten geçer. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Şeyh keşif ve kerâmet sahibidir. Allah’ın arz üzerindeki halifesidir. Allah adına hareket eder. Şeyh, Hz. Peygamber’in nâibidir, Onun temsilcisidir. (s. 496-497)

Tasarruf: Faâliyet göstermek, yetki kullanarak iş yapmak. Tasavvufta; Kerâmet göstermek, olağanüstü yollardan iş yapmak ve tesir etmek, insanlara ve eşyaya hükmetmek ve onları idare etmek, Allah’ın eşyayı ve bütün varlıkları velîsine musahhar kılması. Hakikatte tasarrufta bulunan (mutasarrıf) Allah’tır. Fakat velîler de himmetleriyle varlıklar üzerinde tasarrufta bulunurlar. Zira Allah her şeyi onlara musahhar kılmıştır. Velîler himmetleri ile tasarrufta bulunurlar. Fakat ism-i a’zamla tasarrufta bulunduklarına da inanılır. Bazı velîlerin öldükten sonra da tasarrufta bulunduklarına inanılır. (s. 512)

Tayy-i mekân: Yerin dürülmesi, mesâfenin kısalması sûretiyle gerçekleşen kerâmet, uçmak. Bast-ı zaman: Zaman içinde zaman yaratmak. (s. 514). (Tayy-ı mekân, yerin, evliyâ için katlanarak küçülmesi demektir. Evliyâ, aynı saatlerde birkaç yerde bulunabilir; yani yerin katlanmasıyla, velî olan zat, aynı saatlerde dünyanın, birbirinden son derece uzak birçok yerlerinde bulunabilir. -F. Aydın, s. 287-)

Tayy-i zaman: Zaman içinde zaman yaratmak. (s. 514). (Tayy-ı zaman, zamanın durdurulması anlamına gelir. Velî, bu sûretle, bir yandan bulunduğu yerde zamanı durdurarak, ya da zamanın akışını, bir diğer yerdeki zamanın akışına göre yavaşlatarak yaşar. Zamanın katlanmasıyla, -ya da durdurulmasıyla) evliyâ, örneğin birkaç saniye içinde başka bir ülkeye intikal ederek orada yıllarca kaldıktan, hatta ev, bark, çoluk çocuk sahibi olduktan sonra tekrar eski yerine döner ve hayatına, kaldığı noktadan devam eder. Öyle ki döndüğü zaman, meselâ, gitmeden önce önüne konmuş olan yemek hâlâ sıcacık durmaktadır. Onu sofrada bekleyenler sadece birkaç saniye içinde ortadan kaybolmuş olmasına hayret ederler vb. -F. Aydın, s. 287-)

Tecellî: Âşikâr olmak, açığa çıkmak, görünmek, zuhûr etmek. Tasavvufta; gaybden gelen ve kalbe zâhir olan nurlar. Görünmeyenin kalpte görünür hale gelmesi. (s. 514-516)

Tecessüd: Cesedleşme, maddeleşme, bedenleşme. Tasavvufta; Rûhun ceset ve madde haline gelmesi, bedenleşmesi. a) Bir velînin rûhu başka bir yerde, ayrı bir beden ve madde kalıbı ile zâhir olabilir. b) Ölen bir velînin rûhu eskisinin tıpkısı olan bir beden kalıbı ile zâhir olabilir. Tecessüd, reenkarnasyon ve tenâsühten ayrı bir olaydır. (s. 516)

Teferrüc: Seyretme, temâşâ etme. Tasavvufta; mânen yükselen sâlikin rûhî bir mi’râc yapması, ulvî-süflî, maddî-mânevî bütün âlemlerde seyahat etmesi, her şeye yukarıdan bakması. (s. 519)

Teveccüh: Yönelme, öz alâka. Tasavvufta; a) Şeyhin Hakk’a, müridin mürşide yönelmesi, gönlünü ona bağlaması. b) Nakşîlikte muhabbet râbıtasının bir şekli. Mürid, şeyhin rûhâniyetine muhabbet yoluyla teveccüh eder, teveccüh esnâsında öyle bir istiğrak (trans) haline geçer ki, beşerî ve bedenî varlığından haberdar olmaz. Bu durumda şeyhin rûhâniyeti müridin bâtınında faâliyete geçip onun beşerî vasıflarını ortadan kaldırır, tedrîcen mürid, mürşidinin rûhânî vasıflarıyla sıfatlanır. Şeyhin müridine teveccühü, bütün mânevî gücünü ve rûhânî tesirini müridin kalbi üzerine yoğunlaştırarak ona feyz akıtması, onu büyük bir mânevî değişime uğratmasıdır. (s. 530-531)

Türbe: Toprak, hâk. Tasavvufta; Bir ermişin ve yatırın kabrinin bulunduğu üstü kapalı mekân, ziyâret yeri. Buralara adaklar adanır, mumlar yakılır, dilekler dilenir, serili postlarda namaz kılınır, duâ edilir, paralar verilir, çapıtlar bağlanır. Ermişin ve yatırın sağ insanlara mânen, ama gerçekten yardımcı olacağına inanılır. (s. 538-539)

Üçler: Üç büyük velî. Gayb erenlerden üç ulu ermiş. Üçler, Hak’tan istimdad eder, halka imdad eder, insanlara şiddet ve kahr ile değil; mülâyemet ve merhametle muâmele ederler. Üçler, erkeklerden de kadınlardan da olabilir. Üçlerden biri aralıksız ve kesintisiz Hak’tan aldığı feyzi halka akıtır. Üçler bir kutub, iki imamdan oluşur. Kutb veya gavs-ı a’zam, Alah adına mülk ve melekût âlemini idâre eder. Kutbun iki vezîri (yardımcısı) vardır. Bunlara imâmân denir. Pekçok yöre, türbe, mahalle, semt ve kasaba; ismini üçlerden alır. (s. 545)

Vahiy: Hakk’ın hitâbı. Sûfîlere gelen ilhâm. İbn Arabî; “Sözlerimiz vahy-i kelâm değildir ama vahy-i ilhamdır” der. (s. 554)

Velâdet: Doğum. Tasavvufta; Tâlibin mürşide intisab etmesi ve tarîkate girmesi. Buna  velâdet-i sâniye (ikinci doğum, mânevî doğum) denir. Şeyh ile mürîdi arasında öyle bir kaynaşma (teellüf) hâsıl olur ki neticede mürîd şeyhin parçası olur, tıpkı tabiî velâdette oğul babanın parçası olduğu gibi. “İnsan iki kere doğmadan melekût âlemine yükselemez.” İlk doğumla madde âlemi ile irtibat kuran insan, ikinci doğum ile melekût âlemi ile irtibat kurar. Mürîdin babası, onun bedeninin, şeyhi ise rûhunun var oluş sebebi olduğundan, şeyh baba, mürîd onun oğludur. Mürid, babasının bel, şeyhinin yol evlâdıdır. Şeyh, bir anne bebeğini nasıl sütü ile beslerse, öylece onu irfânı ve feyzi ile besler. Buna redâ (süt emme süresi) denir. Seyr ve sülûkünü tamamlayan ve rûhen olgunlaşarak bâliğ ve reşîd olan mürîde şeyh icâzetnâme (hilâfetnâme) verir. Buna fitâm (sütten kesme) denir. Bu yüzden müridler, şeyhlerine  baba (eb, vâlid, peder); şeyhler ise müridlerine evlâdları nazarıyla bakarlar. (s. 563-564 

Vesîle: Vâsıta, aracı, sebep, bahâne. Tasavvufta; a) Allah'a yaklaşmak veya bir dileğin kabul edilmesini veya bir musîbetin defedilmesini sağlamak için ermişlerin türbelerine gidip onların ruhlarında ve yatırlardan meded ummak. Tasavvufî anlamda vesîle ve tevessül budur. (s. 568)

Yatır: Ermişlerin gömülü olduğuna ve ziyâretçilerine fayda ya da (çarparak) zarar verdiğine itikad edilen mezarlar. (s. 578)

Yediler: Yedi büyük velî, gayb erenlerden yedi ulu ermiş. Bunlara ricâl-i ûlâ da derler. Her nefeste mi’râc yapıp Allah’ın huzûrundan marifet-ilim tahsil ederler. Yediler, yedi abdal denilen Ricâlu’l-gaybden ayrıdır. Pek çok semt, türbe ve mahalle; ismini yedilerden alır. (s. 579)

Zıllullah: Tanrı’nın gölgesi. Tasavvufta; vâhidiyet mertebesini kendi gerçeği haline getiren insan-ı kâmil. (s. 587)

Ziyâret: Mübârek ve kudsal olduğuna inanılan ermişlere ait kabir ve türbelerin ziyâret edilmesi; Buralarda duâ ve ibâdet edilmesi, kurban kesilmesi. Ziyâret edilen yere ziyâretgâh (mezar) denir. (s. 591)

Not: Tüm bu kavramların yukarıdaki anlamları, tasavvuf felsefesine göredir. Tasavvuf erbâbının kendi inançları doğrultusunda bu kelimelere yükledikleri anlam ve yorumları aksettirmektedir.

"Ve derler ki: 'Rabbimiz biz efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de, böylece onlar bizi yoldan saptırdılar." [160]

"Rabbinizden size indirilene uyun. O'ndan başka evliyânın/dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz." [161]

İstidrac

Kâfir ya da fâsık insanların ellerinden ortaya çıkan hârikalara istidrac denir. İstidrac kişinin gurur ve kibrini artırır, Allah’a şükretmeyi unutturur ve o şahsın azâbının ziyadeleşmesine sebep olur.

Bu, Allah’ın o şahsa dalâlet ve günaha devam ederek daha çok azâba müstahak olmasını temin hikmetine mâtuf bir nevi fırsat vermesidir. Bu gibi zâlim ve fâsık kimselerin dünyevî emellerine kavuşmaları, istek ve duâlarının kabulü istidrac cinsindendir.

Şeytanın, kıyâmete kadar kendisine müsaade edilmesi için yaptığı duânın kabul edilmesi, rivâyete göre Firavun’un uzun yıllar yaşayıp da başının bile ağrımaması istidraca birer örnektir.

İhânet (Hizlân)

Küfrü ve fıskı açık olan birtakım şahıslar elinde, arzularına aykırı olarak vukua gelen hârikalardır. Bu hale, ihanet veya hizlân adı verilir.

Bu tip şahıslar elinde zuhur eden menfi hârikalar, Allah’ın o şahsı yalanlamak ve rezil etmek maksat ve hikmetlerine mebnidir. Nitekim rivâyete göre; peygamberlik iddiasına kalktığı için Müseylemetü’l-Kezzâb diye anılan yalancı bir sapık, mûcize göstermek gayesiyle bir şahsın kör bulunan gözüne tükrüğünü sürünce, adamın o gözü açılacağı yerde, diğer gözü de kör olmuş.

Mûcize ile Diğer Hârika Olaylar Arasındaki Fark  

Mûcize, ancak peygamberlik şerefine mazhar olan zevat tarafından ve iddialarına uygun olarak meydana gelir.

Mûcize, çok defa halkın isteği üzerine izhar olunur. Bu esnada halka; “haydi, bir mislini de siz getirin” diye meydan okunûr ve diğer insanlar bundan âciz kalır.

Mûcize izhar eden peygamberler, her türlü kemâlât ile muttasıf birer ahlâk ve fazilet timsali kimselerdir. 

 

SORULAR

  •  Mûcizenin sözlük ve terim anlamı nedir?
  •  Mûcizenin şartları nelerdir?
  •  Mûcizeye bir örnek veriniz.
  •  Peygamber olmayan herhangi bir kimsenin başından geçen olaya mucize denilir mi? Niçin?
  •  Kur’an’a Göre, Peygamberimize Kur’an Dışında Bir Mûcize Verilmiş midir?
  •  Müşriklerin Peygamberimizden mûcize olarak yapmasını istedikleri şeylerden iki örnek veriniz.
  •  Hissî Mûcizeleri kabul edenlerle etmeyenlerin dellillerinden üçer tanesini belirtin.
  •  Kerâmeti ve istidracı örnekleri ile beraber açıklayınız.
  •  Kerâmet kavramının tasavvufçular eliyle yozlaştırılması, şeyhlerini aşırı yüceltmeleri hakkında bilgi veriniz.
  •  İhanet ile hızlan arasında fark var mıdır, bu kavramları açıklayınız.
  •  Mûcize ile diğer hârikulâde olaylar arasındaki farkları belirtiniz.

[1] 18/Kehf, 110

[2]3/Âl-i İmrân, 144

[3]6/En’âm, 50

[4]7/A’râf, 188

[5] Buhârî, Enbiyâ 48

[6] Yasin Pişgin, İnsan ve Peygamber Olarak Hz. Muhammed (s.a.s.). İlahiyat Y. Ankara 2002. s. 59

[7] 29/Ankebût, 50

[8] 29/Ankebût, 51

[9] 20/Tâhâ, 133

[10] 13/Ra’d, 31

[11] 17/İsrâ, 93

[12] 13?Ra’d, 7

[13] 6/En’âm, 37

[14] 6/En’âm, 124

[15] 6/En’âm, 35

[16] 26/Şuarâ, 3-4

[17] 35/Fâtır, 25

[18]A’râf, 188

[19]6/En’âm, 50

[20]6/En’âm, 50

[21]29/Ankebût, 52

[22]Buhârî, Fezâilu’l-Kur’an 1; Müslim, İman 239; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/341, 451

[23]Buhârî, İ’tisâm 1; Fezâilu’l-Kur’an 1; Müslim, İman 239

[24]17/İsrâ, 90

[25]17/İsrâ, 91

[26]17/İsrâ, 92

[27] 17/İsrâ, 93

[28] 6/En’âm, 8

[29] 6/En’âm, 9

[30] 6/En’âm, 37

[31] 6/En’âm, 109

[32] 6/En’âm, 124

[33] 6/En’âm, 158

[34] 11/Hûd, 12

[35] 13/Ra’d, 7

[36] 13/Ra’d, 27

[37] 13/Ra’d, 31

[38]14/İbrâhim, 10

[39]15/Hıcr, 7

[40]20/Tâhâ, 133

[41]21/Enbiyâ, 5

[42]13/Ra’d, 31

[43]25/Furkan, 7-8

[44]25/Furkan, 21

[45]26/Şuarâ, 154

[46]28/Kasas, 48

[47]29/Ankebût, 50

[48] 41/Fussılet, 14

[49] 43/Zuhruf, 53

[50] 74/Müddessir, 52

[51] 2/Bakara, 118

[52] 2/Bakara, 210

[53] 7/A’râf, 203

[54] 4/Nisâ, 153

[55] 3/Âl-i İmrân, 183

[56] 4/Nisâ, 174

[57] 57/Hadîd, 9

[58] 72/Cinn, 26-27

[59] 17/İsrâ, 1

[60] 17/İsrâ, 60

[61] 53/Necm, 13-18

[62] 54/Kamer, 1

[63] Müfessirler, ilgili âyetlerin yorumunda Hz. Peygamber'e hissî mucize verilmeyişi­nin sebepleri üzerinde durmuşlar ve bazı açıklamalar yapmışlardır. Örnek olarak bk. Râzî, a.g.e., XX, 234-235; XXIV, 67-72.

[64] Tabatabâî, el-Mîzan, XV, 199-200;

[65] Kâsımî, Mehâsmü't-te'vîJ, 10/3999; krş. Muhittin Akgül, Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, 28-37. Hissî mucizelerin delâleti konusunda önemli bir itiraz İslâm fi­lozofu İbn Rüşd tarafından dile getirilmiştir. O, hissî mucizelerin imkânını kabul et­mekle birlikte bunların nübüvvetin İspatında yegâne delil olmalarına itiraz etmiştir. Ona göre, peygamberlik ile olağanüstü fiiller arasında bir ilişki yoktur. Örneğin. asanın yılana dönüşmesi, ölülerin diriltilmesi ve benzen hadiseler her ne kadar olağanüstü haller ise de, bunların Hz. Mûsâ ve isa'nın nübüvvetine delâlet edebil­mesi için başka delillere ihtiyaç vardır. Tek başlarına bu tür fiiller peygamberliği­nin kanıtı sayılamazlar. Ancak bu tür hârikalar, peygamberlik mesleği icra edildik­ten sonra zuhur ederse, ikinci dereceden delil sayılabilirler... (bk. İbn Rüşd, ei-Keşf, 116-119.)

[66] Bâkıllânî, Î'câzü'l-Kur'ân, 35; Kâsımî, a.g.e., 10/3943; Tabatabâî, a.g.e., 15/ 131; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, XI, 160; Derveze, et-Tefsîrü'l-hadîs, I, 113-115; Fahreddin er-Razî, en-Nübüuuâf, Mukaddime, 13.

[67] İbn Teymiyye, en-Nüfahât, 360-362; Reşîd Rızâ, a.g.e., IX, 196; Derveze, Kur'an Cevap Veriyor, 41-46; Lârî, Usûlü l-'akâ'id, 45-47.

[68] Meydânî, el-'Aktdetü'l-İslâmiyye, 300.

[69] İsmail Fennî Ertuğrul, İzâle-i şükük, 113 vd.; Çâyiş, İslâm dînü'l-fıtra, 124-128 Derveze, a.g.e., 40-41; Meydanî, el-Akîdetü’l İslâmiyye, 301-303.

[70] Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-gayb, XXIV, 68.

[71] Ömerî, a.g.e., 61-62-, Mustafa Müslim, Mebâhis fi İ'câzi'l-Kur'ân, 26-31.

[72] el-İsrâ 17/59; Taberî, a.g.e., 15/74; Kasımî, a.g.e., X, 3943; Tabatabâî, a-9-e-XV, 131; Elmalılı, a.g.e., V, 3184; 332; İsmail Fennî Ertuğrul, e.g.e., II, 115.

[73] bk.el-Enbiyâ 21/107.

[74] el-İsrâ 17/59; Râzî, a.g.e., XX, 234-235; Reşîd Rızâ, a.g.e., XI, 332; İsmail Fen­nî Ertuğrul, a.g.e., II, 113 vd.

[75] Fahreddin er-Râzî, a.g.e., XX, 234-235.

[76] bk. eş-Şu'arâ 26/4.

[77] Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XV, 148-149.

[78] Çâviş, a.g.e., 131-150; Elmalılı da, hidâyet mûcizesiyle yetinmeyip, teklifî muci­zeler isteyen inkârcıların bu mucizelerine "cebir mucizesi" demektedir.(bk. Elmalı­lı, Hak Dini, N, 2961-2.)

[79] Lârî, a.g.e., 45-47.

[80] Tabatabâî, a.g.e., Vli, 66-67.

[81] Cafer Sübhânî, el-İlâhîyyât, II, 96-97; Elmalılı, a.g.e.. I, 267-268; Mustafa Müs­lim, a.g.e., 25-26.

[82] Bâkıllânî, İcâzü'l-Kur'ân, 31; a.mlf., el-Beyân, s. 31-32.

[83] Seyyid Sabık, el-'Akîdetü'l-İslâmiyye, 220. Ayrıca bk. Gazzâlî, el-Munkiz, 58; Harpûtî, Tenkîhu'l-kelâm, 298-299.

[84] Tabbârâ, Ma'a'l-enbiyâ, 259; Mustafa Müslim, a.g.e., 25-26,

[85] Abdülcelil Şelebî, "Mu'cizât", Mecelletü'l-Ezher, c. 38-39, sayı, 2, sayfa 163-171, Kahire 1966.

[86] bk. el-'Ankebût 29/50-51.

[87] Bâkıliânî, Hz. Peygamber'in düşmanlarına karşı sadece Kur'âıYın icazıyla meydan okuduğunu ve bunun dışında başka hiçbir şeyi delil olarak kullanmadığını söylemiş­tir, (bk. İ'câzü'l-Kur'ân,, 35-38). Fahreddin er-Râzî de, Kur'ân'ın mucize olduğu­nun anlaşılmasından sonra başka hiçbir mucizeye ihtiyaç kalmayacağını belirtir. {bk. Mefötîhu'1-gayb, XXIV, 68-69. Benzer bir İzah için bk. Elmalılı, a.g.e., III, 2024-2027)

[88] Bâkıllânî Kur'ân'ın i'câzının diğer bütün mucizelerden daha belirgin olduğunu açık­ladıktan sonra, hissî mucizelerin vukuu durumunda insanların zihnine bazı şüphe ve tereddütlerin gelebileceğini söylemiştir. Halbuki Kur'ân'ın mucize oluşuyla ilgili böyle bir şüphenin ortaya çıkması söz konusu değildir.(bk. el-Beyân, 25-31)

[89] Çâviş, İslâm Dînü'l-fıtra, 128 vd..

[90] Suyutî, el-İtkân, II, 256; Çâviş, a.g.e., 13-17;

[91] Buhârî, "İ'tisâm", 1; Fedâilu’l-Kıır'ân", 1; Müslim, "İmân", 239. Dr. Halil İbrahim Bulut, Kur'ân Işığında Mucize Ve Peygamber, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002: 220-232.

[92] Hasan 'Itr, Nübüvvetü Muhammed fi'l-Kur'ân, 236; Ayrıca bk. Meclisî, Bihârü'l-envâr, XVII, 347-362; Sefârînî, Levâihu’l-Envâr, [I, 278-279.

[93] Dr. Halil İbrahim Bulut, Kur'ân Işığında Mucize ve Peygamber, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002: 232-233.

[94] Bâkıllânî, el-Beyân adıyla mucizenin mahiyeti, nübüvvete delil oluşu ve benzeri olaylardan farkını ortaya koyan müstakil bir eser telif etmiştir. Ayrıca kelâm eser­lerinde Kur'ân'ın i'câzı konusuna Önem vermişler ve Hz. Peygamber'in nübüvve­tini ispat ederken bunu Ön plana çıkarmışlardır. Örnek olarak şu eserlere bakılabi­lir: Câhız, Hücecü'n-nübüuve, III, 270-278; Mâtürîdî, Tevhîd, 204-210; Bağda­dî, Usûlu'd-dîn, 183-184; Bâkıllânî, İ'câzü'l-Kur'ân, 31-56; Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu'l-usûli'l-hamse, 568-572; a.mlf., ef-Muğnî, XVI, 407-433; Cüveynî, el-İrşâd, 338-353; a.mlf., Luma'u'l-edille, 197-198; Nesefî, Tebsıra, I, 509-522; Fahreddin er-Râzî, el-Muhassal, 490-491; a.mlf., Usuİü'd-din, 91-100; Gazzâlî, eİ-İktisâd, 129-130; İbn Rüsd, el-Keşf, 109-120; Ebû Yala el-Ferrâ, el-Mu'temed, 158-160; İbn Fûrek, Mücerredu’l-makâlât, 179480; Amidî, Gâyetü’l-merâm, 342-346; Şehristânî, Nihâyetu’l-ikdâm, 446-462; Sâbûnî, el-Bidâye, 47-48; Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, III, 389-391; Teftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd, V, 23-35; Reşîd Rızâ, Tefsiü'l-Menâr, I, 190-215.

[95] Bağdadî, el-Fark, 131-132, 149

[96] Kelâmcıların genel kanaati, Hz. Peygamber'e atfedilen hissî mucizelerin hiçbirinin tevatür derecesine ulaşmadığı şeklindedir- Bununla birlikte kelâmcılar, söz konusu rivayetlerin bütününden hareketle, Hz. Peygamberden birtakım hârikaların zuhur ettiği hususunda manevî tevatürün oluştuğunu kabul ederler. Örnek olarak bk. Bâkıllânî, İcâzü'l-Kur'ân, 31, 38; Cüveynî, el-İşâd, 296; Nesefî, a.g.e., I, 491; İbn Fûrek. a.g.e., 178; Beyhakî, el-İ'tikâd, 168; Sâbûnî, a.g.e,., 52; Beyâzîzâde, İşâretü'l-Merâm, 311, 318; İbnu’l-Hümmâm, el-Musâyera, 206-207; Cisrî, Risâle-'ı Hamidiyye, 50-51.

[97] bk. Câhız, el-Hayevân, IV, 30-32; VI, 85vd.; Ebû Rîde, İbrahim b. Seyyar ebu Nazzâm ve ârâuhu'l-kelâmiyyeti'l-felsefiyye, 32-39.

[98] Fazİur Rahman, İslâm, 300-305; krş. Özervarlı, Kelâmda Yenilik Hareketleri, 102.

[99] Mustafa Sabrı, Müslüman olduğu halde Kur'ân mucizesini inkâr eden birilerinin ol­madığın: söyledikten sonra, Ferid Vecdî ve Heykel Paşa gibi kimselerin, -tevatür­le sabit olmadığından- Hz. Peygamber'in hayatından kevnî mucizeleri çekip çıkar­dıklarını ya da bu tür hârikaları normal hadiselermiş gibi yorumlama yoluna gittik­lerini söylemektedir. Örnek olarak Heykel Paşanın "Surâka" hadisesini yorumla­masını göstermektedir. Buna göre, Heykel Paşa, atın ayağının kuma saplanması­nın normal bir durum olduğunu, burada her hangi bir hârikanın bulunmadığını söylemiştir, (bk. Mevkıfu'l-akl, IV, 43)

[100] Ferid Vecdî, hissî mucizelerin aklen muhal olduğu görüşündedir. Bu tür mucizele­rin geçmişte vuku bulduğunu haber veren ilgili âyetlerin hepsinin müteşâbih oldu­ğunu söylemiştir, (bk. Mustafa Sabrî, a.g.e., IV, 98-99).

[101] Mustafa Sabri, son dönem İslâm mütefekkirleri arasında hissî mucizelerin kabul edilmemesi şeklindeki anlayışı şiddetle tenkit eder ve hissî mucizeleri inkâr etme­nin nübüvveti inkâr etmeyi beraberinde getireceğini belirtir (Mevkıfu'l-Akl, IV, 41-43). Kevnî mucizeler konusunda, Kur'ân ile hadisler arasında tezat olduğunu iddia eden müsteşrik ve modernistleri bilgisizlikle suçlar. Çünkü hadisleri toplayan imamlar, örneğin Buhârî, Kur'ân'ı onlardan daha çok okuyan ve daha iyi bilen kimselerdi. Eğer bu konuda bir tezat olduğunu görselerdi, hissî mucizeleri rivayet konusunda olumsuz bir tavır takınırlardı. Onların bu tür rivayetleri aktarmış olma­sı, hissî mucizeler konusunda Kur'ân ile hadisler arasında bîr tezadın olmadığını gösterir, demiştir.{a.g.e., IV, 123-124}

[102] Heykel, Hz. Muhammed, 56-58 vd.; Müsteşrik Dozy, buna benzer bir iddiayı di­le getirmektedir: Şöyle ki; İslâm mûcizesiz bir dindi. Ancak Araplar, diğer din men­suplarıyla görüştükten sonra bu eksikliklerini anladılar ve kendi peygamberlerine birçok hârika yakıştırmaya başladılar, demektedir. Örnek olarak şerh-i sadr olayını gösterir. Buna göre iki melek gelip Hz. Muhammed'in kalbini çıkarmış, temiz­ledikten sonra tekrar yerine koymuştu. Bu olayın ne zaman gerçekleştiğine dair farklı rivayetlerin varlığıyla birlikte, bununla Hz. Peygamber'in nübüvvet öncesi putperestlikten uzak olduğu, günah işlemediği anlatılmak istenmektedir. Hâlbuki Kur'ân'da, nübüvvet öncesi O'nun dalâlette olduğu bildirilmektedir.(bk. Dozy, Târîh-i İslâmiyet, I, 166; krş. İsmail Fennî Ertuğrul, İzâle-i Şukük, II, 113-114.)

[103] Hasan Hanefî, İsiâmî İlimlere Giriş, 86-87.

[104] Mustafa Sabrî, a.g.e., IV, 122 vd.

[105] Mustafa Sabrî, a.g.e., IV, 93-95.

[106] Mustafa Sabrî, a.g.e., IV, 126-127.

[107] Kur'ân'ın mucize oluşu kabul edildikten sonra, Hz. Peygamber'e hissî mucizeler verilmediğini iddia edenlerin art niyetli oldukları ya da ölüm korkusundan dolayı açıktan nübüvveti inkâr edemediklerinden hissî mucizeleri inkâr etmek suretiyle bunu gerçekleştirmek istediklerini iddia etmek bilimsel olmadığı gibi, mâkul ve mantıklı da değildir. Örneğin Ehl-i sünnet kaynaklarında, Hz. Peygamber'e hissî mucize verilmediğini savunan Nazzâm'a karşı ortaya konulan tepkiler bu çerçeve­dedir (Örnek olarak bk. Bağdadî, el-Fark,  131-132; krş. Karadeniz, Mucize, 119) Hz. Peygamber'in hissî mucizeleri konusunda geleneksel anlayışın dışında görüş beyan edenlerin bu şekilde itham edilmeleri, hatta tekfir edilmeleri doğru de­ğildir. Çünkü Kur'ân'ın bizzat kendisinden kaynaklanan bir yorum farklılığı söz ko­nusudur. Genel olarak hissî mucizelerin imkânı kabul edildikten sonra bazı olayla­rın farklı değerlendirilmesi mümkündür. Zaten aynı olay karşısında İnsanların fark­lı kanaatler ortaya koyması bunun imkan dahilinde olduğunu göstermektedir.

[108] Reşîd Rızâ, kevnî/maddî mucizelerin rivayeti, sıhhat ve delâleti hususunda birçok şüphe ve ihtilafın olduğunu söyledikten sonra bu tür mucize rivayetlerinin asrımızdaki bazı bilim adamlarının dinden soğumasına sebep olduğunu söylemiştir(bk. Te’sîrü’l-Menar, XI, 155; el-Vahyu'l-Muhammedî, 71)

[109] Fahreddin er-Râzî, el-Muhassal, 492-493; Ayrıca bk. a.mlf., en-Nübüvvât, 141 vd.; Nasırüddin et-Tûsî, Telhîsü'I-Muhasssat, 352.

[110] Câhız, mucizelerin ahad yolla rivayetinden duyduğu rahatsızlığı şu sözleriyle ifade eder: "Selef, Kur'ân'ı toplamada gösterdiği titizliği, hadislerin toplanmasında -da­ha özel anlamda mucizelerle ilgili rivayetlerin değerlendirilmesinde- göstermiş ol­saydı bugün karşılaşılan sıkıntıların hiçbiri zuhur etmeyecekti. Şayet onlar, Hz. Peygamber'in alâmet, burhan, delil ve âyetlerini, zuhur eden hârikalarını, İster se­ferde isterse hazerde olsun büyük topluluklar içinde göstermiş olduğu mucizeleri­ni toplamış olsalardı, bugün her hangi bir şüpheye mahal kalmaz ve inkârcıların eline de fırsat verilmemiş olurdu..." (Câhız, Hücecü'n-nübüvve, III, 227-228}

[111] Kur'ân'da, "Allah'ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsın'' şeklindeki âyetler ön­cesi ve sonrasıyla tetkik edildiğinde, bunların tabiat kanunlarından daha ziyade sosyal ve ahlâk kanunlarıyla ilgili olduğu anlaşılır (bk.Sabrî, a.g.e., IV, 117). Ayrı­ca Ömer Özsoy'un Sunnetullah Bir Kur'ân İfadesinin Kavramlaşması adlı ça­lışmasında konunun bu yönüne dikkat çekilmekte ve ilgili âyetlerin sosyal olaylar­la bağlantılı olduğu vurgulanmaktadır (bk. a.g.e., 137-182).

[112] Dr. Halil İbrahim Bulut, Kur'ân Işığında Mucize ve Peygamber, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002: 233-238.

[113] Örneğin Buhârî, Menâkıb kitabının "İslâm'da Peygamberlik Alâmetleri" babında (25. bab) elli yedi rivayet nakleder. Burada peygamberlik alâmeti olarak gösterdi­ği hadisler şu konuları içerir: Suların çoğalması (7), yemeğin bereketlenmesi (3), du­asının hemen akabinde yağmur yağması, kütüğün inlemesi (3), Sürâka'nın atının tökezlemesi ve de geleceğe yönelik bir takım ihbarlar. Buhârî'nin peygamberlik alâmeti olarak gösterdiği olaylar ile Siyer, Meğazi, Hasâis, Mu'cizât, Şevâhit, Şemail, Delâil, A'lâm ve Mevlit gibi eserlerde ortaya konulan hissî mucizeler ara­sında çok önemli farklar mevcuttur. Buhârî ve Müslim'in peygamberliğin ispatın­da kullandıkları deliller ile diğer muhaddislerin kullandıkları deliller arasındaki fark­ları ortaya koyacak bilimsel çalışmaların yapılması gereklidir. Bu çalışmalarda sa­dece isnad tenkidiyle yetinilmemeli, metin kritiği de yapılmalıdır. Kur'ân'ın genel tutumuna aykırı düşen, İslâm'ın evrensel mesajını gölgeleyen hissî mucize rivayet­lerinin ayıklanması ve peygamberliğin kanıtlanmasında Kur'ânî metodun ön pla­na çıkarılması zarureti vardır.

[114] Örneğin Hz. Peygamber'in faziletleri anlatılırken; sesinin herkesten gür çıktığı, or­ta boylu olmasına rağmen herkesten daha uzun göründüğü, teninin misk ü amber koktuğu, küçük abdestinin şifa, büyük abdestinin ise temiz olduğu, erkekliğinin kırk erkek gücüne denk olduğu ve benzeri hususlar dile getirilmiştir (Süyûtî, Hasâ­is, I, 113-122). Bu rivayetler zamanla taraftar bulmuş, câhil Müslümanlar tarafın­dan baş tacı edilmiştir. Hz. Peygamber'i sevmenin ve desteklemenin bir ölçüsü ola­rak algılanmıştır. Kur'ân'ın yaklaşımına taban tabana zil düşen bu tür rivayetlerin doğru olması mümkün değildir. Çünkü Kur'ân'da Hz. Peygamber'in inananlara Örnek teşkil edeceği belirtilmiştir. Örnek olarak sunulan objenin diğer insanlar ta­rafından örnek alınabilmesi esastır. Hâlbuki bu özelliklere sahip bir kimsenin ör­nek alınması mümkün değildir.

[115] Şiblî, Asım Saadet, III, 153.

[116] İbn Kuteybe, Te'vîlu muhtelifi'l-Hadis, S, 80-84.

[117] Dihlevî, Hüccetullâhi'l-Bâliğa, I, 135.

[118] Şiblî, a.g.e., III, 154-159.

[119] Bu konuda M. Yaşar Kandemir'in Mevzu Hadisler adlı çalışmasına bakılabilir. Bu­rada, hadis uydurma sebepleri ve kıssacıların hadis uydurulmasındaki etkileriyle ilgili detaylı bilgi verilmiştir, (bk. a.g.e., 62-92)

[120] İbn Kuteybe, a.g.e, 8, 80-84.

[121] Mâverdî'nin A'lâmü'n-nübüuue adlı eserindeki yorum bize ışık tutmaktadır. Müel­lif, Hendek savaşında vuku bulduğu belirtilen "yemeğin bereketlenmesi" şeklinde­ki rivayeti zikrettikten sonra "Bu, Hz. İsa'nın sofra mucizesine naziredir'' açıkla­masını yapar, (bk.a.g.e., 78-79) Yine "az bir suyun çoğalması'' ile ilgili rivayeti ak­tardıktan sonra da, bunun Hz. Mûsâ'nm taştan su akıtması mucizesine nazîre ol­duğunu söyler, (bk. A.g.e., 80. Diğer örnekler İçin bk. a.ge., 78-83)

[122] Hûî, el-Beyân, 116-118.

[123] Örneğin Hz. Süleyman'a rüzgâr verilmişti, Hz. Peygamber'e ise ondan daha hız­lı olan Burak verilmiştir. Hz. Mûsâ, taştan su çıkarmıştı. Hz. Peygamber ise par­maklarından su akıtmıştır. Aslında taştan suyun akması normal bir şeydir, ancak parmaklardan suyun akması ise görülmemiş bir durumdur. (Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, III, 96-97) Hz. îsâ, su üzerinde Hz. Peygamber ise havada yürümüştür.(Subhî, Fî İlmi'l-Kelâm, II, 134) Hz. îsâ, henüz defnedilmemiş ölüleri diriltmiştir, Hz. Pey­gamber İse yıllarca Önce ölmüş insanları diriltmiştir. Örneğin annesini kabrinden çı­karmıştır. (Süyûtî, a.g.e...II, 110-114; Bu konuda ayrıca bk.İbn Kesîr, Mu'cizâtü'n-Nebî, 423-467; Ebû Nu'aym el-İsfahânî, Delâilû’n-Nübüvve, II, 587-609}

[124] Akbulut, Nübüvvet Meselesi Üzerine, 29.

[125] Örneğin Ebû İshâk İbrahim b. Hamdan, Kitâbü'l-Mu'cizât, (trc. Ömer Ziyâeddin Efendi), Evkaf Matbaası 1338-1340. Bu eserde, peygamberlerin her bir mucize­sine karşılık Hz. Peygamber'in bir mucize gösterdiği örneklerle anlatılır. Aynı an­layışla telif edilmiş diğer bir eser de Mehmet Şakir Çörüş'ün Mu'cizâtu’l Enbiyâ’sıdır. (İstanbul 1978, s. 19-178}

[126] bk. Bağdadî. Usûlu'd-din, 164-167: Nebhânî, Huccetuliâhi 'ale'l-âlemin, 14-27; Ömer Harpûtî, Asidetu'ş-Şehda Ala Kasideti'l-Bürde, 102 vd.

[127] bk. el-Bakara 2/164; el-A'raf 7/156-157; es-Sâff 61/6. Ayrıca bk. İbn Hişâm. es-Sîre, 1, 204, 232; Beyhakî, Delâil, II, 74-86; Süyûtî, Hasâis, I, 31-50; Ebû Nu'aym el-İsfahânî, Delâ'ilü'n-nübüvve, II, 587-609; Rahmetullah Hindî, İzhâru'l-Hak, IV, 1078-1210; Ebû Şehbe, es-Sîre, I, 247-254; İsmail Yahya, Mukaddimâtü'n-nübüvve,  103-105; Mehmet Aydın, "Beşâirü'n-nübüvve". DİA, V, 549-550.

[128] Mesela Ebû Hatim el-îsfahânî, Hz. Peygamber'in doğum anında hayvanların dile gelerek bu anı müjdelediklerine dair bazı rivayetler nakleder.(bk. A'lâmü'n-nübüvve, 201-203) Mâverdî de, onun doğumu anında zuhur eden bazı hârikaları akta­rır. (A'lâmü'n-nübüvve, 175-180) Ayrıca bk. İbn Hişâm, a.g.e., I, 158-167; Bey­hakî, a.g.e., I, 126-130; Kâdî İyâd, eş-Şifa, I. 366-368; İbn Kesîr, el-Bidâye, 262-272; Süyûtî, a.g.e, I, 78-89; Şiblî, Asr-ı Saadet, III, 162-165.

[129] el-Kasas 28/86; ayrıca bk. Yûnus 10/16; eş-Şûrâ 42/52.

[130] Süyûtî, a.g.e., II, 118.

[131] Suyûtî, a.g.e., I, 102; Şiblî, Asr-ı Saadet, 165. Dr. Halil İbrahim Bulut, Kur'ân Işığında Mucize Ve Peygamber, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002: 238-243.

[132] bk. Bağdadî, el-Fark, 162.

[133] Eş'arî, a.g.e., 225-226; Bağdadî, a.g.e.,, 162-163.

[134] İbn Rüşd, a.g.e., 113.

[135] Bu konuda benzer bir görüşü de Hamîdullah dile getirmiştir. Mucize, keramet ve istidracla ilgili bir konferansında, mucizelerin tarihî realiteler olduklarını ve bunla­ra inanılması gerektiğini belirttikten sonra bu tür hârikaların peygamberliğe delâ­let etmeyeceğini, hissî mucizelerle peygamberlerin talimleri arasında hiçbir ilişki­nin bulunmadığını vurgular. Sonra konuyu açıklamak için şöyle bir örnekverir: Ben, iki kere ikinin dört değil de beş ettiğini iddia etsem ve bunun doğru olduğu­nu ispat için "elime alacağım şu kor ateş elimi yakmayacaktır" desem, siz bu id­diaya karşılık hemen "iki kere iki asla beş yapmaz; elinizin yanmaması olağanüs­tü bir şeydir, bunun bilemediğimiz bir sebebi olsa gerek. Ancak ateşin elinizi yakmamasıyla iki kere ikinin beş edeceği arasında hiçbir ilişki kurulamaz" diyeceksi­niz. Peygamberlerin hissî mucizeler göstermek suretiyle doğruluklarını ispat etme­leri de böyledirc (Hamîdullah, Mucize, Keramet ve îstidrac, s. 3-4).

[136] Muhammed Abduh, er-Risâle, 84-85.

[137]Örnek olarak bk. Lewis, Miracles, 56-58; Hume, "Of Miracles", 23-40; Boutroux, Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Hakkında", 12-27; Swimburne, 'Violation of a law of nature",75-84.

[138] İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, I, 242-244.

[139] Örneğin Mâtürîdî, Hz. Peygamber'in hissî mucizelerine birkaç cümle ile değinmiş (s.203), sonra aklî delillere yer vermiştir. Ona göre Hz. Peygamber'in nübüvvetiyle ilgili en büyük aklî mucize, muhataplarına Kur'ân ile tehaddî etmesi ve onların buna cevap verememiş olmasıdır.(bk. Kitâbü't-Tevhîd, 191-192, 202-210; krş. M. Saim Yeprem, Mâtürîdî'nin Akide Risalesi ve Şerhi, 29-32)

[140] bk. İsmail Hakkı Manastırlı; Abduh, a.g.e,, 88-129; Reşîd Rızâ, el-Vahyü'l-Muhammedî, s. 35-37.

[141] Mustafa Sabrî, Reşîd Rızâ ve Merâği gibi âlimlerin ısrarlı bir şekilde Hz. Peygam­ber'in tek mucizesinin Kur'ân olduğunu savunduklarını belirttikten sonra, bu anla­yışın günün pozitivizm akımının bir sonucu olduğunu açıklar. Ona göre böyle bir görüş, siyer ve ilgili kaynakları tartışılır kılabileceği gibi hadislerin güvenilirliğini de zedelemektedir (bk. Mevkıfu’l-Akl, IV, 168-170).

[142] İsmail Fennî Ertuğrul, Kur'ân'ın ebedî ve kalıcı bir mucize olması itibarıyla İslâm'ın başka bir mucizeye muhtaç olmadığını, bununla birlikte Resul-i Ekrem'den birçok mucize rivayet edildiğini,-bunların rivayetlerinde insanların tabii hadiseleri hariku­lade görme ya da gösterme meyli her ne kadar çok yüksek ise de- yine de Resul-ü Ekrem'in bir hayli mucizesinin olduğunu belirttikten sonra bu rivayetlerin hepsinin inkâr edilmesinin gayri kabil bir durum olduğunu söyler (İzâle-i Şukük, II, 115-116).

[143] Derveze, Hz. Peygamber'e atfedilen hissî mucizeler konusunda şunları dile getirir; Mucizelerin vukuu meselesine Allah'ın kudreti açısından bakanlar, bunların müm­kün şeyler olduğunu söylerler. Zaten Allah'a ve peygambere inanan bir kimsenin bunun aksini söylemesi mâkul değildir. Ancak meseleye bir sistem dâhilinde yak­laşanlar, Kur'ân'ın hissî mucizeler konusunda bir olumsuzlama ve reddetme tavrı­nın olduğunu görürler. Bu tutum Hz. Muharnmed ile ilgilidir. Yoksa geçmiş pey­gamberlerin hissî mucizeleri Kur'ân ile sabittir. Bunlara iman etmek Kur'ân'a inanmanın ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak Hz. Peygamber'e önceki peygamberle­re verilenler gibi bir mucizenin verilmediğini bildiren yine yüce Allah'tır. Hz. Pey­gamber'in mûcizeleriyle ilgili rivayetlerin çoğu, kendileriyle çıkarım yapılamayacak kusurlar taşımaktadır. Bunlara dayanarak Kur'ân'ın hissî mucizelerle ilgili genel tavrına aykırı bir tutum içerisine girmek isabetli değildir. (Hz. Peygamber’in Hayatı, II. 226-227)

[144] Şiblî Nu'mânî, İlm-i Kelâm-ı Cedîd, 74-76.

[145] bk. Abduh, a.g.e., s.88-129.

[146] Reşîd Rızâ, el-Vahyu'l-Muhammedî, 79vd.

[147] bk. Buhârî, Menâkıb", 25; Müslim, "Fedâil", 4, 5, 6; Nesâî, 'Taharet'1, 60.

[148] bk. İsrâ, 17/59; Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, XX, 233-235; Elmalılı, a.g.e., V, 3184; Tabatabâî, el-Mîzân, XV, 132-133.

[149] İlgili bir rivayette Hz. Abdullah b. Mes'ûd şöyle demiştir: “Biz âdet hilâfına olan şeyleri bereket ve hayır sayardık. Siz ise bunları(n hepsini) korkutmak (için izhar edilir) sanıyorsunuz. Biz bir seferde Rasulullah ile beraber bulunduk. Suyumuz azalmıştı..." (bk. Buhârî, Menâkıb, 25)

[150] Dr. Halil İbrahim Bulut, Kur'an Işığında Mucize ve Peygamber, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002: 243-249.

[151] Dr. Halil İbrahim Bulut, Kur'ân Işığında Mucize ve Peygamber, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002, s. 253-260.

[152] 3/Âl-i İmran, 37

[153] 10/Yûnus, 62-63

[154] 39/Zümer, 3

[155] 50/Kaf, 16

[156] 39/Zümer, 44

[157] Meselâ, Abdülkadir Geylânî şöyle der: “Mürîdim ister doğuda olsun ister batıda / Hangi yerde olsa  da yetişirim imdâda.” A. Geylâni’ye ait olan bu şiir için (bkz. S. Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Risâle-i Nur Külliyatı, Nesil Y. c. 2, s. 2083)

         Kur’ân-ı Kerim ise şöyle der: “Darda kalmış kişi duâ ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz.” (27/Neml, 62); “De ki: Allah’ın dışında kuruntusunu ettiklerinizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gidermeye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.” (17/İsrâ, 56)

[158]Konuyla ilgili iki âyeti hatırlatayım (A. Kalkan): "Yoksa onlar Allah'tan başkasını şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (şefaatçi edineceksiniz)? De ki: Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz." (39/Zümer, 43-44) "İzni olmadan O'nun katında kimmiş şefaat edecek?..." (2/Bakara, 255)

[159] Rabıta konusunu anlamak için saygıdeğer dostum Ferid Aydın’ın Rabıta adlı kitabına bakılabilir.

[160] 33/Ahzâb, 67

[161] 7/A'râf, 3